Bakara s. 249. ayetini Türkçeye çevrilmiş olan meallerden okuyan bir kimsenin kafasında, bu ayet içinde geçen "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" diyenlerin kimler olduğuna dair bir takım soru işaretleri oluşacaktır. Çünkü yapılan bir çok çeviri maalesef, bu cümlenin kimler tarafından söylendiğini meale yansıtmamış (bazı meallerde yansıtıldığını görmekteyiz) bunun neticesinde ise, bu sözü söyleyenlerin Talut'un emrine itaat eden gurup olduğu gibi bir durum ortaya çıkarak, bir çeviri sorunu oluşturmuştur.
Yazımızın konusu, bu cümlenin kimler tarafından söylendiğinin çeviriye yansıtarak, okuyucuların kafasında oluşabilecek soru işaretlerinin giderilmesine yönelik olacaktır.
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۚ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ ۚ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
Ayetin çevirileri genellikle şu şekilde yapılmaktadır:
[002.249] Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir
ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir
avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan
içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, «Bugün Calut ve
ordusuna karşı koyacak gücümüz yok» dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını
bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir,
Allah sabredenlerle beraberdir» dediler.
Öncelikle şunu söylemek isteriz ki: İddiamız, bu ayetin yapılan çevirilerinin hatalı olduğu değil, okuyucunun kafasında bir takım soru işaretleri belirecek şekilde yapılmış olmasıdır. Oluşabilecek soru işaretlerinin, ayet içine parantez açılmak sureti ile giderilmesi mümkündür.
Şimdi ayeti bir kaç parçaya bölerek okumaya çalışalım.
"Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi"
Ayetin bu cümlesi Talut'un, ordusunu bir güven ve itaat testine tabi tuttuğunu göstermektedir. Geçecekleri yol üzerinde olan ırmağın suyundan içip içmemeleri, ordunun Talut'a karşı ne derece itaatkar olduğunun göstergesi olacaktır.
" Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler."
Bu cümle Talut'un ordusu içinde büyük bir kesimin onun emrine itaat etmediğini göstermektedir.
Talut'un ordusunu tabi tuttuğu bu deneme, aynı zamanda ordu içinde bir ayrışıma da sebep olacaktır. Çünkü bir komutanın, kendisine itaat etmeyen askerler ile çıkacağı bir sefer, kendi sonunu eli ile hazırlamasına sebep olacaktır. Talut'un söylediği "ondan içen benden değildir" sözü, nehrin suyundan içen askerlerin orduya artık dahil olmayacağını ordu dışında kalacağını göstermektedir.
Burada dikkate alınması gereken önemli bir husus, ordunun iki kısma ayrılmış olmasıdır. Ayetin bundan sonraki kısmında bu ayrışımın ortaya çıkarılması önemlidir.
"Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince"
Talut artık sadece kendisine itaat eden askerler ile kalmış, diğerleri ordudan ayrılmış, yola kendisine itaat eden askerlerle devam etmektedir. Cümle içinde geçen آمَنُوا kelimesinin, "İnananlar, İman edenler" şeklinde çevrilmesine karşın bu kelimenin çevirisine, kelimenin sözlük anlamlarından biri olan Güven anlamının verilmesinin daha uygun olacağını burada hatırlatmak isteriz.
"Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok dediler"
Bu cümle ayetin çevirisinde sorun teşkil ettiğini düşündüğümüz cümledir. Çünkü bu sözü sanki bir önceki cümledeki "Kendisi ve kendisiyle olan inananlar" olarak bahsedilen kimselerin söylemiş olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Halbuki ordu içinde ayrışım meydana gelmiş, itaat etmeyenler ordudan ayrılmış, itaat edenler ise Talut ile yola devam etmektedir. Talut'a itaat eden askerlerin ise "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" sözünü söylemiş olmaları pek mümkün değildir.
Bu sözü, Talut'a itaat etmeyerek ordudan ayrılanların söylemiş olması, daha makul bir yaklaşımdır. Bu durumun çeviriye parantez açılmak sureti ile yansıtılması, okuyucuda oluşması muhtemel olan soru işaretlerini ortadan kaldıracaktır.
"Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler."
Bu sözü söyleyenler ise, Talut'a itaat ederek orduda kalan askerlerdir. Burada iki gurubun birbiri ile karşılıklı olarak bir konuşması söz konusudur.
Talut'a itaat etmeyen ordudan ayrılanlar= Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.
Talut'a itaat eden ordu içinde kalanlar= Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir.
Bu ayet ile ilgili olarak bizim yapmaya çalıştığımız çeviri örneği şu şekildedir:
Bakara s. 249- Talut ordusu ile sefere çıktığında (ordusuna), "Allah, (bana itaat edip etmediğiniz ve güven duyup duymadığınız hususunda) sizi bir nehir ile imtihan edecek, kim o nehrin suyundan içerse (bana itaat etmemiş ve bana güven duymamış olduğu için) benden değildir. O nehrin suyundan bir avuç almak müstesna olmak üzere tatmayan ise (bana itaat etmiş ve güven duymuş olduğu için) bendendir." dedi. Talut'un bu emrine rağmen ordusundan az bir kısmı müstesna olmak üzere, o nehrin suyundan içti (ona itaat eden ve etmeyenler, güven duyan ve duymayanlar böylece birbirinden ayrılmış oldu). Nehri, kendisine itaat eden ve güven duyanlar ile birlikte geçtiğinde, (Talut'a itaat etmeyen ve güven duymayan geride kalanlar) "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" dediler. Rablerine kavuşacaklarını kesin olarak bilen (Talut'a güven duyan ve itaat eden) ler ise, "Nice sayıca az olan topluluk vardır ki, Allah'ın izni ile sayıca çok olan topluluğa karşı galip gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir" dedi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
karşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
karşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Haziran 2018 Salı
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması
Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Haziran 2017 Salı
Bakara s. 178-179. Ayetleri: Cinayet Suçuna Karşı Caydırıcı Bir Ceza Olarak Kısas
İnsanların birbirlerine karşı işlediği suçlarda en önemli nokta, işlenen suça verilecek olan cezanın caydırıcı olması ve toplum vicdanını rahatlatması olmalıdır. İşlenen suçlara karşı caydırıcı bir ceza öngörmeyen ve toplum vicdanını rahatlatmayan hukuk sistemlerinin bulunduğu ülkelerde suç oranları artış göstererek, toplumda huzur kalmayacaktır.
Bir insanın yaşama hakkı onun en temel haklarından biri olup, bu hak meşru bir sebep olmadıkça onun elinden asla alınamaz.
[005.032] Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: «Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur». And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.
[017.033] Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü, o gerçekten yardım görmüştür.
[004.093] Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Nisa s. 93. ayetinde mümin bir kimsenin kasten öldürülmesi ile ilgili olan durumdan mümin olmayan bir kimsenin öldürülmesi istisna edilmiş olması anlamına gelmez. Mümin olsun olmasın, eğer bir kimse kasten suçsuz yere öldürülecek ise, katilinin ahiret cezası aynıdır.
İslamın, insan hayatına verdiği değer sadece ahiret azabı tehdidi ile sınırlı olmayıp, suçsuz yere katledilen bir kimse için had yani dünyevi ceza da önermektedir.
[002.178] Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.
[002.179] Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
Bakara s. 178. ayetinde cinayet suçuna nasıl bir ceza verilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın ifadesi, cinayeti kim işledi ise onun kısas edilmesi gerektiğine dair bir beyan olup, kişinin zengin veya makam sahibi olması dahi onun kısas edilmesine engel olmaması gerektiği bu şekilde bildirilmektedir.
Bakara s. 179. ayetinde ise, kısasta bizim için hayat olduğu söylenmekte, ve asıl önemli konu bu cümle içinde ifade edilmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda hırsızlık suçu için öngörülen cezada geçen Nekalen kelimesi işlenen suça verilmesi gereken cezanın mantığını da açıklamaktadır.
Bir insanın yaşam hakkı onun en temel ve en kutsal hakkı olduğuna göre, bu hakkın bir başkası tarafından yok edilmesi de asla cezasız kalamaz. Hukuk sistemleri işlenen suça karşı verilecek cezayı, o suçun bir daha işlenmesine engel olmaya çalışmak, ve o suçu işleyebilecek olanların alacakları cezanın ağır olacağını bilmesi gerektiğini merkeze alarak belirlemedikleri sürece suç işleme oranı azalmayacak, aksine artacaktır.
Yaşadığımız ülke boyutunda olaya baktığımızda, suç işleme oranlarının özellikle cinayet suçunun işlenme oranınında son yıllarda büyük bir artış olduğu gözlenmektedir. Televizyon haberlerinin büyük bir kısmı her akşam çeşitli nedenlerden ötürü öldürülen kimselerin haberlerin yaparak reyting elde etmeye çalışmakta, bu haberleri izleyenler ise, bu cinayetlerin bir şekilde son bulmasını istemektedir.
Ülkemizde cinayet oranının büyük bir artış göstermesine sebep olan unsurlardan bir tanesi bu suça karşı verilen cezanın caydırıcı olmamasıdır. Cinayet işlemeyi kafasına koyan bir kimse Babalar gibi yatar çıkarım diyerek, cezasını çektikten sonra salıverileceğini bildiği için bu suçu işlemektedir. Eğer bu suça karşı kısas cezası uygulansa ve cinayet işlemeye azmeden kişi bunu bilse, acaba Babalar gibi kısas edilirim diyerek cinayet işlemeye cesaret edebilecek midir?.
Elbette hayır, işleyeceği suçun karşılığının kısas edilmek olduğunu bilen bir kimsenin cinayet işlemek konusunda daha temkinli olacağı kesindir. Kısas cezasında hayat olması, işlenen suça karşı verilen cezanın ağır olmasından dolayı, bu suça azmeden kişilerin azalacağı anlamına gelmektedir.
Cinayet suçlarında kısas cezasının uygulanması, toplum vicdanının rahatlamasına sebep olması açısından da önemlidir. Özellikle genç kız ve çocuklara karşı işlenen tecavüz ve cinayetlerde bu suçu işleyen kimselerin hapis cezasına çarptırılması, suçu engelleyici olmaktan çıkmakta,ve toplum vicdanında büyük bir rahatsızlığa yol açmakta, bu suça verilmesi gereken kısas cezası maalesef hapishanedeki diğer mahkumlar tarafından yerine getirilmektedir.
Avrupa birliğine girmek için hukuk sistemini Avrupa standartlarına göre ayarlayarak, ceza hukuku sisteminde mevcut olan idam cezasını kaldıran Türkiye de, bu cezanın kalkması ile artış gösteren cinayet olayları karşısında bu cezanın yeniden ceza hukuku sistemine konulması haklı olarak konuşulmaya ve istenmeye başlanmıştır. Yaşam ve kültür standartları Avrupa ülkeleri ile eşit olmayan ülkemizde, komik sayılabilecek sebeplerden ötürü işlenen cinayetlerin her gün tv ve gazetelerde yer alması bu cezanın yeniden gündeme gelmesinin şart olduğunu göstermektedir.
Kısas cezasının uygulanması devletin görevi olması gerektiği de önemlidir. Herhangi bir yakını cinayete kurban giden kimsenin kısas uygulamasını kendisinin yapması onun meşru bir hakkı değildir. Yakınları cinayete kurban gidenlerin kısas hakkını kendilerinin uygulamaya kalkmaları ise toplumda daha büyük sıkıntıların doğmasına yol açacaktır.
Bu noktada kendilerin İslami Örgüt olarak tanıtan bazı gurupların yapmış olduğu intihar eylemlerinin de başka bir cinayet türü olduğu bilinmelidir. İsimlerinin İslami olması, bu örgüt ve kişilerin yaptığı eylemleri hiç bir surette haklı göstermez. Dünyanın çeşitli yerlerinde sivil halkın arasına dalarak onları toplu şekilde katletmek asla İslam ile bağdaşmadığı gibi bu eylemleri yapanların katil olduğu gerçeğini değiştirmez.
Kur'an bir kimsenin yaşam hakkının elinden alınması için gerekli olan şartı, o kimsenin bir başkasının yaşama hakkını elinden anlamış olması şeklinde bir gerekçe ile beyan etmesine karşın, İslam adına ortaya çıkan kişi ve örgütlerin bu suçu işlememiş olan masum insanların yaşam haklarını ellerinden almaları asla kabul edilemez.
Kur'an tarafından öngörülen had cezalarının mantığında dikkat edilirse, o suçun işlenmesine karşı caydırıcı bir unsur olması yatmaktadır. Bu unsur Kur'an tarafından belirlenmeyen ve hukukçular tarafından belirlenecek olan diğer suçlara karşı verilecek olan cezaların da mantığını teşkil etmesi gerekmektedir.
Suçların engellenmesi için elbette sadece cezai müeyyideler konulması yeterli değildir. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı biçimde yetiştirilmesi ve bu konularda eğitim ve destek verilmesi, suç işleme oranının daha aşağılara çekilmesine sebep olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanların en temel haklarından biri olan yaşam hakkı, devletlerin korumak ile mükellef olduğu haklardan bir tanesidir. Bu hakkın korunması için konulacak olan cezanın caydırıcı ve ibretli olması ise büyük önem taşımaktadır. Cinayet suçuna verilecek olan cezanın caydırıcı ve ibretli olmaması neticesinde ortaya çıkan acı felaketler, ülkemiz boyutunda her gün bir çok yerde yaşanmaktadır.
Kur'an, insanın yaşam hakkının son derece önemli olduğuna dikkat çekmiş, bu hakkın çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkan durumun dünya ve ahiret cezası ile karşılık göreceğini bildirmiştir. Cinayet suçuna verilen hapis cezasının yetersiz olması, ülkemiz genelinde bu suçun artmasına sebep olmakta, toplum tarafından bu suça daha ağır bir ceza olan kısas cezasının getirilmesi istenmektedir.
Başka ülkelerin kendi sosyoekonomik ve kültürel şartlarını dikkate alarak bazı suçlara getirdikleri cezaların aynısının bizim ülkemizde uygulanması, o ülkeler ile aynı sosyoekonomik ve kültürel şartlar sahip olmadığımız için bize uygun düşmemektedir. Özellikle cinayet suçlarına karşı verilen cezanın toplum vicdanını rahatlatmadığının dikkate alınarak bu suça kısas cezasının verilmesi, cinayet oranının düşmesine ve toplum vicdanının rahatlamasına sebep olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bir insanın yaşama hakkı onun en temel haklarından biri olup, bu hak meşru bir sebep olmadıkça onun elinden asla alınamaz.
[005.032] Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık: «Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur». And olsun ki, onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.
[017.033] Haklı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir kimseyi öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse onun velisine yetki vermişizdir; o da öldürmede ölçüyü taşırmasın. Çünkü, o gerçekten yardım görmüştür.
[004.093] Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır.
Nisa s. 93. ayetinde mümin bir kimsenin kasten öldürülmesi ile ilgili olan durumdan mümin olmayan bir kimsenin öldürülmesi istisna edilmiş olması anlamına gelmez. Mümin olsun olmasın, eğer bir kimse kasten suçsuz yere öldürülecek ise, katilinin ahiret cezası aynıdır.
İslamın, insan hayatına verdiği değer sadece ahiret azabı tehdidi ile sınırlı olmayıp, suçsuz yere katledilen bir kimse için had yani dünyevi ceza da önermektedir.
[002.178] Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.
[002.179] Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
Bakara s. 178. ayetinde cinayet suçuna nasıl bir ceza verilmesi gerektiği beyan edilmektedir. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın ifadesi, cinayeti kim işledi ise onun kısas edilmesi gerektiğine dair bir beyan olup, kişinin zengin veya makam sahibi olması dahi onun kısas edilmesine engel olmaması gerektiği bu şekilde bildirilmektedir.
Bakara s. 179. ayetinde ise, kısasta bizim için hayat olduğu söylenmekte, ve asıl önemli konu bu cümle içinde ifade edilmektedir. Maide s. 38. ayetine baktığımızda hırsızlık suçu için öngörülen cezada geçen Nekalen kelimesi işlenen suça verilmesi gereken cezanın mantığını da açıklamaktadır.
Bir insanın yaşam hakkı onun en temel ve en kutsal hakkı olduğuna göre, bu hakkın bir başkası tarafından yok edilmesi de asla cezasız kalamaz. Hukuk sistemleri işlenen suça karşı verilecek cezayı, o suçun bir daha işlenmesine engel olmaya çalışmak, ve o suçu işleyebilecek olanların alacakları cezanın ağır olacağını bilmesi gerektiğini merkeze alarak belirlemedikleri sürece suç işleme oranı azalmayacak, aksine artacaktır.
Yaşadığımız ülke boyutunda olaya baktığımızda, suç işleme oranlarının özellikle cinayet suçunun işlenme oranınında son yıllarda büyük bir artış olduğu gözlenmektedir. Televizyon haberlerinin büyük bir kısmı her akşam çeşitli nedenlerden ötürü öldürülen kimselerin haberlerin yaparak reyting elde etmeye çalışmakta, bu haberleri izleyenler ise, bu cinayetlerin bir şekilde son bulmasını istemektedir.
Ülkemizde cinayet oranının büyük bir artış göstermesine sebep olan unsurlardan bir tanesi bu suça karşı verilen cezanın caydırıcı olmamasıdır. Cinayet işlemeyi kafasına koyan bir kimse Babalar gibi yatar çıkarım diyerek, cezasını çektikten sonra salıverileceğini bildiği için bu suçu işlemektedir. Eğer bu suça karşı kısas cezası uygulansa ve cinayet işlemeye azmeden kişi bunu bilse, acaba Babalar gibi kısas edilirim diyerek cinayet işlemeye cesaret edebilecek midir?.
Elbette hayır, işleyeceği suçun karşılığının kısas edilmek olduğunu bilen bir kimsenin cinayet işlemek konusunda daha temkinli olacağı kesindir. Kısas cezasında hayat olması, işlenen suça karşı verilen cezanın ağır olmasından dolayı, bu suça azmeden kişilerin azalacağı anlamına gelmektedir.
Cinayet suçlarında kısas cezasının uygulanması, toplum vicdanının rahatlamasına sebep olması açısından da önemlidir. Özellikle genç kız ve çocuklara karşı işlenen tecavüz ve cinayetlerde bu suçu işleyen kimselerin hapis cezasına çarptırılması, suçu engelleyici olmaktan çıkmakta,ve toplum vicdanında büyük bir rahatsızlığa yol açmakta, bu suça verilmesi gereken kısas cezası maalesef hapishanedeki diğer mahkumlar tarafından yerine getirilmektedir.
Avrupa birliğine girmek için hukuk sistemini Avrupa standartlarına göre ayarlayarak, ceza hukuku sisteminde mevcut olan idam cezasını kaldıran Türkiye de, bu cezanın kalkması ile artış gösteren cinayet olayları karşısında bu cezanın yeniden ceza hukuku sistemine konulması haklı olarak konuşulmaya ve istenmeye başlanmıştır. Yaşam ve kültür standartları Avrupa ülkeleri ile eşit olmayan ülkemizde, komik sayılabilecek sebeplerden ötürü işlenen cinayetlerin her gün tv ve gazetelerde yer alması bu cezanın yeniden gündeme gelmesinin şart olduğunu göstermektedir.
Kısas cezasının uygulanması devletin görevi olması gerektiği de önemlidir. Herhangi bir yakını cinayete kurban giden kimsenin kısas uygulamasını kendisinin yapması onun meşru bir hakkı değildir. Yakınları cinayete kurban gidenlerin kısas hakkını kendilerinin uygulamaya kalkmaları ise toplumda daha büyük sıkıntıların doğmasına yol açacaktır.
Bu noktada kendilerin İslami Örgüt olarak tanıtan bazı gurupların yapmış olduğu intihar eylemlerinin de başka bir cinayet türü olduğu bilinmelidir. İsimlerinin İslami olması, bu örgüt ve kişilerin yaptığı eylemleri hiç bir surette haklı göstermez. Dünyanın çeşitli yerlerinde sivil halkın arasına dalarak onları toplu şekilde katletmek asla İslam ile bağdaşmadığı gibi bu eylemleri yapanların katil olduğu gerçeğini değiştirmez.
Kur'an bir kimsenin yaşam hakkının elinden alınması için gerekli olan şartı, o kimsenin bir başkasının yaşama hakkını elinden anlamış olması şeklinde bir gerekçe ile beyan etmesine karşın, İslam adına ortaya çıkan kişi ve örgütlerin bu suçu işlememiş olan masum insanların yaşam haklarını ellerinden almaları asla kabul edilemez.
Kur'an tarafından öngörülen had cezalarının mantığında dikkat edilirse, o suçun işlenmesine karşı caydırıcı bir unsur olması yatmaktadır. Bu unsur Kur'an tarafından belirlenmeyen ve hukukçular tarafından belirlenecek olan diğer suçlara karşı verilecek olan cezaların da mantığını teşkil etmesi gerekmektedir.
Suçların engellenmesi için elbette sadece cezai müeyyideler konulması yeterli değildir. İnsanların birbirlerinin hak ve hukukuna saygılı biçimde yetiştirilmesi ve bu konularda eğitim ve destek verilmesi, suç işleme oranının daha aşağılara çekilmesine sebep olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanların en temel haklarından biri olan yaşam hakkı, devletlerin korumak ile mükellef olduğu haklardan bir tanesidir. Bu hakkın korunması için konulacak olan cezanın caydırıcı ve ibretli olması ise büyük önem taşımaktadır. Cinayet suçuna verilecek olan cezanın caydırıcı ve ibretli olmaması neticesinde ortaya çıkan acı felaketler, ülkemiz boyutunda her gün bir çok yerde yaşanmaktadır.
Kur'an, insanın yaşam hakkının son derece önemli olduğuna dikkat çekmiş, bu hakkın çiğnenmesi sonucunda ortaya çıkan durumun dünya ve ahiret cezası ile karşılık göreceğini bildirmiştir. Cinayet suçuna verilen hapis cezasının yetersiz olması, ülkemiz genelinde bu suçun artmasına sebep olmakta, toplum tarafından bu suça daha ağır bir ceza olan kısas cezasının getirilmesi istenmektedir.
Başka ülkelerin kendi sosyoekonomik ve kültürel şartlarını dikkate alarak bazı suçlara getirdikleri cezaların aynısının bizim ülkemizde uygulanması, o ülkeler ile aynı sosyoekonomik ve kültürel şartlar sahip olmadığımız için bize uygun düşmemektedir. Özellikle cinayet suçlarına karşı verilen cezanın toplum vicdanını rahatlatmadığının dikkate alınarak bu suça kısas cezasının verilmesi, cinayet oranının düşmesine ve toplum vicdanının rahatlamasına sebep olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
23 Mart 2017 Perşembe
Bakara s. 113. Ayeti: Birbirlerine Karşı Hüküm Vericiliğe Soyunan Müslümanlar
Kur'an Kitap Ehli olarak nitelediği bazı toplulukların yapmış oldukları hataları bizlere anlatmak sureti ile, o hataların benzerini biz Müslümanların da tekrarlamaması için öğütler vermektedir. Bu toplulukların yaptığı hataların zikredildiği ayetler, eğer sadece kitap ehline has olduğu düşünülmek sureti ile, bize dair herhangi bir mesajı olmadığı zannı içinde okunacak olursa, asıl maksat hasıl olmayacaktır.
[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.
Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.
Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir.
Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.
Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir.
Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.
Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.
"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"
Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir.
Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.
"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"
Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.
Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.
Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir.
[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.
[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.
Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir.
"Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"
Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.
Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir.
Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.
Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.
Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.
Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir.
Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.
Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir.
Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.
Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.
"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"
Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir.
Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.
"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"
Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.
Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.
Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir.
[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.
[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.
Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir.
"Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"
Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.
Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir.
Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.
Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Ocak 2017 Perşembe
Zuhruf s. 36-40. Ayetleri : Zikre Karşı Kör Bir Hayat Sürmek ve Onun Karşılığı
Allah (c.c) tarih boyunca elçiler ve onlar aracılığı ile kitaplar göndermek sureti ile , insanların kendilerini yaratan Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamalarını amaçlayan bilgiler göndermiştir. "Zikr" (Hatırlatma) adını verdiği bu kitaplara duyarsız kalanların ise , rehberden yoksun kalmak sureti ile yollarını şaşırdıklarını , ve şaşırdıkları yolun ise onları ateşe götüreceğini beyan ederek bundan sakınılmasını, son elçisi ile gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere hatırlatmaktadır.
Yazımıza konu edeceğimiz , Zuhruf s. 36-39. ayetleri arasında zikre karşı kör kalmanın dünya hayatındaki sonucu , ve bu sonucun ahiret karşılığı haber verilerek insanlar uyarılmaktadır.
[043.036] Her kim Rahman'ın zikrinden körlük edip görmemezlikten gelirse Biz ona bir şeytan sardırırız , artık o ona arkadaş olur.
[043.037] Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar (şeytanların doğru yoldan alıkoydukları), kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[043.038] Nihâyet Bize geldiği zaman (o arkadaşına) der ki: «Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!»
[043.039] Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
"Şeytan" Kur'an'ın bir çok yerinde geçen önemli bir terimdir. Bu terimi , kötülüğün sembol ismi olarak, insana düşman olan ve onun ayağının cennetten kaymasına vesile olan her şey olarak tarif edebiliriz.
36. ayet , insana Şeytan'ın arkadaş olmasının yasasını bizlere beyan etmektedir. İnsan fıtratının boşluk kabul etmediğini düşündüğümüzde , bu fıtrat eğer onun yaratan ve onun gönderdikleri doğrultusunda işlemez ise , başkaları tarafından o boşluk doldurulacaktır. Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu kitapların ortak adı olan "Zikr" , yaratılış amacını unutan insana yaratılış amacını hatırlatan bilgiler ihtiva eden ve onların fıtratlarına dönmesini sağlayan bir kitaptır.
36. ayet içinde "Arkadaş" olarak çevrilen "Qarinun" kelimesi ; " İki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir anlamda bir araya toplanması" anlamındadır.
Dikkat edilirse Şeytan'ın insana arkadaş olması, sebep sonuç ilişkisi dahilindedir. Allah (c.c) nin bir insana Şeytan'ı arkadaş kılması , insanın hür iradesi ile yaptığı seçim sonunda gerçekleşmektedir. İnsan , kendisini yaratan Rabbinin fıtratına yüklediği kodlara uygun olarak indirdiği Zikr'e karşı kayıtsız kaldığı zaman , bu kayıtsızlıktan doğan boşluk başka şeylerle doldurulmakta , Zikre alternatif olan her şey , dolayısı ile kişiyi cennetten uzaklaştıran bir hayat sürmesi yönünde teşvik eden bir sistemi önermekte ve bu hayat tarzı ise onu adım adım ateşe yaklaştırmaktadır.
Eğer insan yolunu vahyin önerdiği hatırlatıcı bilgiler doğrultusunda belirlemez ise , bu yolu vahyin dışındaki bilgiler istila ederek , insana bu doğrultuda yürümesi için teşvikte bulunacaktır. Allah (c.c) insana "Zikr" dışında bilgiler üreterek onun bu yolda yürümesi için teşvikte bulunan her türlü unsura "Şeytan" adını vermektedir.
Bir çok ayette Şeytan'ın insana düşman olduğu hatırlatılarak , bizimde ona düşman olmamız gerektiği emredilmektedir (Fatır s. 6). Bizim ona düşman olmamız , sözde değil amelde gerçekleşmediği müddetçe , sadece sloganda kalan bir düşmanlık olacaktır. Şeytanın insana olan düşmanlığı ,onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmak şeklinde olması , bizim ona düşmanlığımızın, Allah'ın zikrine yapışmak ile olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
36. ayette Şeytan'ın insana olan yakınlığı "Nuqayyid" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime , "Yumurtanın kabuğu" anlamına gelen "El qaydu" kelimesinden türemiştir. Bu ifade , yaşamını "Zikr" den soyutlayan bir sistem üzerine bina edenlerin durumunu veciz biçimde açıklayan bir kelimedir. Yumurta nasıl içinde bulunan sıvıyı dış etkenlerden koruyarak , saklı biçimde tutuyor ise , kendisini Allah'ın zikrinden soyutlayan kimse de , artık Şeytan tarafından vahyin etkisinden korunmaya alınarak vahiy ile arasına kalın bir duvar çekilmiş olacak, bu durum ise kişinin vahiyden soyutlanmış bir hayat sürmesine sebep olarak, onun ateşe girmesine sebep olmaktadır.
Zuhruf s. 36. ayetinde bahsedilen durum , Fussilet s. 25. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
[041.025] Hem onlara bir takım arkadaşlar sardırmışızdır da onlar, onlara önlerindekini ve arkalarındakini süslü göstermişlerdir, Cin ve İnsten önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz hakk olmuştur, çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir
Bu ayet , Fussilet s. 19. ayetinden başlayan bir bağlam dahilinde "Allah'ın düşmanları" olarak ifade edilen insanların hesap günündeki durumlarını anlatan ayetler gurubuna dahil olan , ve onların Allah'a düşman olmalarına sebep olan durumun ise , onlara yaptıkları çirkinlikleri süslü gösterenleri arkadaş edinmiş olmalarıdır. Allah'ı öteleyen bir yaşam sürmek demek , onun dışında bir takım yoldaşlar edinmek anlamına gelmekte , bu yoldaşlar ise insanların Allah'a düşman olan bir yaşam sürmelerine sebep olarak ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.
İnsanı bir kabuk gibi sararak vahiy ile alakasını kesen bir yaşam sürmesine sebep olan Şeytan'ın insana süslü gösterdiği amellerin bazılarını şu şekilde görmekteyiz.
[004.038] Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!
Yaşamını Allah'a ve ahiret gününe iman etmemek üzerine temellendiren insanlara ,Şeytan tarafından süslü gösterilen bir amel de, malını gösteriş için sarf etmektir. Halbuki mal , insanlara Allah tarafından dünya hayatının geçici bir süs olarak verilmiş bir emanettir. Bu emaneti kendisinin zannederek sahiplenmeye kalkan insan , bu mal üzerinde istediği gibi tasarruf edebileceğini zannetmekle Şeytana arkadaş olmuş olmaktadır.
Allah düşmanlarının mal konusunda 2 farklı tasarrufları olduğunu görmekteyiz. 1- Mallarını Allah yolunda harcamamak , 2- Mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcamak . Bu tasarruf çeşitlerinin her ikisi de Şeytan'ın mal sahibine yaptığı düşmanlıklardandır.
Şeytan insana hesap gününü unutturan , onu yok sayan , onu ret eden bir hayat tarzı önermekte , onun bu önerisini kabul ederek , ahiret yokmuşçasına yaşayan insanlar ise , yapacaklarının hesabını verme kaygısı olmadan yaşamakta , ve bu yaşam onları her türlü çirkinliği güzel görerek işlemelerine sebep olmaktadır.
Allah (c.c) nin bir çok yerde insanların yaptıklarının zerre kadar kayıt dışı olmadığını hatırlatarak , onları bu konuda uyarmakta , yapacak olduklarını bu kayıtların karşılarına çıkacağı günü hesap ederek yapmalarını bildirmektedir.
Zuhruf s. 37. 38. ayetleri , Şeytanlar tarafından doğru yoldan alıkonulan insanların , üzerinde olduğu yolu, doğru bir yol zannettiklerini beyan etmektedir. İnsanlar fıtratları gereği yapmış olduğu yanlışların yanlış olduğunu mutlaka bilmektedirler . Ancak yine de bu yanlışları yapmaktan kendilerini alıkoyamamalarının sebebi , kendilerince bu yanlışı işlemek için haklı sebepler üretmiş olmalarıdır.
Her insan hırsızlığın yanlış olduğunu fıtratı gereği mutlaka bilir. Ancak bu hırsızlığı yapmak için önce vicdanında kendisini haklı çıkaracak sebepler uydurur ve bu sebeplere dayanarak bu fiili güzel görür ve bu fiili işler. İşte Şeytan'ın amelleri süslemesi , bir insanda bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu örnek bütün kötü fiiller için geçerlidir.
Hayatını Şeytan tarafından süslü gösterilen çirkinlikler üzere devam ettirerek , bu çirkinliklerle hesap gününe erişen insanın pişmanlığı 38. ayette görülmektedir.
"Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!" diyen insanın bu pişmanlığı, artık ona hiç bir fayda getirmeyecektir. Ayet içinde geçen "İki doğu uzaklığı" deyimi , Arapların iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine kullanmalarından doğan "Doğu ve batı arasındaki uzaklık" anlamına gelmektedir. Bu deyim kişinin pişmanlığını gösteren , yaşadığı hayatta bir an olsun yanından ayrılmayan Şeytan ile arasında olmasını istediği uzaklığı ifade eden gecikmiş bir temennidir. Dünya hayatında iken onun kendisine süslü göstermesi ile Zikre karşı düşmanlık yapan kişi , yaptığı yanlışın ona neye mal olduğunu anladığında artık iş işten geçmiştir.
40. ayet , vahye karşı kulaklarını tıkayan ve gözlerini kapayanlara karşı, artık elden bir şey gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Şeytan'ın arkadaş olduğu kimselerin hesap gününde birbirleri ile yaptıkları konuşmalar , Kur'an'ın bir çok yerinde bulunmaktadır. Bu konuşmalarda son pişmanlığın fayda etmeyeceği , insanların sonradan pişman olacakları çirkinlikleri , daha hayatta iken yapmaması gerektiği vurgusu yapılarak , Allah'ın zikrinden kendisini soyutlamış bir yaşam sürenlerin düşecekleri durum gösterilmektedir.
[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] Bu, ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.
[037.022] Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayın. Onların taptıklarını da;
[037.023] «Allah'tan başka (taptıklarını) ; artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.»
[037.024] (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025] Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz?
[037.026] Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.028] Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029] Onlar da şöyle derler: «Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.»
[037.030] «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031] «Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız.»
[037.032] «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033] Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
[037.034] Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035] Çünkü onlara 'Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
[037.036] Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı
[037.037] Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilenleri de doğrulamıştı.
[037.038] Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
[037.039] Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.
[037.040] Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz Saffat suresi ayetleri , cehennem ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarıdır. Pişmanlığın fayda etmediği günde dünyada iken birbirleri ile yakın dost olan , fakat ateşi gördüklerinde birbirlerine düşman kesilenlerin düştükleri içler acısı durum , önceden gösterilerek , "Siz de böyle bir duruma düşmeyin" mesajı verilmektedir.
Cehenneme düşmelerine sebep olan durum Saffat s. 28. ayetinde " Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz." şeklinde belirtilmektedir. Bilindiği üzere "Sağ" iyilik , güzellik ve doğruluğu sembolize eden bir kelimedir. Şeytanlar insanlara , onlara çirkinlikleri güzel göstermek sureti ile de yaklaşır , insanlarda bu süslemelere kanarak , onlara uyar ve neticede hepsi birlikte cehennem ehli olmaya hak kazanırlar.
Konumuz olan ayetlerin mesajı , Allah'ın "Zikr" olarak beyan ettiği kitabının, insan için belirleyici olarak, hayatının tam içinde yerini alması gerektiği üzerinedir. Zikr , insana yol gösteren , onu Şeytan'ın iğvalarına karşı uyanık tutarak ateşe düşmesine engel olan kurtarıcı bir kitaptır. Şeytanların sağdan yaklaşma yollarından bir tanesi , Kur'an'a alternatif kitaplar üretmek sureti ile Zikirden alıkoymaktır. İslam dünyasının içinde bulunduğu çalkantıların baş sebebi , zikirden uzaklaşarak, zikre muadil olarak gördükleri kitaplara sarılmak sureti ile çok başlı bir din anlayışına sahip olmak sureti ile fırka fırka olmalarıdır.
[025.026] O günde gerçek mülk, Rahman'ındır. Kafirler için de pek yaman bir gündür.
[025.027] O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o resulle birlikte bir yol tutsaydım!
[025.028] «Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»
[025.029] Zikir bana geldikten sonra , vallahi o beni saptırdı.» Öyle ya şeytan insanı yapayalnız, yardımsız bırakır.
Yukarıdaki Furkan suresi ayetlerinde, yine hesap günündeki bir pişmanlık sahnesini görmekteyiz. kendisine Zikir geldikten sonra , bu zikirden kendisini soyutlamış bir hayat süren kişi, pişmanlığından ötürü parmaklarını ısırmaktadır. Kendisinin böyle bir pişmanlık içine düşmesine sebep olan şeyin, yine Şeytan olduğunu görmekteyiz. Dünyada kendisinin peşini bir an bırakmayan Şeytan, hesap gününde ayarttığı kişilerden kaçacak ve şöyle diyecektir ;
[014.022] İş olup bitince; şeytan dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim, ama caydım. Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere elim bir azab vardır.
Yine Taha suresinde , zikre karşı kör kalmanın sonuçlarını beyan eden ayetlere rastlamaktayız;
[020.124] «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
[020.125] O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim» der.
[020.126] Allah: «Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun» der.
[020.127] İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanın ebedi hayatını cehennem ehli olarak geçirmesine sebep olan unsuru "Şeytan" olarak resmederek , bizlere ondan korunmanın yollarını göstermiştir. Yine aynı kitap içinde onun insana karşı nasıl düşmanlık yaparak onun ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olduğu da haber verilmektedir.
Allah (c.c) nin insanlara rahmet ve hidayet olarak gönderdiği "Zikir" insanların tabi olması , ve hayatlarını bu Zikrin önerdiği yol üzerinde yürümeleri gereken bir rehberdir. Bu rehbere uymayarak başka rehberlerin önerdiği yoldan gitmenin sonunun cehenneme varacağı , bizlere hesap gününde yaşanacak olan sahnelerle gösterilerek , "Yol yakın iken dönün" mesajı verilmektedir.
Zikri rehber edinmemek sureti ile doğan boşluk, Şeytan tarafından doldurulmak sureti ile , onun ile arkadaş olunmak durumunda kalınacaktır. Onun bu arkadaşlığı insanın hayrına gibi görünecek , fakat insanın hayrına bir arkadaşlık olmadığı hesap gününde ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yaşanacak olan pişmanlıklar şimdiden haber verilerek , böyle bir pişmanlık içine girilmemesi için gerekli olan yolun kitabın önerdiği yol olduğu , ve bu yoldan ölene kadar sapılmaması gerektiği emredilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımıza konu edeceğimiz , Zuhruf s. 36-39. ayetleri arasında zikre karşı kör kalmanın dünya hayatındaki sonucu , ve bu sonucun ahiret karşılığı haber verilerek insanlar uyarılmaktadır.
[043.036] Her kim Rahman'ın zikrinden körlük edip görmemezlikten gelirse Biz ona bir şeytan sardırırız , artık o ona arkadaş olur.
[043.037] Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar (şeytanların doğru yoldan alıkoydukları), kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[043.038] Nihâyet Bize geldiği zaman (o arkadaşına) der ki: «Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!»
[043.039] Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
"Şeytan" Kur'an'ın bir çok yerinde geçen önemli bir terimdir. Bu terimi , kötülüğün sembol ismi olarak, insana düşman olan ve onun ayağının cennetten kaymasına vesile olan her şey olarak tarif edebiliriz.
36. ayet , insana Şeytan'ın arkadaş olmasının yasasını bizlere beyan etmektedir. İnsan fıtratının boşluk kabul etmediğini düşündüğümüzde , bu fıtrat eğer onun yaratan ve onun gönderdikleri doğrultusunda işlemez ise , başkaları tarafından o boşluk doldurulacaktır. Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu kitapların ortak adı olan "Zikr" , yaratılış amacını unutan insana yaratılış amacını hatırlatan bilgiler ihtiva eden ve onların fıtratlarına dönmesini sağlayan bir kitaptır.
36. ayet içinde "Arkadaş" olarak çevrilen "Qarinun" kelimesi ; " İki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir anlamda bir araya toplanması" anlamındadır.
Dikkat edilirse Şeytan'ın insana arkadaş olması, sebep sonuç ilişkisi dahilindedir. Allah (c.c) nin bir insana Şeytan'ı arkadaş kılması , insanın hür iradesi ile yaptığı seçim sonunda gerçekleşmektedir. İnsan , kendisini yaratan Rabbinin fıtratına yüklediği kodlara uygun olarak indirdiği Zikr'e karşı kayıtsız kaldığı zaman , bu kayıtsızlıktan doğan boşluk başka şeylerle doldurulmakta , Zikre alternatif olan her şey , dolayısı ile kişiyi cennetten uzaklaştıran bir hayat sürmesi yönünde teşvik eden bir sistemi önermekte ve bu hayat tarzı ise onu adım adım ateşe yaklaştırmaktadır.
Eğer insan yolunu vahyin önerdiği hatırlatıcı bilgiler doğrultusunda belirlemez ise , bu yolu vahyin dışındaki bilgiler istila ederek , insana bu doğrultuda yürümesi için teşvikte bulunacaktır. Allah (c.c) insana "Zikr" dışında bilgiler üreterek onun bu yolda yürümesi için teşvikte bulunan her türlü unsura "Şeytan" adını vermektedir.
Bir çok ayette Şeytan'ın insana düşman olduğu hatırlatılarak , bizimde ona düşman olmamız gerektiği emredilmektedir (Fatır s. 6). Bizim ona düşman olmamız , sözde değil amelde gerçekleşmediği müddetçe , sadece sloganda kalan bir düşmanlık olacaktır. Şeytanın insana olan düşmanlığı ,onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmak şeklinde olması , bizim ona düşmanlığımızın, Allah'ın zikrine yapışmak ile olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.
36. ayette Şeytan'ın insana olan yakınlığı "Nuqayyid" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime , "Yumurtanın kabuğu" anlamına gelen "El qaydu" kelimesinden türemiştir. Bu ifade , yaşamını "Zikr" den soyutlayan bir sistem üzerine bina edenlerin durumunu veciz biçimde açıklayan bir kelimedir. Yumurta nasıl içinde bulunan sıvıyı dış etkenlerden koruyarak , saklı biçimde tutuyor ise , kendisini Allah'ın zikrinden soyutlayan kimse de , artık Şeytan tarafından vahyin etkisinden korunmaya alınarak vahiy ile arasına kalın bir duvar çekilmiş olacak, bu durum ise kişinin vahiyden soyutlanmış bir hayat sürmesine sebep olarak, onun ateşe girmesine sebep olmaktadır.
Zuhruf s. 36. ayetinde bahsedilen durum , Fussilet s. 25. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
[041.025] Hem onlara bir takım arkadaşlar sardırmışızdır da onlar, onlara önlerindekini ve arkalarındakini süslü göstermişlerdir, Cin ve İnsten önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz hakk olmuştur, çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir
Bu ayet , Fussilet s. 19. ayetinden başlayan bir bağlam dahilinde "Allah'ın düşmanları" olarak ifade edilen insanların hesap günündeki durumlarını anlatan ayetler gurubuna dahil olan , ve onların Allah'a düşman olmalarına sebep olan durumun ise , onlara yaptıkları çirkinlikleri süslü gösterenleri arkadaş edinmiş olmalarıdır. Allah'ı öteleyen bir yaşam sürmek demek , onun dışında bir takım yoldaşlar edinmek anlamına gelmekte , bu yoldaşlar ise insanların Allah'a düşman olan bir yaşam sürmelerine sebep olarak ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebep olmaktadır.
İnsanı bir kabuk gibi sararak vahiy ile alakasını kesen bir yaşam sürmesine sebep olan Şeytan'ın insana süslü gösterdiği amellerin bazılarını şu şekilde görmekteyiz.
[004.038] Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!
Yaşamını Allah'a ve ahiret gününe iman etmemek üzerine temellendiren insanlara ,Şeytan tarafından süslü gösterilen bir amel de, malını gösteriş için sarf etmektir. Halbuki mal , insanlara Allah tarafından dünya hayatının geçici bir süs olarak verilmiş bir emanettir. Bu emaneti kendisinin zannederek sahiplenmeye kalkan insan , bu mal üzerinde istediği gibi tasarruf edebileceğini zannetmekle Şeytana arkadaş olmuş olmaktadır.
Allah düşmanlarının mal konusunda 2 farklı tasarrufları olduğunu görmekteyiz. 1- Mallarını Allah yolunda harcamamak , 2- Mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcamak . Bu tasarruf çeşitlerinin her ikisi de Şeytan'ın mal sahibine yaptığı düşmanlıklardandır.
Şeytan insana hesap gününü unutturan , onu yok sayan , onu ret eden bir hayat tarzı önermekte , onun bu önerisini kabul ederek , ahiret yokmuşçasına yaşayan insanlar ise , yapacaklarının hesabını verme kaygısı olmadan yaşamakta , ve bu yaşam onları her türlü çirkinliği güzel görerek işlemelerine sebep olmaktadır.
Allah (c.c) nin bir çok yerde insanların yaptıklarının zerre kadar kayıt dışı olmadığını hatırlatarak , onları bu konuda uyarmakta , yapacak olduklarını bu kayıtların karşılarına çıkacağı günü hesap ederek yapmalarını bildirmektedir.
Zuhruf s. 37. 38. ayetleri , Şeytanlar tarafından doğru yoldan alıkonulan insanların , üzerinde olduğu yolu, doğru bir yol zannettiklerini beyan etmektedir. İnsanlar fıtratları gereği yapmış olduğu yanlışların yanlış olduğunu mutlaka bilmektedirler . Ancak yine de bu yanlışları yapmaktan kendilerini alıkoyamamalarının sebebi , kendilerince bu yanlışı işlemek için haklı sebepler üretmiş olmalarıdır.
Her insan hırsızlığın yanlış olduğunu fıtratı gereği mutlaka bilir. Ancak bu hırsızlığı yapmak için önce vicdanında kendisini haklı çıkaracak sebepler uydurur ve bu sebeplere dayanarak bu fiili güzel görür ve bu fiili işler. İşte Şeytan'ın amelleri süslemesi , bir insanda bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu örnek bütün kötü fiiller için geçerlidir.
Hayatını Şeytan tarafından süslü gösterilen çirkinlikler üzere devam ettirerek , bu çirkinliklerle hesap gününe erişen insanın pişmanlığı 38. ayette görülmektedir.
"Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!" diyen insanın bu pişmanlığı, artık ona hiç bir fayda getirmeyecektir. Ayet içinde geçen "İki doğu uzaklığı" deyimi , Arapların iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine kullanmalarından doğan "Doğu ve batı arasındaki uzaklık" anlamına gelmektedir. Bu deyim kişinin pişmanlığını gösteren , yaşadığı hayatta bir an olsun yanından ayrılmayan Şeytan ile arasında olmasını istediği uzaklığı ifade eden gecikmiş bir temennidir. Dünya hayatında iken onun kendisine süslü göstermesi ile Zikre karşı düşmanlık yapan kişi , yaptığı yanlışın ona neye mal olduğunu anladığında artık iş işten geçmiştir.
40. ayet , vahye karşı kulaklarını tıkayan ve gözlerini kapayanlara karşı, artık elden bir şey gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Şeytan'ın arkadaş olduğu kimselerin hesap gününde birbirleri ile yaptıkları konuşmalar , Kur'an'ın bir çok yerinde bulunmaktadır. Bu konuşmalarda son pişmanlığın fayda etmeyeceği , insanların sonradan pişman olacakları çirkinlikleri , daha hayatta iken yapmaması gerektiği vurgusu yapılarak , Allah'ın zikrinden kendisini soyutlamış bir yaşam sürenlerin düşecekleri durum gösterilmektedir.
[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] Bu, ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.
[037.022] Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayın. Onların taptıklarını da;
[037.023] «Allah'tan başka (taptıklarını) ; artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.»
[037.024] (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025] Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz?
[037.026] Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.028] Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029] Onlar da şöyle derler: «Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.»
[037.030] «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031] «Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız.»
[037.032] «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033] Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
[037.034] Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035] Çünkü onlara 'Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
[037.036] Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı
[037.037] Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilenleri de doğrulamıştı.
[037.038] Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
[037.039] Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.
[037.040] Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz Saffat suresi ayetleri , cehennem ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarıdır. Pişmanlığın fayda etmediği günde dünyada iken birbirleri ile yakın dost olan , fakat ateşi gördüklerinde birbirlerine düşman kesilenlerin düştükleri içler acısı durum , önceden gösterilerek , "Siz de böyle bir duruma düşmeyin" mesajı verilmektedir.
Cehenneme düşmelerine sebep olan durum Saffat s. 28. ayetinde " Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz." şeklinde belirtilmektedir. Bilindiği üzere "Sağ" iyilik , güzellik ve doğruluğu sembolize eden bir kelimedir. Şeytanlar insanlara , onlara çirkinlikleri güzel göstermek sureti ile de yaklaşır , insanlarda bu süslemelere kanarak , onlara uyar ve neticede hepsi birlikte cehennem ehli olmaya hak kazanırlar.
Konumuz olan ayetlerin mesajı , Allah'ın "Zikr" olarak beyan ettiği kitabının, insan için belirleyici olarak, hayatının tam içinde yerini alması gerektiği üzerinedir. Zikr , insana yol gösteren , onu Şeytan'ın iğvalarına karşı uyanık tutarak ateşe düşmesine engel olan kurtarıcı bir kitaptır. Şeytanların sağdan yaklaşma yollarından bir tanesi , Kur'an'a alternatif kitaplar üretmek sureti ile Zikirden alıkoymaktır. İslam dünyasının içinde bulunduğu çalkantıların baş sebebi , zikirden uzaklaşarak, zikre muadil olarak gördükleri kitaplara sarılmak sureti ile çok başlı bir din anlayışına sahip olmak sureti ile fırka fırka olmalarıdır.
[025.026] O günde gerçek mülk, Rahman'ındır. Kafirler için de pek yaman bir gündür.
[025.027] O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o resulle birlikte bir yol tutsaydım!
[025.028] «Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»
[025.029] Zikir bana geldikten sonra , vallahi o beni saptırdı.» Öyle ya şeytan insanı yapayalnız, yardımsız bırakır.
Yukarıdaki Furkan suresi ayetlerinde, yine hesap günündeki bir pişmanlık sahnesini görmekteyiz. kendisine Zikir geldikten sonra , bu zikirden kendisini soyutlamış bir hayat süren kişi, pişmanlığından ötürü parmaklarını ısırmaktadır. Kendisinin böyle bir pişmanlık içine düşmesine sebep olan şeyin, yine Şeytan olduğunu görmekteyiz. Dünyada kendisinin peşini bir an bırakmayan Şeytan, hesap gününde ayarttığı kişilerden kaçacak ve şöyle diyecektir ;
[014.022] İş olup bitince; şeytan dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim, ama caydım. Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere elim bir azab vardır.
Yine Taha suresinde , zikre karşı kör kalmanın sonuçlarını beyan eden ayetlere rastlamaktayız;
[020.124] «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
[020.125] O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim» der.
[020.126] Allah: «Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun» der.
[020.127] İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanın ebedi hayatını cehennem ehli olarak geçirmesine sebep olan unsuru "Şeytan" olarak resmederek , bizlere ondan korunmanın yollarını göstermiştir. Yine aynı kitap içinde onun insana karşı nasıl düşmanlık yaparak onun ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olduğu da haber verilmektedir.
Allah (c.c) nin insanlara rahmet ve hidayet olarak gönderdiği "Zikir" insanların tabi olması , ve hayatlarını bu Zikrin önerdiği yol üzerinde yürümeleri gereken bir rehberdir. Bu rehbere uymayarak başka rehberlerin önerdiği yoldan gitmenin sonunun cehenneme varacağı , bizlere hesap gününde yaşanacak olan sahnelerle gösterilerek , "Yol yakın iken dönün" mesajı verilmektedir.
Zikri rehber edinmemek sureti ile doğan boşluk, Şeytan tarafından doldurulmak sureti ile , onun ile arkadaş olunmak durumunda kalınacaktır. Onun bu arkadaşlığı insanın hayrına gibi görünecek , fakat insanın hayrına bir arkadaşlık olmadığı hesap gününde ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yaşanacak olan pişmanlıklar şimdiden haber verilerek , böyle bir pişmanlık içine girilmemesi için gerekli olan yolun kitabın önerdiği yol olduğu , ve bu yoldan ölene kadar sapılmaması gerektiği emredilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
20 Aralık 2016 Salı
Müslümanların Birbirlerine Karşı Kullandıkları Kin ve Nefret Dilini Terk Etmelerinin Önemi Üzerine
Kendilerini bağlayan ortak değerlere sahip olanların aralarındaki birlik ve beraberliği sıkı tutmaları , birbirleri aralarında kavgaya dönüşecek ayrılıklara sahip olmamaları, önem arz eden bir durumdur. Hangi topluluk olursa olsun , güçten düşmeleri ve yıkılmaları, dışarıdan gelen düşmanlardan ziyade, içlerindeki düşmanların veya birlik ve beraberliğin önemini idrak etmekten yoksun cahillerin saldıkları kin ve nefret tohumlarının yeşererek, aynı ideallere sahip olanların birbirlerine düşmesi ile gerçekleşmektedir.
"Kitle iletişim araçları" dediğimiz Tv , Gazete , Dergi , İnternet v.s gibi yayın organları , insanların fikir ve düşüncelerini yaymak için kullandıkları, en başta gelen araçlar olması nedeniyle, insan hayatında büyük bir öneme sahiptir. Biz Müslümanlar , bu yayın organlarını en etkin biçimde kullanmaya çalışan topluluklardan birisi olarak, özellikle internet ortamı üzerinden "Sosyal Medya" denilen iletişim aracını etkin bir biçimde kullanmaktayız.
Bu aracı kullanan Müslümanlar, sahip oldukları düşünceleri bu ortam üzerinden paylaşarak , aynı düşünceye sahip olanların dünyanın her neresinde olursa olsun , internet üzerinden bir araya gelmelerini sağlamaktadırlar. Müslümanların kendi aralarında farklı mezhep , meşrep , düşüncelere bölünmüş oldukları bir gerçektir. Bu farklı düşünme gerçeği, yüzyıllardır böyle devam etmekte , mezhep meşrep gibi farklılıkların, bazı zamanlarda birbirlerinin kanını dökmeye kadar varan durumlara sebep olduğu da herkes tarafından bilinmektedir.
Bugün dahi geçmişten gelen düşüncelerin fanatik savunucuları olduğu ve Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların hız kesmeden aynı şekilde sürdüğünü görmek üzüntü verici bir durumdur. Sosyal medya üzerinden kendisini ifade etmeye çalışan farklı düşüncelere sahip bazı Müslümanlar, söylemini sevgi ve saygı kuralları üzerinden değil , kin ve nefret söylemi üzerinden , sahip olduğu düşüncenin propagandasını yapmaya çalışmaktadır.
Medine ; "Şehir" anlamına gelen bir kelimedir. Şehirler , insanların birlikte yaşama ihtiyacının giderildiği kuruluşlar olup , bu ortamda yaşamanın ilk kuralı , o şehirde yaşayan insanların birbirlerinin yaşam ve kişilik haklarına saygılı olmalarıdır. Bir şehirde yaşayan insanlar farklı ırk , renk , din , mezhep , meşrep , ve fikre sahip olabilirler. Bu farklılıklar insanların birbirlerine düşman olmalarına değil , birbirlerini tanımalarına kaynaşmalarına vesile olmalıdır (Hucurat s. 13).
Medine kelimesinden türemiş olan "Medeniyet" kelimesi, şehir yaşamını ve bu yaşam için gerekli kuralları özetleyen bir terimdir. Bu terimin zıddı "Bedeviyet" olup , çölde yaşamaktan dolayı insanlar ile daha az ilişkisi olan, dolayısı ile kaba ve görgüsüzlüğü simgeleyen "Bedevi" kelimesinden türemiştir. Biz Müslümanlar sahip olduğumuz değerlerden ötürü, medeni olmanın en güzel örneklerini vermesi gereken bir topluluk olmamız gerekmesine rağmen , bazılarımız bu erdemden yoksun olarak bedeviliğin örneklerini veren davranışlar sergilemektedir.
Bu bedevilik örnekleri , Müslümanların birbirleri ile en fazla ilişki kurduğu sosyal medya ortamlarında görülmektedir. Sosyal medya ortamında kendisini ifade etmeye çalışan bir kısım Müslüman sahip olduğu fikri yaymak için , kendi fikrinin güzelliklerini tebliğ etmeyi değil , karşı fikrin çirkinliklerini ortaya koymayı tercih ederek , kendisine taraftar toplamayı seçmektedir.
Sosyal medya ortamındaki Müslümanların genel durumu "A" fikrine sahip olan bir Müslüman , karşı olduğu ve yanlış olduğunu düşündüğü "Z" fikrine karşı büyük bir savaş açarak , kendi fikrini savunmaya çalışmak olarak karşımıza çıkmaktadır . Karşı olduğu fikri mahkum etmek için kullandığı dil ve üslup, maalesef Müslüman olmanın kendisini bağladığı bir takım ahlaki kurallar çerçevesinde olmamakta , tamamen sokak ağzı , hakaret , alay , küfür gibi, bir Müslümana asla yakışmayacak davranışlar olmaktadır.
Bir Müslüman sosyal medya ortamında yapmış olduğu paylaşımlar ile kendi düşüncesine sahip olan Müslümanların çoğalmasını istemektedir. Hangi fikir olursa olsun , insanlara bu fikri sevdirmenin ve taraftar olmasının sağlamanın yolu , bu fikri savunan insanların davranış bakımından düzgün insanlar olmasını gerektirmektedir. Davranışları düzgün olmayan , kullandığı dil ve üslubu bozuk olanların yaptıkları çağrının , başkaları tarafından olumlu olarak karşılık görmesi asla mümkün olamaz.
"Allah (c.c) sanal alemin de gözetleyicisidir"
Akşama kadar sosyal medya üzerinden karşıt fikre her türlü hakareti savurarak , yanlış olduğunu düşündüğü bu fikirden kaç tane insanı döndürebildiği konusunda gece yataklarına yattıklarında kendilerini sorgulayanlar, acaba nasıl bir cevap alacaklarını hiç düşündüler mi ?.
Bir Müslüman elinde bulundurduğu imkanları, sahip olduğu inancın kendisine yüklediği biçimde kullanmak yerine , kendi iç dünyasının bozukluklarını dışa vuracak biçimde kullanıyor ise , bu ortamı hiç kullanmaması kendisinin menfaati gereğidir. Çünkü bu kimse yaptığını zannettiği dini çalışmalar ile sevap işlediğini zannederek , insanları kendi düşüncesine taraftar olmaya değil , düşman olmaya çağırmaktadır. Allah (c.c) nin her an üzerimizde gözetici olduğu bütün Müslümanlar tarafından bilindiği halde , sanki bu gözeticilik sosyal medya ortamında geçerli değilmiş gibi davranışlar sergilemek , hesap gününde geri dönüşü imkansız pişmanlıklara sebep olacaktır.
"Müslüman elinden , dilinden , klavyesinden emin olunan insandır."
Bazı Müslümanların yaşadıkları sosyal , ekonomik , ailevi v.s türünden bir takım sıkıntılar, onları psikolojik olarak etkilemektedir. Bu tür depresif bozukluğa sahip olarak klavyesinin başına geçen bir Müslüman iç dünyasındaki öfkeyi dışa vurmak için yine Müslümanları seçmekte , farklı düşünceye sahip olan Müslümanlara her türlü hakaretvari kelimeleri kullanarak, içindeki öfkeyi boşaltmaya çalışmaktadır.
[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.
Bir Müslümanın , diğer Müslümanları sahip olduğu düşünceye çağırmak için kullanacağı delilleri öğrenmeden önce , insanlara karşı kullanacağı dili ve üslubu öğrenmesi gerekmektedir. İnsanlara karşı kullanması gereken dil ve üslubu bilmeyenlerin yaptıkları çağrı karşılık görmemekle kalmayacak , aksine çağırdığı düşünceye düşmanlık edilmesi ile sonuçlanacaktır.
Çağrısı Allah (c.c) tarafından "Doğru" olarak desteklenen Muhammed (a.s) ın , insanlara karşı yaptığı davetin karşılığını bulmakta ne kadar zorlandığı herkesin bildiği bir gerçektir. Biz sahip olduğumuz düşüncemizin "Doğru" olduğuna dair olan delili Allah (c.c) den değil , sahip olduğumuz kanaatlerimizden aldığımızı unutarak , bir elçi edasıyla herkesi kendimize çağırmakta , bu çağrımızın herkes tarafından kabullenilmesini istemekteyiz.
[050.045] Onların dediklerini Biz biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; söz verdiğim günden korkanlara Kuran'la öğüt ver.
[017.105] Kuran'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
Allah (c.c) göndermiş olduğu elçisine dahi , insanlar üzerinde baskı yapmaması gerektiğini , onlar üzerine vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu hatırlatır iken , kendisini elçinin üzerinde görerek , insanlara karşı baskıcı , kendisini onlara vekil olarak gönderilmiş zanneden Müslümanlar sanal alemde cirit atmakta , kendileri gibi düşünmeyen insanlara karşı her türlü hükmü vermektedirler.
Son yıllarda dünya genelinde çıkan olayların, sosyal medya üzerinden örgütlenen insanlar tarafından fitili yakıldığını düşünürsek , sanal ortam insanlar üzerinde büyük bir etki sahibidir. Bu sebepten dolayı , bu ortamı kullanan Müslümanların yazdıklarına ve söylediklerine dikkat etmek zorunluluğu bulunmaktadır.
Sosyal medya ortamını kullanan Müslümanlar , yazdıklarının ve söylediklerinin başkalarını etkilediğini hesap ederek bu konuda sorumluluk sahibi bir kimsede olması gereken davranışları sergilemesi gerekmektedir. Müslümanlar üzerinde bir takım emelleri olanların , bu emellerini gerçekleştirmek için , Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği yıkmaya çalıştıkları unutulmamalıdır.
Bu ortamlarda Müslüman olmanın getirdiği sorumluluklardan uzak davranışlar sergileyerek , birbirleri ile kıyasıya kavga eden Müslümanların yaptıkları kavgalar kendilerine değil , bizler üzerinde emelleri olanlara fayda getirmektedir. Sosyal medyanın gücünü , birbirimizi kırarak , güçten düşürmek yolunda değil , birbirimize karşı olan davranışlarımızı sahip olduğumuz inancın bize yüklediği sorumluluklar dahilinde yerine getirerek , daha güçlü olmak yolunda kullanmalıyız.
Bunu yapabilmek için önce "Medeni" olmanın getirdiği bazı kuralları hayata geçirmeye çalışmak gerektiğini düşünmekteyiz. Sosyal medya üzerinden iletişime geçen her Müslüman , karşısındaki kişinin en az kendisi kadar değerli bir kimse olduğunu düşünerek , yazılarını ve sözlerini dikkatli sarf etmelidir. Çünkü karşısındaki kimse önce insan , sonra da Müslümandır.
Kendi sahip olduğu fikri desteklememiş olmamış , kişinin İslam dairesi dışına çıkarılarak aforoz edilmesi için geçerli bir sebep değildir. Bu kimse "Kafir" damgasını hak etmiş olsa dahi, bu damgayı ona hakaret için değil , düştüğü yanlışı hatırlatarak onun yanlışından dönmesini sağlamaya çalışmak en doğru yol olacaktır.
Muhammed (a.s) ın bile elinde bulunmayan bir yetkiyi , kendi elimize almaya çalışarak , insanlar üzerinde vekil olmadığımızı bilmek , kullanacağımız dil üslubun daha düzgün olmasını sağlayacaktır. Doğru olduğunu düşündüğümüz fikir üzerinde bizim net delillerimiz var ise , karşımızdaki bu delilleri kabul etmese dahi , onu kabule zorlamak bize hiç bir şey kazandırmayacaktır.
Tartışan taraflar söylemlerini ilim , bilgi , edep ve ahlak dahilinde ortaya koydukları takdirde kavgaya sebep olacak nedenlerde ortadan kalkmış olacaktır. Yapılan kavgaların nedeni tartışan tarafların söylemleri konusunda ilim ve bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanmakta , ilim ve bilgi ile karşısındakine herhangi bir şey aktaramayan ve yeterli delil sunamayan kimseler , çareyi küfür ve hakarette bulunmak sureti ile edep ve ahlakı unutarak, her türlü sözü sarf etmekten çekinmemektedirler.
Fikrinden emin ve delilleri ilmi ve tutarlı olan bir kimse , karşısındaki kimse söylediklerini kabul etmese dahi ona zorlama ve hakaret içeren sözler sarf etmez "Selam" diyerek ortamı terk ederek , bilgi ve ilminin gereğini böylelikle yerine getirir.
Sonuç olarak ; Bizi her anımızda gözeten Rabbimiz , sosyal medya üzerinden yaptığımız faaliyetleri de gözlemekte , ve bu ortamda yaptıklarımızdan da bizi hesaba çekecektir. Sosyal medya önemli bir iletişim aracı olması nedeniyle Müslümanların düşüncelerini yaymak için kullandıkları bir ortamdır.
Bu ortamı kullanan bazı Müslümanlar maalesef, edep ve ahlak kurallarına riayet etmemekte, din adına yaptığı konuşmalarda dinsiz olduğunu iddia eden insanlardan daha gayri ahlaki davranışlarda bulunabilmektedir.
Müslümanların her davranışı ile örnek bir kişi olması gerektiğini unutmadan bu ortamları kullanması, başkalarının Müslümanlara bakışı konusunda olumlu düşünceleri de beraberinde getirecektir.
Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimiz şuuruna vakıf olarak yapacağımız tartışmalar , bizleri nebevi metoda daha yakın bir üslup ve yöntem kullanmak noktasında bırakacaktır.
BİRBİRLERİNİ SEVEN VE SAYGI DUYAN MÜSLÜMANLARDAN OLMAK DUASI İLE.
"Kitle iletişim araçları" dediğimiz Tv , Gazete , Dergi , İnternet v.s gibi yayın organları , insanların fikir ve düşüncelerini yaymak için kullandıkları, en başta gelen araçlar olması nedeniyle, insan hayatında büyük bir öneme sahiptir. Biz Müslümanlar , bu yayın organlarını en etkin biçimde kullanmaya çalışan topluluklardan birisi olarak, özellikle internet ortamı üzerinden "Sosyal Medya" denilen iletişim aracını etkin bir biçimde kullanmaktayız.
Bu aracı kullanan Müslümanlar, sahip oldukları düşünceleri bu ortam üzerinden paylaşarak , aynı düşünceye sahip olanların dünyanın her neresinde olursa olsun , internet üzerinden bir araya gelmelerini sağlamaktadırlar. Müslümanların kendi aralarında farklı mezhep , meşrep , düşüncelere bölünmüş oldukları bir gerçektir. Bu farklı düşünme gerçeği, yüzyıllardır böyle devam etmekte , mezhep meşrep gibi farklılıkların, bazı zamanlarda birbirlerinin kanını dökmeye kadar varan durumlara sebep olduğu da herkes tarafından bilinmektedir.
Bugün dahi geçmişten gelen düşüncelerin fanatik savunucuları olduğu ve Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların hız kesmeden aynı şekilde sürdüğünü görmek üzüntü verici bir durumdur. Sosyal medya üzerinden kendisini ifade etmeye çalışan farklı düşüncelere sahip bazı Müslümanlar, söylemini sevgi ve saygı kuralları üzerinden değil , kin ve nefret söylemi üzerinden , sahip olduğu düşüncenin propagandasını yapmaya çalışmaktadır.
Medine ; "Şehir" anlamına gelen bir kelimedir. Şehirler , insanların birlikte yaşama ihtiyacının giderildiği kuruluşlar olup , bu ortamda yaşamanın ilk kuralı , o şehirde yaşayan insanların birbirlerinin yaşam ve kişilik haklarına saygılı olmalarıdır. Bir şehirde yaşayan insanlar farklı ırk , renk , din , mezhep , meşrep , ve fikre sahip olabilirler. Bu farklılıklar insanların birbirlerine düşman olmalarına değil , birbirlerini tanımalarına kaynaşmalarına vesile olmalıdır (Hucurat s. 13).
Medine kelimesinden türemiş olan "Medeniyet" kelimesi, şehir yaşamını ve bu yaşam için gerekli kuralları özetleyen bir terimdir. Bu terimin zıddı "Bedeviyet" olup , çölde yaşamaktan dolayı insanlar ile daha az ilişkisi olan, dolayısı ile kaba ve görgüsüzlüğü simgeleyen "Bedevi" kelimesinden türemiştir. Biz Müslümanlar sahip olduğumuz değerlerden ötürü, medeni olmanın en güzel örneklerini vermesi gereken bir topluluk olmamız gerekmesine rağmen , bazılarımız bu erdemden yoksun olarak bedeviliğin örneklerini veren davranışlar sergilemektedir.
Bu bedevilik örnekleri , Müslümanların birbirleri ile en fazla ilişki kurduğu sosyal medya ortamlarında görülmektedir. Sosyal medya ortamında kendisini ifade etmeye çalışan bir kısım Müslüman sahip olduğu fikri yaymak için , kendi fikrinin güzelliklerini tebliğ etmeyi değil , karşı fikrin çirkinliklerini ortaya koymayı tercih ederek , kendisine taraftar toplamayı seçmektedir.
Sosyal medya ortamındaki Müslümanların genel durumu "A" fikrine sahip olan bir Müslüman , karşı olduğu ve yanlış olduğunu düşündüğü "Z" fikrine karşı büyük bir savaş açarak , kendi fikrini savunmaya çalışmak olarak karşımıza çıkmaktadır . Karşı olduğu fikri mahkum etmek için kullandığı dil ve üslup, maalesef Müslüman olmanın kendisini bağladığı bir takım ahlaki kurallar çerçevesinde olmamakta , tamamen sokak ağzı , hakaret , alay , küfür gibi, bir Müslümana asla yakışmayacak davranışlar olmaktadır.
Bir Müslüman sosyal medya ortamında yapmış olduğu paylaşımlar ile kendi düşüncesine sahip olan Müslümanların çoğalmasını istemektedir. Hangi fikir olursa olsun , insanlara bu fikri sevdirmenin ve taraftar olmasının sağlamanın yolu , bu fikri savunan insanların davranış bakımından düzgün insanlar olmasını gerektirmektedir. Davranışları düzgün olmayan , kullandığı dil ve üslubu bozuk olanların yaptıkları çağrının , başkaları tarafından olumlu olarak karşılık görmesi asla mümkün olamaz.
"Allah (c.c) sanal alemin de gözetleyicisidir"
Akşama kadar sosyal medya üzerinden karşıt fikre her türlü hakareti savurarak , yanlış olduğunu düşündüğü bu fikirden kaç tane insanı döndürebildiği konusunda gece yataklarına yattıklarında kendilerini sorgulayanlar, acaba nasıl bir cevap alacaklarını hiç düşündüler mi ?.
Bir Müslüman elinde bulundurduğu imkanları, sahip olduğu inancın kendisine yüklediği biçimde kullanmak yerine , kendi iç dünyasının bozukluklarını dışa vuracak biçimde kullanıyor ise , bu ortamı hiç kullanmaması kendisinin menfaati gereğidir. Çünkü bu kimse yaptığını zannettiği dini çalışmalar ile sevap işlediğini zannederek , insanları kendi düşüncesine taraftar olmaya değil , düşman olmaya çağırmaktadır. Allah (c.c) nin her an üzerimizde gözetici olduğu bütün Müslümanlar tarafından bilindiği halde , sanki bu gözeticilik sosyal medya ortamında geçerli değilmiş gibi davranışlar sergilemek , hesap gününde geri dönüşü imkansız pişmanlıklara sebep olacaktır.
"Müslüman elinden , dilinden , klavyesinden emin olunan insandır."
Bazı Müslümanların yaşadıkları sosyal , ekonomik , ailevi v.s türünden bir takım sıkıntılar, onları psikolojik olarak etkilemektedir. Bu tür depresif bozukluğa sahip olarak klavyesinin başına geçen bir Müslüman iç dünyasındaki öfkeyi dışa vurmak için yine Müslümanları seçmekte , farklı düşünceye sahip olan Müslümanlara her türlü hakaretvari kelimeleri kullanarak, içindeki öfkeyi boşaltmaya çalışmaktadır.
[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.
Bir Müslümanın , diğer Müslümanları sahip olduğu düşünceye çağırmak için kullanacağı delilleri öğrenmeden önce , insanlara karşı kullanacağı dili ve üslubu öğrenmesi gerekmektedir. İnsanlara karşı kullanması gereken dil ve üslubu bilmeyenlerin yaptıkları çağrı karşılık görmemekle kalmayacak , aksine çağırdığı düşünceye düşmanlık edilmesi ile sonuçlanacaktır.
Çağrısı Allah (c.c) tarafından "Doğru" olarak desteklenen Muhammed (a.s) ın , insanlara karşı yaptığı davetin karşılığını bulmakta ne kadar zorlandığı herkesin bildiği bir gerçektir. Biz sahip olduğumuz düşüncemizin "Doğru" olduğuna dair olan delili Allah (c.c) den değil , sahip olduğumuz kanaatlerimizden aldığımızı unutarak , bir elçi edasıyla herkesi kendimize çağırmakta , bu çağrımızın herkes tarafından kabullenilmesini istemekteyiz.
[050.045] Onların dediklerini Biz biliriz. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin; söz verdiğim günden korkanlara Kuran'la öğüt ver.
[017.105] Kuran'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
Allah (c.c) göndermiş olduğu elçisine dahi , insanlar üzerinde baskı yapmaması gerektiğini , onlar üzerine vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu hatırlatır iken , kendisini elçinin üzerinde görerek , insanlara karşı baskıcı , kendisini onlara vekil olarak gönderilmiş zanneden Müslümanlar sanal alemde cirit atmakta , kendileri gibi düşünmeyen insanlara karşı her türlü hükmü vermektedirler.
Son yıllarda dünya genelinde çıkan olayların, sosyal medya üzerinden örgütlenen insanlar tarafından fitili yakıldığını düşünürsek , sanal ortam insanlar üzerinde büyük bir etki sahibidir. Bu sebepten dolayı , bu ortamı kullanan Müslümanların yazdıklarına ve söylediklerine dikkat etmek zorunluluğu bulunmaktadır.
Sosyal medya ortamını kullanan Müslümanlar , yazdıklarının ve söylediklerinin başkalarını etkilediğini hesap ederek bu konuda sorumluluk sahibi bir kimsede olması gereken davranışları sergilemesi gerekmektedir. Müslümanlar üzerinde bir takım emelleri olanların , bu emellerini gerçekleştirmek için , Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği yıkmaya çalıştıkları unutulmamalıdır.
Bu ortamlarda Müslüman olmanın getirdiği sorumluluklardan uzak davranışlar sergileyerek , birbirleri ile kıyasıya kavga eden Müslümanların yaptıkları kavgalar kendilerine değil , bizler üzerinde emelleri olanlara fayda getirmektedir. Sosyal medyanın gücünü , birbirimizi kırarak , güçten düşürmek yolunda değil , birbirimize karşı olan davranışlarımızı sahip olduğumuz inancın bize yüklediği sorumluluklar dahilinde yerine getirerek , daha güçlü olmak yolunda kullanmalıyız.
Bunu yapabilmek için önce "Medeni" olmanın getirdiği bazı kuralları hayata geçirmeye çalışmak gerektiğini düşünmekteyiz. Sosyal medya üzerinden iletişime geçen her Müslüman , karşısındaki kişinin en az kendisi kadar değerli bir kimse olduğunu düşünerek , yazılarını ve sözlerini dikkatli sarf etmelidir. Çünkü karşısındaki kimse önce insan , sonra da Müslümandır.
Kendi sahip olduğu fikri desteklememiş olmamış , kişinin İslam dairesi dışına çıkarılarak aforoz edilmesi için geçerli bir sebep değildir. Bu kimse "Kafir" damgasını hak etmiş olsa dahi, bu damgayı ona hakaret için değil , düştüğü yanlışı hatırlatarak onun yanlışından dönmesini sağlamaya çalışmak en doğru yol olacaktır.
Muhammed (a.s) ın bile elinde bulunmayan bir yetkiyi , kendi elimize almaya çalışarak , insanlar üzerinde vekil olmadığımızı bilmek , kullanacağımız dil üslubun daha düzgün olmasını sağlayacaktır. Doğru olduğunu düşündüğümüz fikir üzerinde bizim net delillerimiz var ise , karşımızdaki bu delilleri kabul etmese dahi , onu kabule zorlamak bize hiç bir şey kazandırmayacaktır.
Tartışan taraflar söylemlerini ilim , bilgi , edep ve ahlak dahilinde ortaya koydukları takdirde kavgaya sebep olacak nedenlerde ortadan kalkmış olacaktır. Yapılan kavgaların nedeni tartışan tarafların söylemleri konusunda ilim ve bilgi sahibi olmamalarından kaynaklanmakta , ilim ve bilgi ile karşısındakine herhangi bir şey aktaramayan ve yeterli delil sunamayan kimseler , çareyi küfür ve hakarette bulunmak sureti ile edep ve ahlakı unutarak, her türlü sözü sarf etmekten çekinmemektedirler.
Fikrinden emin ve delilleri ilmi ve tutarlı olan bir kimse , karşısındaki kimse söylediklerini kabul etmese dahi ona zorlama ve hakaret içeren sözler sarf etmez "Selam" diyerek ortamı terk ederek , bilgi ve ilminin gereğini böylelikle yerine getirir.
Sonuç olarak ; Bizi her anımızda gözeten Rabbimiz , sosyal medya üzerinden yaptığımız faaliyetleri de gözlemekte , ve bu ortamda yaptıklarımızdan da bizi hesaba çekecektir. Sosyal medya önemli bir iletişim aracı olması nedeniyle Müslümanların düşüncelerini yaymak için kullandıkları bir ortamdır.
Bu ortamı kullanan bazı Müslümanlar maalesef, edep ve ahlak kurallarına riayet etmemekte, din adına yaptığı konuşmalarda dinsiz olduğunu iddia eden insanlardan daha gayri ahlaki davranışlarda bulunabilmektedir.
Müslümanların her davranışı ile örnek bir kişi olması gerektiğini unutmadan bu ortamları kullanması, başkalarının Müslümanlara bakışı konusunda olumlu düşünceleri de beraberinde getirecektir.
Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimiz şuuruna vakıf olarak yapacağımız tartışmalar , bizleri nebevi metoda daha yakın bir üslup ve yöntem kullanmak noktasında bırakacaktır.
BİRBİRLERİNİ SEVEN VE SAYGI DUYAN MÜSLÜMANLARDAN OLMAK DUASI İLE.
29 Ekim 2016 Cumartesi
SAYGI DURUŞU : Sahte Bir İlaha Karşı Yerine Getirilen Salat
İnsan , kendisinden yüce olarak bildiği , sevdiği , bağlandığı , ondan sakındığı , kısacası "İlah" kavramının anlam ve yetki alanına dahil olan işlevi olduğunu düşündüğü varlıklara karşı, bir takım ritüelleri yerine getirmek sureti ile onlara olan sevgi, saygı ve bağlılıklarını bu yolla dışa vurmaktadırlar. Ritüeller insanların birbirleri ile aynı düşünce içinde olduklarını göstermenin bir yolu olarak , her topluluk içinde mevcuttur. KIYAM - RÜKU - SECDE adı ile bildiğimiz şekiller ile yapılan bu ritüelin , Arapça ismi "Salat" , bizim dilimizdeki ismi ise "Namaz" dır.
İnsanlar bu 3 lü kombinasyonu "İlah" olarak kabul ettikleri her ne veya kim ise ona karşı yaparak , birbirleri ile aynı düşünceye sahip olduklarını , o ilahı sevdiklerini saydıklarını , onun kendileri için benimsemiş olduğu din'i hayatlarına ikame ettiklerini , cümle aleme ilan ederler. Allah c.c yegane İlah olarak , insanların övgüsüne , saygısına , sevgisine ve bağlılığına layık olan tek varlık olup , salat veya namaz dediğimiz 3 lü kombinasyonun sadece kendisine has kılınmasını isteyerek , kendisi dışındakilere yapılan bu tür kulluk gösterilerini ŞİRK olarak tanımlamaktadır.
Şirk , insanlığın kadim bir sorunu olarak bugün de aynı işlevini dünya üzerindeki çeşitli topluluklar üzerinde sürdürmektedir. Allah c.c dışında kabul edilen sahte ilahların başta gelen özellikleri, o toplum için bir takım yaşam kuralları düzenlemiş olmalarıdır. İnsanlar , bu sahte ilahlar tarafından ihdas edilmiş hayat sistemlerine olan bağlılıklarını belirli gün ve zamanlarda icra ettikleri bir takım törenler yerine getirerek , onlara göstermektedirler.
Olayın Türkiye boyutuna baktığımızda , "Milli Bayram" olarak bilinen bazı günlerde , içinde yaşadığımız Laik , Demokratik , Kemalist sistemin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün , Türkiye'nin her tarafında yapılmış olan heykelleri önünde , Salat'ın yani Namaz'ın bir rüknü olan KIYAM şeklinde icra edilen ritüeller ile o kişiye olan saygı , sevgi ve insanlar için ihdas etmiş olduğu din'e (yaşam şekline) olan bağlılık , şekli olarak topluca gösterilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri önünde "Saygı Duruşu" adı verilen Kıyam edilmesinin sebebi , onun Türkiye'nin mimarı yani , bu ülke içinde yaşayan insanların yaşamlarını düzenleyici yani Allah c.c nin yetki alanına giren konularda bir takım kurallar koymuş olmasındandır.
Bu durum adı geçen kişinin ilahlık iddia etmesi anlamına gelmektedir. İnsanlar onun heykelleri önünde kıyam etmek sureti ile , onun kendileri için ihdas etmiş olduğu yaşam kurallarına (din'e) olan bağlılıklarını , bu din'i yani onun ilah olmasını kabul ettiklerini , ondan memnun olduklarını göstermektedirler.
Yapılan bu eylem, Kur'an literatüründe ilaha bağlılık gösterisi yani Arapça ismi salat , Türkçe ismi namaz'dır. Yapılan bu eylemin Kur'ani literatürdeki adı ise ŞİRK tir. İnsanlar o kimsenin önünde kıyam etmekle, ilah olmanın gereği olan onun tarafından ihdas edilmiş bir takım yaşam kurallarını kabul ettiklerini deklere ederek, onu ilah olarak kabul ettiklerini ilan etmek sureti ile şirk içine düşmektedirler.
Şirk'in bu boyutu ülkemizde maalesef pek gündeme gelmemektedir .Bunun sebebi ise kendisini Müslüman olarak gören bir çok insanın isteyerek veya istemeyerek te olsa bu ritüeli icra etmek zorunda olmasıdır. Bu ritüeli icra eden bir kısım zevat ise , bunu şirk ile alakasını dahi kurmayarak , ne yaptığından habersiz bir halde bir kıyamı gerçekleştirmektedir. Şirk ile alakasını kurabilecek kadar ilim sahibi olanların bir kısmı ise , bu şirk'e katılmak zorunda olmalarından veya taraftarlarının bu törenlerde boy gösterme zorunluluklarından dolayı, yapılan bu eylemin şirk olmadığını dillerini eğip bükmek sureti ile anlatarak, bir kesime şirin görünmek , kendi taraftarlarına karşı ise, işi kitabına uydurmak gayreti içindedirler.
Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri kıble edinerek onlara yüzlerini dönmek sureti ile yapılan bu salat eylemi şirk'in en ilkel halinden başka bir şey değildir. Çağdaşlık ve ilericilik adına yola çıkılarak , binlerce yıldır süren putlara tapmanın Türkiye içinde yansıması bu heykeller önünde yapılan saygı duruşları ile gerçekleşmektedir.
İşin daha vahimi , yapılan bu eylemin bazı din alimleri tarafından mazur görülmüş olmasıdır. Bu kişiler, kendi üzerlerindeki sorumluluğun avama göre daha fazla olması nedeni ile , Kitap'tan hiç bir şeyi gizlemeden insanlara açıklamak zorunlulukları olmasına rağmen , dünyevi kaygılarının ağır basması nedeni ile hakkı açıklamak şöyle dursun , hakkın üzerini kapatmakta , daha acısı yapılan bu eylemin yanlış olmadığı gibi Bel'am vari sözlerle insanları şirk'e alenen davet etmektedir.
Alim olarak tanıdığımız bu kimseler Kur'an'ın en can alıcı noktası olan şirk kavramını sadece tarikatlarda icra edilen bir takım yanlışlara indirgeyerek , sadece o kesimdeki şirk'i gündem etmek sureti ile şahitliklerini yerine getirdiklerini zan ediyor iseler sadece kendilerini aldatmaktadırlar.
Şahitliği yerine getirmek demek , hakkı açıklamak noktasında sadece Allah c.c den korkarak , atamız İbrahim misali kıyam etmek demek olmalıdır. İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ederek , onun kıyam ettiği putlar önünde eğilmenin cevazını verenlerin hesabı ahirette çok çetin olacaktır.
Müslümanların alim olarak tanıdıkları, saygı duydukları , görüşlerine değer verdikleri bu kimselerin yaptıkları yanlışları şair Sezai Karakoç şu dizelerinde veciz bir biçimde şu şekilde dile getirmektedir :
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
Nasıl sileceğimi öğretmediniz.
Sonuç olarak : "Milli Bayram" adı ile ihdas edilmiş belirli günlerde "Saygı Duruşu" şeklinde yapılan ve heykel önünde icra edilen ritüel , insanların ilah olarak kabul ettikleri her ne ise ona karşı yapılan bir tazimdir. Böyle bir tazime sadece Allah c.c nin layık olması nedeniyle , onun dışındakilere karşı yapılan bu tazim töreninin adı Kur'an literatüründe şirk olarak isim bulmaktadır.
Yapılan eylem , İlah kavramının anlam ve yetki alanına giren konularda , kişilerin kabulünün bir gösterisi olan salat'ın, yegane İlah olarak bilinmesi gereken Allah c.c nin dışında olan birine yapılmış olan tazim eylemi olup , şirk'in en ilkel hali ile Türkiye boyutlarında yaşanan halinin bir resmidir.
Allah c.c , bizleri şirk'in her türlüsünden haberdar olan kullarından ve şirk'i hayatından çıkaran kullarından kılsın. Şirk'in sadece tarikatlarda yaşanan boyutlarını gündeme getirerek , sistem boyutunda yaşanan şirk'i örtmek yolunu seçen alimlere ise cesaret ve feraset ihsan etsin.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
İnsanlar bu 3 lü kombinasyonu "İlah" olarak kabul ettikleri her ne veya kim ise ona karşı yaparak , birbirleri ile aynı düşünceye sahip olduklarını , o ilahı sevdiklerini saydıklarını , onun kendileri için benimsemiş olduğu din'i hayatlarına ikame ettiklerini , cümle aleme ilan ederler. Allah c.c yegane İlah olarak , insanların övgüsüne , saygısına , sevgisine ve bağlılığına layık olan tek varlık olup , salat veya namaz dediğimiz 3 lü kombinasyonun sadece kendisine has kılınmasını isteyerek , kendisi dışındakilere yapılan bu tür kulluk gösterilerini ŞİRK olarak tanımlamaktadır.
Şirk , insanlığın kadim bir sorunu olarak bugün de aynı işlevini dünya üzerindeki çeşitli topluluklar üzerinde sürdürmektedir. Allah c.c dışında kabul edilen sahte ilahların başta gelen özellikleri, o toplum için bir takım yaşam kuralları düzenlemiş olmalarıdır. İnsanlar , bu sahte ilahlar tarafından ihdas edilmiş hayat sistemlerine olan bağlılıklarını belirli gün ve zamanlarda icra ettikleri bir takım törenler yerine getirerek , onlara göstermektedirler.
Olayın Türkiye boyutuna baktığımızda , "Milli Bayram" olarak bilinen bazı günlerde , içinde yaşadığımız Laik , Demokratik , Kemalist sistemin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk'ün , Türkiye'nin her tarafında yapılmış olan heykelleri önünde , Salat'ın yani Namaz'ın bir rüknü olan KIYAM şeklinde icra edilen ritüeller ile o kişiye olan saygı , sevgi ve insanlar için ihdas etmiş olduğu din'e (yaşam şekline) olan bağlılık , şekli olarak topluca gösterilmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri önünde "Saygı Duruşu" adı verilen Kıyam edilmesinin sebebi , onun Türkiye'nin mimarı yani , bu ülke içinde yaşayan insanların yaşamlarını düzenleyici yani Allah c.c nin yetki alanına giren konularda bir takım kurallar koymuş olmasındandır.
Bu durum adı geçen kişinin ilahlık iddia etmesi anlamına gelmektedir. İnsanlar onun heykelleri önünde kıyam etmek sureti ile , onun kendileri için ihdas etmiş olduğu yaşam kurallarına (din'e) olan bağlılıklarını , bu din'i yani onun ilah olmasını kabul ettiklerini , ondan memnun olduklarını göstermektedirler.
Yapılan bu eylem, Kur'an literatüründe ilaha bağlılık gösterisi yani Arapça ismi salat , Türkçe ismi namaz'dır. Yapılan bu eylemin Kur'ani literatürdeki adı ise ŞİRK tir. İnsanlar o kimsenin önünde kıyam etmekle, ilah olmanın gereği olan onun tarafından ihdas edilmiş bir takım yaşam kurallarını kabul ettiklerini deklere ederek, onu ilah olarak kabul ettiklerini ilan etmek sureti ile şirk içine düşmektedirler.
Şirk'in bu boyutu ülkemizde maalesef pek gündeme gelmemektedir .Bunun sebebi ise kendisini Müslüman olarak gören bir çok insanın isteyerek veya istemeyerek te olsa bu ritüeli icra etmek zorunda olmasıdır. Bu ritüeli icra eden bir kısım zevat ise , bunu şirk ile alakasını dahi kurmayarak , ne yaptığından habersiz bir halde bir kıyamı gerçekleştirmektedir. Şirk ile alakasını kurabilecek kadar ilim sahibi olanların bir kısmı ise , bu şirk'e katılmak zorunda olmalarından veya taraftarlarının bu törenlerde boy gösterme zorunluluklarından dolayı, yapılan bu eylemin şirk olmadığını dillerini eğip bükmek sureti ile anlatarak, bir kesime şirin görünmek , kendi taraftarlarına karşı ise, işi kitabına uydurmak gayreti içindedirler.
Türkiye'nin her tarafında bulunan heykelleri kıble edinerek onlara yüzlerini dönmek sureti ile yapılan bu salat eylemi şirk'in en ilkel halinden başka bir şey değildir. Çağdaşlık ve ilericilik adına yola çıkılarak , binlerce yıldır süren putlara tapmanın Türkiye içinde yansıması bu heykeller önünde yapılan saygı duruşları ile gerçekleşmektedir.
İşin daha vahimi , yapılan bu eylemin bazı din alimleri tarafından mazur görülmüş olmasıdır. Bu kişiler, kendi üzerlerindeki sorumluluğun avama göre daha fazla olması nedeni ile , Kitap'tan hiç bir şeyi gizlemeden insanlara açıklamak zorunlulukları olmasına rağmen , dünyevi kaygılarının ağır basması nedeni ile hakkı açıklamak şöyle dursun , hakkın üzerini kapatmakta , daha acısı yapılan bu eylemin yanlış olmadığı gibi Bel'am vari sözlerle insanları şirk'e alenen davet etmektedir.
Alim olarak tanıdığımız bu kimseler Kur'an'ın en can alıcı noktası olan şirk kavramını sadece tarikatlarda icra edilen bir takım yanlışlara indirgeyerek , sadece o kesimdeki şirk'i gündem etmek sureti ile şahitliklerini yerine getirdiklerini zan ediyor iseler sadece kendilerini aldatmaktadırlar.
Şahitliği yerine getirmek demek , hakkı açıklamak noktasında sadece Allah c.c den korkarak , atamız İbrahim misali kıyam etmek demek olmalıdır. İbrahim'in dini üzere olduğunu iddia ederek , onun kıyam ettiği putlar önünde eğilmenin cevazını verenlerin hesabı ahirette çok çetin olacaktır.
Müslümanların alim olarak tanıdıkları, saygı duydukları , görüşlerine değer verdikleri bu kimselerin yaptıkları yanlışları şair Sezai Karakoç şu dizelerinde veciz bir biçimde şu şekilde dile getirmektedir :
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
Nasıl sileceğimi öğretmediniz.
Sonuç olarak : "Milli Bayram" adı ile ihdas edilmiş belirli günlerde "Saygı Duruşu" şeklinde yapılan ve heykel önünde icra edilen ritüel , insanların ilah olarak kabul ettikleri her ne ise ona karşı yapılan bir tazimdir. Böyle bir tazime sadece Allah c.c nin layık olması nedeniyle , onun dışındakilere karşı yapılan bu tazim töreninin adı Kur'an literatüründe şirk olarak isim bulmaktadır.
Yapılan eylem , İlah kavramının anlam ve yetki alanına giren konularda , kişilerin kabulünün bir gösterisi olan salat'ın, yegane İlah olarak bilinmesi gereken Allah c.c nin dışında olan birine yapılmış olan tazim eylemi olup , şirk'in en ilkel hali ile Türkiye boyutlarında yaşanan halinin bir resmidir.
Allah c.c , bizleri şirk'in her türlüsünden haberdar olan kullarından ve şirk'i hayatından çıkaran kullarından kılsın. Şirk'in sadece tarikatlarda yaşanan boyutlarını gündeme getirerek , sistem boyutunda yaşanan şirk'i örtmek yolunu seçen alimlere ise cesaret ve feraset ihsan etsin.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
13 Ekim 2016 Perşembe
Al-i İmran s. 146-148. Ayetleri : Kafirlere Karşı Yardım İstemenin ve Etmenin Yasası
Kendilerinden güçlü ve zalim olan topluluklara karşı, "Allah'ım kafirler topluluğuna karşı bize yardım et" şeklinde, Allah (c.c) den yardım istemek , ona inanan tüm insanlar tarafından yapılan bir duadır. Allah (c.c) inananların bu isteğin yerine gelmesini bir takım yasalara bağlayarak , yardım etme işinin gerçekleşmesini kullarının çalışması ve gayret etmesi şartına bağlamıştır.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Başlık olarak seçtiğimiz ayetler, Uhud harbi ile ilgili bir bağlam dahilindeki ayetlerdir. Bizler genelde, Muhammed (a.s) ve ashabının yaptığı savaşları, kahramanlık destanları şeklinde bir okumaya tabi tuttuğumuz için , bu savaşların altında yatan asıl saik olan "SÜNNETULLAH" gerçeğini maalesef ötelemekteyiz. Muhammed (a.s) ve ashabı , Allah (c.c) nin kafirlere karşı, onlara yardım etmesinin yolunun "SAVAŞMAK" olduğunu bilerek , bu yardımı hak etmek için savaşmışlardır.
[003.146] Nice nebi vardır ki, yanında çok sayıda rabbe kul olanlar ile birlikte savaştı. Bunlar Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve boyun eğmediler. Allah sabırlıları sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı diret, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
[003.148] Artık Allah Teâlâ da onlara hem dünya nîmetini, hem de ahiret sevabının güzelliğini verdi. Ve Allah Teâlâ muhsin olanları sever.
Bu ayetler bizlere , Allah (c.c) ye dua etmenin nasıl karşılık bulacağını göstermektedir. Dua etmeyi, "Kavli Dua" - "Fiili Dua" olarak düşündüğümüzde , bir topluluğa Allah (c.c) tarafından yardım edilmesinin sadece kavli dua ile değil fiili dua dediğimiz, çalışma ve gayret etmek ile yakından alakası olduğunu görebiliriz.
Savaş , bir çoğumuzun hoşuna giden bir kelime olmasa dahi , bir dünya gerçeği , ve zulme uğrayanların , zulümden kurtulmak için baş vurması gereken çarelerden birisi olarak, Kur'an içinde yer alan bir kavramdır. Bu kavram elbette , mazlumların canlarına ve mallarına kast etmek amacı ile değil , can ve mallarına kast edilmiş olanların , kendilerini koruması amacına yönelik bir araç olarak kullanılması gerekmektedir.
[002.216] Hoşunuza gitmediği halde, savaşı üzerinize farz kılınmıştır. Bir şey hoşunuza gitmediği halde sizin için hayırlı olabilir. Bir şey de hoşunuza gittiği halde sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
Aynı duayı, Bakara suresinde anlatılan evlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılan İsrailoğullarının, Talut'un komutası altında bir ordu oluşturarak , Calut'a karşı savaşmalarının anlatıldığı ayetlerde de görmekteyiz.
[002.250] Talut’un beraberindeki müminler ise Câlut ile ordusuna karşı çıkınca dediler ki: «Ya Rabbenâ, üstümüze sabır yağdır, Ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!»
Bu ayette , kafirlere karşı zafer isteyen İsrailoğullarının Sünnetullah gereği olan yasalar dahilinde , yardıma mazhar olmanın gereğine göre hareket ederek, Calut ve ordusuna karşı savaştıklarını görmekteyiz.
Savaş, "Zalim" ve "Mazlum" kavramlarını da beraberinde getirmektedir. Saldırgan taraf genelde , karşı tarafı zayıf gördüğü için , onları yok etmek , maddi ve manevi bakımdan onları sömürmek amacı ile savaşa girmekte , bu durum mazlum olan tarafın haklarını geri almak için savaşmasını meşru ve gerekli hale getirmektedir. Savaşın meşru ve gerekli olduğu zamanlar işte bu zamanlar olup , Kur'anda savaşa getirilen teşvikler de, böyle duruma düşenler içindir. Hiç bir topluluk , diğer bir topluluğu maddi ve manevi olarak sömürmek için savaşa giremez , girdiği takdirde ise bu durum onların zalim bir topluluk olduğunu gösterir.
[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «yurtlarımızdan çıkarılmış , çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.
Yukarıdaki ayet, Bakara suresindeki Talut kıssası içinde bulunmakta olup , savaşın meşru olduğu hal, altı çizili olan cümlede anlatılmaktadır. Bu ayetlerin sadece tarihte kalmış bir olayı anlattığı düşüncesi ile okunması , Kur'anı bir masal kitabı haline getirecektir. Bu ayetler bizlere , tarihin hangi zaman diliminde olursa olsun , evlerinden ve yurtlarından çıkarılarak zulme uğrayan insanların evlerine ve yurtlarına nasıl döneceğini öğretmektedir.
Talut kıssasını bu düşünce içinde okuyan Medine'de yaşayan Müslümanlar , sürülmüş oldukları Mekke'ye geri dönüşün savaş ile mümkün olacağını bilerek ,bu haklarını kullanmak için Bedir ve Uhud'da savaşmışlardır. Bedir ve Uhud savaşları "Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere önemli bilgiler veren savaşlardır.
[003.140] Eğer size bir yara dokunduysa; şüphesiz o kavme de o kadar yara dokunmuştur. Hem o günleri Biz, insanlar arasında döndürür dururuz. Bu; Allah'ın iman edenleri belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.
[003.141] Bu; Allah'ın iman edenleri seçmesi, kafirleri mahvetmesi içindir.
Yine Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan bu ayetler bizlere , kafirlerin nasıl mahvolacağını öğretmektedir. Allah kafirleri kendisi gökten melekler indirerek değil, bizim elimiz ile mahvedecektir. Bu değişmez bir yasa yani Sünnetullahtır , kıyamete değin bu yasa böyle işleyecektir. Tevbe suresinin 14. ayeti, bu gerçeğe işaret eden ayetlerden olup , eğer kafirlerin yok olması isteniyor ise bu yok oluş, mazlumların ayağa kalkarak zalimlerle savaşması ve galip gelmesi sonucunda gerçekleşecektir.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
Kur'anın Medine'de inen ayetlerini dikkatli okuduğumuzda, ağırlıklı olarak savaş ile ilgili konulu ayetler karşımıza çıkmaktadır. Bu ayetler ashabın kahramanlığını değil , savaşın toplumsal bir yasa gereği hayatın bir gerçeği olduğuna dikkat çekerek , zalimlere karşı koymanın nasıl gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
Bu ayetler , maalesef gerçekçi bir şekilde okunmadığı , Allah (c.c) den nasıl yardım istenilmesi , ve onun nasıl yardım edeceğinin yaşanmış örnekleri olan bu ayetler, masalsı bir biçimde okunduğu için, hayatın gerçekleri ile olan bağı kurulamamış , yardım isteme ve yardıma mazhar olmanın kuralları olarak okunamamış , Allah (c.c) nin bize oturduğumuz yerden yardım edeceği zannedilerek , sadece kavli dua ile yardım talebinde bulunan Müslümanlar hala gökten melek inerek kafirlerin helak edilmesini beklemektedirler.
Allah (c.c) nin yardım yasası , dün nasıl işledi ise , bugün de , yarın da , kıyamete dek aynı şekilde işleyecek , ondan yardım talebinde bulunanlar, yardıma mazhar olmak için, onun koyduğu yasalara tabi olmak zorunda kalacaklardır.
Bugün dünya yüzünde zulme uğrayan insanların , bu zulümden kurtuluş yollarından bir tanesi savaşmak sureti ile bu zulümden kurtulmaya çalışmak olmalıdır. Zulme uğrayan insanlar topluluğundan olan biz Müslümanlar , kafirlerin zulmünden kurtulmanın yolunun dua ile olacağını bilmekte , fakat bu duanın nasıl yapılacağı konusunda yanlışlıklar yapmaktayız.
Yazılarımızı takip edenler , Sünnetullah adı verilen yasaların Kur'anda yaşanmış örnekleri ile kıssa yolu ile anlatıldığını , ve bu anlatımlarda değişmez yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğinin gösterilerek , sonrakiler içinde aynı şekilde işleyeceğinin bilinmesi ibret alınmasına dair olduğunu okumak üzerine bir yol takip etmeye çalıştığımızı bilmektedirler.
İslam coğrafyasında yaşanan kafir zulmünden çıkış yolunu gösteren kitabın bu rehberliği maalesef okunamamakta , zulümden çıkış yolunu gösteren ayetler , masal veya güzel sesli hafızların okuması ile, göz yaşı içinde dinlenecek bir müzik eseri haline getirilmektedir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu bu zelil durumdan kurtuluşun ilk adımı , savaş ile ilgili ayetleri , kahramanlık destanları olarak değil , Sünnetullah yasaları olarak okumak ve o doğrultuda ibret almak ve hayata geçirmeye çalışmak olmalıdır. Zulümden çıkışın yolunun bu şekilde fark edilmiş olması , bu yolun gerekleri için çalışmanın da temelini atacaktır.
Allah (c.c) indinde hiç bir kul ve hiç bir topluluğun özel bir statüsü olmadığı biz Müslümanlar tarafından bilinmedikçe ve yardıma mazhar olmanın gerekleri yerine getirilmedikçe , üzerimizdeki ölü toprağının kalkarak zulümden kurtulmamız mümkün değildir.
Yazımıza konu olarak aldığımız ayetlerin Uhud harbi ile ilgili olduğunu yeniden hatırlayacak olursak , Uhud'daki mağlubiyetin nedenlerinin uzun uzadıya anlatılan ayetleri, sadece o zaman ve mekanda yaşanmışlığı dahilinde okumak , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajların ötelenmesi anlamına gelecektir.
Bedir'de yardıma mazhar olan Müslüman ordusu , Uhud'da yardıma mazhar olamamış ve mağlup olmuştur. Onlara mağlubiyeti getiren sebepler uzun uzadıya anlatılarak , onların ve sonraki gelecek olanların bu mağlubiyetin nedenleri üzerinde durarak yapılan hataları tekrarlamamaları istenilmektedir.
Sonuç olarak : Savaş bir dünya gerçeği olarak , kişiye göre değişen bir silahtır. Bu silah zalimin eline geçtiği zaman , her tarafı kan , göz yaşı ve fesada boğarken , mazlumların eline geçtiğinde ise, zalimlerin zulmüne son veren bir silahtır. Kur'an, savaş gerçeğini kabul ederek bunu bir zorunluluk kılarak , Allah'ın yardımını isteyenler için , bu yardımın yerine gerçekleşmesi için bir vesile kılmıştır.
Kur'anda geçen savaş örnekleri , Sünnetullah yasaları çerçevesinde okunarak , zulüm yapmak için değil , zulme son vermek için girişilmesi gereken bir eylem olarak kendisini göstermektedir. Bugün dünyanın müstekbir güçleri tarafından insanları evlerinden , yurtlarından , mal , mülk, ve evlatlarından eden savaş, bir zulüm aracı olarak mazlumların canını yakmaktadır.
Savaşın zalimlerin elinde bir silah olarak alınıp , mazlumların haklarını savunan bir araç olması , mazlumların en az zalimler kadar her açıdan üstün olması ile gerçekleşecektir. Allah'ın yardımı mazlumlara ancak bu şekilde tecelli edecektir. Sadece kuru dua seansları ile gökten meleklerin inmesini beklemek ise , masallarla avunan Müslümanların harcı olup , Kur'anın hayatın gerçekleri ile olan bağının koparılması anlamına da gelecektir.
Allah (c.c) koyduğu yasa gereği , yardımını hak edene yapacağını yaşanmış örnekleri göstermiş , bunun dışında bir yardım şeklinin olmayacağını bildirmiştir. Bize düşen bu ayetleri gerçekçi biçimde okuyarak hayata nasıl aktarılması gerektiği üzerinde kafa yormak olmalıdır.
Biz Müslümanlar , Allah (c.c) nin yardımına mazhar olmayı özel kul statüsüne dahil olduğumuz için değil , koyduğu yasalar dahilinde bir hak edene verildiğini öğrenmediğimiz ve bunun gereklerini yerine getirmediğimiz müddetçe burnumuz asla pislikten kurtulmayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Ekim 2016 Cuma
Al-i İmran s. 75. Ayeti : "Bizden Olmayanlara Karşı Her Yol Mübahtır" Diyenler
Kur'anın "Kitap Ehli" olarak ifade ettiği, Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetler , sadece onlarla sınırlı olduğu zannı ile okunduğunda , doğru bir okuma yapılmamış olacaktır. Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan bazı amellerin yanlış olduğunu ifade etmesi , o yanlışların biz Müslümanlar tarafından da yapılmamasına yönelik ikazlar olarak okunduğunda , bu kitap daha doğru anlaşılmış olacaktır.
Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir.
Dünya yüzünde yaşayan insanların farklı yaşama biçimleri (Dinler) etrafında birleşmeleri , beraberinde bu farklılıklara sahip olanların birbirlerine karşı bir takım düşmanca tavırlar içine girmesini de getirmiştir. Halbuki asıl olan bu farklılıklar ile birlikte yaşamasını becerebilmek olması gerekir iken , binlerce yıldır insanlar birbirlerini sadece kendilerinin yaşam biçimlerine (dinlerine) sahip olmadıkları için öldürmüş , hala da öldürmektedir.
Farklı düşünmek , farklı dinlere sahip olmak, insan tabiatının bir gereği olup , Allah (c.c) dahi kullarının kendi hür iradeleri sonucunda yapmış oldukları seçimlerinin neticelerini bildirerek onları iman ve küfür noktasındaki seçimlerinde serbest bırakmış , onları herhangi bir yolu tercih etmeleri konusunda bir zorlamada bulunmamıştır.
Kullarının küfrüne razı olmayan (Zümer s.7) fakat , kulları küfür yolunu tercih etmiş olsa bile, onların dünya hayatında yaptığı çalışmalarının karşılığını "Errahman" ismi gereğince , kulları arasında inanan- inanmayan ayrımı gözetmeden veren Allah (c.c) nin kulları , birbirlerine karşı aynı derecede eşit davranma erdeminden maalesef yoksundurlar.
Kur'ana baktığımız zaman, Allah (c.c) iman edenler ile iman etmeyenler arasındaki ilişkileri düzenleyici bir takım emir ve yasaklar koymuştur. İman edenlerin, iman etmeyenler ile birbirleri ile yemek yemek ve kitap ehli olanlardan kız almak noktasında(Maide s. 5) bazı insani ilişkileri serbest bırakmasına karşın, "Velayet" kavramının anlam alanına giren konularda, onlarla böyle bir ilişki içine girilmemesini emretmiştir.
Velayet ilişkisi haricindeki konularda, evrensel insani değerlere uyulması gerektiğini bizlere öğreten ayetlerden bir tanesi Al-i İmran s. 75. ayetidir.
[003.075] Ehl-i Kitab'dan öylesi vardır ki; kantarla emanet bıraksan; onu
sana öder. Öylesi de vardır ki; bir tek altın emanet etsen; tepesine
dikilmedikçe onu sana ödemez. Bu, onların: Ümmiler hakkında bize karşı
sorumluluk yoktur, demelerindendir. Onlar, bile bile Allah'a karşı yalan
söylemektedirler.
[003.076] Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.
[003.076] Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa; şüphe yok ki Allah, sakınanları sever.
Ayet , Ehli Kitaba mensup olan 2 ayrı insan tipinden bahsetmektedir. 1. insan tipi emanete riayet eden , 2. insan tipi ise emanete ihanet eden eden, yani güncel tabir ile "Batakçı" bir tiptir. Batakçı insan tipi , yaptığı işe dayanak olarak " Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" demektedir ve biz, bu sözden yola çıkarak , evrensel ahlak ve insani kuralların "Bizden olan" , "Bizden olmayan" şeklinde bir ayrımı kabul etmediğine , etmemesi gerektiğine vurgu yaparak, bu ayrımcılığın biz Müslümanlar cephesinde de yaşanmasından dolayı meydana gelen durumlara dikkat çekmeye çalışacağız.
[004.058] Allah size emanetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten
Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve bilendir.
Nisa s. 58. ayetine baktığımızda "Emanet" kavramı burada da geçmektedir. Bu kavramın daha geniş anlam alanı olduğunu unutmayarak , konumuz olan ayet ile bağını kurabiliriz. Allah (c.c) emanete riayet konusunda "Sizden olan" , "Sizden olmayan" şeklinde bir ayrım yapmadan emanetlerin ehline yani alındığı yere, gerçek sahibi olanlara teslim edilmesini , adaletin yine sadece bir guruba değil İNSANLARIN HEPSİNE eşit uygulanmasını emretmektedir.
[060.008] Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.008] Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.
[060.009] Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi
yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları veli edinmenizden sakındırır. Kim onları veli edinirse, artık onlar zalim
olanların ta kendileridir.
Mümtehine suresindeki bu ayetler , "Bizden değil" diyebileceğimiz insanlara karşı, olması gereken davranışlarımızı düzenlemektedir. Bizden olmayıp , fakat bize herhangi bir zararı bulunmayanlara karşı, evrensel insanlık değerlerini uygulamak zorunda olduğumuz bizlere hatırlatılmaktadır. Onlardan herhangi bir zarar gelmediği sürece , onların kanı , malı ve canları bizlere helal değildir.
[005.032] Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.
Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.
Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir.
Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek, İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.
İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar.
" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır.
İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.
İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.
[016.116] Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.
Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.
Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.
[005.032] Bundan dolayı İsrailoğullarının üzerine yazdık ki: Her kim, bir nefsi bir nefse veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de, onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Andolsun ki; onlara, resullerimiz apaçık delillerle geldiler. Bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten taşkınlık edenlerdir.
Maide s. 32. ayetindeki yazgı sadece İsrailoğullarına özel değil , bütün insanlık üzerine yazılmış olan yazgıdır.Bir insanın hayatını bütün insanların hayatı kadar değerli tutan Rabbimizin bu emri, eğer bütün insanlar tarafından gereğince yerine getirilmiş olsaydı , yer yüzünde haksız yere bir tek insanın dahi katledilmesi acaba mümkün olabilir miydi?. Ancak rivayet merkezli oluşturulan fıkıh yolu ile , bırakın kafir olanların öldürülmesini , Müslüman olanlar bile diğer bazı Müslüman guruplar tarafından "Müşrik" oldukları gerekçesi ile toplu kıyımlara bile tabi tutulmaktadır.
Kökü Türkiye de olan bir dini referans aldığını iddia eden bir cemaatın, Allah (c.c) tarafından yasaklanan faizin , sahipleri yabancı olan bankalardan alınabileceğine dair olan fetvaları, herkes tarafından bilinmekte , ve bağlıları tarafından uygulanmaktadır. Onlara göre sahipleri yabancı olan bankalara para yatırmak , ve bu paranın faizini almak helaldir.
Al-i İmran suresi 75. ayetinin Müslüman dünyasındaki bir yansıması diyebileceğimiz bu durumun daha kötüsü , bugün İslamı referans aldığını iddia eden silahlı örgütler tarafından yapılmakta ve kendilerinin dışında olan insanların, müşrik oldukları gerekçesi ile hayat hakkı olmadıklarını öne sürerek, İslam coğrafyasının bir çok yerinde kanlı eylemlere imza atmaktadırlar.
İnsanların , Allah (c.c) nin yasaklamasına rağmen bu tür yollara sapmasına sebep olan en büyük saik , bu yanlışlara dini bir kılıf giydirilmiş olmasıdır. Bu kılıfı giydirenler ise dini bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişiler olup , Allah (c.c) adına yapılan yanlışlara bu kişiler yol açmaktadırlar.
" Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" diyerek, kendilerinden olmayanların can , mal , ırz , namus v.s gibi her türlü haklarını gasp etmeyi "Helal" sayanların İslam dünyasındaki versiyonlarının dayanakları ,yine bazı alim zannedilen cahillerin verdikleri fetvalara dayanmaktadır.
İslam hukukundaki cariyeler ile ilgili fıkha baktığımızda , onlar ile nikahsız olarak cinsel ilişki kurulabileceğine dair fetvaları bulabiliriz. Bir insanın ırzı ve namusu , nikah akdi olmadığı müddetçe kimseye helal değildir. Kur'anın cariyeler ile nikah akdi yapılmasına rağmen , oluşturulan fıkhın temelinde yatan saik , konumuz olan ayette dile getirilen bahane olan , "Ümmiler hakkında bize karşı sorumluluk yoktur" düşüncesinin Müslüman cenahtaki yansımasıdır.
İslam coğrafyasında hakim olan mezheplere baktığımızda , bu mezheplerin görüşlerinin dayandıkları deliller , Kur'an değil rivayet merkezlidir. Rivayet merkezli fıkıh üretimi öyle bir hal almıştır ki , rivayete uygun olmayan ayet , ya neshedildiğini iddia etmek sureti ile , ya da rivayete uygun bir şekilde te'vil edilerek, o mezhebin görüşlerini tasdik edici bir hale getirilmektedir.
[016.116] Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.
Bugün İslam coğrafyasında yaygın olan fıkhi ve itikadi mezheplerin dayandığı görüşler , bu mezhepleri ortaya atanların yaşadığı zaman içinde , mensup oldukları fikirler doğrultusunda çaldıkları minareye kılıf uydurma çabalarının veya , kendilerine sipariş edilen hükme uygun delil bulmaları sonucundan başka bir şey değildir.
Helal ve haram tayin etmenin sadece Allah (c.c) nin hakkı olduğu bir dinin mensupları olduklarını iddia edenler , bu hakkı önce peygambere vererek , helal haram tayin etme hakkına bir beşerin de sahip olabileceğinin kapısını açmışlar , açılan bu kapıya, kendisine alim , şeyh , müçtehit , gavs , kutup v.s isimleri verilmiş bütün beşerler, akın ederek din adına haram ve helaller uydurmuşlardır.
[009.031] Onlar Allah'tan ayrı hahamlarını, rahiblerini rabblar edindiler.
Meryem Oğlu Mesih'i de. Halbuki tek tanrıdan başkasına ibadet etmemekle
emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilah yoktur. O; bunların şirk koştukları
şeylerden münezzehtir.
Kendilerinden olmayanlara her türlü zulmü "Helal" gören Yahudi ve Hristiyanlar , bu hükümleri hahamları ve rahiplerinden aldıkları fetvalara dayanarak yaptıkları zulüm ile, sevaba nail olmanın verdiği gönül rahatlığı !! içinde yaşarlar iken , Kur'an bunların yaptıkları bu işin "Haham ve rahipleri rab edinmek" olduğunu söylemiş , onlara ve bu kitabın muhataplarına, yaşam içinde olması gereken tek rabbin kim olması gerektiğini hatırlatmıştır.
Tevbe s. 31 ve benzeri ayetlere iman ettiğini iddia eden biz Müslümanlar ise , aynı yanlışa düşerek , başkalarına yapmak istediğimiz zulmün, veya kendimiz için istediğimiz bazı menfaatlerin dini dayanaklarını Kur'anda bulamadığımız için başka kaynaklardan bulma yoluna gitmekteyiz. Vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçiş ile bulunan bu dayanak, maalesef bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu sorunların kaynağını teşkil etmektedir.
İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar.
Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır.
Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.
İyi bilinmelidir ki , insanların ırzı ve namusu kutsal değerler olup , bu değerleri ihlal etmenin, hiç bir surette haklı gerekçeleri yoktur. Kendilerine göre haklı gerekçeler uyduranlar , özellikle bu haklılıklarını dine dayandırmaya çalışanlar ancak Allah'a karşı yalan ve iftira atmaktadırlar.
Kan , can , mal gibi yine kutsal olarak görülmesi gereken değerlerin "Helal" olarak görülmesinin gerekçeleri , Allah (c.c) nin kitabına uygun olmalıdır. Allah (c.c) adına konuştuğunu iddia ederek , bu konuşmalarını ayetlere değil , bazı kimselerin sözlerine dayandıranların gerekçeleri asla makul sayılmayacağı gibi , bu gerekçeler ancak yalan ve iftiradan başka bir şey olmayacaktır.
Can , mal , akıl , din ve neslin korunması , insan olmanın bir gereği olan temel haklardandır. "Darü'l Harp fıkhı" adında oluşturulmuş , rivayetlere dayalı bir fıkhın , insanların ırzını , namusunu , kanını , malını , canını kendilerinin belirledikleri şartlar dahilinde helal olarak görmeleri asla Allah (c.c) nin emri olarak dayatılamaz.
Sonuç olarak : Kitap ehline mensup olanların yapmış oldukları bazı davranışları eleştiren Kur'an , bu davranışları sadece onlar yaptığı için değil , bizlerinde yapma potansiyeli olduğu için , bizlere ikaz mahiyetinde onları eleştirmektedir. "Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" mantığı içinde anlaşılması gereken bu ikazlar, bizler için yol işaretleri olarak okunmalıdır.
Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.
Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.
Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) , "İnanan-İnanmayan" şeklindeki ayrımı , ahirette yapacağını bildirerek , bu dünyada böyle bir ayrım yapmamaktadır. Bizler ise bizim dışımızda olan ve "Kafir" olarak bildiğimiz insanlara karşı olan davranışlarımızı "Her şey serbest" mantığı ile değil , yine kul olma sorumluluğumuz çerçevesinde bize çizilen davranış modeline uymak zorundayız.
Karşımızdaki insanı tabi tutacağımız temel kriterler , bizden olup olmadığına göre değil , o insanın da en az bizim kadar hak sahibi olduğu esasına dayanmalıdır. Kendimiz için istemediğimiz bazı şeyleri , başkaları için mübah saymak , İslam inancı ile asla bağdaşmaz.
Allah (c.c) kimseye , kendisi ile aynı inancı ve düşünceyi paylaşmadığı için , haksızlık etmek , malını gasp etmek , ırzını ve namusunu çiğnemek , kanını ve canını helal saymak hakkını vermediği gibi , böyle bir hakkı kendisinde görenler , ve bu hakkı dini bir delile dayandırarak fiile geçirenler , Allah (c.c) adına yalan söylemektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)