Ayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2015 Cumartesi

İSRA s. 1-8. Ayetleri Arasını Okuma Klavuzu

Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz; zikri geçen ayetlerin, özellikle İsra s. 1. ayetinin geleneksel ve modernist okuma tarzında bir takım yanlışlar üzerine temellendirilerek okunması olup, yazımızda bu ayetlerin nasıl bir bakış açısı altında değerlendirilip okunması gerektiği yönündeki tekliflerimizi paylaşacağız. Tekliflerimizi paylaşırken söylediklerimizin nihai doğrular ve bundan başka doğru yoktur mantığı altında değil, sadece bu yazıyı yazanın bakış açısından kaynaklanan bir düşüncenin ürünü olduğunu baştan hatırlatarak konumuza giriş yapalım.

Bilindiği gibi İSRÂ 1 ayeti hatıra geldiği zaman; geleneksel din algısında ilk önce "Miraç" adı verilen olay hatıra gelmektedir. İSRÂ 1 ayeti böyle bir olayın olduğu bilgisini (en ufak bir delalet ihtimali dahi olmadan) içinde barındırMAmaktadır. Bu olayın olduğuna inananlar, şayet aynı surenin 93. ayetini okudukları takdirde; bu olayın müşrikler tarafından gerçekleşmesinin istendiğini ancak böyle bir olayın asla olmayacağının özellikle belirtildiğini göreceklerdir. NECM Suresi ayetlerinde bu olayın anlatıldığı düşüncesi, bu surenin İSRÂ Suresi'nden önce inmiş olduğu hesaba katılır ve ilgili ayetler ön kabulsuz ve bağlam içinde okunursa, miraç diye bir olayın değil, Muhammed(a.s)'ın Cibril'den vahiy almasının anlattığı açıkça görülebilir.

"Miraç" olayı tamamen mitolojik bir düşünce eseri olup özellikle Hıristiyan düşüncesinde ortaya çıkan elçiyi yüceltici bir düşüncenin eseri olması açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir. Allah(c.c), göndermiş olduğu elçilerini, biz kulları tarafından asla onları ilah derecesine veya diğer elçilerle üstünlük yarışına sokulması için göndermemiştir.

Yazımızda geleneksel okuma hatalarından ziyade, geleneğe karşı çıkarak yapılan okumalardaki bir takım hatalara dikkat çekmeye çalışacağız.  

Modernist okuma metodunda, ilgili ayetleri anlamakta problem olarak ortaya çıkan düşüncelerden bir tanesi; 1. ayet içindeki "bi abdihi" (kulunu) kelimesi ile zikredilen kişinin Muhammed(a.s) değil, 2. ayette "ve ateyne Musel-kitabe" (ve Musa'ya Kitabı verdik) ibaresinin 1. ayetle bağlantılı olduğu, "ve" bağlacı ile ayetin başlamış olmasının buna delalet ettiği iddialarını görmekteyiz. Bu düşüncede olanların 1. ayet içindeki "minel mescidil-harami" ifadesini farklı şekilde tevil ederek, belirli bir mekan ismi olmaktan çıkardıklarını ve bu kelimeye "Batınî yorum" olarak ifade edebileceğimiz bir anlam bindirmeye çalıştıklarını görmekteyiz.

Kur'an okumalarında herhangi bir fikre varmak için, önce konu ile ilgili ayetlerin tamamını alt alta koyarak okumak, vardığımız düşüncenin diğer bir ayet ve Kur'an bütünlüğü ile herhangi bir çelişkisi olup olmadığına dikkat etmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Vardığımız neticenin "Konu ve Kitap bütünlüğü"nü gözeterek bu neticeye varılmış olması ve herhangi bir çelişki arz etmemiş olması gerekmektedir. "Mescidi Haram" deyimi;  Kur'an'da geçtiği bütün ayetlerde belirli bir mekan ismi olarak geçmektedir. Bu terime farklı anlamlar yükleyerek kafamızdaki ön kabullere kurban ettiğimiz takdirde, başka bir ayette geçen kelimenin çelişki arz edeceğini gözden ırak tutmamak gerekmektedir.

Ayrıca "Ve" bağlacı bir konuyu birbirine bağlamak için kullanılabileceği gibi, bir konuyu birbirinden ayırmak için de kullanılmakta, İSRA s. 2. ayeti başka bir konuya giriş yapmakta, dolayısı ile İSRÂ 1 ayeti içindeki "abdihi" kelimesi ile ifade edilen kişinin Musa(a.s) olmasının imkanı yoktur. Bahsedilen kişi; adı geçen mekanda yaşayan Muhammed(a.s)'dır. Böyle bir düşünce içine girilmiş olmasının, ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünü gözetmeden okumanın bir sonucu olduğunu düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayeti içinde geçen "elmescidil-Aksa" (en uzak mescid) terimi ile ifade edilen yerin nerede olduğu üzerinde yine farklı düşüncelerin üretilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu deyim ile ifade edilen mekanın "Beytül Ma'mur" adı verilen ve gökte, meleklerin secde ettiği ve Kabe'nin iz düşümünde bir mescid olduğu olduğu iddiası vardır. Bu düşüncenin rivayetler yardımı ile ortaya atıldığı, Kur'an'da geçen "vel Beyt'il Ma'mur" (TÛR 4) deyiminin Kabe olduğu, Kur'an açısından baktığımızda bu düşüncenin daha doğru olduğu ortadadır. Bu iddianın daha vahim bir tarafı; miraç olayını kabul etmek anlamına gelir. Bu da "İsra" kelimesi ile göğe çıkışın ifade edilmiş olduğu iddiasına gelir ki bu iddianın doğru olması kelime anlamı açısından mümkün değildir.

"Mescidil Aksa" adlı yerin Mekke'nin Cirane vadisinde bir mescid olduğu ve Muhammed(a.s)'ın orada namaz kıldığı şeklinde iddialar olup, İSRÂ 1 ayetinin bu duruma işaret ettiği düşüncesi eski tefsirlerde de yerini bulmuştur. İddialarımızı Kur'an çerçevesinde delillendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğundan hareketle, İSRÂ 7 ayeti içinde geçen "el-mescide" kelimesini göz önüne alarak "Mescidil Aksa" ile ifade edilen yerin neresi olduğu daha doğru ortaya konulabilir.

Bu deyim ile kast edilen yerin Cirane vadisindeki mescid olduğu düşüncesinde olanlar, "Mescidil-Aksa" adı ile bugün bildiğimiz yerin Ömer(r.a) zamanında yapılmış olduğunu, Muhammed(a.s)'ın zamanında bu yerin Kudüs şehrinin çöplüğü olduğunu, dolayısı ile "İsra" adlı olayın gerçekleştiği mekanın Kudüs olması ihtimali bulunmadığı iddialarını dile getirmektedirler.

Kudüs şehrinde şayet bir mescid var ise, ki var olduğunu İSRÂ 7 ayetinde görmekteyiz, bu mescidin yıkık ve harap olmuş olması, orasının "Mescid" adı ile anılMAmasını gerektirmez. "Mescidil-Aksa" olarak anılmış olması, orada bina halinde yapılmış olan ve Muhammed(a.s) hayatta iken orasının imarlı bir halde olması gerektiğini de ifade etmez. Süleyman(a.s) tarafından yapılmış olan bir mescidin var olduğu ve bu mescid harap bir halde olmuş olması, sembolik olarak ifade ettiği anlamdan herhangi bir şey kaybetmiş olacağı anlamına gelmez.

"Mescidil-Aksa" ve "Mescidil-Haram" terimlerinin ortak yönüne baktığımızda; her iki terimde geçen "Mescid" kelimesi ile ifade edilen yerin ortak bir bağının olduğu ve bu bağın Musa(a.s) ve Muhammed(a.s)'ın beslendiği kaynağın aynı olduğunun beyanı açısından okunmasının bizleri daha doğru bir neticeye ulaştıracağını düşünmekteyiz.

"Aksa" (en uzak) tabiri Mekke'ye olan uzaklığı göz önüne alınarak ifade edilmiş olup, Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman içinde tabela ismi olarak "Aksa Mescidi" şeklinde orasının bilindik bir ismi olmayıp Kur'an'ın Mekke şehrine olan uzaklığını göz önüne alarak belirtmiş olduğu bir terkiptir. Bilinen ismi "Süleyman Mabedi" olup, bu mabedle olan ilişkiyi ilgili ayetler ile ilgili okuma metodu teklifimizde açıklamaya gayret edeceğiz.

Buraya kadar ilgili ayetler ile öne sürülen farklı görüşlere katılmama gerekçemizi izah etmeye gayret ettik. Yazımızın bundan sonraki bölümünde ilgili ayetleri okurken göz önünde bulundurulması gereken noktaları ele almaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili ayetlere yapılan yorumlarda hata yapıldığını düşündüğümüz nokta şu dur; ilgili ayetler sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde değerlendirilmeye tabi tutulmakta ve bu ayetler, nasıl bir mesaj taşıdıkları düşüncesi ışığında okunmamaktadır.

İSRÂ 1 ayeti ile ilgili olarak tefsirlere baktığımızda "İsra" (gece yürüyüşü) olayının bedenen mi, yoksa uykuda görülen bir rüya şeklinde mi gerçekleştiği tartışılmıştır. Kanaatimizce bu olayın bedenen veya rüya ile gerçekleşmiş olmasının tartışılmasının herhangi bir faydası olmayıp, her iki şekilden birisi ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir. İlgili ayetleri okurken yürütülmenin keyfiyetini değil, yürütülme ile verilmek istenen mesajın ne olması gerektiğini düşünmenin daha faydalı olacağını düşünmekteyiz.

İlgili ayetlerin nazil olduğu Mekke dönemini kısaca hatırlamak, konuyu anlamanın başlangıcını teşkil etmektedir. Mekke dönemi; bilindiği gibi Muhammed(a.s) ve ona tabi olan iman edenlere baskı, işkence ve zulümlerin had safhaya vardığı bir dönemdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun ile mücadelesinin anlatıldığı ayetler, bilindiği gibi Mekke'de nazil olmuştur. Bu mücadelenin anlatılma sebebi tarihi bilgi vermek değil, geçmişteki zalimlerden kurtulmanın Musa(a.s) örnekliğinde nasıl gerçekleştiği, önce Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da bizler gibi sonradan gelenlerin o mücadele örnekliğinden ibretler çıkarılmasına matuftur.

"İsra" (gece yürüyüşü), müşrik kavimler ile mücadele sürecinin sonunda ve müşrik kavmin helak edilme sürecinin başlaması ile ilgili bir kelime olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Musa(a.s) kıssasına baktığımızda; Firavun ve ordusunun helak edilmesi, Musa(a.s)'ın kavmini "isra" yani gece yürüyüşüne çıkarması ile başlamıştır (ŞUARA 52).

Muhammed(a.s)'a bedenen veya uykuda böyle bir yürüyüş yaptırılmış olmasını, ona Rabbi tarafından zulümden kurtulmasının yolunu göstermesi açısından okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Musa(a.s) ve İsrailoğulları nasıl "İsra" ile Firavun zulmünden kurtulmuş ise, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar böyle bir hicret sonunda başarıya ulaşacaklardır ve 10. yılın sonunda Mekke'nin fethedilmesi, bu zulmün sona ermesi ve Mekkeli müşriklerin Firavun misali yenilgiye uğraması olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayetini Muhammed(a.s)'a hicret etmesi gerektiğini bildiren, devam eden 2-8 ayetlerinde İsrailoğulları'nın zikredilmiş olmasını ise, onların yaşadıkları belde olan "Yesrib"e yani Medine'ye hicret etmesi gerektiği ve onların nasıl bir yapıda olduğunu bildiren ayetler olarak okumak mümkündür.

İSRÂ 2-8 ayetleri; Müslümanların Medine'de karşılaşacakları topluluğun, Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu elçilerden olan Musa(a.s)'a tabi olduğunu iddia eden bir topluluk olduğunu, dolayısı ile "Ehli Kitap" olarak aralarında bir bağ olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı ayetler, İsrailoğulları'na hitaben daha önceki çıkardıkları fesadlarında başlarına geleni hatırlatarak, karşılacakları Müslümanlara karşı aynı fesada devam ettikleri takdirde, Sünnetullah yasalarının işleyerek bozguna uğratılacakları haberi verilmektedir.

Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerine baktığımızda; İsrailoğulları'nın Müslümanlar aleyhine yapmış oldukları fitne ve fesadın, onları nasıl bir sona uğrattığını açık ve net bir biçimde görmüş olmamız, İsrailoğulları'nın geçmişte yapmış oldukları fitne ve fesadın cezasını nasıl çekmişlerse, aynı fitne ve fesadı Müslümanlar aleyhine yapmış olmaları sonucunda, Sünnetullah yasalarının tekerrür ederek nasıl bir bozguna uğradıklarını bizlere göstermektedir.

İSRÂ 1-8 ayetlerini sadece Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman ve mekan çerçevesinde değil, yaşanan her çağa dönük mesajlar olarak okumanın, Kur'an'ın evrensel mesajına uygun bir okuma biçimi olduğunu düşünmekteyiz. Dünyanın her neresinde olursak olalım, içinde bulunduğumuz şartlar bizleri Allah(c.c)'nin dinini yaşamaya engel teşkil ediyorsa, bulunduğumuz belde dışında yaşama alanı aramak yani hicret etmek, bizden önceki elçilerin ve onlara tabi olanların uygulamış oldukları bir yoldur.

Musa(a.s) ile birlikte olan İsrailoğulları, Firavun zulmünden kurtulmak için Musa(a.s) önderliğinde bir mücadeleye girişmişler, uzun yıllar süren mücadele sonunda Firavun ve ordusu helak edilerek İsrailoğulları kurtuluşa ermişlerdir. Bu mücadele süreci Sünnetullah dediğimiz yasaların işlemesi sonucunda başarıya ulaşmıştır. Aynı Sünnetullah kuralları, bir başka zaman İsrailoğulları üzerinde yine işlemiş olup, fitne ve fesada koştukları zaman nasıl bir işleyiş ile karşılacaklarını 2-8 ayetleri arasında görmekteyiz. Bu yaşananlar örnek gösterilerek ilerleyen zamanlarda Müslümanlar aleyhine yapabilecekleri fesad hareketlerinin onlara pahalıya mal olacağı şimdiden haber verilmektedir.

İSRA s. ayetleri İsrailoğullarının gelecek bir zamanda Müslümanlar tarafından yenilgiye uğratılacağını haber veren ayetler değildir. Hele hele rivayetlerde geçen "Melhame-i Kübra" olarak bilinen bir savaşı işaret eden ayetler hiç değildir. Bu ayetler Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu evrensel toplumsal yasaların İsrailoğulları örneğinde nasıl işlediğini göstermekte, aynı yasaların bütün toplumlar için de geçerli olduğunu bildirmektedir.

Bugün yeryüzünde İsrail, Amerika gibi müstekbirlerin yıkımının, kıyamete yakın bir sürede geleceğine inanılan İsa ve Mehdi eli ile gerçekleşeceğine inanarak o zamanı beklemek, Müslümanların zilletini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, zilletten kurtuluşun yolu ise, Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğullarının Firavun'dan nasıl kurtulduklarını bildiren ayetlerdedir. 

Sonuç olarak; İSRÂ 1-8 ayetleri bir bağlam dahilinde okunarak, Muhammed(a.s)'ın belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmesinin, Musa(a.s) örnekliğindeki gece yürüyüşünün başarıya ulaşmış olması hatırlatılmış ve bu hatırlatma, Muhammed(a.s)'ın İsrailoğulları'nın kutsal beldesindeki "Mescid"e "isra" yani gece yürüyüşü ile yapılmıştır. Bu yürütülmenin keyfiyetinden çok, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmanın, konu ile ilgili bir takım yanlış düşünceler içine girilmesine engel olacağını düşünmekteyiz. Bu mesajı, Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zulüm ve baskıdan nasıl kurtulabileceği daha önce yaşanmış olan canlı örnekten yola çıkılarak gösterilmesi olarak okuyabiliriz. Olayı sadece belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmek şeklinde okuyarak "mucize" şeklinde değerlendirmek, verilmek istenen mesajı anlamamaktan kaynaklanan ve elçiyi merkeze alan bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki ilgili ayetler evrensel mesajlar taşımakta olup, her devirde karşımıza çıkan zorluklarla nasıl bir yol ile başa çıkabileceğimiz bizlere gösterilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Şubat 2015 Perşembe

Maide s. 12-14 Ayetleri Yahudi ve Hıristiyanlardan Alınan Misak

Kur'an okumalarında yaptığımız önemli yanlışlardan bir tanesi , İsrailoğulları veya Ehli Kitab a hitap eden Ayetler hakkında olup , bu Ayetlerden kendimize her hangi bir pay düşmediğini düşünmek , onlarla ilgili Ayetleri sadece onları lanetlemek için okumaktır. Halbuki o Ayetlerdeki "Ey İsrailoğulları" veya "Ey Kitap ehli" şeklindeki hitapları , "Ey Müslümanlar" şeklindeki hitaplar olduğunu düşünerek okuduğumuzda , dün İsrailoğulları veya Ehli Kitabın yaptıkları yanlışların aynısını biz Müslümanlarında yaptığını görürüz.

Kur'an , "İsrailoğulları" olarak hitap ettiği insanların , Allah (c.c) nin Elçilerine ve Kitaplarına karşı yaptıkları yanlışların, onları Dünyada nasıl bir sonuca sürüklediğini geçmişteki canlı örneklerini sunarak , Kur'anın nazil olduğu dönemdeki yahudileri aynı sona uğramamaları hususunda defaatle ikaz etmiş , onlar bu ikazları kulak arkası ederek , geçmişteki hainliklerine devam etmiş ve Muhammed (a.s) komutasında ordular tarafından yenilgiye uğratılarak Sünnetullahın tecellisi Müslümanların eli ile gerçekleşmiştir.

Yazımıza konu edeceğimiz Ayetler, Yahudi ve Hıristiyanların geçmişteki yaptıkları hataların Sünnetullah ın onlar üzerinde nasıl işlediği hatırlatılarak , bizlere hitaben " Aynı yolu izlediğimiz takdirde aynı sünnetin işleyeceğini" hatırlatmaktadır.

[005.012]  And olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan oniki reis seçtik. Allah: «Ben şüphesiz sizinleyim, salatı ayakta tutarsanız, zekat verirseniz, peygamberlerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir takdimede bulunursanız, and olsun ki kötülüklerinizi örterim. And olsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur» dedi.

[005.013]  Sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalblerini katılaştırdık. Onlar sözleri yerlerinden değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün, onları affet ve geç. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.

[005.014]  «Biz hıristiyanız» diyenlerden de söz almıştık; onlar, kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular, bu yüzden aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.

Ayetleri sathi bir okuma yapacak olursak , Allah (c.c) İsrailoğullarından söz almış ve reislerine elçileri vasıtası ile bildirdiği emirleri yerine getirdikleri takdirde onlara bir takım vaadlerde bulunmuş , ancak onlar bu emirleri yerine getirmeyerek lanetlenmişler , aynı söz Hıristiyanlardan da alınmış , aynı hatayı onlar da yaparak laneti hak etmişlerdir. 

Ayetleri sadece Yahudi ve Hıristiyanlar bağlamında düşündüğümüz zaman, bize dönük mesaj taşıması gibi bir düşünce içinde olmamız mümkün değildir. Ancak Ayetlerdeki emirleri düşünecek olursak, aynı emirler ile bizler de muhatabız ve aynı yanlışı yaptığımız takdirde Sünnetullah bizim içinde işleyecektir. "Ayetlerin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir ?" sorusunun cevabını şu şekilde vermek mümkündür.

Allah (c.c) yarattığı bütün insanlardan, Araf s. 172 -173. Ayetlerde görüldüğü üzere onlardan söz aldığını beyan etmektedir. Yarattığı insanların bu sözü unutmamaları ve hatırlarında tutmaları için, hatırlatıcı Elçi ve Kitaplar göndermiştir. İsrailoğulları Elçi ve Kitap ile muhatap olan bir kavim olması nedeni ile onların Kitap ve Elçilere yaptıkları muamelere örnekler verilerek aynı yolu izeleyenlerin akıbetleri hatırlatılmaktadır. 

Ayetlerdeki alınan sözü sıralayacak olursak aynı sözleri Müslümanlar olarak bizlerin de vermiş olduğu görülecektir.

1- Salatı ayakta tutmak.
2-Zekatı vermek.
3-Resullere inanmak ve onları desteklemek.
4-Allah güzel bir borç vermek.

Kur'an geneline baktığımızda bu 4 emir Allah (c.c) nin bütün Elçileri ile göndermiş olduğu emirler dahilinde olup , Allah (c.c) nin bizimle birlikte olması için gerekli olan şartlardandır. 

4. şıktaki Allah borç vermek, teşbihi bir anlatım olup, "Verdiğini belirli bir süre sonra geri almak" demektir. Bu borcun "Güzel" olarak ifade edilenin karşılığı ebedi Cennet , "Çirkin" olarak verilenin karşılığı ise ebedi Cehennem olarak ödenecektir. 

"Güzel borç" demek geniş bir anlama sahip olup bunun anlam alanı içinde , ihtiyacı olan kardeşinin ihtiyacını gidermek vardır. Nisa s. 160. Ayetinde İsrailoğullarının sözlerini bozmalarına örnek olarak faiz almaları gösterilmektedir. 

Faizli işlemleri yasaklayan Allah (c.c) nin bu emrine aykırı bir hareket en küçük birim olan insandan başlayarak , en büyük birim olan insanların oluşturudukları devletlerin batmasına sebeb olmaktadır. Zengini daha daha zengin yapan bu şekil bir işlemin uygulanamasına sebeb olmak , Dünya hayatında ekonomik helaklara sebeb olacak , Ahiret hayatında ise ebedi azaba sebeb olacaktır. 

Bu emirleri yerine getirdiğimiz takdirde , vereceği karşılığı bildiren Rabbimizin bu emirlerini çiğneyen Yahudi ve Hıristiyanlara Dünya hayatlarında verdiği cezadan bahsedilmektedir. Yaptığımız okuma yanlışı da buradadır. Biz onlara verilen bu cezaların sadece onlara has olduğu zannına kapılarak Ayetleri okuduğumuz için, bizlerinde aynı yanlışı yaparak onlardan bir farkımız kalmadığını maalesef unutmaktayız. 

Allah (c.c) nin bizler için vaz ettiği kurallar bütünü sadece Ahiret endeksli olmakla kalmayıp, öncelikle Dünya hayatımızın selameti için konulmuş kurallardır. "Salatı ikame etmek" şeklindeki emri sadece 5 vakit namaz olarak görüp , bunu eda ettiğimiz zaman bu emri yerine getirdiğimiz düşüncesi yapılacak en büyük hatadır. 

"Salat" kelimesinin anlam alanı sadece Namaz ile sınırlı olmayıp , Namaz bu kelimenin sadece bir cüzüdür. Bizlere emredilen "Salatın ikamesi" hayatın her anında geçerli olup sadece Cami içinde sınırlı değildir. Sadece Cami içinde olduğu zannedilen Salatın ikamesi , hayatın diğer kesimlerinde ayakta tutulmayarak terkedildiği için toplumsal sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır. 

"Zekat" kelimesinin özellikle mal temizleme boyutu sosyal yardımlaşmanın en büyük tezahürüdür. Temizlenen mal  ihtiyaç sahipleri arasında paylaştırılarak ihtiayçlar giderilir , mal sadece zenginler rasında gezen bir meta haline gelmemiş olur. Bunun tersi bir uygulama toplum içinde zengin ile fakir arasında büyük uçurumlar meydana getirip , düşmanlıklara vesile olacaktır.

Allah (c.c) nin bizler için vaz ettiği kuralların terkedilmesi toplumsal olarak çöküşlere yol açabileceği ve Dünyayı cehenneme çevireceğini bu gün canlı örnekleri ile görmekteyiz. Kevni Ayetleri okuyarak güç ve servet sahibi olanların , Elçileri vasıtası ile gönderilen ve bir nevi kevni Ayetleri okuma klavuzu olan Kitapların arkaya atılması neticesinde, Dünya müstekbirlerin elinde cehennem haline gelmiştir. Şayet yukarda belirtilen 4 emir hayat safhasına konulmuş olsaydı , insanların birbirlerine olan düşmanlıklarının sebeb olduğu kaos ortamı olmayacak ve Dünya cennet haline gelecektir.  

 Diğer Ayetlerde bu emirlerin yerine getirilmemesi sonucu onların başlarına gelenler hatırlatılmaktadır.

1- Sözlerini bozmaları.
2-Kalplerin katılaşması.
3-Kelimeleri yerlerinden oynatmaları.
4-Hatırlatılan şeyden pay almayı unutmaları.
5-İhanet.

Bu fiileri işlemeleri sonucunda onların lanetlendiği bildirilmektedir. Rabbimiz bunları Kitabında bildirmekle, sadece bir kavmin yaptıklarını bizlerin bilmesini istemekten ziyade , lanetini hak edenlerin nasıl bir cürüm işlemeleri sonucu buna hak kazanacaklarını hatırlatarak bizlerin de aynı yanlışa düşmememizi istemektedir. 

Bu Ayetler çerçevesinde Müslümanlar olarak kendimizi biraz düşünelim , şu an da yukardaki bildirilen 5 şık içindeki amellerin hangisi bizde yok ?. 

Örnek nesil dediğimiz Ashab , Allah (c.c) nin kendilerine emrettiklerini yerine getirmeleri ile ilgili olan ve bizlerin örnek alması gereken 9 ve 10. Ayetleri bu emirleri hayatlarında nasıl pratize ettiklerini şöyle anlatmaktadır.

[059.009]  Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar; kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkarlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.

[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Bu Ayetler , konumuzun başlığı olan Ayetlerde beyan edilen alınan sözün , Ensar ve Muhacir üzerindeki yansımasını anlatmaktadır. Her şeyini terk ederek sadece Allah rızası için hicret edenlere Medine deki Ensar kucak açmış ve her şeyini onlarla paylaşmıştır. Allah (c.c) ye vermiş oldukları sözden caymayan , Salatı ve Zekatı ikame eden , Resulu destekleyen , Allaha güzel bir borç veren Mü'minleri Allah (c.c) Sünneti gereği başarıya ulaştırmıştır.  

[048.029] Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler. Onları rükua varırken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve hoşnudluk dilerken görürsün. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır. İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler işleyenlere, bağışlama ve büyük ecir vadetmiştir.

Fetih s. 29. Ayeti , Allaha verdikleri söze sadık kalanların Muhammed (a.s) ı nasıl destekledikleri anlatılmaktadır. Ancak ilerleyen zamanda verilen sözlerin unutulması sonucu bu durum ters dönmüş ve birbirlerine karşı merhametli olanların torunları , birbirlerine karşı şedid olmaya başlayarak kardeş kanı dökmekten geri durmamışlardır.

Ne zamanki "Yahudileşme Temayülü" diyebileceğimiz yamulmalar ortaya çıkmış ve ondan sonra kalplar katılaşmış ve Ensar ve Muhacirin birbirine olan kardeşliğinin tersi şiddetinde düşmanlıklar ortaya çıkmış , hala devam etmektedir.

14. Ayette , Hıristiyanların verdikleri sözü unuttukları ve bu sözleri hayatlarına pratize etmedikleri bildirilerek onların aralarına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık salındığı bildirilmektedir. Bu Ayeti okuyan birisi haklı olarak , "Peki Allah böyle diyor ama bu gün Müslümanlar Hıristiyanlardan daha şiddetli olarak birbirlerine düşman olmasını nasıl izah edersiniz" dediğinde çoğumuz bunun cevabını bulamayız , oysa cevabı basittir.

Bu durum sadece Yahudi ve Hıristiyanlar çerçevesinde değil , Arz üzerinde geçerli olan yasalar yani Sünnetullah çerçevesinde değerlendirilerek cevabı bulunabilir. 

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına, yaşadıkları hayat içinde uyulması gereken bir takım vecibeler yüklemiştir. Bu vecibeler yarattığını en iyi bilmesi bakımından insan için en doğru olan hükümleri ihtiva etmektedir. İnsanlar bu hükümler çerçevesinde bir hayat sürdükleri zaman hem Dünyada mutlu ve mesut bir hayatın , hemde Ahirette ebedi saadetin yolu açılmış olur. 

Ancak İnsanların bir çoğu bu yasaları çiğneyerek başka yasalara tabi olmak sureti ile hem Dünyalarını hemde Ahiretlerini berbat etmektedirler. Allah (c.c) nin hükümlerine tabi olarak yaşanan bir hayatın kesitini Haşr s. 9 -10, Fetih s. 29. Ayetlerinini meallerini paylaşarak nasıl pratize edildiğini görmüştük. 

Ancak Yukarda sıraladığımız hükümleri hiçe sayarak yaşanan bir hayatın karşılığı insanların arasına kin ve düşmanlık başgöstermesi ve kan dökülmesidir. Bu durum Hıristiyanlar bazında pratize edilerek "Aralarına kıyamete kadar kin ve düşmanlık salındığı" nın beyan edilmesi bu düşmanlığın onların kendi yaptıklarına karşılık Sünnetullahın tecelli etmesi olarak okunmalıdır. Bu şekil bir hayatı süren kim olursa olsun aynı yasalar onlar içinde geçerli olacaktır. 

ŞİMDİ SORUYORUZ ; BU GÜN MÜSLÜMANLAR OLARAK YAHUDİ VE HIRİSTİYANLARIN YAPMIŞ OLDUKLARI YANLIŞLARIN AYNISINI BİZLER FAZLASI İLE YAPMIYORMUYUZ? 

 El cevab ; evet yapıyoruz. 

Bu demektir ki Allah (c.c) nin arz üzerinde cari olan Sünneti bizler içinde işlemiş ve bizim aramıza da kıyamete kadar kin ve düşmanlık salınmıştır . Bu salınmayı bizler kendi ellerimizin işledikleri sonucu kazanmış olup suçun sorumluluğu tamamen bizlere aittir.

Soru =Peki bu durumdan kurtulmanın yolu varmıdır ?.
El cevap = Tabiki vardır.

Bu durumdan kurtulmanın yolu yukarda sayılan 4 şıkkın hayat içinde pratize edilmesidir. Salatı ve Zekatı yeniden doğru olarak ayağa kaldırmak , Resullere inanmak ve onları desteklemek. Resulun olmadığı bir zaman içinde bunun uygulaması onların örnekliğini hayata pratize etmek şeklinde şeklinde olacaktır. 

Kur'an Ayetleri Allah (c.c) ye kul olmuş Mü'minlerin tarih boyunca Elçilerin önderliğindeki tevhid mücadelesinin örnekleri ile doludur. Bizler bu Ayetleri masal olaak değil hayata pratize örnekleri olarak okuyarak aynı yoldan gitmek zorundayız. Bu yol bizi yeniden birbirimize karşı merhametli , kafire karşı şiddetli , Ensar Muhacir kardeşliğinin Kur'an Ayetlerine yansıyan şeklini yeniden yaşatacaktır. 

İsrailoğulları ile ilgili anlatımları sadece onlara mahsus bir okuma ile değil , Sünnetullahın tecellisinin canlı örnekleri olarak okuduğumuzda bu gün yaşayan bizlerin , muhatap olduğu Ayetlerin sadece Cennet ve nimetleri ile ilgili Ayetler olmadığını görürüz. Bir kısım Ayetler kafirlere , bir kısım Ayetler münafıklara , bir kısım Ayetler müşriklere , bir kısım Ayetler ehli kitaba inmiş gibi okuyup , Cehennem Ayetlerini onlara, Cennet Ayetlerini bizlere inmiş gibi okuduğumuzda , Yahudilerin kendilerini seçilmiş kul zannına kapılması misali bizde kendimizi seçilmiş kullar olarak görmeye başlarız. Halbuki Allah (c.c) nezdinde böyle bir kul zümresi asla yoktur, hangi kul , veya hangi kavme mensup olursak olalım onun koyduğu yasalara uyanlar felaha ereceklerdir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın bizden öncekilerin başlarından geçen bazı olayları anlatması sadece onlarla ilgili bir durum olarak okunmayıp ibret almak maksadı ile okunmalı ve yapılan doğrular örnek alınmalı , yapılan yanlışların tekrarlamamalıdır. Allah (c.c) nin söz aldığı insanlar sadece Yahudi ve Hıristiyanların olduğu zannı ile okunan bu Ayetlerden bizlerin herhangi bir mesaj okuması pek mümkün olmayacaktır. Allah (c.c) nin biz Müslümanlardan da söz aldığını düşünerek okuduğumuz zaman tıpku Yahudi ve Hıristiyanların izlediği yolu bizlerin de izlediği görülecek ve bu günkü zelil halimizin sebebi daha iyi anlaşılacaktır. Durumuzu düzeltmek için Allah (c.c) nin İsrailoğullarına verdiği emirlerin bizler içinde geçerli olduğu şuuruna vakıf olmak ve emirleri hayat içinde pratize ederek Allah (c.c) nin bizlerle birlikte olmasını yeniden sağlamak , ve bunun yolu da Sahabenin bu konudaki icraatının, Kur'an Ayetlerindeki anlatımlarını okuyarak hayata geçirmek gerekmektedir.

Maide s. 12-14. Ayetleri arasında yapılan anlatımı bu gözle okuduğumuzda düşülen durumun sadece Yahudi ve Hıristiyanlara mahsus olmadığı , aynı yoldan gidenler kim olursa olsun aynı tehlike ile karşı karşıya kalacakları unutulmamalıdır. Biz Müslümanlar açısından okuduğumuz zaman aynı durumun bizler içinde geçerli olduğu , şu anda içinde bulunduğumuz birbirimize karşı olan düşmanlık ve kini terketmek için gerekli olan yol yine bu Ayetlerde beyan edilmektedir. Bugün eğer yeni bir Elçi ile yeni bir Kitap gelmiş olsaydı Ayet içinde bahsedilen Yahudi ve Hıristiyanların yerini biz Müslümanlar alacak aynı ibareler sadece isim değişikliği ile yeniden nazil olacaktır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Haşr s. 7-10. Ayetleri ve Unuttuğumuz Bir Kavram "İSAR"

İnsanı İnsan kılan hasletlerden bir tanesi de, ihtiyacı olan herhangi bir şeyde kendisini değil başkasını öncelemesi olup, bu davranışın İslam literatüründeki ismine İSAR denilmektedir. İnsan da bencil duyguların olması bu şekil bir erdemli davranışın bir çok İnsan da ortaya çıkmasını maalesef engellemektedir. 

"Asrı Saadet" olarak nitelenen ilk Müslümanların yaşadıkları zaman ve mekanlardaki olaylar karşısındaki davranışları , kendilerinden sonra gelen bizler için örneklik teşkil etmektedir. Bu devir içinde Müslümanların Mekke den Medine ye hicret etmesi şeklinde gerçekleşen bir olay olduğu herkesin malumu olup "Muhacir Ensar kardeşliği" şeklinde gerçekleşen olaylar hepimizin malumudur. 

Haşr s. 9. ayeti bu gerçekliğe işaret ederek, yaşanmış bu durumun bizler içinde örnek olarak kıyamete kadar hatırlarda kalmasını ve hayata geçirilmesini amaçlamaktadır.  Konuyu daha doğru anlamak için Haşr s.7-10. ayetleri okumak gerekmektedir.

[059.007]  Allah'ın, fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.

[059.008] (Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.

[059.009]  Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.

[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Ayetlerden anlaşılacağı üzere , savaş ganimetlerinin taksiminde , her şeyini terk ederek sadece Allah rızası için Medine ye gelen Muhacire ayrı bir pay verilmiş ve bu verilenden ötürü Ensar ın asla rahatsız olmadığı vurgusu yapılmaktadır. 

Ayetlerin nuzül dönemi tarihsel bağlamı bu merkezde olup , bize dönük mesajından önce , "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" yöntemi ile yapılan bir okuma örneği üzerinde durmak istiyoruz. 

Bilindiği üzere geleneksel İslam düşüncesinde Muhammed (a.s) ın Kur'an harici hüküm koyma yetkisinin olduğu düşüncesi mevcut olup , bu yetkinin onun Devlet Başkanı veya Ordu Komutanı olması sıfatı ile değil  Elçi olma sıfatı ile olduğu ,yasaklamaların o günkü konjonktür gereği değil Kur'an ile eşdeğer olan yasaklamalar olduğu düşüncesi mevcuttur.

Bu bağlamda , Altın , İpek , Ehli Eşek etlerinin yasaklanmış olması gibi yasakların evrensel bir haramlılık olduğu ve kıyamete kadar geçerli olan yasaklar olduğu düşüncesi mevcut olup , bu düşünceye delil getirilen ayetlerden birisi de Haşr s. 7. ayet içinde geçen "Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun" cümlesidir.

Bırakın siyak ve sibakı gözetmeyi, ayet içinden cımbızlanarak seçilen Bektaşi Mantığı ile okunan bir cümle , Muhammed (a.s) ın Kur'an harici olan yasaklamalarının kıyamete dek geçerli olduğu düşüncesine delil getirilmeye çalışılmıştır. Ümmi bir yaklaşım ile yani ön kabullerden uzak bir yaklaşım ile okunan bu ayette ki asıl mesajın , siyak ve sibak içinde okunduğu zaman  FEDAKARLIK mesajı olduğu ve bu fedakarlığın nasıl hayata geçirildiğinin belgesi olduğudur. 

"İSAR" kavramı ; Kişinin kendi ihtiyacı olmasına rağmen , karşısındaki kişinin de aynı ihtiyaç içinde olduğunu görerek , kendisinin ihtiyacını bir kenara iterek karşısındaki kişinin ihtiyacının giderilmesine razı olmak demektir. 

Bu tür bir özveri her Babayiğidin harcı olmayıp ancak imanı gönüllerine yerleştirmiş olanların yapabileceği bir ameldir. Mü'min kişi , elinde olan mal ve servetin kendi malı olmadığını , Allah (c.c) nin ona rızık olarak verdiği geçici Dünya metaı olduğunu , o malın üzerinde sadece emanetçi olduğunu bilincinde olarak diğer ihtiyaç sahiplerinin de o malda hakkı olduğunu bilir. Hiç bir Mü'min "«Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?" şeklinde bir itirazda bulunarak başkalarının da hakkı olan mallarını infak etmekten kaçınmaz. 

Medineli Ensar bu özverinin en üst noktası olan ve İSAR kelimesi ile ifade edilen olgunluğu göstermiş , bırakın ellerindeki vermeyi , ihtiyaçları olduğu halde bile kendilerini geriye iterek Muhacir kardeşlerini öne çıkarmışlardır. 

Gelelim esas konumuz olan İSAR kavramının Ensar ve Muhacir arasında nasıl gerçekleştiği üzerinden  bizlere dair olan mesajına;

Bugün Suriye ve Irak ta olan savaş nedeni ile yerlerinden can korkusu ile Türkiye ye gelen binlerce insan olduğu malumumuzdur. Bu insanların bir çoğu yaşadıkları beldelerde hayatlarını idame ettirmelerini sağlayacak imkanlara sahip iken, taşıyabilecekleri kadar eşyaları ile Türkiye ye göç etmek zorunda bırakılmışlardır. 

T.C hükümetinin bu muhacirlere yapmış olduğu yardım takdir edilmesi gerekirken , şikayetlere sebeb olduğu , gelen muhacirlere yabancı gözü ile bakılarak onlara düşmanca bir tavır alındığı da malumdur. Yardım kuruluşlarının ve kişisel olarak bu insanlara yapılan yardımların varlığını da hatırlatarak , bu yardımlarda bulunanların ecirleri Allah (c.c) katında karşılık görecektir. 

Esas meselemiz, bize ne oldu da  böyle zorluklar içinde kalmış insanlara yapılan yardımlara karşı çıkıyoruz , ve onlara düşmanlık yapıyoruz?. Bir an için kendimizi onların yerine koyarak , bizlerin yerinden yurdundan çıkmak zorunda kalarak perişan bir hale düştüğümüzü gözümüzün önüne getirelim. İhtiyaç içinde kalarak başkalarının uzatacağı yardım eline muhtaç olmanın zorluğunu herhalde o hale düşen bir kimseden başkası bilemez. 

"Bize ne oldu?" sorusunun cevabı , yapılan bu yardımların neden yadırgandığı ve karşı çıkıldığınının cevabını da verecektir. 

Dünya malına karşı olan ilgi , İnsan fıtratının bir sonucu olup bu ilginin esas yurt olan ahiret unutulmadan olması gerektiği bir çok ayetin beyanıdır. "Salih amel" olgusunun İman ile birlikte zikredilmesi sadece "İman ettim" demenin işe yaramadığının bir göstergesi olup "Salih amel" in olmadığı imanın geçerli olmadığı yine ayetlerin beyanından öğrenilmektedir. 

"Salih amel" deyimi içine giren davranışlardan birisi de infak etmek , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak şeklindedir. Müslümanların Dünya hayatına karşı olan aşırı ilgisi bu tür erdemli davranışları engelemekte olup buraya nasıl gelindiğinin sorgulanması önemli bir noktadır. 

Televizyon yarışmaları ile özellikle bencilliğin pompalanması , "Gemisini kurtaran kaptan" veya "Altta kalanın canı çıksın" misali hayatların empoze edilmeye çalışılması bu programların reyting rekorları kırıyor olması bu tür hayat tarzının insanlarda tercih edilmeye başlamış olmasının bir işareti olarak görülebilir. 

İnsan olmanın gereği olarak , "Mazluma Dini ve Irkı sorulmaz" düsturu gereğince bu durumda kalan insanlara , önce "biz bu halde olsaydık ne olurdu" şeklinde düşünerek yardım elini uzatmak zorunda olduğumuzu , bunu yapmasak dahi yapılan yardımlara karşı düşmanca bir tavır almamak zorunda olduğumuzu unutmayalım.

Müslüman olmak demeyi ,kendi düşüncemiz dışındaki insanlarla tartışmak ve onları tekfir etmek olarak görmeye başladığımız bu zamanlarda bu tür erdemli davranışlar içinde bulunmak zorunluluğumuz olduğunu unutmamanın önemi bu günlerde daha çok ortaya çıkmaktadır. 

Sonuç olarak; Müslüman olmak iddasında bulunmanın sadece söz ile değil , salih amel ile birlikte olması gereğine binaen , ihtiyacı olan birisine karşı takınmamız gereken tavır Yasin s. 47. ayetinde gördüğümüz tavır değil Haşr s. 7-10. ayetleri arasında gördüğümüz Ensar Muhacir kardeşliği örneği olmalıdır. İSAR kelimesi ile ifade edilen bu örnekliğin hayata yansımasına her zaman ihtiyacımız olduğu gibi , bugün özellikle savaş nedeni ile ülkelerini terkederek Türkiye ye gelen insanlara karşı göstermek zorunda olduğumuz hatırlayalım. Bırakın İsar kelimesinin ifade ettiği kardeşini öncelemeyi , onlara T.C tarafından yapılan yardımlara bile düşmanca bir tavır takınan Müslümanların bu tutumlarını terkederek onlara yapılan yardımlara destek olması gösterilebilecek en doğru tutumdur. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Nahl s. 125. ve Enam s. 108. ayetleri Çerçevesinde Davet Metodumuz

 İnsanların birbirleri ile farklı düşünmeleri doğal bir durum olup , her insan diğer bir insanın kendisi gibi düşünmesini arzu eder , bu arzunun gerçekleşmesi için yapılan çalışmalara İslam literatüründe "Tebliğ" veya "Davet" denilmektedir.  Bu arzuların gerçekleşmesi için bir usul ve metod gerekli olup bunları Kur'an içindeki ayetlerde bulmaktayız.

Biz Müslümanlar arasındaki usul ve metod hataları bir çok konuda bizleri sıkıntıya soktuğu gibi , bizim gibi düşünmeyen birisine karşı takınmamız gereken tavır ve ona karşı izlememiz gereken usul konusunda da, usul ve metod hataları içinde olduğumuz malumdur. Bu tür usul hataları tarihin her devrinde yapılmış olup bu gün de yapılmaktadır. Yazımızın konusu , Kur'an ayetlerinin bizlere bu konuda beyan ettiği usulu yeniden hatırlayarak biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir tutum sergilemek gerektiğini oradan öğrenmektir. 

Yazımızın konusunun davet metodu ve bu metodun kendi içimizdeki uygulaması etrafında olduğunu hatırlatalım.

 " BİZİM GİBİ DÜŞÜNMEYEN" birisine şeklinde bir söz kullanma sebebini yazımızın başında izah etmek istiyoruz.

Bir kimse , herhangi bir konuda başka bir kimse ile tartışıp onunla görüş ayrılığına düştüğü zaman karşısındakine söylediği söz " SEN YANLIŞSIN" şeklinde bir itiraz olup her iki taraf ta karşısındakine bu şekilde bir ithamda bulunur. Her iki kişi kendi düşüncesinin doğru olduğunu , dolayısı ile karşısındaki kişinin yanlışta olduğunu düşünür. Bu tür sözler daha ileri safhalarda kişilerin birbirlerine , küfür , hakaret ve tekfir etme aşamalarına getirdiği için, öncelikle karşımızdaki kişiye olan davranışımız "yanlış" içinde olduğundan çok , "bizim gibi düşünmediği" için şeklinde olursa , ortak bir düşünce içinde olmak şeklinde bir durum içine girme isteği daha bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.  

Kişilerin birbirleri ile olan tartışmalarında empati yaparak tartışmaları önemli bir noktadır. Bir kimse karşısındaki kişiye "sen sapıksın" şeklinde bir itham ile giderse , aynı ithamı karşısındaki kişiden de göreceğini unutmamalıdır. Karşıdaki kişiye ithamdan ziyade onun düşüncesinin yanlış olduğunu delil ile anlatması gerekir ki yapılan tartışmadan doğru bir sonuç elde edilebilsin. 

Tabi bunu söylerken tartışan kişilerin, nefis tatmini amacı ile tartışmaya girmemiş oldukları,sadece hakkın ortaya çıkması gibi bir amaç etrafında olduklarını varsayarak bunları söylüyoruz. bunun dışındaki bir amaç ile yapılan tartışmaların fayda yerine iki tarafa da zarar getireceği unutulmamalıdır. 

 Tartışan tarafların ortak bir noktada buluşmaları gerekmektedir ki , yapılan tartışmadan veya davetten netice alınabilsin,ortak bir bilgi kaynağı üzerinden yapılmayan tartışmalar en baştan sonuçsuz kalmaya mahkumdur,öncelikle bu konu etrafında birlik sağlanması gerekmektedir.  

"Müslüman" ismini taşıyanların tek bilgi kaynağı "KUR'AN" olup bunu dışında özellikle "HADİS" adı verilen malzemenin doğruluğunun Kur'an ile sağlanması şeklinde ortak bir düşünce oluşmadan yapılan tartışmalarda , bir tarafın Kur'an ayetlerini sunup , diğer tarafın karşı tez olarak rivayetleri sunması ortaya çelişki çıkaracak olup önceliğin ne olması gerektiği önem arz etmektedir.

 [022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye(HÜDEN), ne de aydınlatıcı MÜNİR) bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

 
[031.020] [DI] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, ne bir yol göstericiye(HÜDEN) ve aydınlatıcı(MÜNİR) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

Hacc s. 8 , Lokman s. 20. ayetlerinde , Allah hakkında tartışmak için gereken ortak bilgi kaynağının "HÜDEN" (yol gösterici) , "MÜNİR" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gerektiği beyan edilmektedir. Bu özelliklere haiz olan tek kitabın KUR'AN olduğu hepimizin malumu olup , Kur'ana alternatif olarak sunulan bilgi kaynaklarının böyle bir vasfa sahip olmadığı bilinmelidir. 

"Hüden" ve "Münir" olan bir Kitabı önlerine koyarak ortak bir düşünce içinde olmaya çalışanlara aynı Kitab şu yolu göstermektedir.

 [016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Ayet öncelikle "Rabbinin yoluna" diyerek çağrının nereye olması konusunda bilgi vermektedir. Devamında bu çağrının nasıl olması gerektiği beyan edilmektedir. "Onlarla" ifadesi ayetin nuzül bağlamı ve Muhammed (a.s) a olan çağrısı etrafında düşünülecek olursa , muhatap kişiler Müşrikler olup , ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda öncelikle bu ayetin kendi içimizde hayata pratize edilme gereği ortaya çıkmaktadır , çünkü bizler Dini başkalarına anlatmadan önce kendi içimizdeki yanlışları ortadan kaldırmak durumundayız. 

Nahl s. 125 . ayeti bizlere , karşımızdaki insana olması gereken davranışımız hakkında bilgi vermekte olup , bu ayet çerçevesi içinde yapılan bir bilgi alış verişi doğruya ulaşma noktasında kişilere yol göstericidir. 

[006.108]  Allah'tan başkasına dua edenlere  sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.

Enam s. 108. ayetinin bize dönük mesajını şu şekilde okumak mümkündür; Karşımızda tartıştığımız kişini öne çıkarmış olduğu , Kur'an dışındaki kişi , kitap veya düşünceye karşı aşağılayıcı , hakaret vari bir yaklaşım sergilememek zorundayız ki aradaki diyalog kopmasın, eğer böyle bir tutum içinde olursak karşınızdaki kişinin size de aynı tür bir yaklaşımda bulunmasına kapı aralamış olursunuz. 

Rabbimizin Musa ve Harun (a.s) lara Firavuna karşı nasıl bir dil kullanmaları gerektiğini beyan eden Taha s. 44. ayeti bizler için önemlidir. 

 [020.044] Varın da ona yumuşak söz (KAVLEN LEYYİNEN) söyleyin; olur ki, öğüt dinler, yahut korkar.

Karşımızdaki kişinin düşüncesi bizim için ne kadar korkunç ve yanlış olursa olsun bu kişiye sözün yumuşağı ile müdahele edip, ona doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri Hüden ve Münir olan kaynaktan aktarmak zorundayız. 

Karşımızdaki bizim düşüncemizi kabul etmedi ise ne yapabiliriz? . Bu sorunun cevabı yine Kur'an dadır. 

Bir çok ayette , Muhammed (a.s) a kendisinin "Beşir ve Nezir" (Müjdeleyici ve Korkutucu) olduğu, vazifesinin sadece kendisine vahy edilene çağırmak oldğu , kimse üzerine vekil kılınmadığı , kimseye zorlama yapamayacağı şeklindeki beyanlar bizlere bu konuda son noktayı nasıl koymak gerektiğini bildirmektedir. Abese suresi ilk ayetleri bu konuda bizlere güzel bir örnektir. 

Müslümanların her zaman kendi içlerindeki sorunları çözme metodları inandıklarını ddia ettikleri kitabın içinde olup , bazılarımızın bu Kitabı savunmak için, Kitap içindeki ayetleri göz ardı ederek diğerimizi tekfir ederek onu dışlama yoluna gitmiş olmaları doğru bir tutum değildir. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , bu Dinin sahibi biz değil Allah (c.c) dir. Kimseye "İllaki biz gibi düşünceksin" şeklinde bir dayatma yapmaya asla hakkımız yoktur. Bizler ancak doğru bildiğimizi karşımıdakine anlatmakla yükümlüyüz ve gerisi o kişinin insiyatifine kalmıştır. 

Şu hiç bir zaman unutulmamalıdır ki , söylemlerimizde "en doğru ve hak benim dediklerim" şeklinde sözleri kullanmaktan kaçınmak gerekmektedir . Din hakkında söylediklerimiz bizlerin anladığı Din olup , ayetlerden verdiğimiz delil o ayetlerden çıkardığımız yorumlardır hata payı asla unutulmamalıdır. 

"Allah böyle diyor ben demiyorum" şeklindeki sözlerle ayetlerden delil getirmek doğru bir  metod değildir , şunu asla unutmayalım ki ayetlerden getirdiğimiz yorum bizim çıkarımlarımız olup söyleyebileceğimiz en doğru söz , "Benim bundan anladığım bu dur" şeklinde olmalıdır.

Sonuç olarak; Müslümanların kendi aralarındaki düşünsel sorunları çözmek için uymaları gereken kurallar yine Kur'an içindeki ayetlerde beyan edilmiştir. Bu ayetler bizleri değil Kafir veya Müşriklere dir demeden ayetlerin bize dönük mesajlarını okuyarak hayata pratize etmek zorunluluğumuz vardır. Karşımızdaki kişiye önce empati ile yaklaşarak , ona "Sapık" damgası ile yaklaşacak olursak aynı damgayı kendimizin de yemesi kaçınılmazdır. Yanlış olduğu düşünülen fikirler "HÜDEN ve MÜNİR" (Yol gösterici ve aydınlatıcı) olarak bilinen ortak bir kitap etrafında yapıldığı takdirde , amaç gerçeklerin ortaya çıkması ise bu amacın gerçekleşeceği muhakkak tır , amaç spor müsabakası şeklinde yapılırsa bu tür tartışmalar hakkı ortaya çıkarmak yerine nefsi tatmin aracı olmaktan öteye gitmeyecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

20 Kasım 2014 Perşembe

Araf s. 172-173. Ayetleri Hakkında Bir Düşünce Çalışması

İnsanların bir kısmının Müslüman ebeveynden veya Müslümanların yaşadıkları topraklarda doğmaması nedeni ile Müslüman olamamaları, dolayısı ile Cehennem azabı ile karşılık görmek durumunda kalmaları, özellikle ateist kesim tarafından itirazlara sebep olmaktadır. "Onların ne kabahati var da Müslüman bir ebeveynden veya Müslüman bir toplumda doğmadılar?" şeklindeki itirazî sözleri, birçoğumuz tarafından işitilmekte ve kafa karışıklıklığına sebebiyet vermektedir.

Kur’an’ın birçok ayetinde beyan edildiği üzere; “hesap günü kimseye zulum edilmeyeceği" düsturundan yola çıkarak, hesab günü bu durumda olan insanların durumlarının ne olacağı konusunu A’RÂF 172-173 ayetlerindeki beyandan öğrenmek mümkündür.

[007.172-3] Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.

Ayete baktığımız zaman; kıyamet günü Ademoğullarının tamamının sorguya çekileceği görülmektedir. Bu durum geleneksel düşünce içinde tartışılan "Fetret Ehli’nin durumu” meselesine, yani Elçi ve Kitap çağrısı hiç işitmemiş olanların durumu hakkında da bilgi vermektedir. Kitaplarda "Fetret Ehli’nin" hesap gününde;

1- hesaba çekilecekleri,
2- hesaba çekilmeden yok edilecekleri

gibi farklı düşünceler ileri sürülüp tartışılmıştır. Ayetin beyanına göre; hesaba çekilecekleri görülmektedir. Ancak şurası muhakkaktır ki adalet gereği, dünya hayatında onlara imtihana çekilecekleri bir kitap verilmemiş olmasından dolayı, Kitap içindeki bir takım emirleri (namaz, oruç, hac vb.) uygulayıp uygulamadıklarından hesaba çekileceklerini söylemek güçtür.

Ayete baktığımız zaman; görsel bir anlatım tarzı şeklinde olması, bazı yanlış düşünceleri de beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; insanı “ruh-beden" şeklinde ikiye ayıran geleneksel düşünce, bu düşünce doğrultusunda önce ruhların yaratıldığını iddia etmektedir. Dolayısıyla da bu sözün ruhlar aleminde(!) alındığını dile getirmektedir. Kur’an’da “ruh-beden" şeklindeki bir ayrıma dair herhangi bir delil olmaması, bu düşüncenin doğru olamayacağını göstermektedir.

Bu bağlamda “fıtrat" kelimesinin anlaşılması ve bu kelime doğrultusunda yapılacak bir anlama çalışması; (hâşâ) Allah(c.c)’nin adil olmadığı konusundaki düşüncelerin değerlendirmesini yapmamızı sağlayacaktır.

"Fıtrat" kelimesini kısaca "varlıkların yapısını oluşturan kanunlar bütünü" olarak tarif edebiliriz. Bu kelimeyi insan ile ilgili olarak kullandığımız zaman RÛM 30 ayeti karşımıza çıkmaktadır.

[030.030] O halde yüzünü bir hanif olarak dine tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah'ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sabit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

RÛM 30 ayeti; İNSANLARIN, ÇOĞU BİLMEDİĞİ için (hâşâ) Allah’a karşı yalan ve iftira attığı bir gerçeği dile getirmektedir. Bu gerçek; İNSANLARIN eşit olarak aynı fıtrat üzere yaratmış olması gerçeğidir. Bu fıtrata göre; Mekke’nin göbeğinde doğan birisi ile Avustralya’nın balta girmemiş ormanlarında doğan bir Aborjin yerlisi aynı derecede eşit bir yaratılışa sahiptir.

İbrahim(a.s)'ın EN'AM Suresi içinde anlatılan kıssası bu duruma işaret etmekte olup, fıtratı çalıştırmanın bir örneğini göstermektedir. Yıldızlara, aya ve güneşe bakıp "bunlar Rabbim" deyip, onların kalıcı olmadığı üzerinden böyle bir yüceltmeye layık olamayacakları, asıl olanın bunları bir yaratanın olduğunun düşünülmesini öğütlemektedir.

Yine bu bağlamda bütün insanlardaki ortak duyu organları fıtratın çalışmasını sağlayan unsurlar olup bu durum Kur’an'da şöyle ifade edilmektedir;
[016.078] Allah sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar (SEMİ), gözler (BASAR) ve gönüller (FUAD) verdi. Ta ki şükredesiniz.

[023.078] O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz.

[032.009] Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?

[067.023] De ki: «Sizi inşa edip-yaratan, size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz?»

[046.026] Onlara size vermediğimiz servet ve kuvvet vermiştik, onlara kulaklar, gözler ve gönüller yaratmıştık. Fakat ne kulakları ne gözleri ne de gönülleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Zira düşünüp ibret almıyorlardı, tersine bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Ve alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi. 

SEMİ (işitme) - BASAR (görme) - FUAD (gönül veya vicdan) üçlüsü yaratılan tüm insanlara bahşedilmiş olup, bu duyular sayesinde kendilerini yaratan üstün bir gücün var olduğunu ve bu üstün gücün astında olarak ibadet edilen varlıkların böyle bir yetkisi olmadıklarını fıtraten bilmesi için gerekli alt yapı donanımına haiz olarak yaratılmıştır. A'RÂF 172-173 ayetleri işte bu duruma işaret eder.

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna olumlu cevap vererek “evet" diyen bizler, dünyanın her neresinde doğmuş olursak olalım, yaratılış genlerimizde bizi yaratan bir Rabbin var olduğunu mutlaka biliriz. Kıyamet Günü istisnasız, mükellefiyet gerektirmeyecek durumlarda olarak doğanlar hariç, herkes huzur-u ilahîde hesaba çıkacaktır.

Burada Kıyamet Günü kendilerine Kitap ve Elçi bilgisi ulaşmış insanların hesabı ile ulaşmamış insanların hesabı aynı olmayacağı gerçeğinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Allah (c.c) insanlara Elçileri vasıtası ile Kitap göndererek, onlara uymaları gereken bir takım emirlerini bildirmiştir. Kitap ve Elçi çağrısı ile muhatap olanlar, Kıyamet Günü’nde bu Elçilerin ve Kitapların çağrılarına uyup uymadıkları noktasında karşılık göreceklerdir.

Ancak yaşadığı zaman zarfı içerisinde Elçi ve Kitap çağrısı duymayan birisinin, Kıyamet Günü doğal olarak kendisine bilgi verilmeyen konulardan sorguya çekilmeyeceği de adalet gereğidir. Bu kategoriye dahil olanlar namaz, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmamış olsalar, domuz eti gibi haram olan etleri yemiş olsalar dahi, bunların farziyeti veya haramlılığı konusunda kendilerine bilgi ulaşmadığı için sorumlu sayılmayacaklardır.

Kendisine Elçi ve Kitap bilgisi ulaşmayan herhangi bir kişi, fıtratını işleterek kendisini ve gördüklerini bir yaratanın olduğu, mensup olduğu topluluk şayet taştan tahtadan putlara tapıyor ise ve o kişi bu putların herhangi bir tapınma yetkisi olmadığı şuuru içinde böyle bir tapınmaya layık olan daha üst bir varlığın olduğunu düşünerek o topluluğun putlarını red etse, bu kişinin Kıyamet Günü alacağı karşılık Cennet olacaktır. Velev ki ömründe abdest alıp namaz kılmamış, oruç tutmamış vb. yükümlülüklerini yerine getirmemiş olsa bile.

Özellikle ateist kesimin kurcaladığı bu konu; onların RÛM 30 ayetindeki beyan doğrultusunda bilmediklerinin bir kanıtı olup, Allah’a yalan ve iftiralar ile (hâşâ) O’nun adaletsiz ve zalim olduğunu düşünmelerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda ateistlerin Çin, Hindistan veya dünyanın Müslümanların olmadığı bir bölgesinde doğanların şanssız olduğu, Müslüman bir beldede doğanların şanslı olduğu, dolayısı ile bunların eşit olmadığı şeklindeki savları; onların cehaletlerinin bariz bir dışa vurumudur. Ne Müslüman olan bir ebeveynden doğmak şans, ne de Müslüman olmayan bir ebeveynden doğmak şanssızlık değildir. Dünyaya gelen herkes, içinde bulunduğu şartlar çerçevesinde sürdürdüğü hayatından kendisi sorumlu olacaktır.

Kıyamet Günü hiçkimsenin, kendi ebeveyninin yapmış olduğuna tâbi olduğunu iddia ederek sorumluluktan kurtulamayacağı A’RÂF Suresi ayetleri içinde önemli bir husustur. Kimsenin bahane üreterek işin içinden sıyrılabilme şansı olmadığı gibi Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmediği takdirde cezası, diğer Rab bilmeyenlerle aynı adrestir. Bunun tersi olarak Müslüman bir toplum ve ebeveyn dışında doğmuş olsa bile Allah’ı Rab olarak bilmiş ise; onun yeri Allah’ı Rab bilen diğer kişilerle aynı adres olacaktır.

Sonuç olarak; A'RÂF 172-173 ayetleri, görsel bir anlatım metodu ile Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu bütün insanların fıtratına, kendisini Rab olarak bilmelerini sağlayacak olan, diğer ayetlerde SEMİ-BASAR-FUAD olarak bildirilen duyu organlarını verdiğini göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın her neresinde doğarsa doğsun insanların hepsi eşit olarak yaratılmış olup, hesap gününde kendilerine ulaşan bilginin muhteviyatından sorumlu olacaklardır.

Bu yazıyı yazma sebebimiz sadece ateist kesimin bu tür sorularını cevaplamak değildir. Kur’an’a inanmayan birisine, inanmadığı bir şeyden delil sunmak yapılacak en büyük hatadır. Yazıyı yazmaktaki amacımız; önce ayetin mesajını anlamak, sonra da Müslümanların bir kısmında baş gösteren bu tür kafa karışıklığının ne kadar yersiz olduğunu hatırlatmak amaçlıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Kasım 2014 Perşembe

Mü'min s. 23-53. Ayetleri Firavun Sarayındaki Bir Muvahhid



Kur'an kıssaları bizden öncekilerin başlarından geçen olayları aktararak ibret almamızı amaçlayan anlatımlardır. Musa(a.s) kıssası; Kur’an'da hacim itibarı ile en fazla yer kaplayan kıssalardan olup, mesaj değeri açısından ibretli anlatımları içinde barındırmaktadır.

MÜ'MİN 23-53 arası ayetleri; Musa(a.s) kıssasının anlatıldığı ayetlerden olup, bu kıssa içinde öne çıkan bir kişi vardır ki “en büyük cihadın zalim sultana karşı söylenen hak söz" olduğunu pratiğe geçiren bir kişidir. Kur'an kıssaları; özellikle tevhidî duruşun geçmiş örneklerini sergilemesi açısından önemli bilgiler deposu olup, bu bilgiler ve örneklikler ışığında bizlerin yürümesi gerekmektedir.

Parmak, ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmayı adet edinmiş olan biz Müslümanlar, ortada duran örnekliği ıskalayarak kıssa içindeki 46. ayete takılıyoruz. Kur'an içinde olmayan bir düşüncenin, Kur’an'a onaylatılması çabası içine düşerek, "kabir azabı" düşüncesini red eden onca ayete rağmen, sadece bu ayeti cımbızlayarak bu konuya delil getirme çabasına düşüyoruz. Konumuz kabir azabı olmadığı için sadece kısa bir hatırlatma olarak esas konumuza geçmek istiyoruz. Ayetlerin meali şu şekildedir;

[040.023] Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.

[040.024] Firavun'a, Haman'a ve Karün'a; onlar dediler ki: «Bu bir sihirbaz, bir yalancı.»

[040.025] İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.

[040.026] Firavun demişti ki: Bırakın beni de Musa'yı öldüreyim. O ise Rabbına yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum.

[040.027] Musa dedi ki: «Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.»

[040.028] Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki: «Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Buna rağmen o eğer bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru söyleyen ise, (o zaman da) size va'dettiklerinin bir bölümü size isabet eder. Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyeni hidayete erdirmez.»

[040.029] «Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da başkasına yöneltmiyorum.»

[040.030] O iman etmiş olan kişi: «Ey kavmim, doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (eski topluluklar)ın günleri gibi bir günden korkuyorum.

[040.031] «Nuh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.»

[040.032] Ey kavmim; doğrusu ben, sizin için o feryad gününden endişe ediyorum.

[040.033] «Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.»

[040.034] «Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki: «Allah, ondan sonra kesin olarak bir resul göndermez.» İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.»

[040.035] Onlar ki, kendilerine gelmiş hiçbir bürhan olmaksızın Allah'ın âyetlerinde mücadelede bulunurlar. Allah indinde ve imân edenlerin indinde büyük bir gazap (vesilesi) olmuştur. İşte Allah, her mütekebbir, cebbâr olanın kalbini öyle mühürler.

[040.036] Ve Fir'avun dedi ki: «Ey Haman! Benim için bir yüksek köşk yap. Belki, ben yollara ulaşırım.»

[040.037] «Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.

[040.038] İman eden (adam) dedi ki: «Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola iletip-yönelteyim.»

[040.039] Ey kavmım! Bu Dünya hayatı ancak (bir meta') bir kazançtan ıbarettir, Âhıret ise (Dârülkarar) durulacak yurddur

[040.040] «Kim bir kötülük işlerse, sadece o kadar cezalandırılır. Ama, mümin olarak, ister erkek ister kadın, kim makbul ve güzel bir iş yaparsa, işte onlar cennete girer ve orada hesapsız nimetlere nail olurlar.»

[040.041] «Ey Kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni ateşe çağırmaktasınız.»

[040.042] «Çünkü benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir bilgim olmayan şeyleri, Kendisine şerik yapmamı teklif ediyorsunuz. Ben ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o azîz ve gaffâr’ın yoluna dâvet ediyorum.»

[040.043] Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir.

[040.044] «Size söylediğim şu sözleri yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi Allah’a bırakıyorum. Çünkü Allah kullarını pek iyi görmektedir.»

[040.045] Onun için Allah, onu onların kurdukları tuzağın fenalıklarından korudu ve Firavun'un ailesini o kötü azap kuşattı.

[040.046] Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı gün de: «Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba!» (denilir).

[040.047] Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş (teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden uzaklaştırabilir misiniz?»

[040.048] Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık) .»

[040.049] Ateşte olanlar bu sefer, cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize bizim için yalvarın. Bir gün olsun, azabımızı hafifletsin!» derler.

[040.050] (Bekçiler:) «Size kendi resulleriniz apaçık belgelerle gelmez miydi?» dediler. Onlar: «Evet» dediler. (Bekçiler:) «Şu halde siz dua edin» dediler. Oysa kâfirlerin duası, çıkmazda olmaktan başkası değildir.

[040.051] Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.

[040.052] O gün zalimlere mazeretleri fayda sağlamaz. Onlara sadece lânet vardır! Onlara sadece kötü bir yurt vardır!

[040.053] Andolsun biz Musa'ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras bıraktık.

Ayetleri bütünlük içinde okuduğumuzda; dünya hayatını şirk ve müstekbirlikle geçirmiş olanların ahiret hayatındaki durumları anlatılmakta olup, "ayağınızı denk alın" mesajı verilmektedir. Ayetlerin teker teker üzerinde durmaktan çok, anlatılan kıssa içindeki şahsın örnekliği üzerinde durarak bizlere düşen hisseyi anlamaya çalışacağız.

Firavun - Haman - Karun-Bel'am  sembol isimler olarak her devirde yaşayan ve yaşayacak olan, vahiy karşıtlarının en tepede olanları ve halkı yönlendirenleridir. Firavunlar; emri altında yaşayanlara kendi ilah ve Rablıklarını empoze ederek, Allah’tan rol çalmaya soyunmaktadırlar. Hamanlar ise; bu Firavunların en büyük yardımcıları olup, onlara yol gösterenlerdir. Karunlar ise bunların para kaynaklarıdır. Bu şeytan üçgeni; her zaman dilimi içinde yaşayan ve yaşayacak olan tipler olup, emri altındakileri Allah yolundan çevirip kendilerine kul etmek için çabalamaktadırlar.

25. ayetteki soykırım; ikinci bir soykırım başlangıcı olup, ilki Musa(a.s) doğmadan önce başlamış ve annesinin onu öldürülmekten kurtarmak için nehre bırakması ve sarayda büyütülmesi ile devam eden bir süreçti. İkinci soykırım; sihirbazların imanı sonrası yenilen Firavun’un, bu yenilgiyi örtmek amacı ile başlattığı bir intikam soykırımı olması, bizce daha makul görünmektedir.

Bu olaylar akabinde o zamana kadar Mü'min olduğunu saklayan Firavun ailesinden olan birisi ortaya çıkar ve bu zulme karşı başkaldırır. Bu ayetlerde öne çıkması gereken şeyin; bu kişi ve onun mücadele örnekliği olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Firavun; konum itibarı ile kendisini ilah ve rab ilan ederek, elinin altındakiler üzerinde büyük bir baskı ve zulüm hegemonyası kurmuş bir vaziyette idi. Bu durum altında, hem de onun ailesinden olan birisinin böyle bir kıyama kalkmasının önemli bir mesajı vardır. Firavun’un bu baskısı YUNUS 83 ayetinde şu şekilde dile getirilmektedir.

[010.083] Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.

Kıssada bahsedilen kişinin "Firavun ailesinden" şeklinde bahsedilmesi; onun sıradan bir insan olmadığını göstermektedir. İnsanların dünya hayatına olan rağbetleri, hele bu insan servet ve ihtişam içinde bir hayat sürdürüyor ise, ahireti umursamayacak bir duruma götürür.

Böyle müreffeh bir hayat süren insanların; bu hayatlarını bırakarak bunun tersi bir durumda hayat sürmeleri, nefslerin kaldırabileceği bir durum değildir. Firavun'un sihirbazlarının, onun kendilerine vaat ettiği dünyalıkları red ederek ölümü seçmeleri; imanını saklayan kişiye de örnek olduğunu düşünmekteyiz. Bu yiğit adamın ortaya çıkışı, sihirbazların mağlup olarak iman etmeleri ve sonucunda öldürülmelerine varan olayların sonrası olması bu tezimizi güçlendirmektedir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

[009.024] De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Bu yiğit Muvahhit'in örnekliği okunmalı ve hayata yansıtılmalıdır. İnsanların kendilerinden mal, servet ve güç bakımından daha üstün olan birisine tâbi olmaları şeklindeki yönelimleri bir realitedir. Allah(c.c) bu yönelimin kendisine olması gerektiğini çünkü yeryüzünde kendisinin malını, servetini, gücünü geçebilecek veya kırabilecek hiç bir gücün olmadığını bizlere bildirmektedir.

Kendilerine yeryüzünde emanet olarak verilen mal, güç ve serveti bunları verenin emri doğrultusunda değil, bunları vereni unutarak, kendisinin kazandığını zannederek ilahlığa ve Rablığa soyunanlar her devirde var olmuştur ve olacaktır. Firavun bu vasıflara uygun bir yönetici tipi olarak bizlere anlatılmaktadır.

Firavunlar; çevresinde olan insanları, kendi iktidarlarını sağlama almak için kullanmakta ve onlara nefslerin hoşlandığı şeyler olan geçici dünya metaından faydalandırarak yanlarına almaktadır. Bu şekil hayat tarzı ile yaşayan insanlar, Firavunların sağladıkları geçici mal ve servetten ayrılmak asla istemezler ve bu hayatlarının devamı için Firavunlara yaltaklanmayı sürdürürler.

Allah(c.c); Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’ı Firavun’a göndererek bu zulme son vermesini istemiş, Firavun ise bu çağrıyı red ederek ilah ve Rablığın kendisine ait olduğunu ileri sürmüştür. İşte böyle bir ortam içinde hayat süren bir kişi, kalkıyor ve Firavun’un ilahlığını ve Rablığını red eden bir konuşmayı onun yüzüne karşı yaparak içinde bulunduğu imkanları tepmeye cesaret edebiliyor. Bu yiğit Muvahhit, maalesef Kur'an sayfaları içinde görülmeyen bir kişi olarak her gün defalarca okunup geçilmektedir.

Bugün bu yiğit Muvahhit'in örnekliği Kur'an sayfalarının içinden çıkarılarak nasıl hayata geçirilebilir?
Günümüzdeki Firavunvâri yönetimler; iktidarlarını sağlama almak için kendilerine müdahene eden, yani yağcılık eden bir tabaka oluşturmak zorundadırlar. Bunu da içinde bulundukları yönetim nimetlerinden o insanları faydalandırarak, vazgeçilmesi zor bir servet, güç ve ihtişama boğarak, göbeklerinden kendilerine bağlayarak yapmaktadırlar.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüz zaman; bugünkü iktidarın, ayakta kalmak için bir kısım Müslümanlar ile karşılıklı müdahene, yani tavizkâr bir tutum içine girdiğini ve bir kısım "Din Âlimi" etiketi taşıyan insanlara, bir takım tavizler vererek ve onları göbeklerinden bağlayarak, iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gittiği görülmektedir.

Burada Firavun’un sihirbazları ile Firavun ailesinden olan insanın örnekliğinin devreye girmesi gerekmektedir. Bu yiğitler ölümü göze alarak Firavun’un kendilerine sunduğu dünyalıkları red edip, onun ilah ve rab olmadığını, gerçek İlah ve Rabb’ın alemleri yaratan olduğunu haykırmışlardır.

Bugün Türkiye’de "Din Âlimi" veya "Kanaat Önderi" pozisyonunda olarak insanların fikirlerini etkileyen insanların, dini kullanarak iktidara karşı yamulmaları acı bir tablodur. İktidar nimetlerinden faydalanma karşılığında, onların iktidar lehine olan "söylem"leri veya "söylememe”leri, onlara vebal olarak yeter.

Daha acı olan taraf şudur ki; bugün bu yiğit muvahhidin yapmış olduğu kıyam, suistimale uğratılmaya çalışılarak içinde bulunduğumuz tağûdî sistem içinde görev almak ile o yiğit Muvahhit arasında bir benzerlik kurulmaya ve sistem bir şekilde meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Firavun ailesinden olan o yiğit Muvahhit’in belli bir zaman kendini saklaması ile bugün siyasi mücadele içinde olan muhafazakar partiler, kendileri ile o yiğit arasında bir benzerlik kurarak yaptıklarına meşruiyet arama gayretindedirler.

Bu düşüncede olup da ayetlere takla attıran muhafazakarlara sözümüz şudur; hadi Kitap’ı doğru düzgün okumuyor, içindeki örneklikleri kaale almıyorsunuz, hiç olmazsa ayetlere takla attırarak yamultmayın ve bu Kitap'ı kendi hatalarınızı meşru gösteren bir noter kitabı haline getirmeyin.

Müslüman olarak sadece Allah’a teslim olmak demenin ne demek olduğunu veya ne demek olması gerektiğini avamdan daha iyi bilen bu âlimler, avama sadece Allah'a kul olmaları gerektiğini anlatacakları yerde; iktidara kul olmalarını anlatmaları en hafif deyimle yakışık alan bir durum değildir.

Vakıf ve derneklerinde "Kur'an tefsiri" çalışmalarına önayak olan bu alimlerin, özellikle zulme karşı tevhidî duruş sergileyen yiğit Muvahhitlerin kıssalarını hiç kimseden korkmadan, çekinmeden, başımız derde girer korkusu olmadan anlatmaları, özellikle de kıssayı yaşamaları gerekirken; bunun tersini anlatmaları akıl alacak bir şey değildir.

Geleneksel din inancı içinde olanlardan böyle bir şey beklemek bile abesle iştigal olduğu için, o kesim âlimlerine en ufak bir serzenişte bile bulunmuyoruz. Serzenişimiz; Kur’an'ın Türkiye’de gündem olmasına vesile olup da bir şekilde iktidardan yana tavır almak zorunda kalan, dünün tevhidî söylem alimlerinedir.

Geleneksel din inancı içinde olanlar koskoca kıssada verilmek istenen mesajın peşine düşmek şöyle dursun, Kur’an’da olmayan bir inancı Kur’an’a onaylatmak için sadece 46. ayeti görüp "bak işte burada kabir azabından bahsediliyor" diyerek trajikomik bir okuma sergilemişlerdir.

Sonuç olarak; Kur’an’ın en temel çağrısı olan "sadece ve sadece Allah(c.c)'nin İlah ve Rabb olarak bilinmesi ve ona uygun bir hayat sürülmesi" tarihin her devrinde ortaya çıkan sahte ilah ve rablar tarafından sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Firavun bu bağlamda prototip bir yönetici olup evrensel bir karakterdir. Bu Firavunlara karşılık her devirde hakkı haykıran, zalim sultana karşı çıkan yiğitler de var olmuş ve olacaklardır.

MÜ'MİN 23-53 ayetleri arasında okuduğumuz kıssa içinde yiğit Muvahhit maalesef Kur’an sayfaları arasında gömülü kalmış ve onun bu yiğitlik örnekliği sadece sevap almak için okunan bir pasaj haline düşürülmüştür. Bizlere düşen; bu tür örneklikleri okumak, ibret ve örnek vesikaları olarak hayata aktarmak olmalıdır. Kur'an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumak yerine, bize dönük ibretli mesajlar şeklinde okuduğumuz zaman; Kitap’ın içinde capcanlı duran bu tevhid eri bugün yaşayacak, mevcut iktidara müdahene edenlere karşı sıcak bir tavır takınmayıp ve kendisi hakkı ne pahasına olursa olsun haykıracaktı.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR.

22 Ekim 2014 Çarşamba

AHZAB 28-34 Ayetleri ile İlgili Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma


AHZAB 28-34 ayetleri arasında Muhammed(a.s)'ın eşlerine olan hitabı görmekteyiz. Bu ayetler nuzül itibarı ile o eşler hayatta iken nazil olmuş fakat bugün ne Elçi ne de Eşleri hayattadır. Bu bağlamda şöyle bir soru akla gelmektedir; "günümüzde bu ayetlerin herhangi bir geçerliliği varmıdır? Tarihsel bir düşünce ile bu ayetleri o gün için geçerli sayıp bu güne bir mesajı olmadığını mı söyleyeceğiz? Eğer varsa, bu ayetlerin mesajını nasıl okuyabiliriz?”. Bu ayetler evet o gün yaşayan insanlara hitap etmektedir ancak "hükmün özel olması, genel olmasına mani değildir" prensibince o kişilere yapılan hitapları günümüzde de geçerli mesajlar olarak okumak mümkündür. Bu yazımızın konusu; bu ayetlerin günümüze dair olması muhtemel mesajları üzerinde olacaktır.

[033.028] Ey Nebi, eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya hayatını ve zinetini istiyorsanız, haydi geliniz sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim.

[033.029] «Eğer Allah'ı, Resulunu, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır.»

[033.030] Ey Nebinin kadınları! Sizlerden biri açık bir hayasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır.

[033.031] Sizden kim, Allah'a ve Resûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükâfatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) bol rızık hazırlamışızdır.

[033.032] Ey Nebinin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin.

[033.033] Evlerinizde vakarla oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp- saçılması gibi açılıp- saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Resulune itaat edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.

[033.034] Ve hanelerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetten tilâvet olunanları hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah latîf, habîr bulunmaktadır.

Ayetlerin tarihsel bağlamı Nebi(a.s)'ın eşlerine hitab etmekte olup, onların dünya veya Ahiret hayatını tercih etmeleri neticesinde ellerine geçecek olanları anlatmaktadır (28-29. ayetler).

Nebi(a.s); Allah(c.c) tarafından kendisine yüklenen bir görev sahibi olup, beşer cinsinden olması nedeniyle eşleri ve çocukları vardır. Ayetleri tarihsel bağlamından alıp evrensel bağlamda okuyabilmek için; Nebi(a.s)’ın yüklenmiş olduğu görevi bu güne taşıyarak, o görevi yüklenen insanların ve onların ailelerinin o görev ile ilgili olarak nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğini öğreten ayetler olarak okumak mümkündür. Bu gün kendisine Nebi veya Resul diyebileceğimiz herhangi bir insan yoktur ve olmayacağına göre bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir?

Kendisine “ben Müslümanlardanım" diyen herhangi bir kişi bu söylemini; sadece söz ile değil, fiil ile de göstermek zorundadır. Müslüman olmak demek; o kişiye Allah(c.c)'ın yüklemiş olduğu bir takım sorumlulukları yerine getirmek mecburiyetinde bırakmaktadır.
İnsan olmamız nedeniyle beşeri ihtiyaçlarımız olan eşler ve çocukların dünya hayatının süsü olduğu konusu ile ilgili olarak bir çok ayet mevcut olup; Ahiret günü dünyada sahip olduğumuz eşler, çocuklar, mal ve servetin bizlere herhangi bir faydası olmayacağını da bir çok ayet haber vermektedir. 

Kişi yaşadığı hayat içinde Müslüman olmanın yükümlülüklerini yerine getirme noktasında bir takım engeller ile karşılaşabilir. Bu engeller belki en sevdikleri olan aile bireyleri tarafından gelebilir. İşte burada kişi bir yeri tercih etmek durumunda kalabilir. Nebi(a.s), bizler gibi bir beşer olduğu için eşleri tarafından bir takım sıkıntılara sokulmak gibi bir duruma düşürebilirdi, düşürülmüştür de. Bu durumu TAHRİM Suresi ayetlerinde görmekteyiz.

Birçok ayetinde, bizlerin tercih etme noktasında kaldığımız zaman, tercihimize göre karşılık alacağımızı bildiren Rabbimiz, Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında bizlere de tercihimize göre alacağımız karşılığı bildirmiştir. 

Eğer Nebi(a.s)’ın eşleri dünyayı tercih etmeyi seçerlerse, Nebi(a.s) tarafından onlara verilecek dünyalıkları alıp gidecekler ama bu sefer Ahiret’ten nasipleri olmayacak. Eğer Ahiret’i seçecek olurlarsa; büyük bir ihtimal dünya hayatının bir çok nimetinden mahrum kalacaklar ama bu özverinin karşılığını Ahiret’te kat kat alacaklardır.

[009.024] De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Allah - Resul’u ve O’nun yolunda cihad; bu üç şey bizlere yukardaki ayetlerde sayılan şeylerin hiçbirinden daha sevimli gelmemelidir.

[020.132] Ailene salatı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ iledir.

[019.055] Ailesine salat ve zekat emrederdi ve Rabbi katında hoşnutluğa ermişti.

[026.214] Ve en yakınların olan aşiretini korkut.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri eğitim konusunda önceliğin neresi olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Aile içindeki bireylerin aynı inancı paylaşmış olması, aile içinde birlik beraberlik ve sevgiyi artıracak olup, kişilerin aile dışındaki tebliğ faaliyetlerinde gereken özveriyi göstermelerini sağlayacaktır. Bunun tersi bir durum; huzursuzluk kaynağı olacak, aile bireylerinin herhangi birisi tarafından sekteye uğratılmaya çalışılacaktır. Böyle bir durum ise kişiyi tercih noktasında bırakarak, dünya ve Ahiret’i seçmesini gerektirecek bir seçim yapmasını gerektirecektir.

AHZAB 28-29 ayetleri, bu seçimi Nebi(a.s)’ın ailesi üzerinden örnekleyerek tüm Müslümanlara göstermiş; Nebi(a.s)’ın böyle bir seçim yapmak zorunda kaldığında onları değil Allah’ı seçeceğini, onların da bu seçimi yaptığı takdirde alacakları karşılığı bildirmiştir. Müslümanlar arasında öne çıkmış, elini diğerlerine göre taşın altına daha fazla sokmuş olan kişilerin yakınları, özellikle ailesi, diğerlerine göre daha fazla özveride bulunmak durumundadır. İşte böyle bir konumda olan insanın (kadın veya erkek farkı gözetmeden) ailesi ecir bakımından daha fazla ecir alacağı gibi, ayak bağı olmak noktasında azap bakımından diğerlerine göre daha fazla azaba hak kazanacaktır. AHZAB 30-31 ayetleri, bu duruma işaret etmektedir.

Ayetlerin tarihsel bağlamı ile ilgili olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz bir noktaya kısaca temas etmek istiyoruz. Nebi(a.s)’ın eşlerinin TAHRİM 30 ayeti içinde "bifahişetin mübeyyinetin" (açık bir hayasızlık) şeklinde geçen kelime ile ilgili olarak yapılan bazı yorumlarda; Nebi(a.s)’ın eşlerinin, had cezasını gerektiren bir suç işledikleri takdirde (mesela zina gibi), bu cezanın onlara iki kat olarak, yani iki yüz celde olarak vurulması şeklinde olacağının anlaşılması gerektiğini düşünenlere rastlamaktayız.

Bu şekil bir yoruma sebep; zina cezasının klasik İslam hukukunda evli-bekar ayrımı yapılarak, evli olanın taşlanarak öldürülmesi şeklinde olan düşüncenin yanlışlığına vurgu yapmak içindir. Biz de tabi ki Kur’an’da evli-bekar şeklinde bir ayrımın yapıldığını söylemiyoruz, ancak bunu delillendirmek için AHZAB 30 ayetini delil getirmenin yanlış olduğunu söylemekteyiz. AHZAB 31 ayetine baktığımız zaman, itaat edenin mükafatının nerede verileceği (yani Ahirette verileceği) belli olup, isyan edenin cezası da Ahiret’te verilecektir şeklinde bir anlayış bizde daha doğru gözükmektedir.

AHZAB 30-31 ayetlerinin evrensel mesajına gelecek olursak şunları söylemek mümkündür; kadın veya erkek olsun, Müslümanlara önderlik yapma konumunda olan bir kişinin aile bireyi, diğer insanlara göre daha fazla özveride bulunmak durumundadır. Yapmaktan kaçınacağı bir özveri veya yaptığı bir özverinin karşılığı, diğer insanlara göre daha katlamalı olarak Ahiret’te kendisine ödenecek olup, bu konumda olanların yakınları bu noktaya dikkat etmek zorundadırlar.

AHZAB 32 ayeti; tarihsel bağlamda Nebi(a.s)’ın eşlerinin, diğer erkekler ile olması gereken münasebetlerini düzenlemektedir. Bu ayetin bize dönük mesajının nasıl olabileceği sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz. Kadın ve erkeğin yaratılış itibarı ile birbirlerine ilgi duymakta olduğu gerçeğinden yola çıkarak, sadece belli bir konuma sahip olanların eşleri değil bütün kadın ve erkeklerin karşı cins ile olan münasebetleri bir kurala bağlanmıştır.

Belirli bir konumda olan insanların ve onların yakınlarının, diğer insanlara göre daha göz önünde olmaları, bazı insanların hasedine sebeb olabilir. Olayı Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, onların imamı derecesinde olan insanların, münafık kesim tarafından çeşitli iftiralar ile karalanarak gözden düşürülmeye çalışılması, yaşanmış ve yaşanacak bir durumdur.

Toplumun en hassas olduğu konu olan kadın ve erkek arasındaki uygunsuz bir durumu, toplumun affetmesi çok zordur. Bunu bilen münafık kesim, fitne ateşini buradan körüklemek için kadın veya erkeğin karşı cinse karşı hatalı bir davranışını ortaya koyarak, araya fitne sokmak isteyebilir. Bunun en açık örneğini; NUR Suresi ayetlerinde, Aişe validemize karşı olan iftirada görebiliriz (Aişe validemizin hatalı olduğunu söylemek istemiyoruz). Bu sebepten ötürü, özellikle göz önünde olan insanların bu tür hatalar yapmaktan kaçınmaları ve bu tür hataya düşmelerine veya fitneye sebep olacak şeyler yapmamaya dikkat etmeleri gerekmektedir.

AHZAB 33 ayeti; kadınların evden çıkmamalarına dair herhangi bir emir olmayıp, evlerinde nasıl davranmaları gerektiğini beyan etmektedir. AHZAB 59 ayeti, Nebi(a.s)’ın ve diğer Mü'minlerin eşlerinin, kızlarının ve kadınlarının dışarıya çıkarken, evdeki kıyafetlerine ek olarak dış kıyafetlerini almalarını emretmesi, kadınların sosyal hayat içinde yer almış olmalarını göstermektedir.

Bu ayet; ayetleri ön kabullu ve tahrifkar okumanın şampiyonu sayabileceğimiz Şia’nın istismar ettiği ayetlerden bir tanesidir. “Ehl-i beyt" kültürü altında oluşturdukları inanca, adına "Tathir ayeti" dedikleri bu ayet içinde geçen müzekker zamirlerini delil göstererek, Nebi(a.s)’ın ev halkına Ali, Hasan ve Hüseyin’in de dahil olduğunu iddia etmelerine rağmen, kadınlardan sadece kızı Fatımay’ı ehl-i beyt’e dahil ederek, diğer kadınların hiçbirini dahil etmemeleri çelişkisini burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.

AHZAB 34 ayeti ise; bir önceki ayetin Şia tarafından istismar edilmesine karşılık, "ehl-i hadis" tayfası tarafından istismara uğratılmıştır. Bu tayfanın oluşturmuş olduğu “Sünnet ve Hadisin vahiy" olduğu inancı, bu ayetten delillendirlmeye çalışılmıştır. Konumuz Şia ve Ehl-i hadisin bu düşüncelerini tahili etmek olmadığı için burada bunlara değinmeyeceğiz.

Kitap ve hikmet şeklinde ayrım, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de geçtiği için; hikmetin ne olduğu Müslümanlar arasında tartışılan bir konudur. Hikmeti "her insana verilen eşyayı okuma kabiliyeti" olarak kısaca tarif edersek, eşyayı okuma Kitap’ın ayetlerinin verdiği koordinatlar ile olması gerektiği, Nebi(a.s)’ın bu usul ile bir yöntem takip ettiği hatırlatılarak, bizlerin de başta evlerimiz olmak üzere en yakınımızı uyarma vazifesine uygun bir şekilde uyarmaya ev halkından başlayarak halkayı genişletmemiz gerektiği hatırlatılmaktadır. Allah(c.c)'ın Kitap’ı içindeki emirler ve yasaklar; önce kişilerin en küçük halkası olan aile içinde okunmaya yani hayata geçirilmeye başlanarak örnek olunacak, daha sonra halka genişleyerek kitlelere yayılacaktır.

Musa(a.s)'ın kıssasının anlatıldığı YUNUS 87 ayetinde, mücadele yöntemi olarak “evler hazırlanması" istenmiş olması; mücadelenin önce ev halkı ile birlikte fikir birliği içine girmekle başlayabileceği, bu doğrultuda olan bir ev halkının mücadelede daha başarılı olabileceği hatırlatılmaktadır. Ancak Lût(a.s) ve Nuh(a.s) örneğinde olduğu gibi, mücadeleye katılmak istemeyen ev halkından bazı fertler olabilir.

Lider pozisyonunda olan kişilerin söylemlerinin, önce en yakınları üzerinde kabul görmüş olması; onların çağrılarının diğer insanlar üzerinde daha kolay kabul görmesi anlamına geleceği için, Rabbimiz Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında bizlere de hatırlatma yapmaktadır. Burada Nuh(a.s) ve Lût(a.s)’ın davetlerinin en yakınları tarafından kabul görmemiş olmasından hareketle; bir kişinin en yakınının onun davetini kabul etmemiş olması, o kişi için ayıplanacak bir durum asla olamaz.

Sonuç olarak; AHZAB 28-34 ayetleri; tarihsel bağlamı olan fakat güncel mesajlar çıkabilecek ayetlerdendir. Müslümanlar olarak üzerimize yüklenen vazifeyi yerine getirirken; öncelikle en yakınlarımız olan ev halkının bizim bu vazife bilinci içinde yapmış olduğumuz şeyler konusunda ayak bağı değil, destek olması, özveride bulunması gerektiğini Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında ültimatom mahiyetindeki ayetler olarak beyan edilmektedir. Özellikle önder konumunda olan kişilerin eşlerinin ve aile bireylerinin, bu önderlikte o kişini konumuna laf ve dedikodu üretebilecek şeylerden kaçınmaları gerektiği, bu özverilerinin karşılığında veya yaptıkları yanlışların karşılığında, diğer kişilere göre daha fazla bir karşılık alacakları haber verilerek, ayakların ona göre denk atılması istenmektedir. Ev halkı ile birlikte yapılan bir mücadele diğer insanlar tarafından daha kolay kabul görecek olup, bütün ev halkı ile birlikte diğer insanlara örnek olması bakımından önemli bir katkı sağlayacaktır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.