kul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2017 Cuma

Allah (c.c) nin Sadece Kul Hakkını Bağışlamayacağı İddiası Üzerine Bir Mülahaza

Hakkını helal et sözü, Müslümanların birbirleri ile konuşmalarında sıkça kullandıkları bir söz, ve cenaze salatı sonrasında ise, hoca efendilerin ölen kimse için Haklarınızı helal ediyormusunuz? şeklinde sorulan bir sorudur. Bazı hoca efendilerin vaazlarında ise Allah (c.c) ye isnad edilerek Bana kul hakkı ile gelmeyin veya Allah (c.c) bütün günahları bağışlar kul hakkı hariç dediği şeklinde vaaz konusu olmaktadır. 

Kul Hakkı deyimi ile kast edilen nedir?. 

Bu deyime, Bir kimsenin başka bir kimseye karşı yaptığı her türlü yanlış davranışın adı şeklinde bir tarif getirdiğimizde, bu yanlış davranışların içine, insanların birbirlerine karşı maddi ve manevi olarak yaptıkları bütün yanlışlıkları sokabiliriz. İnsanlar birbirlerine karşı hata yaptıklarını anladıklarında kullandığı bu deyim, bir nevi özür dilemek yerine geçmektedir. Manevi anlamda yapılan hataya karşı böyle bir özrün herhangi bir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz. 

Ancak bir kimse diğer bir kimseye maddi olarak zarar vermiş, ve onu parasal açıdan sıkıntıya düşmesine sebep olmuş ise, kuru kuruya söylediği Hakkı helal et kardeşim sözü, ne kadar doğru olur, bunu düşünmek gerekecektir. Gerçek bir özrün ve helallik almanın, bu kişiye verilen maddi zararın karşılanması şeklinde olması gerektiği halde, böyle bir imkana sahip olduğu halde, söz ile borçtan kurtulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.

Allah (c.c), Bana kul hakkı ile gelmeyin, veya Kul hakkı hariç her günahı bağışlarım şeklinde bir söz söylemiş olabilir mi?. 

[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

[004.116]  Elbette Allah; kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalalete düşmüş olur.

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün elçi ve kitapların ortak çağrısı, kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıdıkları bir hayat sürmeleridir. Kendisi dışında İlah ve Rab edinmeyi Şirk olarak niteleyen Allah (c.c), hayatını şirk temelli sistemler üzerine bina etmek sureti ile geçiren, ve bu şekilde ölen kimselerin bu günahlarını asla bağışlamayacağını beyan etmektedir. 

Rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, din adına konuşarak vaazlar veren insanların, Allah (c.c) tarafından söylendiği iddia edilen Bana kul hakkı ile gelmeyin, başka ne ile gelirseniz gelin ben bağışlarım sözünün, Allah'a karşı uydurulmuş büyük bir yalan ve iftira olduğu açıktır. Din adına konuşan insanların bu kadar cahil olması, bu kimseleri dinleyenlerin de cahil kalmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın dinini onun kitabından değil de, onun adına uydurulmuş yalan, hurafe, ve iftira içeren kitaplardan ve hocalardan öğrenen insanların, din adına bildikleri de bu gibi yalan yanlış şeylerden başka bir şey değildir. 

Şirk, Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu ve insanları buna karşı uyanık olmaya çağırdığı bir kavram olarak, bütün insanları direk olarak ilgilendirmektedir. Din adına konuşan insanların bir çoğu, bu kavramın ne olduğundan bile habersiz oldukları için, haliyle şirk'in tehlikesinden bile haberdar değillerdir. Bir çok hoca efendi için bu kavram, Muhammed (a.s) ın Kabe içindeki 360 adet putu eli ile kırmasından sonra Müslüman hayatından çıkmış, artık böyle bir tehlike ortadan kalkmış gibi düşünülmektedir. Halbuki Kur'an'ı okuduğumuzda Mekke'li müşriklerin yaptıkları hataların belki daha büyükleri, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bir çok insan tarafından işlenmektedir.

Hal böyle iken, bazı hocaların kul hakkı konusunu öne çıkarmaları, şirk tehlikesinin kul hakkı kadar önemsenmediğini göstermektedir. Bu noktada kul hakkını önemsemediğimiz şeklinde bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir.

Kul Hakkı olarak bildiğimiz, insanların birbirlerine karşı verdikleri maddi ve manevi zararlar, dünya hayatında tazmin edilmesi gereken hatalardır. Bu hakkın maddi olan tarafı eğer zararı veren kişi tarafından tazmin edilme gücü ve imkanı olduğu tazmin edilmeyerek, sadece kuru kuru Hakkını helal et kardeşim sözü ile asla geçiştirilemez. 

İmkanı ve gücü olduğu halde, karşı tarafa verdiği zararı, sadece Hakkını helal et sözü ile affettirebileceğini düşünen bir kimse, bu konuda büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Kişi, hakkını yediği bir kimseden helallik almak istiyor ise, yediği hakkı geri ödemek yolu ile bunu yapabilir. Şayet bu hakkı geri gerçekten ödeme imkanı yok ise, Allah'a tevbe ederek, ve hakkını yediği kişiden özür dileyerek affını isteyebilir.

İnsanların birbirlerine karşı maddi ve manevi zararlar vermesi elbette doğru bir davranış değildir. Eğer bir kimse istemeden karşısındaki kimseye böyle bir zarar vermiş ise, özür dilemenin bir yolu olarak ondan helallik isteyebilir. Helallik istemek, insani bir davranış olup, insanların birbirlerine karşı saygılı olmasını da beraberinde getirecektir.

Üzerinde Kul Hakkı olarak bildiğimiz bazı günahlar olup ta, hayatta iken bu günahlarının tazmin ve tevbe yolu ile affını istemeden ölmüş bir kimse için hoca efendinin helallik istemesi, ölen kişinin üzerindeki günahın ondan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Kişi hayatta iken yapmış olduğu hataların bir şekilde affı için gerekli olan girişimleri yaparak, işini öldüğü zaman hocanın sorduğu soruya verilecek olan, Helal olsun cevabına bağlamamalıdır.

Kul hakkı, sadece insanlar ile sınırlı bir deyim değil, Allah (c.c) nin yaratmış olduğu hayvan ve bitki gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Hayvan ve bitki nesli, en az insan kadar yaşam hakkına sahip olan canlılar olup, onların haklarına yapacağımız herhangi bir yanlışlığın bedelini yine biz insanlar olarak ödemek zorunda kalacağız. 

Sadece kendi yaşam hakkımızı düşünerek, diğerlerinin böyle bir hakkı olmadığını düşünmek, insanın yapacağı en büyük yanlış olacak, ve bu yanlışı çevre felaketleri olarak bildiğimiz ve yaşadağımız felaketler ile ödemek zorunda kalacağımız unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kul Hakkı olarak bildiğimiz deyim, insanların birbirlerine karşı verdikleri zararın bir adı olup, insanların bu konuda çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bir şekilde böyle bir hataya düşen insanların önce bu hatayı yaptığı kişiye karşı maddi veya manevi olarak telafi, sonra da Allah'a tevbe etmek sureti ile hatasının affını isteme yoluna gitmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) nin kul hakkını bağışlamayacağını söylemiş olduğu iddiası, Kur'an ile örtüşmeyen bir iddia olup, asıl büyük günah olan şirk günahının öne çıkmasına engel olmaktadır. İnsanlar karşısındakinin hakkına, en az kendi haklarını gözettikleri kadar saygılı olmadıkça, insanın insana karşı yaptığı haksızlıklar bitmeyecek, ve bu yapılan hatalar, hesap gününde kişinin karşısına dikilecektir. 

Rabbimiz bizleri bütün canlıların yaşam hak ve hukukuna saygılı kullarından kılsın.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Davud, Süleyman ve Eyyub (a.s) lar Örneğinde Evvab Bir Kul Olmak

Kur'an kıssaları , geçmiştekilerin yaşanmış hayat örneklerini bizlere göstermek sureti ile , gelecek olan yaşanacak hayatlar için ibretler alınmasını amaçlayan anlatımlardır. Kur'an içinde zikri geçen elçiler , insanlığın öğretmenleri olmaları hasebi ile , aldıkları vahyi en doğru şekilde önce kendi hayatlarında uygulamak sureti ile, insanlara örnek ve rehber olmuşlardır.

Yazımıza konu edeceğimiz 3 elçi, bu örnek ve rehberlerdendir. Bu elçilerin Sad suresi içinde anlatılan kıssası içindeki ortak özellikleri ise "Evvab" olmalarıdır. Bu elçilerin ellerinde olan muhteşem imkanlar ve imkansızlıklar, onları hiç bir zaman isyana sürüklememiş , her halükarda evvab bir kul nasıl olunabileceğini yaşantılarında göstererek , bizlere de örnek ve rehber olmuşlardır.

[038.017]  Şimdi sen onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an! Çünkü o evvab  idi.

[038.030] Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

[038.044]  «Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve hanis olma.» Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

Adı geçen elçilerin ortak özellikleri görüldüğü üzere "Evvab bir kul" olmalarıdır. Sure içinde ve diğer surelerde bu elçilerin kıssaları bizlere anlatılarak örnek yaşamları bizlere gösterilmektedir. 

Evvab ; " Her türlü günahı terk ederek , Allah'a olan kulluk görevlerini yerine getirmek sureti ile Allah'a dönen kimse" anlamındadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar , ellerinde güç ve servet bulunan hükümdar elçi olmaları nedeniyle her insanın ulaşmak istediği mülke sahipler iken Eyyub (a.s) ise, içine düştüğü hastalık sebebi ile , hiç bir insanın yaşamak istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan bir elçidir. Davud ve Süleyman (a.s) ların ihtişamlı bir hayat sürmelerine karşın , Eyyub (a.s) ın meşakkatli bir hayat sürmesi her 3 elçinin de "Evvab bir kul" olarak anılmalarına engel olmamıştır. 

Evvab , "Dönmek" anlamına gelen e-ve-be kelimesinden türemiştir. Dönmek yani evvab olmak, yapılan bir hatadan dönmeyi de ifade etmektedir. İnsan olmanın getirdiği bazı zaaflar , bizleri bir takım günah ve hatalara sürükleyebilir. Önemli olan hatada ısrar etmeden , geri dönerek tevbe etmek olmalıdır. Bu 3 elçinin Sad suresi içindeki kıssasının ortak özelliklerinden bir tanesi , yaptıkları hatadan dönmek olduğu görülmektedir.

Sad suresi içinde okuduğumuz 3 elçinin kıssasını kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.

Davud (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 17-26. ayetlerine baktığımızda , onun kendisine gelen davacılar arasında verdiği hüküm konusunda her iki davacıyı da dinleyerek karar vermek yerine , sadece ilk davacıyı dinlemek sureti ile verdiği karardan dolayı hataya düştüğünü görmekteyiz. Ancak Davud (a.s) her iki davacıyı da dinlemek sureti ile karar vermesi gerekirken , tek davacıyı dinleyerek, her ikisinin arasında verdiği karar konusunda hata yaptığını anlayarak hatasından geri dönmüş "Evvab bir kul" olarak anılmayı hak etmiştir.

Davud (a.s) ın başından geçen bu olay , insanlar arasında hüküm verme konumunda olanlara da mesajlar içermektedir. İnsanlar arasında verdikleri kararda adil olunması , ayrımcılık yapılmaması , verilen kararın adil olmaması neticesinde mesuliyet sahibi olunacağı , her hakimin üzerinde hakimlerin de hakimi olan Allah (c.c) nin olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerektiğine dair mesajlar , bu kıssadan çıkarılabilir.

Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 30-40. ayetler arasında , Süleyman (a.s) ın atlar üzerinden mala olan tutkusu konusunda yaptığı bir hatayı görmekteyiz. Ölümün ona hatırlatılması sureti ile , yaptığı hatadan dönmüş olması, onun da babası Davud (a.s) gibi "Evvab bir kul" olarak anılmasını hak ettiğini göstermektedir.

Süleyman (a.s) kıssası , bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda önemli mesajlar içeren bir kıssadır. Kendisini insanların ilahı ve rabbı olarak gören Firavun örneğine baktığımızda , Süleyman (a.s) ın sergilediği yönetim daha kolay anlaşılacaktır. Yönetim sahiplerinin özellikle ölümü her an hatırda tutarak ölüm sonrasında, yaşadığı hayat içindeki yapmış olduğu tasarruflardan dolayı hesaba çekileceğini unutmayan bir yaşam ve yönetim sergilemeleri , yönetimi altında tuttukları topraklarda yaşayanların daha mesut ve müreffeh bir yaşam sürmesini sağlayacaktır.

Eyyub (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 41-44. ayetler arasında, onun dayanılmaz bir hastalığa düçar olduğunu ve hastalığı içinde hataya düşerek isyan etmiş olabileceği , 44. ayet içindeki "ve la tahnes" ifadesinin, günah işlemekten men etmeyi emreden bir ifade olduğunu düşündüğümüzde , mümkün görülmektedir. 

Her insan yaşadığı hayat içinde bir takım hastalıklara düçar olabilir. Onların başına gelen bu musibetler , onları isyana değil tedavi imkanlarını araştırmaya ve sabırlı bir kul olmalarını gerektirmektedir. Eyyub (a.s) ın kıssası bizlere bu mesajı içeren bir kıssadır.
Bu 3 elçi örneği bizlere hatadan dönmenin erdemini ve ellerinde olan imkanlar ve imkansızlıklar konusunda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde, hata yapan kullarını tevbe ettikleri takdirde bağışlayacağını vaat etmektedir. Bu yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını da göstermesi bakımından önemli bilgiler sunmaktadır. 

Bazı insanlar işlemiş oldukları günahlardan dolayı yaptıkları tevbenin, kabul olup olmadığı konusunda vesveseye kapılarak büyük tereddütler yaşamaktadırlar. Bu örnekler, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını canlı ve yaşanmış belgelerini sunması açısından okunduğunda , insanların bu gibi vesveseye kapılmalarının ne kadar yersiz olduğu da ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah (c.c) tevbe eden hiç bir kuluna "Ey kulum seni affettim için rahat olsun" şeklinde bir vahiy ile seslenmeyecektir. Yaşanmış elçi örnekleri bizler için, Allah (c.c) nin af edici olduğuna dair yaptığı iddianın ispatı olarak karşımızda durmaktadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar bilindiği gibi hükümdar elçilerdendir. Onların ellerinde büyük bir güç ve servet bulundurmuş olmaları , onları hiç bir zaman kibre ve gurura kaptırmamış , ellerindeki bu gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini her zaman hayatlarında canlı ve diri tutarak , bu yönde bir yönetim sergilemişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verirken , "Ben istediğim hükmü vermekte serbestim" diyerek , Allah'ın her an üzerilerinde gözetleyici olduğunu bilerek adil karar vermişler , hata yaptıklarını anladıkları anda da geri dönerek "Evvab" olmasını bilmişlerdir.

Eyyub (a.s) ise Davud ve Süleyman (a.s) ların aksine hastalıklar ile uğraşan meşakkatli bir hayata sahip olan elçidir. Onun başına gelen bu meşakkatler , onu asi ve nankör bir kul haline sokmamış , hastalığından kurtulmak için mücadele eden bir kul olarak hem hastalıktan kurtulmuş hem de "Evvab" olarak anılmayı hak etmiştir. Dünyada evvab bir kul olarak hayat sürenler ise , hesap gününde cennet ile karşılık bulacaklardır.

[050.031-34] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır. Onlara: «İşte bu cennet, Allah'a dönen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur» denir.

Kaf suresindeki bu ayetler , yaşamlarında evvab bir kul olanların , alacakları karşılığı beyan etmektedir. 

Peki bu kıssalar bizlere neden anlatılmaktadır ?. 

[011.120] Nebilerin başlarından geçenlerden, sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.

Sorunun cevabını Hud s. 120. ayetinde anlamaktayız. İndirilen kitabın ilk muhatabının Muhammed (a.s) olması hasebiyle , onun başına gelen olaylar hakkında geçmişlerden örnekler verilerek , onun motivasyonu sağlanmaktadır. Elbette ayetler sadece ona hitap etmemekte , bizlere dair mesajlarda ihtiva etmektedir. 

Sad s. 17. ayetinde "Şimdi sen onların dediklerine sabret " şeklinde buyurulması , Muhammed (a.s) a karşı yapılan baskılar sonucunda bir anlık hataya düşse dahi , bu hatasından dönmesi, başına gelenlere sabretmesi gerektiği önce ona sonra bizlere öğretilmektedir.


Sonuç olarak ; İnsanlar yaşadıkları hayat içinde eşit imkanlara sahip olmayabilir. Kimi insanlar zengin ve iktidar sahibi bir hayat sürerken , kimi insanlar ise fakirlik ve hastalıklar içinde bir hayat geçirebilir. Bu kıssalar insanların hangi durumda ve halde olursa olsun , asla isyan , kibir , sabırsızlığa kapılmamalarını da bizlere öğretmektedir. 

Hatanın insana mahsus bir özellik olması , peygamber de olsa herkesin hataya düşebileceği , asıl olanın hatada ısrar değil , hatadan dönmek olduğu bizlere bu kıssalar içinde verilen mesajlardandır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

16 Haziran 2016 Perşembe

Zümer s. 53. Ayeti : Muhammed'e Kul Olmadan Allah'a Kul Olunamaz mı ?

Sahip oldukları dini düşüncenin doğruluğunu ispatlamak için , Kur'an ayetlerini o düşünceyi tasdik edecek bir biçimde yorumlamaya çalışmak , bir çok fırkanın baş vurduğu yöntemlerin başında gelmektedir. Hristiyanların İsa (a.s) ı ilahlaştırmalarına öykünerek , Müslümanların bir kısmının, Muhammed (a.s) ı aynı konuma yerleştirme düşünceleri, özellikle tasavvuf meşrebine mensup olanların elinde korkunç bir silaha dönüşmüş halde bugün de kullanılmaktadır.

Bu ameliyenin temelinde "vahiy merkezli din" inancından , "kişi merkezli din" inancına geçmek yatmaktadır. Dini duyguları kullanarak , insanları hegemonya altına alma yolu , insanlığın kadim bir yolu olup , bu yol ile bir takım şahıslar, dini argümanları kullanmak yolu ile karizmatik bir yapıya büründürülerek , insanların bu yolla maddi ve manevi olarak sömürülmesi kolaylaştırılmaya çalışılmış hala da çalışılmaktadır.

Bu şeytani oyunun Müslüman dünyasındaki versiyonunun, tasavvuf ekolü yolu ile en vahşi biçimde uygulandığını görmekteyiz. Kerameti müritlerinden menkul din baronlarının, insanları maddi ve manevi olarak sömürmelerinin yolunun , önce Muhammed (a.s) a ilahi bir misyon yüklenmesinden geçmesi gerektiğini bilen sahtekarlar, bu işi yalan ve iftira yollu rivayetler ile halletmeye çalışmış ve neticede başarıya ulaşarak , Muhammed (a.s) ı , Allah (c.c) ile eşit bir konuma yerleştirmişlerdir. 

Muhammed (a.s) ın dinin merkezine yerleştirilmesi ile artık sahtekarların yolu açılmış olmakta ve yapmak istedikleri şeytanlıkları onun üzerinden yapmaları bu şekilde kolaylaşmıştır.Bu şeytanların Muhammed (a.s) ı ilah konumuna yükseltmek için kullandıkları ayetlerden bir tanesi Zümer s. 53. ayetidir. 

[039.053] De ki: ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağrifet buyurur, şübhesiz ki o öyle gafûr öyle rahîm o

[039.010]  Şöyle de: «Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.»

Bu ayet maalesef bazı insan kılıklı şeytanların elinde silah olarak kullanılarak "Bak gördün mü Muhammed'e kul olunması gerekiyormuş" şeklindeki ifadeler ile, şağdan yanaşan şeytanlıklarla , Müslüman kisvesi altında insanlar şirk'e davet edilmektedir. 

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki iddianın ilmi yönden eleştirilebilecek hiç bir tarafı yoktur. Tamamen ahlak , şeref , haysiyet sınırlarını kaldırmış olanların ağzından çıkabilecek olan bu sözün , Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında nasıl bir şirk çağrısı olduğu görülecektir. 

Elçilerin Allah (c.c) adına konuşmakla görevli kişiler olduğunu bilen bir kimse "ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım" cümlesinin Allah (c.c) nin sözü olduğunu bilir ve Muhammed'e kul olunması gerektiği şeklinde bir şirk inancını yayın organlarında göğsünü gere gere söylemekten haya ederdi.

[021.025] Ve senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, illâ ona şöyle vahyetmiştik: «Muhakkak ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Bana ibadet ediniz.»

Muhammed (a.s) öncelikle bir elçi olup , Allah (c.c) nin biz kullarına olan çağrısını iletmek ile görevlidir. Bu çağrının merkezinde , diğer elçilerin çağrısında olduğu, gibi sadece Allah (c.c) ye kul olmak , ondan başkasını ilah ve rab olarak tanımamak yatmaktadır. 

Allah(c.c) ye kul olmaya çağırmak ile görevli bir elçi , bu görevini terk ederek insanları kendisine kul olmaya çağırabilir mi ?   

Bu sorunu cevabını İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bulabiliriz. 

[003.079]  Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?

Al-i İmran s. 79. ayetine baktığımızda "Muhammed' kul olunmadan Allah' kul olunmaz" sözünün ne kadar çirkin bir iftira olduğu görülmektedir. 

Hesap gününde İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesini ayetleri okuduğumuzda bu durumu daha net bir biçimde görebiliriz.

[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edinin dedin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117]  Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.

Yarın hesap gününde Muhammed (a.s) ın sorgulanma sahnesinde aynı sözler sadece isim değişikliği ile "Ey Muhammed sen mi, Allah dışında beni ilah edinin dedin" şeklinde söylenerek , İsa (a.s) tarafından verilen cevabın aynısı Muhammed (a.s) tarafından verilecektir.

Elçilerin tamamının görevi, insanları kula kul olmaktan kurtararak , sadece Allah'a kul olmaya çağırmak iken , nasıl bir elçi "Bana kul olun" diyebilir ?. 

Kulu kul edinmek yolu ile onları maddi ve manevi olarak sömürmek yolunun kadim bir yol ve bu yolun İslam dünyasındaki versiyonu "Tasavvuf" adı altında işleme konulmuştur. 

Tasavvuf ekolünün insanları etkileme yolu kişilerin ilahlaştırılmasını merkeze aldığı için , bu yolun açılması Allah (c.c) dışında kul olunması gerekli mercilerin olmasını (haşa) gerekli kılmıştır. Muhammed (a.s) bu iş için biçilmiş kaftan mesabesinde olarak görülmüş , önce ona kul olunması gerektiğinden yola çıkılarak kerameti müritlerinden menkul din baronlarına kul olma yolu bu şekilde sonuna kadar açılmıştır.

[039.003] İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım evliya tutanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.

[002.186]  Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

Bu gibi ayetler tasavvuf ekolünün ekmek kapısı olan aracılık hizmetlerine kapı kapatan ayetlerdir. Allah (c.c) nin sonuna kadar kapattığı bir kapıyı açmaya kalkanlar , maalesef bir çok cahil kimseyi kandırarak , tasallutları altına almışlardır. 

[069.044-7]  Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.

Şurası iyi bilinmelidir ki ; Muhammed (a.s) sadece ve sadece beşer bir elçidir. İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp , Allah (c.c) ye kul olmaya çağırmak görevini bırakarak , kendisine kul olmaya çağırması onun için büyük bir suçtur. 

Kula kul olmaya çağıran bütün şeytanların oyunlarına karşı Kur'an , kale gibi dimdik ayaktadır. 

"Muhammed'e kul olunmadan Allah'a kul olunmaz diyerek" Muhammed'in kaldırmak için geldiği aracılık sistemi içine onu koyarak kendi şeytanlıklarını onlar üzerinden yürütmeye kalkanların önünde en büyük engel onun getirdiği Kur'andır. 

Kirlenmemiş bir zihin ile okunan bir Kur'anın, bu gibi şeytanlıklara nasıl engel olduğu görülerek , alçakça oyunlarına Allah'ın dinini alet etmeye kalkan müşriklerin maskelerini bu kitap düşürecektir. 

Bunun içindir ki; Kur'anın halk arasında okunmaya başlanması ,bu gibi insan kılıklı şeytanları rahatsız etmektedir. Kur'an kendi dilimizden okunmaya başlandığında , insanları neye çağırdığı , ne ve kimlerle mücadele ettiği açıkça ortaya çıkarak , bu gibi insanların çağırdıkları şeylerin batıllığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. 

Sonuç olarak ; Kendisi bir KUL olan Muhammed (a.s) , insanları Allah'a kul olmaya çağıran bir elçi olup , "Allah'a kul olunması için önce bana kul olunması gerekir" şeklinde bir çağrısı asla olamaz. 

Allah'a kul olmak için önce ona kul olunması gerektiğine dair Zümer s. 53. ayetinin delil getirilmesi ise şeytanca bir yalan ve iftiradan başkası değildir. Allah'ı ve elçisine yalanlarına alet etmek isteyenlerin bu gibi oyunları Kur'an tarafından bozulmakta , insanları şirk'e davet edenlerin akıbetleri aynı kitabın içinde müjdelenmektedir. 

Bu gibi şirk yayıcıların tv. gibi yayın organlarında boy göstererek şirklerini alenen buralarda insanlara yayma fırsatı bulması , onlara bu fırsatı sağlayanları da mes'ul durumda bıraktığı bilinmelidir.

Zümer s. 53. ayeti , Allah (c.c) nin rahmetinden ümit kesilmemesini , onun merhametli olduğunu haber veren bir ayet iken,  maalesef Allah ve elçisine iftira atan tasavvufçuların elinde, kendi şirklerini temize çıkaran bir ayet olarak okunması , bu kitabın insan kılıklı şeytanların eline geçtiğinde alacağı durumu bize göstermesi açısından ibret göstergesidir.

RABBİMİZ BİZLERİ ALLAH İLE ALDATMAYA ÇALIŞAN İNSAN KILIKLI ŞEYTANLARIN ŞERRİNDEN MUHAFAZA ETSİN.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

EYYUB (a.s) : Şükreden Bir Kul Örneği

Kur'an , içinde barındırdığı elçi kıssaları ile , onların yaşantılarını bizlere örneklik olarak sunarak , yaşantımızı onların yaşamları üzerinden şekillendirmemizi istemektedir. Eyyub (a.s) , bizlere kıssası anlatılan elçilerden birisi olarak Kur'anda yerini almıştır. Onun kıssasında öne çıkan nokta , ona dokunan bir zarar ve o zararın ondan giderilmiş olmasıdır. 

Elçi kıssalarının mesaj içerikli bir çok yönü olduğunu , bundan önceki kıssalar ile ilgili yazılarımızda vurgulamaya çalışarak , Eyyub (a.s) kıssasını farklı yönlerden okumaya çalışmıştık. Bu yazımızda , Kuranın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesine karşılık , şükreden insan örneği olarak Eyyub (a.s) ı okumaya çalışacağız.

[016.053-54]  Size gelen her nimet Allah'tandır. Sonra, bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız. Ama sonra sizin o sıkıntınızı giderince, içinizden bir kısmı hemen Rab’lerine ortak koşarlar.
[010.012]  İnsana bir sıkıntı dokunduğu vakit, gerek yan yatarken gerek otururken, gerek dikilirken, Bize dua eder durur; kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o müsriflere yaptıkları işler, böylece güzel gösterilmektedir.
[030.033] İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir gurup yine Rablerine ortak koşuyorlar.

[010.022-23] Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, «Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz» diye O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar! Geçici dünya hayatında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildiririz.
[029.065]  Gemiye bindiklerinde; dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na yalvarırlar. Ama onları karaya çıkararak kurtarınca, hemen Allah'a şirk koşarlar.

Yukarıda verdiğimiz  ayet örneklerinde ortak nokta , başı dara düştüğünde Allah (c.c) yi hatırlayan , ona yalvaran , fakat başı dardan kurtulunca nankörlük yapan insan örnekleridir. Kur'anın daha bir çok yerinde gördüğümüz ve insanın nankörlüğünü yeren ayetleri dikkate aldığımızda , Eyyub (a.s) ın başı dara düştüğünde ve dardan kurtulduğunda yaptıkları , bizlere örneklik teşkil  etmektedir.

[021.083-4] Eyyûb’u da an! Hani o: «Ya Rabbî,bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın!» diye niyaz etmiş, Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle beraber vermiştik.
[038.041-44]  Kulumuz Eyyub'u da an; Rabbine: «Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi» diye seslenmişti.«Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su» dedik.Bizden bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.Ey Eyyüb: «Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma» demiştik. Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi

Eyyub (a.s) ın kıssasını anlatan ayetleri okuduğumuzda onun başına, onu kedere ve sıkıntıya sokan bir hastalık gelmiş ve bu hastalıktan kurtulmak için Allah (c.c) ye dua etmiştir. Onun bu duasının, sadece kavli dua şeklinde değil tedavi amaçlı olarak fiili dua şeklinde de gerçekleşmiş olduğu unutulmamalıdır. 

Eyyub (a.s) , başına gelen sıkıntı için her insan gibi Allah'a dua etmiştir , ancak bu sıkıntıdan kurtulduktan sonra nankörlük etmemiş , şükreden bir kul olarak hayatına devam etmiştir.

Eyyub (a.s) örneği , sıkıntıya düşen bir kulun , sıkıntıdan kurtulduktan sonra yapması gereken davranışı sergileyen , gerçek hayat içinden yaşanmış bir kesit olarak , şükreden bir kul olmayı bizlere öğretmektedir. 

İnsan olarak hayatımızın herhangi bir bölümünde bizi sıkıntıya sokan bir durum ile karşılaşabiliriz. Karşılaştığımız bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için yaptığımız çabaların karşılığı olarak sıkıntıdan kurtulduktan sonra nankörlük yapmayarak şükreden bir kul olmak , bizden istenen bir durumdur. 

Ancak pek çok insan yapması gerekeni yerine getirmeyerek nankörlüğü seçmektedir. Kur'an insanın bu olumsuz yanını bir çok ayette eleştirerek olması gerekeni öğretmektedir. Eyyub (a.s) işte böyle bir öğretimin canlı bir örneğini oluşturmaktadır.

Sonuç olarak ; Elçiler "Rol Model" insanlar olarak , bizlere yaşadığımız hayat içinde karşılaştığımız sorunlar ile nasıl mücadele etmemizi bizlere öğretmektedir. Eyyub (a.s) böyle bir model elçilerden olup , onun modelliği "Şükreden bir kul" olmasıdır. Kur'anın bir çok yerinde kendisine dokunan darlık ve sıkıntıdan sonra bolluk ve feraha kavuşunca , önceki sıkıntılı durumunu unutarak, nankörlüğe koşan insan tiplemelerini okuduğumuz zaman , Eyyub (a.s) ın başına gelen sıkıntıya karşı nasıl davrandığı , o sıkıntı ondan gidince nankörlüğe koşmayıp şükrüne devam ettiğinin bildirilmesi , örnek bir davranış olarak bizlere gösterilmektedir.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Nisan 2016 Cuma

İHATA Kavramı Üzerinden Musa ve İlim Verilen Kul Kıssasını Okuma Çalışması

"Musa ve ilim verilen kul kıssası" olarak bildiğimiz, Kehf suresi 60 ve 82. ayetleri arasında anlatılan kıssanın , Kur'anın en fazla spekülasyona uğrayan kıssası olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu kıssa okunurken yapılan yanlışları sıralayacak olursak , diğer kıssaların başına gelen bir durum olan , rivayetleri onaylatmak amaçlı okumak, önyargıları kabul ettirmeye yönelik okumak , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmemek gibi unsurları sıralayabiliriz. 

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki ; Bu kıssa ile ilgili olarak yapılan, kıssanın yaşanmışlığı dikkate alınarak yapılan okumalar , bizleri içinden çıkılmaz sorulara yöneltmekte , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise, kıssayı tamamen içinden çıkılmaz bir duruma düşürmektedir. 

Biz bu kıssayı okurken bu kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa olmadığını , bu kıssanın Adem kıssası gibi temsili bir kıssa olduğunu düşündüğümüzü baştan söylemek istiyoruz. Özellikle çocuğun öldürülmesi ile ilgili olarak yapılan bütün yorumlar, yaşanmışlık çerçevesinde yapıldığında , spekülatif yorumlara açık bir duruma gelerek , bazı kimselerin ellerinde başkalarına karşı kullanacağı bir silah haline gelmektedir. 

Kıssanın yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu iddia etmiş olmamız , bütün kıssaların temsili olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızı takip edenler , kıssaların bize dair mesaj içeren yönlerini okumaya dönük bir yöntem izlediğimizi yakından bilmektedirler. Bu kıssanın yaşanmadığını iddia etmemiz , yaşandığı iddia edildiğinde çocuğun öldürülmesini izah etmenin mümkün olmadığı içindir. 

Kur'anın anlatım üslubu içinde bu tür anlatımlar mevcut olup , bu anlatımlar üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması , ilgili anlatımlar üzerinde oluşan bir takım müşkilatın çözülmesini sağlayacaktır.

Bu yazımızda, kıssayı anlamanın anahtar kavramının "İhata" kelimesi olduğunu , bu kavramın diğer ayetlerde geçişi üzerinden kıssa ile bağını kurarak verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.

"İhata"; "Bir mekanın etrafını çeviren duvar" anlamına gelen El haitu kelimesinden türemiştir. İhata kelimesi , cisimlerle ilgili olarak bir yerin etrafını çevirmek , kuşatmak anlamındadır. 

"El ihatatu bi şey'in ilmen" ; Bir şeyi ilmen kuşatmak , onun varlığını , cinsini , miktarını , keyfiyetini , niteliğini bilmek demektir.

Bu anlamı dikkate aldığımızda kelime, iki şeyi birbirinden ayırmak anlamına da gelmektedir şöyle ki ; Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmış insanın görüş alanı ve bilgi sınırı , duvarın dışındakileri görmesine engeldir. Bu da demektir ki , insanın görüş ve bilgisi etrafına örülmüş duvar ile sınırlı olup , duvarın dışında kalan bazı şeyleri algılayabilme imkanından mahrumdur.

Bildikleri ve gördükleri, etrafına çekilmiş bir duvar ile sınırlandırılmış olan insanın , duvarın dışında olanları görmesi anlaması ve bilmesi mümkün değildir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalan insan , ya duvarın dışındaki bilgilerin ardına düşmeyecek , veya duvarın dışında kalanlar konusunda bilgi sahibi olabilmek için, kendisine verilen kadar yetinecektir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmak zorunda bırakılan insan , zaten duvarın ardında kalanlardan sorumlu olmayacak , dolayısı ile böyle bir bilgi ve arayış içine girmesine gerek kalmayacaktır. 

Musa ve salih kul kıssasını bu bakış açısı ile okuduğumuzda , kıssada anlaşılmakta zorlanan bazı taraflar kendiliğinden aydınlanacak ve bu kıssa üzerinden kendilerine pay çıkarmak isteyen bazı uyanık din baronlarının ekmekleri ellerinden alınmış olacaktır.

Kıssaya geçmeden önce ihata kelimesinin Kur'anda geçtiği bir kaç meal örneği okuyalım ; 

[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları ihata etmiştir» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.029]  De ki: «İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.» Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre ihata etmiş olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!
[065.012] Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır, Allah'ın herşeye Kadir olduğunu ve Allah'ın ilminin herşeyi ihata ettiğini bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur.
[072.028]  Ta ki Rabblarının risaletlerini, gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını ihata etmiş ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin ihata edemediğin şeyi ben ihata ettim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[010.039] Onlar, ihata edemedikleri ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.
[020.110]  O onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir, onlar ise onu ılmen ihata edemezler.
[041.054]  Dikkat edin; onlar Rablerine kavuşmaktan şüphededirler; dikkat edin; Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır (MUHİTUN).
[004.126]  Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatır (MUHİTAN).

Musa ve ilim verilen kul kıssası iki bölümden oluşmaktadır , ilk bölümü Musa nın yardımcısı ile olan yolculuğu , ikinci bölümü ise ilim verilen kul ile olan yolculuğudur. Biz yazıyı uzatmamak için sadece ikinci bölüm üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

[018.065]  Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
[018.066] Musa ona dedi ki: «Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?»
[018.067]  Doğrusu, dedi: sen benimle sabredemezsin

Musa karşılaştığı kişiye, ona öğretilen bilgiden kendisinin de öğrenmek istediğini söyleyince , o kişi Musa ya onunla birlikte olmaya sabredemeyeceğini söylemektedir . Onunla beraber sabredememesine sunduğu gerekçe 68. ayette şöyle ifade edilmektedir.

Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubren).  
[018.068]  «Haber bakımından ihata edemediğin şeye nasıl sabredeceksin?»

Bu ayet , kıssayı anlamanın anahtar ayetidir diyebiliriz. O kişinin ihata ettiği bilgi sınırı ile , Musa nın ihata ettiği bilgi sınırı farklı olup , Musa, o kişinin sahip olduğu bilgi sınırlarına girmek istemektedir. Dolayısı ile o kişi Musa ya buna sabredemeyeceğini söylemektedir.

Bu ayetin bir benzeri, aynı surenin Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı 91. ayetinde de çıkmaktadır.

Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren). 
[018.091] İşte böylece onun yanında olan haber bakımından ihata etmiştik.

Bu iki ayete dikkat ettiğimizde ortak yönleri "İhata" ve "Haber" kelimelerinin kullanılmış olmasıdır. Bu iki ayette geçen kelimelerin birbiri ile alakasını kurabildiğimiz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir müşkilat ortadan kalkacaktır. 

Surenin 68. ayetinde, Musa nın bir haberi ihata edememesi , 91. ayette ise Zülkarneyn'in haberlerinin Allah (c.c) tarafından ihata edilmesini , kul ile Allah (c.c) arasındaki haber alma ve bilgi sahibi olma seviyesinin farklı olduğu açısından okuduğumuz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

Yazının başında söylemiş olduğumuz , kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu tekrar hatırlatarak , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden, kendisine sınırlı bilgi verilerek , bazı haberleri ihata etme kavrayabilme bilgisinden yoksun, yani herhangi bir konu hakkında kendisine verilmiş olan bilgi sınırlı olan İNSAN , "İlim verilen kul" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden ise , bilgisinin sınırı olmayan , bir bilginin insan gibi sadece bir yüzüne değil , bütün yüzlerine vakıf olan ALLAH (c.c) nin ilminin ve bilgisinin SINIRSIZLIĞI anlatılmaktadır. 

70. ayette "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" ifadesini Kur'anın diğer ayetleri ile bağını kurarak , ilim verilen kul temsili üzerinden kimin anlaşılabileceğini görebiliriz.

[021.023]  O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.

Enbiya s. 23. ayetinde kendisini La yus'el olarak bildiren rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, Kehf s. 70. ayetinde kendisine soru sorulmaması gereken kişi, Allah (c.c) yi temsil etmektedir.

Kıssada anlatılan geminin delinmesi , çocuğun öldürülmesi , duvarın düzeltilmesi olaylarının ortak yönü Musa tarafından itiraz edilerek soru sorulması, fakat sorduğu soruya "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" karşılığını almış olmasını , insan olarak bazı konularda sahip olduğumuz bilginin sınırlı olduğu , ve bu sınırın dışına taşarak Allah (c.c) nin sınırlarını ihlal etmeye kalkmamak gerektiği olarak anlayabiliriz.

Kıssanın ana mesajının , Allah (c.c) nin sahip olduğu bilgi ile , biz kulların sahip olduğu bilginin eşit olmadığı , bizim ihata edebileceğimiz bilgi ile , Allah (c.c) ihata ettiği bilginin aynı olmadığı , bizim baktığımız yerden olayın bir kısmı görünürken Allah (c.c) nin baktığı yerden olayın tamamının göründüğü , eğer bize böyle bir görüş gücü verilse bunu kaldıramayacağımız şeklinde olduğunu söyleyebiliriz . 

Kıssada anlatılan olaylar, insanın gaybe ait konularda sahip olduğu bilgi ile , Allah (c.c) nin bilgisinin farklı olduğunu da bizlere göstermektedir.

Kıssada anlatılan her üç olay , bizim bir haberin bütün yönlerini ihata edebilme yani kavrayabilme sınırımız ile ,Allah (c.c) nin haberi ihata etme sınırının farklı olduğunun bizler tarafından daha kolay anlaşılmasına yönelik verilen misallerdir. 

[018.079] «Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.»
[018.080-81] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.» Rabblarının o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli birini vermesini istedik.
[018.082] «Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur.»

80 ve 81. ayetler de anlatılan çocuğu öldürme gerekçesi , bu kıssa içinde en fazla istismara uğratılan bir konudur. Bu kıssa üzerinden geçmişte "Hariciler" olarak adlandırılan fırka , bazı çocukları kendilerine büyüdüklerinde zarar verecekleri gerekçesi ile öldürme cevazını , Osmanlı sultanları ise , bebek şehzadelerin büyüdüklerinde taht kavgasına sebep olabilecekleri için onları boğdurma cevazını çıkarmışlardır. 

Çocuğun öldürülmesi konusunda bir insanın göstermesi gerçekçi tutum, Musa nın gösterdiği tepkidir. Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana kıyılması bir insan için olacak bir şey değildir. Böyle bir olayın gerçek hayatta asla yeri olamaz. Hiç bir insan gelecekte birilerine zarar verecek diye diğer bir insanın canına kıyamaz , bunun adı olsa olsa cinayet olur. 

Ancak başımıza gelen ve bizim tarafımızdan bakıldığında, bizim için isyana düşmemize sebep olabilecek bazı olayların, yarın bizim için hayır olduğu görülebilir. Çünkü bizler başımıza gelen bir olayın belirli bir tarafını görebiliriz .Yani etrafımıza örülmüş olan gayb duvarının arka tarafını görmek imkanından mahrumuz. 

İşte çocuğun öldürülmesi olayı bizlere,  duvarın arkasında sizin bilmediğiniz , bugün sizin için şer olarak gördüğünüz bir olayın , yarınlarda sizin için hayırlar doğurabileceğini düşünerek , olaylara tepki verin mesajını vermektedir.

Kıssa okumasında bize düşen taraf , "ilim verilen kul" olarak bahsedilen kişinin kim olduğu üzerinde spekülasyonlar yaparak Hızır masalları uydurmak değil , bu hadise üzerinden bize nasıl bir mesaj çıkabilir yönünde bir okuma yapmak olmalıdır. Kur'an kıssalarında şahısların kimliği üzerinde takılı kalmak , o şahıslar üzerinden verilmek istenen mesajın anlaşılmasında engel teşkil etmektedir. İlim verilen kul kıssasında ki şahsiyetin kimliği üzerinden yapılan spekülasyonlar , kıssayı mitolojik bir masal , uçtu kaçtı hikayelerini kendilerine din edinmiş tarikat ehlinin elinde bir silah haline getirmiştir. 

"Bu kıssa üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor olabilir?" sorusuna ,  bizim vereceğimiz cevaplar şunlar olabilir ; 

Geminin delinmesi üzerinden bizlere , karşımıza çıkabilecek olan büyük bir tehlikeden korunmak için , daha küçük zararları göze alabilmeliyiz mesajı çıkabilir. Çünkü bazı şeyleri elde tutabilmenin yolu , o şeylerin bir kısmından feragat etmeyi gerektirebilir.  

Geminin delinmesi olayını , günümüzde genelde ekonomi terminolojisinde kullanılan "Risk Yönetimi" deyimi üzerinden okumakta mümkündür. Risk yönetimi demek kısaca , "Hedefe giden yolda karşılaşma ihtimali olan sorunlara önceden önlem alarak , o sorunları en az zararla atlatmak için yapılan  planlama" demektir. 

Tabi ki böyle bir planlama yapmak ileriyi görebilmek, ve muhtemel tehlikeleri önceden kestirebilmek ile mümkündür. Böyle bir risk yönetimi ancak, ileri görüşlü ve feraset sahibi yöneticilerin iş başında olması ile gerçekleşebilir. 

İlim verilen kul temsilinde böyle bir yönetici portresi çizilmekte Musa kimliğinde ise  , gelebilecek riski kestiremeyen bir kimsenin verebileceği tepki anlatılmaktadır. Geminin delinmesi olayını, yönetici pozisyonunda olan kimsenin ileriyi göremeyenler tarafından gelebilecek olan, bu türden tepkileri dikkate almayarak, doğru bildiği yolda gitmesi gerektiğini öğütleyen bir anlatım olarak anlayabiliriz.

Çocuğun öldürülmesi olayını ise , bugün başımıza gelen ve bizi son derece sarsan ve üzen bir olayın daha ileri zamanlarda bizi , " İyi ki böyle olmuş"  diyebileceğimiz bir duruma getirebileceği mesajının verilmesi olarak okuyabiliriz.

[002.216] Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Ayetin bağlamı her ne kadar savaş ile alakalı olsa da , ayet içindeki " Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür" cümlesini , kıssa içindeki çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesaj ile ilişki kurarak okumak mümkündür.

Başımıza gelen ve bizim hoşlanmadığımız bir olay , o gün için bizlerin hoşuna gitmeyecek bir durumda olabilir ve bizi sabırsızlık ve isyana sevk edebilir. Ancak başımıza gelen bu olay , daha sonraki zaman içinde bizim lehimize bir durum oluşmasına sebep olabilir. Bu sebepten ötürü, başımıza gelen olayları "İmtihan" olgusu içinde değerlendirip , bu imtihana gereği gibi sabrederek , sabrımızın karşılığını dünya ve ahirette almak, bir Müslüman için yapılması gereken bir amel olmalıdır.

Gelelim duvarın düzeltilme olayına ; Dikkat edilirse düzelttikleri duvar , yemek istedikleri halde kendilerine yemek vermeyen bir belde içinde bulunmaktadır. Kendilerine yemek vermemiş olmalarına aldırmayarak o duvarı düzelten kul , bu yaptığı işten ücret bile talep etmemiştir. 

Bu bizim için ne anlama gelebilir ?.

"İyiliğe karşı iyilik her kişinin harcı , kötülüğe karşı iyilik ise  kişinin harcıdır"
                                                                                                                         
Hayatımızın bir anında yardıma ihtiyaç duyup ta , yardım etmeleri gerektiğini düşündüğümüz bazı kimselerin kapılarını çaldığımızda, o kapılar yüzümüze kapanabilir. Bize yapılan bu tür muameleye karşı , bize o kapıları kapatanlara değil kin duymak , onların yardıma ihtiyaçları olduğunda bize kapanan kapıları hatırlayarak , bizimde onlara kapı kapatmak değil , elimizden gelen yardımı onlara göstermek , onların bize yaptığını unutarak yardıma  koşmanın, erdem sahibi bir insanın yapması gereken şey olduğu mesajı okunabilir.


Sonuç olarak ; Üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kıssalardan birisi olan "Musa ve ilim verilen kul" kıssası okumaya çalıştığımız yazımızda şu sonuçlara varmaya çalıştık;

Kıssa öncelikle yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olup , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyetin , bildiğimiz Musa (a.s) olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Onun şahsında temsil edilen kişinin, bilgi sınırları etrafı duvarla sınırlandırılmış gaybe dair bilgileri kısıtlı olan biz insanları temsil ettiği , "İlim verilen kul" adı altında temsil edilen şahsiyetin ise "El Muhit" ismine sahip olan Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil ettiğini söyleyebiliriz. 

Kıssa içinde geçen olayları , uçtu kaçtı hikayelerini din edinmiş , kerametleri müritlerinden menkul din baronlarının ellerinde koz olarak olarak kullandıkları silah olmaktan çıkararak , bize dönük mesajlar olarak okumak mümkün olup , bilgimiz dahilinde bunu gerçekleştirmeye çalıştık. 

"Kıssa illaki böyle anlaşılmalıdır" şeklinde bir iddia sahibi olmamakla birlikte , istismara açık bir duruma düşürülerek , sadece şahısların kimliği üzerinden bir sonuca varılarak , o kimliği bazı şahıslara vermeye çalışmak şeklinde yapılan okumalar , Kur'ana karşı yapılmış büyük bir zulüm olacaktır. 

"İlim verilen kul" adındaki temsili şahsiyet , Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil  ettiği için , bu kimliği ve bu kimlik üzerinden yapılan bazı tasarrufların kullar tarafından da yapılabileceğini düşünmek,  kişileri şirk tehlikesine götürecektir. İslam düşüncesinde mitoloji haline gelmiş olan Hızır masalları , işte bu kulun kimliği üzerinden yapılmış olan istismar ve spekülasyonların bir sonucudur.

Hızırı her şeye yetişen ölümsüz bir şahsiyet olarak Allah (c.c) ye ortak koşan zihniyet sahipleri , bununla yetinmeyerek, kendi tarikat büyüklerini de bu alana sokarak büyük bir sektör oluşturmuş, bu yolla insanları kendilerine kul olmaya zorlamaktadırlar. Bizler kıssaları bazılarının bazılarını kul edinmesine vesile haline getirilen anlatımlar olarak değil , gerçek hayatta yeri olan bize dönük mesajlar olarak okumak zorundayız.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2015 Perşembe

Al-i İmran s. 79-80.Ayetleri: "Allah'ı Bırakıp Bana Kul Olun" Demeyen Nebiler

Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan bir tanesi de , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisinin olup olmadığı konusundadır. Yüzyıllardır "Ehli hadis" ekolünün İslam düşüncesinin şekillenmesinde etken bir rol oynaması neticesinde yazılan eserler çerçevesinde çizilen peygamber portresi, Kur'an ile uyum arz eden bir portre değildir. Bu portrenin şekillenmesi için yapılan çalışmalarda öne çıkan taraf, ön yargılı bir bakış ve bazı Kur'an ayetlerinin sadece bu portrenin oluşmasını sağlamak amacına yönelik bir okumaya tabi tutulması olduğunu söyleyebiliriz. 

Muhammed (a.s) a biçilen bu misyonun kaynağı , Hıristiyanların İsa (a.s) a biçtikleri misyondan devşirilmiş bir düşüncedir. Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin tamamının , onun için uydurulan misyonun yalan ve iftira olduğu , onun Rab ve İlahlıktan herhangi bir payı olmadığı , onun sadece beşer bir elçi olduğuna dair bilgiler olduğunu düşündüğümüzde, elçi olsa dahi kimseye böyle bir yakıştırma yapılmaması ve bu düşünce etrafında bir akide oluşturulmamasın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Kur'an ayetlerinin sadece hitap ettiği kesim ile sınırlı tutularak okunması sonucunda , "Ey ehli kitap" şeklindeki hitapların ,bizleri ilgilendirmediği zannı uyandırmış ve ilgili ayetlerin sadece Yahudi ve Hıristiyanlara hitap ettiği düşünülerek , bizlere dair mesajları olabileceği akla dahi getirilmemiştir. Fakat İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından yapılan muamelenin bir benzeri , Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) a da yapılmakta olup , İsa (a.s) ile ilgili olan ayetler ile bizlerin de muhatap olabileceği maalesef düşünülmemektedir. 

Hıristiyanların İsa (a.s) a yaptıkları muamelenin özünde , onu beşer bir elçi olmaktan daha yukarılara taşıma gayreti olduğunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar tarafından , Muhammed (a.s) a yapılan muamelenin özünde de aynı gayret olup , her ne kadar söz ile onun "Kul ve Elçi" olduğunu söylüyorsak ta , fiiliyatta onu daha yukarılara taşıma düşüncesinin bir ürünü olan, haram ve helal koyma yetkisi olduğunu söyleyerek İsa, (a.s) ile aynı konuma oturtmaktayız. 

Allah (c.c) nin bu insanlar için koyduğu vazife sınırı olan "Elçilik" görevinin ne anlama geldiği anlaşıldığı takdirde , Muhammed (a.s) a biçilen ve görevinin sınırlarını aşan bir yetkilendirme olan haram ve helal koyma yetkisinin ne kadar yanlış olduğu , hatta bu düşünce içinde olanların akidelerinde derin yaralar açıldığı görülecektir. 

"Elçi" kelimesi , bir hükümdarın mesajını iletmekle görevli kimseler için kullanılmaktadır. Elçiler iletmekle görevli oldukları mesajın muhteviyatına hiç bir şekilde hiç bir şekilde müdahale etmeden muhataplarına iletmekle görevli kimselerdir.

Bu kelimeyi Allah (c.c) nin mesajını kullarına iletmekle görevli insanlar bazında düşündüğümüzde , bu insanlar aldıkları mesajın muhatapları arasında kendilerinin de olması nedeniyle , o mesajları muhataplarına iletirler , ilettikleri mesajın kendilerini de bağlayıcı olması nedeniyle , aynı mesajın gereklerinin nasıl hayata pratize edileceğini canlı ve en güzel örnek olarak gösterirler. Allah (c.c) nin elçileri sadece gelen mesajı okumakla görevli değil , aynı zamanda okudukları mesajın hayata nasıl yansıması gerektiğini kendileri yaşayarak öğretirler , yani görevleri sadece "Postacılık" değildir. 

[069.044-7]  Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.

Bu görevlerini yerine getirirken sadece kendilerine vahyedilene uymakla görevli olan bu elçiler, Allah (c.c) nin "Din" (Yaşam kuralları) olarak vaaz ettiği kurallara herhangi bir ilave hükümde bulunAmazlar. "İlah" ve "Rab" olmanın hakkı olan "Din" vaaz etmek yetkisini , Allah (c.c) kendisinden başka kimseye tanımamıştır. 

Kendisinin dışında "Din" vaaz etmeye kalkanları veya kendisinin dışında din vaaz edenlere tabi olanları , "Allah'ın dunun dan rabler ve ilahlar edinmek" olarak tanımlayan Rabbimiz, bu yetkiyi kendi elçilerine dahi vermemiş olmasına rağmen , İslam düşüncesine hakim olan genel geçer düşünce "Muhammed (a.s) ın da helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu yönündedir.

Bu noktada Al-i İmran s. 79. ve 80. ayetleri çok önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.

[003.079]  Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?

Bu ayetler bizlere Muhammed (a.s) ı nasıl bir yere oturtmak gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden çok önemli ayetlerdir. 

Helaller ve haramlar , insanların yaşamları içinde tabi olacakları kurallar bakımından önemli bir yer tutmakta olup , yaşamın sınırlarını tayin eden önemli kavramlardır. Allah (c.c) bu konuda kendisini tek yetkili olarak ilan ederek , insanlar için koyduğu sınırlara tabi olunması gerektiği , bu konuda kimsenin helal haram tayin etme yetkisi olmadığını açıklamıştır. 

"Rab" ve "İlah" olmanın gereği olan bu tür sınırlar koyma yetkisini kendi elçilerine dahi vermeyen Allah (c.c) , son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir yetki tanıyarak elçiler arasında ona ayrı bir konum tayin etMEmiştir.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde yapmış olduğu bazı yasaklayıcı sözleri , o yasakların aynen Kur'an yasağı gibi sayılmış , ve bu yasaklamaların alt yapısı rivayetler !! ile desteklenerek (Erike hadisi örneği) yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır. 

[009.031]  (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

Bu gün eğer bu ayet yeniden inecek olsa idi , "Muhammed'i de rabler edindiler" ilavesi mutlaka olurdu, neden mi ? ; 

"Rab edinmek" şeklindeki anlamı bu ayetin tefsirlerinde geçen bir rivayet olan , Adiyy Bin Hatem adlı önceden Hıristiyan olan bir sahabenin , " Biz onlara kulluk etmiyorduk" şeklindeki sözleri üzerine Muhammed (a.s) ın "Onlar Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal , helal kıldığı bi şeyi haram kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" sorusuna verdiği "Evet" cevabı, rab ve ilah edinmenin ne demek olduğunun güzel bir cevabıdır. 

Buradan hareketle , Muhammed (a.s) a yüklenmiş olan fakat kendisinin böyle bir iddiada bulunmadığı onun haram ve helal koyma yetkisi olduğunu iddia etmek , onu rab ve ilah edinmek anlamına gelir.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış. 

Yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş peygamber algısı öyle bir hale getirilmiştir ki , böyle bir peygamber inancı olmayan veya böyle bir inanca karşı çıkanlar , zındık , hadis sünnet inkarcısı , kafir v.s gibi yaftalarla anılarak büyük bir baskı kurulmuştur. Eğer yafta takılmak gerekiyorsa , bu yaftalar peygamber a.s ın helal ve haram koymasının aynen Kur'anın koyduğu yasaklara eşdeğer olduğunu söyleyenlere takılması gerekmektedir. 


Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin vermediği bir yetkiyi , verilmiş gibi göstermek onu İsa (a.s) gibi ilah ve rab konumunu yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Maide s. 116-117. ayetlerinde gördüğümüz , İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesindeki kendisine sorulan soruya verdiği cevap çok manidardır.

[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117]  Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.

Şayet bu gün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelse aynı sahne , Muhammed (a.s) ın sorgulanması şeklinde anlatılarak , Müslümanların onu haşa rab yerine koyması kendi ağzından red edilerek , yaşadığı hayat zarfında kendisine Allah (c.c) tarafından verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini , kendisinden sonra insanlar tarafından kendisi için yakıştırılan iftiraları red edecektir.
Bu gün Müslümanların , Hıristiyanlar gibi İsa (a.s) a yüklediği ilahlık ve rablik yakıştırmalarını direk olarak yapmıyor olmaları bizleri aldatmamalıdır. İsa ve Muhammed (a.s) için yapılan ortak yanlış , onların "ELÇİ ve "KUL" oldukları bir tarafa konularak , özel bir konum yüklenmiş olmalarıdır. 

Allah (c.c) Al-i İmran 79. ve 80. ayetlerinde İsa (a.s) için yapılan yanlışı hatırlatarak , bizlere de önemli mesajlar vermektedir. Bizler ilgili ayetleri sadece hitap ettiği kişiler bazında okuduğumuz zaman , bizlere dönük bir hatırlatması olduğunu ıskalamış oluruz. 
"Allah'a ve elçisine itaat edin" mealinde bir çok ayetin olduğu unutularak, bu yazının yazılmış olduğu düşünülmesin.

Kur'anda bir çok yerde geçen bu tür ayetlerin , "Allah'a itaat edin " emrini Kur'ana , "Elçisine itaat edin" emrini hadislere bağladığımızda büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır.

Elçiye itaat ile ilgili ayetlerin , bu gün aramızda Muhammed (a.s) ın olmaması nedeniyle, "ondan gelen rivayetlere itaat" şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmek büyük bir sorunu ortaya çıkarması açısından çok yanlış bir söylemdir. 

Bu gün elimizde olan hadis külliyatı içindeki rivayetlerin "Sahih" olup olmadığı kişilerin belirlediği kıstaslar üzerinden yapılmış olması sebebi ile , A hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih" damgası vurulan bir rivayete , B hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih değildir" damgası vurulabilmektedir. 

Eğer "Elçiye itaat edin" emrine, "Hadislere itaat edin"şeklinde bir anlam yüklediğimizde , A hadisçisinin sahih olarak gördüğü rivayeti red eden B hadisçisi , A hadisçisine göre "Hadis inkarcısı" veya "Elçiye itaat edin" ayetini red etmiş durumuna düşmektedir.

Sonuç olarak ; "İlah" ve "Rab" liği kendisinden başkası için kimseye layık görmeyen Allah (c.c) , bu liyakati peygamberlerine de vermediğini beyan ederek , kul olmayı sadece kendisine layık görerek , kendisinden başkalarına kulluk yapanlara "Müşrik" demektedir. Kur'an içindeki bir çok ayet , Hıristiyan düşüncesinde geçerli olan İsa (a.s) ı Allah (c.c) dışında rab ve ilah olarak kabul etme düşüncesini "Küfr" olarak nitelemiş  , ve böyle bir küfürden vazgeçilerek ortak söz olan Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak bilinmesi temeline dayanan bir sisteme göre yaşanmasını emretmektedir.

Hıristiyanların İsa (a.s) ı , elçi ve kul olmasının dışında bir görev yükleme ameliyesine paralel bir düşünce , biz Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından Muhammed (a.s) içinde geçerlidir. Muhammed (a.s) ın elçi kul olduğu söz ile ikrar edilmesine rağmen , fiiliyatta ona helal ve haram yetkisi tayin edilmesi düşüncesi onu rab ve ilah konumuna yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Kur'andaki elçiye itaat edilmesi ile ilgili ayetler , elçinin helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu düşüncesinin ışığı altında okunarak zorlama yorumlarla bu sonuca varılmaya çalışılmış , Araf s. 157. ayeti , İsrailoğullarına daha önce yapmış oldukları hatalar nedeni ile ceza olarak haram kılınan bazı yiyeceklerin artık helal kılındığını beyan etmiş olmasına rağmen , ön yargılı bir okuma sonucu , elçinin haram helal kılma yetkisi olduğunu beyan eden ayetler olduğu zannı hakim olmuştur.

Bizler eğer Hıristiyanların düştüğü duruma düşmek istemiyor isek yapacağımız şey , Muhammed (a.s) Kur'an harici bir misyon yükleme düşüncesinden vazgeçerek , onun elçi ve kul olduğunu sadece dil ile değil , itikadi anlamda da hatırlayarak itikadımızı Kur'an ışığında yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Esas olan Allah (c.c) nin dışında kimseye onun yetki alanına giren konularda yetki tanımamak olup , böyle bir yetkiyi Allah ve elçisine rağmen tanımak , bu yetkinin tanınmadığını iddia edenlere yakıştırılan "Küfr" damgası , elçiye  böyle bir yetki tanıyan düşünce sahiplerine daha çok yakışacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

14 Nisan 2013 Pazar

Musa ve İlim Verilen Kul Kıssası

Musa ve ilim verilen kul kıssası kur'anın en çok istismar edilen kıssalarından biri ve kerameti kendinden menkul bazı din baronlarının bir kısım insanlar üzerindeki hegomonyasını artırmak amaçlı olarak yüzyıllardır "hızır" efsanesi eşliğinde insanlara yutturulmaya çalışılmaktadır. Hızır mitolojisi sadece islamda değil diğer dinlerdede bulunan mitolojik şahsiyetlerden birisidir. Bu oluşturulmuş şahsın etrafında uydurulan din söylemleri akıllara durgunluk verecek seviyelerde olup kur'anın hiçbir ayetinden onay almadığı gibi kur'ana aykırı bir durumdur. Bu yazımızda bu şahıs olduğu iddia edilen "ilim verilen kul" şeklinde kur'anda geçen kişi ile musa nın yolculuğunun bizlere nasıl bir mesaj içerdiğini paylaşmaya çalışacağız.   

Musa ve ilim verilen kul kıssası kur'andaki kıssaların içinde ayrı bir yeri olan ve anlaşılma açısından biraz müşkilatlar taşıyan bir kıssadır. Çünkü yer,zaman,mekan ve şahsiyetler bakımından gaybi denilebilecek unsurlar mevcuttur. Musa isminin elçi olan musa'mı yoksa başka bir musa'mı olduğu tefsirlerde tartışılan bir konudur. Evet elçi musadır denilse, " ozaman kavminden neden ayrıldı tur dağına çıktığında onun yokluğunu firsat bilen kavmi buzağıya  tapındı öyleyse kavmini neden terketti?" şeklinde bir soru sorulduğunda cevabının nasıl verileceği merak konusudur, "hayır musa elçi olmadan evvel çıktı" denilebilsede cevabımız ,"kıssadaki musa adındaki şahsın kimliğinin pek fazla önemi yoktur" olursa daha doğru olacaktır. Bu kıssanın yanlış anlaşılma sebeblerinden biride kıssayı yaşandığı zaman sınırları içinde anlamaya çalışmak olduğu görülür halbuki kıssayı zaman, mekan, şahıs isimleri etrafında değil nasıl bir mesaj vermek istediği şeklinde anlamaya çalışmak ayrıntı dediğimiz şeyler etrafında vakit kaybetmemizi önleyecektir.

Kur'an kıssalarını daha doğru anlamak için kıssanın görsel bir anlatım tarzı olduğunu düşünüp sanki bir tiyatro veya sinema eserini izler gibi izleyip, sahnedeki şahısların kimliği üzerinde takılmadan o şahısların kimliği üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanmak gerekmektedir. Musa ve salih kul kıssasıda bu tür bir anlatım olup sahısların kimliğini değil o kimlik üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanmamız bizden istenmektedir.

Bu kıssayı  yaşandığı zaman ,mekan ve şahıslar etrafında düşünüp verilmek istenen mesajı anlamaya çalışmamak bu kıssa üzerindeki istismar edilen konulara kapı aralamak anlamına gelmektedir. Kıssa iki bölüm olarak anlatılmaktadır, ilk bölüm musa ile arkadaşının yolda geçen zamanları ikinci bölümde ise vardıkları yerdeki şahıs ile olan yolculuk,bu yolculukta musa'nın arkadaşı sahneden çekilmektedir. 

-----18.060] [E0] Bir vakit de Musâ fetâsına demişti ki: durmıyacağım tâ iki denizin cemolduğu yere kadar varacağım, yâhud senelerce gideceğim.
-----018.061] [E0] Bunun üzerine ikisi bir vaktaki iki deniz arasının cemolduğu yere vardılar balıklarını unuttular o vakıt o, denizde bir deliğe yolunu tutmuştu.
 -----018.062] [E0] Bu sûretle vakta ki geçtiler fetâsına getir, dedi: Kuşluk yemeğimizi, hakikaten biz bu seferimizden yorgunluğa giriftar olduk.
-----018.063] [E0] Gördünmü? dedi: kayaya sığındığımız vakıt doğrusu ben balığı unuttum, ve bana onu söylememi her halde Şeytan unutturdu, o âcayib bir sûrette denizdeki yolunu tutmuştu.
-----018.065] [E0] Derken kullarımızdan bir kul buldular ki biz ona nezdimizden bir rahmet vermiş ve ledünnimizden bir ılim öğretmiştik.

Kıssanın ilk bölümü musa'nın arkadaşına hedeflediği menzile varmak için ne gerekiyorsa yapacağını bildirmektedir. Musa adındaki şahsın elçi musa'mı yoksa başka bir musa'mı olduğu tefsirlerde tartışılmıştır ancak bu tartışma bizce gereksiz bir tartışma olup musa yerine herhangi bir isim olabilirdi. Kıssalarda bizlere anlatılan şeyler tarihi bilgi değil o kıssada anlatılanlardan hisse çıkarmak amaçlıdır. Burada hisse olarak, hedeflediğimiz menzile varmak için kararlılık ve bu yolda gerekli olan çalışmadır. Musa kendisinden ilim öğrenmek için aradığı şahsın yanına gelmesini beklememiş aksine kendisi onu aramaya çıkmış ve yolda önüne çıkan engelleri arkadaşı hata yapmış olsada onu kırmadan telafi ederek sonunda hedeflerine ulaşmışlardır.     

Kıssanın ikinci bölümü ile ilgili ayetlerin mealleride şu şekildedir.
-----018.066] [E0] Musâ, ona öğretildiğin ılimden bana bir rüşd öğretmen şartiyle sana ittiba edebilirmiyim? dedi.
-----018.067] [E1] O: «Doğrusu sen benimle beraber olmaya sabredemezsin.
-----018.068] [E0] Havsalanın almadığı şey'e nasıl sabredeceksin?
-----018.069] [E0] İnşaallah dedi: beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine âsı olmam.
-----018.070] [E0] O halde dedi: eğer bana tabi, alacaksan bana hiç bir şeyden suâl etme tâ ben sana ondan bir söz açıncıya kadar.
-----018.071] [E0] Bunun üzerine ikisi bir gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı, â, dedi: ehalisini gark etmek için mi yaralandın onu? Alimallah müdhiş bir şey yaptın.
-----018.072] [E0] Demedim mi, dedi: doğrusu sen benimle sabredemezsin?
-----018.073] [E0] Beni dedi: unuttuğumla muâhaze etme ve bana bu işimden dolayı güçlük çıkarma.
-----018.074] [E0] Yine gittiler, nihayet bir oğlana rast geldiler tuttu onu öldürüverdi, â! Dedi: ter temiz bir nefsi bir nefis mukabili olmaksızın öldürdün mü? alimallah çok münker bir şey yaptın.
-----018.075] [E0] doğrusu sen benimle sabredemezsin demedim mi sana? dedi.
-----018.076] [E0] Eğer, dedi: bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana musahib olma, doğrusu tarafımdan son özre erdin.
-----018.077] [E0] Bunun üzerine yine gittiler, nihayet bir karyenin ehline vardılar ki bunları müsafir etmekten imtina ettiler, derken orada yıkılmak isteyen bir divar buldular, tuttu onu doğrultuverdi, isteseydin, dedi: her halde buna karşı bir ücret alırdın.
-----018.078] [E0] İşte dedi: bu, seninle benim aramın ayrılması. Sana o sabredemediğin şeylerin te'vilini haber vereyim
-----018.079] [E2] «Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.»
-----018.080] [E0] Evvelâ gemi, denizde çalışan bir takım biçarelerin idi, ben onu ayıblandırmak istedim ki: ötelerinde bir Melik vardı, her sağlam gemiyi gasben alıyordu.
-----018.081] [E0] Oğlana gelince: ebeveyni mü'minlerdi, onun için bunları tuğyan ve küfrile sarmasından sakındık da istedik ki kendilerinin rabbı ona bedel bunlara temizlikçe daha hayırlısını ve merhametce daha yakınını versin.
-----018.082] [E0] Gelelim divara: şehir de iki yetîm oğlanın idi, altında onlar için saklanmış bir defîne vardı ve babaları salih bir zat idi, onun için rabbın irade buyurdu ki ikisi de rüştlerine ersinler ve defînelerini çıkarsınlar, hep bunlar rabbından bir rahmet olarakdır ve ben hiç birini kendi re'yimden yapmadım ve işte senin sabredemediğin şeylerin te'vili.

Kıssanın ikinci bölümünde musa aradığı kişiyi bulmuştur ve onun ilminden öğrenmek için ona tabi olmak istemektedir. Bu kıssada en çok istismara uğrayan taraf musa'nın tabi olmak istediği kul hakkında oluşmuş olup bu konu üzerinde yazımızın girişinde durmaya çalışmıştık. İlim verilen kulun melekmi insanmı olduğu tartışmasıda aynı şekilde kıssanın ilk bölümünde musanın hangi musa olduğu tartışması kabilinden bir tartışma olup o şahsın kimliğide çok önemli değildir. Ancak bu şahsın kimliği, kafasında soru işareti olarak kalacak kimseler için şahsın kimliği hakkında onun melek değil insan olduğu daha ağır basmaktadır. 65. ayette "tarafımızdan rahmet verilmiş" denilmesi , 77. ayette vardıkları kasaba halkından yiyecek istemeleri o kişinin insan olma ihtimalini güçlendirmektedir.   

Kıssada özellikle bu şahsın kimliği üzerinden yaptıklarını değerlendirecek olursak bir çok soruyu beraberinde getirecek olan müşkilat ortaya çıkacaktır. Özellikle çocuğun öldürülmesi konusundan yola çıkılarak gelecekleri için tehlike arzettiğini düşündükleri bebekleri dahi boğdurmaktan geri durmayan osmanlı sultanlarına fetvayı veren saray alimleri bu kıssayı örnek almışlardır.   

Kıssayı anlamada en büyük problem bu şahsın kimliği üzerinden verilmek istenen mesajın anlaşılmamasıdır. Kıssadaki iki şahsiyetten biri olan musa'nın temsil ettiği, olayların zahiri yönünü bilen bir kul , ilim verilen kulun temsil ettiği ise Allah cc nin kulları için öngürmüş olduğu emir ve yasakların sorgulanmadan "semi'na ve ata'na"(duyduk ve itaat ettik) denilerek kabul edilmesinin gerektiğidir. Çünkü kul Allah cc nin kendisi için öngördüğü emir ve yasakların ebedi hayatı için gerekli olan faydalarını idrak etmeyebilir. Kul , "rabbim benim için en doğrusunu bilir" deyip ona teslim olmak durumundadır.    

Çocuğun öldürülmesi konusunu sadece kıssa içinde anlamak durumunda kaldığımız müddetçe bazı problemler ortaya çıkacaktır. Ortada bir çocuk vardır , ilim verilen kul onu öldürür, hemen musa bir insanın hangi şartlar altında öldürülebileceğini söyleyerek ona itiraz eder doğru olanda budur . Bilindiği üzere, büyüyünce kafir olacağı için çocukların öldürülmesi diye bir şey Allah cc nin kitabında yoktur, çünkü  bu bir gaybi konu olup birileri kafir yapma korkusu ile şimdiden o kişinin öldürülmesininde Allah cc nin ktabında yeri yoktur. Dahası, ilim verilen kulun çocuğu öldürme gerekçesi " istedik ki kendilerinin rabbı ona bedel bunlara temizlikçe daha hayırlısını ve merhametce daha yakınını versin. " demesidir . Bunu demesini sadece kıssa içinde ele alacak olursak kelamcıların yüzyıllardır tartıştıkları meseleler gündeme gelecektir. Yeni doğacak olan çocuğun öldürülen çocuk gibi kafir olmayacağının garantisi nedir? , çünkü Allah cc yaratmış olduğu kullarına irade vererek onlara göstermiş olduğu iki yoldan birini şeçme konusunda serbest bırakmıştır. Allah cc nin, doğacak olan çocuğun diğer yaratılanlardan ayrı olarak iradesini zorla mü'min olma yolunda bir baskı kurması düşünülemez , bunu düşünmek cebriye inancının buradan destek alması anlamına gelir.   

Aynı şekilde kasabadaki duvarı düzeltme gerekçesini açıklarken "şehir de iki yetîm oğlanın idi, altında onlar için saklanmış bir defîne vardı ve babaları salih bir zat idi, onun için rabbın irade buyurdu ki ikisi de rüştlerine ersinler ve defînelerini çıkarsınlar,"demiştir. Şimdi buradada ,"babaları salih olması o çocuklarında büyüyünce salih olacaklarının garantisimidir? sorusu gündeme gelebilir.    

Çocuğun öldürülme olayının bir'de kıssada sahne almayan anne babası tarafında nasıl karşılanmış olacağı yönü vardır. Kıssada bu yön anlatılmamış olsa bile hiç bir anne babanın ölen bir çocuğu için üzüntü duymamasını imkansız olmasından yola çıkarak onlarında büyük bir üzüntüye düştmüş olacağını söyleyebiliriz. Ancak çocuk büyüyünce anne babasına asi olup ahkaf s 17. ayetinde anlatılan kafir çocuk misali "Anasına-babasına: «Of size! Siz bana, benden önce nice kuşaklar geçmiş iken, tekrar çıkarılacağımı mı va'd ediyorsunuz?» diyen kimseye anası-babası Allah'a eleman çekerek (sığınarak): «Yazık sana; iman et! Kesinlikle Allah'ın va'di gerçektir.» diyorlar da o, yine: «Bu eskilerin uydurmalarından başka birşey değildir!» diyor." diyenlerden olacağını anne babası önceden bilmiş o çocuğun keşke daha bu günahları işlemeden ölmesine razı olmazlarmıydı?, veya ahirette cehenneme atılan bir kul "rabbim beni neden çocuk iken öldürmedin?" diye bir itirazda bulunmazmı ?   

Bu tür müşkilatlar kıssayı, sadece olayın geçtiği zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı anlamak durumunda kaldığımız takdirde doğru anlamamız güçleşecektir. Kıssayı eğer görsel bir anlatım usulu ile okuyarak kıssadaki şahısların kimliğini değil o kimlikler üzerinden bizlere verilen mesajı okumaya çalışırsak doğru bir anlam yakalamamız kolaylaşacaktır.   

Kur'an kıssaları anlatım tekniği açısından birden fazla mesaj taşıması düşünülebilecek kıssalar olarak okunabilecek kıssaları olur "musa ve alim kul" kıssasıda bu türden mesajlar taşıyan bir kıssadır.

Öncelikle kıssa içindeki musa'nın Allah cc nin kullarının durumu olarak görülmelidir. Alim kulu ayrıcalığı olan bir kişi olarak gördüğümüz takdirde o kula benzetilerek gaybı bildiğini iddia eden ve diğer insanlar üzerinde hegomonyasını bu şekilde kurmak isteyen insanların türemesi içten bile değildir. Alim kul tiplemesi burada teşbihi bir tipleme olup Allah cc nin kulları üzerinde yapmış olduğu tasarrufun biz kullar açısından yanlış olduğu düşünülse bile yarınımız için doğru bir tasarruf olduğunun alim kulun yaptıklarının üzerinde sembolik olarak gösterilmesidir.

Kıssa'da anlatılan alim kul tasviri üzerinden yola çıkılarak , Allah cc nin bazı kullarına gaybı bildirdiği, o kulların kur'ana aykırı bir iş yapmış olsalar dahi " bie hikmeti vardır" şeklinde hoşgörü ile karşılanması şeklinde bir anlayış bu kıssa üzerinde yapılabilecek en büyük bir istismardır. İlim verilen kul tasviri Allah cc nin insanları üzerindeki yapmış olduğu tasarrufun o an için hoş olmayan durumlar doğursa bile ilerisi için hayırlı sonuçlar doğrucağını anlatır. Bu kıssadaki mesaj bütün  insanların musa'nın konumunda olduğu hiç bir kula "ledün ilmi" adı altında gayri meşru işler yapabilme yetkisi verilmediğidir. Musa dikat edileceği üzere "yaptığının bir hikmeti vardır" diyerek ona boyun eğmememiş ve bildikleri üzerinden ona itiraz etmiştir.

Bu kıssayı birde yöneten yönetilen,hoca talebe,amir memur vs ilişkileri açısında okumakda mümkündür.İnsan olarak herşeyi bilmemiz mümkün olmadığından bazı şeyleri bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz kişilerden öğrenmek durumunda olmamız bir gerçektir. İnsanların tabiatları gereği birlikte yaşama ihtiyacı olduğu ve bu birlikte yaşamanın belli kurallara bağlı olduğu bu birlikte yaşam içinde yöneten ve yönetilen sınıfı olmasıda bir gerçektir.    

Talebe olarak hocamıza, yönetilen olarak yönetenimize, memur olarak amirimize tabi olurken onlarında uyması gereken şartlar olduğunu onların her zaman hatırlaması için onların dediklerine uymamızın belli kurallar dahilinde olması gerektiği yani teba olarak başımızdakilerin her zaman ensesinde olmamız yine  bu kıssadan çıkarılabilecek sonuçlardan birisidir.     

Olayın birde yönetici tarafından bakılması yönü vardır. Bir yönetici eğer insanları yönetmek için o insanlardan onay almışsa onun diğer insanlardan belirgin özelliği onun ileri görüşlü olması gerektiğidir. Yönetimi altında bulunan insanların o gün için zararlarına olan bir durum, eğer gelecek için fayda sağlayacaksa yönetici o insanların tepkilerinden çekinmeden onu uygulamalıdır. Eğer "insanlar ne der" diye çekinerek yerine getirmediği bir vazife ilerde o toplum için sıkıntı yarattığı takdirde sorumlu olan kişi yöneticidir.   

Çocuğun öldürülmesi meselesi'nide yöneticinin feraset sahibi olması gerekmesi yönünden ele almak mümkündür. Büyük tepkiyi göze alarak, bugün yapmış olduğu icraatın yanlış olduğunu zanneden topluma karşı direnen feraset sahibi bir yöneticinin doğru icraatı ilerideki günler için bilineceği  için günlük menfaatlerini düşünen halk tarafından olumlu olarak karşılanmayabilir, ancak yönetici bu tepkilere göüğüs gerecek cesarette olmalıdır.  

Sonuç olarak, anlatılan kıssadan hisse alınması gerekmesi,kıssada anlatılan kişi ve olayların sadece kıssa içinde anlaşılmaması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak "musa ve ilim verilen kul" kıssası ile anladıklarımızı sizlerle paylaşmak istedik, eksiğimiz mutlaka olabileceği gibi yanlışlarımızda olabilir , yazdıklarımız okuyup anladıklarımızdan yapmaya çalıştığımız çıkarımlar olup "sadece bu kadardır" şeklinde bir iddiamızın asla olmadığını hatırlatmak isteriz.    

                                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Musa a.s ve Salih Kul Kıssası

İnsanlığın varoluşundan beri  din maskesi altında bazı insanların, diğer bazı insanlar üzerinde baskılarını devam ettirmek için,  kendi düşüncelerinin ürünü insanüstü varlıklar türetip bu varlıklarla iletişim halinde bulundukları iddasını sürdüregelmektedirler. Bu tip  iddalardan  maalesef islam kültürü ve müslümanlarda kurtulamamışlardır. Kehf suresinde anlatılan musa as ve salih kul kıssasından yola çıkılarak "hızır" mitolojisi yaratılmış "her nefis ölümü tadacaktır" ayetine ters bir anlayış geliştirilerek bunun ölümsüz bir kişi olduğu her zaman ve her yerde hazır bulunduğu gibi bir çok şirk düşüncelerine alet edilerek onun üzerinden birçok hurafe meydana getirlmiştir. Yazımızın amacı bu hurafeleri burada zikretmek değil kehf suresinde anlatılan bu kıssayı en kolay biçimde batıni  anlayışlara dalmadan kur'anın kolay bir anlatma uslubu olduğunu unutmadan nasıl anlayabiliriz. sorusuna bir cevap mahiyetinde olacaktır. Tabiki bunu derken "bu kıssadan sadece bu anlayış çıkar " gibi bir iddiada bulunmak niyetinde değiliz. Amacımız kur'anın "ÖĞÜT ALMAK İÇİN KOLAYLAŞTIRILMIŞ BİR KİTAP "  olduğunu bilerek bu kıssayı dağdaki bir çobanın dahi kolayca anlayabileceği bir kıssa olarak anlamaya çalışmaktır. 

Daha önce yazdığımız"kuran kıssaları" isimli yazımızda, kuran kıssalarında anlatım uslübu olarak görsel yönün daha ağır bastığı, tabiri caizse kıssaları bir tiyatro veya sinema eseri izler gibi, kendimizi anlatılan kıssadan ibret alması gereken bir kişi yerine koyarak okumamız  gerektiği ,kıssada anlatılan şahısların kendilerinin  değil anlatılmak istenilenin ön planda olduğu, kıssanın yaşandığı günün değil , o kıssanın bu güne anlatmak istediğinin önemli olduğu , kıssaları  sadece  yaşandığı devir içinde düşündüğümüz takdirde o kıssadan alınması gereken hissenin alınamayacağını belirtmiştik. Musa as ve salih kul kıssasınıda bu anlayış içinde değerlendirdiğimiz takdirde karşımıza şöyle bir anlayış çıkmaktadır.Yine tekrarlıyorum bu kıssadan sadece bu anlayış çıkar iddiasında değiliz çünkü kıssaların anlatılış gayesi  bizlere birçok yönden anlayış zenginliği sağlamaktadır. "Bu  kıssa sadece bunu anlatıyor" demek kimsenin haddi değilidr. denmesi gereken " ben bu kıssadan bunu anladım " şeklinde bir sözdür. bizimde sözümüz şudurki "bu kıssayı kur'anın anlatım uslubu içinde okuduğumuz zaman anladığımız şunlardır. 

Musa as ile salih kul kıssasını iki bölümde değerlendirmek gerekmektedir. İlk bölümde o kul ile karşılaşmak için yardımcısı ile yola çıkışı anlatılmaktadır. konu ile ilgili ayet mealleri şöyledir. 

60- Hani Musa genç yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim."
61- Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu.
62- (Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk."
63- (Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu."
64- (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu." Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.
65- Derken, Katımız'dan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.  

   60. ayet mealinden anlaşıldığı üzere Musa as ın kararlılık içinde bir işe girdiğini görüyoruz . Ve bu amacını gerçekleştirmek için sonuna kadar çalışacağını bildiriyor. Bizlerede hisse olarak almamız gereken şudurki bir iş ne kadar zor olsa bile yarıda bırakılmamalıdır.  Burada dikkatimizi çeken musa as ın yalnız olmadığı yanında genç bir yardımcısı olduğudur. Zuhruf s. 32. ayetinde rabbimiz "birbirlerine iş gördürmeleri için kimine kimine derecelerle üstün kıldık" buyurmaktadır . Yani rabbimizinin sünneti gereği işçilik ve işverenlik müessesi başlangıçtan kıyamete kadar sürüp gidecektir.  bu kıssadada  bir işverenin işçisine davranış örneği sergilenmiştir. şöyleki "azığımızı çıkar" demesinden anlıyoruzki ikisininde yediği şey aynıdır . musa as işveren olması hasebiyle değişik bir şey yememektedir. yardımcısına yediğinden yedirmektedir. Ve yardımcısına, balığı unuttuğu zaman "niye dikkat etmediği, o kadar yolu bize boşuna yürüttün , sende hiç akıl fikir yokmu ?" şeklinde bir azarlama ile    karşılık vermediğini görmekteyiz. Bir  kişinin  çalıştırdığı kişilerin hataları karşısında  onlara nasıl davanmak gerektiğini yine bu bölümden öğrenmekteyiz. Ve sonunda amaçlarına ulaşıp buluşmak istedikleri kişi ile buluşurlar. ilgili ayetlerinde meali şöyledir . 

66- Musa ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
67- Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin."
68- (Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?"
69- (Musa:) "İnşaAllah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi.
70- Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar."
71- Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın."
72- Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"
73- (Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" dedi.
74- Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: "Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın."
75- Dedi ki: "Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"
76- (Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun" dedi.
77- (Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin."
78- Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim.
79- "Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı."
80- "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk."
81- Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik."
82- "Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu." 

Kıssanın bu kısmı ile ilgili düşülen hatalardan birisi salih kulun kimliği meselesidir . insanmı melekmi olduğu yönünde görüşler mevcuttur.Biz o tartışmalara girmeden yine kıssaları anlama uslubumuza uygun olarak bu kıssanın bizim için alınması gereken hissesi üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

Kıssanın her iki bölümünde bir ortak nokta şudurki,  olayların yolda geçmesidir . ilk bölümünde kıssanın işçi işveren ilişkisi , ikinci bölümünde ise yöneten ve yönetilen ilişkisi açısından baktığımız zaman herkesin çıktığı hayat yolunda ister istemez üstlenmek olduğu görevler karşımıza çıkmaktadır. çünkü insan bu hayat yolunda, ya işçidir, yada işverendir , ya yönetendir , yada yönetilendir, Bu 4 gurup içinde olan insanlar birbirleri ile Allahın belirlediği kurallar dahilinde ilişkilerini sürdürmek durumundadırlar . ve bu kıssa bu ilişkinin ne şekilde olması gerektiğini bize yaşanmış bir şekilde anlatmaktadır .ilk bölümde işiçi ve işveren ilişkisinin ne şekilde olması gerektiğini gördük. ikinci bölümde ise yöneten ve yönetilen ilişkisinin ne şekilde olması gerektiği anlatılmaktadır . Ancak burada ağırlıkta olan konu bir yöneticinin ileri  görüşlü ve hakka uygun davranması ve o davranışının sebebini bilmeden ona yöneltilen itirazlara göğüs germesidir  . Önce kıssanın bir  yönetici açısından anlaşılması gereken yönünü görelim.          

 Kıssada,  salih kul tarafından yapılan ve   musa as ın ilk başta anlamadığı  işlerin hepsinin ortak bir yönü bulunmaktadır . Gemiyi delme sebebinin yolda karşılarına çıkacak korsanları görmesi .çocuğu öldürme sebebinin o çocuğun ilerde kafir olup anne ve babasını  şirke zorlaması, düzelttiği duvarın küçük çocuklara ait bir evin duvarı olup büyüdüklerinde duvarın altındaki hazineyi çıkarmalarını istemesindeki ortak yön salih kulun  bir yöneticide olması gereken ileri görüşlülük ve kararlılık ifadesidir . Musa as ın yönetilen rolünde olduğu kişi açısından bakıldığında  o gün için bir sorun bulunmamasına rağmen feraseti sayesinde,o gün için müdahale etmediği bir olayın daha sonraki günler için getirebileceği tehlikeleri sezip önlemini almıştır . Kıssanın bu bölümünden ve salih kulun şahsında bir yöneticinin nasıl ve ne şekilde hareket etmesi gerektiğini görmekteyiz. 

Gelelim musa as ın şahsında bize anlatılan yönetilenlerin yönetici ile olan ilişkilerine . İnsan fıtratı gereği kendi açısından baktığında haksızlık olarak gördüğü şeylere muhalafet eder. musa as dada bunu görmekteyiz. Her ne kadar" sana itiraz etmeyeceğim " dese bile neden ve nasıl sorularının cevabını alamadımı rahatsızlığını dile getirir ve getirmelidirde . Ve bu rahatsızlığını meşru sebebler üzerinden ortaya koymalıdır. 71. ayette sorduğu gibi "gemiyi içindekileri batırmak içinmi" 74. ayette sorduğu gibi "bir cana karşılık olmadanmı tertemiz bir canı öldürdün" gibi kendi meşru doğrularını ortaya koyup bu  meşru doğrular üzerinden  sesini yükseltmelidir . 

Burada yönetici açısından baktığımız zaman verdiği kararın zamanının önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Gemiyi delmesinin korsanlar geldiği zaman onlarla mücadele etmeye gerek duymadan önce bu önlemi almış olması , çocuğun büyüyüpte asi bir önder olup toplumu fesada vermesinden önce onu öldürmesinden.kendilerine soğuk davranan kasaba halkına karşı orada onlar iyilik yapmasından  anlayoruzki ferasetli ve kararlı bir yönetici ilk bakışta yaptığı anlaşılmasa bile hak yolda olduğunu bildikten sonra ve  vicdanı rahat olduktan sonra bazıları tarafıından sonra anlaşılacağını bildiği bir kararını uygulamaktan asla vazgeçmemelidir. Onun haklılığı ileride neticelerini gördükleri zaman  kişiler tarafından görülecektir. Yönetici pozisyonunda olan bir kişi için günü birlik kaygılarla ne şiş yansın nede kebap mantığı içinde  günü kurtarma amaçlı uygulamaları ilerisi için kendisi ve mesul olduğu kişiler açısından büyük sıkıntılar getireceği muhakkaktır. 

Sonuç olarak , batıni anlamlar çıkararak kur'an kıssalarını asıl vermek istediği mesajları arkaya atarak tasavvuf düşüncesinde hakim olan, kişileri yüceltme amaçlı kur'an dışı düşüncelere maalesef kur'an alet edilerek ve özellikle kehf suresindeki musa as ile salih  kul kıssasından ,kaynağı  mitolojik hurafeler  olan ölümsüz bir hızır hurafesi ve gayba muttali olduğunu iddia eden" kerameti kendinden menkul "din baronları çıkarılmıştır. Kur'an kıssalarını sadece o gün yaşanmış bitmiş olaylar olarak anlamak  yada kıssadaki şahıslardan  örnekle  kendilerini  gaybın anahtarları verilmiş şahsiyetler olarak göstermek doğru bir anlayış ürünü değildir. Kıssaları ogünkü yaşanmışlığı içinde bugün bizler için hisse alınması gereken yönleri olduğunu düşünerek okumaya çalışmak daha doğru bir anlayış olsa gerektir . EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR .