Allah (c.c) yaşadığımız arz üzerine bir takım yasalar koymuş , kişi ve toplumların yaşadıkları hayat içinde yaptıklarının karşılığını , Sünnetullah adı verilen yasalara bağlamıştır. Kıyamete kadar geçerli olacak bu toplumsal yasaların nasıl işlediğinin canlı örnekleri, İsrailoğulları üzerinden yapılan anlatımlar ile bizlere verilmektedir. Kur'an içinde önemli bir hacim tutan bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlara has olarak okunduğunda , toplumsal yasaların nasıl işlediğinin anlaşılarak ibret alınması yerine , sadece o kavmin tarihte başından geçen olaylar olarak okunacak, bu suretle maksat hasıl olmasına yönelik olmayan sınırlı bir okuma yapılmış olacaktır.
Bilindiği üzere Kur'an Araf suresi içinde , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısındaki şehirde yaşayan bir topluluğun , Allah (c.c) nin koyduğu yasaklara uymamalarının cezası olarak maymun haline getirildiklerini anlatmaktadır. Ancak bu topluluğun maymun haline geldiğinin anlatılması bazı tefsir kitaplarında literal anlamda okunarak , fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldükleri şeklinde bilgiler mevcuttur. Bu topluluğun fizyolojik olarak maymuna dönüştürüldüğü düşüncesi halen yaygın bir düşünce olup , maymun olma halinin fizyolojik olmadığını iddia edenler , modernistlik veya bazı suçlamalar ile karşı karşıya kalmaktadır.
Eski tefsirler incelendiğinde , olayın fiziksel olarak gerçekleşmediğini iddia eden müfessirlerin var olduğunun da görüleceğini burada hatırlatmak istiyoruz. Eğer bu konuda suçlama bir yapılacaksa , olayın fiziki olarak gerçekleşmediğini iddia edenlere karşı yapılan suçlamaların aynısı , bu doğrultuda düşünen eski müfessirlere de yapılması gerekmektedir.
Kur'an'da toplumların helak olması ile ilgili yapılan anlatımlar sebep - sonuç ilişkisi dahilinde, yani işlenen bir amel ve bunun karşılığında alınan karşılıklar olarak okunması gerekirken , sebepler terk edilerek sadece sonuca odaklanan bir okuma yöntemi şeklinde yapılmaktadır. Anlatılan sonuçlar üzerinde yorumların yapılması , asıl önemli nokta olan sebeplerin göz ardı edilerek , yapılan anlatımın mesajının alınmasına ve hayata aktarılmasına engel olmaktadır. Sebeplere odaklanarak yapılan okumalar , olayın tarihte yaşanmış bitmiş olmaktan çıkararak , evrensel bir boyutu olduğunu gösterecektir.
Bu ayetler ile ilgili olarak yapılacak en yanlış okuma ,sebeplerin terk edilerek sonuca odaklanan bir okuma, yani olayın gerçekleşme seklinin fizyolojik olarak gerçekleştiğini iddia etmek olacaktır. Olayın fizyolojik olarak değişime uğramak şeklinde gerçekleştiğini iddia etmek , böyle bir cezaya uğrayan topluluğun uğradığı cezanın benzerinin , aynı suçları işleyen tarihin değişik zaman ve mekanlarında yaşayan insanlara karşı neden uygulanmadığı sorusunun cevabının verilmesini güçleştirecektir.
Bu ayetlere yönelik okuma yöntemi sebeplerin öne çıkarılması şeklinde yapılarak, tarihi bağlamında bırakılmadan bize dönük mesajlar olarak okunmalı, yapılan bu anlatımlardan okuyucular ibret almalı , yapılan hatalar tarihin hangi zaman ve mekanında işlenirse işlensin , Sünnetullah gereği aynı ceza ile karşılık göreceği şeklinde okunarak, verilen maymun olma cezasının evrensel bir karşılığı bulunmalıdır.
Konumuz olan ayetlerde , İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine konulmuş olan , cumartesi çalışmama yasağını yasağını ihlal etmeleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Ayetler, sadece o topluluğun başına gelenleri anlatmakla kalmamakta , aynı zamanda kıyamete kadar aynı suçları işleyenlerin de, aynı akıbete uğrayacaklarını haber vermektedir.
Konumuz olan ayetleri iki bölüme ayırarak önce deniz kıyısındaki halkın yaptıkları ve başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler kısmını okumaya çalışacağız. Ayetlerin ikinci bölümü , o topluluğun başına gelenlerin Sünnetullah gereği olduğunu bizlere hatırlatarak , kıssadaki asıl mesajı anlamamızı kolaylaştıracaktır.
[007.163] Onlara; denizin kıyısındaki o kasabanın durumunu sor. Hani onlar,
cumartesi gününü ihlal ederek haddi aşmışlardı. Zira cumartesi günleri balıkları
sürüyle geliyor, cumartesi tatili yapmayacakları gün ise gelmiyordu. İşte biz,
fasıklık eder oldukları için onları böylece imtihan ediyorduk.
[007.164] Aralarından bir topluluk: «Allah'ın yok edeceği veya şiddetli
azaba uğratacağı bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz?» dediler. Öğüt verenler:
«Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı
gelmekten sakınırlar» dediler.
[007.165] Kendilerine yapılan nasihatları unuttukları vakit, o kötülükten
alıkoyanları kurtarıp zulmedenleri de yaptıkları kötülükler sebebiyle şiddetli
bir azaba uğrattık.
[007.166] Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden
vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
Ayetler , işledikleri bazı suçlar sebebi ile daha önce kendilerine helal olan bazı şeylerin haram kılındığı (Nisa s. 160-161) İsrailoğullarından olan bir topluluğun, kendilerine yasak edilen cumartesi günü çalışma yasağını delmeleri sonucunda Allah (c.c) tarafından cezaya çarptırılmasını anlatmaktadır.
Ayetleri dikkatli okuyacak olursak , topluluğun 3 farklı kesime ayrıştığı görülebilir.
1- Yasağı ihlal edenler.
2- Yasağı ihlal etmeyenler , ihlal edenleri uyaranlar.
3- Yasağı ihlal etmeyenler, fakat ihlal edenleri uyarmayanlar.
Ayetler , 1. ve 3. guruptakilerin helak olduğunu , 2. guruptaki insanların kurtulduğunu beyan etmektedir. Topluluğun helakına sebep olan cumartesi yasağını güncelleyerek kıssanın bize dair nasıl bir mesaj vermek istemiş olabileceği üzerinde düşündüğümüzde, Adem kıssasındaki yasak ağaç gibi , "Allah (c.c) nin insanların işlememesini emrettiği fiillerin tamamı" şeklinde genelleştirerek yeniden tarif edecek olursak , anlatılan kıssanın güncel mesajını anlamak kolaylaşacaktır.
Bu kıssa öncelikle , toplumların yaşam biçiminin hangi sistem üzerine kurulması noktasında mesajlar vermektedir. Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı olması nedeniyle insanların yaşamlarını düzenleyecek kurallar vaz etme yetkisine sahip tek ilahtır. Cumartesi yasağı , böyle bir düzenlemeyi bizlere anlatmaktadır. Konuyu sadece balık avlama yasağı olarak dar bir kapsamda değil , daha geniş bir kapsamda düşünerek , Allah (c.c) nin bir toplumun yaşamı için gerekli olan kuralların bütünü olarak genişlettiğimizde , kıssa tarihsel olmaktan çıkarak , evrensel bir mesaj taşıyan kıssa haline gelecektir.
Kıssada anlatılan 3 gurup halk , bütün toplumlarda yaşayan halkı özetlemektedir. Bir toplum içinde asıl olan yaşam biçimi, kıssa içinde anlatılan 2. guruptaki insanlardan oluşması gerekirken , 1. gurupta olan insanlar toplumun ifsat olmasına yol açan eylemler yaparak toplumun yıkımının gerçekleşmesine sebep olmaktadırlar. 3. gurup insanlar ise , ifsad hareketinin içinde olmasalar bile , yapılanlara sessiz kalarak , "Bana ne" , "Bana dokunmayan bin yıl yaşasın" kabilinden bir yaşam sürenlerdir. Bu guruptaki insanlar pasif iyi olmakla kendilerini kurtardıkları zannetseler bile , 1. guruptaki insanların yaktığı ateş , onların da yanmasına sebep olacaktır.
Toplumlarda birlik ve beraberlik , o toplumun hayatiyetinin devamı için çok önemlidir. Birlik ve beraberliğini kaybetmiş olan toplumlar , parça parça olarak kuvvetten düşmek sureti ile , emperyalist devletlerin tasallutu altına girmekten kurtulamayacaklardır. Firavun'un halkını parçalara ayırarak güçten düşürdüğünü (Kasas s.4) hatırlayacak olursak, zalimlerin saltanatlarını ayakta tutmak için kullandıkları en önemli yöntem , halkın birliğini ve beraberliğini bozacak unsurları ortaya çıkarmak sureti ile onları düşman hale getirmesidir.
Mazlumların Firavunların saltanatlarını yıkmak için kuvvet oluşturmak yerine , birbirleri ile savaşarak güçten düşmek sureti ile , kuvvetlerinin elden gitmesi , en çok Firavunları mutlu edecektir. Mazlumların birbirleri ile savaşarak parça parça olması , Firavunların iktidarının daha da sağlamlaşmasını sağlayacaktır.
[008.046] Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra
korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir.
Enfal s. 46. ayeti , bir toplumun ayakta kalmasının nasıl mümkün olacağını bildiren bir ayet olup , bu ayetin deniz kıyısında yaşayan topluluğun yıkımı ile alakasını şu şekilde kurabiliriz;
"Allah ve Resulüne itaat" olarak özetlenen yaşam biçimi , toplumun bütün katmanları tarafından hayata geçirildiğinde fırka , hizip , tarikat , parti , mezhep , meşrep , ırk , kavim gibi insanların ayrışmalarına sebep olabilecek unsurlar arkaya itilerek , toplumun en üst kimliği üzerinden birlikteliğin sağlanmış olması , o toplumun bütün bireylerinin birlik ve beraberlik içinde olmasını sağlayan ana unsurdur. Üst kimlik üzerinden birliktelik oluşturmuş olan toplumlar , daha kuvvetli ve düşmanları tarafından yok edilmesi daha zor toplumlar olacaklardır.
Deniz kıyısındaki topluluğa dönecek olursak , "Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz "Allah'a itaat" şeklindeki hayat sisteminin bir kısım tarafından terk edilmesi ile ortaya çıkan durum , toplumun birlik ve beraberliğinin bozulması anlamına gelmektedir. toplumun 3 guruba ayrılması , 2. guruptaki hak üzere toplumun daha az , 1. ve 3. guruptakilerin daha çok olması nedeni ile toplumun bozulmasına sebep olmaları , bu toplumun Enfal s. 46. ayetinde olduğu gibi KUVVETİNİN GİTMESİ VE DAĞILMASI anlamına gelmektedir.
İşte bu durum, bir toplumun MAYMUN OLMA sürecine girmesi anlamına gelmektedir.
Birlik ve beraberliğini yitirerek parça parça hale gelen toplumlar , düşmanları için kolay lokma haline gelerek , yenilmesi ve yutulması daha kolay bir hale dönüşecektir.
166. ayette geçen, "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" (onlara zelil maymunlar olunuz dedik) cümlesi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu ifadenin bir toplumun bir anda fizyolojik bir dönüşüme uğramasını ifade etmediğini düşünmekteyiz. Bakara s. 243. ayetinde " Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi?
Allah onlara «ÖLÜN» dedi. Sonra onları DİRİLTTİ. Allah insanlara bol nimet
verir, fakat insanların çoğu şükretmezler." şeklindeki beyanı dikkate alarak 166.ayeti düşündüğümüzde bize bu noktada bir yol gösterecektir. Çünkü bu ayet , Araf s. 166. ayeti gibi fizyolojik anlamda ölüm ve dirimi değil , toplumsal yasalar gereğince meydana gelen bir sürecin sonucunu anlatmaktadır.
Bakara s. 243. ayetinde geçen "Ölüm" ve "Diriliş" kelimeleri, hakiki anlamda bir ölüm ve sonrası dirilmeyi değil , toplumların güçsüz kalmaları nedeniyle , topraklarının düşmanları tarafından işgale uğramasını , yani mecaz anlamda ölmesini , toprakları işgale uğrayan toplumun , bu işgalin ardından yeniden toparlanarak, işgale uğrayan topraklarını geri almasını , yani mecaz anlamda dirilmesini ifade etmektedir.
Araf s. 166. ayetindeki olayı da bu bağlamda değerlendirmek gerektirdiğini düşünmekteyiz.
"Qıredeten" kelimesi : "Maymun" anlamına gelmekle birlikte , yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı anlamına da gelmektedir.
"Hasee" kelimesi : hor , hakir , zelil duruma düşmek anlamındadır.
Bu kıssa sadece 166. ayet ile son bulmamakta , 167-168-169-170-171. ayetler de kıssanın bağlamı ile yakından alakalı ayetlerdir. Kıssanın asıl anlatım amacını bu ayetlerdeki beyanlar teşkil etmektedir. Sadece kıssanın ilk bölümünü okuyarak , ikinci bölümünü okumamak veya sadece ikinci bölümünü okuyarak birinci bölümünü okumamak, asıl mesajı anlamaya engel olacaktır.
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek olanı üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk
verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Araf suresi 167. ayeti maalesef tek olarak alınarak , rivayet kitaplarında mevcut olan , kıyamete yakın bir zamanda Yahudiler ile Müslümanlar arasında meydana gelecek olan bir savaşın delili olarak okunmaktadır. Bu ayet sadece kıyamete yakın olacak bir olayı değil , hak edişe bağlı olarak tüm zamanlarda meydana gelebilecek, ve sadece Yahudilere has olarak değil , bütün topluluklar için geçerli olacak bir sonucu hatırlatmaktadır.
"Teezzene" (bildirmişti) ifadesi , bu durumun daha önce bildirilmiş yani yasalaşmış olduğunu , ve işleyiş yasalarının bir gereği olarak , hak eden toplumun başına geldiğini anlatmaktadır.
"Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasalar , bazı nedenlerden ötürü güçsüz durumda kalan toplulukların , düşmanları tarafından işgal edilmesi şeklinde çalışmaktadır. 167. ayet bu yasayı hatırlatmakta, ve "Men yesumuhum su el azabi" (o kimse ki onları azabın kötüsüne layık görecek) cümlesinin, aynı ibarenin geçtiği Firavun'un İsrailoğullarına yaptığı soykırımın anlatıldığı ayetler ile bağının kurularak okunması , konunun daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır.
Burada kısaca 167. ayetindeki "Men" edatının, "kimseleri" şeklinde yapılan çevirisinin uygun bir çeviri olmadığını , bu konuyu ayrıca müstakil bir başlık olarak ele alacağımızı hatırlatalım.
Kur'an'ın Firavun'dan bahsederken İsrailoğullarına yaptığı zulüm için kullandığı "Yesumuneküm su el azabi" (size azabın kötüsünü reva gören) ibaresinin, 167. ayet ile bağını kurmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz ;
İsrailoğullarının Firavun'un esareti altına düşmeleri , yine toplumsal bir yasa sonucunda kendi ellerinin işledikleri yüzünden güçsüz duruma düşmeleri sebebi iledir. Firavun sadece belirli bir zaman içinde yaşamış İsrailoğullarına zulmeden şahsiyet olmaktan çıkarak , Araf s. 167. ayetinde evrensel bir şahsiyete dönüşerek , tüm zamanlarda hak edişe bağlı olarak , toplumların başına musallat olacak zalimlerin ortak adı haline gelmiştir.
Firavun , yaşamış ve zulmü ile meşhur bir şahsiyet olarak, İsrailoğullarına en kötü zulmü reva görmüş, ve gördükleri zulüm İsrailoğullarının dilinde nesilden nesile aktarılarak, onlar için acı bir anı olarak akıllarda kalıcı bir şekilde yer etmiştir.
Kan , gözyaşı ve zulmün evrensel bir adı olan "Firavunlar" , hak edişe bağlı olarak güçsüz kalan toplulukların başlarına musallat olarak , onların can , mal ,ırz , namus , doğal kaynakları gibi her neler varsa sömürerek , kendilerinin zenginliklerine ilave etmek için kıyamete kadar insanlık tarihi içinde var olacaklardır.
Maymun haline getirilme konusunu , bu söylediklerimizin çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu durumu fizyolojik değişimden öte , insanların hayatlarındaki yanlış sistemlerden kaynaklanan fillerin getirdiği toplumsal yıkımlar sonucunda , başkalarının esareti altına girmenin adını "MAYMUN HALİNE GETİRİLMEK" olarak ifade edebiliriz. Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarına yapmış olduğu zulüm , bir insana yapılamayacak kadar vahşice bir eylemdir. İsrailoğullarına Firavun tarafından reva görülen zulüm , hayvana dahi reva görülmeyecek derecede olmuş olsa dahi , bu zulüm onların hayvan yerine konulması olarak anlaşılabilir.
Ayrıca "Qıredeten" kelimesinin maymun anlamından ayrı olarak , "yün ve yapağı yoluntusu , yaprakları sıyrılmış hurma dalı " gibi anlamları da mevcut olup , "Qulna lehüm künü qıredeten hasiin" ibaresini , yolunan yünlerin rüzgarda sağa sola uçuşması , hurma dalının meyvesiz hali üzerinden, o kavmin topraklarından sürülerek,sağa sola bölük pörçük kabileler halinde dağıtılması olarak okumakta mümkündür. İsrailoğullarının tarihine baktığımızda hayatlarının topraklarından sürülmek sureti ile sürgünlerde geçmiş olması , böyle bir anlamın da makul olabileceği yönünde bizi düşündürmektedir.
Araf s. 168. ayette , kelimenin sürgün edilmek şeklinde yorumlanabilecek anlamına uygun bir ifade bulunması , bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi
olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da
musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Yaptıklarının neticesinde topraklarından ayrılarak sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan İsrailoğullarının sürgünde geçen hayatları, 168. ayet içinde anlatılmaktadır. Bir toplumun yaşadığı hayat içinde başlarından geçenler " bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik" şeklinde ifade edilmekte , başlarından geçen imtihanlara sabredenler "İçlerinde iyi olanları" şeklinde , imtihana sabredemeyenler ise "olmayanları" olarak ifade edilmektedir.
[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü
kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor
ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da
alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl
erdirmeyecek misiniz?
Konumuz olan ayetlerin Medine de inmiş olduğunu dikkate aldığımızda , bu ayet o günkü yaşayan Yahudileri hedef almakta, ve onların inançlarının yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Deniz kıyısında yaşayan topluluğun kıssasını anlatarak , yaptıkları yanlışlar yüzünden o topluluğun başına gelenlerin anlatılmasının ardından , Medine Yahudilerini hedef alan bu ayet , o günkü muhataplara zımnen şöyle demektedir ;
Ey Yahudiler , sizden önceki atalarınız olan deniz kıyısında yaşayanlar , benim onlara emrettiğim yasakları çiğnemek sureti ile , kendi ellerinin hak ettikleri cezaya kavuştular , siz de benim size olan emirlerimi çiğneyecek olursanız, önceki atalarınızın çarptırıldığı cezanın aynısına kavuşursunuz.
Nisa s. 47. ayetine baktığımızda, Yahudileri şu şekilde tehdit etmektedir.
[004.047] Ey ehl-i kitap! Biz, birtakım yüzleri silip dümdüz ederek
arkalarına çevirmeden, yahut onları, cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce
(davranarak), size gelenleri doğrulamak üzere indirdiğimize (Kitab'a) iman edin;
Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir.
Nisa s. 47. ayetinde, kitap ehlinden olan Yahudiler , kendilerine gelen elçi ve kitabı kabul etmeye davet edilerek , bu doğrultuda hayat sürmedikleri takdirde , kendilerinden öncekilerin başına gelen ile tehdit edilmektedirler. Ayet içinde geçen "Allah'ın emri mutlaka yerine gelmiştir" cümlesi , tehdidin daha önce gerçekleştiğini , aynı suçun işlendiği takdirde, aynı cezanın yerine geleceğini haber vermektedir.
Yahudiler kendilerine verilen emri yerine getirmeyerek elçi ve kitaba iman etmediklerini ve bu hatalarının karşılığını nasıl aldıklarını , yani Nisa s. 47. ayetindeki tehdidin nasıl gerçekleştiğini , yine Kur'an haber vermektedir.
[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran
O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin
kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara
beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve
inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003] Eğer Allah, onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları
(yine) dünyada azablandırırdı. Ahirette ise onlar için ateş azabı vardır.
[059.004] Bu, Allah'a ve Peygamberine karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim
Allah'a karşı gelirse bilsin ki Allah'ın cezalandırması şüphesiz çetindir.
Haşr suresindeki bu ayetlerde, Yahudilerin Medine den sürgün edilmesi anlatılmaktadır. Nisa s. 47. ayetinde haber verilen tehdidin gerçekleştiği, bu ayet ile haber verilmektedir. Nisa s. 47. ayetindeki "cumartesi ashabı gibi lânetlemeden önce" cümlesi, bu topluluğun "Qıredeten hasiin" şeklinde ifade edilen bir lanetin benzerine uğradığını haber vermektedir.
Yahudilerin uğradığı lanet , Allah ve elçisine iman etmemek sureti ile fesada devam etmelerinden dolayı , ister maymun haline gelmek olsun , ister sürgün edilmek olsun , bu cezalar tüm zamanlar için geçerli olan cezalardır. Maymun haline getirilmek fiziki anlamda değil , hayvan muamelesi edilmek sureti ile , Firavunların elinde soykırıma uğramak olarak anlaşılması daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Yahudilerin , Medine de gördüğü muamele zulüm değil , işledikleri fesadın ortadan kaldırılmasına yönelik bir hareket olduğunu hatırlatmak isteriz. Tarih içinde İsrailoğulları , büyük zulümlere elbette uğramışlardır , ancak Medine de gördükleri karşılık , yapmış oldukları fesadın bir sonucu olarak , Sünnetullah'ın Müslümanlar eli ile işlemiş olmasıdır.
[007.170] Kitab'a sımsıkı sarılıp salatı ikame edenler var ya, işte biz
böyle ISLAHA çalışanların ecrini zayi etmeyiz.
Islah kelimesi , fesat kelimesinin zıddı bir kelime olup , İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bu kelimeyi Kur'an içinde sıkça görmekteyiz. 170. ayet , arz üzerinde kişi ve toplumların feci sonlara uğramadan bir hayat sürmesinin anahtarını işaret eden ayetlerden bir tanesidir. Kitaba sarılan ve onun gereklerini ayakta tutarak , yeryüzünü ıslaha çalışanlar , işlediklerinin karşılığını alarak hem dünya hem de ahirette felaha ereceklerdir.
[007.171] Bir zamanlar dağı İsrailoğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık
da üstlerine düşecek sandılar. «Size verdiğimi (Kitab'ı) kuvvetle tutun ve
içinde olanı hatırlayın ki korunasınız» dedik.
Bu ayette , israiloğullarından alınan sözden bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu sözün , dağın sanki bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olduğu halde alındığı bildirilmektedir. Bu olayın mecaz bir olay gerçek olarak vaki olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü , dağın bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırılmış olması ve onların dağın üzerlerine düşecek sanması , bu olayın gerçek olarak vaki olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Böyle bir durumda verdikleri sözden dönmüş olmaları , bu topluluğun nasıl bir yapı da olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekici olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak : Kur'an İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda , toplumların sürdürmüş oldukları yaşam biçimlerinin onları nasıl bir sona sürükleyeceğini canlı örnek olarak bizlere göstermektedir. Deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun maymun haline getirildiğinin anlatılması , literal bir okuma şeklinde değil , evrensel bir mesaj içermiş olabileceği açısından okunmaya çalışıldığı takdirde kıssa, tarihte yaşamış bir topluluk ile sınırlı olmaktan çıkarak , tarihin hangi zaman ve mekanında yaşarlarsa yaşasınlar , aynı suçu işleyenlerin uğrayacağı cezayı haber vermektedir.
Toplumsal yasaların işleyişini merkeze alan , ve bu yasaların işleyişinin yaşanmış kıssalar ile bizlere gösterilmiş olduğu düşüncesinden yola çıkılarak yapılacak okumalar , Kur'an'ı masal kitabı olmaktan çıkararak , hayatın içinden mesajlar veren , hayatları düzenleyen , ve yaşanan hayatların dünya ve ahiret karşılığını haber vererek , canlı ve diri bir kitap olarak bilinmesini ve hayata yansıtılmasını sağlayan bir kitap haline gelecektir.
Bir toplumun maymun haline getirilmesi demek , başka insanların elinde tahakküm altına alınma , ve topraklarından sürülme hali olarak anlaşıldığı zaman , ayetler tarihteki bir olayı anlatmaktan çıkarak , evrensel mesajlar haline dönüşecektir.
Yazımızın , deniz kıyısında yaşayan topluluğun , fizyolojik olarak maymuna dönüştürülmediğini ispat etmeye yönelik bir çalışma olmadığını hatırlatmak isteriz. Böyle bir dönüşümün olmadığı yönündeki düşüncelerin , geçmişteki tefsirciler tarafında da dile getirilmiş olduğunu hatırlatarak , modernizm kokan bir düşünce olarak görülmemelidir.
Yazımızda kıyamete kadar işleyecek olan toplumsal yasaları yani Sünnetullah'ı merkeze alarak ,bu doğrultuda kıssayı okumaya , ve bu kıssadan hisse çıkarmaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Kasım 2016 Çarşamba
16 Şubat 2015 Pazartesi
Toplum Düzeninin Cezai Müeyyideler İle Sağlanması ve Kur'anın Bu Konudaki Yaklaşımı
İnsan , yaratılışı itibarı ile birlikte yaşamaya muhtaç bir varlıktır. Bu ihtiyacını Aile , Köy , Kasaba , Şehir ve Devlet bazında yaşam tarzı geliştirerek karşılamaya çalışır. En küçük topluluk olan Aile ve en büyük topluluk olan Devlet içinde yaşamanın bir takım kuralları vardır ki herkesin bu kurallara uyması zorunluludur. Bu kurallara uymayarak haddi aşanlara bir takım had cezaları getirilmiştir ki bu tür cezalar bütün hukuk sistemlerinde vardır.
Cezaların asıl mantığında dürüst insanları korumak , ve dürüst insanlara karşı suç işleyenleri onlara karşı bu suçu işlememelerini sağlamaya yönelik caydırıcı cezalar olmalıdır. Aksi bir uygulama suçluları ödüllendirmek olur ki böyle bir toplumda yaşamak neredeyse imkansızlaşır.
Allah (c.c) yaratıcı ve tek İlah olması nedeniyle kullarının yaşadığı topluma bir takım düzenlemeler getirmiştir ve bu düzenleme içinde kurallara uymayanlara Dünyevi cezalar ön görülmüş ve tevbe edilmediği takdirde Ahirette daha çetin bir azabın olduğu hatırlatması yapılmıştır. Bir toplumda cezadan önce, o cezayı hak edecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerektiği öncelikli olup, gerekli sosyal düzenlemelerin yapılmadan ,tek taraflı olarak sadece ceza sisteminin işlediği bir toplumda dengenin bozulacağı muhakkaktır.
Kur'an , İnsanların yaşadıkları toplum içinde birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeleri gerektiği konusunda kişileri ebedi bir azap ile korkutmuş , ve işlenen suçlar karşılığında Ahiret öncesi , bir takım cezalar belirlemiştir. Bu cezalar konusunda bir takım düşünceler ortaya atılarak suçu işleyeni koruma gayesi üzerine kurulmuş ve eziklik psikolojisinin eseri olduğunu düşündüğümüz bir takım yorumlar getirildiğine şahid olmaktayız.
Cezalarda asıl olan, caydırıcı olması ve aynı suçun bir başkası tarafından işlenilmeye kalkıldığı zaman , ondan önce aynı suçu işleyenin gördüğü cezayı göz önüne alarak, suçun işlenilmesine engel olunmasıdır. Kur'an , Cinayet , Harp , Fesad , Zina , Hırsızlık , Yalancı Şahidlik gibi suçlara had cezaları getirmiş ve bu cezaların maksadı "Caydırcılık" olma esasına dayanmaktadır. Bunun dışındaki suçlara verilecek cezalar "Caydırıcılık" mantığına dayalı olarak hukukçular tarafından belirlenebilir.
Kur'an en küçük toplum olan Aile içindeki sorunlar da , Erkeği "Kavvam" olarak niteleyerek onu bir nevi "Hakim" konumuna oturtmuş ve sorun çözmedeki insiyatifi ona yüklemiştir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kur'anın Erkeği söz sahibi kılmış olması onun zulmetmesine izin vererek sorunları çözmesine imkan tanıMAmıştır. Hakim pozisyonunda olan birinin vereceği hükmü "Adil" olarak verme mecburiyetini yükleyen Kur'an, yanlış karar vermenin sorumluluğunu hatırlatarak, bu konumdaki insanları uyarmıştır. Eğer bir Erkek elindeki bu yetkiyi haksız yere kullandığında, onu cezalandıracak İlahi bir merci olduğunu bilerek ona göre karar verecektir.
Nisa s. 34 , Aile içi sorunlarda nasıl bir prosedür takip edilmesi gerektiğini beyan etmesi bakımından ve özellikle "Fadribuhünne" (Onlara vurun) kelimesi üzerinde bir takım yorumların yapıldığı bir Ayettir. Bu kelimenin klasik meallerde "Onları dövün" olarak çevrilmesi bir takım sıkıntılı durumların doğmasına sebeb olmuştur. Buna karşı olarak yapılan yorumların "Alem ne der" mantığı içinde olduğunu da söylemek istiyoruz. Dayağı savunmak gibi bir niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek bu Ayet hakkında daha geniş bir yorumu bir başka yazıya bırakarak şunları söyleyebiliriz.
[004.034] Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
"Darabe" , "Bir şeyi başka bir şeyin üzerine koymak" şeklinde anlama sahip bir kelimedir. Bu anlam geçmişte "Erkeğin elinin Kadının üzerine konulması" yani "Dayak" şeklinde gerçekleşmiş ve bazı kişiler tarafından hala gerçekleştirilmektedir. Bu şekil bir muameleyi şayet Erkek , "Bu bana Kur'anın verdiği bir haktır" iddiası ile yapıyorsa önce Kadının neden böyle bir baş kaldırma içine girdiğini düşünmesi sonra yaptığının hak , hukuk , adalet kuralları dahilinde doğruluğunu vicdanına sorgulatmalıdır. Kur'anı hayat nizamı yapmış bir kişinin böyle bir muamele yapmasının pek mümkün olmadığı, evlilik hayatı içinde eşleri ile bu tür bir muamele yapmak gereğini duymayan Muhammed (a.s) örnekliğinin okunması ile anlaşılabilir.
Ayet içinde geçen "Fadribuhünne"kelimesinin illaki "Dayak" anlamında anlaşılması gerekmez. Kelimenin bir çok yan anlamı olması ,Ayet içindeki bu kelimenin kesin olarak "Dövün" anlamına geldiğinin iddia edilmesini zorlaştırmaktadır. Ayeti ,Aile için sorunlara çözüm önerisi olduğu düşüncesini ön plana koyduğumuzda, kocasından dayak yiyen bir kadının kocasına karşı olan duyguları mutlaka değişecektir. Bu kelimeyi Erkeğin , Kadın üzerine hakim posizyonunda olması nedeniyle baskı uygulaması olarak anladığımızda sorunun çözümü için söz veya başka bir şekilde kadının üzerinde olmak anlamı çıkarmak mümkündür. Eğer Erkek , Karısına karşı vazifesinin bilincinde bir kişi ise bu vazifeyi dayak ile değil "Kavvam" olması görevinin kendisine yüklediği üstünlüğü kullanarak yapabilir.
Aile içi sorunların çözümü bu şekil Ayetler ışığında okunduktan sonra , toplumu rahatsız eden suçların başında gelen "Hırsızlık" suçu ile ilgili Kur'anın en dediğine bakmak istiyoruz.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. Ayetinde , hırsızlığın cezasının, "El kesmek" olarak belirlendiğini görmekteyiz. Bu cezanın hanigi tür hırsızlık için uygulanacağı beyan edilmemiş bu bu belirlenme hukukçulara bırakılmıştır. Ancak bu cezanın uygulanması öncelikle , hırsızlık suçunu işlemeye mecbur kalmayan bir toplum tesis edildikten uygulama sahasına geçmesi zorunluluğu vardır. Eğer insanı çalmak zorunda bırakacak kadar darlıkta bırakırsanız onun yaptığı suça karşılık ona ceza vermeniz "Zulüm" olacaktır.
Kur'anın böyle bir cezayı öngörmüş olması , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın uygulanması gibi bir mecburiyeti getirmez. Hırsızlık suçu için belirlenen bu cezanın uygulanmasını gerektirmeyecek kadar hafif sayılabilecek hırsızlık suçu yapılmış olabilir , veya bu cezanın bile hafif gelebileceği kadar ağır bir hırsızlık suçu işlenmiş olabilir. Burada bizim için önemli olan nokta bu cezanın "Caydırıcı" olması mantığı açısından yaklaşarak , toplum içinde meydana gelebilecek farklı hırsızlıklara farklı cezalar tayin edilmesidir. Bu cezaların ortak noktası, aynı suçun başkaları tarafından işlenebilme imkanını ortadan kaldırmak olmalıdır.
Bu cezanın hakiki anlamda bir ceza olmadığı , mecaz anlamda el kesme olduğu yani hırsızlık yapacak yolları kesmek olduğu şeklinde bir takım düşüncelerin olduğu konu ile ilgilenenlerin malumu dur. Hırsızlığa giden yolların KESİLMESİ zaten Sosyal Devlet olgusunun bir gereğidir ,bunu kimse red edemez , zaten kişiyi hırsızlık yapmaya mecbur bırakan bir düzenin, böyle bir ceza uygulaması adalet değil zulüm olacaktır.
Ayet içindeki "Nekalen" kelimesi , caydırıcılık olması açısından değerlendirilmesi gereken bir kelime olup ,eğer bu Ayettteki el kesme yi hırsızlığa giden yolları kesin şeklinde anladığımız zaman "Nekalen" kelimesinin işlevi ortadan kalkacaktır. Bu kelime, suça verilen cezanın ibret olması açısından kullanılan bir kelime olup , Ayete getirilen bu tür modernist yorumların, "Alem ne der" mantığı ile yapılan bir okuma sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Eydiyehuma" (Kadın ve erkek hırsızın elleri) anlamındaki kelimenin , "Hırsızların kaç tane eli var ki keselim?" gibi bir takım kafa karıştırıcı sözler edilerek, bu ceza konusunda mecaz olduğunu düşünenlerin dillerine dolandığını görmekteyiz. Bu tür bir kalıbın kullanılması, Arap dilinin bir özelliği olduğu ve insan azaları için bu tür kalıbın kullanılmış olduğunu bu konu ile alakalı olan bir yazımızda örnekleri ile ele almıştık.
El kesme cezasına karşı getirilen argümanlardan bir tanesi de "Hümanist" düşünceler içinde hırsızı düşünen yaklaşımlardır. İddia olarak , hırsızın elinin kesildiği takdirde geri kalan hayatında nasıl rızkını temin edebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl çıkaracağı gibi yaklaşımlar serd edilerek çalanı değil cezayı vereni suçlu göstermeye kalkan yaklaşımların sergilendiğini görmekteyiz. Yaptığı suçun cezasını düşünmek suçlunun görevi olup , cezayı verenin sorunu değildir. Cezalardaki asıl amaç olan caydırıcılık prensibine aykırı olan bu tür düşünceler , mazlumu değil zalimi esas alan bir hukuk sisteminin düşünce yapısında olabilir.
Hırsızlık suçunu işleyerek elinin kesilmesini göze alan bir insanın geleceğini düşünerek böyle bir cezanın olmaMAsı gerektiğini düşünenlerin , Nur s. 2. Ayetindeki zina işleyenlere uygulanacak ceza ile ilgili olarak " eğer Allah'a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın" şeklinde buyurulması bizlerin had cezaları konusunda nasıl bir tercihte bulunmamız konusunda gereken bilgiyi vermektedir. "Bu durum sadece zina cezası için olabilir" şeklinde bir düşünce içinde olana ancak "Hırsızdan fazla hırsızcı" diyebiliriz.
Eğer ihtiyacı olmadığı halde çalan ve cezayı hak eden birine acıyarak gerekli olan cezayı vermemek toplumdaki suç oranının artmasına ve huzursuzluğun artmasına sebeb olacaktır. Şayet işlediği bir suçun ağır bir cezası olduğunu bilen birisi o suçu işlemek için bir kaç defa düşünecektir. Rızkını nasıl temin edeceği veya çoluk çocuğunu düşünerek bunu yapmaması onun menfaati icabı olup , "Benim çoluk çocuğumu düşünürler nasılsa" diyerek cezadan kurtulacağını düşünen biri yarın bu hırsızları düşünen birisinden bir şeyler çaldığı zaman aynı kişi o hırsız için hümanist duyguları besleyebilecekmi dir ?.
Bu yazının yazılmasından bir kaç gün önce Mersin de tüyleri ürperten bir cinayet işlenerek masum bir genç kızımız öldürülmüştür. Türkiye de cinayet suçunun kısas olmaması nedeni ile cinayetin faili bir kaç sene hapis yatarak serbest kalacaktır. T.C kanunlarına göre katil suçunun cezasını çekmiş olacaktır fakat bu suça verilecek olan ceza toplum vicdanını rahatlatmayacak ve bu suçu başkalarının işlememesi için gerekli olan caydırıcı cezanın olmaması nedeni ile maalesef tir ki bu tür suçlar işlenmeye devam edecektir. Şayet bu tür suçlara en ağır ceza verilmiş ve cinayeti işleyen kişi kısas edilmek sureti ile öldürülmüş olsaydı bu ve buna benzer suçları işlemeye meyyal olanlar artık suç işlemek için biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır.
Hırsızlık suçunun cezasının ağır olduğu , şayet bu ceza uygulandığında rızkını nasıl temin edeceği gibi düşünceler içinde olanlar dahi Mersin de işlenen bu cinayetin cezasının daha ağırlaştırılarak, ölüm olmasını istemektedirler. Şimdi onlara , "Siz bu katilin öldürülmesini istemekle vahşet istiyorsunuz , bu katilin çoluğu çocuğu ne yapar onları neden düşünmüyorsunuz, hırsız için verilecek ceza için yaptığınız hümanistliği neden bu katil için yapmıyorsunuz?" dediğimiz zaman acaba verilecek ne gibi bir cevapları olur?.
Buradan anlaşılmaktadır ki işlenen suça verilecek cezanın oranı, işlenen suç ile orantılı olmalı ve caydırıcılık teşkil etmelidir. Toplum vicadanını rahatlatmayan ve suçluları suç işlemekten caydırmayan bir ceza sistemi , o suçun işlenmesini önlemek yerine o suçu teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. "Babalar gibi yatar çıkarım" sözü suçluların suçu işlemeden önceki söyledikleri meşhur sözlerden olup eğer işlemek niyetinde oldukları suçun ağır bir cezası olsaydı acaba bu tür sözleri sarf edebilirlermiydi?.
Sonuç olarak; İnsanların birlikte yaşamaları gereği , bir takım hak ve hukuk ihlalleri olması ihtimaline karşı bu yolların kapatıldıktan sonra , bu tür ihlallerin yapılmasının, cezai müeyyideler ile caydırılmaya çalışılması hukuksal bir gereksinimdir. Bu cezaların mantığında eğer acımak veya suçluyu düşünmek gibi bir takım hümanist duygular yattığı takdirde, yaşanılan toplum "Suçlular Cenneti" olacaktır.
Dürüst insanlardan hiç kimse böyle bir Cennette!! yaşamak arzu etmeyeceği için, düzenlemelerin suçluların menfaatine değil dürüst insanların menfaatleri doğrultusunda yapılması gereklidir. Dürüst ve erdemli insanların suç işlemek gibi bir durumları olmayacağı için suça verilecek cezaların suçluların gözünü korkutacak kadar ağır olması gerekmektedir. Cezaların ağır olmasından şikayet edenler dürüst insanlar değil ancak suça yatkın insanlar olabilir.
Suçluların gelecekleri düşünmek bizlerin değil asıl suç işleme itiyadında olanların sorunu olmalıdır ki suça olan eğilimleri azalmalıdır. Kur'anın insanları en doğruya götüren bir Kitap olması demenin ,toplum düzenini sağlam temeller üzerine kurması demek olup , bu temellerden olan bir takım had cezalarını "Alem ne der" düşüncesi içinde değerlendirmek yerine "Allah ne der" düşüncesi içinde değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Cezaların asıl mantığında dürüst insanları korumak , ve dürüst insanlara karşı suç işleyenleri onlara karşı bu suçu işlememelerini sağlamaya yönelik caydırıcı cezalar olmalıdır. Aksi bir uygulama suçluları ödüllendirmek olur ki böyle bir toplumda yaşamak neredeyse imkansızlaşır.
Allah (c.c) yaratıcı ve tek İlah olması nedeniyle kullarının yaşadığı topluma bir takım düzenlemeler getirmiştir ve bu düzenleme içinde kurallara uymayanlara Dünyevi cezalar ön görülmüş ve tevbe edilmediği takdirde Ahirette daha çetin bir azabın olduğu hatırlatması yapılmıştır. Bir toplumda cezadan önce, o cezayı hak edecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerektiği öncelikli olup, gerekli sosyal düzenlemelerin yapılmadan ,tek taraflı olarak sadece ceza sisteminin işlediği bir toplumda dengenin bozulacağı muhakkaktır.
Kur'an , İnsanların yaşadıkları toplum içinde birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeleri gerektiği konusunda kişileri ebedi bir azap ile korkutmuş , ve işlenen suçlar karşılığında Ahiret öncesi , bir takım cezalar belirlemiştir. Bu cezalar konusunda bir takım düşünceler ortaya atılarak suçu işleyeni koruma gayesi üzerine kurulmuş ve eziklik psikolojisinin eseri olduğunu düşündüğümüz bir takım yorumlar getirildiğine şahid olmaktayız.
Cezalarda asıl olan, caydırıcı olması ve aynı suçun bir başkası tarafından işlenilmeye kalkıldığı zaman , ondan önce aynı suçu işleyenin gördüğü cezayı göz önüne alarak, suçun işlenilmesine engel olunmasıdır. Kur'an , Cinayet , Harp , Fesad , Zina , Hırsızlık , Yalancı Şahidlik gibi suçlara had cezaları getirmiş ve bu cezaların maksadı "Caydırcılık" olma esasına dayanmaktadır. Bunun dışındaki suçlara verilecek cezalar "Caydırıcılık" mantığına dayalı olarak hukukçular tarafından belirlenebilir.
Kur'an en küçük toplum olan Aile içindeki sorunlar da , Erkeği "Kavvam" olarak niteleyerek onu bir nevi "Hakim" konumuna oturtmuş ve sorun çözmedeki insiyatifi ona yüklemiştir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kur'anın Erkeği söz sahibi kılmış olması onun zulmetmesine izin vererek sorunları çözmesine imkan tanıMAmıştır. Hakim pozisyonunda olan birinin vereceği hükmü "Adil" olarak verme mecburiyetini yükleyen Kur'an, yanlış karar vermenin sorumluluğunu hatırlatarak, bu konumdaki insanları uyarmıştır. Eğer bir Erkek elindeki bu yetkiyi haksız yere kullandığında, onu cezalandıracak İlahi bir merci olduğunu bilerek ona göre karar verecektir.
Nisa s. 34 , Aile içi sorunlarda nasıl bir prosedür takip edilmesi gerektiğini beyan etmesi bakımından ve özellikle "Fadribuhünne" (Onlara vurun) kelimesi üzerinde bir takım yorumların yapıldığı bir Ayettir. Bu kelimenin klasik meallerde "Onları dövün" olarak çevrilmesi bir takım sıkıntılı durumların doğmasına sebeb olmuştur. Buna karşı olarak yapılan yorumların "Alem ne der" mantığı içinde olduğunu da söylemek istiyoruz. Dayağı savunmak gibi bir niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek bu Ayet hakkında daha geniş bir yorumu bir başka yazıya bırakarak şunları söyleyebiliriz.
[004.034] Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
"Darabe" , "Bir şeyi başka bir şeyin üzerine koymak" şeklinde anlama sahip bir kelimedir. Bu anlam geçmişte "Erkeğin elinin Kadının üzerine konulması" yani "Dayak" şeklinde gerçekleşmiş ve bazı kişiler tarafından hala gerçekleştirilmektedir. Bu şekil bir muameleyi şayet Erkek , "Bu bana Kur'anın verdiği bir haktır" iddiası ile yapıyorsa önce Kadının neden böyle bir baş kaldırma içine girdiğini düşünmesi sonra yaptığının hak , hukuk , adalet kuralları dahilinde doğruluğunu vicdanına sorgulatmalıdır. Kur'anı hayat nizamı yapmış bir kişinin böyle bir muamele yapmasının pek mümkün olmadığı, evlilik hayatı içinde eşleri ile bu tür bir muamele yapmak gereğini duymayan Muhammed (a.s) örnekliğinin okunması ile anlaşılabilir.
Ayet içinde geçen "Fadribuhünne"kelimesinin illaki "Dayak" anlamında anlaşılması gerekmez. Kelimenin bir çok yan anlamı olması ,Ayet içindeki bu kelimenin kesin olarak "Dövün" anlamına geldiğinin iddia edilmesini zorlaştırmaktadır. Ayeti ,Aile için sorunlara çözüm önerisi olduğu düşüncesini ön plana koyduğumuzda, kocasından dayak yiyen bir kadının kocasına karşı olan duyguları mutlaka değişecektir. Bu kelimeyi Erkeğin , Kadın üzerine hakim posizyonunda olması nedeniyle baskı uygulaması olarak anladığımızda sorunun çözümü için söz veya başka bir şekilde kadının üzerinde olmak anlamı çıkarmak mümkündür. Eğer Erkek , Karısına karşı vazifesinin bilincinde bir kişi ise bu vazifeyi dayak ile değil "Kavvam" olması görevinin kendisine yüklediği üstünlüğü kullanarak yapabilir.
Aile içi sorunların çözümü bu şekil Ayetler ışığında okunduktan sonra , toplumu rahatsız eden suçların başında gelen "Hırsızlık" suçu ile ilgili Kur'anın en dediğine bakmak istiyoruz.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. Ayetinde , hırsızlığın cezasının, "El kesmek" olarak belirlendiğini görmekteyiz. Bu cezanın hanigi tür hırsızlık için uygulanacağı beyan edilmemiş bu bu belirlenme hukukçulara bırakılmıştır. Ancak bu cezanın uygulanması öncelikle , hırsızlık suçunu işlemeye mecbur kalmayan bir toplum tesis edildikten uygulama sahasına geçmesi zorunluluğu vardır. Eğer insanı çalmak zorunda bırakacak kadar darlıkta bırakırsanız onun yaptığı suça karşılık ona ceza vermeniz "Zulüm" olacaktır.
Kur'anın böyle bir cezayı öngörmüş olması , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın uygulanması gibi bir mecburiyeti getirmez. Hırsızlık suçu için belirlenen bu cezanın uygulanmasını gerektirmeyecek kadar hafif sayılabilecek hırsızlık suçu yapılmış olabilir , veya bu cezanın bile hafif gelebileceği kadar ağır bir hırsızlık suçu işlenmiş olabilir. Burada bizim için önemli olan nokta bu cezanın "Caydırıcı" olması mantığı açısından yaklaşarak , toplum içinde meydana gelebilecek farklı hırsızlıklara farklı cezalar tayin edilmesidir. Bu cezaların ortak noktası, aynı suçun başkaları tarafından işlenebilme imkanını ortadan kaldırmak olmalıdır.
Bu cezanın hakiki anlamda bir ceza olmadığı , mecaz anlamda el kesme olduğu yani hırsızlık yapacak yolları kesmek olduğu şeklinde bir takım düşüncelerin olduğu konu ile ilgilenenlerin malumu dur. Hırsızlığa giden yolların KESİLMESİ zaten Sosyal Devlet olgusunun bir gereğidir ,bunu kimse red edemez , zaten kişiyi hırsızlık yapmaya mecbur bırakan bir düzenin, böyle bir ceza uygulaması adalet değil zulüm olacaktır.
Ayet içindeki "Nekalen" kelimesi , caydırıcılık olması açısından değerlendirilmesi gereken bir kelime olup ,eğer bu Ayettteki el kesme yi hırsızlığa giden yolları kesin şeklinde anladığımız zaman "Nekalen" kelimesinin işlevi ortadan kalkacaktır. Bu kelime, suça verilen cezanın ibret olması açısından kullanılan bir kelime olup , Ayete getirilen bu tür modernist yorumların, "Alem ne der" mantığı ile yapılan bir okuma sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Eydiyehuma" (Kadın ve erkek hırsızın elleri) anlamındaki kelimenin , "Hırsızların kaç tane eli var ki keselim?" gibi bir takım kafa karıştırıcı sözler edilerek, bu ceza konusunda mecaz olduğunu düşünenlerin dillerine dolandığını görmekteyiz. Bu tür bir kalıbın kullanılması, Arap dilinin bir özelliği olduğu ve insan azaları için bu tür kalıbın kullanılmış olduğunu bu konu ile alakalı olan bir yazımızda örnekleri ile ele almıştık.
El kesme cezasına karşı getirilen argümanlardan bir tanesi de "Hümanist" düşünceler içinde hırsızı düşünen yaklaşımlardır. İddia olarak , hırsızın elinin kesildiği takdirde geri kalan hayatında nasıl rızkını temin edebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl çıkaracağı gibi yaklaşımlar serd edilerek çalanı değil cezayı vereni suçlu göstermeye kalkan yaklaşımların sergilendiğini görmekteyiz. Yaptığı suçun cezasını düşünmek suçlunun görevi olup , cezayı verenin sorunu değildir. Cezalardaki asıl amaç olan caydırıcılık prensibine aykırı olan bu tür düşünceler , mazlumu değil zalimi esas alan bir hukuk sisteminin düşünce yapısında olabilir.
Hırsızlık suçunu işleyerek elinin kesilmesini göze alan bir insanın geleceğini düşünerek böyle bir cezanın olmaMAsı gerektiğini düşünenlerin , Nur s. 2. Ayetindeki zina işleyenlere uygulanacak ceza ile ilgili olarak " eğer Allah'a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın" şeklinde buyurulması bizlerin had cezaları konusunda nasıl bir tercihte bulunmamız konusunda gereken bilgiyi vermektedir. "Bu durum sadece zina cezası için olabilir" şeklinde bir düşünce içinde olana ancak "Hırsızdan fazla hırsızcı" diyebiliriz.
Eğer ihtiyacı olmadığı halde çalan ve cezayı hak eden birine acıyarak gerekli olan cezayı vermemek toplumdaki suç oranının artmasına ve huzursuzluğun artmasına sebeb olacaktır. Şayet işlediği bir suçun ağır bir cezası olduğunu bilen birisi o suçu işlemek için bir kaç defa düşünecektir. Rızkını nasıl temin edeceği veya çoluk çocuğunu düşünerek bunu yapmaması onun menfaati icabı olup , "Benim çoluk çocuğumu düşünürler nasılsa" diyerek cezadan kurtulacağını düşünen biri yarın bu hırsızları düşünen birisinden bir şeyler çaldığı zaman aynı kişi o hırsız için hümanist duyguları besleyebilecekmi dir ?.
Bu yazının yazılmasından bir kaç gün önce Mersin de tüyleri ürperten bir cinayet işlenerek masum bir genç kızımız öldürülmüştür. Türkiye de cinayet suçunun kısas olmaması nedeni ile cinayetin faili bir kaç sene hapis yatarak serbest kalacaktır. T.C kanunlarına göre katil suçunun cezasını çekmiş olacaktır fakat bu suça verilecek olan ceza toplum vicdanını rahatlatmayacak ve bu suçu başkalarının işlememesi için gerekli olan caydırıcı cezanın olmaması nedeni ile maalesef tir ki bu tür suçlar işlenmeye devam edecektir. Şayet bu tür suçlara en ağır ceza verilmiş ve cinayeti işleyen kişi kısas edilmek sureti ile öldürülmüş olsaydı bu ve buna benzer suçları işlemeye meyyal olanlar artık suç işlemek için biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır.
Hırsızlık suçunun cezasının ağır olduğu , şayet bu ceza uygulandığında rızkını nasıl temin edeceği gibi düşünceler içinde olanlar dahi Mersin de işlenen bu cinayetin cezasının daha ağırlaştırılarak, ölüm olmasını istemektedirler. Şimdi onlara , "Siz bu katilin öldürülmesini istemekle vahşet istiyorsunuz , bu katilin çoluğu çocuğu ne yapar onları neden düşünmüyorsunuz, hırsız için verilecek ceza için yaptığınız hümanistliği neden bu katil için yapmıyorsunuz?" dediğimiz zaman acaba verilecek ne gibi bir cevapları olur?.
Buradan anlaşılmaktadır ki işlenen suça verilecek cezanın oranı, işlenen suç ile orantılı olmalı ve caydırıcılık teşkil etmelidir. Toplum vicadanını rahatlatmayan ve suçluları suç işlemekten caydırmayan bir ceza sistemi , o suçun işlenmesini önlemek yerine o suçu teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. "Babalar gibi yatar çıkarım" sözü suçluların suçu işlemeden önceki söyledikleri meşhur sözlerden olup eğer işlemek niyetinde oldukları suçun ağır bir cezası olsaydı acaba bu tür sözleri sarf edebilirlermiydi?.
Sonuç olarak; İnsanların birlikte yaşamaları gereği , bir takım hak ve hukuk ihlalleri olması ihtimaline karşı bu yolların kapatıldıktan sonra , bu tür ihlallerin yapılmasının, cezai müeyyideler ile caydırılmaya çalışılması hukuksal bir gereksinimdir. Bu cezaların mantığında eğer acımak veya suçluyu düşünmek gibi bir takım hümanist duygular yattığı takdirde, yaşanılan toplum "Suçlular Cenneti" olacaktır.
Dürüst insanlardan hiç kimse böyle bir Cennette!! yaşamak arzu etmeyeceği için, düzenlemelerin suçluların menfaatine değil dürüst insanların menfaatleri doğrultusunda yapılması gereklidir. Dürüst ve erdemli insanların suç işlemek gibi bir durumları olmayacağı için suça verilecek cezaların suçluların gözünü korkutacak kadar ağır olması gerekmektedir. Cezaların ağır olmasından şikayet edenler dürüst insanlar değil ancak suça yatkın insanlar olabilir.
Suçluların gelecekleri düşünmek bizlerin değil asıl suç işleme itiyadında olanların sorunu olmalıdır ki suça olan eğilimleri azalmalıdır. Kur'anın insanları en doğruya götüren bir Kitap olması demenin ,toplum düzenini sağlam temeller üzerine kurması demek olup , bu temellerden olan bir takım had cezalarını "Alem ne der" düşüncesi içinde değerlendirmek yerine "Allah ne der" düşüncesi içinde değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)