Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.
Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.
[015.035] «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036] Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre
tanı.»
Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.
[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri
(diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.
[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.
Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.
[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç
yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.
İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.
İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.
Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır.
Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
yeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Şubat 2018 Pazar
26 Ocak 2017 Perşembe
Fussilet s. 33. Ayeti : Allah'a Çağırmanın Ben Müslümanlardanım Demenin Hayatımızın İçindeki Yeri
Allah (c.c) , sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmesi için yaratmış olduğu biz kullarına , bu tanımanın hayat içinde nasıl gerçekleşmesi gerektiğini , elçi ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir. Elçi ve kitap halkasının son zinciri olan Muhammed (a.s) a inen Kur'an , aynı bilgileri bizlere hatırlatan bir kitaptır.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Kasım 2016 Cuma
Hamd'ın Alemlerin Rabbi Allah'a Olmasının İnsan Hayatındaki Yeri Nasıl Olmalıdır?
Kur'an'ın bir çok yerinde geçen, "Elhamdulillahi Rabbil Alemin" (Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır) şeklindeki cümleleri, her gün defalarca tekrarlamamıza rağmen, bu sözlerin gereğini hayatımızda yerine getirdiğimizi söylemek güçtür. Övgü anlamına gelen "Hamd" kelimesinin insan hayatında , insanın asi ve nankör bir tabiatı olması , başına gelenlerden kendisini sorumlu tutmayarak suçu başkalarında araması ile yakından ilgisi vardır.
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
18 Şubat 2016 Perşembe
Yeni Bir Din Dilinin Gereği ve Bu Dilde Rivayet Kitaplarının Yeri
İnsanlar için vaz edilmiş yaşam sistemleri ve düşüncelerin, insanlar tarafından rağbet görebilmesinin yolu , o düşünce ve sistemlerin yaşayan insanın sorunlarına çareler sunmasından geçmektedir. Sunulan bu çareler elbette doğru veya yanlış olabilir , ancak asıl önemli olan nokta , bu sistem ve düşüncelerin yaşayan insanın bilgi ve kültürüne uygun söylem üreterek , insanlara cazip ve çekici gelebilmesidir.
Allah (c.c), insanların tek Rab ve İlahı olması nedeniyle , yaşayan insanların hayat içindeki tabi olmaları gereken kuralları vaz etme yetkisinin kendisinde olduğunu beyan ederek , bu kuralları genel hatları ile elçiler aracılığı ile bildirmiştir. "İslam" , Allah (c.c) nin bizler için seçtiği ve bundan başka hiç bir sistemi kabul etmeyeceği dinin adı olarak, son elçi ile kuralları tamamlanmış bir dindir.
Allah (c.c) bizlerden bunun dışında başka bir din yani yaşam ve düşünce sistemi arayışına gitmememizi, ve kendisinin vaz etmiş olduğu bu sistemin insanlar için yeterli olduğunu söylemesine rağmen , insanların bir çoğu başka dinler yani başka yaşam sistemleri vaz etmeye veya başka sistemlere tabi olmaya devam etmektedirler.
Bu noktada ortaya çıkan sorun şu dur ; İnsanlar Allah (c.c) nin kendileri için önerdiği yaşam sistemi yani İslam dinini neden kabul etmeyerek, başka dinlere yani sistemlere yöneliyorlar ?.
Bu soruya pek çok farklı noktalardan bakılarak cevap verilebilir . Yazımızda bu sorunun cevabı, insanlara Allah (c.c) nin önerdiği sistemin , kendisine "Ben Müslümanın" diyenler tarafından, yaşayan insanların ihtiyaçlarına uygun bir söylem şeklinde sunulmadığı üzerinden bakılarak, "İslam Dini" adı altında biz Müslümanlar tarafından yaşanan dinin, insanlığın sorunlarına dair bir söylem üretemediği, ve bunun suçlusunun dinin kendisinin değil , bu dine bağlı olduğunu iddia edenler olduğu merkeze alınarak verilmeye, ve bu noktadaki, bazı sorunlar ele alınmaya çalışılacaktır.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
"Ben Müslümanım" diyen bir kişi , kendisine Allah (c.c) tarafından yüklenmiş olan bazı görev ve sorumlulukları kabul etmiş sayılarak , bu görevleri yerine getirmek mecburiyetindedir. Bunun aksi bir durumun kişiyi, dünya ve ahiret hayatında sıkıntılı bir duruma düşüreceği belirtilmiştir.
[008.039] Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse; muhakkak ki Allah, yaptıklarını görendir.
Enfal s. 39. ayetinde "Din yalnız Allah için oluncaya" kadar ibaresi ile bizlere, yüklendiğimiz bir görev haber verilmektedir. "Din" kavramının tarifinin kısaca , "İnsanların yaşamları içinde tabi oldukları kurallar bütünü" olduğu göz önüne alındığında , Dünya üzerinde yaşayan insanların sadece Allah (c.c) nin dini olan İslama tabi olmaları için çalışmak gibi bir görevimiz olduğu anlaşılmaktadır.
Bu noktada ,"Neden Allah'ın dışındakilerin dini değil de , sadece Allah (c.c) nin dininin yeryüzünde hakim olması gerekmektedir?" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
[021.022] Eğer o ikisinde (gökler ile yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesada uğrardı. Arş'ın rabbi olan Allah, Onların vasfettikleri şeylerden münezzehtir.
Bu sorunun cevabını Enbiya s. 22. ayette bulmaktayız. Dünya tarihi , Allah (c.c) dışında ilahlık iddiasında olanların , bu amaç uğruna dökmüş oldukları kan gözyaşı ve zulüm örnekleri ile dolu olup , şu anda yaşadığımız dünyada dönen olaylar aynı iddianın sonucunda çıkan olaylar sonucu dökülen mazlumların kan ve gözyaşı selinde boğulmaktadır.
Sahte ilahların savaşında en fazla zarar gören kesim olan mazlumlar, kendilerini bu tür savaşlar arasında ezilmekten , kan , gözyaşı ve zulüm görmekten kurtaracak bir sistem beklentisi içindedirler. İnsanlara bu kurtuluşu vaat eden sistemlerin hepsi , başka bir sahte ilah adayının önermesi olup , bu sistemler hayata geçtiği zaman meydana gelen durum, aynı kaosun devamından başka bir şey olmamaktadır.
Bu noktada biz Müslümanların devreye girerek , dünyanın bu gidişine "Dur" diyebilecek bir sistemin , insanların tek Rab ve İlahı olan Allah (c.c) tarafından önerilmiş olduğunu anlatmak için harekete geçmemiz gerekmektedir.
Kur'anın tüm zamanlar için geçerli olan adalet , infak , zengini daha zengin fakiri daha fakir yapma esasına dayanmayan bir iktisadi hayat , zalimlere karşı olmak , mazlumların yanında olmak , dengeli bir hayat , ahlaki çözülmelere karşı olan , insan hayatına değer veren , insan dışındaki canlı hayatına saygı duyan temel düsturlarının, dünyada yaşayan ve fesat düzenlerinde yaşamaktan bıkmış olan insanlara anlatılması gerekmektedir.
İşte olay burada düğümlenmektedir ;
"Kendisi himmete muhtaç bir dede , nerde kaldı gayrıya himmet ede" misali , Maalesef kendisine "Ben Müslümanım" diyenlerin büyük bir bölümü, mensup olduğu dinin böyle düsturları olduğundan bile habersizdir. Dünya üzerinde yaşayan bir çok Müslüman, kendisini sahte ilah ve rablerin ihdas ettiği sistemlere teslim etmiş bir vaziyette , daha kötüsü o sistemlerden bırakın rahatsızlık duymayı , celladına aşık köleler misali o sistemlerden memnun bir vaziyette hayatını sürdürmektedir.
Müslümanların kendileri başta olmak üzere , mensup oldukları dinin yaşanan hayata ve dünyanın bozuk gidişatına dair bir söylemi olduğunu öğrenerek , sonra bu söylemi insanlığa yayarak , çarenin Allah (c.c) nin dini olan İslamda olduğunu bütün dünya insanlarının bilmesi için çalışması ve gayret etmesi gerektiği muhakkaktır.
Bu noktada , İslamın yaşayan insanın ihtiyaçlarına dair olan evrensel söyleminin nasıl bir yöntem ile anlatılacağı konusunun çözülmesi gerekmektedir. Bu gün dünya üzerinde insanları İslam dinine davet eden, ve kendilerini "Davetçi" olarak lanse eden insanların büyük bir çoğunluğu , bu dinin 1500 sene önceki yaşantı , kıyafetten ibaret olduğundan yola çıkarak , giydikleri pantolon paçasının topuktan kaç cm yukarıda olması gerektiği , sakal , sarık , cübbe , 3 taş ile taharet alma , rivayet , tarikat ve şeyh merkezli bir din olduğunu anlatarak, cehaletin paçalardan aktığı bir dine davet etmektedirler.
Böyle bir dine davet edilen insanların haklı olarak , bırakın davete icabet ettiğini , böyle bir dinden fellik fellik kaçtığını , hatta İslam dinini bu anlatılanlar olduğunu zannederek , bu dine düşman olmaktadırlar.
İslamın böyle bir din olmadığı , bu dinin yaşanan hayata dair sözleri olduğu , bu dinin hayatın içindeki sıkıntılara çözümler önerdiği, bilgisi ve şuurunun , önce bizler tarafından anlaşılması ve içselleştirilmesi gerekmektedir. Ancak bu konuda çok büyük sıkıntıların olduğu bir gerçektir.
Bu dinin kitabı olan Kur'an, insanları sadece Allah (c.c) nin belirleyici olduğu bir hayat sistemi altında yaşamaya davet etmektedir. Bu sistem insanlara dünya ve ahirette mutlu ve huzur içinde bir yaşam garantisi sunmaktadır. Dünyada hakim olan fitne ve fesadın kökünün kazınabilmesi , sadece Kur'anın önerdiği sistemin hayata geçmesi ile mümkün olacaktır.
Ancak biz Müslümanların bu konuda yeterli bilgi ve şuur seviyesinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu dinin insanlığı dünya ve ahirette mutluluğa çağırdığı bilgisinin insanlara uygun bir bir dil ile anlatılması çok önemli bir konudur. Mevcut olan klasik söylemin , insanları İslama yöneltmesi şöyle dursun , onların İslamdan kaçmasına sebep olan bir söylem olduğunu burada üzülerek hatırlatmak istiyoruz.
Bu dinin söyleminin insanlar nezdinde karşılık bulması için , yeni bir din dilinin , yani tebliğde kullanılacak yeni argümanların geliştirilmesi acilen gereklidir. "Reform" olarak niteleyebileceğimiz bu yöntem, dinin kendisinde değil , biz Müslümanların din anlayışından başlaması gerekmektedir. Çünkü dinin kendisinde reform yapılma ihtiyacı olmayıp , bu reformun biz Müslümanların zihninde yapılması gerekmektedir.
"Reform" kelimesi , biz Müslümanların aklında , dinin kurallarında bazılarına hoş görünmek için yumuşatmalara gidilmesi anlamında kullanıldığı için, haklı olarak itici gelebilir. Ancak bizim teklifimiz dinin kendisinde değil , Müslümanların din anlayışında olması gerektiği noktasındadır.
Dinin kendisinden tavizler vererek , insanlara "Müdahene" (Tavizkar tutum) etmek , hiç bir elçinin kullandığı yöntem değildir. Bizler böyle bir müdaheneye gerek duymadan , sahip olduğumuz inanç değerlerini insanlığa anlatmak zorundayız , bizim vazifemiz bu dur . Kabul edip etmemek muhatapların insiyatifine kalmış olup , kimse üzerinde baskıcı veya tavizci bir yöntem izlemeye hakkımız ve yetkimiz yoktur.
Bugün "Ben Müslümanım" diyenlerin inandıkları Kur'an , sevap makinası olarak işlev gören , dokunulmazlığı olan , herkesin anlayamayacağı , sayfalarının kutsandığı , yaşanan zamanın sorunlarına dair söylemi olmayan sadece ölülere okunan ÖLÜ BİR KİTAP haline getirilmiştir. Kur'anın ölülere okunan bir kitap olmak durumundan çıkarılarak , dirilere okunan ve yaşanan zamana dair sözleri olan bir kitap haline gelmesi gerekmektedir.
Sıkıntının en fazla baş gösterdiği konu ise , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olmaktan çıkarılmış olmasıdır. Kur'anın devreden çıkarılması sonucunda , elçi merkezli bir din anlayışının tezahürleri dinde belirleyici kılınarak , rivayet kitaplarının öne , Kur'anın arka planda kaldığı bir din anlayışı hakim olmuştur. Bugün Türkiye geneline baktığımızda , rivayet kitaplarının oluşturduğu karizmatik yapının yıkılarak , Kur'anın öne çıkması için mücadele edenler "Sapık" olarak görülmekte ve suçlanmaktadır.
Görülmektedir ki ,biz Müslümanların tüm insanlığı kucaklayan bir söylem üretebilmemiz için, önce kendi içimizde bir mücadelenin yapılarak , önümüze taş koyan kişi ve unsurların temizlenmesi gerekmektedir.
Din anlayışında reform (yenilik) yapılmasının önündeki en büyük engel , rivayet ve kişi merkezli haline gelmiş olan din algısıdır. Yenilenme hareketine bu dinin , kişi ve rivayet kitapları merkezli din algısının tahakkümünden acilen kurtarılması yapılması gereken ilk çalışmadır.
Tarih boyunca insanlar, kendilerini peşine takan "Rol Model" şahsiyetlere ihtiyaç duymuş , ve bu kimselerin peşinden giderek ideallerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bizlerin ihtiyacı olan bu şahsiyetler, Kur'an içinde bizlerin onları yeniden keşfederek, onların rol modelliğinden hareketle ,yeniden küfre , zulme , isyana "Dur" dememizi beklemektedir.
Peygamberler tarih boyunca mazlum insanlar için "Rol Model" olmuş ve bizler içinde olması gereken şahsiyetlerdir. Çünkü bu şahsiyetlerin örnekliği üzerinden yürütülen mücadele , mazlumlara umut ışığı olmuştur. Şimdi aynı mazlumlar, kendilerine rol model şahsiyetlerin yeniden diriltilmesini beklemektedir.
İşte bu peygamberler, kıssalar ile bizlere anlatılarak , insanlara nasıl örnek oldukları , ve onların yaptıkları mücadelenin nasıl bir zemine oturduğu, önce bizler tarafından doğru bir biçimde okunarak, yaşayan insanlara sunulması gerekmektedir. Kıssaları zalimlere karşı verilen savaşların örneklikleri olarak okumayan hangi okuma yöntemi olursa olsun , Kur'anın dünyaya dair bir sözü olduğunu net olarak anlatamaz.
Klasik din algısında Muhammed (a.s) ın ölmediği , kabrinde bir takım tasarruflarda bulunduğu , kendisine okunan salavatları işittiği gibi Kur'an ile taban tabana zıt düşüncelerin mevcut olduğu herkesin malumudur.
Rivayetleri merkeze alan din algısının en büyük problemi, kabrinde yaşayan bir peygamber portresi altında "ÖLÜ BİR PEYGAMBER" algısına sahip olmasıdır. Çünkü böyle bir peygamber portresinin, yaşayan insanların sorunlarına dair herhangi bir çözüm teklifi yoktur.
Böyle ÖLÜ BİR PEYGAMBERE insanlığın ihtiyacı da yoktur. İnsanlığın ihtiyacı olan peygamber portresi , rivayet ve şemail kitaplarını çizdiği değil , Allah (c.c) nin kitabının çizdiği peygamber portresidir.
Bizler sahip olduğumuz peygamberi öldürerek , misyonu bitmiş , zalimlere baş kaldırmamış , zulme boyun eğmiş , insanlara sadece hangi el ile yemek yemesini , hangi ayak ile tuvalete gireceğini öğretmiş v.s bir peygamberi insanlığa artık sunamayız.
"Peygamber Düşmanlığı" silahı , rivayet kitaplarının kurduğu saltanata karşı sesini çıkaran ve bu kitapların sebep olduğu yanlış inançları dile getirerek , Kur'anın öne çıkmasını savunun insanlar için kullanılan bir deyimdir. Halbuki asıl peygamber düşmanlığı , Kur'anın öne çıkmasına sadece bu kitapların saltanatı son bulacağı için engel olmaya çalışanların yaptığıdır.
Peygambere dostluk ve sevgi yapılmak, eğer samimi olarak isteniyor ise , bu kitapların dinde belirleyiciliğinin devamı için koparılan yaygaraların kesilmesi , ve "YAŞAYAN PEYGAMBER" portresinin bulunduğu kitaba acilen yönelinmesi gerekmektedir. Rivayet türü kitapların Müslümanların gündeminde Kur'anın önünde yer alması için var gücüyle yırtınanların yaptıkları asıl PEYGAMBER DÜŞMANLIĞIndan başkası değildir.
Kulluk sorumluluğumuzun gereği olan "Marufu emr , Münkerden nehy" vazifesinin, bizden öncekiler tarafından nasıl hayata geçtiği , "YAŞAYAN PEYGAMBER" portrelerinin yer aldığı KUR'AN KISSALARInda bulunmaktadır. Rivayet kitaplarında ise bu kıssalar, sadece "Eskilerin masalları" şeklinde yer aldığı için , bu kitaplardaki peygamber portlerininin bize ve dünya insanlarına herhangi bir faydası yoktur.
Sonuç olarak ; "Ben Müslümanım" demek ile , Allah (c.c) ye verdiğimiz sözlerden en başta geleni, "Din yalnız onun oluncaya kadar mücadele etmek" olup , dünyanın bugünkü gidişatına baktığımız zaman , bu mücadelenin "Din yalnız tağutun oluncaya kadar mücadele etmek" düşüncesinde olanlar tarafından sürdürüldüğünü görmekteyiz.
"İslam Dini" Allah (c.c) nin bizlerden razı olduğu tek din olması nedeniyle , insanların tamamının altında toplanması gereken tek dindir. Ancak bunun böyle olması gerektiği , önce biz Müslümanlar tarafından idrak edilmesi gerekmektedir. Bu idrakı oluşturacak olan biz Müslümanların büyük bir çoğunluğunda ise maalesef inandığımız değerlerin insanların sorunlarına çareler sunmuş olduğu bile bilinmemektedir.
"Rivayet Kitapları" olarak adlandırdığımız, Kur'an dışında bize din öğreten kitapların ortak noktası , insanlığın çaresi olan dini söylemi dillendirememiş olmalarıdır. Kur'an , dün olduğu gibi bugün , yarın , ta ki kıyamete kadar , sahte ilahların istila etmek istediği dünyanın , tek ilahın hakim olması neticesinde refah ve huzura kavuşacağını beyan eden bir kitap olarak , bu söylemin insanlara duyurulmasını istemektedir.
Rivayet kitapları , böyle bir söylemden uzak din anlayışını insanlara anlattığı için , Müslümanların bu kitapların oluşturduğu karizmatik yapıdan acilen kurtulmaları ve bu kitaplar içindeki en başta gelen şahsiyet olan Muhammed (a.s) ın , artık bu dünyaya herhangi bir sözü olmayan "Ölü bir Peygamber" olmaktan kurtarılması gerekmektedir.
"Yaşayan Peygamber" bu kitaplarda değil , sadece Kur'anın içinde bulunmakta olup , rivayet kitapları tarafından örtülmüş olan kalın duvarların kırılarak , yaşayan peygamberlerin insanlığa duyurulmasını beklemektedir. Bu kitapların hakimiyetine karşı çıkanlar "Peygamber Düşmanlığı" suçlaması ile karşı karşıya bırakılarak , bu kitapların oluşturduğu din anlayışının devam için her türlü yola baş vurulmaktadır. Peygambere dost olmak onu sevmek demek , ona atfen uydurulan sözlerin bulunduğu kitapları savunmaya çalışmak ile değil , bu kitapların gerçek mahiyetini ortaya çıkarmaya çalışmak ile olacaktır.
Eğer birilerine "Peygamber Düşmanı" yaftası takılması gerekirse , ölü bir peygamber portresi çizerek , insanlığın ihtiyacı olan , zulme ve haksızlığa boyun eğmeyerek , müstekbirlere savaş açan bir peygamber portresi yerine kıl tüy ile uğraşan bir peygamber portresini bize sunanlar, bu yaftayı etmektedirler.
RABBİMİZ BİZLERİ ZULÜM VE GÖZYAŞININ HAKİM OLDUĞU DÜNYADA , BU GİDİŞE DUR DEMEK İÇİN KİTABI REHBER , ELÇİLERİ MODEL ALAN KULLARINDAN KILSIN.
Allah (c.c), insanların tek Rab ve İlahı olması nedeniyle , yaşayan insanların hayat içindeki tabi olmaları gereken kuralları vaz etme yetkisinin kendisinde olduğunu beyan ederek , bu kuralları genel hatları ile elçiler aracılığı ile bildirmiştir. "İslam" , Allah (c.c) nin bizler için seçtiği ve bundan başka hiç bir sistemi kabul etmeyeceği dinin adı olarak, son elçi ile kuralları tamamlanmış bir dindir.
Allah (c.c) bizlerden bunun dışında başka bir din yani yaşam ve düşünce sistemi arayışına gitmememizi, ve kendisinin vaz etmiş olduğu bu sistemin insanlar için yeterli olduğunu söylemesine rağmen , insanların bir çoğu başka dinler yani başka yaşam sistemleri vaz etmeye veya başka sistemlere tabi olmaya devam etmektedirler.
Bu noktada ortaya çıkan sorun şu dur ; İnsanlar Allah (c.c) nin kendileri için önerdiği yaşam sistemi yani İslam dinini neden kabul etmeyerek, başka dinlere yani sistemlere yöneliyorlar ?.
Bu soruya pek çok farklı noktalardan bakılarak cevap verilebilir . Yazımızda bu sorunun cevabı, insanlara Allah (c.c) nin önerdiği sistemin , kendisine "Ben Müslümanın" diyenler tarafından, yaşayan insanların ihtiyaçlarına uygun bir söylem şeklinde sunulmadığı üzerinden bakılarak, "İslam Dini" adı altında biz Müslümanlar tarafından yaşanan dinin, insanlığın sorunlarına dair bir söylem üretemediği, ve bunun suçlusunun dinin kendisinin değil , bu dine bağlı olduğunu iddia edenler olduğu merkeze alınarak verilmeye, ve bu noktadaki, bazı sorunlar ele alınmaya çalışılacaktır.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
"Ben Müslümanım" diyen bir kişi , kendisine Allah (c.c) tarafından yüklenmiş olan bazı görev ve sorumlulukları kabul etmiş sayılarak , bu görevleri yerine getirmek mecburiyetindedir. Bunun aksi bir durumun kişiyi, dünya ve ahiret hayatında sıkıntılı bir duruma düşüreceği belirtilmiştir.
[008.039] Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse; muhakkak ki Allah, yaptıklarını görendir.
Enfal s. 39. ayetinde "Din yalnız Allah için oluncaya" kadar ibaresi ile bizlere, yüklendiğimiz bir görev haber verilmektedir. "Din" kavramının tarifinin kısaca , "İnsanların yaşamları içinde tabi oldukları kurallar bütünü" olduğu göz önüne alındığında , Dünya üzerinde yaşayan insanların sadece Allah (c.c) nin dini olan İslama tabi olmaları için çalışmak gibi bir görevimiz olduğu anlaşılmaktadır.
Bu noktada ,"Neden Allah'ın dışındakilerin dini değil de , sadece Allah (c.c) nin dininin yeryüzünde hakim olması gerekmektedir?" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
[021.022] Eğer o ikisinde (gökler ile yerde) Allah'tan başka ilâhlar olsa idi elbette ikisi de fesada uğrardı. Arş'ın rabbi olan Allah, Onların vasfettikleri şeylerden münezzehtir.
Bu sorunun cevabını Enbiya s. 22. ayette bulmaktayız. Dünya tarihi , Allah (c.c) dışında ilahlık iddiasında olanların , bu amaç uğruna dökmüş oldukları kan gözyaşı ve zulüm örnekleri ile dolu olup , şu anda yaşadığımız dünyada dönen olaylar aynı iddianın sonucunda çıkan olaylar sonucu dökülen mazlumların kan ve gözyaşı selinde boğulmaktadır.
Sahte ilahların savaşında en fazla zarar gören kesim olan mazlumlar, kendilerini bu tür savaşlar arasında ezilmekten , kan , gözyaşı ve zulüm görmekten kurtaracak bir sistem beklentisi içindedirler. İnsanlara bu kurtuluşu vaat eden sistemlerin hepsi , başka bir sahte ilah adayının önermesi olup , bu sistemler hayata geçtiği zaman meydana gelen durum, aynı kaosun devamından başka bir şey olmamaktadır.
Bu noktada biz Müslümanların devreye girerek , dünyanın bu gidişine "Dur" diyebilecek bir sistemin , insanların tek Rab ve İlahı olan Allah (c.c) tarafından önerilmiş olduğunu anlatmak için harekete geçmemiz gerekmektedir.
Kur'anın tüm zamanlar için geçerli olan adalet , infak , zengini daha zengin fakiri daha fakir yapma esasına dayanmayan bir iktisadi hayat , zalimlere karşı olmak , mazlumların yanında olmak , dengeli bir hayat , ahlaki çözülmelere karşı olan , insan hayatına değer veren , insan dışındaki canlı hayatına saygı duyan temel düsturlarının, dünyada yaşayan ve fesat düzenlerinde yaşamaktan bıkmış olan insanlara anlatılması gerekmektedir.
İşte olay burada düğümlenmektedir ;
"Kendisi himmete muhtaç bir dede , nerde kaldı gayrıya himmet ede" misali , Maalesef kendisine "Ben Müslümanım" diyenlerin büyük bir bölümü, mensup olduğu dinin böyle düsturları olduğundan bile habersizdir. Dünya üzerinde yaşayan bir çok Müslüman, kendisini sahte ilah ve rablerin ihdas ettiği sistemlere teslim etmiş bir vaziyette , daha kötüsü o sistemlerden bırakın rahatsızlık duymayı , celladına aşık köleler misali o sistemlerden memnun bir vaziyette hayatını sürdürmektedir.
Müslümanların kendileri başta olmak üzere , mensup oldukları dinin yaşanan hayata ve dünyanın bozuk gidişatına dair bir söylemi olduğunu öğrenerek , sonra bu söylemi insanlığa yayarak , çarenin Allah (c.c) nin dini olan İslamda olduğunu bütün dünya insanlarının bilmesi için çalışması ve gayret etmesi gerektiği muhakkaktır.
Bu noktada , İslamın yaşayan insanın ihtiyaçlarına dair olan evrensel söyleminin nasıl bir yöntem ile anlatılacağı konusunun çözülmesi gerekmektedir. Bu gün dünya üzerinde insanları İslam dinine davet eden, ve kendilerini "Davetçi" olarak lanse eden insanların büyük bir çoğunluğu , bu dinin 1500 sene önceki yaşantı , kıyafetten ibaret olduğundan yola çıkarak , giydikleri pantolon paçasının topuktan kaç cm yukarıda olması gerektiği , sakal , sarık , cübbe , 3 taş ile taharet alma , rivayet , tarikat ve şeyh merkezli bir din olduğunu anlatarak, cehaletin paçalardan aktığı bir dine davet etmektedirler.
Böyle bir dine davet edilen insanların haklı olarak , bırakın davete icabet ettiğini , böyle bir dinden fellik fellik kaçtığını , hatta İslam dinini bu anlatılanlar olduğunu zannederek , bu dine düşman olmaktadırlar.
İslamın böyle bir din olmadığı , bu dinin yaşanan hayata dair sözleri olduğu , bu dinin hayatın içindeki sıkıntılara çözümler önerdiği, bilgisi ve şuurunun , önce bizler tarafından anlaşılması ve içselleştirilmesi gerekmektedir. Ancak bu konuda çok büyük sıkıntıların olduğu bir gerçektir.
Bu dinin kitabı olan Kur'an, insanları sadece Allah (c.c) nin belirleyici olduğu bir hayat sistemi altında yaşamaya davet etmektedir. Bu sistem insanlara dünya ve ahirette mutlu ve huzur içinde bir yaşam garantisi sunmaktadır. Dünyada hakim olan fitne ve fesadın kökünün kazınabilmesi , sadece Kur'anın önerdiği sistemin hayata geçmesi ile mümkün olacaktır.
Ancak biz Müslümanların bu konuda yeterli bilgi ve şuur seviyesinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu dinin insanlığı dünya ve ahirette mutluluğa çağırdığı bilgisinin insanlara uygun bir bir dil ile anlatılması çok önemli bir konudur. Mevcut olan klasik söylemin , insanları İslama yöneltmesi şöyle dursun , onların İslamdan kaçmasına sebep olan bir söylem olduğunu burada üzülerek hatırlatmak istiyoruz.
Bu dinin söyleminin insanlar nezdinde karşılık bulması için , yeni bir din dilinin , yani tebliğde kullanılacak yeni argümanların geliştirilmesi acilen gereklidir. "Reform" olarak niteleyebileceğimiz bu yöntem, dinin kendisinde değil , biz Müslümanların din anlayışından başlaması gerekmektedir. Çünkü dinin kendisinde reform yapılma ihtiyacı olmayıp , bu reformun biz Müslümanların zihninde yapılması gerekmektedir.
"Reform" kelimesi , biz Müslümanların aklında , dinin kurallarında bazılarına hoş görünmek için yumuşatmalara gidilmesi anlamında kullanıldığı için, haklı olarak itici gelebilir. Ancak bizim teklifimiz dinin kendisinde değil , Müslümanların din anlayışında olması gerektiği noktasındadır.
Dinin kendisinden tavizler vererek , insanlara "Müdahene" (Tavizkar tutum) etmek , hiç bir elçinin kullandığı yöntem değildir. Bizler böyle bir müdaheneye gerek duymadan , sahip olduğumuz inanç değerlerini insanlığa anlatmak zorundayız , bizim vazifemiz bu dur . Kabul edip etmemek muhatapların insiyatifine kalmış olup , kimse üzerinde baskıcı veya tavizci bir yöntem izlemeye hakkımız ve yetkimiz yoktur.
Bugün "Ben Müslümanım" diyenlerin inandıkları Kur'an , sevap makinası olarak işlev gören , dokunulmazlığı olan , herkesin anlayamayacağı , sayfalarının kutsandığı , yaşanan zamanın sorunlarına dair söylemi olmayan sadece ölülere okunan ÖLÜ BİR KİTAP haline getirilmiştir. Kur'anın ölülere okunan bir kitap olmak durumundan çıkarılarak , dirilere okunan ve yaşanan zamana dair sözleri olan bir kitap haline gelmesi gerekmektedir.
Sıkıntının en fazla baş gösterdiği konu ise , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olmaktan çıkarılmış olmasıdır. Kur'anın devreden çıkarılması sonucunda , elçi merkezli bir din anlayışının tezahürleri dinde belirleyici kılınarak , rivayet kitaplarının öne , Kur'anın arka planda kaldığı bir din anlayışı hakim olmuştur. Bugün Türkiye geneline baktığımızda , rivayet kitaplarının oluşturduğu karizmatik yapının yıkılarak , Kur'anın öne çıkması için mücadele edenler "Sapık" olarak görülmekte ve suçlanmaktadır.
Görülmektedir ki ,biz Müslümanların tüm insanlığı kucaklayan bir söylem üretebilmemiz için, önce kendi içimizde bir mücadelenin yapılarak , önümüze taş koyan kişi ve unsurların temizlenmesi gerekmektedir.
Din anlayışında reform (yenilik) yapılmasının önündeki en büyük engel , rivayet ve kişi merkezli haline gelmiş olan din algısıdır. Yenilenme hareketine bu dinin , kişi ve rivayet kitapları merkezli din algısının tahakkümünden acilen kurtarılması yapılması gereken ilk çalışmadır.
Tarih boyunca insanlar, kendilerini peşine takan "Rol Model" şahsiyetlere ihtiyaç duymuş , ve bu kimselerin peşinden giderek ideallerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bizlerin ihtiyacı olan bu şahsiyetler, Kur'an içinde bizlerin onları yeniden keşfederek, onların rol modelliğinden hareketle ,yeniden küfre , zulme , isyana "Dur" dememizi beklemektedir.
Peygamberler tarih boyunca mazlum insanlar için "Rol Model" olmuş ve bizler içinde olması gereken şahsiyetlerdir. Çünkü bu şahsiyetlerin örnekliği üzerinden yürütülen mücadele , mazlumlara umut ışığı olmuştur. Şimdi aynı mazlumlar, kendilerine rol model şahsiyetlerin yeniden diriltilmesini beklemektedir.
İşte bu peygamberler, kıssalar ile bizlere anlatılarak , insanlara nasıl örnek oldukları , ve onların yaptıkları mücadelenin nasıl bir zemine oturduğu, önce bizler tarafından doğru bir biçimde okunarak, yaşayan insanlara sunulması gerekmektedir. Kıssaları zalimlere karşı verilen savaşların örneklikleri olarak okumayan hangi okuma yöntemi olursa olsun , Kur'anın dünyaya dair bir sözü olduğunu net olarak anlatamaz.
Klasik din algısında Muhammed (a.s) ın ölmediği , kabrinde bir takım tasarruflarda bulunduğu , kendisine okunan salavatları işittiği gibi Kur'an ile taban tabana zıt düşüncelerin mevcut olduğu herkesin malumudur.
Rivayetleri merkeze alan din algısının en büyük problemi, kabrinde yaşayan bir peygamber portresi altında "ÖLÜ BİR PEYGAMBER" algısına sahip olmasıdır. Çünkü böyle bir peygamber portresinin, yaşayan insanların sorunlarına dair herhangi bir çözüm teklifi yoktur.
Böyle ÖLÜ BİR PEYGAMBERE insanlığın ihtiyacı da yoktur. İnsanlığın ihtiyacı olan peygamber portresi , rivayet ve şemail kitaplarını çizdiği değil , Allah (c.c) nin kitabının çizdiği peygamber portresidir.
Bizler sahip olduğumuz peygamberi öldürerek , misyonu bitmiş , zalimlere baş kaldırmamış , zulme boyun eğmiş , insanlara sadece hangi el ile yemek yemesini , hangi ayak ile tuvalete gireceğini öğretmiş v.s bir peygamberi insanlığa artık sunamayız.
"Peygamber Düşmanlığı" silahı , rivayet kitaplarının kurduğu saltanata karşı sesini çıkaran ve bu kitapların sebep olduğu yanlış inançları dile getirerek , Kur'anın öne çıkmasını savunun insanlar için kullanılan bir deyimdir. Halbuki asıl peygamber düşmanlığı , Kur'anın öne çıkmasına sadece bu kitapların saltanatı son bulacağı için engel olmaya çalışanların yaptığıdır.
Peygambere dostluk ve sevgi yapılmak, eğer samimi olarak isteniyor ise , bu kitapların dinde belirleyiciliğinin devamı için koparılan yaygaraların kesilmesi , ve "YAŞAYAN PEYGAMBER" portresinin bulunduğu kitaba acilen yönelinmesi gerekmektedir. Rivayet türü kitapların Müslümanların gündeminde Kur'anın önünde yer alması için var gücüyle yırtınanların yaptıkları asıl PEYGAMBER DÜŞMANLIĞIndan başkası değildir.
Kulluk sorumluluğumuzun gereği olan "Marufu emr , Münkerden nehy" vazifesinin, bizden öncekiler tarafından nasıl hayata geçtiği , "YAŞAYAN PEYGAMBER" portrelerinin yer aldığı KUR'AN KISSALARInda bulunmaktadır. Rivayet kitaplarında ise bu kıssalar, sadece "Eskilerin masalları" şeklinde yer aldığı için , bu kitaplardaki peygamber portlerininin bize ve dünya insanlarına herhangi bir faydası yoktur.
Sonuç olarak ; "Ben Müslümanım" demek ile , Allah (c.c) ye verdiğimiz sözlerden en başta geleni, "Din yalnız onun oluncaya kadar mücadele etmek" olup , dünyanın bugünkü gidişatına baktığımız zaman , bu mücadelenin "Din yalnız tağutun oluncaya kadar mücadele etmek" düşüncesinde olanlar tarafından sürdürüldüğünü görmekteyiz.
"İslam Dini" Allah (c.c) nin bizlerden razı olduğu tek din olması nedeniyle , insanların tamamının altında toplanması gereken tek dindir. Ancak bunun böyle olması gerektiği , önce biz Müslümanlar tarafından idrak edilmesi gerekmektedir. Bu idrakı oluşturacak olan biz Müslümanların büyük bir çoğunluğunda ise maalesef inandığımız değerlerin insanların sorunlarına çareler sunmuş olduğu bile bilinmemektedir.
"Rivayet Kitapları" olarak adlandırdığımız, Kur'an dışında bize din öğreten kitapların ortak noktası , insanlığın çaresi olan dini söylemi dillendirememiş olmalarıdır. Kur'an , dün olduğu gibi bugün , yarın , ta ki kıyamete kadar , sahte ilahların istila etmek istediği dünyanın , tek ilahın hakim olması neticesinde refah ve huzura kavuşacağını beyan eden bir kitap olarak , bu söylemin insanlara duyurulmasını istemektedir.
Rivayet kitapları , böyle bir söylemden uzak din anlayışını insanlara anlattığı için , Müslümanların bu kitapların oluşturduğu karizmatik yapıdan acilen kurtulmaları ve bu kitaplar içindeki en başta gelen şahsiyet olan Muhammed (a.s) ın , artık bu dünyaya herhangi bir sözü olmayan "Ölü bir Peygamber" olmaktan kurtarılması gerekmektedir.
"Yaşayan Peygamber" bu kitaplarda değil , sadece Kur'anın içinde bulunmakta olup , rivayet kitapları tarafından örtülmüş olan kalın duvarların kırılarak , yaşayan peygamberlerin insanlığa duyurulmasını beklemektedir. Bu kitapların hakimiyetine karşı çıkanlar "Peygamber Düşmanlığı" suçlaması ile karşı karşıya bırakılarak , bu kitapların oluşturduğu din anlayışının devam için her türlü yola baş vurulmaktadır. Peygambere dost olmak onu sevmek demek , ona atfen uydurulan sözlerin bulunduğu kitapları savunmaya çalışmak ile değil , bu kitapların gerçek mahiyetini ortaya çıkarmaya çalışmak ile olacaktır.
Eğer birilerine "Peygamber Düşmanı" yaftası takılması gerekirse , ölü bir peygamber portresi çizerek , insanlığın ihtiyacı olan , zulme ve haksızlığa boyun eğmeyerek , müstekbirlere savaş açan bir peygamber portresi yerine kıl tüy ile uğraşan bir peygamber portresini bize sunanlar, bu yaftayı etmektedirler.
RABBİMİZ BİZLERİ ZULÜM VE GÖZYAŞININ HAKİM OLDUĞU DÜNYADA , BU GİDİŞE DUR DEMEK İÇİN KİTABI REHBER , ELÇİLERİ MODEL ALAN KULLARINDAN KILSIN.
24 Mayıs 2012 Perşembe
Kur'anın Anlaşılmasında Arap Dilinin Yeri ve Önemi
Alemlere rahmet ve hidayet rehberi olan kur'an bilindiği gibi arap bir elçiye, arapça konuşan bir topluluğa indirilmiştir. Bu dil üzerinden indirilen kitabı anlamak için bu dilin biliniyor olmasıda bir gerçektir. Kur'anın indiği dile vakıf olan muhatapları tarafından bu kitabın lisani olarak anlaşılması bir problem teşkil etmemesine rağmen bu dili konuşmayan başka insanlarında bu kitabı anlamaları gerekmektedir.
-----049.013Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.
----- 030.022Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.
İnsanları bir erkek ve bir dişiden yaratarak yeryüzüne yayan rabbimiz onların dillerininde farklı olmasının nedenini birbirleri ile tanışma ve ilişkilerinin devamı için bir vesile kılmıştır.
----- 012.002 Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kuran olarak indirdik.
-----013.037 Böylece Biz Kuran'ı Arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah katında sana bir dost ve seni koruyan çıkmaz.
-----016.103 Muhakkak biliyoruz ki onlar: «Mutlaka onu bir insan öğretiyor!» da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise gayet açık bir Arapça'dır.
-----020.113 İşte böylece Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü şekillerde tekrarladık ki, belki korunur takva yolunu tutarlar ya da o onlarda bir düşünme, ibret alma meydana getirir.
-----039.028 O, eğriliği olmayan, Arapça bir Kuran'dır. Belki sakınırlar.
-----041.003 (Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.
-----042.007 Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.
-----043.003 Doğrusu, Biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur'an yaptık ki akıl erdiresiniz.
-----046.012 Kuran'dan önce, Musa'nın kitabı (Tevrat), bir rahmet ve rehberdi. Bu Kuran da, zulmedenleri uyarmak ve iyi davrananlara müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş, kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitap'dır.
-----026.194-195Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir) .Apaçık arab diliyle.
Arapça olarak indirilen kur'anın arap olmayan muhatapları tarafından anlaşılması nasıl olmalıdır ? sorusu arap olmayan müslüman muhataplar tarafından sorulmuş ve bu sorunun cevabıda muhatap kitlenin kendi diline çevrilmesi ile sorun çözülmeye çalışılmıştır, ancak sorunun tamamen çözüldüğü söylenemez. Kur'anın sadece arap dilinin verileri ile anlaşılamayacağı yadsınamaz bir gerçek olmasına rağmen kelimelerin arap dilindeki karşılığı bilinmedende anlamanın ilk basamağı gerçeklemez. Kur'anın indirilme gayesi reel hayatta yaşanması için gerekli olan emir yasaklar manzumesi olduğu bilinen bir gerçektir. Bu kitabın yaşanmasını ilk basamağı önce anlaşılmasından geçmektedir, anlaşılması içinde arap olmayan muhataplarının bu dili anlaması gerekmektedir.
Kur'anın arap olmayan muhatapları tarafından anlaşılmasının ilk basamağı kur'anın muhatapların diline çevrilmesidir. Çeviri yapılması ile herşey bitip "kur'an hemen anlaşılır "diye bir şey demek te doğru olmaz. Herkesin bu dili öğrenerek kur'anı anlamak zorunluluğu yoktur, bilenlerin yapmış olduğu çeviriler üzerinden kur'anı anlamak mümkündür. Burada en önemli nokta meal yapan kişinin arap diline olan hakimiyetinin yanısıra kur'ana olan hakimiyetidir. Arapçayı iyi bilen fakat kur'andan habersiz kişilerin yaptığı mealler ortada olup bugün kur'an hakkında söz söylemek üzere ayağa kalkan bazı kimselerin bu meal yanlışlıklarını kalkan edinip bu mealler üzerinden din söyleminde bulunmaları sorun oluşmasına neden olmaktadır.
"Kur'anın ne dediği önemli değil, ne demek istediği önemlidir" sloganı,kendilerinin anlamak istediği bir şekildeki anlamı kur'andan çıkarmak isteyenlerin en önemli sloganıdır. Bu slogana göre metnin verdiği anlam önemli değil okuyan kişinin anlamak istediği önemlidir. Bu anlama yöntemine göre her kişi kendi kafasındaki kur'anı okuyarak " işte kitab'tan çıkan anlam budur" şeklinde kendi anlayışını kur'an diye lanse etmektedir. Geçmişteki itikadi fırkalar böyle bir okuma ile kendi ön kabullerini kur'ana söyleterek düşüncelerine kur'andan kaynak bulma yöntemini kullanmışlardır.
Yine geçmişte, " kur'anın bir zahiri birde batıni anlamı vardır" sloganı ile özellikle tasavvuf düşüncesi altında birleşen topluluklar kendi müridlerinin üzerinde tasallutunu sağlamlaştırmak amacı ile bu yöntemi kullanarak " kur'anı sen anlamazsın ben anlarım ve ben sana anlatırım" söylemi ile kur'anın " öğüt almak için kolaylaştırlmış bir kitab" olmasını gözardı ederek zorlaştırdıkça zorlaştırmışlar ve müridlerini kendilerine mecbur etmişlerdir. Bunları yaparken kullandıkları metodlardan biriside bazı sure başlarındaki "elif,lam,mim", "elif lam, ra" gibi kesik harflerin kur'anın anlaşılmasında rol oynayan şifre harfler olduğu ve bu harflerin herbirinin kur'an ayetlerini anlamak için gerekli olan yazılımları içerdiği söylenmektedir. Mesela "elif,lam mim" yazılımına uygun olan bir ayetteki zahiri anlam tamamına yakın atılarak ayrı bir anlam verilmesi gerekmektedir. Hurufu mukatta, daki gizli olduğu iddia edilen anlama yöntemleri "anlaşılması için kolaylaştırılmış" kitabın neresinden çıkarılmıştır ? ,elçi sav böyle bir yöntemi kullanmışmıdır?, yoksa "batınilik" adı altında birleşen şeyhlerin kendi düşüncelerini kabul ettirmek için kullandıkları metodmudur?
Yüzyıllardır kur'anı başkalarından anlamak durumunda kalarak başkalarının düşüncelerini din olarak kabul eden müslümanlar, bugün kur'anı anlamak için ayağa kalktıklarında "MODERN BATINİ ŞEYHLER" diyebileceğiz bazı insanlar tarafından "anlayacaksan bu şekilde anla" denilerek bu tür batıni metodlar önerildiğini görmekteyiz.Bu metoda göre bir çok kur'an ayetinin okunduğu gibi anlaşılması mümkün değildir. O zaman birisi kalkıp , " hani bu kur'anı herkes anlardı?" veya "dün isyan ettiğimiz şeyhler ve ağabeyler sisteminin yeni bir versiyonunumu getiriyorsunuz?" diye sormazmı ?
KUR'ANI ANLAMADA KELİMELERİN YERİ VE ÖNEMİ
Kur'anı doğru anlamak için öncelikle, metnin ne anlama geldiğini sonrada bu metinden nasıl bir mesaj çıkabileceğinin sorusudur. Metni bir kenara bırakarak yapılacak bir anlama çalışması o kişinin düşüncesini kur'ana kabul amaçlı olacağından yukarda bahsetmiştik.
Arap lisanı üzerinden indirilen kur'anın anlaşılmasında, bu kitabı oluşturan kelimelerin yeri önemlidir. Al-i imran s. 7. ayetinde "muhkem" ve " müteşabih" olarak tanımlanan ayetleri oluşturan kelimelerin ilk önce arap dilindeki karşılığı ortaya konulmadan yapılacak bir anlama çalışması eksikve yanlıştır.
Bir ayeti oluşturan kelimelerin arap dilindeki karşılığı bilindikten sonra o ayetin ne gibi bir mesaj verdiğini anlamak kolaylaşacaktır. O kelimenin sözlük karşılığı bilindikten sonra ayet içinde kullanılışına bakılması gerekmektedir. Her dilin edebiyatında var olan hakikat veya mecazi anlatım arap dilindede fazlası ile mevcuttur, kelimenin hakiki veya mecaz kullanılışını ayet bütünlüğünden anlamak mümkündür. Arapça metnin dilde karşılığı bulunduktan sonra ayetin anlaşılması kolaylaşacaktır, bu yolla kur'anın hem dediği hemde ne demek istediği anlaşılacaktır.
Bir sözü yerine getirmek için önce o söz ile ne ifade edildiğini anlamak gerekirki sonra o sözün gereği yerine getirilsin. Söz söyleyen birisine "sen bu sözden bunu demek istemedin bunu demek istedin" şeklinde bir karşılığını ne kadar abes olduğu bir gerçektir, hele bu sözü söyleyen Allah cc olunca onun sözünü anlamak, o sözü indirdiği dilin karşılığını bilmeden veya göz ardı ederek "Allah cc nin ne dediği önemli değil " demek bir kulun yaratısına söyleyebileceği karşılık değildir.
Kur'anı anlamada parçacı değil bütüncül bir okuma yöntemi bize doğru bir anlama yolu gösterir, bir kelimenin geçtiği bütün ayetler okunmadan veya o kelime ile ilgili konu ile ilgili ayetler okunmadan çıkarılacak bir anlam eksik kalacaktır. Kur'anın nazil olduğu zamandaki kullanılan dil üzerinden inen bir kitabı anlamak öncelikle ilk devir muhataplarının bir kelimeye ne anlam verdiklerinin bilinmesi ile olur. Muhataplarının anlamadığı bir kelime onlar için anlama sorunu oluşturması kaçınılmazdır, inen ayetlerden muhatap kitle için böyle bir sorunun olmaması için kitab'ın ,günlük konuşulan dilin esas ve kuralları üzerinden indirildiği beyan edilmiştir.
Kur'anda bazı ayetlerde gördüğümüz arap gramerine aykırı olan bazı ayetler bile yine o gün arapların kullandıkları bu aykırı gramer kaidelerine uygundur , yani nuzül dönemi arapçasında kullanılmakta olan genel geçer dil kurallarına aykırı ifadeler kur'andada yerini bulmuştur, ancak bu durum bazı kendisini uyanık sana ateistler tarafından istismar konusu olmuştur, tabiki ateistlerden bunu anlamalarını bekleyemeyiz ama bu durum kur'anı anlamak için kelimelerin o günkü yerine konulmuşluklarının gözardı edilemeyeceğinin bir göstergesidir.
Kur'anda israiloğulları için kullanılan "kelimeleri yerinden oynatırlar" tabiri kitabı oluşturan kelimelerin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Kelimenin anlamından geri durarak yapılan bir anlam çalışması kişinin kur'andan anlamak istediğini çıkartmak için kullandığı bir yöntem olması hasebiyle doğru sonuçlar vermez. Şurası bir gerçektir'ki, bazı meal yapıcılarının sadece arap dilini bilme becerilerini ortaya koyarak, kur'andan habersiz olarak yaptıkları mealler bir çok yanlışlar barındırmaktadır. Bir kelimenin o ayette nasıl kullanıldığını bilmek kur'ana hakim olmanın bir gereğidir, kur'ana hakim olmadan çeviri yapan bir kişi o kelimeyi nasıl kullanacağınıda bilemez. Bazı yazılarımızda dile getirmeye çalıştığımız elmalılı hamdi yazır'ın türkçe olarak yazdığı bir tefsiri yine türkçeye yanlış aktaran bir çalışma yapanların olduğu bir memleket olan türkiyede arapçadan türkçeye yapılan çevirilerde görülen hatalarıda belki çok görmemek gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
-----049.013Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.
----- 030.022Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir. Doğrusu bunlarda, bilenler için dersler vardır.
İnsanları bir erkek ve bir dişiden yaratarak yeryüzüne yayan rabbimiz onların dillerininde farklı olmasının nedenini birbirleri ile tanışma ve ilişkilerinin devamı için bir vesile kılmıştır.
----- 012.002 Biz onu, anlayasınız diye, Arapça bir Kuran olarak indirdik.
-----013.037 Böylece Biz Kuran'ı Arapça bir hüküm ve hikmet olarak indirdik. Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan, and olsun ki, Allah katında sana bir dost ve seni koruyan çıkmaz.
-----016.103 Muhakkak biliyoruz ki onlar: «Mutlaka onu bir insan öğretiyor!» da diyorlar. Haktan saparak isnatta bulunmak istedikleri kimsenin dili yabancıdır; bu Kur'an ise gayet açık bir Arapça'dır.
-----020.113 İşte böylece Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda tehditleri türlü şekillerde tekrarladık ki, belki korunur takva yolunu tutarlar ya da o onlarda bir düşünme, ibret alma meydana getirir.
-----039.028 O, eğriliği olmayan, Arapça bir Kuran'dır. Belki sakınırlar.
-----041.003 (Bu,) bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.
-----042.007 Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.
-----043.003 Doğrusu, Biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur'an yaptık ki akıl erdiresiniz.
-----046.012 Kuran'dan önce, Musa'nın kitabı (Tevrat), bir rahmet ve rehberdi. Bu Kuran da, zulmedenleri uyarmak ve iyi davrananlara müjde olmak üzere Arap diliyle indirilmiş, kendinden öncekileri doğrulayan bir Kitap'dır.
-----026.194-195Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir) .Apaçık arab diliyle.
Arapça olarak indirilen kur'anın arap olmayan muhatapları tarafından anlaşılması nasıl olmalıdır ? sorusu arap olmayan müslüman muhataplar tarafından sorulmuş ve bu sorunun cevabıda muhatap kitlenin kendi diline çevrilmesi ile sorun çözülmeye çalışılmıştır, ancak sorunun tamamen çözüldüğü söylenemez. Kur'anın sadece arap dilinin verileri ile anlaşılamayacağı yadsınamaz bir gerçek olmasına rağmen kelimelerin arap dilindeki karşılığı bilinmedende anlamanın ilk basamağı gerçeklemez. Kur'anın indirilme gayesi reel hayatta yaşanması için gerekli olan emir yasaklar manzumesi olduğu bilinen bir gerçektir. Bu kitabın yaşanmasını ilk basamağı önce anlaşılmasından geçmektedir, anlaşılması içinde arap olmayan muhataplarının bu dili anlaması gerekmektedir.
Kur'anın arap olmayan muhatapları tarafından anlaşılmasının ilk basamağı kur'anın muhatapların diline çevrilmesidir. Çeviri yapılması ile herşey bitip "kur'an hemen anlaşılır "diye bir şey demek te doğru olmaz. Herkesin bu dili öğrenerek kur'anı anlamak zorunluluğu yoktur, bilenlerin yapmış olduğu çeviriler üzerinden kur'anı anlamak mümkündür. Burada en önemli nokta meal yapan kişinin arap diline olan hakimiyetinin yanısıra kur'ana olan hakimiyetidir. Arapçayı iyi bilen fakat kur'andan habersiz kişilerin yaptığı mealler ortada olup bugün kur'an hakkında söz söylemek üzere ayağa kalkan bazı kimselerin bu meal yanlışlıklarını kalkan edinip bu mealler üzerinden din söyleminde bulunmaları sorun oluşmasına neden olmaktadır.
"Kur'anın ne dediği önemli değil, ne demek istediği önemlidir" sloganı,kendilerinin anlamak istediği bir şekildeki anlamı kur'andan çıkarmak isteyenlerin en önemli sloganıdır. Bu slogana göre metnin verdiği anlam önemli değil okuyan kişinin anlamak istediği önemlidir. Bu anlama yöntemine göre her kişi kendi kafasındaki kur'anı okuyarak " işte kitab'tan çıkan anlam budur" şeklinde kendi anlayışını kur'an diye lanse etmektedir. Geçmişteki itikadi fırkalar böyle bir okuma ile kendi ön kabullerini kur'ana söyleterek düşüncelerine kur'andan kaynak bulma yöntemini kullanmışlardır.
Yine geçmişte, " kur'anın bir zahiri birde batıni anlamı vardır" sloganı ile özellikle tasavvuf düşüncesi altında birleşen topluluklar kendi müridlerinin üzerinde tasallutunu sağlamlaştırmak amacı ile bu yöntemi kullanarak " kur'anı sen anlamazsın ben anlarım ve ben sana anlatırım" söylemi ile kur'anın " öğüt almak için kolaylaştırlmış bir kitab" olmasını gözardı ederek zorlaştırdıkça zorlaştırmışlar ve müridlerini kendilerine mecbur etmişlerdir. Bunları yaparken kullandıkları metodlardan biriside bazı sure başlarındaki "elif,lam,mim", "elif lam, ra" gibi kesik harflerin kur'anın anlaşılmasında rol oynayan şifre harfler olduğu ve bu harflerin herbirinin kur'an ayetlerini anlamak için gerekli olan yazılımları içerdiği söylenmektedir. Mesela "elif,lam mim" yazılımına uygun olan bir ayetteki zahiri anlam tamamına yakın atılarak ayrı bir anlam verilmesi gerekmektedir. Hurufu mukatta, daki gizli olduğu iddia edilen anlama yöntemleri "anlaşılması için kolaylaştırılmış" kitabın neresinden çıkarılmıştır ? ,elçi sav böyle bir yöntemi kullanmışmıdır?, yoksa "batınilik" adı altında birleşen şeyhlerin kendi düşüncelerini kabul ettirmek için kullandıkları metodmudur?
Yüzyıllardır kur'anı başkalarından anlamak durumunda kalarak başkalarının düşüncelerini din olarak kabul eden müslümanlar, bugün kur'anı anlamak için ayağa kalktıklarında "MODERN BATINİ ŞEYHLER" diyebileceğiz bazı insanlar tarafından "anlayacaksan bu şekilde anla" denilerek bu tür batıni metodlar önerildiğini görmekteyiz.Bu metoda göre bir çok kur'an ayetinin okunduğu gibi anlaşılması mümkün değildir. O zaman birisi kalkıp , " hani bu kur'anı herkes anlardı?" veya "dün isyan ettiğimiz şeyhler ve ağabeyler sisteminin yeni bir versiyonunumu getiriyorsunuz?" diye sormazmı ?
KUR'ANI ANLAMADA KELİMELERİN YERİ VE ÖNEMİ
Kur'anı doğru anlamak için öncelikle, metnin ne anlama geldiğini sonrada bu metinden nasıl bir mesaj çıkabileceğinin sorusudur. Metni bir kenara bırakarak yapılacak bir anlama çalışması o kişinin düşüncesini kur'ana kabul amaçlı olacağından yukarda bahsetmiştik.
Arap lisanı üzerinden indirilen kur'anın anlaşılmasında, bu kitabı oluşturan kelimelerin yeri önemlidir. Al-i imran s. 7. ayetinde "muhkem" ve " müteşabih" olarak tanımlanan ayetleri oluşturan kelimelerin ilk önce arap dilindeki karşılığı ortaya konulmadan yapılacak bir anlama çalışması eksikve yanlıştır.
Bir ayeti oluşturan kelimelerin arap dilindeki karşılığı bilindikten sonra o ayetin ne gibi bir mesaj verdiğini anlamak kolaylaşacaktır. O kelimenin sözlük karşılığı bilindikten sonra ayet içinde kullanılışına bakılması gerekmektedir. Her dilin edebiyatında var olan hakikat veya mecazi anlatım arap dilindede fazlası ile mevcuttur, kelimenin hakiki veya mecaz kullanılışını ayet bütünlüğünden anlamak mümkündür. Arapça metnin dilde karşılığı bulunduktan sonra ayetin anlaşılması kolaylaşacaktır, bu yolla kur'anın hem dediği hemde ne demek istediği anlaşılacaktır.
Bir sözü yerine getirmek için önce o söz ile ne ifade edildiğini anlamak gerekirki sonra o sözün gereği yerine getirilsin. Söz söyleyen birisine "sen bu sözden bunu demek istemedin bunu demek istedin" şeklinde bir karşılığını ne kadar abes olduğu bir gerçektir, hele bu sözü söyleyen Allah cc olunca onun sözünü anlamak, o sözü indirdiği dilin karşılığını bilmeden veya göz ardı ederek "Allah cc nin ne dediği önemli değil " demek bir kulun yaratısına söyleyebileceği karşılık değildir.
Kur'anı anlamada parçacı değil bütüncül bir okuma yöntemi bize doğru bir anlama yolu gösterir, bir kelimenin geçtiği bütün ayetler okunmadan veya o kelime ile ilgili konu ile ilgili ayetler okunmadan çıkarılacak bir anlam eksik kalacaktır. Kur'anın nazil olduğu zamandaki kullanılan dil üzerinden inen bir kitabı anlamak öncelikle ilk devir muhataplarının bir kelimeye ne anlam verdiklerinin bilinmesi ile olur. Muhataplarının anlamadığı bir kelime onlar için anlama sorunu oluşturması kaçınılmazdır, inen ayetlerden muhatap kitle için böyle bir sorunun olmaması için kitab'ın ,günlük konuşulan dilin esas ve kuralları üzerinden indirildiği beyan edilmiştir.
Kur'anda bazı ayetlerde gördüğümüz arap gramerine aykırı olan bazı ayetler bile yine o gün arapların kullandıkları bu aykırı gramer kaidelerine uygundur , yani nuzül dönemi arapçasında kullanılmakta olan genel geçer dil kurallarına aykırı ifadeler kur'andada yerini bulmuştur, ancak bu durum bazı kendisini uyanık sana ateistler tarafından istismar konusu olmuştur, tabiki ateistlerden bunu anlamalarını bekleyemeyiz ama bu durum kur'anı anlamak için kelimelerin o günkü yerine konulmuşluklarının gözardı edilemeyeceğinin bir göstergesidir.
Kur'anda israiloğulları için kullanılan "kelimeleri yerinden oynatırlar" tabiri kitabı oluşturan kelimelerin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir. Kelimenin anlamından geri durarak yapılan bir anlam çalışması kişinin kur'andan anlamak istediğini çıkartmak için kullandığı bir yöntem olması hasebiyle doğru sonuçlar vermez. Şurası bir gerçektir'ki, bazı meal yapıcılarının sadece arap dilini bilme becerilerini ortaya koyarak, kur'andan habersiz olarak yaptıkları mealler bir çok yanlışlar barındırmaktadır. Bir kelimenin o ayette nasıl kullanıldığını bilmek kur'ana hakim olmanın bir gereğidir, kur'ana hakim olmadan çeviri yapan bir kişi o kelimeyi nasıl kullanacağınıda bilemez. Bazı yazılarımızda dile getirmeye çalıştığımız elmalılı hamdi yazır'ın türkçe olarak yazdığı bir tefsiri yine türkçeye yanlış aktaran bir çalışma yapanların olduğu bir memleket olan türkiyede arapçadan türkçeye yapılan çevirilerde görülen hatalarıda belki çok görmemek gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)