nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2016 Çarşamba

Araf s. 163 - 171. Ayetleri : Bir Toplum Nasıl Maymun Haline Getirilir ?

Allah (c.c) yaşadığımız arz üzerine bir takım yasalar koymuş , kişi ve toplumların yaşadıkları hayat içinde yaptıklarının karşılığını , Sünnetullah adı verilen yasalara  bağlamıştır. Kıyamete kadar geçerli olacak bu toplumsal yasaların nasıl işlediğinin canlı örnekleri, İsrailoğulları üzerinden yapılan anlatımlar ile bizlere verilmektedir. Kur'an içinde önemli bir hacim tutan bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlara has olarak okunduğunda , toplumsal yasaların nasıl işlediğinin anlaşılarak ibret alınması yerine , sadece o kavmin tarihte başından geçen olaylar olarak okunacak, bu suretle maksat hasıl olmasına yönelik olmayan sınırlı bir okuma yapılmış olacaktır. 

Bilindiği üzere Kur'an Araf suresi içinde , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısındaki şehirde yaşayan bir topluluğun , Allah (c.c) nin koyduğu yasaklara uymamalarının cezası olarak maymun haline getirildiklerini anlatmaktadır. Ancak bu topluluğun maymun haline geldiğinin anlatılması bazı tefsir kitaplarında literal anlamda okunarak , fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldükleri şeklinde bilgiler mevcuttur. Bu topluluğun fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldüğü düşüncesi halen yaygın bir düşünce olup , maymun olma halinin fizyolojik olmadığını iddia edenler , modernistlik veya bazı suçlamalar ile karşı karşıya kalmaktadır. 

Eski tefsirler incelendiğinde , olayın fiziksel olarak gerçekleşmediğini iddia eden müfessirlerin var olduğunun da görüleceğini burada hatırlatmak istiyoruz. Eğer bu konuda suçlama bir yapılacaksa , olayın fiziki olarak gerçekleşmediğini iddia edenlere karşı yapılan suçlamaların aynısı , bu doğrultuda düşünen eski müfessirlere de yapılması gerekmektedir. 

Kur'an'da toplumların helak olması ile ilgili yapılan anlatımlar sebep - sonuç ilişkisi dahilinde, yani işlenen bir amel ve bunun karşılığında alınan karşılıklar olarak okunması gerekirken , sebepler terk edilerek sadece sonuca odaklanan bir okuma yöntemi şeklinde yapılmaktadır. Anlatılan sonuçlar üzerinde yorumların yapılması , asıl önemli nokta olan sebeplerin göz ardı edilerek , yapılan anlatımın mesajının alınmasına ve hayata aktarılmasına engel olmaktadır. Sebeplere odaklanarak yapılan okumalar , olayın tarihte yaşanmış bitmiş olmaktan çıkararak , evrensel bir boyutu olduğunu gösterecektir.

Bu ayetler ile ilgili olarak yapılacak en yanlış okuma ,sebeplerin terk edilerek sonuca odaklanan bir okuma, yani olayın gerçekleşme seklinin fizyolojik olarak gerçekleştiğini iddia etmek olacaktır. Olayın fizyolojik olarak değişime uğramak şeklinde gerçekleştiğini iddia etmek , böyle bir cezaya uğrayan topluluğun uğradığı cezanın benzerinin , aynı suçları işleyen tarihin değişik zaman ve mekanlarında yaşayan insanlara karşı neden uygulanmadığı sorusunun cevabının verilmesini güçleştirecektir.  

Bu ayetlere yönelik okuma yöntemi sebeplerin öne çıkarılması şeklinde yapılarak, tarihi bağlamında bırakılmadan bize dönük mesajlar olarak okunmalı, yapılan bu anlatımlardan okuyucular ibret almalı , yapılan hatalar tarihin hangi zaman ve mekanında işlenirse işlensin , Sünnetullah gereği aynı ceza ile karşılık göreceği şeklinde okunarak, verilen maymun olma cezasının evrensel bir karşılığı bulunmalıdır.   

Konumuz olan ayetlerde , İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine konulmuş olan , cumartesi çalışmama yasağını yasağını ihlal etmeleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Ayetler, sadece o topluluğun başına gelenleri anlatmakla kalmamakta , aynı zamanda kıyamete kadar aynı suçları işleyenlerin de, aynı akıbete uğrayacaklarını haber vermektedir. 

Konumuz olan ayetleri iki bölüme ayırarak önce deniz kıyısındaki halkın yaptıkları ve başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler kısmını okumaya çalışacağız. Ayetlerin ikinci bölümü , o topluluğun başına gelenlerin Sünnetullah gereği olduğunu bizlere hatırlatarak , kıssadaki asıl mesajı anlamamızı kolaylaştıracaktır.

[007.163]  Onlara; denizin kıyısındaki o kasabanın durumunu sor. Hani onlar, cumartesi gününü ihlal ederek haddi aşmışlardı. Zira cumartesi günleri balıkları sürüyle geliyor, cumartesi tatili yapmayacakları gün ise gelmiyordu. İşte biz, fasıklık eder oldukları için onları böylece imtihan ediyorduk.
[007.164] Aralarından bir topluluk: «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli azaba uğratacağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?» dediler. Öğüt verenler: «Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar» dediler.
[007.165] Kendilerine yapılan nasihatları unuttukları vakit, o kötülükten alıkoyanları kurtarıp zulmedenleri de yaptıkları kötülükler sebebiyle şiddetli bir azaba uğrattık.
[007.166]  Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.

Ayetler , işledikleri bazı suçlar sebebi ile daha önce kendilerine helal olan bazı şeylerin haram kılındığı (Nisa s. 160-161) İsrailoğullarından olan bir topluluğun, kendilerine yasak edilen cumartesi  günü çalışma yasağını delmeleri sonucunda Allah (c.c) tarafından cezaya çarptırılmasını anlatmaktadır.

Ayetleri dikkatli okuyacak olursak , topluluğun 3 farklı kesime ayrıştığı görülebilir. 

1- Yasağı ihlal edenler.
2- Yasağı ihlal etmeyenler , ihlal edenleri uyaranlar.
3- Yasağı ihlal etmeyenler, fakat ihlal edenleri uyarmayanlar. 

Ayetler , 1. ve 3. guruptakilerin helak olduğunu , 2. guruptaki insanların kurtulduğunu beyan etmektedir. Topluluğun helakına sebep olan cumartesi yasağını güncelleyerek kıssanın bize dair nasıl bir mesaj vermek istemiş olabileceği üzerinde düşündüğümüzde, Adem kıssasındaki yasak ağaç gibi , "Allah (c.c) nin insanların işlememesini emrettiği fiillerin tamamı" şeklinde genelleştirerek yeniden tarif edecek olursak , anlatılan kıssanın güncel mesajını anlamak kolaylaşacaktır.

Bu kıssa öncelikle , toplumların yaşam biçiminin hangi sistem üzerine kurulması noktasında mesajlar vermektedir. Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle insanların yaşamlarını düzenleyecek kurallar vaz etme yetkisine sahip tek ilahtır. Cumartesi yasağı , böyle bir düzenlemeyi bizlere anlatmaktadır. Konuyu sadece balık avlama yasağı olarak dar  bir kapsamda değil , daha geniş bir kapsamda düşünerek , Allah (c.c) nin bir toplumun yaşamı için gerekli olan kuralların bütünü olarak genişlettiğimizde , kıssa tarihsel olmaktan çıkarak , evrensel bir mesaj taşıyan kıssa haline gelecektir.

Kıssada anlatılan 3 gurup halk , bütün toplumlarda yaşayan halkı özetlemektedir. Bir toplum içinde asıl olan yaşam biçimi, kıssa içinde anlatılan 2. guruptaki insanlardan oluşması gerekirken , 1. gurupta olan insanlar toplumun ifsat olmasına yol açan eylemler yaparak toplumun yıkımının gerçekleşmesine sebep olmaktadırlar. 3. gurup insanlar ise , ifsad hareketinin içinde olmasalar bile , yapılanlara sessiz kalarak , "Bana ne" , "Bana dokunmayan bin yıl yaşasın" kabilinden bir yaşam sürenlerdir. Bu guruptaki insanlar pasif iyi olmakla kendilerini kurtardıkları zannetseler bile , 1. guruptaki insanların yaktığı ateş , onların da yanmasına sebep olacaktır.

Toplumlarda birlik ve beraberlik , o toplumun hayatiyetinin devamı için çok önemlidir. Birlik ve beraberliğini kaybetmiş olan toplumlar , parça parça olarak kuvvetten düşmek sureti ile , emperyalist devletlerin tasallutu altına girmekten kurtulamayacaklardır. Firavun'un halkını parçalara ayırarak güçten düşürdüğünü (Kasas s.4) hatırlayacak olursak, zalimlerin saltanatlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli yöntem , halkın birliğini ve beraberliğini bozacak unsurları ortaya çıkarmak sureti ile onları düşman hale getirmesidir. 

Mazlumların Firavunların saltanatlarını yıkmak için kuvvet oluşturmak yerine , birbirleri ile savaşarak güçten düşmek sureti ile , kuvvetlerinin elden gitmesi , en çok Firavunları mutlu edecektir. Mazlumların birbirleri ile savaşarak parça parça olması , Firavunların iktidarının daha da sağlamlaşmasını sağlayacaktır. 

[008.046]  Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

Enfal s. 46. ayeti , bir toplumun ayakta kalmasının nasıl mümkün olacağını bildiren bir ayet olup , bu ayetin deniz kıyısında yaşayan topluluğun yıkımı ile alakasını şu şekilde kurabiliriz; 

"Allah ve Resulüne itaat" olarak özetlenen yaşam biçimi , toplumun bütün katmanları tarafından hayata geçirildiğinde fırka , hizip , tarikat , parti , mezhep , meşrep , ırk , kavim gibi insanların ayrışmalarına sebep olabilecek unsurlar arkaya itilerek , toplumun en üst kimliği üzerinden birlikteliğin sağlanmış olması , o toplumun bütün bireylerinin birlik ve beraberlik içinde olmasını sağlayan ana unsurdur. Üst kimlik üzerinden birliktelik oluşturmuş olan toplumlar , daha kuvvetli ve düşmanları tarafından yok edilmesi daha zor toplumlar olacaklardır. 

Deniz kıyısındaki topluluğa dönecek olursak , "Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz "Allah'a itaat" şeklindeki hayat sisteminin bir kısım tarafından terk edilmesi ile ortaya çıkan durum , toplumun birlik ve beraberliğinin bozulması anlamına gelmektedir. toplumun 3 guruba ayrılması , 2. guruptaki hak üzere toplumun daha az , 1. ve 3. guruptakilerin daha çok olması nedeni ile toplumun bozulmasına sebep olmaları , bu toplumun Enfal s. 46. ayetinde olduğu gibi KUVVETİNİN GİTMESİ VE DAĞILMASI anlamına gelmektedir. 

İşte bu durum, bir toplumun MAYMUN OLMA sürecine girmesi anlamına gelmektedir.

Birlik ve beraberliğini yitirerek parça parça hale gelen toplumlar , düşmanları için kolay lokma haline gelerek , yenilmesi ve yutulması daha kolay bir hale dönüşecektir. 

166. ayette geçen, "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" (onlara zelil maymunlar olunuz dedik) cümlesi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Bu ifadenin bir toplumun bir anda fizyolojik bir dönüşüme uğramasını ifade etmediğini düşünmekteyiz. Bakara s. 243. ayetinde " Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara «ÖLÜN» dedi. Sonra onları DİRİLTTİ. Allah insanlara bol nimet verir, fakat insanların çoğu şükretmezler." şeklindeki beyanı dikkate alarak 166.ayeti düşündüğümüzde bize bu noktada bir yol gösterecektir. Çünkü bu ayet , Araf s. 166. ayeti gibi fizyolojik anlamda ölüm ve dirimi değil , toplumsal yasalar gereğince meydana gelen bir sürecin sonucunu anlatmaktadır. 

Bakara s. 243. ayetinde geçen "Ölüm" ve "Diriliş" kelimeleri, hakiki anlamda bir ölüm ve sonrası dirilmeyi değil , toplumların güçsüz kalmaları nedeniyle , topraklarının düşmanları tarafından işgale uğramasını , yani mecaz anlamda ölmesini , toprakları işgale uğrayan toplumun , bu işgalin ardından yeniden toparlanarak, işgale uğrayan topraklarını geri almasını , yani mecaz anlamda dirilmesini ifade etmektedir.

Araf s. 166. ayetindeki olayı da bu bağlamda değerlendirmek gerektirdiğini düşünmekteyiz. 


"Qıredeten" kelimesi : "Maymun" anlamına gelmekle birlikte , yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı anlamına da gelmektedir. 

"Hasee" kelimesi : hor , hakir , zelil duruma düşmek anlamındadır.

Bu kıssa sadece 166. ayet ile son bulmamakta , 167-168-169-170-171. ayetler de kıssanın bağlamı ile yakından alakalı ayetlerdir. Kıssanın asıl anlatım amacını bu ayetlerdeki beyanlar teşkil etmektedir. Sadece kıssanın ilk bölümünü okuyarak , ikinci bölümünü okumamak veya sadece ikinci bölümünü okuyarak birinci bölümünü okumamak, asıl mesajı anlamaya engel olacaktır.


[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek olanı üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.

Araf suresi 167. ayeti maalesef tek olarak alınarak , rivayet kitaplarında mevcut olan , kıyamete yakın bir zamanda Yahudiler ile Müslümanlar arasında meydana gelecek olan bir savaşın delili olarak okunmaktadır. Bu ayet sadece kıyamete yakın olacak bir olayı değil , hak edişe bağlı olarak tüm zamanlarda meydana gelebilecek, ve sadece Yahudilere has olarak değil , bütün topluluklar için geçerli olacak bir sonucu hatırlatmaktadır.


"Teezzene" (bildirmişti) ifadesi , bu durumun daha önce bildirilmiş yani yasalaşmış olduğunu , ve işleyiş yasalarının bir gereği olarak , hak eden toplumun başına geldiğini anlatmaktadır.

 "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasalar , bazı nedenlerden ötürü güçsüz durumda kalan toplulukların , düşmanları tarafından işgal edilmesi şeklinde çalışmaktadır. 167. ayet bu yasayı hatırlatmakta, ve "Men yesumuhum su el azabi" (o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek) cümlesinin, aynı ibarenin geçtiği Firavun'un İsrailoğullarına yaptığı soykırımın anlatıldığı ayetler ile bağının kurularak okunması , konunun daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır. 

Burada kısaca 167. ayetindeki "Men" edatının, "kimseleri" şeklinde yapılan çevirisinin uygun bir çeviri olmadığını , bu konuyu ayrıca müstakil bir başlık olarak ele alacağımızı hatırlatalım.  
Kur'an'ın Firavun'dan bahsederken İsrailoğullarına yaptığı zulüm için kullandığı "Yesumuneküm su el azabi" (size azabın kötüsünü reva gören) ibaresinin, 167. ayet ile bağını kurmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz ; 

İsrailoğullarının Firavun'un esareti altına düşmeleri , yine toplumsal bir yasa sonucunda  kendi ellerinin işledikleri yüzünden güçsüz duruma düşmeleri sebebi iledir. Firavun sadece belirli bir zaman içinde yaşamış İsrailoğullarına zulmeden şahsiyet olmaktan çıkarak , Araf s. 167. ayetinde evrensel bir şahsiyete dönüşerek , tüm zamanlarda hak edişe bağlı olarak , toplumların başına musallat olacak zalimlerin ortak adı haline gelmiştir.


Firavun , yaşamış ve zulmü ile meşhur bir şahsiyet olarak, İsrailoğullarına en kötü zulmü reva görmüş, ve gördükleri zulüm İsrailoğullarının dilinde nesilden nesile aktarılarak, onlar için acı bir anı olarak akıllarda kalıcı bir şekilde yer etmiştir. 

Kan , gözyaşı ve zulmün evrensel bir adı olan "Firavunlar" , hak edişe bağlı olarak güçsüz kalan toplulukların başlarına musallat olarak , onların can , mal ,ırz , namus , doğal kaynakları gibi her neler varsa sömürerek , kendilerinin zenginliklerine ilave etmek için kıyamete kadar insanlık tarihi içinde var olacaklardır.

Maymun haline getirilme konusunu , bu söylediklerimizin çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu durumu fizyolojik değişimden öte , insanların hayatlarındaki yanlış sistemlerden kaynaklanan fillerin getirdiği toplumsal yıkımlar sonucunda , başkalarının esareti altına girmenin adını "MAYMUN HALİNE GETİRİLMEK" olarak ifade edebiliriz. Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarına yapmış olduğu zulüm , bir insana yapılamayacak kadar vahşice bir eylemdir. İsrailoğullarına Firavun tarafından reva görülen zulüm , hayvana dahi reva görülmeyecek derecede olmuş olsa dahi , bu zulüm onların hayvan yerine konulması olarak anlaşılabilir.

Ayrıca "Qıredeten" kelimesinin maymun anlamından ayrı olarak , "yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı " gibi anlamları da mevcut olup , "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" ibaresini , yolunan yünlerin rüzgarda sağa sola uçuşması , hurma dalının meyvesiz hali üzerinden, o kavmin topraklarından sürülerek,sağa sola bölük pörçük kabileler halinde dağıtılması olarak okumakta mümkündür. İsrailoğullarının tarihine baktığımızda hayatlarının topraklarından sürülmek sureti ile sürgünlerde geçmiş olması , böyle bir anlamın da makul olabileceği yönünde bizi düşündürmektedir. 

Araf s. 168. ayette , kelimenin sürgün edilmek şeklinde yorumlanabilecek anlamına uygun bir ifade bulunması , bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. 

[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.

Yaptıklarının neticesinde topraklarından ayrılarak sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan İsrailoğullarının sürgünde geçen hayatları, 168. ayet içinde anlatılmaktadır. Bir toplumun yaşadığı hayat içinde başlarından geçenler " bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik" şeklinde ifade edilmekte , başlarından geçen imtihanlara sabredenler "İçlerinde iyi olanları" şeklinde , imtihana sabredemeyenler ise "olmayanları" olarak ifade edilmektedir. 

[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Konumuz olan ayetlerin Medine de inmiş olduğunu dikkate aldığımızda , bu ayet o günkü yaşayan Yahudileri hedef almakta, ve onların inançlarının yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Deniz kıyısında yaşayan topluluğun kıssasını anlatarak , yaptıkları yanlışlar yüzünden o topluluğun başına gelenlerin anlatılmasının ardından , Medine Yahudilerini hedef alan bu ayet , o günkü muhataplara zımnen şöyle demektedir ; 

Ey Yahudiler , sizden önceki atalarınız olan deniz kıyısında yaşayanlar , benim onlara emrettiğim yasakları çiğnemek sureti ile , kendi ellerinin hak ettikleri cezaya kavuştular , siz de benim size olan emirlerimi çiğneyecek olursanız, önceki atalarınızın çarptırıldığı cezanın aynısına kavuşursunuz. 

Nisa s. 47. ayetine baktığımızda, Yahudileri şu şekilde tehdit etmektedir. 

[004.047] Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce (davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin; Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir.

Nisa s. 47. ayetinde, kitap ehlinden olan Yahudiler , kendilerine gelen elçi ve kitabı kabul etmeye davet edilerek , bu doğrultuda hayat sürmedikleri takdirde , kendilerinden öncekilerin başına gelen ile tehdit edilmektedirler. Ayet içinde geçen "Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir" cümlesi , tehdidin daha önce gerçekleştiğini , aynı suçun işlendiği takdirde, aynı cezanın yerine geleceğini haber vermektedir.

Yahudiler kendilerine verilen emri yerine getirmeyerek elçi ve kitaba iman etmediklerini ve bu hatalarının karşılığını nasıl aldıklarını , yani Nisa s. 47. ayetindeki tehdidin nasıl gerçekleştiğini , yine Kur'an haber vermektedir. 

[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003]  Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları (yine) dünyada azablandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
[059.004] Bu, Allah'a ve Peygamberine karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a karşı gelirse bilsin ki Allah'ın cezalandırması şüphesiz çetindir.

Haşr suresindeki bu ayetlerde, Yahudilerin Medine den sürgün edilmesi anlatılmaktadır. Nisa s. 47. ayetinde haber verilen tehdidin gerçekleştiği, bu ayet ile haber verilmektedir. Nisa s. 47. ayetindeki "cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce" cümlesi, bu topluluğun "Qıredeten hasiin" şeklinde ifade edilen bir lanetin benzerine uğradığını haber vermektedir. 

Yahudilerin uğradığı lanet , Allah ve elçisine iman etmemek sureti ile fesada devam etmelerinden dolayı , ister maymun haline gelmek olsun , ister sürgün edilmek olsun , bu cezalar tüm zamanlar için geçerli olan cezalardır. Maymun haline getirilmek fiziki anlamda değil , hayvan muamelesi edilmek sureti ile , Firavunların elinde soykırıma uğramak olarak anlaşılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Yahudilerin , Medine de gördüğü muamele zulüm değil , işledikleri fesadın ortadan kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu hatırlatmak isteriz. Tarih içinde İsrailoğulları , büyük zulümlere elbette uğramışlardır , ancak Medine de gördükleri karşılık , yapmış oldukları fesadın bir sonucu olarak , Sünnetullah'ın Müslümanlar eli ile işlemiş olmasıdır.

[007.170]  Kitab'a sımsıkı sarılıp salatı ikame edenler var ya, işte biz böyle ISLAHA çalışanların ecrini zayi etmeyiz.

Islah kelimesi , fesat kelimesinin zıddı bir kelime olup , İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bu kelimeyi Kur'an içinde sıkça görmekteyiz. 170. ayet , arz üzerinde kişi ve toplumların feci sonlara uğramadan bir hayat sürmesinin anahtarını işaret eden ayetlerden bir tanesidir. Kitaba sarılan ve onun gereklerini ayakta tutarak , yeryüzünü ıslaha çalışanlar , işlediklerinin karşılığını alarak hem dünya hem de ahirette felaha ereceklerdir. 

[007.171]  Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimi (Kitab'ı) kuvvetle tutun ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız» dedik.

Bu ayette , israiloğullarından alınan sözden bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu sözün , dağın sanki bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olduğu halde alındığı bildirilmektedir. Bu olayın mecaz bir olay gerçek olarak vaki olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü , dağın bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olması ve onların dağın üzerlerine düşecek sanması , bu olayın gerçek olarak vaki olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Böyle bir durumda verdikleri sözden dönmüş olmaları , bu topluluğun nasıl bir yapı da olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak : Kur'an İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda , toplumların sürdürmüş oldukları yaşam biçimlerinin onları nasıl bir sona sürükleyeceğini canlı örnek olarak bizlere göstermektedir. Deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun maymun haline getirildiğinin anlatılması , literal bir okuma şeklinde değil , evrensel bir mesaj içermiş olabileceği açısından okunmaya çalışıldığı takdirde kıssa, tarihte yaşamış bir topluluk ile sınırlı olmaktan çıkarak , tarihin hangi zaman ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar , aynı suçu işleyenlerin uğrayacağı cezayı haber vermektedir. 

Toplumsal yasaların işleyişini merkeze alan , ve bu yasaların işleyişinin yaşanmış kıssalar ile bizlere gösterilmiş olduğu düşüncesinden yola çıkılarak yapılacak okumalar , Kur'an'ı masal kitabı olmaktan çıkararak , hayatın içinden mesajlar veren , hayatları düzenleyen , ve yaşanan hayatların dünya ve ahiret karşılığını haber vererek , canlı ve diri bir kitap olarak bilinmesini ve hayata yansıtılmasını sağlayan bir kitap haline gelecektir. 

Bir toplumun maymun haline getirilmesi demek , başka insanların elinde tahakküm altına alınma , ve topraklarından sürülme hali olarak anlaşıldığı zaman , ayetler tarihteki bir olayı anlatmaktan çıkarak , evrensel mesajlar haline dönüşecektir.

Yazımızın , deniz kıyısında yaşayan topluluğun , fizyolojik olarak maymuna dönüştürülmediğini ispat etmeye yönelik bir çalışma olmadığını hatırlatmak isteriz. Böyle bir dönüşümün olmadığı yönündeki düşüncelerin , geçmişteki tefsirciler tarafında da dile getirilmiş olduğunu hatırlatarak , modernizm kokan bir düşünce olarak görülmemelidir. 

Yazımızda kıyamete kadar işleyecek olan toplumsal yasaları yani Sünnetullah'ı merkeze alarak ,bu doğrultuda kıssayı okumaya , ve bu kıssadan hisse çıkarmaya gayret ettik.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Kasım 2016 Cuma

Hamd'ın Alemlerin Rabbi Allah'a Olmasının İnsan Hayatındaki Yeri Nasıl Olmalıdır?

Kur'an'ın bir çok yerinde geçen, "Elhamdulillahi Rabbil Alemin" (Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır) şeklindeki cümleleri, her gün defalarca tekrarlamamıza rağmen, bu sözlerin gereğini hayatımızda yerine getirdiğimizi söylemek güçtür. Övgü anlamına gelen "Hamd" kelimesinin insan hayatında , insanın asi ve nankör bir tabiatı olması , başına gelenlerden kendisini sorumlu tutmayarak suçu başkalarında araması ile yakından ilgisi vardır. 

İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.

Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.

"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.

Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:

[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.

[057.022]  Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır

Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir. 

Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.

[011.009]  And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048]  Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.

Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.

                                             "Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
                                             Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?    (Mehmet Akif Ersoy)
                                         
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu. 

[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.

Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar. 

Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz. 

Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan  sorunlardır. 

Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.  
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır. 

Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.

Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.

[067.002]  O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007]  Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.

Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır. 

[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.

Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır. 

Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.

Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.

Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.

Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz. 

"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.

Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.

Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ; 

Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır. 

Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır. 

İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır. 

Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR. 

26 Eylül 2016 Pazartesi

BAKARA S. 93. Ayeti: Buzağı Sevgisi Kalbe Nasıl Yerleşir ?

İsrailoğulları , Kur'anda en fazla zikri geçen bir kavim olması itibarı ile , onlarla ilgili anlatımların, bizlere dönük önemli mesajları ihtiva ettiği düşüncesi ile okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlar ile ilgili ve sınırlı olduğu şeklinde  bir okuma yöntemi etrafında okunacak olursa , yapılan anlatımlardan hasıl olması gereken asıl nokta ıskalanmış olacak ve Kur'an, geçmişte yaşanmış bazı olayları anlatan bir masal kitabı haline dönüşecektir. 

İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde onların buzağıyı ilah edindikleri şeklinde bilgiler bulunmakta olup , bu bilgileri sadece onlara dönük olarak değil , mesaj içerikli olarak okumaya çalışmak, yapılan anlatımları tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir boyuta taşımak anlamına da gelecektir.

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
[002.092]  And olsun ki, Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Ve siz zalimlersiniz.
[002.093] Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizin misakınızı almıştık. «Size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz,» Diye üzerinize Tûr dağını kaldırmıştık. Demiştiler ki: «İşittik ve isyan ettik.» Ve onların küfürleri sebebiyle kalblerinde buzağı (muhabbeti) yerleştirilmişti. De ki: «Size imânınız ne kötü şey emrediyor, eğer mü'minlerseniz.»
[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

Ayrıca Bakara suresi içinde geçen bakara kıssasında, kendilerine emredilen Bakarayı (ineği) kesmekte zorlanmaları , Araf ve Taha surelerinde Musa (a.s) ın Tur'a çıkmasının ardından , Samiri tarafından buzağı heykeli yapılması ,ve ona tapmaları ile ilgili ayetleri de hatırlamak, konuyu anlamakta kolaylık sağlayacaktır. 

Buzağıyı sadece etinden , ve derisinden faydalanılan bir hayvan olarak görmek , bu konu ile ilgili ayetlerin anlaşılmasını da zora sokacaktır. Buzağının sembolik anlamı üzerinden bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda , buzağının alelade bir hayvan değil , sembolik bir anlamı olduğunu görecek , ve buzağının tüm zamanlarda yaşayan evrensel bir sembol olarak, kesilmesi ve tapınılması üzerinden verilmek istenen mesajı anlamak ta kolaylaşacaktır.

İnsan ve toplumların hayatında semboller önemli bir yer tutmaktadır. "Soyut olan bir şeyin anlatılmasını  sağlayan somut bir obje" olarak tarif edebileceğimiz bu kelimenin , konumuz olan Buzağı ile yakından alakası bulunmaktadır.

Buzağı , tarih boyunca gücü ve kuvveti sembolize eden bir obje olarak, bugün de  sembolik anlamını korumaktadır. İlgili ayetlerin , buzağının böyle bir sembolik anlamı olması  üzerinden okunmasının , ayetlerin anlatım amacına daha muvafık olduğunu düşünüyoruz. Buzağı ile ilgili ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin dışında ilahlar edinmenin buzağı üzerinden ortaya çıkmış olan bir tezahürüdür. Bu ayetlere, şirk kavramı ile ilişki kurarak baktığımızda , Kur'anda buzağı şeklinde ortaya çıkan Allah'a denk tutulmuş olan sahte ilahlara kulluk etmenin bir çok farklı tezahürü, yani çağdaş buzağıların günümüzde canlı bir şekilde yaşatıldığını görebiliriz.

[036.074]  Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka ilahlar edindiler.
[003.006]  Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinden  öğrendiğimize göre , doğmuş ve doğacak olan her insanın fıtratına , kendisinden yüce bir varlığı ilah ve rab olarak tanıma yetisi yerleştirilmiştir. İnsan yaşadığı hayat içinde, hiç bir olumsuz etki altında kalmadığı takdirde, kendisinin üzerinde yüce bir yaratıcının olduğunu fıtri melekelerini kullanması sayesinde öğrenir. 

Enam suresi içinde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasında, onun Güneş - Ay ve Yıldızları önce rab olarak görmesi, ve sonra da bunların hiç birinin rab olmayacağını söylemesi , bunların üzerinde daha yüce bir yaratıcının olduğunun anlatılması , ve onun üzerinden fıtri melekelerin nasıl çalışacağının öğretilmesi olarak okunabilir.

Dünyaya gelmiş ve gelecek olan bütün insanların, fıtrat olarak kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa kulluk etme itiyadında olarak yaratıldıklarını yeniden hatırlattıktan sonra , "Şirk" kavramının insan hayatında nasıl ortaya çıktığını kısaca hatırlayalım . 

Dünyaya gelen insanlar belirli bir yaşa kavuşunca , yaşadığı hayat içinde önüne çıkan iki yoldan birisini seçerler. Hak veya batıl olan bu yollardan hangisini seçeceğini, kul özgür iradesi ile belirler. Onun seçme konusunda iradesini belirleyen önemli unsurlardan birisi, çevresel faktörlerdir. İçinde bulunduğu toplumun yaşadığı hayat biçimi, bir çok insanın yaşanan bu hayatların doğru olup olmadığını sorgulamadan uyduğu bir yoldur. 

Tarih boyunca gönderilmiş olan elçi ve kitapların ortak amacı , insanların yaşadıkları yanlışları onlara hatırlatarak ,doğru yolun hangisini olduğunu bildirmek olmuştur. İnsanlık tarihini kısaca , tevhit ve şirk'in amansız savaşı olarak özetleyebiliriz. 

Allah bir adam için içinde iki kalb kılmamıştır. (Ahzab s. 4)

İnsan fıtratı asla boşluk kabul etmez. Fıtratına yüklenmiş olan bir ilah ve rabbe kul olmayı, ya gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kul olarak gerçekleştirir ya da onun dışında sahte bir ilah ve rabbe kul olarak gerçekleştirir. Bir insan aynı anda hem Allah'ı hemde onun dışında birisini ilah ve rab olarak benimseyemez. Allah'ı gerçek olarak ilah ve rab olarak benimsemiş olan bir kişinin kalbinde diğer sahte ilah ve rablerin yeri olmadığı gibi , sahte ilah ve rableri benimsemiş olan bir kişide de Allah'ın yeri olamaz. 

Yani bir insan aynı anda, iki ilah ve rabbe kul olamaz , bu asla mümkün değildir.

Buzağı sevgisi İsrailoğullarının kalbine nasıl yerleşti ? 


Yukarıda mealini verdiğimiz Bakara s. 93. ayetine tekrar dönecek olursak, bu sorunun cevabını o ayet içinde görmekteyiz. Ayette, İsrailoğullarından alınan bir MİSAKtan (söz) bahsedilmektedir. "İşittik ve itaat ettik" demeleri gerekirken "İşittik ve isyan ettik" diyen İsrailoğullarına, bunun sonucunda buzağı sevgisi içirilmiş olduğundan bahsedilmektedir. 

İsrailoğullarından istenen misak yani söz , sadece ağızlarından çıkan söz ile  yerine gelmiş sayılabilecek kadar basit bir şey değildir. Onlardan alınan misakın maddeleri Bakara s. 83 ve 84. ayetlerinde şöyle sayılmaktadır. 

[002.083] Hani İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin» diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz dışında yüz çevirdiniz ve (hâlâ) çevirmektesiniz.
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.

Dikkat edilirse alınan bu sözün maddeleri, sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik edilecek maddeler değil , hayatın içinde pratik olarak uygulanması istenen maddelerdir. İsrailoğulları bu maddelere karşı "İşittik ve isyan ettik" sözünü dil ile değil , bu maddelerin gereğini hayat içinde yerine getirmeyerek amel ile söylemiş olmuşlardır. "İşittik ve itaat ettik" demiş olsalar ve bu maddelere uygun bir hayat sürmemiş olsalar dahi onlar , anlaşma maddelerini yerine getirmemek ile gerçekte "İşittik ve isyan ettik" demiş olmaktadırlar. 

Kendilerinden alınan söze muhalefet ederek , iman gömleğini çıkarmış olan İsrailoğullarının seçmiş oldukları küfür yolunda, ilah ve rableri  artık Allah (c.c) değil , samiri tarafından yapılan BUZAĞI olmuştur. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , ilah olarak Allah (c.c) yi hayattan dışlayınca , oluşan ilah ve rab boşluğu Samirinin yaptığı BUZAĞI tarafından doldurulmuştur. 

Misak (söz) sadece İsrailoğullarından mı alınmıştır ? . 

Elbette hayır, sadece İsrailoğullarından değil , aynı sözler biz Müslümanlardan da alınmıştır. Bizler de iman edenlerden olmak iddiasında olmamız hasebiyle vermiş olduğumuz "İşittik ve itaat ettik" sözünün gereği olan, Allah (c.c) ye karşı bir takım yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. İman ettiğimiz iddiasında olmamız , bize yüklenen görevleri kabul etmek anlamına gelerek , verdiğimiz sözü yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Bu konuda herhangi bir muhayyerlik asla söz konusu olamaz."İşittik ve isyan ettik" şeklinde bir karşılık ile bize yüklenenleri sırtımızdan atmaya kalkmak , iman gömleğinin de çıkmasına sebep olarak küfür yoluna  girmemize sebep olacaktır.   

Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , burada da devreye girerek , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak ona verdikleri sözden dönenlerin de kalplerine BUZAĞI sevgisi yerleşecektir. 

"BUZAĞI SEVGİSİ" artık bir terim olarak , bundan sonra sadece İsrailoğullarına Samiri tarafından yapılan bir obje değil , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak sahte ilah ve rablere kul olanların taptıkları her şeye verilen bir evrensel bir terim haline gelecektir. 

Dünya malına meşru ölçülerin dışına taşarak meyleden kişilerin buzağısı dünya malı , meşru ilişkilerin dışında kadınlara veya erkeklere ilgili duyanların buzağıları kadınlar veya erkekler , futbol , pop sanatçısı , siyasi liderler , dini liderler , çocuklar gibi insanı Allah'a kul olmaktan alıkoyan her şeyin ortak adı artık "Buzağı sevgisi" haline gelmiştir.  

Bu noktada , Bakara suresi içinde anlatılan ve "Bakara kıssası" olarak bildiğimiz kıssada , İsrailoğullarından kesmeleri emredilen bakaranın kesilmesinin emredilmiş olmasının ne anlama gelebileceği daha net ortaya çıkacaktır. Kıssada kesilmesi emredilen bakara , sadece etinden , sütünden ve derisinden faydalanılan bir hayvan olmaktan çıkmış , İsrailoğullarının dünyevi tutkularını sembolize eden bir obje haline gelmiştir. 

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Onlara emredilen bu kesme işlemi , sadece bir hayvan kesme işlemi olmaktan öte , gerçekte onların dünyevi tutkuları ile Allah (c.c) arasında bir tercih yapmalarının istenmiş olmalarıdır. Buzağı sevgisi, yani dünyevi tutkuları kalplerinde yer etmiş olanların , kesilmesi yani yok edilmesi gereken dünyevi tutkularından vazgeçmesinin kolay olmadığı , bu kıssadaki kesilmesi emredilen buzağıyı kesmemek için bin dereden su getirmelerinden anlaşılmaktadır. 

Bugün kendisini "Müslüman" olarak niteleyen fakat , farklı buzağılar edinerek Allah'a kulluk yolundan saparak onları ilah edinenlerin durumu , ilgili ayetlerde anlatılan İsrailoğullarının durumundan herhangi bir farkı yoktur. İlah ve rab tercihinin yapılması gereken yerde , Allah'ı rab ve ilah olarak tanımaktan kaçınanlar , fıtratın boşluk kabul etmemesinden kaynaklanan durum sebebi , farklı ilah ve rabler edinmiş olacaklar ve bunun adı "Buzağı sevgisi" olacaktır.

Sonuç olarak ; İsrailoğulları ile ilgili ayetler içinde yer eden onlar buzağı sevgisinin içirilmiş olması , sadece onlara has  bir durum değil , evrensel boyutları olan bir olaydır. Dünya hayatını tercih ederek , ahireti öteleyen herkesin vazgeçemediği tutkuların ortak adı "Buzağı sevgisi" dir.

Buzağının güç ve kuvveti sembolize etmiş olmasını dikkate aldığımızda, gücün ve kuvvetin sadece Allah (c.c) de olduğunu bilmeyenler , onun yarattıklarında güç ve kuvvet arayarak onu ilah edinmiş olmaları yani şirk içine girmelerinin yanlışlığı tarih boyunca gelen elçiler ile hatırlatılmıştır. İsrailoğullarının şahsında bunun hatırlatılmış olması , şirk'in evrensel boyutunu dikkate aldığımızda , sadece onlara has olarak okunmaması gereken ayetlerdendir. 

İnsan fıtrat itibarı ile , kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığın gölgesinde yaşama itiyadındadır. Bu varlığı Allah (c.c) olarak hayatlarında tanımayanlar , başka varlıkları yüce olarak tanıyarak onları ilah edineceklerdir. 

Buzağı böyle bir edinmenin sembolik öğesi olarak Kur'anda yerini almış ve hala Allah (c.c) dışında ilah tanıyanların tanıdıkları ilahların ortak adı "Buzağı" olarak bizlere tanıtılmaktadır. Buzağısını yani dünya tutkularını feda edemeyenler , ahirette yapmış oldukları bu hatalarının bedelini en ağır biçimde ödeyeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


1 Haziran 2016 Çarşamba

Kesilen İneğin Bir Parçası İle Ölüler Nasıl Dirilir ?

Bakara s. 67. ve 74. ayetleri arasında bizlere , "Bakara kıssası" adı ile bildiğimiz bir kıssa anlatılmaktadır. Bu kıssada , Allah (c.c) nin Musa (a.s) ın kavmine bir sığır kesmelerini emretmesi ve onların bu emri defalarca yokuşa sürmeleri , ve neticede sığırı kesmeleri anlatılmaktadır. İsrailoğullarının sığırı kesmeleri sonucunda surenin 73. ayetindeki "İşte böylece Allah ölüleri diriltir " ifadesinin, kıssanın ana temasını oluşturduğu düşüncesinden hareketle , kıssanın sonuç ifadesi olan bu cümlenin , kıssa içindeki anlatımı dahilinde ,bizler için ne anlama gelebileceğini okumaya çalışacağız.

İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığırın bir parçası ile ölüye vurulması neticesinde , ölünün dirilmesini mesaj içerikli okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssayı sadece literal bir anlamda okuduğumuz zaman , mesele bir et parçası ile ölü bir insanın dirilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında dönüp dolaşacak ve içinden çıkılmaz tartışmalara kapı açacaktır. 

Kıssa içinde geçen kesilen ineğin bir parçası ile ölünün dirilmiş olmasının gerçekte olup olmadığını tartışmak ,bu yazının konusu değildir bu tartışmaya gerek te yoktur. Ancak, Kur'anın kıssaların yaşanmışlığı üzerinden vermek istediği mesajın evrensel olduğu düşüncesinden yola çıkarak , yaşanmışlık zaman ve mekan dahilindeki anlatımı ret etmeden ve orada takılı kalmadan , o anlatım üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışmak , kıssaların bize dönük mesajlarını okumayı kolaylaştıracaktır. 

Kur'an kıssalarındaki ana mesajın Allah (c.c) nin yasalarında, yani Sünnetullah'ta değişme olmayacağının anlatılması olduğuna göre, kıssalarda yaşanan olaylar bir kereliğine mahsus yaşanmış bitmiş olaylar olarak anlaşılmamalıdır. Konuyu Bakara kıssası çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , ölülerin dirilmesi sadece yaşanmışlığı zamanına has bir olay olarak değil , her zamana has bir olay olarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Yazının konusu, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen "Ölü-Diri" kavramlarının, mecazi anlamda kullanılışları ile kıssada anlatılan dirilmenin alakasını kurmaya çalışmak olacaktır. Bu tür bir alaka kurma , kıssayı sadece yaşanmışlığında kalmaktan çıkararak , mesaj içerikli bir okumaya dönüştürerek , Allah (c.c) nin sünnetinde bir değişme olmadığını gösterecektir.

Kur'an kıssalarında önemli olan nokta , sadece o kıssanın yaşanmışlığı değil , yaşanmışlığı üzerinden verilmek istenilen mesajdır. Kıssa içinde anlatılan kişi ve objeleri, sadece o zamana ve mekana has, kişi ve objeler olarak değil , onların temsil ettikleri anlamları dikkate alarak okumaya çalıştığımızda , kıssalar masal olmaktan çıkarak , yaşanan zamana dair mesajları olan anlatımlara dönüşecektir.

Kıssada anlatılan sığır'ın , sadece etinden , sütünden , derisinden faydalanılan bir hayvan olmasından ziyade , yine İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda karşımıza çıkan buzağı heykeli ve bunu yapan Samiri ile alakasının kurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığır'ın anlamı daha kolay anlaşılacaktır.

40 günlüğüne Tur dağına çıkan Musa (a.s) ın ardından , İsrailoğullarına buzağı dan bir heykel yapan Samiri ve yandaşları ,yaptığı heykeli kavmine, "İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu" diyerek tanıtmaktadır.

Buzağının, geldikleri Mısır'da  ilah olarak kabul edilen bir ve tapınılan bir varlık olduğunu düşündüğümüzde , buzağı veya boğa gücü temsil eden , Allah (c.c) nin dışında ilah olarak kabul edilen evrensel bir şirk objesi olarak bugün dahi varlığını korumaktadır. 

Bakara kıssasını okumadan önce , Samirinin yapmış olduğu buzağıyı ve bu heykelin İsrailoğullarının hayatındaki yerini öğrendiğimizde , Allah (c.c) nin İsrailoğullarına bir sığır boğazlama emri sadece onlarla ilgili bir emir değil , Allah (c.c) dışında kulluk edilen her şeyin boğazlanması gerektiğine dair bir emir olarak evrensel bir anlama kavuşacaktır. 

Allah (c.c) nin İsrailoğullarından boğazlanmasını istediği "Bakara" , artık sadece etinden , sütünden , derisinden yararlanılan bir hayvan olmaktan ziyade evrensel ve sembolik bir anlama kavuşarak , Allah (c.c) nin hükümranlık alanını ihlal ederek , ilahlığa ve rablığa soyunan her kişi , kurum , kuruluş , fikir , ideoloji v.s nin boğazlanarak yok edilmesi anlamına gelecektir.

"Bakara" ismi üzerinden temsil edilen , Allah (c.c) dışında ilah ve rablığa soyunan her kim ve ne olursa olursa olsun, boğazlandığında yani ÖLDÜRÜLDÜĞÜNDE , "Ölü" bir halde olan kişi DİRİLECEK ve , Allah (c.c) nin ölüleri mecazi anlamda nasıl dirilttiği de ortaya çıkacaktır. 

Kıssaya dönecek olursak , kıssa içinde adı geçen Bakara , Allah (c.c) nin elçisi Musa (a.s) aracılığı ile bildirmiş olduğu emrin neticesinde kesilmiş , yani netice olarak Allah (c.c) nin emri yerine getirilmiştir. Bu emrin yerine gelmesi neticesinde ise, Musa (a.s) ın kavmi kendilerini Allah (c.c) ye kulluktan alıkoyan ve "İnek sevgisi" olarak temsil edilen engeli ortadan kaldırarak vahye teslim olmuşlar, ve ölü halden diri hale geçmişlerdir. 

Bu olay , kendisini vahye teslim etmeyerek "Ölü" duruma düşenlerin, ne şekilde "Diri" konumuna geçeceklerini anlatmaktadır. Kıssanın ana teması , gerçek bir ölünün üzerine et parçasının vurulması neticesinde dirilip bazı şeyleri haber vermesi değildir. 

[035.022]  Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kimseye işittirir. Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.
[027.080]  Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.

Kur'an bir insanda ortaya çıkan "Ölü" olma halini, sadece hakiki anlamda onun hayati canlılığının sona ermesi olarak değil , mecazi anlamda da kullanarak , vahye karşı duyarsız olma hali olarak ta anlatmaktadır.

Bu bağlamda , Allah (c.c) nin ölüden diriyi çıkardığını beyan eden ayetler de anlamını bulacaktır. 

[030.019] O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz.

Allah (c.c) nin ölüden diriyi , diriden ölüyü çıkardığını beyan eden ayetler için tefsirlerde farklı yorumlar bulunmaktadır. Bu ayetlerin konumuz ile alakalı olarak yorumunu yapmaya çalıştığımızda , vahyin hayata pratize edildiğinde , ölülerin dirileceği , hayata prtize edilmediğinde ise , dirilerin öleceği şeklinde bir yorum getirmek mümkündür.

[002.072]  Siz bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. (muhricun).
[009.064]  Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır (muhricun).

Kıssanın anlatıldığı 72. ayet içindeki "Muhricun" kelimesinin , Tevbe s. 64. ayetinde de kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Bu ayette , Allah (c.c) münafıkların kalplerinde gizlediklerini, indireceği bir sure ile haber vererek kalplerindeki nifağı ortaya çıkaracağını beyan etmektedir.

Kesilen ineğin bir parçası artık , sadece yenilecek bir et parçası olmaktan çıkarak, doğruyu yanlıştan ayıran vahyi temsil etmektedir. Vahiy nasıl insanların gizlemekte olduklarını açığa çıkaran bir işlev görüyor ise , kesilen parça da aynı işlevi görmektedir.


[002.073] «Onun bir parçasıyla ona vurun» dedik. İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir.

Bütün bunlardan sonra , Bakara s. 73. ayetinde haber verilen olayın sadece literal bir okuma yöntemi ile okunmayacak ve o literalliğe hapsedilmeyecek kadar geniş bir anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Kur'an "Ölü" ve "Diri" kavramlarını sadece bedenen yaşayan ve yaşamayanlar için değil , mecazi anlam çerçevesinde de kullanarak , vahyi kendisine rehber edinmemiş olanları "Ölü" , vahyi kendisini rehber edinmiş olanlar ise "Diri" olarak tasvir etmektedir.

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bu ayet ise , vahyin insan hayatında yaptığı değişimi görmezden gelenlerin düştükleri durumu tasvir etmektedir.

Sonuç olarak ; Bakara kıssası , eski tefsirlerde sadece ölünün dirilmesi mucizesi çerçevesinde okunmaya çalışılarak , öldürülenin kim olduğu , neden öldürüldüğü , dirilince neler dediği gibi , bizlere mesaj yönü olmayan yorumlar çerçevesinde okunmaya çalışılmıştır. 

Biz ise olayın mesaj yönünü okumaya çalışarak , yaşanmışlığı içinde anlatılan olayın, "Sünnetullah" denilen yasaların devamlılığı esasına dayalı olarak , her zaman yaşanacak bir olay olması üzerine bir düşünce bina etmeye gayret ettik. 

Yaşanmışlığı içine hapsedilerek yapılan bir kıssa okuması , bizlere dönük herhangi bir mesaj ihtiva edip etmediği noktasında tefekküre kapı açmadığı için , biz olayın yaşanmışlığının anlatılması üzerinden , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeye çalışarak , bize dönük mesajını okumaya çalıştık. 

Bakara kıssası içinde anlatılan ölünün dirilmesi olayı , "Bakara" adı ile temsil edilen şeyin, kişiyi Allah (c.c) ye kulluk etmenin önündeki engel olanların tümünün sembolik adı şeklinde okuduğumuzda bu engellerin insanları "Ölü" konumuna düşürdüğü , bu engellerin kaldırılması sonucunda ise ölü konumundan "Dir" konumuna geçildiği haber verilmektedir. 

Vahyin hayatımızın her anında karşılaştığımız sorunlara çözüm getirici yönünün vurgulanmaya çalışıldığı bu kıssada , vahyin her şeyin değerinin , kalitesinin , doğruluğunun ve yanlışlığının ölçüleceği bir mihenk taşı olduğu vurgusu da yapılmaktadır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Nisan 2016 Çarşamba

İSRA s.73-81. Ayetleri : Makamı Mahmud Nedir ve Nasıl Ulaşılır?

İsra suresi içindeki bazı ayetler , aşırı yüceltmeci peygamber algısının tezahürü olan, rivayetleri baz alan okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışılmış, ve netice olarak ayetler ilgili rivayetleri onaylayan bir anlayışa kurban edilmiştir. "Miraç" ve "Şefaat" , aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olarak İslam düşüncesine sokulmuş ve itikat haline getirilmiş bir konudur. Miraç olayına delil getirilen ayetlerden bir tanesi , bu surenin ilk ayeti , şefaat ile ilişkisi kurulan ayetlerden bir tanesi , bu surenin 79. ayetidir. 

Yazımız , miraç ve şefaat konularını ele almaya yönelik değil, bunlar ile ilişkisi kurulan ayetleri , özellikle bu surenin 79. ayetini anlamaya yönelik olacaktır.

Konuya girmeden önce şunu hatırlatmak isteriz; İsra suresinin Muhammed (a.s) ın hicreti ile yakından alakalı olduğunu hatırlatarak 79. ayetin anlaşılması , surenin hicret ile  alakası kurulduğunda kolaylaşacaktır. Tefsirlere bakıldığında İsra suresinin tamamının hicretten evvel yani Mekke de nazil olan bir sure olduğunun yazılmasına karşın , bazı tefsirlerde , bu surenin bazı ayetlerinin hicret sonrası yani Medine de indiğine dair görüşlere rastlamaktayız.

Kanaatimizce, surenin bir kısım ayetlerinin Medine de inmiş olduğu görüşleri daha doğru olup , konu ile alakasını kurmaya çalışacağımız ayetlerin bağlamının nuzül mekanının Medine olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. İsra s. 79. ayetine girmeden önce surenin 1- 8. ayetleri arasını ele almanın gerektiğini düşünmekteyiz. Çünkü bu ayetlerin, hicret izninin verildiği ayetler olduğu kanaati bizde ağır basmaktadır.

[017.001]  Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah yücedir. Gerçekten O, işitendir görendir.
[017.002] Biz Mûsâ’ya kitap verdik ve onu, İsrailoğullarına «Benden başkasını Rab edinmeyin, benden başkasının himayesine girmeyin» diye, doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.
[017.003] Nuh ile beraber taşıdığımız kimselerin soyunu da. Gerçekten o, çok şükreden bir kul idi.
[017.004] Biz İsrail oğullarına Kitap'da şu hükmü verdik: «Muhakkak siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.»
[017.005] Birincisinin zamanı gelince,üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.
[017.006]  Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak da sizi sayıca çok kıldık.
[017.007]  Eğer ihsan ederseniz; kendiniz için ihsan etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz; o da kendinizedir. Diğerinin vakti gelince; yüzünüzü karartsınlar, mescide ilk defa girdikleri gibi girsinler ve ele geçirdikleri yeri harab etsinler diye onları tekrar göndeririz.
[017.008] [Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz Biz de döneriz. Öyle ya, Biz cehennemi kafirlere zindan yapmışız!

İsra suresinin 1. ayeti, bilindiği üzere miraç uydurmalarına dayanak yapılan ayetlerdendir. Bu ayet genellikle Muhammed (a.s) bir gece vakti Mescidi Haram dan , Mescidi Aksa ya götürülmesi, yani bir nevi mucize anlayışı dahilinde okunmaktadır. Kanaatimiz o dur ki , bu ayet bedenen bir yürütülmeden çok , aynı surenin 60. ayetinde ki ," Sana gösterdiğimiz rüya" ibaresi dikkate alınarak okunduğunda bu yürüyüşün bedenen bir yürüyüş değil , Mekke den artık hicret edilmesi gerektiğini hatırlatan bir ayet olarak okunmalıdır. 

Musa ve Lut (a.s) ların kıssalarını okuduğumuzda, onların kıssasında geçen "Esra" ( Gece yürüyüşü) kelimesi, kurtuluşa giden yolu gösteren bir kelimedir. Allah (c.c), Musa ve Lut (a.s) lara "Kullarımı geceleyin yürüyüşe çıkar" emrini vererek , onlara müşrik kavimden kurtuluşun yolunu göstermiştir. 

Daha önce kendisine inen ayetlerde bu kıssaları okuyan Muhammed (a.s) , böyle bir yürüyüşün kendisi için de kurtuluşun anahtarı olduğunu anlayarak , Mekke'yi terk  ederek Medine'ye hicret etmiştir. 2-8. ayetlerde ise , Muhammed (a.s) a gideceği yerdeki yani Medine'de karşılaşacağı topluluğun karakteristik özellikleri anlatılarak , Muhammed (a.s) ile karşılaşacak olan topluluğun yani İsrailoğullarının eski hatalarını tekrarladıkları takdirde , daha önce yapmış oldukları fesat yüzünden işleyen evrensel helak yasalarının , kendileri için yine işleyeceği haber verilerek , kendilerine gelen elçiye karşı fesat çıkarmamaları , ona iman etmeleri öğütlenmektedir.

Küfür ve şirk'in kalesi haline getirilmiş olan Mekke şehrinden hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s), hicret etmek zorunda kaldığı şehre tekrar galip bir kumandan olarak geri dönmesi gerektiğini, yine aynı surenin içindeki ayetlerden öğrenmektedir. Çünkü hicret sadece bir  terk ediş değil , terk edilmeye mecbur bırakılan yere muzaffer olarak geri dönmek için yapılan hazırlığı ifade etmektedir. Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s) ın, 10 yıl boyunca verdiği mücadelenin temelinde, Mekke'yi küfrün elinden kurtararak , yeniden atası İbrahim (a.s) tarafından inşa edilen haline yani Tevhide döndürmek çabası yatmaktadır.

Konumuz olan ayetleri , böyle bir çerçevede okumaya çalıştığımızda , ilgili ayetlerin mesaj içeren yönü ortaya çıkarak sadece belirli zaman ve mekana has olan ayetler topluluğu olmaktan da çıkmış olacaktır. Konumuz ile ilgili ayetlerin Medine'de inmiş olduğuna dair görüşlere katıldığımızı tekrar hatırlatarak , ilgili ayetlerin genel çerçevesinin Mekke'de içinde bulunduğu durumun hatırlatılması ve oraya nasıl geri dönebileceğinin yollarının öğretilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

[017.073]  Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını Bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi.
[017.074] Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin.
[017.075] O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.

Mekke döneminin ilk yıllarında inen ayetlere baktığımızda , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında , kafirler ile hiç bir şekilde müdahene içine yani karşılıklı tavizkar bir tutum içine girilmemesi emredilmektedir (68. s. 8-15). Bu ayetler Mekke dönemi içinde Muhammed (a.s) ın böyle bir tutum içine girmemiş olduğunu göstermekte olup , aynı tutuma bundan sonra da devam etmesi öğütlenmektedir.

[017.076]  Ve az kaldı seni yurttan çıkarmak için rahatsız edeceklerdi. O halde onlar da senden sonra pek az kalacaklardır.
[017.077] Senden önce gönderdiğimiz resuller hakkında cari olan ilahî kanun budur. Sen Bizim ilahi kanunumuzda asla bir değişiklik bulamazsın!

Bu iki ayet , Allah (c.c) nin değişmez yasası olan , elçi ve ona inananlara olan yardımını ifade etmektedir. "Sünnetullah" denen yasalar çerçevesinde işleyen elçi ve ona inananlara yardım sünneti , bu sefer Muhammed (a.s) ve ona inananlar için işleyecektir. Ancak bu yardım şarta bağlı olup , Allah (c.c) nin yardım için koyduğu şartlar yerine gelmeden, bu yardım sünneti asla işlemeyecektir. 

[010.103]  Sonra Biz, resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Böylece müminleri kurtarmak üzerimize düşen bir borçtur.

Allah (c.c) nin hiç bir elçisi terk ettiği bir beldeyi yenilmiş olarak terk etmemiştir. Eğer bir elçi ve beraberindekiler bir beldeyi terk ediyorsa , o belde artık helak olmayı , iman edenler ise kurtuluşu hak etmiş demektir. Kıssalardaki helak olaylarının anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu noktayı açık ve net olarak görebiliriz. Yani Allah (c.c) nin helak ve yardım vaadi mutlaka yerine gelmiş , aynı helak ve yardım vaadi Mekkeliler ve Muhammed (a.s) içinde 
gerçekleşecektir. 

Mekkelilerin helakı diğer kavimler gibi o şehrin yıkımı ile gerçekleşmemiş , o şehri elinde tutan kafirlerin Müslümanlar eli ile mağlup edilerek şehrin onların elinden geri alınması ile gerçekleşmiş olduğunu hatırlatmak isteriz.

Muhammed (a.s) ın Mekke den hicret etmesi , onun ilk bakışta yenilmiş olarak orayı terk ettiğini düşündürebilir. Medine de yurt tutan Muhammed (a.s) için Mekke artık geri dönülmeyecek bir yer değil , Allah (c.c) nin 77. ayette beyan ettiği üzere , Mekkeli müşriklerin yenilerek helak olacağı , Müslümanların Allah (c.c) nin yardımını hak edeceği yani sünnetullah yasalarının yeniden işleyeceği bir belde olmayı beklemektedir.

Devam eden ayetlerde yapılması emredilenler , bu yardım yasasının yani "Sünnetullah" ın işlemesi için yani helak ve yardımın gerçekleşmesi için yapılması gerekenleri bildirmektedir.

[017.078]  Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar salatı ikame et; ve bir de fecrin Kur'anını; çünkü fecrin Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.
[017.079]  Sana nafile olarak, gecenin bir kısmında, o Kur'an'la meşgul olmak üzere uyanık ol. Böylece Rabbinin seni övgüye layık bir makama göndermesi umulur.

78. ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında , ağırlıklı olarak , namaz vakitleri ile ilgili bilgiler içerdiği düşünülerek yorumların yapıldığına şahit olmaktayız. "Salat" kavramının namazı da içeren daha geniş bir anlamı olduğundan hareketle , ayetleri sadece namaz vakitleri ile ilgili bilgiler dahilinde okumak yerine , bu kavramın daha geniş anlamı olduğundan hareketle okumaya çalışarak şunları söyleyebiliriz ;

"Salat" kavramını en geniş anlamda , "Kulun hayatı içinde yapmakla yükümlü bulunduğu bütün sorumlulukları" olarak tarif edebiliriz. 

Hayat içinde her an ve sürekli olarak yaşanması gerekli bir kavram olarak 78. ayette Muhammed (a.s) a emredilen salatın ikamesini en geniş anlamda okuyacak olursak (Namazı ret ettiğimiz anlamına gelmesin) , onun hicret etmek zorunda kaldığı Mekke'ye geri dönmek için başlatması gereken mücadele süreci ve bu süreç içinde izlemesi gereken yol haritasının çizilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Salatın ikamesi ile ilgili ayetlerde belirtilen vakitleri, sadece namaz vakitleri ile ilgili okumak yerine , devamlılık ifade etmesi açısından okuduğumuzda , bu kavramın hayat içinde daha aktif bir biçimde yer alması gerektiği anlaşılacaktır. Namaz , salatın bir cüzü olarak günün belirli vakitlerinde eda edilmesi bir farz olarak iman edenlere yazılmış olup , namaz dışındaki vakitlerde , kul yine bütün işlerinde yönelimini sadece Allah (c.c) ye yapmak ile sorumludur. Namazı Allah'a has kılıp , namaz dışındaki işlerde yönelimi başkalarına yapmak , iman iddiasında olanların yapmaması gereken işlerdendir. 

Bu bağlamda , Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan Müzzemmil suresinin ilk ayetlerini yeniden hatırlamak yerinde olacaktır.

[073.001-4] Ey o örtünen,Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk: Yarısı, yâhud eksilt ondan biraz Veya üzerine ilave et. Ve Kur'an'ı da belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku.

Müzzemmil suresindeki bu ayetlerin 78 ve 79. ayet ile bağını kurmaya çalıştığımızda , Muhammed (a.s) a emredilen gece mesaisi emri aynen korunmaktadır. Medine'de yeni bir oluşumun temellerini atarak Mekke'ye geri dönmeye hazırlanmaya başlayan Muhammed (a.s) ın bu geri dönüşünün gerçekleşmesinde,  geceleri yapacağı çalışmalar büyük öneme haizdir.

Musa (a.s) önderliğinde yıllarca Firavun zulmüne karşı koymaya çalışan İsrailoğullarına çizilen yol haritası ile Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasına dikkat ettiğimizde birbiri ile aynı olduğunu görmekteyiz. Çünkü her iki elçinin amaçları aynı olup , her iki elçi de zalimlerin zulmüne son vermek gibi bir göreve sahiptirler.

[010.087]  Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da  evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun! Bir de mü'minleri müjdele!

Musa ve Muhammed (a.s) lara verilen ortak emir olan "Salatı ayakta tutmak" ifadesinin anlamı sadece "Namaz kılın" şeklinde çevrildiğinde, bu kavramın anlamı buhar olup uçacaktır. Musa ve Muhammed (a.s) lara emredilen salatın anlamını , yeryüzünde zulmün ve fesadın son bularak , Tevhidin hayata hakim kılınması ve Allah (c.c) nin kafirleri helak , iman edenlere yardım sözünün gerçekleşmesi için ne yapılması gereken amellerin ortak adı olarak ifade etmek mümkündür. 

Bütün bunlardan sonra , Allah (c.c) nin 79. ayette vaad ettiği "Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) deyiminin ne anlama gelebileceği biraz daha aydınlanmış olacaktır.

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki ; Bu terimin ne anlama gelebileceği hakkında getireceğimiz iddia bizim indi yorumumuz olacaktır. Ancak bu terimin ifade ettiği anlamın şefaat makamı olAmayacağını kesinlikle söylemek istiyoruz. Hesap gününde kimseden fidye alınmayacağını , şefaatin kabul olunmayacağını bizlere haber veren Rabbimizin bu haberlerini göz ardı ederek , rivayetler tarafından verilen bilgileri kabul etmek, iman iddiasında olan kimseye yakışmaz.

"Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) deyiminin , önce en geniş anlamda tarifini yapmaya çalışarak , sonra bu deyimin Muhammed (a.s) için ifade ettiği anlamı bulmaya çalışalım. 

[028.085]  Hiç şüphesiz, sana Kur'an'ı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir. De ki: «Rabbim, hidayetle geleni de, açıkça bir sapıklık içinde olanı da daha iyi bilmektedir.»

Kasas suresi 85. ayetine baktığımızda , ki bu ayet büyük bir ihtimalle Mekke den hicret edilmesinden sonra nazil olmuştur (Tefsirlerde hicret esnasında Mekke ile Medine arasında bir yerde nazil olduğu rivayetleri vardır). Bu ayet, Muhammed (a.s) a hedef gösteren ayetlerden birisi olarak önemli bir mesaj vermektedir. Medine ye hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s), çıkmak zorunda kaldığı şehre tekrar galip olarak geri dönmesi gerektiği bilinci içinde Mekke yi terk etmiştir.

"Makamen Mahmuden" deyiminin belirlilik takısı gelmeden ifade edilmesi , bu deyimin sadece belirli bir zamana ve mekana has olmadığını göstermekte olduğunu söyleyebiliriz.

"Makamen Mahmuden" deyimini , "Allah (c.c) nin kulları için gösterdiği zirve hedef , ulaşmaları gereken nokta , Tevhid mücadelesinin bayrağının dikilmesi gereken yer"  olarak tarif ettiğimizde ,bu deyimin Muhammed (a.s) için ifade ettiği düşünülen 3 anlamından birisini tercih edebiliriz.

Klasik tefsirlere bakıldığında bu terimin, şefaat makamı haricinde ki bu tarifi kabul etmek mümkün değildir , 1- MEDİNE , 2- MEKKE , 3- AHİRETTE ALINACAK KARŞILIK olarak yorumlandığını görmekteyiz. 

1. yorum olan Medine nin "Makamen Mahmuden" olarak yorumlanmasına katılmadığımızı peşinen söylemek istiyoruz şöyle ki ; Medine Muhammed (a.s) için nihai hedef değil , nihai hedefe varmak için kullanacağı bir atlama taşı mesabesinde olup , AMAÇ değil , ARAÇtır. Bu ayetlerin nazil olduğu yer Mekke değil Medine olduğu düşüncelerine katıldığımızı yukarıda da belirtmiştik . Dolayısı ile bu şehrin nihai hedefe varmak için kullanılan bir mekan olması nedeniyle, bu terimin anlam alanı içine giremeyeceğini düşünüyoruz , geriye diğer 2 şık kalmaktadır. 

2. yorum olan Mekke nin daha doğru bir yorum olduğuna katıldığımızı söylemek istiyoruz şöyle ki; Zaman içinde küfrün ve şirkin kalesi haline getirilen Mekke ye gönderilerek , küfre ve şirke karşı savaş açan elçi, bu şehir içindeki mütref takımı tarafından kabul edilmeyerek hicret etmek zorunda bırakılmış , küfür ve şirk o şehirde hakim kılınmaya çalışılarak , bir nevi kale olma halinin devam etmesi sağlanmaya çalışılmıştır. 

Mekke nin müşrik işgalinden kurtarılıp , Tevhidin merkezi haline getirilmesi, Muhammed (a.s) a gösterilen nihai bir zirve hedef olarak yeniden "Övülmüş Makam" haline yani tevhidin merkezi haline dönüştürülmesi, Allah (c.c) nin ona yüklediği görevlerdendir.

Peki Allah (c.c) neden Mekke için "Makamen Mahmuden" deyimini kullanmaktadır ?.


[003.096-97]  Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe) dir.Orda apaçık ayetler (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır.

Al-i İmran s. 96 ve 97. ayetlerinde kullanılan "Makamı İbrahim" deyimi , bu şehrin övülmüş bir yer olduğuna bir delil olarak görülebilir. Bakara , İbrahim ve Hac surelerindeki ayetlerden öğrendiğimize göre atamız İbrahim (a.s) , bu şehri Tevhidin bir sembolü olarak  ayağa kaldırmış ve duası ile buranın kıyamete kadar insanlar tarafından Hac mekanı olarak ziyaret edilmesine sebep olmuştur. 

[042.007] Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.

Bu sebepten dolayı Mekke ,Tevhidi açıdan özel öneme sahip olan bir şehirdir. Bu şehrin asli haline döndürülmesi Muhammed (a.s) ın gönderiliş sebebi olup , hayatını bu şehrin ve etrafının şirkten temizlenerek Tevhid dininin kalesi olması için harcamıştır.

3. yorum olan ahirette alınacak karşılık yani cennetin "Makamen Mahmuden" olarak ifade edilmiş olabileceği yorumlarına soğuk bakmadığımızı ifade etmekle beraber , 2. yorumun daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz. Allah (c.c) dünya hayatında kendi yolunda hayat süren kullarına vereceği karşılık için kullandığı kelimelerin içinde "Makam" kelimesi de bulunmaktadır.

[025.076] Orada ebedi kalacaklar; ne güzel durulacak bir yer, ne güzel bir makam!
[035.035] Çünkü O, lütfu ile bizi devamlı kalınacak olan yerde (Elmukameti) yerleştirdi. Burada artık bize ne yorgunluk olacak, ne de usanç gelecek.

"Makamen Mahmuden" deyimini tarihselliği içinden çıkararak , zaman ve mekan üstü bir anlama sahip olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;

"Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) terimi, sadece Muhammed (a.s) ve Mekke ile sınırlı bir anlama sahip değildir. Bu deyim ile ifade edilen şey , onun görevi icabı ulaşması gereken zirve hedef Mekke şehri olup , bu zirve hedef şehir zaman içinde şirkin kalesi haline gelmiştir. Muhammed (a.s) a ulaşması için gösterilen zirve hedefe nasıl ulaşılabileceği ise ona kendisinden önceki elçilerin kıssaları ile anlatılarak , aynı yolu izleyerek , o elçilerin hak ettiği yardıma nasıl kavuşabileceği öğretilmektedir.

Bu anlamda iman iddiasında bulunan her kulun, fethetmesi gereken bir Mekke si, yani ulaşması gereken zirve hedefi , övülmüş makamı mutlaka vardır olmalıdır . Böyle bir hedefi ve ulaşması gereken bir zirve hedefi tevhidi bir yaşantı çerçevesinde idealleri olmayan bir Mü'min, hayatını boşa geçirmiş sayılacaktır.

Var olma gerekçemiz olan , tek ilaha kulluk süren bir hayatta önümüze çıkan engelleri aşmaya çalışmak yolunda yürüyenlerin nasıl bir yol izlediği , bu engelleri aşarak  Makamı Mahmuda yani zirveye nasıl ulaştıkları , bir çok ayette bizlere bildirilerek , onların yolunu yol edinmemiz bizlerden istenilmektedir.

Allah (c.c) kendi yolunda yürüyen elçi ve kullarına dünya ve ahirette yardım sözü vermektedir. Bu yolda yürümeye çalışanların önlerine tarih boyunca engeller çıkmış ve bu engeller Allah (c.c) nin yardımı ile aşılarak hedefe varılmıştır. 

Muhammed (a.s) ın 23 yıllık süren mücadelesinin , 10 yıllık bölümü olan Medine bölümü okunduğunda, onun Mekke ye giden yolda izlediği yöntem , bizler içinde örneklikler ile doludur. Kur'anın özellikle Medine de inen ayetleri okunduğu zaman , Muhammed (a.s) ın böyle bir hedefi olduğu bilgisi ile okunduğunda , bu ayetlerin bizler içinde hedefe giden yolun işaretleri olduğu görülecektir. 

[017.080]  De ki: «Rabbim, gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla, çıkacağım yerden de doğrululukla çıkmamı nasip et ve benim için kendi katından yardım edici bir kuvvet ver.»
[017.081] Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.

"Gireceğim yer" ve "Çıkacağım yer" ifadelerinin tefsirlerinde, ayetin indiği mekana göre görüş farklılıkları olduğunu görmekteyiz. Ayetlerin Mekke de indiğini kabul eden görüşe göre girilecek yer Medine şehri , çıkılacak yer ise Mekke şehridir. Bu görüşe göre ayet henüz Mekke de ikamet etmekte olan Muhammed (a.s) a hicret etmesi gerektiğini beyan etmektedir.Ayetlerin Medine şehrinde indiğini düşündüğümüzde (Tercih ettiğimiz görüş bu dur) girilecek yer Mekke şehri , çıkılacak yer ise ölümden sonra yeniden kabirlerden çıkış olduğunu söyleyebiliriz. 

Böyle bir dua edilmesinin tavsiye edilmesinin üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;

Bundan sonra hayatının geri kalan kısmını ölümüne kadar, şirkin kalesi haline getirilmiş olan Mekke yi kafirlerden geri almak için harcaması gerektiğine dair bir emir olarak algılaması ve bu emri yerine getirmek için gerekli olan yardımı Allah (c.c) den isteyerek var gücü ile mücadele etmesi emredilmektedir. 

"Bundan bize ne düşer?" diye sorduğumuzda ise cevap olarak ; "Hayatın anlamının tek ilaha kulluk yolunda mücadele için harcanması , ölüme değin bu uğurda hiç bir fedakarlıktan kaçınılmaması gerektiğinin bizlere de hatırlatılması" diyebiliriz.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) ye kulluk yolunda her kişinin ulaşması gerekli olan zirve hedef olarak tanımlayabileceğimiz "Makamı Mahmud" , Muhammed (a.s) için Mekke olup bizler için ise, içinde bulunduğumuz zaman ve mekan şartlarına göre değişebilecek zirve hedefler olarak zaman ve mekan üstü bir anlama sahiptir.

Bu şehir zaman içinde asli durumu olan Tevhidin sembolü olmaktan çıkarılarak ,arızi bir durum olan şirkin sembolü haline getirilmiştir. Elçilerin gönderiliş amacı olan asli hakikat Tevhid akidesinin ve onun sembollerini insanlara yeniden hatırlatmak görevinin son halkası olan Muhammed (a.s) , bu hatırlatma görevinde diğer elçi ataları büyük güçlüklerle karşılaşarak bulunduğu şehirden hicret etmek zorunda kalmıştır.

Onun bu hicreti , Tevhid sembolü olan şehri yeniden asli haline döndürmek , ve şirkin bayrağını indirmek için yeni bir mücadele sürecini başlatmış ve 10 yıllık mücadele sonunda "Övülmüş Makam" a ulaşmıştır. Bu makam sadece Mekke ye has değil , şirkin kalesi haline getirilmiş her yerin yeniden tevhidin kalesi haline getirilmesi neticesinde ulaşılması gereken hedefin bir adıdır. 

İlgili ayetleri herkesin ulaşması gereken bir hedefi yani makamı mahmudu olması gerektiği bilinci içinde ve bu hedefe ulaşımın nasıl olacağı yönünde bilgiler içermesi açısından okumaya çalıştığımızda bizlere daha kolay açılacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


3 Nisan 2016 Pazar

Kur'an İnsan Neslinin Nasıl Çoğaldığı Hakkında Bilgi Veriyor mu?

İnsanlar arasında en çok tartışılan dini konuların başında insan neslinin nasıl çoğaldığı konusundaki tartışmalar gelmektedir . Bu konuda yaygın olan kanaat , insan neslinin Adem ile eşinden türeyen çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde çoğaldığı şeklindedir. Fakat bu kanaat , Kur'anın kardeşler arası evliliği yasaklamış olması üzerinden yanlış olduğu delillendirilerek böyle bir çoğalmanın mümkün olamayacağı yönünde , bir takım itirazlara sebep olmaktadır. 

Kardeşler arası evlilik ile insan neslinin çoğalması mümkün olamayacağına göre , geriye tek bir seçenek kalmakta , dolayısı ile insan neslinin bir çok insanın birden yaratılarak bu şekilde çoğalmış olduğu , ve bu görüşe delil olarak Kur'an içinden ayetler getirilerek , kardeş evliliği yolu ile çoğalmış olduğumuz görüşü mahkum edilmekte , bir çok insanın yaratılarak insanlığın bu güne kadar geldiği iddiası dile getirilmektedir.

Bu yazının konusu , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda dile getirilen iki görüşten birisini kabul edip diğerini ret etmek değil , bu konuda delil olarak sunulan her iki görüşün bazı açmazlarını ortaya koymaya çalışarak , insan neslinin çoğalması konusunda, Kur'anın net olarak bir bilgi verip vermediğini anlamaya çalışmak , özellikle Nisa s. 1. ve benzeri ayetlerin nasıl anlaşılabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olacaktır. 

[004.001]  Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbınızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
[049.013]  Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabının aranmasına yönelik bir okumada , yukarıda verdiğimiz ayetlerde , ilk bakışta klasik yorum olan insanlığın Adem ve eşinden türediği düşüncesi desteklenmektedir. Fakat bu düşünce , Nisa s. 23. ayetinde gördüğümüz evlenilmesi haram olanlar listesinde kardeşler arası evliliğinde olması , 26. ayette öncekilere de bu yolun uygulandığını beyan edilmiş olmasına binaen yanlış olarak görülmektedir. 

Kardeşler arası evlilik yolu ile çoğalmış olduğumuz düşüncesinin bu şekilde kapatılması , insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna farklı bir cevap aranmasının yolunu açmıştır.

[002.030] Bir zamanlar, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak olanımı kılacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurdu.
[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[071.017]  Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere dayanarak , ilk yaratılan insanın Adem olmadığı , ondan önce yaratılmış olan insanlar olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilerek, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda cevaplar verilmeye çalışılmaktadır. 

Ancak ne var ki , insan neslinin Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenerek çoğaldığı görüşünün yanlışlığına dair getirilen bu karşıt görüş , yine bir takım müşkilatlar arz etmektedir şöyle ki ;

Bakara s. 30. ayette geçen kelime "Cailun" (kılacağım) kelimesinin, bazı meallerde "Yaratacağım" şeklinde anlamlandırılmasının yanlış olduğu , "Ceale" kelimesinin yaratılıştan sonra gelen bir aşamayı ifade ettiği , dolayısı ile Ademden önce yaratılan insanların var olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilmektedir. Ceale kelimesinin anlamı ile ile ilgili olarak herhangi bir itirazımız olmamakla birlikte , Ademin yaratılışının anlatıldığı başka ayetlerde "Halaka" ( yaratmak) fiilinin kullanıldığını görmekteyiz.

[015.028]  Hani Rabbin meleklere demişti: «Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım,»
[038.071] Bir vakit Rabbin meleklere: «Ben,» dedi, «çamurdan bir beşer yaratacağım.»

Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde, Ademin yaratılması "Halaka" fiili ile anlatılmakta , bu fiil ilk yaratmayı ifade etmesi dolayısı ile , sadece  Bakara s. 30. ayetinden yola çıkılarak varılmaya çalışılan sonuç, yukarıdaki ayetlere çarpmaktadır. 

Araf s. 11. ayetinde Ademin yaratılmasından önce, "Sizi yarattık" şeklinde bir ibare kullanılmasından ötürü , Ademden önce insanların var olduğu düşüncesinin delil ayeti olarak sunulmaktadır. 

Adem kıssasının Araf suresi içinde geçen ayetlerinde ve diğer surelerdeki bazı ayetlerde , "Ey Ademoğulları" şeklindeki hitapların , Ademden önce yaratılan insanlar olduğu düşüncesini yine iptal ettiğini düşünmekteyiz. "İsrailoğulları" şeklindeki hitapların , İsrail yani Yakub (a.s) ın neslinden türeyen insanlar için kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda , "Ademoğulları" hitabına muhatap olan bizlerin , Ademden türemiş olduğumuz görüşleri daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Ayrıca "Sizi yarattık" ifadesi , anlatılan kıssanın belirli kişilere has bir kıssa değil , bütün insanlığın her an yaşanan ve yaşanacak olan bir kıssası olarak okunması ve ibret alınması gereğine dair bir ifadedir. Ademin başına gelenlerin bir benzeri her an bizlerin başına gelme ihtimali olduğu için , şeytanın Ademi kandırma yolu bizlere gösterilerek , bizlerinde aynı tuzağa düşmemesi öğütlenmektedir.

Nuh s. 17. ayeti , birden fazla Ademin yaratıldığına dair getirilmeye çalışılan bir ayettir. Bu ayete dayanarak bir çok insanın yaratılarak insan neslinin üremesinin sağlandığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kanaatimiz o dur ki ; Bu ayet böyle bir görüşe delil olmaktan ziyade , insanın bitkiye ve çiçeğe karşı olan ihtimamı benzetme yapılarak, Allah (c.c) nin bizlere olan ikramı anlatılmaktadır. Aynı anlatımı Meryem'in doğumu ile ilgili olarak Al-i İmran s. 37. ayetinde de görmekteyiz. Meryem topraktan değil , annesinin karnından doğmuş , Allah (c.c) onu güzel bir şekilde yetişmesi için nimetler bahşetmiştir.

Maide s. 27-32. ayetler arasında anlatılan Ademin iki oğlunun kıssasında , öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi , onu gömmeyi bir kargadan öğrenmesi , bu olayın insanın daha bilgi birikimine sahip olmadığı bir zamanda yaşanmış olduğunu göstermektedir. Gömmeyi bilmeyen insanın öldürmeyi nasıl öğrendiği sorusuna ise , yine yaşayan hayvan neslinin birbirini öldürmesinden öğrenmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

Bizler bir kısım insan tarafından eleştiri konusu yapılarak, ayıplama vesilesi görülen bazı konular hakkında , başkalarına illaki akli bir izah getirmek, veya onları inandırmak zorunda değiliz. Bu satırların yazarı, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda eğer , Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenerek çoğaldığı düşüncesini kabul etmiş olsaydı şöyle bir delil getirerek bu düşünceyi savunabilirdi ;

İnsan yaşantısında, yapılması haram olarak beyan edilen kuralları koyma yetkisi Allah (c.c) ye aittir. Haram olarak beyan edilen herhangi bir konuda , o haramlığın bizler tarafından mantıki izahının aranması gibi mecburiyeti ve gereği yoktur. Sadece Allah (c.c) tarafından yasaklandığı için bizler o yasağa tabi olmak zorundayız. Kardeş evliliği , Allah (c.c) tarafından "Haram" olarak beyan edilmiş olmasına rağmen , belirli bir zaman için böyle bir yasak konulmamış ve helal olmuş olabilir. 

Eğer Allah (c.c) böyle bir geçici helallik koymuşsa , kim kalkıp "Neden böyle bir hüküm koydun" diyebilir ?.

Ayrıca İsrailoğullarının yapmış oldukları bir takım hatalar nedeniyle önceden helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınmış olması (4.160), akli ve mantıki olarak nasıl izah edilebilir ?. Bu cezaları hak edenlerden sonra gelenler , "Ey Rabbimiz bizim kabahatimiz neydi ki bize de bunlar haram kılındı?" şeklinde bir akli ve mantıki bir izaha giderek sorgulamak yerine , İsrailoğullarından bu cezayı hak edenlerden sonraki gelen iman edenlerin tamamı bu yasaklara itiraz etmeden tabi olmuşlardır.

Ayrıca Salih (a.s) kıssasına baktığımızda , ayet olarak gönderilen dişi devenin su içme hakkı ile ilgili, akli ve mantıki bir izah getirmemiz mümkün değildir. Kıssayı okuduğumuzda, su içme hakkının deve ile kavim arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Olaya akli ve mantıki olarak baktığımızda , tek başına bir deve ile , bir kavmin su içme hakkının ikiye bölünmesi adaletsiz bir durumdur. 

Böyle bir taksimi bir köy ağası yapmış olsaydı, ve köyün çeşmesinden akan suyun bir gün devesine , bir günde bütün köy ahalisine ait olduğunu ilan etseydi , bu köy ağasının adı "Zalim Ağa" olacaktı.

Şimdi biz Allah (c.c) için "Semud kavmine böyle bir uygulama yapmak ile zalimlik etti" diyebilir miyiz? . Haşa ve kella asla böyle bir sözü Allah (c.c) için kullanamayız. Çünkü Allah (c.c) yaptığı bir işten dolayı asla sorgulanamaz ve kınanamaz. 

Şimdi kalkıp "Allah (c.c) Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenmesini belirli bir süre için serbest bırakarak helal kılmış olabilir" dersek , kim "Hayır böyle bir şey mümkün olamaz" diyebilir ?.

Bu örnekleri vermemiz , Ademin çocuklarının birbiri ile evlenerek insan neslinin çoğalmasını sağladığına olan inancımızdan dolayı değil , bu düşüncenin bazıları tarafından horlanarak bakılmasından doğan sıkıntıları düzeltmek amacı ile yapılan farklı yorumların çelişki arz etmesi , ve yanlış olarak görülen kardeşler arası evlilik düşüncesinin izah edilebilir bir yönü olabileceğinin gösterilmesi amaçlıdır.

Düşüncemiz o dur ki ; Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığına dair net olarak bilgi vermemekte, verdiğini düşündüğümüz bilgiler , ilgili ayetlerden yapılan yorumlar neticesinde varılan zanni yorumlardır. Her iki düşünce yanlıları da , kendi düşüncelerinin hak , karşı düşüncenin batıl olduğunu iddia edebilecek , net bir delili Kur'an içinden bulduklarını iddia etmeleri mümkün değildir. Bulduklarını düşündükleri deliller , ilgili ayetlerin yorumlanması sonucunda varılmış olup , hata ihtimali hiç bir zaman göz ardı edilmemeli, varılan sonuç mutlaklaştırılarak , karşı tarafın sonucu mahkum edilmemelidir. 

Görülmektedir ki her iki delilde, beraberinde bazı soruları veya itirazları getirerek , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda Kur'an içinden net bir bilgi bulabilmemize maalesef olanak vermemektedir.

[017.036]  Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.

Bizler bize verilen bilgiler ile yetinerek , verilmemiş bilgilerin peşinden koşmak, veya bazılarını hoşnut etmek üzerine kurulu bir söylem üretmek için, zorlama yorumlar yapmak gibi bir mecburiyet içinde değiliz. 

"Öyleyse Nisa s. 1. ayeti gibi ayetleri nasıl yorumlayabiliriz ?" sorusuna cevap aramak gerekmektedir. 

Kur'an , fizik , kimya , biyoloji v.s gibi ilimleri kapsayan bir bilim kitabı değildir. Bu kitap içindeki bazı bilgiler bugünkü bilimsel veriler ışığında bakıldığında, yanlış olarak dahi görülebilir. Çünkü 1500 sene önce yaşayan insanların bilgi birikimleri üzerinden , onları tek bir ilah olan Allah (c.c) ye kulluk etmeleri gerektiğini öğütleyen ayetleri ihtiva etmektedir. Bazı kevni ayetlere dikkat çekilerek verilen mesajlar bilime değil , o ayetlerin yaratıcısına dikkat çekilerek , Allah (c.c) her şeyin üzerinde yegane mülk sahibi olduğuna dair mesajları , ve sadece ona kulluk yapılması esasına dayanmaktadır.

Nisa s. 1 , Zümer s. 6 , Hucurat s. 13. ayetlerinde, insanın yaratılışı ile ilgili verilen bilgileri , sadece insanlığın nasıl türediği konusunda verilen salt bir bilgi olarak okumak yerine , dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde , birbirlerine karşı olan davranışlarında esas almaları gereken, en üst kimliğe dikkat çekildiğine dair bir mesaj olarak okuduğumuzda, "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir okuma yönteminden de kurtularak ,Kur'anın genel anlam örgüsüne uygun bir okuma gerçekleştirilmiş olacaktır..

Gelmiş ve gelecek bütün insanlarla en geniş anlamdaki ortak olan paydamızın , aynı rahimden türemiş olduğumuza dikkat çekilerek , insanlar arasındaki ortak paydanın onların birbirleri ile düşman olmalarını gerektirecek değil , düşmanlığa dayanmayan daha yakın ilişkiler kurmaya gerektirecek bir yakınlıkları olduğu vurgusu yapılmaktadır.

Eğer birisi kalkıp "Hem insanlığın Adem ile eşinden türediği görüşlerine katılmadığınızı , hem de insanlığın Adem ile eşinden türediği gibi bir düşünce üzerinden yola çıkarak ilgili ayetleri yorumlamaya çalışıyorsunuz" diyecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz ;

Biz ilgili ayetleri , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermesi açısından değil , insanlığın en geniş anlamda nasıl bir ortak paydaya sahip olduğu yönünden okumaya çalıştığımız için böyle bir yorumda bulunuyoruz. İnsanlığın nasıl çoğaldığı hakkında bilgi verilmemiş olması , bizi bu konuda bilgi arayışlarına giderek , zorlama tevillerle bir takım çıkarımlarda bulunmamız yerine daha gerçekçi mesajlar çıkarmaya çalışmaya sevk etmelidir.

Ademin iki oğlunun kıssası, insanlık tarihinin belki ilk düşmanlık örneği olup , insanlar arasında süren bu düşmanlık kıyamete değin sürecektir. Allah (c.c) insanlar arasında düşmanlığın yerine daha güzel ilişkilerin almasına yönelik bir mesaj olarak , Kur'anda bütün insanların aynı anne babadan türediği dolayısı ile , insanların tamamının birbirleri ile düşmanlığa dayanmayan ilişkiler kurması gereğine vurgu yapmış olduğunu söyleyebiliriz.

Nisa s. 1. ayetinde " Ey insanlar" şeklindeki hitabın en geniş çerçeveye hitap ettiği dikkate alındığında , rahim yakınlığını gözetmeye dair yapılan hatırlatma , bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken bir yakınlık , dolayısı ile bütün insanların böyle bir yakınlığı olması , onların birbirleri ile olan yakınlık derecesini hatırlatarak , birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetilmesi gereken nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Asıl nokta ise , sakınılması gereken yegane varlık olan Allah (c.c) nin insanları yaratmış olmasının onun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunun vurgusunun yapılması olduğu hatırlanmalıdır.

Hucurat s. 13. ayetinde, Nisa s. 1. ayetinde yapılan "Ey insanlar" hitabı yine karşımıza çıkmaktadır. Bir kadın ve bir erkekten türeyerek , çeşitli ırk , renk , kavimlere ayrılan insanların bu ayrılıklarının düşmanlık vesilesi değil , birbirleri ile tanışma ve kaynaşma vesilesi olması gerektiği , üstün olmanın kriterinin renk , ırk , kavimde değil , kendisine karşı olan takvalı davranışlarda olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini en alt kimlik üzerinden değil , en üst kimlik üzerinden değerlendirdiklerinde, birbirleri ile aralarında daha ortak değerler bularak , birbirlerine olan yakınlıkları artacak ve düşmanlık yaratabilecek bir takım unsurlar geri planda kalacaktır. Kur'an bu tür ayetlerle , insanlar arasındaki bağı en üst kimlik üzerinden hatırlatarak , onların birbirleri ile olan ilişkilerinde insan olmak ortak paydasını dikkate almalarını amaçlamaktadır. 

Sonuç olarak ; Bir çok insan tarafından merak edilen bir konu olan , insanlığın nasıl çoğaldığı konusuna Kur'andan aramaya çalıştığımız cevaplar , beraberinde bazı soruları ve itirazları getirmektedir. İnsanlığın Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde türemiş olduğu yönünde bazı görüşlerin alay etmeye kadar varan bazı itirazlara sebep olması , bazı kimseleri , Kur'an içinden farklı görüşler aramaya yöneltmektedir. 

Ancak ne var ki bu farklı görüşler , yine diğer Kur'an ayetleri ile çelişki arz eden bir duruma düşmektedir. Bizler kimseye karşı şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen şeyleri düzeltmek için bir çaba içinde olmak zorunda değiliz. "Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesini nasıl izah edebiliriz" ezikliği içinde yapılan ilgili ayetleri anlama ve yorumlama çabaları , gerçeği aramanın değil , bazılarına şirin görünme çabalarının bir ürünüdür. 

Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığı hakkında kesin bir bilgi vermemektedir. Verdiği düşünülen bilgiler biyoloji ilmine ait veriler olarak değil , insanları yaratan Allah (c.c) nin gücü , kudreti , azameti ve yüceliğinin bilinmesine dair anlatımlar olarak okunduğunda , insan neslinin üremesi ile ilgili üretilen bilgiler arasında çelişkiler ortadan kalkarak , ortak bir bilgiye ulaşmak mümkün olacaktır.

Bizler Kur'anın insan neslinin çoğalması konusunda bilgi verip vermediğini araştırmak yerine , ilgili ayetlerin Kur'anın genel anlam örgüsü dahilinde nasıl bir mesajı olabileceği yönünde okumalar gerçekleştirerek , bazılarını ikna çabasından kurtulmak zorundayız. 

İnsan neslinin çoğalması ile ilgili olarak bilgi verdiğini düşündüğümüz ayetleri , böyle bir bilgi yerine , bütün insanların en üst ortak kimliğinin hatırlatılması üzerinden verilen bir mesaj olarak okuyarak , bütün insanların önce rahim yakınlığı bakımından birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleme gereğine vurgu yaptığını özellikle Nisa s. 1. ayetinde görebiliriz. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.