Al-i İmran s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Al-i İmran s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ekim 2016 Pazar

Al-i İmran s. 78. Ayeti: Dili Kitapla Eğip Bükmenin Müslüman Cenahtaki Yansımaları

Tarihin her devrinde , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenlerin en büyük silahı , insanların Allah'a olan inançlarını istismar ederek, onları Allah ile aldatmak olmuştur. Güven duydukları kimselerin ağzından ,"Ben demiyorum Allah diyor" sözünü duyan bir çok kişi , söylenen sözün delilini, kaynağını, doğruluğunu araştırmadan , sözü söyleyen kişiye tabi olarak , sözü söyleyen kişinin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Kur'an , Kitap Ehli ile ilgili anlatımlarında onların yapmış oldukları bu yanlışları dile getirmektedir.

[003.078]  Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.

Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.

Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir. 

Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.

Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.

Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir"  mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır. 

Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!. 

Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.

Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :

Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır. 

Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır. 

Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.

Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.

Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir. 

Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz. 

Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır. 

Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.

Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.

"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur. 

Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır. 

Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar. 

Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır. 

Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır. 

Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler. 

Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.

Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.

Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır. 

Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Ekim 2016 Cuma

Al-i İmran s. 75. Ayeti : "Bizden Olmayanlara Karşı Her Yol Mübahtır" Diyenler

Kur'anın "Kitap Ehli" olarak ifade ettiği, Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetler , sadece onlarla sınırlı olduğu zannı ile okunduğunda , doğru bir okuma yapılmamış olacaktır. Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan bazı amellerin yanlış olduğunu ifade etmesi , o yanlışların biz Müslümanlar tarafından da yapılmamasına yönelik ikazlar olarak okunduğunda , bu kitap daha doğru anlaşılmış olacaktır.

Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir. 

Farklı düşünmek , farklı dinlere sahip olmak, insan tabiatının bir gereği olup , Allah (c.c) dahi kullarının kendi hür iradeleri sonucunda yapmış oldukları seçimlerinin neticelerini bildirerek onları iman ve küfür noktasındaki seçimlerinde serbest bırakmış , onları herhangi bir yolu tercih etmeleri konusunda bir zorlamada bulunmamıştır. 

Kullarının küfrüne razı olmayan (Zümer s.7) fakat , kulları küfür yolunu tercih etmiş olsa bile, onların dünya hayatında yaptığı çalışmalarının karşılığını "Errahman" ismi gereğince , kulları arasında inanan- inanmayan ayrımı gözetmeden veren Allah (c.c) nin kulları , birbirlerine karşı aynı derecede eşit davranma erdeminden maalesef yoksundurlar.  

Kur'ana baktığımız zaman, Allah (c.c) iman edenler ile iman etmeyenler arasındaki ilişkileri düzenleyici bir takım emir ve yasaklar koymuştur. İman edenlerin, iman etmeyenler  ile birbirleri ile yemek yemek ve kitap ehli olanlardan kız almak noktasında(Maide s. 5) bazı insani ilişkileri serbest bırakmasına karşın, "Velayet" kavramının anlam alanına giren konularda, onlarla böyle bir ilişki içine girilmemesini emretmiştir. 

Velayet ilişkisi haricindeki konularda, evrensel insani değerlere uyulması gerektiğini bizlere öğreten ayetlerden bir tanesi Al-i İmran s. 75. ayetidir.

[003.075] Ehl-i Kitab'dan öylesi vardır ki; kantarla emanet bıraksan; onu sana öder. Öylesi de vardır ki; bir tek altın emanet etsen; tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez. Bu, onların: Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur, demelerindendir. Onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler.
[003.076]  Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.

Ayet , Ehli Kitaba mensup olan 2 ayrı insan tipinden bahsetmektedir. 1. insan tipi emanete riayet eden , 2. insan tipi ise emanete ihanet eden eden, yani güncel tabir ile "Batakçı" bir tiptir. Batakçı insan tipi , yaptığı işe dayanak olarak " Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" demektedir ve biz, bu sözden yola çıkarak , evrensel ahlak ve insani kuralların "Bizden olan" , "Bizden olmayan" şeklinde bir ayrımı kabul etmediğine , etmemesi gerektiğine vurgu yaparak, bu ayrımcılığın biz Müslümanlar cephesinde de yaşanmasından dolayı meydana gelen durumlara dikkat çekmeye çalışacağız.

[004.058]  Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve bilendir.

Nisa s. 58. ayetine baktığımızda "Emanet" kavramı burada da geçmektedir. Bu kavramın daha geniş anlam alanı olduğunu unutmayarak , konumuz olan ayet ile bağını kurabiliriz. Allah (c.c) emanete riayet konusunda "Sizden olan" , "Sizden olmayan" şeklinde  bir ayrım yapmadan emanetlerin ehline yani alındığı yere, gerçek sahibi olanlara teslim edilmesini , adaletin yine sadece bir guruba değil İNSANLARIN HEPSİNE eşit uygulanmasını emretmektedir. 

[060.008]  Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.009] Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli edinmenizden sakındırır. Kim onları veli edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.

Mümtehine suresindeki bu ayetler , "Bizden değil" diyebileceğimiz insanlara karşı, olması gereken davranışlarımızı düzenlemektedir. Bizden olmayıp , fakat bize herhangi bir zararı bulunmayanlara karşı, evrensel insanlık değerlerini uygulamak zorunda olduğumuz bizlere hatırlatılmaktadır. Onlardan herhangi bir zarar gelmediği sürece , onların kanı , malı ve canları bizlere helal değildir. 

[005.032]  Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.

Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.

Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir. 

Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek,  İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.

İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar. 

" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır. 

İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur"  düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.

İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.

[016.116]  Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.

Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.

[009.031] Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, rahiblerini rabblar edindiler. Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilah yoktur. O; bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.

Kendilerinden olmayanlara her türlü zulmü "Helal" gören Yahudi ve Hristiyanlar , bu hükümleri hahamları ve rahiplerinden aldıkları fetvalara dayanarak  yaptıkları zulüm ile, sevaba nail olmanın verdiği gönül rahatlığı !! içinde yaşarlar iken , Kur'an bunların yaptıkları bu işin "Haham ve rahipleri rab edinmek" olduğunu söylemiş , onlara ve bu kitabın muhataplarına, yaşam içinde olması gereken tek rabbin kim olması gerektiğini hatırlatmıştır. 

Tevbe s. 31 ve benzeri ayetlere iman ettiğini iddia eden biz Müslümanlar ise , aynı yanlışa düşerek , başkalarına yapmak istediğimiz zulmün, veya kendimiz için istediğimiz bazı menfaatlerin dini dayanaklarını Kur'anda bulamadığımız için başka kaynaklardan bulma yoluna gitmekteyiz. Vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçiş ile bulunan bu dayanak, maalesef bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu sorunların kaynağını teşkil etmektedir. 

İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar. 

Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır. 

Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.

Sonuç olarak : Kitap ehline mensup olanların yapmış oldukları bazı davranışları eleştiren Kur'an , bu davranışları sadece onlar yaptığı için değil , bizlerinde yapma potansiyeli olduğu için , bizlere ikaz mahiyetinde onları eleştirmektedir. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" mantığı içinde anlaşılması gereken bu ikazlar, bizler için yol işaretleri olarak okunmalıdır.

Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.

Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.

Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Mayıs 2016 Pazar

Al-i İmran s. 144. Ayeti : Karizmatik Liderler Üzerinden Yürütülen Hareketlerin Akıbeti

Lider , Komutan , Hoca , Önder v.s gibi vasıflar ile anılan insanlar, fikir , düşünce ve askeri hareketlerin başında olan, kitleleri harekete geçirme, yönetme yetki ve kabiliyetine mensup insanlardır. Bu gibi kimselerin , kitlesel halk hareketlerini yönlendirme hususunda, önemli katkıları olduğu bir gerçektir.  Ancak bu kimselerin üzerinde , "ondan vazgeçilemez" , "o giderse biz batarız" , "bu dava onunla ayaktadır" şeklinde, karizmatik bir yapı oluşturulmaya başlandığı vakit , büyük bir sorun ile karşı karşıya kalınması kaçınılmaz olacaktır.

Kur'an bir çok konuda olduğu gibi , bu konuda da bizlere yol göstericilik yaparak , mensup olunan bir hareket içindeki lider kişiye karşı olan bakışımızın nasıl olması gerektiği yönünde bizlere bilgi vermektedir. Al-i İmran s. 144. ayetini okuduğumuzda , verilen mesajlardan birisinin, karizmatik kişilikler üzerinden yürütülmeye çalışan davaların yanlışlığı,  davaların kişiler ile değil, ilkeler ve düşünceler ile ayakta kalacağının haber verilmesi olduğunu söyleyebiliriz

[003.144]  Muhammed, yalnızca bir resuldür. Ondan önce nice resuller gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah'a kesinlikle zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.

Ayet , Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olmasına karşın , konumuz ile alakasını kurduğumuzda , evrensellik arz eden bir mesaja sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Muhammed (a.s) ın ancak bir RESUL olduğu vurgusunun yapılmış olması, bize önemli mesajlar içermektedir. Onun, önceki resullerden bir resul olduğunun hatırlatılması , kendisinden önceki resullerin ölmüş olması ile nasıl bu dava bitmedi ise , kendisinin ölmesi ile de bu davanın bitmeyeceği , bayrağın elden ele dolaşarak asla yere düşmeyeceği , düşmemesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

Konuyu "Bayrak Yarışı" üzerinden görselleştirerek anlatacak olursak , bilindiği üzere bu ismin verildiği yarışta asıl amaç, yarışçıların elindeki bayrağın hedefe ulaşmasıdır. Yarışçılar belirli mesafelerde bu bayrağı taşıyarak , bir sonraki yarışçıya teslim eder , ve diğer yarışçı bayrağı diğer yarışçıya teslim edene kadar elinde tutar.

Atletizm sporunda bir yarışma dalı olan bayrak yarışı , salt bir yarış olmaktan ziyade, hayata dair mesaj veren bir yarıştır. Kimsenin elindeki bayrağı sahiplenmemesi gerektiği , bencillik , kıskançlık , hasetlik yapmadan, belirli süre içinde elinde tuttuktan sonra, bu bayrağı bir başkasının taşıması gerektiğini, insanlara hatırlatan bir yarışma türüdür. 

                                                "Mahkeme kadıya mülk değildir"

Konuyu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , bizdeki en büyük hastalıklardan bir tanesi, herhangi bir oluşumun başına geçirilmiş olan kişiye, aşırı bir karizma yüklenmesi, ve bunun sonucunda o kişinin ulaşılmaz ve vazgeçilmez bir kişi haline  getirilmesidir. 

İnsanlar üzerinde aşırı bir karizmatik yapı oluşturularak yürütülmeye çalışılan fikir ve düşünce hareketleri, zaman içinde sönmeye mahkum olacaklardır. İlkeler üzerine kurulan fikir ve düşünce hareketleri ise , o hareketlerin başında olan kimselerin yerine başkaları geçse bile, akamete uğramadan devam edecektir.

Al-i İmran s. 144. ayetinin Muhammed (a.s) ın kalıcı olmadığını hatırlatmasından hareketle , kalıcı olanın Allah (c.c) nin dini olduğu , bu dinin ayakta kalmasının belirli şahıslara bağlı olmadığının hatırlatılmış olması , bizler için yol göstericiliğini koruyarak hayatımızda yer etmesi gerekmektedir. 

Mensup olduğumuz fikir ve düşünce hareketleri içindeki lider pozisyonunda olan kişilere yüklediğimiz görev ve yetki , o kişileri ulaşılmaz ve yeri doldurulamaz bir kişi haline getirmemelidir. 

Hareket içindeki lider pozisyonunda olan kişilere verilen aşırı değer , bir takım sorunları beraberinde getirecektir. 

Lider pozisyonundaki kişilerin ulaşılmaz ve vazgeçilmez hale getirilmesi , hareket içinde yeni lider çıkma imkanını ortadan kaldıracaktır. Çünkü mevcut lider üzerinde oluşturulmuş olan karizmatik yapı, hareket mensupları üzerinde , o gittiğinde her şeyin biteceği düşüncesini oluşturarak, arkadan gelecek olanların önünü kapatan bir etki meydana getirecektir. 

Ayrıcı bu gibi liderlerin yapmış oldukları bazı kişisel hatalar davanın kendisine yüklenilerek , o kişilerin şahsi hataları yüzünden mevcut hareket yaralanmaya çalışılacaktır.

Fikir ve düşünce hareketleri eğer ilkeler üzerinden yürütülmeye çalışılırsa , "vazgeçilemez" , "ulaşılamaz" , "yeri doldurulamaz" gibi kelimeler, o hareket içinde telaffuz edilme imkanı bulamayacak , mevcut olan hareket , kişiler ile yürüyen bir hareket olmaktan çıkarak , bayrak yarışı misali elden olan değişen ve hedefe varmak için kişilerin değil, ilkelerin önemli olduğuna inanılan bir hareket haline gelecektir.

Bir hareket içindeki unsurları, 1- Lider , 2- onun etrafındakiler, şeklinde olmak üzere 2 ye ayırabiliriz. 

Lider konumunda olan kişi, etrafında olan kişiler üzerinde kendisinin vazgeçilemez , bu hareketin temel direği olduğu gibi bir düşünce oluşturduğu takdirde, bu kişi artık liderden çok İlahlık koltuğuna oturmuş bir kimse haline gelecektir. 

Liderin etrafında olan kişiler ise , eğer o lidere vazgeçilemez , bu hareketin temel direği gözü ile baktıkları zaman bu kişiler de o lidere kul olmaya çalışan insanlar konumuna gelecektir. 

Bir hareket içinde ne lider konumunda olan kişi ne de o liderin etrafında olanlar bu tür yanlışlara asla düşmemelidirler. Lider , etrafında olan kimselerin hepsinin kendi yerini tutabilecek kabiliyete sahip olduğunu düşünmeli , ve etrafındakileri böyle bir kabiliyete sahip olmaları gerektiği yönünde yetiştirmelidir. 

Liderin etrafında olan kişiler de , kendilerinin hareket içindeki konumlarının sadece lidere tabi olmak veya liderin şakşakçılığını yapmak olmadığını bilmelidirler. Liderin etrafında olan kişiler de kendilerini potansiyel lider adayı olarak yetiştirerek , mevcut liderden boşalacak olan yeri doldurabilecek yeteneğe sahip olmalıdır. 

Fikir ve düşünce hareketleri içindeki liderlerin, kendilerini o davanın sade bir neferi , o hareket içindeki kişilerin ise kendilerini potansiyel lider adayı gördükleri müddetçe , mevcut hareketler akamete uğramadan devamlılık gösterecek ve belirlenen hedefe ulaşmada önemli mesafeler kaydedeceklerdir.

Kişiler değil ilkeler üzerinden yürütülmeye çalışılan davalar , Müslümanlar olarak en büyük sıkıntımız olan "Fırkacılık" hastalığının büyük ölçüde azalmasına sebep olacağını söyleyebiliriz. 

Müslümanların fırkalara bölünmesinin sebeplerinden birisi de , etrafında toplanılmış kişilere yüklenen aşırı karizmatik yapılardır. Böyle bir yapı yüklenen kişiler haliyle etrafında toplandıkları kişiyi yücelterek , başkalarına karşı üstünlük unsuru olarak görmeye başlayacak ve ayrışım başlayacaktır.

Karizmatik kişilik oluşturulmuş bir liderin etrafında toplanmış olanların birbirlerine karşı koz olarak kullandığı en büyük silah "Hocaları yarıştırmak" şeklinde cereyan etmektedir. Müslümanların bugün yaptıkları en büyük cihad !!! , "Benim hocam senin hocanı döver" şeklinde cereyan eden "Din savaşları" olmaktadır. 

Hocasını , şeyhini , liderini aşmayı düşünmeyi dahi kendisine "Zül" kabul eden Müslümanların oluşturduğu toplulukların, tarikatlardaki "Şeyh-Mürit" ilişkisinden bir farkı kalmayacaktır. 

Belirli hocaların etrafında toplanmış olmayı kendisi için büyük bir şeref olarak kimseler,  ister istemez kendilerini bir tarikat yapılanması içinde bulacaklardır. Ancak kişileri değil, fikirleri öne çıkaran düşünce hareketlerinde, şahıslar ikinci planda kalarak , "Hoca savaşları" diyebileceğimiz cihad !!! türü ortadan kalkacaktır.  

Bu Müslüman toplulukları biraz daha daraltarak , kendisinin hayatında Kur'anın belirleyici bir kitap olduğu iddiasında olanların bir kısmının, yine bu tarikat yapılanmasından kurtulamayarak , kendi hocalarının etrafında kümelendiklerini , ve onların dedikleri üzerinden söylemler üreterek onları devamlı gündemde tutmak adına tartışmalar yaptığını görmekteyiz. 

                                   "Bana hocanı söyle kim olduğunu söyleyeyim" 

Hocalar üzerinden kimlik sahibi olmaya çalışmak , Müslümanların fikir ve düşünce bakımından ilerlemesine değil , geri kalmasına sebep olmaktadır. Hocalar sevilebilir  düşüncelerine değer verilebilir , ancak bu sevme ve değer verme işi , o hocaları daha ileri götürme adına , eleştiriye engel oluyorsa işte bu noktada problem başlamış demektir. 

Eğer belirli hocaların etrafında kümelenmiş kişiler , o hocaların dedikleri ile yetiniyor , daha ileri gitmek adına o hocaları arkadan itmiyor ise "Alan memnun satan memnun" bir hal oluşarak, yerinde sayan bir hoca ve cemaati oluşacaktır. 

Eğer bir fikir ve düşünce hareketi kendisini tekamül ettiremiyor , kendisine hocası tarafından verilen ile yetiniyor ise , bu hareket zaman içinde sönmeye mahkum olacaktır. 

                                          "Boynuz kulağı geçsin mi geçmesin mi?"

Müslümanların oluşturduğu oluşumların en büyük açmazı , hocasına olan saygı ve sevgi adına "Kulağı geçmemek" şeklinde cereyan etmektedir. Halbuki kulağı geçmeye çalışan boynuzlar olmaz ise  , fikirlerin tekamül etmesi güçleşecek , mevcut hareketin adı "HOCASINI AŞAMAYAN TALEBELER" olarak silinip gidecektir. Alttan hocaları devamlı yenilenmeye iten bir güç , yani "Talep eden" olmadıkça , "Arz eden" de olmayacaktır.

Sonuç olarak ; Düşünce ve fikir hareketlerinin en önemli sorunu , başta bulunan kişi üzerinde karizmatik bir yapının oluşturulmuş olmasıdır. Kur'an , Muhammed (a.s) üzerinde bile, böyle bir yapı oluşturmasına izin vermeyerek, onun "RESUL" olduğunu bir çok ayette beyan edilmiş , mevcut hareketin hayatiyetinin onun yaşamı ile sınırlı değil kıyamete kadar olduğu hatırlatılarak , kişiler üzerinden değil , ilkeler üzerinden yürütülen mücadelenin kalıcılığı vurgulanmıştır. 

Tavandaki kimselerin , "vazgeçilemez" , "yeri doldurulamaz" olarak düşünülmesi yerine , herkesin aynı seviyede olmasına yönelik yapılmaya çalışılan bir eğitim faaliyeti , fikir ve düşünce hareketlerini daha ileriye taşıyacaktır.

"Kolaycılık" olarak tabir edebileceğimiz bir hastalık olan , bizim yerimize başkalarının düşünmesi , bizim ise "üretmek değil , üretilmişler ile yetinmek" şeklinde cereyan eden tembelliğimiz neticesinde "alan memnun satan memnun" bir durum oluşarak , mevcut İslami hareketler , hocalar üzerinden yapılan din savaşları haline gelmiştir. 

Taban eğer kendisini Kur'an merkezli bir eğitime tabi tutarak , tavanı da bu şekilde olmaya zorlayarak, "sorgulama" , "eleştirme" , "yenilenme" , kelimelerden rahatsız olmayan bir yapı içinde olduğunda ,Müslümanlar için ileride daha umutlu günler gelecektir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


23 Nisan 2016 Cumartesi

Al-i İmran s. 181 ve Meryem s. 79. Ayetlerinde Geçen "Senektubu" Kelimesinin Çevirileri Üzerine Bir Mütalaa

Kur'an çevirilerinde yapılan en önemli hatalardan birisi , bir kelimenin yapılan çevirisinin Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında , aynı kelimenin geçtiği bir başka ayet veya konu bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gereken ayetler ile çelişkili bir durum arz ediyor görüntüsü vermesidir. 

Yazımızda, bu duruma örnek olarak gördüğümüz, Al-i imran s.181. ve Meryem s. 79. ayetlerinde geçen "Senektubu" kelimesinin, "Yazacağız" şeklinde yapılan çevirilerinin, konu bütünlüğüne dikkat edilmesi gereken diğer ayetler ile çelişkili bir duruma düşerek, müşkilat arz etmesini nasıl çözebiliriz ? sorusunun cevabını aramaya gayret edeceğiz. 

Konumuz olan iki ayetin yapılan çevirileri şöyledir;

[003.181]  And olsun ki, Allah: «Allah fakir; biz zenginiz» diyenlerin sözünü işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini elbette yazacağız (Senektubu) , «Yakıcı azabı tadın» diyeceğiz.

[019.079]  Hayır, söylediğini yazacağız (Senektubu) ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.

Al-i İmran s. 181. ayetinin bağlamı Allah Medine ki (c.c) ye iftira atan İsrailoğulları ile alakalı olup haksız yere peygamberlerini öldürenler , Medine Yahudileri değil , ondan önceki atalarıdır.  Meryem s. 79. ayetinin bağlamı ise 77. ayette "bana elbette mal ve çocuk verilecektir" diyen kimse ile alakalıdır. 

Dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu iki ayette geçen "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklinde çevrilmesini tereddütle karşılayacaktır. Bunun sebebi ise , kelimenin başındaki "Se" edatının gelecek zamanı ifade etmesi olup , kelimenin anlamı "Gelecekte yazacağız" olmaktadır. Böyle olunca da bu ayetin çevirisinin, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen , amellerin anında yazıldığını ifade eden diğer ayetlerle çelişki arz ettiğini görecektir. 

Dikkatli bir okuyucu bu ayeti okuyunca, "Neden şimdi değil de gelecekte yazılacak" sorusunu sormaya başlayacaktır. Bu müşkilatı, "Senektubu" kelimesini çelişki arz etmeyecek bir anlam vererek  çevirmek çözmek mümkündür. 

Önce , "Yazacağız" şeklinde çevirilerin okuyucunun kafasında istifham oluşturmasına sebep olabilecek  ayetleri görelim ; 

[050.016-18]  And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız.Zaten onun sağında ve solunda yerleşmiş iki kayıtçı vardır. Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın.
[009.121] Onlar, -küçük olsun, büyük olsun- bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi aşmazlar ki, Allah kendilerini işlediklerinden daha güzeliyle mükafatlandırmak için onların hesaplarına yazmış olmasın!
[010.021] İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında derhal bir takım hilekârlıklara girişirler. De ki: «Allah'ın hilesi daha çabuktur. Haberiniz olsun ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıp duruyorlar».
[082.010-2] Oysa, yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler.
[021.094]  İnanmış olarak yararlı iş işleyenin ameli inkar edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.
[043.080]  Yoksa, kendilerinin gizli veya açık konuşmalarını duymayız mı sanırlar? Hayır; öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayet örneklerinde, insanlar yapılan amellerin anında yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu ayetleri dikkate alarak , Al- i İmran s. 181, Meryem s.79. ayetlerini okuyanlar , o ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklinde çevrilmesi karşısında , "O ayetlerde hemen yazıyoruz diyor , bu ayetlerde gelecekte yazacağız diyor, bu ayetlerin arasındaki müşkilat nasıl çözülecektir?" şeklinde bir sorunun cevabını aramaya başlayacaktır.

Bu sorunun cevabını kendi adımıza vermeye çalışarak , öncelikle ilgili ayetlerin çevirilerinin nasıl olabileceği yönünde fikrimizi beyan edip , sonra bu fikrimizin temelini oturttuğumuz Kur'an ayetlerini vereceğiz.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın "Nektubu" kelimesinin geçtiği Yasin s. 12. ayetine vermiş olduğu anlamın dikkate değer bir çeviridir. Maalesef merhum Elmalılı , bu çeviriyi aynı kelimenin geçtiği konumuz olan ayetlere uygulamayarak kendisi de çelişkili bir anlama imza atmıştır. Halbuki Yasin s. 12. ayetine verdiği anlamı dikkate alarak aynı anlamı, bu kelimenin geçtiği konumuz olan ayetlere vermiş olsaydı, örnek bir çeviri yapmış olacak , böylelikle bir çok meal yapıcısının kendisini taklit ederek vermiş olduğu anlama engel olmuş olacaktı.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın Yasin s. 12. ayete verdiği meal şöyledir ;

[036.012] [E0] Hakıkat biz biziz, ölüleri diriltiriz ve takdim ettikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri kitaba geçiririz (Nektubu) ve zaten her şey'i açık bir kütükte bir «İmamı Mübîn» de ihsa etmişizdir.

Merhum , dikkat edilirse ayet içindeki "Nektubu" kelimesini "KİTABA GEÇİRİRİZ" şeklinde anlamlandırmıştır. Ancak konumuz olan ayetlerdeki "Senektubu" kelimesini " Yazacağız" şeklinde anlamlandırarak, hem kendisi çelişkili bir meale imza atmış hem de kendisinden kopya çeken bazı meal yapıcılarını çelişkili duruma düşürmüştür. 

"Senektubu" kelimesine öyle bir anlam verilmelidir ki , bu anlam konu bütünlüğü arz eden diğer ayetlerle çelişki arz etmesin , aksine bütünlük arz etsin.

İlgili ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin, "Ketebe" kelimesinden türediğini hatırlatarak , bu kelimenin "Kitap" yani yazılan bilgilerin muhafaza edildiği , unutulmadığı şeklindeki anlamını ve merhum Elmalılının verdiği anlamı dikkate alarak , konumuz olan ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin , "KİTAPLAŞTIRACAĞIZ" şeklinde anlamlandırılmasının mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

[003.181]  And olsun ki, Allah: «Allah fakir; biz zenginiz» diyenlerin sözünü işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini elbette KİTAPLAŞTIRACAĞIZ (Senektubu) , «Yakıcı azabı tadın» diyeceğiz.

[019.079]  Hayır, söylediğini KİTAPLAŞTIRACAĞIZ (Senektubu) ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.

Yani insanların dünya hayatlarında , yaptıkları ve söyledikleri her şey , unutulmadan eksik bırakılmadan kayıt edilmiş bir halde kendilerine sunulacaktır. "Senektubu" kelimesinin bu durumu ifade ettiğini düşünmekteyiz.

Böyle bir anlamın , aşağıda meallerini vereceğimiz, herkesin dünyada yaptıklarının kitap haline getirildiği ve hesap gününde herkesin ellerine kitaplarının verileceğini beyan eden ayetleri dikkate aldığımızda, Kur'an bütünlüğü açısından daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz.

[017.013-14] [E0] Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar. Oku kitabını, muhasebeci bugün üzerinde nefsin yeter

İsra s 13 ve 14. ayetlerde , insanın dünya hayatında yaptığı amellerin , kıyamet gününde karşısına kitap halinde çıkarak ona okuması için verileceği beyan edilmektedir. Buna benzer beyanlar diğer Kur'an ayetlerinde görülmektedir. 

[017.071] Günün birinde her sınıf insanları imamları ile çağıracağız, o gün her kime kitabı sağ elile verilirse işte onlar kitablarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmiyecekler
[018.049]  Kitab konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün Vah bize, eyvah bize, bu kitab nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış, derler. Çünkü bütün işlediklerini hazır bulurlar. Ve Rabbın, kimseye asla zulmetmez.
[039.069]  Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamberler ve şahidler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.
[045.028-29]  Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabına çağrılır. Onlara denir ki: «Bugün, size işlediğinizin karşılığı verilecektir.»«Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.»
[078.029-30] Biz ise her şeyi sayıp bir kitaba geçirmişiz.Şöyle deriz: «Artık tadınız, bundan böyle size azabdan başka bir şey artırmayız.»
[069.019-20]  Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der.
[069.025-9]  Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: «Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı» der.
[084.007-9] İmdi kimin kitabı sağ eline verilmiş olursa. Artık bir kolay hesap ile muhasebe edilmiş olur. Ve ehline sevinçli olarak dönmüş bulunur.
[084.010-3]  Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı.

Sonuç olarak ; Al-i İmran s. 181 ve Meryem s. 79. ayetlerindeki "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklindeki çevirisi , diğer ayetlerde geçen amellerin anında yazıldığını beyan eden ayetler ile çelişki arz etmektedir. Çelişkinin Kur'anda olamayacağından hareketle , böyle bir çeviri yerine, Kur'an bütünlüğü ile uygunluk  arz eden bir çeviri tercihini yapmaya çalıştığımız çalışmamızda, Merhum Elmalılının Yasin s. 12. ayetinde geçen "Nektubu" kelimesine verdiği anlamı dikkate alarak bir çeviri çalışmaya çalıştık. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


                           

3 Aralık 2015 Perşembe

Al-i İmran s. 79-80.Ayetleri: "Allah'ı Bırakıp Bana Kul Olun" Demeyen Nebiler

Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan bir tanesi de , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisinin olup olmadığı konusundadır. Yüzyıllardır "Ehli hadis" ekolünün İslam düşüncesinin şekillenmesinde etken bir rol oynaması neticesinde yazılan eserler çerçevesinde çizilen peygamber portresi, Kur'an ile uyum arz eden bir portre değildir. Bu portrenin şekillenmesi için yapılan çalışmalarda öne çıkan taraf, ön yargılı bir bakış ve bazı Kur'an ayetlerinin sadece bu portrenin oluşmasını sağlamak amacına yönelik bir okumaya tabi tutulması olduğunu söyleyebiliriz. 

Muhammed (a.s) a biçilen bu misyonun kaynağı , Hıristiyanların İsa (a.s) a biçtikleri misyondan devşirilmiş bir düşüncedir. Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin tamamının , onun için uydurulan misyonun yalan ve iftira olduğu , onun Rab ve İlahlıktan herhangi bir payı olmadığı , onun sadece beşer bir elçi olduğuna dair bilgiler olduğunu düşündüğümüzde, elçi olsa dahi kimseye böyle bir yakıştırma yapılmaması ve bu düşünce etrafında bir akide oluşturulmamasın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Kur'an ayetlerinin sadece hitap ettiği kesim ile sınırlı tutularak okunması sonucunda , "Ey ehli kitap" şeklindeki hitapların ,bizleri ilgilendirmediği zannı uyandırmış ve ilgili ayetlerin sadece Yahudi ve Hıristiyanlara hitap ettiği düşünülerek , bizlere dair mesajları olabileceği akla dahi getirilmemiştir. Fakat İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından yapılan muamelenin bir benzeri , Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) a da yapılmakta olup , İsa (a.s) ile ilgili olan ayetler ile bizlerin de muhatap olabileceği maalesef düşünülmemektedir. 

Hıristiyanların İsa (a.s) a yaptıkları muamelenin özünde , onu beşer bir elçi olmaktan daha yukarılara taşıma gayreti olduğunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar tarafından , Muhammed (a.s) a yapılan muamelenin özünde de aynı gayret olup , her ne kadar söz ile onun "Kul ve Elçi" olduğunu söylüyorsak ta , fiiliyatta onu daha yukarılara taşıma düşüncesinin bir ürünü olan, haram ve helal koyma yetkisi olduğunu söyleyerek İsa, (a.s) ile aynı konuma oturtmaktayız. 

Allah (c.c) nin bu insanlar için koyduğu vazife sınırı olan "Elçilik" görevinin ne anlama geldiği anlaşıldığı takdirde , Muhammed (a.s) a biçilen ve görevinin sınırlarını aşan bir yetkilendirme olan haram ve helal koyma yetkisinin ne kadar yanlış olduğu , hatta bu düşünce içinde olanların akidelerinde derin yaralar açıldığı görülecektir. 

"Elçi" kelimesi , bir hükümdarın mesajını iletmekle görevli kimseler için kullanılmaktadır. Elçiler iletmekle görevli oldukları mesajın muhteviyatına hiç bir şekilde hiç bir şekilde müdahale etmeden muhataplarına iletmekle görevli kimselerdir.

Bu kelimeyi Allah (c.c) nin mesajını kullarına iletmekle görevli insanlar bazında düşündüğümüzde , bu insanlar aldıkları mesajın muhatapları arasında kendilerinin de olması nedeniyle , o mesajları muhataplarına iletirler , ilettikleri mesajın kendilerini de bağlayıcı olması nedeniyle , aynı mesajın gereklerinin nasıl hayata pratize edileceğini canlı ve en güzel örnek olarak gösterirler. Allah (c.c) nin elçileri sadece gelen mesajı okumakla görevli değil , aynı zamanda okudukları mesajın hayata nasıl yansıması gerektiğini kendileri yaşayarak öğretirler , yani görevleri sadece "Postacılık" değildir. 

[069.044-7]  Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.

Bu görevlerini yerine getirirken sadece kendilerine vahyedilene uymakla görevli olan bu elçiler, Allah (c.c) nin "Din" (Yaşam kuralları) olarak vaaz ettiği kurallara herhangi bir ilave hükümde bulunAmazlar. "İlah" ve "Rab" olmanın hakkı olan "Din" vaaz etmek yetkisini , Allah (c.c) kendisinden başka kimseye tanımamıştır. 

Kendisinin dışında "Din" vaaz etmeye kalkanları veya kendisinin dışında din vaaz edenlere tabi olanları , "Allah'ın dunun dan rabler ve ilahlar edinmek" olarak tanımlayan Rabbimiz, bu yetkiyi kendi elçilerine dahi vermemiş olmasına rağmen , İslam düşüncesine hakim olan genel geçer düşünce "Muhammed (a.s) ın da helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu yönündedir.

Bu noktada Al-i İmran s. 79. ve 80. ayetleri çok önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.

[003.079]  Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?

Bu ayetler bizlere Muhammed (a.s) ı nasıl bir yere oturtmak gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden çok önemli ayetlerdir. 

Helaller ve haramlar , insanların yaşamları içinde tabi olacakları kurallar bakımından önemli bir yer tutmakta olup , yaşamın sınırlarını tayin eden önemli kavramlardır. Allah (c.c) bu konuda kendisini tek yetkili olarak ilan ederek , insanlar için koyduğu sınırlara tabi olunması gerektiği , bu konuda kimsenin helal haram tayin etme yetkisi olmadığını açıklamıştır. 

"Rab" ve "İlah" olmanın gereği olan bu tür sınırlar koyma yetkisini kendi elçilerine dahi vermeyen Allah (c.c) , son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir yetki tanıyarak elçiler arasında ona ayrı bir konum tayin etMEmiştir.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde yapmış olduğu bazı yasaklayıcı sözleri , o yasakların aynen Kur'an yasağı gibi sayılmış , ve bu yasaklamaların alt yapısı rivayetler !! ile desteklenerek (Erike hadisi örneği) yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır. 

[009.031]  (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

Bu gün eğer bu ayet yeniden inecek olsa idi , "Muhammed'i de rabler edindiler" ilavesi mutlaka olurdu, neden mi ? ; 

"Rab edinmek" şeklindeki anlamı bu ayetin tefsirlerinde geçen bir rivayet olan , Adiyy Bin Hatem adlı önceden Hıristiyan olan bir sahabenin , " Biz onlara kulluk etmiyorduk" şeklindeki sözleri üzerine Muhammed (a.s) ın "Onlar Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal , helal kıldığı bi şeyi haram kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" sorusuna verdiği "Evet" cevabı, rab ve ilah edinmenin ne demek olduğunun güzel bir cevabıdır. 

Buradan hareketle , Muhammed (a.s) a yüklenmiş olan fakat kendisinin böyle bir iddiada bulunmadığı onun haram ve helal koyma yetkisi olduğunu iddia etmek , onu rab ve ilah edinmek anlamına gelir.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış. 

Yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş peygamber algısı öyle bir hale getirilmiştir ki , böyle bir peygamber inancı olmayan veya böyle bir inanca karşı çıkanlar , zındık , hadis sünnet inkarcısı , kafir v.s gibi yaftalarla anılarak büyük bir baskı kurulmuştur. Eğer yafta takılmak gerekiyorsa , bu yaftalar peygamber a.s ın helal ve haram koymasının aynen Kur'anın koyduğu yasaklara eşdeğer olduğunu söyleyenlere takılması gerekmektedir. 


Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin vermediği bir yetkiyi , verilmiş gibi göstermek onu İsa (a.s) gibi ilah ve rab konumunu yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Maide s. 116-117. ayetlerinde gördüğümüz , İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesindeki kendisine sorulan soruya verdiği cevap çok manidardır.

[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117]  Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.

Şayet bu gün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelse aynı sahne , Muhammed (a.s) ın sorgulanması şeklinde anlatılarak , Müslümanların onu haşa rab yerine koyması kendi ağzından red edilerek , yaşadığı hayat zarfında kendisine Allah (c.c) tarafından verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini , kendisinden sonra insanlar tarafından kendisi için yakıştırılan iftiraları red edecektir.
Bu gün Müslümanların , Hıristiyanlar gibi İsa (a.s) a yüklediği ilahlık ve rablik yakıştırmalarını direk olarak yapmıyor olmaları bizleri aldatmamalıdır. İsa ve Muhammed (a.s) için yapılan ortak yanlış , onların "ELÇİ ve "KUL" oldukları bir tarafa konularak , özel bir konum yüklenmiş olmalarıdır. 

Allah (c.c) Al-i İmran 79. ve 80. ayetlerinde İsa (a.s) için yapılan yanlışı hatırlatarak , bizlere de önemli mesajlar vermektedir. Bizler ilgili ayetleri sadece hitap ettiği kişiler bazında okuduğumuz zaman , bizlere dönük bir hatırlatması olduğunu ıskalamış oluruz. 
"Allah'a ve elçisine itaat edin" mealinde bir çok ayetin olduğu unutularak, bu yazının yazılmış olduğu düşünülmesin.

Kur'anda bir çok yerde geçen bu tür ayetlerin , "Allah'a itaat edin " emrini Kur'ana , "Elçisine itaat edin" emrini hadislere bağladığımızda büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır.

Elçiye itaat ile ilgili ayetlerin , bu gün aramızda Muhammed (a.s) ın olmaması nedeniyle, "ondan gelen rivayetlere itaat" şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmek büyük bir sorunu ortaya çıkarması açısından çok yanlış bir söylemdir. 

Bu gün elimizde olan hadis külliyatı içindeki rivayetlerin "Sahih" olup olmadığı kişilerin belirlediği kıstaslar üzerinden yapılmış olması sebebi ile , A hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih" damgası vurulan bir rivayete , B hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih değildir" damgası vurulabilmektedir. 

Eğer "Elçiye itaat edin" emrine, "Hadislere itaat edin"şeklinde bir anlam yüklediğimizde , A hadisçisinin sahih olarak gördüğü rivayeti red eden B hadisçisi , A hadisçisine göre "Hadis inkarcısı" veya "Elçiye itaat edin" ayetini red etmiş durumuna düşmektedir.

Sonuç olarak ; "İlah" ve "Rab" liği kendisinden başkası için kimseye layık görmeyen Allah (c.c) , bu liyakati peygamberlerine de vermediğini beyan ederek , kul olmayı sadece kendisine layık görerek , kendisinden başkalarına kulluk yapanlara "Müşrik" demektedir. Kur'an içindeki bir çok ayet , Hıristiyan düşüncesinde geçerli olan İsa (a.s) ı Allah (c.c) dışında rab ve ilah olarak kabul etme düşüncesini "Küfr" olarak nitelemiş  , ve böyle bir küfürden vazgeçilerek ortak söz olan Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak bilinmesi temeline dayanan bir sisteme göre yaşanmasını emretmektedir.

Hıristiyanların İsa (a.s) ı , elçi ve kul olmasının dışında bir görev yükleme ameliyesine paralel bir düşünce , biz Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından Muhammed (a.s) içinde geçerlidir. Muhammed (a.s) ın elçi kul olduğu söz ile ikrar edilmesine rağmen , fiiliyatta ona helal ve haram yetkisi tayin edilmesi düşüncesi onu rab ve ilah konumuna yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Kur'andaki elçiye itaat edilmesi ile ilgili ayetler , elçinin helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu düşüncesinin ışığı altında okunarak zorlama yorumlarla bu sonuca varılmaya çalışılmış , Araf s. 157. ayeti , İsrailoğullarına daha önce yapmış oldukları hatalar nedeni ile ceza olarak haram kılınan bazı yiyeceklerin artık helal kılındığını beyan etmiş olmasına rağmen , ön yargılı bir okuma sonucu , elçinin haram helal kılma yetkisi olduğunu beyan eden ayetler olduğu zannı hakim olmuştur.

Bizler eğer Hıristiyanların düştüğü duruma düşmek istemiyor isek yapacağımız şey , Muhammed (a.s) Kur'an harici bir misyon yükleme düşüncesinden vazgeçerek , onun elçi ve kul olduğunu sadece dil ile değil , itikadi anlamda da hatırlayarak itikadımızı Kur'an ışığında yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Esas olan Allah (c.c) nin dışında kimseye onun yetki alanına giren konularda yetki tanımamak olup , böyle bir yetkiyi Allah ve elçisine rağmen tanımak , bu yetkinin tanınmadığını iddia edenlere yakıştırılan "Küfr" damgası , elçiye  böyle bir yetki tanıyan düşünce sahiplerine daha çok yakışacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

21 Ağustos 2015 Cuma

Al-i İmran s. 33-44. Ayetleri : Meryem'in Doğumu ve Yetiştirilmesi

Kur'an içindeki bir takım yaşanmış olaylar içinde anlatılan insanların , "Model Aile" , "Model İnsan" olarak okunarak, onların yaşantılarının bizlere de örnek olması amaçlanmaktadır. Bu örneklik, Al-i imran suresi içinde sureye adını veren ailenin yaşantısından kesitler sunularak bizlere anlatılmakta ve  "Örnek bir aile nasıl olmalı ?" sorusunun cevabını içermektedir. 

Konumuz olan ilgili ayetleri, bize dönük böyle bir mesajı olmasından hareketle okumaya çalışacağız. 

[003.033]  Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u ve İbrahim ailesiyle İmran ailesini süzüp alemler üzerine seçti.
[003.034]  Birbirinden gelen bir zürriyet olarak; Allah işitendir, bilendir.

Allah (c.c) , İmran ailesinin  Adem , Nuh , İbrahim (a.s) ın yolundan giden insanlar olduğunu hatırlatıp o aileyi de alemler üzerine seçkin kıldığını beyan ederek , onları anlatmaya başlamaktadır. 

[003.035]  İmran'ın karısı: «Rabbim, karnımdakini  hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.» demişti.

İmran'ın karısı hamiledir ve doğacak olan çocuğunu erkek olarak beklemektedir ve o çocuğu, yaşadığı takdirde Allaha adayacağını söylemektedir. İmran'ın karısının isminin "Hanne" olduğuna dair rivayetler olsa da isminin ne olduğundan çok , kişinin doğacak çocuğu hakkında beklentilerini dikkate almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Doğacak olan çocuğunu "Hür" olarak Allah'a adaması , o çocuğun Allah dışındaki her türlü bağımlılıktan yani şirk'ten uzak olarak sadece ona kul olarak yetiştirilmesinin vaad edildiği anlamındadır.

Ayet içinde geçen "Nezr" kelimesi ; "Bir işin meydana gelmesi için , kişinin üzerine vacib olmayan bir şeyi kendisine vacib kılması" demektir. İmran ailesinin böyle bir nezir yapma sebebi , daha önce olan çocuklarının yaşamaması veya uzun bir zaman aralığından sonra  çocuk sahibi olma umutları yeşerdiği ihtimali olabilir.

 [003.036]  Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu bilirken « Rabbim! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım» dedi.

Adağını yerine getirmek için erkek çocuk bekleyen İmran'ın karısı , doğurduğu çocuğun kız olması karşısında bu adağını yerine getiremeyeceği için onu her türlü tehlikeden koruması için sığınılacak tek merci olan Allaha dua etmektedir. Bu ayet içinde, İmran'ın karısının doğan çocuğuna tek başına isim vermesinden hareketle , İmran'ın çocuğu doğmadan önce vefat ettiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

İmran'ın karısının, "Erkek kız gibi değildir" şeklindeki ifadesinden kız çocuğunun erkek çocuğuna göre daha fazla himayeye muhtaç olduğu  ve erkeğe göre daha fazla tehlikelere açık olduğu vurgusu yapılarak onu şeytanlardan gelecek her türlü tehlikeden Allaha sığındırdığını söylemesi, buradaki "Şeytan" vurgusunun ne anlama gelebileceğinin dikkate alınması gereğini doğurmaktadır. 

Ayette kız-erkek şeklinde bir ayrımdan ziyade ,İmran'ın karısının erkek çocuk beklediği ve erkek çocuk için beslediği düşüncenin kız çocuk vasıtası ile gerçekleşmeyeceğini düşündüğü için böyle bir ifade de bulunduğunu söyleyebiliriz. Şeytan'ın musallat olması kız-erkek gibi gibi ayrım yapmadan her kişi için aynı olduğuna göre , şayet İmran'ın karısı nezretmek için kız çocuk beklemiş ve kız çocuk yerine erkek çocuğu dünyaya gelmiş olsaydı bu sefer "Erkek kız gibi değildir" demiş olacağını düşünüyoruz.

Yine bu ayette , diğer ayetlerde "Nankör" olarak vasıflandırılan insanın sıkıştığında Rabbini anması , feraha çıktığında Rabbini unutmasının verildiği bir çok ayetten Araf s. 189. ve 190. ayetlerini hatırlamak yerinde olacaktır. 

 [007.189-190]  O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi ve bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: «Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız.» Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde çocuk bekleyen bir ailenin doğacak çocukları dünyaya gelmeden önceki duaları ile , dünyaya geldikten sonra değişen tavırları yani nankörlükleri anlatılarak böyle bir tavır içine girilmemesi öğütlenmektedir. İmran'ın karısı , çocuğu doğmadan önce de , doğduktan sonra da aynı tevhidi tavrı sürdürerek , bir ailenin doğan çocuklarını nasıl yetiştirmesi gerektiği konusunda örneklikliği göstermektedir.

 [003.037]  Bunun üzerine Rabbı onu güzel bir kabul ile karşıladı. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya mihraba her girişinde onun yanında bir yiyecek bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden? derdi. O da: Allah tarafından, derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.

 Doğurduğu çocuğun Allaha kul olarak yaşam sürmesini isteyen İmran'ın karısının bu duası kabul olunarak Zekeriyya (a.s) tarafından bakımı üstlenilmiştir. İmran'ın karısının duası sadece kuru kuruya yapılmış bir dua değil , Rabbinden istediği şeyin amele dökülmüş olmasını da beraberinde getirmesi açısından önemli bir noktadır. Hepimiz Allah'a el açıp  Dünya ve Ahiret için bazı beklentilerimizi ondan isteriz , ancak bu beklentilerin kabul olma şartı, o beklentiler doğrultusunda bir çalışmayı beraberinde getirmeye bağlıdır. İmran'ın karısı ,kızı Meryem'in şeytan tasallutundan uzak bir yaşam sürmesi için ona gereken bilgileri vermekte , kendisi de bu konuda ona örnek olmaktadır. 


Zekeriyya (a.s) ın , Meryem'in yanına her girişinde yanında bulduğu rızıkla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; "Mihrab" kelimesi , bir evdeki oturma yerinin en baş köşesi anlamındadır. Meryem'in mihrab ta olmasını , Zekeriyya (a.s) tarafından ona verilen değeri ifade ettiğini söyleyebiliriz. Her girişinde Meryem'in yanında bir rızık olmasını 2 açıdan değerlendirmek mümkündür. 

1- Meryem'e başkaları tarafından hediye edilmesi , onun bu rızıkların kaynağının Allah (c.c) olduğunu bildiği için , "falan kimse getirdi" şeklinde bir ifade yerine "Allah tarafından" dediği söylenebilir. 

2- Bu rızıkların Allah (c.c) tarafından ona direk olarak indirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Allah (c.c) nin Meryem'i "Güzel bir bitki" gibi yetiştirmesi ifadesinden , yerdeki bitkilerin Allah (c.c) tarafından gökten indirilen su ile yetiştirildiğini beyan eden ayetleri dikkate aldığımızda ve Maide s. ayetlerinde  Havarilerin İsa (a.s) dan gökten bir sofra indirilmesini istemesini dikkate aldığımızda bu sofranın önceden onun annesine indirildiğini bildikleri şeklinde bir düşünce oluşturabilir. Kefili olduğu için her türlü giyecek ve yiyeceğine de kefil olması gerektiğini düşündüğümüz Zekeriyya (a.s) ın bu rızk'ın kaynağını bilmemiş olması o rızk'ın kaynağının farklı bir yerden olduğunu göstermektedir. Bizim tercihimiz 2. şık içinde ifade ettiğimiz düşünceden yana olup bu düşüncemizi 38. ayetin pekiştirdiğini söyleyebiliriz. 

Meryem'in Zekeriyya (a.s) tarafından yetiştirilmesinin bize dönük mesajını okuyacak olduğumuzda şunları söylemek mümkündür; Elçiler Allah (c.c) nin seçmiş olduğu insanlar olması hasebiyle aldıkları vahyi tebliğ ederler ve bu vahyi önce kendileri örnek olarak hayata geçirirler. Zekeriyya (a.s) bu işle görevli elçilerden olması nedeniyle yaşadığı hayatta kendisi ve çevresindeki insanlara örnek olmuştur. Meryem böyle bir elçinin kefaleti altında onun bilgileri ve öğütleri ile yetişerek alemlere örnek bir kadın olmuştur. 

Elçiler bu gün hayatta olmasalar dahi, yaşanmış hayat örnekleri ile bizlerin yolunu kıyamete kadar aydınlatacak olan insanlardır. Kur'an geneline yayılmış olan ayetler içinde bulduğumuz örnek hayatlar bizleri hayata dair başımıza gelen herhangi bir meselede nasıl bir yol izlemek gerektiği noktasında güzel örneklikler sunmaktadır.

[003.038] Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; 'Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.

Meryem'in yanına her geldiğinde kaynağının Allah (c.c) den olduğunu öğrendiği rızıkları bulan Zekeriyya (a.s) , Meryeme böyle bir lutufta bulunan Rabbinin kendisine de yaşlanmış olsa dahi bir çocuk verebilme umutlarını yeniden harekete geçirmiştir. "Meryeme gökten rızkı indiren Rabbim bana da bu ihtiyar halime rağmen bir erkek çocuk bahşeder" diyerek Allah(c.c) ye isteğini bildirir.

 [003.039] Mihrapta ayakta salatta iken melekler kendisine seslenip: «Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi tasdik edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem nebi olacak olan Yahya’yı müjdeler» dediler.

Daha teferruatlı bilgiyi Meryem suresi ilk ayetlerinde gördüğümüz Yahya (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerin bir kısmı burada da anlatılmaktadır. Burada dikkatimizi çeken noktalardan birisi , Yahya'nın daha doğmadan önce nasıl bir hayat süreceğinin Allah (c.c) tarafından biliniyor olmasıdır. "Allah kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" diyerek , Allah (c.c) ye noksanlık ve acziyet izafe eden düşüncenin taraftarlarının bu ve benzeri ayetleri iyi düşünmeleri gerekmektedir.

 Allah (c.c) ye yaptığı duanın kabul olmasının verdiği insanı şaşkınlık karşısında Zekeriyya (a.s) şunları söyler;

 [003.040]  Ve dedi ki: Rabbım; ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir? Öyle, Allah dilediğini yapar, dedi.

 Burada , "Zekeriyya (a.s) hem ihtiyar olduğu halde çocuk sahibi olmak istiyor , hem de bu isteği kabul edildikten sonra nasıl çocuğum olabilir şeklinde bir soruyu neden soruyor?" şeklinde bir soru akla gelebilir . 

Bu soruya cevaben şunları söyleyebiliriz; Olayı Zekeriyya (a.s) ın neden şaşırdığı üzerinden değil , bu durum üzerinden verilmek istenen mesajı okumanın gerekmektedir. "Allah dilediğini yapar" cümlesi bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmak gerektiği noktasında ipucu verebilir. Bu cümle , kul için imkansız olduğu düşünülen bir mesele de Allah (c.c) için böyle bir durumun sözkonusu olamayacağı mesajını vermektedir. Kul Allaha karşı güven içinde olduğu müddetçe , o kulun Allah (c.c) den istediği herhangi bir isteği karşılıksız kalmayacak ve kul için imkansız olduğu düşünülen bir şey Allah için kolay olacaktır. 

[003.041]  Zekeriyya: «Rabbim bana bir alamet ver!» dedi. Allah: «Alametin insanlarla üç gün yalnızca işaretten başka türlü konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve akşam-sabah tesbih et!» buyurdu.

Zekeriyya (a.s) ın Rabbinden bir alamet istemiş olması , onun bu konuda daha mutmain olma isteğinin bir göstergesi olup , aynı durumu Bakara s. 260. ayetinde , İbrahim (a.s) ın iman ettiği halde ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istemesi ile aynı minvalde düşünebiliriz.Akşam -sabah tesbit etme emrini , günün bu vakitleri için değil kesintisizlik ifade etmesi açısından yani akşamdan sabaha , sabahtan akşama kadar bir kesintisizlik içinde "Rabbini an yani günün bütün vakitleri içinde Rabbinin sana gösterdiği yol üzerinde kaim ol" anlamında düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

[003.042] Hani melekler de: «Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı.» demişti.
[003.043]  «Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et.»

Bu iki ayette , Meleklerin Meryem ile konuşmasına benzer bir uslup kullanılmaktadır. Meryem suresi içinde , İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerde , Melek elçinin düzgün bir beşer kılığında Meryem'e geldiğini ve onunla konuştuğunu görmekteyiz. Ancak bu iki ayetteki durum ondan farklıdır.

Bu ayetleri anlamak için , Meryem ile ilgili Tahrim suresi 12. ayetini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

 [066.012]  Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.

Bu ayette Meryeme ruh üflendiği ve onun Rabbinin sözlerini ve Kitaplarını tasdik ettiği beyan edilmektedir. Ruh üflenmesi sadece Meryem'e has bir durum değil , aksine yaratılmış olan bütün insanalara has bir durumdur. Allah (c.c) yarattığı tüm insanlara fıtraten yaratıcısını bilme kabiliyeti ilham ederek onları kendisine itaat eden bir kul olma yolunu kolaylaştırmıştır. Meryem kendisine verilen bu kabiliyeti kullanarak o yolda yürümüş ve muvahhide bir kul olmuştur. 

Bu yolda yürüyen herkese Allah (c.c) nin yardımı ve desteği şu şekilde beyan edilmektedir. 

[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.
[041.031]  «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032]  Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.

Bu ayetlerde Melekler , "Rabbimiz Allah" diyenlerle karşılıklı bir konuşma içinde değillerdir. Bı yolda yürüyenlerin kimler tarafından desteklendiği ve akıbetlerinin ne olduğu beyan edilmektedir. Konumuz olan 42. ve 43. ayetleri de bu paralelde anlamak durumundayız. "Rabbim Allah" diyerek o yolda yürüyen Meryem'in, Fussilet s. 30. 31. ve 32. ayetlerinde gördüğümüz üzere istikamet üzere bir yol üzere olduğu beyan edilmektedir.

[003.044] Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de yanlarında değildin.

Bir çok ayette , gayb'ın sadece Allah (c.c) tarafından bilenebileceği , gaybı ilgilendiren konulardan bir kısmını dilediği elçilerine açacağını (Cin s. 27) beyan eden Rabbimiz, elçilerine açtığı gaybi konulardan bir kısmını bu ayetlerde beyan etmektedir. Muhammed (a.s) kendisine açılan gaybı yine kendisine vahyolunan Kitap içindeki ayetler vasıtası ile bilebilmekte olup ayrı bir gayb bilgisi kaynağı yoktur. Rivayet yolu ile gelen ve gaybı ilgilendiren konuların tamamı güvenilirlikten uzak olup, en sahih gaybi bilgi kaynağı sadece Kur'andır.

Sonuç olarak; "Model Aile" , "Model İnsan" örnekleri ile dolu olan Kur'anın sunduğu bu modele örnek İmran ailesinin kızları olan Meryem ve Zekeriyya (a.s) ın oğlu Yahya'nın dünyaya geliş sürecinin anlatıldığı ayetleri okumaya çalıştık. Bu ayetlerde bir annenin çocuğunu nasıl yetişitmesi gerektiğini Meryem'in annesinden öğrenerek , Meryem'in nasıl yetiştiğini , onu yetiştiren elçi Zekeriyya (a.s) ın ona verilen nimetleri gördüğünde çocuk sahibi olmak için kaybolan umutları yeniden yeşererek , Yahya'nın doğması bizim için imkansız olan bir şeyin Allah (c.c) için gayet kolay olduğunu bizlere yaşanmış örnek dahilinde göstererek bizlerinde hiç bir zaman Allah tan ümidimizi kesmememiz gerektiği öğütlenmektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.