okuma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
okuma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2017 Salı

Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması

Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik. 

Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir. 

[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.

[007.160]  Biz onları  ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.

Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir. 

[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.

Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.

Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır. 

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir. 

Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.

Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır. 

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası  olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.

İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.

[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet  dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.

İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır. 

Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.

[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

[045.016-17]  Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.

[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan  habersiz değildir.

Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40). 

İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).

Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.

Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;

Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.

Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.

İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen   çalışmaktayız. 

Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.

Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir. 

Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.

Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir. 

Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


7 Şubat 2017 Salı

Saffat s. 25. Ayeti : Bağlamdan Kopuk Bir Okuma Örneği

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında en önemli noktalardan bir tanesi , okunan ayetin "Siyak Sibak" olarak bilinen bağlı olduğu ayetler gurubu yani bağlamı , sure ve Kur'an içindeki bütünlüğünün  dikkate alınarak okunmasıdır. Bu ilkeler dikkate alınmadan okunan Kur'an ayetleri yanlış anlaşılarak , verilen mesajdan uzaklaşılacaktır. Ayrıca Kur'an'a bazı ön kabullerini onaylatmak isteyenlerin , bağlamdan kopuk bir okumaya özen gösterdikleri malumdur. 

Saffat s. 25. ayeti , iyi niyetle sanal ortamlarda yardımlaşmayı teşvik etmek adına paylaşılan bir ayet olup , bağlamından kopuk bir okumaya verilebilecek örnek ayetlerden bir tanesidir. 

 [037.025] Ne oldu size,  birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?.

Bu ayet bazı kimseler tarafından yardımlaşmaya teşvik eden bir ayet olduğu zannı ile , sosyal medya ortamlarında paylaşılmaktadır. Halbuki bu ayetin bağlamına dikkat ettiğimizde , ayetin böyle bir mesajı bulunmamaktadır. 

Konumuz olan ayet , Saffat s. 12. ayetten başlayan Allah'ın ayetlerini ve yeniden dirilişi inkar edenlerin konu edildiği ayetler gurubuna dahildir. Saffat s. 20. ayetinde inkar ettikleri yeniden diriliş ile karşılaşanların, düştükleri zelil durum gözler önüne serilerek , akıbetleri onlara  daha hayatta iken gösterilmek sureti ile sakınmaları amaçlanmaktadır. 

[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] «İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırt etme günüdür».
[037.022]  «Toplayın o zalimleri, ve onların aynı yoldaki arkadaşlarını ve kulluk etiklerini.
[037.023]  «Allah'tan aşağısından olan (kulluk ettiklerini) ; artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.»
[037.024] (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025] Ne oldu size , birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? .
[037.026] Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.027]  Birbirlerine dönüp soruşurlar.
[037.028]  Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029]  (Bunlar da): «Hayır, siz inanmamıştınız,
[037.030]  «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031]  «Onun için Rabbimizin hükmü bize hak oldu. Biz (hak ettiğimiz cezayı) mutlaka tadacağız.»
[037.032]  «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033]  Artık o gün onlar azabda ortaktırlar.
[037.034]  Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035]  Çünkü onlara: «Allah'tan başka ilah yoktur» denildiği zaman, büyüklük taslarlardı.
[037.036]  Mecnun şair için ilahlarımızı mı bırakalım? derlerdi.
[037.037]  Hayır; o, gerçeği getirmiş ve gönderilenleri doğrulamıştı.
[037.038]  Hiç tartışmasız, siz, acıklı azabı tadıcılarsınız.»
[037.039]  Ve yapmış olduğunuzdan başkasıyla cezalandırılmayacaksınız.

Görüldüğü gibi ayeti bağlamı dahilinde okumak ile , bağlamından koparmak sureti ile aralarında anlam farkı bulunmaktadır. Ayet bağlamından kopuk okunduğu zaman , yardımlaşmayı teşvik eden bir ayet olduğu gibi anlaşılırken , bağlamı dahilinde okunduğu zaman , yaşamları içinde ellerindeki mal ve servete güvenerek Allah'a ve elçisine kafa tutarak ayetlerini inkar edenlerin düştükleri zelil durumun alaylı bir şekilde anlatıldığı görülmektedir. 

Dikkat çekmek istediğimiz asıl mesele , ayetlerin bağlamından koparmak sureti ile okunması ile , bağlamı dahilinde okumak arasında oluşabilecek anlam farkıdır. Bundan dolayı bazı hataların oluşmasına sebebiyet verilmemesi için , ayetlerin sure ve Kur'an içindeki birbiri ile olan bağlamlarına dikkat eden bir okuma yapılması önem arz etmektedir. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


28 Haziran 2016 Salı

Süleyman (a.s) ın Asasını Kemiren Kurtları Mesaj İçerikli Okuma Çalışması

Süleyman (a.s) kıssası , özellikle ellerinde yönetim , askeri ve maddi güç bulunanların bu güçleri hak ve adalet ölçülerinde nasıl kullanması gerektiğini öğreten bir kıssadır. Eğer bu kıssa , "Bu kıssadaki anlatımların günümüze dönük mesajı nedir?" sorusunun cevabını aramak maksatlı okunacak olursa , yaşanan ve yaşanacak olan tüm zamanlara dair mesajlar taşıyan bilgileri ihtiva eden bir kıssa olduğu anlaşılacaktır. Bu yazımızda , Onun kıssasının anlatıldığı Sebe s. 14. ayetini ele alarak, o ayet içinde anlatılmaya çalışılan mesajı okumaya gayret edeceğiz. 

[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer cinler gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.

Bu ayeti literal bir anlama hapsederek okumaya çalıştığımızda ortaya çıkan anlam şu şekildedir ; 

Süleyman (a.s) ölmüş olduğu halde asasına dayalı bir vaziyette yıllarca ölü olarak kalmış , bunu kimse anlamamış , onun asası bir kurt tarafından kemirilmek sureti ile kırılınca o da yere düşmüş ve öldüğü cinler tarafından böylece anlaşılmıştır.   

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında, lafızcı yaklaşımın etkilerine rastlamaktayız , ancak bu tür tefsirlerin, ayetin içerdiği mesajı anlamakta engel teşkil ettiğini ifade etmek istiyoruz. Bu ayete sadece lafızcı bir yaklaşım ile bakıldığında, olay sadece Süleyman (a.s) ile sınırlı kalacak , ayetin zaman ve mekanı aşan evrensel mesajı ıskalanmış olacaktır. 

Bu sebepten ötürü , ayetin içerdiği mesaja odaklanarak , onu okumaya çalışmak , ayetin zaman ve mekan üstünü aşan mesajını anlamamızı kolaylaştıracaktır. 

Bu ayetin anlaşılması için Süleyman (a.s) ın kıssasının bütüncül bir şekilde hatırlanması gerekmektedir. Geniş bir coğrafi alana yayılmış olan topraklar üzerinde hükümdarlık yapmakta olan Süleyman (a.s) , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları hak ve adalete uygun bir şekilde yönetmektedir. Onun kıssasını ele almaya çalıştığımız bundan önceki yazılarımızda da , onun hükümdarlık örneğinin , tüm zamanlar için geçerli bir örneklik oluşturduğu düşüncesi üzerinden kıssayı okumaya çalıştığımızı hatırlatmak istiyoruz. 

Kıssasını okuduğumuz zaman , onun cinleri ve şeytanları emri altında çalıştırmış olduğunu görmekteyiz. cinler ve şeytanlar olarak ifade edilen toplulukların günümüz için ne anlama gelebileceğini , bundan önceki yazılarımızda işlemeye çalıştığımız için burada bu konuya değinmeyeceğiz. Onun cinleri ve şeytanları emri altında çalıştırmasının günümüze dönük mesajını okumaya çalıştığımız yazımızın linki aşağıdadır. 

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/06/suleyman-as-orneginde-bir-devletin.html

Ayet içinde geçen ve asa olarak çevrilen "Minseetehu" kelimesi , "Vakit bakımından tehir etmek , ertelemek anlamına gelen "Nesee" kelimesinden türemiştir. Kur'anda "Asa" kelimesinin kullanıldığı ayetler olmasına rağmen , burada neden "Asa" kelimesi olarak değil de "Minseetehu" kelimesinin kullanıldığı konusunda biraz tefekkür etmek gerektiğini düşünmekteyiz.

Asa bilindiği üzere, gücü sembolize eden evrensel anlama sahip bir obje olarak Kur'an içinde de yerini almıştır. Hükümdarların elinde böyle bir objenin olması , o asayı elinde tutan kimsenin gücünü temsil etmektedir. Hükümdar konumunda olan bir kimsenin en önemli ve temel görevlerinden birisi , ülkesi içinde yaşayan halkını, hak ve adalet ölçülerine göre yönetmenin yanı sıra , o ülkenin düşmanlarına karşı ülkesini koruması ve düşman eline geçmemesi için her türlü çabayı göstermesidir. 

Tarih boyunca devletler arasındaki ilişkileri kısaca özetleyecek olursak , devletlerin birbirleri ile olan ilişkileri , ya bir devletin toprağını kendi sınırları içine almak , veya kendi toprağını başka bir devlete karşı savunmak şeklinde olmuştur. Bu durum böyle gelmiş , böyle gitmekte , böyle de gidecektir. 

Tarih boyunca hiç bir devlet diğer bir devlet ile gerçek bir dostluk kurmamış , kurmuş oldukları dostluk adındaki ilişkileri ise tamamen menfaate dayalıdır. Menfaatleri geri tepmesi halinde en iyi dost olarak görünen devletler bir anda birbirlerine düşman kesilmekte ve acımasızca birbirlerinin kanlarını dökmekten geri durmamışlar , hala durmamaktadırlar. 

Güçlü olanın güçsüz olanı yemek için fırsat kolladığı bu kurtlar sofrasında , askeri ve ekonomik açıdan güçsüz olan devletler , askeri ve ekonomik açıdan güçlü olan devletler tarafından her an saldırı tehdidi altındadır. Bir devlet eğer ayakta kalmak istiyor ise , askeri ve ekonomik açıdan güçlü olmak zorundadır.

Devletler arasındaki menfaate dayalı bu ilişki temelini dikkate aldığımızda , Sebe s. 14. ayetinde neden "Asa" değil de "Minseetehu" kelimesinin kullanıldığını anlayabiliriz. Çünkü bu kelimenin anlamı olan "Geciktirmek , ertelemek" anlamını devletler arası ilişkiler açısından düşündüğümüzde , Süleyman (a.s) ın hükümdarlığına ve mülküne kast eden düşmanları mevcut olmakla birlikte onun görevlerinden bir tanesi sahip olduğu topraklar üzerinde kurduğu hakimiyeti elinde tutmak , yıkılmasını engellemek yani kurmuş olduğu hakimiyetin yıkılmasını mümkün olduğunca GECİKTİRMEK ve ERTELEMEKtir. 

Ülkelerin yıkımının toplumsal yasalara bağlı olduğunu düşündüğümüzde , Süleyman (a.s) ın ülkesi de yıkım tehlikesi ile her zaman karşı karşıyadır. Süleyman (a.s) yönetmiş olduğu ülkenin yıkımını engellemek için gerekli olan askeri ve ekonomik yasaları hayata geçirmiş , ve güçlü bir ülke meydana getirmiştir. 

Süleyman (a.s) , yaşadığı zaman zarfı içinde hakimiyeti altında bulundurduğu toprakları ve insanları adil bir yönetici olarak en güzel bir biçimde yönetmiş , bu yönetim örneği Kur'anda bizlere anlatılarak , yönetici vasfını taşıyan insanların, ülkelerine ve o ülkede yaşayan insanlara karşı olan hak ve vazifelerini bizlere öğretmiştir. Onun ideal yöneticiliğinin örnekleri, eğer onun kıssası "masal içerikli" okumak yerine "mesaj içerikli" okunacak olursa , ilgili ayetler içinde açık bir biçimde görülecektir. 

Sebe s. 14. ayetine dönecek olursak ; 

Bu ayeti okurken öncelikle Süleyman (a.s) ın ölümü sonrası onun sahip olduğu hükümdarlığın ne duruma düştüğünün, bu ayet tarafından haber verilmesi olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

Süleyman (a.s) ölmüştür , fakat onun varisi olarak mülkünü devir alan her kim ise , Süleyman (a.s) ın karşı karşıya kaldığı tehlikeler ile o da karşı karşıya kalmış fakat , onun gösterdiği yönetim başarısını gösteremeyerek devletin yıkımına sebep olmuştur. 

Bu noktada Süleyman (a.s) ın babası Davud (a.s) a varis olduğunu hatırlamakta fayda vardır (27.16). Davud (a.s) dan almış olduğu hükümdarlığı daha ileriye götüren Süleyman (a.s) , bir yönetime varis olanların devraldıkları o yönetimi mirasyedi olarak değil , daha ileriye götürmek ile sorumlu olan bir kişi olarak görmeleri gerektiğini göstermektedir. 

Babası Davud (a.s) dan devir aldığı mirası daha ileriye taşıyarak, büyük bir mülke sahip olan Süleyman (a.s) ın ölümü sonrasında, onun mirasını devralanlar , onun babasından devir aldığı yönetimi onun gibi yaparak , bırakın daha ileriye taşımak , ellerinde bile tutmakta zorlanarak ülkenin yıkımına sebep olmuşlardır. 

 Süleyman (a.s) hükümdarlığını sürdürdüğü zaman içinde elindeki ülkeyi ve bu ülke sınırları dahilinde yaşayan insanları en doğru ve güzel bir biçimde yönetmiş , böylelikle tebası olan insanlara kendisine karşı isyan bayrağı açmayacak imkanları onlara sunarak, bir ülke için çok önemli olan iç barışı ve huzuru sağlamıştır. 

Bir ülkenin dış güvenliği için önemli olan savunma gücünü de Neml suresi içindeki kıssası içinde gördüğümüz üzere en kuvvetli bir biçimde ordu teşkil ederek oluşturan Süleyman (a.s) , ölümüne kadar ülkesini iç ve dış düşmanlara karşı en iyi biçimde korumayı başarmıştır. 

Süleyman (a.s) "Mensee" (asa) sı  yani ülkenin yıkıma uğramaması için gerekli olan toplumsal yasaları hayata geçirmesi şeklinde yaptığı yönetim uygulamaları , onun elinde böyle şekillenmiştir. Ancak aynı "Mensee" (asa) , ondan sonrakilerin elinde geçtiğinde kurtlara yem edilerek ülkenin helak olması sağlanmıştır.

Her insan gibi Süleyman (a.s) bir gün ölmüş ve yerine bir başkası geçmiştir. Süleyman (a.s) ın oluşturmuş olduğu yönetim anlayışı ve uygulamaları, yerine geçenler tarafından aynı şekilde sürdürülmemiş , bu onun kurmuş olduğu büyük imparatorluk zamanla yıkılmıştır. 

Asanın kurtlar tarafından kemirilmesi bu noktada biraz daha açıklık kazanacaktır. 

Yukarıda dediğimiz gibi , bir devletin yeryüzünde hüküm sürmesinin uzun süreli olmasının şartlarından birisi , o devletin sahip olduğu iyi hasletlerin devam etmesidir. Yani istikrarlı yönetim uygulamaları , bir devletin bekasını sağlamakta ana unsurdur. Her gelenin kendi kafasına uygun bir şekilde uygulamaya çalıştığı yönetim politikaları ülkelerin batağa saplanmasına sebep olacaktır. 

İlkeler üzerine kurulu devlet yönetiminin bu noktada önemi büyüktür. İlkeleri tesbit edilmiş ve gelenin keyfine göre şekillenmeyen yönetim politikaları , ülkelerin bekası için önemli bir husustur.

Bu durumu Süleyman (a.s) ın ülkesi bazında değerlendirdiğimiz zaman , onun yönetimini devir alanlar , eğer onun babasından aldığı yönetim ilkesini devam ettirdiği gibi , onun mirasını devir alanlar da Süleyman (a.s) dan aldıkları gibi aynı yönetim sistemini devam ettirmiş olsalardı başkaları tarafından yıkıma uğratılmaları mümkün olmayacaktı. 

Sebe s. 14. ayeti işte bu duruma dikkat çekmektedir. "Dabbetül arz" olarak ifade edilen deyimi daha genel anlamı ifade edecek olursak , ülkeleri ve o ülke halklarını hak ve adalet ölçülerine göre yönetmekten aciz kalanların tümünün başına gelecek olan yıkım gerçeği bu şekilde ifade edilmektedir.

Başta da söylemeye çalıştığımız gibi ülkelerin hayatiyetlerinin devam etmesi , o ülkenin doğru bir yönetime sahip olmasından geçmektedir. Yönetim konusunda acze düşülmesi halinde bu acizlikten faydalanmak isteyen ve Kur'anın "Dabbetül arz" olarak ifade ettiği kurtlar , ülkelerin yönetimlerini ellerine geçirmek için o ülkeleri içten ve dıştan yıkmak için her türlü çareye baş vuracaklardır.

Ülkelerin yıkımının toplumsal bir yasa olduğunu hesaba kattığımızda , o ülkelerin yıkımını hazırlayan sebeplerin kıssalar yolu ile anlatıldığını görmekteyiz. Ülkeleri yıkıma götüren en önemli sebep ise , hak ve adalet ölçülerine göre bir yönetim sergilenmemiş olmamasıdır.

Süleyman (a.s) kıssası işte bu noktada , ülke yönetimleri için prototip bir örneklik sergilemektedir. Onun ülkesi ve halkı için sergilemiş olduğu başarılı yönetim , yaşamı boyunca ülkesinin iç ve dış düşmanlardan korunmasını sağlamıştır. Onun ölümü sonrası aynı başarıyı gösteremeyen varisleri , ülkenin yavaş yavaş helak olmasına zemin hazırlayan sebeplerin oluşmasına sebep olacak yasaları hayata hakim kılarak, sonunda ülkenin yıkımına sebep olmuşlardır.

Hepimizin şahit olduğu üzere , bir ağacın kurtlar tarafından içinde kemirilerek çürütülmesi dışarıdan kolay kolay belli olmayan , fakat çürüme gerçekleşerek o ağaç kırıldığı zaman görüldüğü zaman ise o ağacın eski haline dönmesi mümkün olmamaktadır.

Bu durumu devletler açısından değerlendirdiğimizde , eğer bir devletin başında o devleti kemirerek yıkmak için giren kurtları göremeyen bir yönetim olursa , yıkım gerçekleştiği zaman geri dönüşü mümkün olmayacaktır. 

Bundan dolaydır ki ; bir devlet kendisini içten kemirmeye çalışan kurtları , o kurtlar ağacın içine girmeden önce görmek, ve ona göre tedbir almak zorundadır. Süleyman (a.s) bu konuda devletlere örneklik eden örnek bir elçidir. 

Ayet içinde geçen "eğer cinler gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı." ifadesini anlamak için, Kur'anın cinler ile ilgili anlatımlarını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Mekkeli müşriklerin cin algılarında onlardan gaybe dair haber aldıkları iddiaları olduğunu bazı ayetlerden öğrenmekteyiz  (72.9). Ayet cinlerden alındığı iddia edilen bu tür gaybi bilgilerin yalan ve iftira olduğunu , bu ayet içinde onların gaybı bilmediklerini ifade ederek anlatmaktadır. 

Cinler , Süleyman (a.s) ın vefatı sonrasında bile onun varislerinin hükümdarlığı altında çalışmaya devam etmişler , fakat bu varislerin ülkeyi içten içe kemirmeye çalışan düşmanlar karşısında başarılı olamayarak ülkeyi yıkıma sürüklediklerini bilmeyerek çalışmaya devam etmişlerdir. İşte ayet, onların bu durumu üzerinden Mekkeli müşriklerin cin algılarına reddiye getirerek , onların gaybe dair herhangi bir bilgileri olmadıklarını ifade etmektedir. 

Sonuç olarak ; Yönetim kademelerinde bulunan kimseleri örneklik teşkil eden bir kıssa olan Süleyman (a.s) kıssasının anlatıldığı Sebe s. 14. ayetinde , onun babasından miras aldığı ve daha ileriye götürerek büyük bir imparatorluk haline getirdiği devletin , onun ölümü sonrasında gerçekleşen yıkımından bahsedilmektedir.

Devletler eğer Davud ve Süleyman (a.s) lar örneği paralelinde bir yönetim uygulaması sergilediği takdirde , bu devletlerin düşmanları tarafından yıkılma çalışmaları her zaman akamete uğrayacak , o devletleri yıkmaya çalışanlar hüsrana uğrayacaklardır.

Bunun tersi uygulamalar ise temelleri peygamberler tarafından atılmış devletler olsa dahi, onları devir alan varisçileri tarafından aynı uygulamalar devam ettirilmediği takdirde toplumsal yasaların işlemesi sonucunda yıkımdan asla kurtulamayacaklardır. 

Muhammed (a.s) ın Medinede oluşturmuş olduğu yönetim uygulamasının kendisinden sonrakiler tarafından devam ettirilmemiş olmasının meydana getirdiği olumsuzlukların hala etkilerinin sürmüş olduğunu gördüğümüzde , Süleyman (a.s) ın örnekliği daha önem kazanmaktadır.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Haziran 2016 Cuma

Ahzab s. 37. Ayetini Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma Örneği

Kur'an bilindiği üzere , yaklaşık 1500 yıl kadar önce Mekke ve Medine şehirlerinde Muhammed (a.s) a inmiş bir kitaptır. Bu kitabın en önemli özelliği , indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların dil , kültür , örf , gibi unsurlarını göz önünde bulundurmuş olmasıdır. Bizler bugün Kur'anı okurken , bu unsurları göz ardı ederek, yani yaşanmışlığını ret ederek okumaya kalktığımızda, karşımıza bir çok anlama sorunu çıkacaktır.   

Kur'anın 1500 sene önce inmiş olması , bugün bu kitabın bizlere dair mesajlarının olup olmadığı noktasında bazı tartışmaları beraberinde getirmiştir. Biz bu tartışmalara girmeden "Tarihsel arka plan" olarak nitelenen ve Kur'anın anlaşılmasında önemli bir faktör olan durumu göz önüne alarak , dün Medinede inen bir ayetin , bugün bizler için nasıl bir mesaj içerebileceğini ,Ahzab s. 37. ayetini ele alarak okumaya çalışacağız. 

Bu yazıyı kaleme alma amacımız , Kur'anın evrensel bir kitap olduğunu ispatlamak olmadığını hatırlatmak isteriz. Tarihselcilik - Evrenselcilik gibi kavramlar etrafında yapılan tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı , bu konuda daha önce yazmaya çalıştığımız yazılarda belirtmeye çalışmıştık. Ancak bir ayetin bize dönük bir mesajının olup olmadığı , eğer bir mesajı varsa bu mesajı doğru okumanın yolunun , ilgili ayetin ilk muhataplara ne dediğini tespit etmekten geçtiğini söylemek istiyoruz. 

Konumuz olan ayetin meali şu şekildedir ; 

[033.037]  Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: «Eşini bırakma, Allah'tan sakın» diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir.

Ayet , Muhammed (a.s) ın evlatlığı olan Zeyd'in evlendiği bir kadını boşamasından sonra , onun boşadığı kadının Muhammed (a.s) ile evlendirilmiş olduğunu beyan etmektedir. Bu evlendirmenin amacı ise, yine ayet içinde beyan edilmiş olmasına rağmen , bazı kimseler tarafından Muhammed (a.s) ın o kadına aşık olduğu gibi spekülasyonlar yapılarak , ayetin vermek istediği mesaj maalesef ıskalanmaktadır.

Bu ayetin istismar edilerek , Muhammed (a.s) ın gayri ahlaki bir duruma düştüğünü iddia edenlere karşı , Muhammed (a.s) ın ahlakını savunmak gibi bir gayemiz olmadığını , onun üstün bir ahlak sahibi olduğunu zaten bizlere Allah (c.c) nin beyan etmiş olduğunu (68.4) hatırlatarak , bu ayet ile yapılan tartışma ve anlama çalışmalarının sadece Zeynep validemiz ile olan durum çerçevesine sıkıştırılmasını da yanlış bulduğumuzu söylemek istiyoruz.

Tarihselcilik - Evrenselcilik münakaşalarına kurban edilmeye çalışılan bu ayet , özellikle tarihselcilik yanlıları tarafından , Kur'anın bütün ayetlerinin evrensel bir hüviyete sahip olmadığına dair bir delil olarak öne sürülen ayetlerden bir tanesidir. Kur'anın bütün ayetlerinin evrensel bir hüviyete sahip olduğunu iddia etmenin doğru olmadığını hatırlatarak , Kur'anın tarihsel bir kitap olduğunu ispat etmek için , bu ayeti sadece tarihsel bağlamında bırakarak yapılan bir okumanın da yanlış olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Kur'anı doğru anlamanın yollarından bir tanesi ilgili ayetin sure ve Kur'an bütünlüğünde bir bağlam dahilinde okunmasıdır. Ahzab s. 37. ayetini bu yöntem ile okuyacak olursak öncelikle surenin ilk ayetlerini dikkate almamız gerekmektedir.

[033.001]  Ey nebi, Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
[033.002] Ve sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır
[033.003]  Ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
[033.004]  Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi de sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olana) yola yöneltip-iletir.
[033.005]  Onları (evlatlıklarınızı) babalarına nisbet ederek çağırınız. Allah katında o daha doğrudur; eğer babalarını bilmiyorsanız dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bununla beraber hata ettiklerinizde üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kasdettiğinde (günah) vardır. Allah günahları örten, çok merhamet edendir.

Ayetleri, Muhammed (a.s) gözü ile okuyacak olursak 1. 2. ve 3. ayetler, onu gelecek olan bir emre hazırlamaya yönelik ve alt yapıyı güçlendiren ayetler olduğunu anlayabiliriz. 4.ve 5. ayetlerin ise, o günkü Arap toplumunda yerleşik bir örfün yanlışlığına vurgu yapan ayetler olduğunu görmekteyiz.

Konumuzu yakından ilgilendiren 4. ve 5. ayetlerdeki evlatlıklar ile ilgili düzenlemeye yoğunlaştığımızda , 37. ayeti anlamak daha da kolaylaşacaktır. 

Bu ayetler aynı zamanda , o günkü Arap toplumunda evlatlık olarak yetiştirilen bir kimsenin öz oğul olarak muamele gördüğü, ve bu görülme sonucunda ise, toplumda "Tabu" olarak niteleyebileceğimiz bazı durumların ortaya çıktığını anlatmaktadır. Bir kimse elbette evlatlık olarak aldığı bir çocuğa öz oğul gibi sevgi besleyebilir , ancak evlatlıkların öz oğuldan ayrı olarak bir takım hukuksal ayrıcalıkları olduğu yani öz oğul için geçerli olan bir takım hukuki konuların aynısının evlatlıklar için geçerli olamayacağı göz ardı edilmemelidir . Ayet böyle bir hukuksal ayrıcalığa dikkat çekerek , toplumda tabu haline gelmiş bir inancı, Muhammed (a.s) ın üzerinden pratiğe aktararak yıkacaktır.

Ahzab s. 37. ayetini böyle bir arka plan düşüncesi dahilinde okuduğumuz zaman , olayı sadece Muhammed (a.s) ve Zeynep validemiz etrafında kilitlenmekten çıkarmış , o günkü toplumda olan bir tabunun yıkılması noktasından bakarak , bu ayetin sadece o güne has bir ayet olarak okumaktan da kurtarmış olacağız.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki ; Muhammed (a.s) ın Zeynep validemize olan ilgisini öne çıkararak bu ayeti okumaya çalışmak , Abese suresinin ilk ayetlerindeki amayı görmezden gelmesi ile ilgili ayetleri okurken olayı Muhammed (a.s) ın zenginleri tercih ettiğine dair bir düşünceye bağlamaya çalışmakla aynı durumdur. 

Abese suresi ilk ayetlerini nasıl tebliğ metoduna dair bilgiler içermesi olarak okuyarak amayı terslemiş olmasını merkeze almıyor isek , Ahzab s. 37. ayetini okurken de , Zeynep validemize olan ilgilisini öne çıkarmadan , o ayetin vermek istediği mesajı öne çıkararak ayeti okumak zorundayız. Allah (c.c) , Muhammed (a.s) ın bu kadına aşık olduğunu bilerek , onun haşa kara sevda çekmesini önlemek için, Zeyd'in boşamasını sağlayarak onunla evlendirmemiştir. 

Ahzab s. 37. ayetinin anlaşılmasında anahtar konuma sahip olan cümle , " evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin" cümlesidir. Allah (c.c) , bu cümle ile Muhammed (a.s) ı hangi sebeple, Zeyd'in boşadığı kadın ile evlendirdiğini net olarak beyan etmektedir. Ayeti okurken bu cümleyi merkeze alarak okumak , bu konudaki bir takım rivayetleri ve spekülatif düşünceleri merkeze almamak anlamına da gelecektir.

Bu ayetin sonrası olan 38.39. ve 40 ayetler de konu ile yakında alakalı olup , bu ayetin anlaşılması için okunması elzemdir. 

[033.038] Allah'ın nebiye farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu, Allah'ın öteden beri, gelmiş geçmişlere uyguladığı yasasıdır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir.
[033.039] Onlar ki, Allah'ın risaletlerini (mesajlarını) tebliğ eder ve O'ndan korkarlar; Allah'tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak da Allah yeter!
[033.040] Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

Dikkat edilirse bu evlilik , Muhammed (a.s) ın istediği için değil , Allah (c.c) farz kıldığı için gerçekleşmiştir. Allah (c.c) nin seçtiği nebi resuller , onun kullarına olan emirlerini iletmek ve yerine getirmek ile vazifeli kimselerdir. Bu durumu 39. ayette daha açık bir şekilde görmekteyiz. Elçilerin , Allah'ın mesajlarını tebliğ etmeleri sadece söz ile değil , onların şahsında amel ile gerçekleşmekte olduğunu bu ayet bizlere göstermektedir.

Allah (c.c) neden böyle bir evliliği gerçekleştirmiştir ?. 

Toplumlar , bünyelerinde yıllardan beri süre gelen yaşantılarından edinmiş oldukları ve adına "Örf" denilen bir takım adetleri yaşatırlar. Bu adetler bazı toplumlarda öylesine kemikleşmiş bir hale alabilir ki yıkılması neredeyse imkansızdır. 

 Evlatlıkların öz oğul gibi muamele görmesi Arap toplumunun bir örfü olup , bir takım yanlışlıkları içinde barındırması bakımından yıkılması gereken yanlış bir uygulama idi. Allah (c.c) bu uygulamayı sadece ayet indirmek sureti ile değil , Muhammed (a.s) ı evlatlığının boşamış olduğu kadın ile evlendirerek , evlatlık olarak alınan kişilerin öz oğul olarak muamele göremeyeceklerini pratik hayatta göstermiş oldu.

O günkü Arap toplumunda , evlatlıklar öz oğul gibi muamele gördüğü için , erkek evlatların boşadığı kadınlarla evlenmekte haram kılınmıştır (4.23). Evlatlıkların öz oğul olmadıklarının iyice bilinmesi için böyle bir uygulamaya gerek görülmüş ve bu evlilik gerçekleştirilmiştir. 

Muhammed (a.s) Arap toplumuna mensup bir insan olarak o toplumun örf ve adetlerine uymak durumunda olan birisidir. Ancak vahiy ile yerleşik sistem arasında kalındığı zaman hangisinin tercih edilmesi gerektiği , işte bu olay ile ona ve bütün iman edenlere anlatılmaktadır. 

Ayetin evrensel mesajı da işte buradadır.


Muhammed (a.s), yaşadığı toplumun kemikleşmiş hale gelen bir örfünü , Allah (c.c) nin emri ile yıkarak , kendisinin üzerinden bizlere , yaşadığımız toplumun bir takım yanlışları ile vahiy arasında kaldığımızda hangi tarafı seçmemiz gerektiğini öğretmektedir. 

Surenin 39. ayeti , elçilerin görevinin mesajı sadece sözlü olarak iletmek değil , yaşadıkları hayat içinde pratize ederek onları kendi hayatlarında örneklemek olduğunu bildirmektedir. Bunları yaparken "Başkaları ne der" gibilerinden kaygıları asla taşımadan , sadece görevlerini yerine getirmek amacını taşıyan amelleri yaptıkları bildirilerek , aynı durumun bizler içinde geçerli olduğu mesajı verilmektedir. 

Bizler yaşadığımız toplum içinde örf , adet , gelenek v.s gibi yaşantı şekillerini vahye göre değerlendirerek , hayatımızı vahiy ölçeğinde düzenlemek zorundayız. Yaşadığımız toplumun dini , milli , örfi değerleri ile vahiy arasında bir çatışma var ise , seçeceğimiz taraf , vahyin tarafı olmalıdır. Ahzab s. 37. ve bağlamı dahilindeki ayetler bizlere bunu öğretmektedir.

Sonuç olarak ; Ahzab s. 37. ayeti , Arap toplumunda tabu olarak bir uygulamayı , Muhammed (a.s) ın üzerinden uygulamalı olarak yıkan bir ayettir. Bu ayetin tarihsel bağlamında kalmadan yapılacak bir okuma , bu ayetin bize dönük mesajları da olduğunu gösterecektir. 

Yaşadığımız toplumda vahye aykırı olarak yerleşmiş olan ve tabu olarak görülen uygulamalar eğer var ise , toplum baskısından çekinerek , bunlara karşı sessiz kalmamak bu ayetin bizlere öğrettiği bir yoldur. Yaşantısını vahyin belirlediği kriterler üzerine bina etmek zorunda olan bizlerin önünde en büyük engellerden biri olan , inandığımız din ile yaşadığımız toplumdaki insanların bir çoğunun inandığı arasında maalesef dağlar kadar fark vardır. 

İşte böyle bir durumda nasıl bir vaziyet almamız gerektiğini Ahzab s. 1-5 ve 37-40. ayetleri bizlere göstermektedir.

Tarihsel bağlamın önemi elbette yadsınamaz , ancak ayeti tarihsel bağlamı içine hapsederek okumaya tabi tutmak ta yanlış bir tutum olacaktır. Kur'an ayetlerini okurken , yapılan anlatım üzerinden verilmek istenilen genel mesajı okumaya çalışmak , ayetin bizlere dönük olabilecek bir mesajını anlamakta yardımcı olacaktır. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


22 Nisan 2016 Cuma

İHATA Kavramı Üzerinden Musa ve İlim Verilen Kul Kıssasını Okuma Çalışması

"Musa ve ilim verilen kul kıssası" olarak bildiğimiz, Kehf suresi 60 ve 82. ayetleri arasında anlatılan kıssanın , Kur'anın en fazla spekülasyona uğrayan kıssası olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu kıssa okunurken yapılan yanlışları sıralayacak olursak , diğer kıssaların başına gelen bir durum olan , rivayetleri onaylatmak amaçlı okumak, önyargıları kabul ettirmeye yönelik okumak , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmemek gibi unsurları sıralayabiliriz. 

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki ; Bu kıssa ile ilgili olarak yapılan, kıssanın yaşanmışlığı dikkate alınarak yapılan okumalar , bizleri içinden çıkılmaz sorulara yöneltmekte , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise, kıssayı tamamen içinden çıkılmaz bir duruma düşürmektedir. 

Biz bu kıssayı okurken bu kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa olmadığını , bu kıssanın Adem kıssası gibi temsili bir kıssa olduğunu düşündüğümüzü baştan söylemek istiyoruz. Özellikle çocuğun öldürülmesi ile ilgili olarak yapılan bütün yorumlar, yaşanmışlık çerçevesinde yapıldığında , spekülatif yorumlara açık bir duruma gelerek , bazı kimselerin ellerinde başkalarına karşı kullanacağı bir silah haline gelmektedir. 

Kıssanın yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu iddia etmiş olmamız , bütün kıssaların temsili olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızı takip edenler , kıssaların bize dair mesaj içeren yönlerini okumaya dönük bir yöntem izlediğimizi yakından bilmektedirler. Bu kıssanın yaşanmadığını iddia etmemiz , yaşandığı iddia edildiğinde çocuğun öldürülmesini izah etmenin mümkün olmadığı içindir. 

Kur'anın anlatım üslubu içinde bu tür anlatımlar mevcut olup , bu anlatımlar üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması , ilgili anlatımlar üzerinde oluşan bir takım müşkilatın çözülmesini sağlayacaktır.

Bu yazımızda, kıssayı anlamanın anahtar kavramının "İhata" kelimesi olduğunu , bu kavramın diğer ayetlerde geçişi üzerinden kıssa ile bağını kurarak verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.

"İhata"; "Bir mekanın etrafını çeviren duvar" anlamına gelen El haitu kelimesinden türemiştir. İhata kelimesi , cisimlerle ilgili olarak bir yerin etrafını çevirmek , kuşatmak anlamındadır. 

"El ihatatu bi şey'in ilmen" ; Bir şeyi ilmen kuşatmak , onun varlığını , cinsini , miktarını , keyfiyetini , niteliğini bilmek demektir.

Bu anlamı dikkate aldığımızda kelime, iki şeyi birbirinden ayırmak anlamına da gelmektedir şöyle ki ; Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmış insanın görüş alanı ve bilgi sınırı , duvarın dışındakileri görmesine engeldir. Bu da demektir ki , insanın görüş ve bilgisi etrafına örülmüş duvar ile sınırlı olup , duvarın dışında kalan bazı şeyleri algılayabilme imkanından mahrumdur.

Bildikleri ve gördükleri, etrafına çekilmiş bir duvar ile sınırlandırılmış olan insanın , duvarın dışında olanları görmesi anlaması ve bilmesi mümkün değildir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalan insan , ya duvarın dışındaki bilgilerin ardına düşmeyecek , veya duvarın dışında kalanlar konusunda bilgi sahibi olabilmek için, kendisine verilen kadar yetinecektir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmak zorunda bırakılan insan , zaten duvarın ardında kalanlardan sorumlu olmayacak , dolayısı ile böyle bir bilgi ve arayış içine girmesine gerek kalmayacaktır. 

Musa ve salih kul kıssasını bu bakış açısı ile okuduğumuzda , kıssada anlaşılmakta zorlanan bazı taraflar kendiliğinden aydınlanacak ve bu kıssa üzerinden kendilerine pay çıkarmak isteyen bazı uyanık din baronlarının ekmekleri ellerinden alınmış olacaktır.

Kıssaya geçmeden önce ihata kelimesinin Kur'anda geçtiği bir kaç meal örneği okuyalım ; 

[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları ihata etmiştir» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.029]  De ki: «İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.» Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre ihata etmiş olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!
[065.012] Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır, Allah'ın herşeye Kadir olduğunu ve Allah'ın ilminin herşeyi ihata ettiğini bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur.
[072.028]  Ta ki Rabblarının risaletlerini, gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını ihata etmiş ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin ihata edemediğin şeyi ben ihata ettim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[010.039] Onlar, ihata edemedikleri ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.
[020.110]  O onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir, onlar ise onu ılmen ihata edemezler.
[041.054]  Dikkat edin; onlar Rablerine kavuşmaktan şüphededirler; dikkat edin; Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır (MUHİTUN).
[004.126]  Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatır (MUHİTAN).

Musa ve ilim verilen kul kıssası iki bölümden oluşmaktadır , ilk bölümü Musa nın yardımcısı ile olan yolculuğu , ikinci bölümü ise ilim verilen kul ile olan yolculuğudur. Biz yazıyı uzatmamak için sadece ikinci bölüm üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

[018.065]  Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
[018.066] Musa ona dedi ki: «Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?»
[018.067]  Doğrusu, dedi: sen benimle sabredemezsin

Musa karşılaştığı kişiye, ona öğretilen bilgiden kendisinin de öğrenmek istediğini söyleyince , o kişi Musa ya onunla birlikte olmaya sabredemeyeceğini söylemektedir . Onunla beraber sabredememesine sunduğu gerekçe 68. ayette şöyle ifade edilmektedir.

Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubren).  
[018.068]  «Haber bakımından ihata edemediğin şeye nasıl sabredeceksin?»

Bu ayet , kıssayı anlamanın anahtar ayetidir diyebiliriz. O kişinin ihata ettiği bilgi sınırı ile , Musa nın ihata ettiği bilgi sınırı farklı olup , Musa, o kişinin sahip olduğu bilgi sınırlarına girmek istemektedir. Dolayısı ile o kişi Musa ya buna sabredemeyeceğini söylemektedir.

Bu ayetin bir benzeri, aynı surenin Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı 91. ayetinde de çıkmaktadır.

Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren). 
[018.091] İşte böylece onun yanında olan haber bakımından ihata etmiştik.

Bu iki ayete dikkat ettiğimizde ortak yönleri "İhata" ve "Haber" kelimelerinin kullanılmış olmasıdır. Bu iki ayette geçen kelimelerin birbiri ile alakasını kurabildiğimiz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir müşkilat ortadan kalkacaktır. 

Surenin 68. ayetinde, Musa nın bir haberi ihata edememesi , 91. ayette ise Zülkarneyn'in haberlerinin Allah (c.c) tarafından ihata edilmesini , kul ile Allah (c.c) arasındaki haber alma ve bilgi sahibi olma seviyesinin farklı olduğu açısından okuduğumuz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

Yazının başında söylemiş olduğumuz , kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu tekrar hatırlatarak , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden, kendisine sınırlı bilgi verilerek , bazı haberleri ihata etme kavrayabilme bilgisinden yoksun, yani herhangi bir konu hakkında kendisine verilmiş olan bilgi sınırlı olan İNSAN , "İlim verilen kul" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden ise , bilgisinin sınırı olmayan , bir bilginin insan gibi sadece bir yüzüne değil , bütün yüzlerine vakıf olan ALLAH (c.c) nin ilminin ve bilgisinin SINIRSIZLIĞI anlatılmaktadır. 

70. ayette "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" ifadesini Kur'anın diğer ayetleri ile bağını kurarak , ilim verilen kul temsili üzerinden kimin anlaşılabileceğini görebiliriz.

[021.023]  O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.

Enbiya s. 23. ayetinde kendisini La yus'el olarak bildiren rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, Kehf s. 70. ayetinde kendisine soru sorulmaması gereken kişi, Allah (c.c) yi temsil etmektedir.

Kıssada anlatılan geminin delinmesi , çocuğun öldürülmesi , duvarın düzeltilmesi olaylarının ortak yönü Musa tarafından itiraz edilerek soru sorulması, fakat sorduğu soruya "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" karşılığını almış olmasını , insan olarak bazı konularda sahip olduğumuz bilginin sınırlı olduğu , ve bu sınırın dışına taşarak Allah (c.c) nin sınırlarını ihlal etmeye kalkmamak gerektiği olarak anlayabiliriz.

Kıssanın ana mesajının , Allah (c.c) nin sahip olduğu bilgi ile , biz kulların sahip olduğu bilginin eşit olmadığı , bizim ihata edebileceğimiz bilgi ile , Allah (c.c) ihata ettiği bilginin aynı olmadığı , bizim baktığımız yerden olayın bir kısmı görünürken Allah (c.c) nin baktığı yerden olayın tamamının göründüğü , eğer bize böyle bir görüş gücü verilse bunu kaldıramayacağımız şeklinde olduğunu söyleyebiliriz . 

Kıssada anlatılan olaylar, insanın gaybe ait konularda sahip olduğu bilgi ile , Allah (c.c) nin bilgisinin farklı olduğunu da bizlere göstermektedir.

Kıssada anlatılan her üç olay , bizim bir haberin bütün yönlerini ihata edebilme yani kavrayabilme sınırımız ile ,Allah (c.c) nin haberi ihata etme sınırının farklı olduğunun bizler tarafından daha kolay anlaşılmasına yönelik verilen misallerdir. 

[018.079] «Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.»
[018.080-81] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.» Rabblarının o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli birini vermesini istedik.
[018.082] «Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur.»

80 ve 81. ayetler de anlatılan çocuğu öldürme gerekçesi , bu kıssa içinde en fazla istismara uğratılan bir konudur. Bu kıssa üzerinden geçmişte "Hariciler" olarak adlandırılan fırka , bazı çocukları kendilerine büyüdüklerinde zarar verecekleri gerekçesi ile öldürme cevazını , Osmanlı sultanları ise , bebek şehzadelerin büyüdüklerinde taht kavgasına sebep olabilecekleri için onları boğdurma cevazını çıkarmışlardır. 

Çocuğun öldürülmesi konusunda bir insanın göstermesi gerçekçi tutum, Musa nın gösterdiği tepkidir. Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana kıyılması bir insan için olacak bir şey değildir. Böyle bir olayın gerçek hayatta asla yeri olamaz. Hiç bir insan gelecekte birilerine zarar verecek diye diğer bir insanın canına kıyamaz , bunun adı olsa olsa cinayet olur. 

Ancak başımıza gelen ve bizim tarafımızdan bakıldığında, bizim için isyana düşmemize sebep olabilecek bazı olayların, yarın bizim için hayır olduğu görülebilir. Çünkü bizler başımıza gelen bir olayın belirli bir tarafını görebiliriz .Yani etrafımıza örülmüş olan gayb duvarının arka tarafını görmek imkanından mahrumuz. 

İşte çocuğun öldürülmesi olayı bizlere,  duvarın arkasında sizin bilmediğiniz , bugün sizin için şer olarak gördüğünüz bir olayın , yarınlarda sizin için hayırlar doğurabileceğini düşünerek , olaylara tepki verin mesajını vermektedir.

Kıssa okumasında bize düşen taraf , "ilim verilen kul" olarak bahsedilen kişinin kim olduğu üzerinde spekülasyonlar yaparak Hızır masalları uydurmak değil , bu hadise üzerinden bize nasıl bir mesaj çıkabilir yönünde bir okuma yapmak olmalıdır. Kur'an kıssalarında şahısların kimliği üzerinde takılı kalmak , o şahıslar üzerinden verilmek istenen mesajın anlaşılmasında engel teşkil etmektedir. İlim verilen kul kıssasında ki şahsiyetin kimliği üzerinden yapılan spekülasyonlar , kıssayı mitolojik bir masal , uçtu kaçtı hikayelerini kendilerine din edinmiş tarikat ehlinin elinde bir silah haline getirmiştir. 

"Bu kıssa üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor olabilir?" sorusuna ,  bizim vereceğimiz cevaplar şunlar olabilir ; 

Geminin delinmesi üzerinden bizlere , karşımıza çıkabilecek olan büyük bir tehlikeden korunmak için , daha küçük zararları göze alabilmeliyiz mesajı çıkabilir. Çünkü bazı şeyleri elde tutabilmenin yolu , o şeylerin bir kısmından feragat etmeyi gerektirebilir.  

Geminin delinmesi olayını , günümüzde genelde ekonomi terminolojisinde kullanılan "Risk Yönetimi" deyimi üzerinden okumakta mümkündür. Risk yönetimi demek kısaca , "Hedefe giden yolda karşılaşma ihtimali olan sorunlara önceden önlem alarak , o sorunları en az zararla atlatmak için yapılan  planlama" demektir. 

Tabi ki böyle bir planlama yapmak ileriyi görebilmek, ve muhtemel tehlikeleri önceden kestirebilmek ile mümkündür. Böyle bir risk yönetimi ancak, ileri görüşlü ve feraset sahibi yöneticilerin iş başında olması ile gerçekleşebilir. 

İlim verilen kul temsilinde böyle bir yönetici portresi çizilmekte Musa kimliğinde ise  , gelebilecek riski kestiremeyen bir kimsenin verebileceği tepki anlatılmaktadır. Geminin delinmesi olayını, yönetici pozisyonunda olan kimsenin ileriyi göremeyenler tarafından gelebilecek olan, bu türden tepkileri dikkate almayarak, doğru bildiği yolda gitmesi gerektiğini öğütleyen bir anlatım olarak anlayabiliriz.

Çocuğun öldürülmesi olayını ise , bugün başımıza gelen ve bizi son derece sarsan ve üzen bir olayın daha ileri zamanlarda bizi , " İyi ki böyle olmuş"  diyebileceğimiz bir duruma getirebileceği mesajının verilmesi olarak okuyabiliriz.

[002.216] Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Ayetin bağlamı her ne kadar savaş ile alakalı olsa da , ayet içindeki " Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür" cümlesini , kıssa içindeki çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesaj ile ilişki kurarak okumak mümkündür.

Başımıza gelen ve bizim hoşlanmadığımız bir olay , o gün için bizlerin hoşuna gitmeyecek bir durumda olabilir ve bizi sabırsızlık ve isyana sevk edebilir. Ancak başımıza gelen bu olay , daha sonraki zaman içinde bizim lehimize bir durum oluşmasına sebep olabilir. Bu sebepten ötürü, başımıza gelen olayları "İmtihan" olgusu içinde değerlendirip , bu imtihana gereği gibi sabrederek , sabrımızın karşılığını dünya ve ahirette almak, bir Müslüman için yapılması gereken bir amel olmalıdır.

Gelelim duvarın düzeltilme olayına ; Dikkat edilirse düzelttikleri duvar , yemek istedikleri halde kendilerine yemek vermeyen bir belde içinde bulunmaktadır. Kendilerine yemek vermemiş olmalarına aldırmayarak o duvarı düzelten kul , bu yaptığı işten ücret bile talep etmemiştir. 

Bu bizim için ne anlama gelebilir ?.

"İyiliğe karşı iyilik her kişinin harcı , kötülüğe karşı iyilik ise  kişinin harcıdır"
                                                                                                                         
Hayatımızın bir anında yardıma ihtiyaç duyup ta , yardım etmeleri gerektiğini düşündüğümüz bazı kimselerin kapılarını çaldığımızda, o kapılar yüzümüze kapanabilir. Bize yapılan bu tür muameleye karşı , bize o kapıları kapatanlara değil kin duymak , onların yardıma ihtiyaçları olduğunda bize kapanan kapıları hatırlayarak , bizimde onlara kapı kapatmak değil , elimizden gelen yardımı onlara göstermek , onların bize yaptığını unutarak yardıma  koşmanın, erdem sahibi bir insanın yapması gereken şey olduğu mesajı okunabilir.


Sonuç olarak ; Üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kıssalardan birisi olan "Musa ve ilim verilen kul" kıssası okumaya çalıştığımız yazımızda şu sonuçlara varmaya çalıştık;

Kıssa öncelikle yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olup , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyetin , bildiğimiz Musa (a.s) olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Onun şahsında temsil edilen kişinin, bilgi sınırları etrafı duvarla sınırlandırılmış gaybe dair bilgileri kısıtlı olan biz insanları temsil ettiği , "İlim verilen kul" adı altında temsil edilen şahsiyetin ise "El Muhit" ismine sahip olan Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil ettiğini söyleyebiliriz. 

Kıssa içinde geçen olayları , uçtu kaçtı hikayelerini din edinmiş , kerametleri müritlerinden menkul din baronlarının ellerinde koz olarak olarak kullandıkları silah olmaktan çıkararak , bize dönük mesajlar olarak okumak mümkün olup , bilgimiz dahilinde bunu gerçekleştirmeye çalıştık. 

"Kıssa illaki böyle anlaşılmalıdır" şeklinde bir iddia sahibi olmamakla birlikte , istismara açık bir duruma düşürülerek , sadece şahısların kimliği üzerinden bir sonuca varılarak , o kimliği bazı şahıslara vermeye çalışmak şeklinde yapılan okumalar , Kur'ana karşı yapılmış büyük bir zulüm olacaktır. 

"İlim verilen kul" adındaki temsili şahsiyet , Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil  ettiği için , bu kimliği ve bu kimlik üzerinden yapılan bazı tasarrufların kullar tarafından da yapılabileceğini düşünmek,  kişileri şirk tehlikesine götürecektir. İslam düşüncesinde mitoloji haline gelmiş olan Hızır masalları , işte bu kulun kimliği üzerinden yapılmış olan istismar ve spekülasyonların bir sonucudur.

Hızırı her şeye yetişen ölümsüz bir şahsiyet olarak Allah (c.c) ye ortak koşan zihniyet sahipleri , bununla yetinmeyerek, kendi tarikat büyüklerini de bu alana sokarak büyük bir sektör oluşturmuş, bu yolla insanları kendilerine kul olmaya zorlamaktadırlar. Bizler kıssaları bazılarının bazılarını kul edinmesine vesile haline getirilen anlatımlar olarak değil , gerçek hayatta yeri olan bize dönük mesajlar olarak okumak zorundayız.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Eylül 2015 Perşembe

Şefaat Ayetlerini Okuma Klavuzu

Kur'anın şefaat konusu ile ilgili ayetleri, anlam tahrifine uğraması ve ayetlerin rivayetlere kurban edilmesi açısından bakıldığında en başta gelen ayetlerdir. "Bir konu ancak bu kadar yanlış anlaşılabilir" dedirtecek kadar ileri gidilen ve yanlış anlaşılan bir başka ayet gurubu yoktur desek, sanırım yanlış olmayacaktır. Bu yazımızın konusu şefaat ayetlerinin nasıl bir yönteme tabi tutularak okunması gerektiği noktasında olacaktır.

Diğer ihtilaflı konular gibi , şefaat ayetleri ile ilgili olarak yapılan en önemli hata, belirleyici olarak seçilen kitab noktasındadır. Kur'an saf dışı edilerek , "Hadis" adı altında gelen bilgilerin ışığında okunan ayetler tamamen ters anlaşılmış, bunun neticesinde Kur'anın müşrik inancı olduğu gerekçesi ile red ettiği bir inanç , akidemizi oluşturan bir inanç haline getirilmiştir. 

Şefaat ayetlerinin doğru biçimde anlaşılması için , bu ayetleri okuyan kişinin ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olması gerekmektedir. "Şefaat vardır veya yoktur" şeklinde bir ön kabul yerine , her konuda olduğu gibi "Bu ayetlerin mesajı nedir?" sorusunun cevabının aranması gerekmektedir. 

Klasik din algısının empoze ettiği şefaat inancına sahip birisinin bu konudaki algılarının yıkılması gerçekten zordur. Bu tür bir algıya sahip olan insana önce doğru bir tebliğ uslubu ile, bu konuda yapılan yanlışın Kur'anın belirleyici kılınmaması olduğu , doğru bir anlayışa sahip olmak için, Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınması gerektiği , Kur'ana aykırı olan diğer kişilerin sözleri ki bu sözler Muhammed (a.s) adına söylenmiş olsa dahi onun bunları asla söylemeyeceği anlatılmalıdır. Bunlar kabul edilmeden bu konudaki anlatılanlar karşımızdaki kişi tarafından asla kabul görmeyecektir.

Şefaat konusu ile ilgili belirleyici bilgi kaynağı, sadece Kur'an olmalıdır. Kur'an ile birlikte edinilen harici bilgi kaynaklarındaki rivayetler ,Kur'an ile taban tabana zıt bir durum arz ettiği için okuyan kişinin seçim yapma zorunluluğu vardır. Ya kaynak kitap olarak Kur'anı kabul edecek diğerlerini red edecek , ya da Kur'an dışındakileri kaynak edinecek Kur'anı red edecek , bu iki alternatiften ilkini kabul etmek en doğru ve en makul seçim olacaktır.  

Ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olduktan ve sadece Kur'anı belirleyici kitap olarak gördükten sonra, ilgili ayetler okunmaya başlanabilir. Şefaat ile ilgili ayetlerin belirli bir sıra takip edilerek okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konu ile ilgili ayetleri belirli bir sıralamaya tabi tutarak okumaya çalıştığımız "Şefaat ayetlerini bir de bu sıra ile okuyalım" başlıklı yazımız da ilgili ayetleri nasıl bir sıralama dahilinde okunması gerektiğini ele almıştık.

Yunus s. 18. ayetinde müşriklerin Allah (c.c) nin dışındakilerine kulluk etme sebeblerinin , "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözleri ve Zümer s. 43. ve 44. ayetlerinde , müşriklerin Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmeleri red edilerek , şefaatın sadece ve sadece Allah'a ait olduğu beyan eden ayetler , şefaat ayetlerini okumanın anahtarlarıdır. Şefaat konulu bütün ayetler, bu ayetler ile çelişki teşkil etmeyecek şekilde okunmak ve anlamlandırılmak zorundadır. 

Eğer bu anahtar ayetleri merkeze almadan bir anlamlandırma yapacak olursak, ayetler arası insicam kaybolacak, bir yerde ak diyen ayet diğer yerde kara diyen duruma düşecektir. Şefaati izne bağlayan veya şefaate istisna getiren ayetleri şayet Allah (c.c) nin bazılarına şefaat izni verecekmiş anlamında okuduğumuzda, ortaya çelişkili bir durum çıkar ki bu durum Kur'anın çelişkisiz bir kitap olduğunu beyan eden ayetlere (4.82- 18.1) aykırı düşer. 

Şefaat ayetleri ile ilgili olarak kafamızda net olarak ALLAH (c.c) DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEFAATÇİ OLMADIĞI fikri yer ettiğinde diğer ayetlerin anlamı çorap söküğü misali bizlere artık açılacaktır.

Bakara s. 48-123 ve 254. ayetlerinde, hesap gününde şefaatçi yetkisine sahip kimsenin olmadığı hatırlatılarak , ona göre bir hayat sürülmesi hatırlatılmaktadır. Allah (c.c), hem bu ayetlerde "Şefaatçi yok" diyecek , hem de başka ayetlerde birilerine izin verdiğini söyleyecek bu bir çelişkidir ve Allah (c.c) bir yerde başka bir yerde başka söz asla demez , ortada çelişki gibi görünen bir durum varsa bu çelişki Kur'andan değil bizim yanlış okuma yöntemimizden kaynaklanmaktadır.

Yunus s. 3 ve Bakara s. 255 gibi ayetlerde şefaatin izne bağlanmış olması , birilerine izin verileceği şeklinde değil, Şefaatin sadece Allah'a ait olduğunu beyan eden Zümer 44. ayeti baz alınarak okunması gerekmektedir. Bu ayet baz alınarak okunduğunda şefaatin izne tabi olduğunu beyan eden ayetler , birilerine izin verileceği şeklinde değil , müşriklerin Allah (c.c) den izinsiz olarak kendi hevalarına göre ihdas ettikleri şefaatçilere böyle bir iznin VERİLMEDİĞİ şeklinde okunacak, ilgili ayetler arasındaki çelişkili gibi görünen durum ortadan kalkacaktır.

Taha s. 109 ve Sebe s. 23. ayetlerinde şefaate istisna getiren ayetler, rivayet kültürünün etkisi altında kalınarak çevrilmiş ve sanki Allah (c.c) nin dilediği birisine böyle bir izin vereceği zannı oluşturulmuştur. Ayetlerde "BaşkasıNIN" şeklinde çevrilerek birilerinin şefaatçi olacağı gibi bir durum oluşmasına sebeb olan kelimenin çevirisi , "BaşkasıNA" çevrildiğinde anlam doğru olarak oturacak ve Allah (c.c) nin dışında rivayet kültürü baz alınarak yapılan çevirilerin yanlışlığı ortaya çıkacaktır.

Ayrıca olayı sadece şefaat ayetleri çerçevesinden değil biraz daha genişlecek olursak , hesap gününde Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtaramayacağı , kişinin hesap gününde alacağı karşılığın Dünya hayatında yaptığı ameller karşılığı olduğu , adalet terazisinin noksansız bir şekilde işleyeceği , gibi ayetleride bu konuya eklediğimizde şefaat konusunda Allah (c.c) den başkasının sözü geçmeyeceği anlaşılır.


Hesap gününde Muhammed (a.s) ın ümmetinin tamamı af edilmeden cennete gitmeyeceği gibi rivayetler, haşa Allah (c.c) den daha merhametli bir kul portresi ortaya çıkarması açısından sakıncalı , ve daha ötesi kişiyi şirk'e götüren düşüncelerdir. Bir çok konuda olduğu gibi aşırı peygamber algısı şefaat konusu ile yakın bir alakaya sahip olup yarı ilah bir peygamber anlayışı çerçevesindeki düşüncele,r bu konu ile ilgili rivayetlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. 

Her konuda olduğu gibi "Mahalle baskısı" diyebileceğimiz bir biçimde inanç dünyamızda kemikleşmiş bir yer tutan şefaat konusu, bazılarımızda öyle bir biçimde yer etmiştir ki "Sünnet" olarak bilinen bir ameli yapma sebebi hesap gününde Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olmak için yapılmaktadır. Bu amelleri yapmayan birine karşı getirilen itiraz , Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olamayacakları şeklindedir. 

Kur'ana baktığımızda elçilerin dahi hesaba çekileceklerine dair olan ayetler bizlere elçilerin bir beşer olduğunu vurgulamakta ve hesap gününde konuşmaya yetkili olan tek kişi sadece Allah (c.c) olup onun sözünün üstüne söz söyleme yetkisine sahip olan bir başka ilah asla yoktur.


Sonuç olarak ; Kur'anın saf dışı edilerek rivayetlerin öne çıkarılması neticesinde Kur'anın "Müşrik inancı" olarak görerek red ettiği şefaat konusu uydurma rivayetler ile İslam inancı haline gelmiş ve akide konusunda baş yerini almıştır. Bu konunun doğru bir biçimde anlaşılması , bu konudaki rivayetlerin belirleyici olmaktan çıkarılması ile olması gerçekleşecektir , aksi takdirde Kur'anın ak dediğine , rivayetin kara dediği bir durum ortaya çıkar ki bu sözleri söylediği iddia edilen elçi Kur'ana aykırı olarak bir söz asla söylemez. Bu ve diğer konudaki rivayetlerin Kur'anla çelişenlerinin adı "UYDURMA ve İFTİRA" rivayetler kategorinde yer alarak çöpe atılmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin bu konudaki beyanını dinledikten sonra hala , "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" diyenler , her konuda olduğu gibi Kur'anın belirleyici olması gerektiğine inanmadıktan sonra Allah (c.c) nin dışında uydurulan bir sürü sahte şefaatçilerden medet umarak yaşamaya devam edecektir. Rabbimiz bizleri kendisinden başka şefaatçi tanımayan kullarından kılsın. 


                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Temmuz 2015 Pazar

Duhan s. 1-6. Ayetleri : Ön yargılı Bir Okuma Örneği

Düşünce tarihimize baktığımızda yapılan en önemli hatanın , Kur'anın oluşturulmuş ön yargılar ışığında okunması ve ön yargıları onaylayıcı bir Kitap haline getirilmesidir. Bu durumu bundan önceki bazı yazılarımızda örnekleri ile ele almaya çalışarak Kur'anın böyle bir ameliyeye alet edilmemesi gerektiğini hatırlatmaya çalışmıştık. 

Bu yazımızda Duhan s. 1-6. Ayetleri arasını ele alarak böyle bir ameliyeye kurban edilmiş olan 4. Ayetin üzerinde durmaya gayret ederek, doğru çevirisinin Kur'an bütünlüğünü göz önünde tutarak nasıl olabileceği yönünde fikirlerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

 Hâ mîm.
[044.001]  Ha, Mim.

Vel kitâbil mubîn(mubîni).
[044.002]  Mübin olan Kitaba andolsun;

İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin innâ kunnâ munzirîn(munzirîne).
[044.003]  Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyarıp-korkutanlarız.

Fihâ yufreku kullu emrin hakîm(hakîmin).
[044.004] Ki onda (O gece inen kitap ta) her  iş hikmetli bir biçimde ayrılır,

Emren min indinâ innâ kunnâ mursilîn(mursilîne).
[044.005]  Katımızdan bir emir ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz,

Rahmeten min rabbik(rabbike), innehu huves semîul alîm(alîmu).
[044.006]  Bu Rabbinden bir rahmettir. Allah, işitendir, bilendir.

Ayetler Kur'anın indirilme zamanı ve sebebi ile ilgili bilgiler içermekte olup , iniş zamanı olarak "Mübarek bir gece" den bahsedilmektedir. Herkesin malumudur ki Kur'an 23 senelik bir zaman süreci içinde peyderpey indirilerek tamamlanmış bir Kitaptır.

Bakara s. 185. Ayetinde "Ramazan ayı" , Kadir suresinde "Kadir gecesi" , Duhan suresinde ise "Mübarek bir gece" olarak bahsedilen durum hakkında tefsirlerde , "Kur'anın Levhi Mahfuz'dan bir kerede Dünya semasına indirildiğinin beyan edilmesi" , şeklinde yorumlara rastlamaktayız.

İlgili Ayetlerin , Kur'anın inmeye başlaması ile ilgili bilgi içermiş olması şeklinde yapılan yorumların daha isabetli olduğunu düşünerek , 4. Ayet ile düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. 

Geleneksel düşüncemizde önemli bir yer tutan "Kandil geceleri" şeklinde ihdas edilmiş olan, yılın belli zamanları içinde ruhban bir yaşantı şekli, Hıristiyan düşüncesinden devşirilmiş olup bu konu Hadid s. 27. Ayetinde  şu şekilde beyan edilmektedir. 

[057.027] Onların izleri üzerinden peygamberlerimizi ard arda gönderdik; Meryem oğlu İsa'yı da ardlarından gönderdik ve ona İncil'i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları ruhbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır.

Allah (c.c) nin farz olarak yüklemediği bir yaşam biçimini kendilerine yükleyip , sonra ona gereği gibi riayet etmeme durumu aynı şekilde biz Müslümanlara da yansımıştır şöyle ki ; Bu gibi geceler haricinde sanki kulluk ile görevli değilmişiz gibi bir hayat sürenler tarafından diğer günlerdeki hataların , Kandil geceleri içinde yapılan bir takım ibadetler ile silineceği inancı "Hadis" adı altında gelen rivayetlerle öyle bir empoze edilmiştir ki, bir kısım Müslüman bu geceleri bir piyango olarak görüp kısa yoldan işi kurtarma hevesi içine girmiştir. Bu konuyu daha önce "http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/07/sekuler-bir-hayatn-kurtulus-piyangosu.html" başlık bir yazıda ele almaya çalışmıştık. 

Duhan s. 4. Ayetinin çeviri ve tefsirlerde, ağırlıklı olarak "Kandil geceleri" şeklinde oluşturulmuş kültürün etkisi altında kalınarak çevrildiğini ve yorumlandığını görmekteyiz. Tefsirlerde bu gecenin Kadir veya Berat gecesi mi olduğu şeklinde tartışmaların yapıldığı ilgili Ayetin tefsirlerine göz atıldığında görülecektir.

 "http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/07/kadir-s-uzerinde-bir-tefekkur-calsmas.html" yazımızda Kur'anın "Kadir" ve Mübarek" gece de indirilmiş olmasından bahsedilme sebebi o gecenin önceden olan bir kutsallığı değil , Kur'anın inmeye başlamış olması ile Kur'anın değerinin, o geceyi bereketlendirmiş olması üzerinden anlatılmasıdır. Kur'an öyle bir mübarek ve değerli bir Kitaptır ki inmeye başlamış olması o geceyi diğer gecelere nazaran ayrı bir değer kazandırmaktadır. 

Bu vurgu maalesef bir kenara atılarak , o gecede inen Kitap, unutulmuş ve sadece o gecede yapılan bir takım ibadetlere aşırı bir sevap verilmiş olduğu rivayetlere yüklenerek, ruhban bir yaşantının önü açılmıştır.  

4. Ayet ile ilgili olarak yapılan çevirilere baktığımızde "Ki onda (O gecede) her hikmetli iş ayrılır," şeklinde anlamlar birbirinin kopyası olarak karşımızda durmaktadır. Bu çevirilerin yanlış olan tarafı Kur'ana değil , geceye bir anlam yüklenmiş olmasıdır. Halbuki İNMEYE BAŞLAYAN Kur'an ile her iş hikmetle ayrılmaya başlamış olmasının beyan edilmekte olduğunu Muhammed Esed'in yapmış olduğu çeviride görmekteyiz.


 Muhammed Esed :
O (gece)de, bütün (iyi ve kötü) şeyler arasındaki farklılık, hikmetle ortaya konmuştur,

 Muhammed Esed böyle bir çeviri yapmakla Kur'anı öne çıkaran bir anlam ortaya koymuş ve birbirinin kopyası meallerden farklı bir çeviriye imzasını atmıştır.

Kur'an çevirilerinde parantez açılararak Ayetin anlaşılması konusunda bir takım çekincelemiz olmasına rağmen, bazı yerlerde parantez açılarak Ayetin anlamı daha doğru bir şekilde okuyucuya yansıtılabilir. Bu yansıtılma elbette Kur'an bütünlüğüne sadık kalınmak ve ön yargı neticesi açılmış bir parantez olmaMAsı gerekmektedir. 

4. Ayette "Emrin Hakim" terkibinin nasıl anlaşılması gerektiği  konusunda bu kelimelerin geçtiği Ayetler bize bilgi verecektir.

[017.085]  Bir de sana ruhtan soruyorlar. De ki: «Ruh Rabbimin EMRİNDENDİR. Size ise pek az bilgi verilmiştir.»

 [016.002]  Kendi EMRİNDEN ruh (vahiy) ile melekleri, kullarından dilediği peygamberlere indirip şu gerçeği insanlara bildirin, buyuruyor: Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Ancak benden korkun.

[003.058]  Bunu sana âyetlerden ve zikr-i HAKİMden tilâvet ediyoruz.
[010.001]  Elif, Lâm, Râ. İşte onlar, HAKİM olan kitabın âyetleridir.
[031.001-2] Elif Lam Mim , İşte bunlar, HAKİM olan kitabın âyetleridir.
[036.001-2] Ya Sin , Kur'an-ı HAKİM'e andolsun ki;
[043.004]  Ve gerçekten o Bizim nezdimizdeki Ana Kitapta. Çok yüksek, çok HAKİMdir.

Verdiğimiz Ayet meallaerinde "Emrin Hakim" terkibinin Kur'anla ilgili olduğu açık bir biçimde görülmektedir. Bakara s. 185. Ayeti ve diğer Ayetlerde Kur'anın "FURKAN" yani ayırıcı özelliği de buna ilave edildiğinde geceye mübareklik veren şeyin KUR'AN olduğu net bir biçimde ortaya çıkmaktadır. 

 [002.185] Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir.

[025.001] Furkan'ı alemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna indiren (Allah) ne yücedir!

Sonuç olarak ; Duhan s. 1-6. Ayetleri arasını okuduğumuzda şöyle bir mesaj çıkmaktadır . İşiten ve bilen Allah (c.c) kullarına rahmetinin olan Elçi gönderme sünneti Muhammed (a.s) ile gerçekleşmiş , ona verilen Kur'an mübarek bir gecede indirilmiştir. Bu Kur'an Allah (c.c) emrinden olan vahiy olup o vahiyle hak ile batıl birbirinden ayrılmaktadır. 

Hal böyle iken , oluşturulmuş ön yargılar neticesinde okunan bu Ayetler ile ilgili yapılan tartışmalar, Kur'ana değil indiği geceye odaklanılarak, o gecenin adının ne olduğu konusunda tartışmalar yapılmış ve bu gece içinde yapılan ibadetlerin diğer günlere nazaran daha faziletli olduğu şekildeki rivayetlerle ruhban bir hayatın Müslümanlardaki yansıması "Kandil geceleri" şeklinde yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu gecelerde yapılan ibadetlere herhangi bir sözümüz olmamakla birlikte , kulluğun sadece böyle gecelerde hatırlanmasının doğru olmadığını hatırlatmak isteriz. 

Ayrıca Duhan s. 4. Ayetinin Muhammed Esed tarafından yapılmış olan çevirisinin internet ortamında mevcut olan mealler ile karşılaştırdığımızda bu Ayet ile ilgili olarak yapılmış mealler içinde en doğru bir çeviri olduğunu söyleyebiliriz.

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

İSRA s. 1-8. Ayetleri Arasını Okuma Klavuzu

Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz; zikri geçen ayetlerin, özellikle İsra s. 1. ayetinin geleneksel ve modernist okuma tarzında bir takım yanlışlar üzerine temellendirilerek okunması olup, yazımızda bu ayetlerin nasıl bir bakış açısı altında değerlendirilip okunması gerektiği yönündeki tekliflerimizi paylaşacağız. Tekliflerimizi paylaşırken söylediklerimizin nihai doğrular ve bundan başka doğru yoktur mantığı altında değil, sadece bu yazıyı yazanın bakış açısından kaynaklanan bir düşüncenin ürünü olduğunu baştan hatırlatarak konumuza giriş yapalım.

Bilindiği gibi İSRÂ 1 ayeti hatıra geldiği zaman; geleneksel din algısında ilk önce "Miraç" adı verilen olay hatıra gelmektedir. İSRÂ 1 ayeti böyle bir olayın olduğu bilgisini (en ufak bir delalet ihtimali dahi olmadan) içinde barındırMAmaktadır. Bu olayın olduğuna inananlar, şayet aynı surenin 93. ayetini okudukları takdirde; bu olayın müşrikler tarafından gerçekleşmesinin istendiğini ancak böyle bir olayın asla olmayacağının özellikle belirtildiğini göreceklerdir. NECM Suresi ayetlerinde bu olayın anlatıldığı düşüncesi, bu surenin İSRÂ Suresi'nden önce inmiş olduğu hesaba katılır ve ilgili ayetler ön kabulsuz ve bağlam içinde okunursa, miraç diye bir olayın değil, Muhammed(a.s)'ın Cibril'den vahiy almasının anlattığı açıkça görülebilir.

"Miraç" olayı tamamen mitolojik bir düşünce eseri olup özellikle Hıristiyan düşüncesinde ortaya çıkan elçiyi yüceltici bir düşüncenin eseri olması açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir. Allah(c.c), göndermiş olduğu elçilerini, biz kulları tarafından asla onları ilah derecesine veya diğer elçilerle üstünlük yarışına sokulması için göndermemiştir.

Yazımızda geleneksel okuma hatalarından ziyade, geleneğe karşı çıkarak yapılan okumalardaki bir takım hatalara dikkat çekmeye çalışacağız.  

Modernist okuma metodunda, ilgili ayetleri anlamakta problem olarak ortaya çıkan düşüncelerden bir tanesi; 1. ayet içindeki "bi abdihi" (kulunu) kelimesi ile zikredilen kişinin Muhammed(a.s) değil, 2. ayette "ve ateyne Musel-kitabe" (ve Musa'ya Kitabı verdik) ibaresinin 1. ayetle bağlantılı olduğu, "ve" bağlacı ile ayetin başlamış olmasının buna delalet ettiği iddialarını görmekteyiz. Bu düşüncede olanların 1. ayet içindeki "minel mescidil-harami" ifadesini farklı şekilde tevil ederek, belirli bir mekan ismi olmaktan çıkardıklarını ve bu kelimeye "Batınî yorum" olarak ifade edebileceğimiz bir anlam bindirmeye çalıştıklarını görmekteyiz.

Kur'an okumalarında herhangi bir fikre varmak için, önce konu ile ilgili ayetlerin tamamını alt alta koyarak okumak, vardığımız düşüncenin diğer bir ayet ve Kur'an bütünlüğü ile herhangi bir çelişkisi olup olmadığına dikkat etmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Vardığımız neticenin "Konu ve Kitap bütünlüğü"nü gözeterek bu neticeye varılmış olması ve herhangi bir çelişki arz etmemiş olması gerekmektedir. "Mescidi Haram" deyimi;  Kur'an'da geçtiği bütün ayetlerde belirli bir mekan ismi olarak geçmektedir. Bu terime farklı anlamlar yükleyerek kafamızdaki ön kabullere kurban ettiğimiz takdirde, başka bir ayette geçen kelimenin çelişki arz edeceğini gözden ırak tutmamak gerekmektedir.

Ayrıca "Ve" bağlacı bir konuyu birbirine bağlamak için kullanılabileceği gibi, bir konuyu birbirinden ayırmak için de kullanılmakta, İSRA s. 2. ayeti başka bir konuya giriş yapmakta, dolayısı ile İSRÂ 1 ayeti içindeki "abdihi" kelimesi ile ifade edilen kişinin Musa(a.s) olmasının imkanı yoktur. Bahsedilen kişi; adı geçen mekanda yaşayan Muhammed(a.s)'dır. Böyle bir düşünce içine girilmiş olmasının, ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünü gözetmeden okumanın bir sonucu olduğunu düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayeti içinde geçen "elmescidil-Aksa" (en uzak mescid) terimi ile ifade edilen yerin nerede olduğu üzerinde yine farklı düşüncelerin üretilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu deyim ile ifade edilen mekanın "Beytül Ma'mur" adı verilen ve gökte, meleklerin secde ettiği ve Kabe'nin iz düşümünde bir mescid olduğu olduğu iddiası vardır. Bu düşüncenin rivayetler yardımı ile ortaya atıldığı, Kur'an'da geçen "vel Beyt'il Ma'mur" (TÛR 4) deyiminin Kabe olduğu, Kur'an açısından baktığımızda bu düşüncenin daha doğru olduğu ortadadır. Bu iddianın daha vahim bir tarafı; miraç olayını kabul etmek anlamına gelir. Bu da "İsra" kelimesi ile göğe çıkışın ifade edilmiş olduğu iddiasına gelir ki bu iddianın doğru olması kelime anlamı açısından mümkün değildir.

"Mescidil Aksa" adlı yerin Mekke'nin Cirane vadisinde bir mescid olduğu ve Muhammed(a.s)'ın orada namaz kıldığı şeklinde iddialar olup, İSRÂ 1 ayetinin bu duruma işaret ettiği düşüncesi eski tefsirlerde de yerini bulmuştur. İddialarımızı Kur'an çerçevesinde delillendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğundan hareketle, İSRÂ 7 ayeti içinde geçen "el-mescide" kelimesini göz önüne alarak "Mescidil Aksa" ile ifade edilen yerin neresi olduğu daha doğru ortaya konulabilir.

Bu deyim ile kast edilen yerin Cirane vadisindeki mescid olduğu düşüncesinde olanlar, "Mescidil-Aksa" adı ile bugün bildiğimiz yerin Ömer(r.a) zamanında yapılmış olduğunu, Muhammed(a.s)'ın zamanında bu yerin Kudüs şehrinin çöplüğü olduğunu, dolayısı ile "İsra" adlı olayın gerçekleştiği mekanın Kudüs olması ihtimali bulunmadığı iddialarını dile getirmektedirler.

Kudüs şehrinde şayet bir mescid var ise, ki var olduğunu İSRÂ 7 ayetinde görmekteyiz, bu mescidin yıkık ve harap olmuş olması, orasının "Mescid" adı ile anılMAmasını gerektirmez. "Mescidil-Aksa" olarak anılmış olması, orada bina halinde yapılmış olan ve Muhammed(a.s) hayatta iken orasının imarlı bir halde olması gerektiğini de ifade etmez. Süleyman(a.s) tarafından yapılmış olan bir mescidin var olduğu ve bu mescid harap bir halde olmuş olması, sembolik olarak ifade ettiği anlamdan herhangi bir şey kaybetmiş olacağı anlamına gelmez.

"Mescidil-Aksa" ve "Mescidil-Haram" terimlerinin ortak yönüne baktığımızda; her iki terimde geçen "Mescid" kelimesi ile ifade edilen yerin ortak bir bağının olduğu ve bu bağın Musa(a.s) ve Muhammed(a.s)'ın beslendiği kaynağın aynı olduğunun beyanı açısından okunmasının bizleri daha doğru bir neticeye ulaştıracağını düşünmekteyiz.

"Aksa" (en uzak) tabiri Mekke'ye olan uzaklığı göz önüne alınarak ifade edilmiş olup, Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman içinde tabela ismi olarak "Aksa Mescidi" şeklinde orasının bilindik bir ismi olmayıp Kur'an'ın Mekke şehrine olan uzaklığını göz önüne alarak belirtmiş olduğu bir terkiptir. Bilinen ismi "Süleyman Mabedi" olup, bu mabedle olan ilişkiyi ilgili ayetler ile ilgili okuma metodu teklifimizde açıklamaya gayret edeceğiz.

Buraya kadar ilgili ayetler ile öne sürülen farklı görüşlere katılmama gerekçemizi izah etmeye gayret ettik. Yazımızın bundan sonraki bölümünde ilgili ayetleri okurken göz önünde bulundurulması gereken noktaları ele almaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili ayetlere yapılan yorumlarda hata yapıldığını düşündüğümüz nokta şu dur; ilgili ayetler sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde değerlendirilmeye tabi tutulmakta ve bu ayetler, nasıl bir mesaj taşıdıkları düşüncesi ışığında okunmamaktadır.

İSRÂ 1 ayeti ile ilgili olarak tefsirlere baktığımızda "İsra" (gece yürüyüşü) olayının bedenen mi, yoksa uykuda görülen bir rüya şeklinde mi gerçekleştiği tartışılmıştır. Kanaatimizce bu olayın bedenen veya rüya ile gerçekleşmiş olmasının tartışılmasının herhangi bir faydası olmayıp, her iki şekilden birisi ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir. İlgili ayetleri okurken yürütülmenin keyfiyetini değil, yürütülme ile verilmek istenen mesajın ne olması gerektiğini düşünmenin daha faydalı olacağını düşünmekteyiz.

İlgili ayetlerin nazil olduğu Mekke dönemini kısaca hatırlamak, konuyu anlamanın başlangıcını teşkil etmektedir. Mekke dönemi; bilindiği gibi Muhammed(a.s) ve ona tabi olan iman edenlere baskı, işkence ve zulümlerin had safhaya vardığı bir dönemdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun ile mücadelesinin anlatıldığı ayetler, bilindiği gibi Mekke'de nazil olmuştur. Bu mücadelenin anlatılma sebebi tarihi bilgi vermek değil, geçmişteki zalimlerden kurtulmanın Musa(a.s) örnekliğinde nasıl gerçekleştiği, önce Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da bizler gibi sonradan gelenlerin o mücadele örnekliğinden ibretler çıkarılmasına matuftur.

"İsra" (gece yürüyüşü), müşrik kavimler ile mücadele sürecinin sonunda ve müşrik kavmin helak edilme sürecinin başlaması ile ilgili bir kelime olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Musa(a.s) kıssasına baktığımızda; Firavun ve ordusunun helak edilmesi, Musa(a.s)'ın kavmini "isra" yani gece yürüyüşüne çıkarması ile başlamıştır (ŞUARA 52).

Muhammed(a.s)'a bedenen veya uykuda böyle bir yürüyüş yaptırılmış olmasını, ona Rabbi tarafından zulümden kurtulmasının yolunu göstermesi açısından okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Musa(a.s) ve İsrailoğulları nasıl "İsra" ile Firavun zulmünden kurtulmuş ise, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar böyle bir hicret sonunda başarıya ulaşacaklardır ve 10. yılın sonunda Mekke'nin fethedilmesi, bu zulmün sona ermesi ve Mekkeli müşriklerin Firavun misali yenilgiye uğraması olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

İSRÂ 1 ayetini Muhammed(a.s)'a hicret etmesi gerektiğini bildiren, devam eden 2-8 ayetlerinde İsrailoğulları'nın zikredilmiş olmasını ise, onların yaşadıkları belde olan "Yesrib"e yani Medine'ye hicret etmesi gerektiği ve onların nasıl bir yapıda olduğunu bildiren ayetler olarak okumak mümkündür.

İSRÂ 2-8 ayetleri; Müslümanların Medine'de karşılaşacakları topluluğun, Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu elçilerden olan Musa(a.s)'a tabi olduğunu iddia eden bir topluluk olduğunu, dolayısı ile "Ehli Kitap" olarak aralarında bir bağ olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı ayetler, İsrailoğulları'na hitaben daha önceki çıkardıkları fesadlarında başlarına geleni hatırlatarak, karşılacakları Müslümanlara karşı aynı fesada devam ettikleri takdirde, Sünnetullah yasalarının işleyerek bozguna uğratılacakları haberi verilmektedir.

Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerine baktığımızda; İsrailoğulları'nın Müslümanlar aleyhine yapmış oldukları fitne ve fesadın, onları nasıl bir sona uğrattığını açık ve net bir biçimde görmüş olmamız, İsrailoğulları'nın geçmişte yapmış oldukları fitne ve fesadın cezasını nasıl çekmişlerse, aynı fitne ve fesadı Müslümanlar aleyhine yapmış olmaları sonucunda, Sünnetullah yasalarının tekerrür ederek nasıl bir bozguna uğradıklarını bizlere göstermektedir.

İSRÂ 1-8 ayetlerini sadece Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman ve mekan çerçevesinde değil, yaşanan her çağa dönük mesajlar olarak okumanın, Kur'an'ın evrensel mesajına uygun bir okuma biçimi olduğunu düşünmekteyiz. Dünyanın her neresinde olursak olalım, içinde bulunduğumuz şartlar bizleri Allah(c.c)'nin dinini yaşamaya engel teşkil ediyorsa, bulunduğumuz belde dışında yaşama alanı aramak yani hicret etmek, bizden önceki elçilerin ve onlara tabi olanların uygulamış oldukları bir yoldur.

Musa(a.s) ile birlikte olan İsrailoğulları, Firavun zulmünden kurtulmak için Musa(a.s) önderliğinde bir mücadeleye girişmişler, uzun yıllar süren mücadele sonunda Firavun ve ordusu helak edilerek İsrailoğulları kurtuluşa ermişlerdir. Bu mücadele süreci Sünnetullah dediğimiz yasaların işlemesi sonucunda başarıya ulaşmıştır. Aynı Sünnetullah kuralları, bir başka zaman İsrailoğulları üzerinde yine işlemiş olup, fitne ve fesada koştukları zaman nasıl bir işleyiş ile karşılacaklarını 2-8 ayetleri arasında görmekteyiz. Bu yaşananlar örnek gösterilerek ilerleyen zamanlarda Müslümanlar aleyhine yapabilecekleri fesad hareketlerinin onlara pahalıya mal olacağı şimdiden haber verilmektedir.

İSRA s. ayetleri İsrailoğullarının gelecek bir zamanda Müslümanlar tarafından yenilgiye uğratılacağını haber veren ayetler değildir. Hele hele rivayetlerde geçen "Melhame-i Kübra" olarak bilinen bir savaşı işaret eden ayetler hiç değildir. Bu ayetler Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu evrensel toplumsal yasaların İsrailoğulları örneğinde nasıl işlediğini göstermekte, aynı yasaların bütün toplumlar için de geçerli olduğunu bildirmektedir.

Bugün yeryüzünde İsrail, Amerika gibi müstekbirlerin yıkımının, kıyamete yakın bir sürede geleceğine inanılan İsa ve Mehdi eli ile gerçekleşeceğine inanarak o zamanı beklemek, Müslümanların zilletini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, zilletten kurtuluşun yolu ise, Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğullarının Firavun'dan nasıl kurtulduklarını bildiren ayetlerdedir. 

Sonuç olarak; İSRÂ 1-8 ayetleri bir bağlam dahilinde okunarak, Muhammed(a.s)'ın belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmesinin, Musa(a.s) örnekliğindeki gece yürüyüşünün başarıya ulaşmış olması hatırlatılmış ve bu hatırlatma, Muhammed(a.s)'ın İsrailoğulları'nın kutsal beldesindeki "Mescid"e "isra" yani gece yürüyüşü ile yapılmıştır. Bu yürütülmenin keyfiyetinden çok, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmanın, konu ile ilgili bir takım yanlış düşünceler içine girilmesine engel olacağını düşünmekteyiz. Bu mesajı, Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zulüm ve baskıdan nasıl kurtulabileceği daha önce yaşanmış olan canlı örnekten yola çıkılarak gösterilmesi olarak okuyabiliriz. Olayı sadece belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmek şeklinde okuyarak "mucize" şeklinde değerlendirmek, verilmek istenen mesajı anlamamaktan kaynaklanan ve elçiyi merkeze alan bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki ilgili ayetler evrensel mesajlar taşımakta olup, her devirde karşımıza çıkan zorluklarla nasıl bir yol ile başa çıkabileceğimiz bizlere gösterilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.