27 Eylül 2016 Salı

Allah (c.c) Yeryüzündeki Kötülüklere Neden Engel Olmuyor?

Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz soru , yeryüzünün içinde bulunduğu kan , gözyaşı , savaş gibi insanları çaresiz durumda bırakan sıkıntılar karşısında , Müslüman olsun veya olmasın bir çok insan tarafından sorulmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde meydana gelen ve bir çok masum insanın ölümüne sebep olan savaşlar karşısında, Allah (c.c) nin neden bir şey yapmadığı konusunda, bazı Müslümanların kafasında soru işaretleri oluşurken , Müslüman olmayan kesimden ise, "Sizin Allah'ınız neden bu katliamlara engel olmuyor?" şeklinde sorular sorularak , bazı Müslümanların kafası karıştırılmak istenilmektedir. 

Biz bu soruyu, herhangi bir art niyet taşımayan, ve gerçekten kafası bu konuda bazı soruların cevabını bekleyen Müslümanları dikkate alarak cevaplamaya ve onların kafasındaki bulanıklığı konu ile ilgili Kur'an ayetleri ışığında bir yol takip ederek gidermeye çalışacağız. 

Biz Müslümanların en büyük eksiği , elimizde bulunan kitabın yaşanan hayatın gerçekleri ile iç içe olduğunun farkında olmayan bir okumaya tabi tutmamızdır. Elimizdeki Kur'an öyle bir kitaptır ki , doğru okunduğunda kafamızdaki bu gibi soruların cevaplarını hem sözlü, hem de geçmiş yaşantılardan kıssa yollu anlatımlar ile yaşanmış örnekler şeklinde vererek , yeryüzünde cari olan toplumsal yasaların nasıl işlediğini bizlere göstermektedir. Özellikle İsrailoğulları ile ilgili anlatımları Sünnetullah olgusunu dikkate alarak okuduğumuzda bunu daha açık ve net olarak görebiliriz. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki , Allah (c.c) yeryüzünde yapılan hiç bir kötülüğü karşılıksız bırakmaz. Zalimlerin yaptıklarının cezasını dünya hayatı içinde onlara mutlaka yaşatır.Bu karşılığı kendisi savaşarak değil zulme uğramış kullarının savaşarak vermesi şeklinde bir yasa ile sabitlemiştir. Eğer kullar bu yasa çerçevesinde hareket etmeyecek olurlar ise , Allah (c.c) de bu isteğe cevap vermeyecektir. Bu cevap vermeme durumu ise, Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmadığı gibi bir düşünce doğurmuş olsa da , kötülüklere karşı mücadele yeteneğinden yoksun olanların , bu kötülüğe karşı herhangi bir karşı duruş sergileme ihtiyacı duymayarak celladına aşık köle olmaktan memnun olmalarından ötürüdür.

Müslümanların bir çoğunun zihnini kurcalayan bu sorunun cevabı , "SÜNNETULLAH" denilen arz üzerinde değişmez olan toplumsal yasalar ile alakalıdır. Sünnetullah kavramı doğru anlaşılmadan , bir çok kimsenin bu konudaki kafa karışıklığı maalesef giderilemez. Bu kavramın doğru anlaşılamamasından doğan bazı sonuçlar, maalesef Allah (c.c) ye yüklenereksuç Allah'a atılmakta , ve bizlerin sorumlu olduğu sonuçlar görmezden gelinmektedir. 

[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.

Hadid s. 22. ayeti bu yasayı bizlere haber vermektedir. Yeryüzünde meydana gelen her şey , o olay ile ilgili olarak konulmuş olan yasaların bir sonucu olarak meydana gelmektedir. Allah (c.c) nin bu olayların oluşumu üzerinde herhangi bir müspet veya menfi etkisi yoktur , sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olaylardır. Yani kullar yaptığı amellerin karşılığı neyse hak ettikleri karşılıkları almakta , hiç bir kimse ve topluluk hak etmediği bir karşılığı asla görmemektedir. Herkes yaptığı amelleri SEBEBİ ile karşılaşacağı SONUCU elde edecektir. 

Eğer bugün yeryüzünde çoluk çocuk demeden yaşanan bir zulüm varsa kabahatlisi onu engellemediği için Allah (c.c) değil , bu zulme meydan veren insanlıktır. Allah zalimlerin kendisi savaşarak değil , kullarının savaşarak yok edileceği şeklinde bir yasa koymuş ve bu yasa kıyamete değin böyle işleyecektir.

[002.200]  Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
[002.201]  «Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından koru» diyenler vardır.
[002.202]  İşte onlara, kazançlarından ötürü karşılık vardır. Allah hesabı çabuk görür. 

Her gün Allah'a küfür ve isyan eden bir ateist eğer çalışıyor ve gayret ediyorsa , o çalışmasının karşılığını mutlaka aldığı gibi , her gün Allah'a dua ve niyazda bulunarak secdeden başını kaldırmayan bir Müslüman çalışmıyor ve gayret etmiyor ise, o da bu tembelliğinin karşılığını görerek muhtaç duruma düşücektir. Asıl olan dünya ve ahireti birlikte düşünerek çalışmak ve gayret etmek olmalıdır.

Bu noktada yine Müslüman olmayan kesim tarafından dile getirilen ve bazı Müslümanların kafasının karışmasına sebep olan bir soruyu ele almakta fayda görmekteyiz. 

Dünya yüzünde zulüm gören toplulukların başında biz Müslümanların gelmesi sebebi ile , Müslüman olmayan kesim tarafından, "Madem siz Müslümansınız Allah'ınız neden sizin zulüm görmenize göz yumuyor , neden bu kafirlere engel olmuyor? şeklinde sorularla kafa karıştırılmak istenilmekte , bazı Müslümanlar ise bu iğvalara kanarak "Neden Allah (c.c) biz Müslüman olduğumuz halde bize yardım etmiyor bizim zulüm görmemize neden seyirci kalıyor engel olmuyor?" şeklindeki kafalarını kurcalayan sorulara cevap aramaktadırlar.

Bu soruların cevap anahtarı yine "Sünnetullah" kavramı içindedir. Allah (c.c) nin "Errahman" ismi , Mü'min veya kafir olsun çalışan bütün kullarına çalışmalarının karşılığını dünya hayatlarında eksiksiz olarak vermesidir. 

Allah (c.c) Rahman ismi gereğince , "Bu kulum Müslüman ona biraz torpil geçeyim" veya "Bu kulum kafir ona çelme takayım" asla demez. Allah (c.c) Mü'min veya kafir ayrımı yapmadan kim veya hangi topluluk olursa olsun , onlara çalışmalarının karşılığını verir. Bugün kafirler topluluğunun kevni ayetleri okuyarak bilim ve teknolojide üstünlük sağlamaları , kevni ayetlerin kullanma klavuzu diyebileceğimiz , Kur'anı bu konuda rehber edinmemeleri neticesinde , bilim ve teknolojiyi kullanarak yapmış oldukları silahları , zulüm aracı olarak kullanmaktadırlar. 

Kur'an kevni ayetlerin bir nevi kullanma klavuzu olması gerektiği için, bu ayetlerin verdiği imkanlara sahip olanlar , eğer bu klavuzu kullanmayacak olurlarsa , ellerindeki ayetler öldürücü silahlar haline dönüşerek müstaz'afları sömürme ve ölüm makinası haline gelecektir. Dünyanın içinde bulunduğu kaos ortamı öldürücü silahlara dönüşen kevni ayetlerin kafirler elinde olmasının bir neticesidir. 

Bizler Müslüman olarak sadece kitap içindeki ayetleri okuyarak cennete gidebileceğimiz zannı ile kevni ayetlerin okumasını kafirlere bırakarak , onların bilim ve teknoloji alanında büyük gelişme sağlamalarına, ve bu yolla dünyayı fesada boğmalarına maalesef izin vermekteyiz. Bunun neticesinde ise çalışmalarının karşılığını alan kafirler , yaptıkları silahları ahiret bilincinden yoksun bir inanç sahibi olmaları neticesinde mazlumlara doğrultmaktan çekinmemektedirler. 

Batılı kafirler tarafından mazlumlara reva görülen bu zulüm karşısında neden Allah (c.c) bir şey yapmıyor ? , neden bu zulümlere karşı bu kafirlere gökten azap indirmiyor?. 

Bu soruların cevabı Kur'anda yaşanmış olaylar örneğinde verilmiş olmasına rağmen, maalesef hazırcı Müslümanlar tarafından , Allah'ın kafirlerle savaşması ve gökten melekler indirerek kafirleri hak ile yeksan etmesi hala beklenmekte , fakat bu istekler gerçekleşmeyerek ve kafirlerin zulmü artarak devam etmektedir. 

Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri durumuzu fazla söze hacet bırakmadan anlatmaktadır. 




“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu.
“Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun,
Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN!

Sonunda Bir de “TEVEKKÜL” Sokuşturup Araya,
Zavallı DİNİ ÇEVİRDİN Onunla MASKARAYA!
Bırak Çalışmayı, Emret Oturduğun Yerden,
Yorulma, Öyle ya, Mevla Ecir-İ Hâsır İken!


Yazıp Sabahleyin Evden Çıkarken İşlerini;
Birer Birer Oku Tekmil Edince Defterini;
Bütün O İŞLERİ RABBİM GÖRÜR, VAZİFESİDİR...
Yükün Hafifledi... Sen Şimdi Doğru Kahveye Gir!


Çoluk Çocuk Sürünürmüş Sonunda Aç Kalarak...
Hüda Vekil-İ Umurun Değil Mi? Keyfine Bak!
Onun Hazine-İ İn’amı Kendi Veznendir!
Havale Et Ne Kadara Masrafın Olursa... Verir!

Silahı Kullanan Allah, Hududu Bekleyen O;
Levazımın Bitivermiş, Değl Mi? Ekleyen O!
Çekip Kumandası Altına Ordu Ordu Melek,
Senin Hesabına Küffarı Hak-Sar Edecek!

Başın Sıkıldı Mı, Kafi Senin O Nazlı Sesin:
“Yetiş” de, Kendisi Gelsin, Ya Hızr’ı Göndersin!
Evinde Hastalanan Varsa, Borcudur: Bakacak;
Şifa Hazinesi Derhal Oluk Oluk Akacak.

Demek Ki : Her Şeyin Allah... Yanaşman, Irgadın O:
Çoluk Çocuk Ona Ait: Lalan, Bacın, Dadın O;
Vekil-İ Harcın O; Kahyan, Müdür-İ Veznen O;
Alış Seninse De, Mesul Olan Verişten O;

Denizde Cenk Olacakmış.... Gemin O, Kaptanın O;
Ya Ordu Lazım İmiş... Askerin, Kumandanın O;
Köyün Yasakçısı; Şehrin De Baş Muhassılı O;
Tabib-İ Aile, Eczacı... Hepsi Hasılı O.

Ya Sen Nesin?
MÜTEVEKKİL!
Yutulmaz Artık Bu!
Biraz Da Saygı Gerektir...
Ne Saygısızlık Bu!
HUDA’YI KENDİNE KUL YAPTI,
KENDİ OLDU HÜDA;
Utanmadan Da “TEVEKKÜL” diyor bu Cür’ete, Ha?!..

Yukarıdaki dizeler biz Müslümanların yanlış tevekkül ve Allah inançlarını veciz biçimde ortaya koymaktadır. Bedir ve Uhud harbi denildiği aman akla ilk önce , sahabenin yaptığı kahramanlıklar veya gökten inen sarıklı meleklerin nasıl savaştıklarının masal biçiminde anlatımlar gelmektedir. Halbuki bu savaşlar, "Sünnetullah" olgusu etrafında okunmaya çalışılsaydı , bugün bir çok kişinin kafasına takılan soruların cevabı da bulunmuş olabilirdi. 

Bedir de müşrik ordusuna galebe çalan Müslüman ordusu , Uhud da müşrik ordusu tarafından yenilgiye uğratılmışlardır. Bu yenilgiye sebep ise savaş stratejisinde yapılan yanlışlardır. Allah (c.c) bu savaşta herhangi bir tarafa ayrıcalık yapmamış , savaş şartlarını yerine getiren müşriklerin galip gelmesini sağlamıştır. Demek ki Allah (c.c) indinde Müslüman olmak herhangi bir ayrıcalık sahibi olmak anlamına gelmiyor.

Yine Rum suresinin ilk ayetlerini okuduğumuzda iki ordunun savaşından bahsedilmektedir. İkisi de kafir olan bu orduların, birbirine galebe çalmaları "Allah'ın yardımı" iledir . Allah hiç bir orduya ayrıcalık tanımadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getiren ordunun galip gelmesini sağlamıştır. İsrailoğulları ile bazı ayetleri okuduğumuzda onların savaşlarda yenilgilerinden veya galibiyetlerinden bahsedilmektedir. Bu yenilgi veya galibiyetler yine hiç bir ayrıcalık tanınmadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getirenlerin galip gelmesi ile sonuçlanmıştır.

[042.030] Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.

Dünya üzerinde yaşayan Müslümanlar olarak başımıza gelenlerin sorumlusu olarak Allah (c.c) yi görmek, yardım etmediği gerekçesi ile onu suçlamak, aklı başında bir Müslümandan asla sadır olmaması gereken düşüncelerdir. Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi belirli yasalara tabi olmasından doğan sonuçlar , bu yasaları Müslüman olmayanların yerine getirmesi sebebi ile onlar lehinde işlemektedir. Başımıza gelen herhangi bir musibetin müsebbibi Allah (c.c) değil , biz Müslümanlardan başkası değildir. 

Eğer bugün yeryüzünde kafir orduları kadın , çocuk yaşlı , genç demeden katliamlar yapıyorsa bu katliamların müsebbibi Allah (c.c) değil bu katliamlara maruz kalan ülkelerin halklarıdır. Eğer bu halklar kendilerini düşmandan koruyacak ekonomi ,siyaset ,bilim, sanayi ve teknolojiye sahip olsalardı , düşmanları bu ülkelere değil saldırmak , önlerinde el pençe divan duracaklardı

Savaş bir dünya gerçeği olarak , sadece zalimlerin kullandığı bir silah değil , mazlumların da kullanması gereken bir silahtır. Mazlumlar biz Müslümanlar örneğinde olduğu gibi , gökten Allah'ın melekler indirmesini bekleyerek, ondan gelecek yardım ile kafirlerin zulmünün son bulacağını zan ederler ise, bu zulüm bırakın bitmek, aksine artarak devam edecektir. 

 [004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?

Nisa s. 75. ayeti , zalimler tarafından zulme uğrayanların yapması gerekeni açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Eğer mazlumlar , kendilerini zulüm altında inleten zalimlerden güçlü olmak için gerekli çalışmaları yapmazlar ise , bu zulüm asla bitmeyecektir. 

Allah (c.c) katledilen kadın ve çocukları elbette görmekte ve bu katliamın durması için kendisinin savaşmasını bekleyenlere ise , geçmişte İsrailoğullarından örnek vermektedir. 

Maide s. 20. ve 26. ayetlerinde anlatılan bir olayda savaşarak ele geçirmeleri gereken bir beldeyi, Musa (a.s) a "Sen ve Rabbin ikiniz savaşın" diyen İsrailoğulları, yenilgiye uğrayarak yıllarca dağınık bir şekilde dolaşmaya mahkum kalmışlardır.

Mazlumların kaybettikleri geri almalarının yollarından biri olan savaş,  Sünnetullah gerçeği olup, savaşmanın gerektiği yerde savaşmayarak oturanlar , zulme ve katliamlara uğramaya mahkum olmaktan kurtulamayacaklardır. Özellikle Medeni ayetlerde çokça rastladığımız cihada teşvik ve yapılan savaşlar ile ilgili ayetler , asla bir vahşet gösterisi değil , mazlumların ellerinden alınmış olan haklarını nasıl almaları gerektiği yönündeki bilgilerdir.

Allah (c.c) kafirleri kendisi savaşmak sureti ile değil , mazlumların savaşması neticesinde cezalandırır. 

[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah SİZİN ELLERİNİZ İLE onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.

Tevbe s. 14. ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir. Kafirlerin cezalanmasını , rezil olmasını , onların çoluk çocuk demeden kan dökmesinin sona ermesini istiyorsak bu işi Allah'a havale etmek yerine kendimiz hal etme yoluna gitmemiz gerekmektedir. 

Müstekbir devletlerin, biz Müslümanlar ve diğer topluluklar üzerinde hegemonya kurması, uzun yıllar alan bir sürecin sonucudur. Bu süre zarfında bu müstekbirler ilim ve teknoloji sahasında büyük gelişmeler kat ederek, silah sanayiinde de başarılı olmuşlar, ve bu silahları mazlumlara doğrultmaktan geri durmamışlar, hala da durmamaktadırlar. Bizlerin de müstekbirlere karşı galebe çalmanın yolu aynı şekilde onlar gibi sanayi ve teknolojik üstünlük sağlamak sayesinde olacaktır. Bu süreç elbette kısa bir süreç değildir. 

[003.196-7]  İnkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!..

Dünyayı kendi mülkleri zannederek, her istedikleri beldeyi işgal edip, o beldenin halkını ve kaynaklarını sömürmek sureti ile, bu zenginlikleri kendi beldelerine taşıyanlar, elbette bu haksızlıklarının cezasını en acı biçimde ödeyeceklerdir. 

[014.042]  Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.

Şu anda tek tesellimiz , bu zalimlerin yaptıklarının yanlarına asla kar kalmayacağını ve onlardan büyük bir hesap sorulacağını bilmemizdir. Onların ahirette hesap vereceklerinden emin olmamız , onların yaptıklarına göz yummak anlamına da gelmemelidir. 

Eğer bugün dünya yüzünde Müslümanlar olarak zulme uğruyor isek bunun müsebbibi kendi elimiz ile yaptığımız hatalardır. Bu zulmün son bulmasını arzu ediyorsak önce "Nerede hata yaptık?" sorusunun cevabı verilmeli , sonra da bu hataların telafi edilme sürecine girilmelidir. Askeri , ekonomik , siyasi v.s her açıdan yeniden yapılanma sürecine girilmeden üzerimize kabus gibi çöken bu zulmün sona ermesi mümkün olmayacaktır. 

[008.052]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yok etti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir. [008.053]  Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah hakkiyle işiten, her şeyi bilendir.

"Allah yeryüzünde yapılan kötülüklere neden engel olmuyor?" sorusunu soranların, Musa (a.s) ve Firavun kıssasını çok iyi okumaları gerekmektedir. Firavunun uğradığı sonun, İsrailoğullarının onunla olan mücadelesi sonucunda meydana geldiğine dikkat edilmelidir. 

İsrailoğullarının erkek çocuklarını katleden firavuna karşı Musa (a.s) önderliğinde başlatılan mücadele , bilindiği gibi firavun ve ordusunun denizde boğulması ile son bulmuştur. İsrailoğulları çocuklarını katleden firavuna karşı "Allah neden bu firavunun kötülüklerine engel olmuyor onu neden helak etmiyor?" diyerek elini kolunu bağlayarak işleri ona havale etmek yerine, onu helak olma sürecine götüren olayların fitilini kendileri ateşlemişler ve neticede çocukların katledilmesine engel olmuşlardır. 

Firavunun sonunu Sünnetullah gerçeğini dikkate alarak okuyanlar , Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmaması diye bir şeyin asla mümkün olmadığını anlayacaklar , bu engel olmanın iman edenlerin elleri ile gerçekleştiğini görerek , aynı işlemin evrensel bir yasa gereği bugün ve yarında geçerli olacağını bilecekler , müstekbirlere karşı ne yapılmasını Kur'andan öğrenmiş olacaklardır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin yer yüzünde yapılan zulüm ve katliamlara neden seyirci kaldığı , onları neden engellemediği sorusu Müslüman olsun veya olmasın bir çok insanın kafasında cevabını aramaktadır. Allah (c.c) böyle bir zulme hiç bir zaman seyirci kalmaz. Ancak kötülüklerin engellenme yolunun, kendisinin melek indirerek savaşması şeklinde olmasını arzulayanlar için elbette böyle bir şey asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) koyduğu yasalar gereği , kimsenin yaptığını yanına kar bırakmaz. Zalimleri mazlumların eli ile cezalandırmak şeklinde koyduğu yasanın gereklerini yerine getirenler, geçmişte nasıl başarıya ulaşmış ise , gelecekte de aynı başarıya ulaşacaklardır. Bu başarı sözü Allah (c.c) nin değişmez ve asla yalan olmayan bir sözüdür.

Allah (c.c) nezdinde "Ayrıcalıklı kul" statüsüne tabi hiç bir kul yoktur. Onun koyduğu yasalar çerçevesinde kim nasıl hareket ederse o karşılığı alır. Mü'min -kafir ayrımı yapmayan Allah (c.c) nin kullarından iman edenler "Allah bize neden yardım etmiyor?" diyerek sızlanırken , iman etmeyenler ise alayvari tavırlar ile "Allah'ınız size neden yardım etmiyor?" demektedirler. Bu iki gurubun da bilmediği maalesef, Allah (c.c) nin kimseye ayrıcalık tanımadığıdır. Allah (c.c) bütün kullarına iman etsin veya etmesin, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiltmeden verdiği gibi , aynı karşılığı hesap gününde de kimseye eksiltmeden verecektir.

Bu sebeple , kimsenin yaptığı hatayı Allah'a yükleyerek kendi sorumluluğunu örtmeye hakkı olmadığı gibi , yaptığı şey büyük bir bühtandır. 

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) nin yaptığı hiç bir iş hata ve noksanlık barındırmaz , övgüye layık tek varlık olması nedeniyle ,yaptığı bütün işler doğru ve yerinde olup , kul olarak onun yanlış yaptığını iddia etmek , bizleri büyük bir sorumluluk altına sokacaktır. Ortada eğer bir yanlışlık varsa o yanlışın sebebini kendimizde aramak, ve çıkış yolunu araştırmak en doğru davranış olacaktır.

ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN/ ÖVGÜ(yanlış hiç bir iş yapmayan) ALEMLERİN RABBİNEDİR.

26 Eylül 2016 Pazartesi

BAKARA S. 93. Ayeti: Buzağı Sevgisi Kalbe Nasıl Yerleşir ?

İsrailoğulları , Kur'anda en fazla zikri geçen bir kavim olması itibarı ile , onlarla ilgili anlatımların, bizlere dönük önemli mesajları ihtiva ettiği düşüncesi ile okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlar ile ilgili ve sınırlı olduğu şeklinde  bir okuma yöntemi etrafında okunacak olursa , yapılan anlatımlardan hasıl olması gereken asıl nokta ıskalanmış olacak ve Kur'an, geçmişte yaşanmış bazı olayları anlatan bir masal kitabı haline dönüşecektir. 

İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde onların buzağıyı ilah edindikleri şeklinde bilgiler bulunmakta olup , bu bilgileri sadece onlara dönük olarak değil , mesaj içerikli olarak okumaya çalışmak, yapılan anlatımları tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir boyuta taşımak anlamına da gelecektir.

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
[002.092]  And olsun ki, Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Ve siz zalimlersiniz.
[002.093] Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizin misakınızı almıştık. «Size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz,» Diye üzerinize Tûr dağını kaldırmıştık. Demiştiler ki: «İşittik ve isyan ettik.» Ve onların küfürleri sebebiyle kalblerinde buzağı (muhabbeti) yerleştirilmişti. De ki: «Size imânınız ne kötü şey emrediyor, eğer mü'minlerseniz.»
[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

Ayrıca Bakara suresi içinde geçen bakara kıssasında, kendilerine emredilen Bakarayı (ineği) kesmekte zorlanmaları , Araf ve Taha surelerinde Musa (a.s) ın Tur'a çıkmasının ardından , Samiri tarafından buzağı heykeli yapılması ,ve ona tapmaları ile ilgili ayetleri de hatırlamak, konuyu anlamakta kolaylık sağlayacaktır. 

Buzağıyı sadece etinden , ve derisinden faydalanılan bir hayvan olarak görmek , bu konu ile ilgili ayetlerin anlaşılmasını da zora sokacaktır. Buzağının sembolik anlamı üzerinden bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda , buzağının alelade bir hayvan değil , sembolik bir anlamı olduğunu görecek , ve buzağının tüm zamanlarda yaşayan evrensel bir sembol olarak, kesilmesi ve tapınılması üzerinden verilmek istenen mesajı anlamak ta kolaylaşacaktır.

İnsan ve toplumların hayatında semboller önemli bir yer tutmaktadır. "Soyut olan bir şeyin anlatılmasını  sağlayan somut bir obje" olarak tarif edebileceğimiz bu kelimenin , konumuz olan Buzağı ile yakından alakası bulunmaktadır.

Buzağı , tarih boyunca gücü ve kuvveti sembolize eden bir obje olarak, bugün de  sembolik anlamını korumaktadır. İlgili ayetlerin , buzağının böyle bir sembolik anlamı olması  üzerinden okunmasının , ayetlerin anlatım amacına daha muvafık olduğunu düşünüyoruz. Buzağı ile ilgili ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin dışında ilahlar edinmenin buzağı üzerinden ortaya çıkmış olan bir tezahürüdür. Bu ayetlere, şirk kavramı ile ilişki kurarak baktığımızda , Kur'anda buzağı şeklinde ortaya çıkan Allah'a denk tutulmuş olan sahte ilahlara kulluk etmenin bir çok farklı tezahürü, yani çağdaş buzağıların günümüzde canlı bir şekilde yaşatıldığını görebiliriz.

[036.074]  Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka ilahlar edindiler.
[003.006]  Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinden  öğrendiğimize göre , doğmuş ve doğacak olan her insanın fıtratına , kendisinden yüce bir varlığı ilah ve rab olarak tanıma yetisi yerleştirilmiştir. İnsan yaşadığı hayat içinde, hiç bir olumsuz etki altında kalmadığı takdirde, kendisinin üzerinde yüce bir yaratıcının olduğunu fıtri melekelerini kullanması sayesinde öğrenir. 

Enam suresi içinde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasında, onun Güneş - Ay ve Yıldızları önce rab olarak görmesi, ve sonra da bunların hiç birinin rab olmayacağını söylemesi , bunların üzerinde daha yüce bir yaratıcının olduğunun anlatılması , ve onun üzerinden fıtri melekelerin nasıl çalışacağının öğretilmesi olarak okunabilir.

Dünyaya gelmiş ve gelecek olan bütün insanların, fıtrat olarak kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa kulluk etme itiyadında olarak yaratıldıklarını yeniden hatırlattıktan sonra , "Şirk" kavramının insan hayatında nasıl ortaya çıktığını kısaca hatırlayalım . 

Dünyaya gelen insanlar belirli bir yaşa kavuşunca , yaşadığı hayat içinde önüne çıkan iki yoldan birisini seçerler. Hak veya batıl olan bu yollardan hangisini seçeceğini, kul özgür iradesi ile belirler. Onun seçme konusunda iradesini belirleyen önemli unsurlardan birisi, çevresel faktörlerdir. İçinde bulunduğu toplumun yaşadığı hayat biçimi, bir çok insanın yaşanan bu hayatların doğru olup olmadığını sorgulamadan uyduğu bir yoldur. 

Tarih boyunca gönderilmiş olan elçi ve kitapların ortak amacı , insanların yaşadıkları yanlışları onlara hatırlatarak ,doğru yolun hangisini olduğunu bildirmek olmuştur. İnsanlık tarihini kısaca , tevhit ve şirk'in amansız savaşı olarak özetleyebiliriz. 

Allah bir adam için içinde iki kalb kılmamıştır. (Ahzab s. 4)

İnsan fıtratı asla boşluk kabul etmez. Fıtratına yüklenmiş olan bir ilah ve rabbe kul olmayı, ya gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kul olarak gerçekleştirir ya da onun dışında sahte bir ilah ve rabbe kul olarak gerçekleştirir. Bir insan aynı anda hem Allah'ı hemde onun dışında birisini ilah ve rab olarak benimseyemez. Allah'ı gerçek olarak ilah ve rab olarak benimsemiş olan bir kişinin kalbinde diğer sahte ilah ve rablerin yeri olmadığı gibi , sahte ilah ve rableri benimsemiş olan bir kişide de Allah'ın yeri olamaz. 

Yani bir insan aynı anda, iki ilah ve rabbe kul olamaz , bu asla mümkün değildir.

Buzağı sevgisi İsrailoğullarının kalbine nasıl yerleşti ? 


Yukarıda mealini verdiğimiz Bakara s. 93. ayetine tekrar dönecek olursak, bu sorunun cevabını o ayet içinde görmekteyiz. Ayette, İsrailoğullarından alınan bir MİSAKtan (söz) bahsedilmektedir. "İşittik ve itaat ettik" demeleri gerekirken "İşittik ve isyan ettik" diyen İsrailoğullarına, bunun sonucunda buzağı sevgisi içirilmiş olduğundan bahsedilmektedir. 

İsrailoğullarından istenen misak yani söz , sadece ağızlarından çıkan söz ile  yerine gelmiş sayılabilecek kadar basit bir şey değildir. Onlardan alınan misakın maddeleri Bakara s. 83 ve 84. ayetlerinde şöyle sayılmaktadır. 

[002.083] Hani İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin» diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz dışında yüz çevirdiniz ve (hâlâ) çevirmektesiniz.
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.

Dikkat edilirse alınan bu sözün maddeleri, sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik edilecek maddeler değil , hayatın içinde pratik olarak uygulanması istenen maddelerdir. İsrailoğulları bu maddelere karşı "İşittik ve isyan ettik" sözünü dil ile değil , bu maddelerin gereğini hayat içinde yerine getirmeyerek amel ile söylemiş olmuşlardır. "İşittik ve itaat ettik" demiş olsalar ve bu maddelere uygun bir hayat sürmemiş olsalar dahi onlar , anlaşma maddelerini yerine getirmemek ile gerçekte "İşittik ve isyan ettik" demiş olmaktadırlar. 

Kendilerinden alınan söze muhalefet ederek , iman gömleğini çıkarmış olan İsrailoğullarının seçmiş oldukları küfür yolunda, ilah ve rableri  artık Allah (c.c) değil , samiri tarafından yapılan BUZAĞI olmuştur. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , ilah olarak Allah (c.c) yi hayattan dışlayınca , oluşan ilah ve rab boşluğu Samirinin yaptığı BUZAĞI tarafından doldurulmuştur. 

Misak (söz) sadece İsrailoğullarından mı alınmıştır ? . 

Elbette hayır, sadece İsrailoğullarından değil , aynı sözler biz Müslümanlardan da alınmıştır. Bizler de iman edenlerden olmak iddiasında olmamız hasebiyle vermiş olduğumuz "İşittik ve itaat ettik" sözünün gereği olan, Allah (c.c) ye karşı bir takım yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. İman ettiğimiz iddiasında olmamız , bize yüklenen görevleri kabul etmek anlamına gelerek , verdiğimiz sözü yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Bu konuda herhangi bir muhayyerlik asla söz konusu olamaz."İşittik ve isyan ettik" şeklinde bir karşılık ile bize yüklenenleri sırtımızdan atmaya kalkmak , iman gömleğinin de çıkmasına sebep olarak küfür yoluna  girmemize sebep olacaktır.   

Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , burada da devreye girerek , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak ona verdikleri sözden dönenlerin de kalplerine BUZAĞI sevgisi yerleşecektir. 

"BUZAĞI SEVGİSİ" artık bir terim olarak , bundan sonra sadece İsrailoğullarına Samiri tarafından yapılan bir obje değil , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak sahte ilah ve rablere kul olanların taptıkları her şeye verilen bir evrensel bir terim haline gelecektir. 

Dünya malına meşru ölçülerin dışına taşarak meyleden kişilerin buzağısı dünya malı , meşru ilişkilerin dışında kadınlara veya erkeklere ilgili duyanların buzağıları kadınlar veya erkekler , futbol , pop sanatçısı , siyasi liderler , dini liderler , çocuklar gibi insanı Allah'a kul olmaktan alıkoyan her şeyin ortak adı artık "Buzağı sevgisi" haline gelmiştir.  

Bu noktada , Bakara suresi içinde anlatılan ve "Bakara kıssası" olarak bildiğimiz kıssada , İsrailoğullarından kesmeleri emredilen bakaranın kesilmesinin emredilmiş olmasının ne anlama gelebileceği daha net ortaya çıkacaktır. Kıssada kesilmesi emredilen bakara , sadece etinden , sütünden ve derisinden faydalanılan bir hayvan olmaktan çıkmış , İsrailoğullarının dünyevi tutkularını sembolize eden bir obje haline gelmiştir. 

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Onlara emredilen bu kesme işlemi , sadece bir hayvan kesme işlemi olmaktan öte , gerçekte onların dünyevi tutkuları ile Allah (c.c) arasında bir tercih yapmalarının istenmiş olmalarıdır. Buzağı sevgisi, yani dünyevi tutkuları kalplerinde yer etmiş olanların , kesilmesi yani yok edilmesi gereken dünyevi tutkularından vazgeçmesinin kolay olmadığı , bu kıssadaki kesilmesi emredilen buzağıyı kesmemek için bin dereden su getirmelerinden anlaşılmaktadır. 

Bugün kendisini "Müslüman" olarak niteleyen fakat , farklı buzağılar edinerek Allah'a kulluk yolundan saparak onları ilah edinenlerin durumu , ilgili ayetlerde anlatılan İsrailoğullarının durumundan herhangi bir farkı yoktur. İlah ve rab tercihinin yapılması gereken yerde , Allah'ı rab ve ilah olarak tanımaktan kaçınanlar , fıtratın boşluk kabul etmemesinden kaynaklanan durum sebebi , farklı ilah ve rabler edinmiş olacaklar ve bunun adı "Buzağı sevgisi" olacaktır.

Sonuç olarak ; İsrailoğulları ile ilgili ayetler içinde yer eden onlar buzağı sevgisinin içirilmiş olması , sadece onlara has  bir durum değil , evrensel boyutları olan bir olaydır. Dünya hayatını tercih ederek , ahireti öteleyen herkesin vazgeçemediği tutkuların ortak adı "Buzağı sevgisi" dir.

Buzağının güç ve kuvveti sembolize etmiş olmasını dikkate aldığımızda, gücün ve kuvvetin sadece Allah (c.c) de olduğunu bilmeyenler , onun yarattıklarında güç ve kuvvet arayarak onu ilah edinmiş olmaları yani şirk içine girmelerinin yanlışlığı tarih boyunca gelen elçiler ile hatırlatılmıştır. İsrailoğullarının şahsında bunun hatırlatılmış olması , şirk'in evrensel boyutunu dikkate aldığımızda , sadece onlara has olarak okunmaması gereken ayetlerdendir. 

İnsan fıtrat itibarı ile , kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığın gölgesinde yaşama itiyadındadır. Bu varlığı Allah (c.c) olarak hayatlarında tanımayanlar , başka varlıkları yüce olarak tanıyarak onları ilah edineceklerdir. 

Buzağı böyle bir edinmenin sembolik öğesi olarak Kur'anda yerini almış ve hala Allah (c.c) dışında ilah tanıyanların tanıdıkları ilahların ortak adı "Buzağı" olarak bizlere tanıtılmaktadır. Buzağısını yani dünya tutkularını feda edemeyenler , ahirette yapmış oldukları bu hatalarının bedelini en ağır biçimde ödeyeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


25 Eylül 2016 Pazar

Nahl s. 102. Ayetinin Tebyinül Kur'an Adlı Eserdeki Çeviri ve Yorumu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anı , oluşturulmuş olan ön yargıların tasdik ettirilmesine yönelik olan okuma yönteminin gerçekleşmesi için yapılması gereken işlemleri , ilgili ayetlerin gramer kaidelerinin hiçe sayılması , veya metin içindeki bazı ibarelerin yok edilmesi , veya metnin anlamının istenilen şekilde verilmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Bu anlam saptırma işleminin adını ise tek kelime ile ifade edecek olursak TAHRİF tir. 

Bu tahrif işlemine örnek olarak daha önce vermeye çalıştığımız Bakara s. 97. ayeti ile (ilgili yazının adresidir https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/09/bakara-s-97-98-ayetleri-cibrile-dusman.html) konu ilişkisi bulunan Nahl s. 102  ayetindeki anlam saptırmasının nasıl yapıldığını bu yazımızda ele almaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. , Nahl s. 102. ve Şuara s. 195. ayetleri , Kur'anın inişi ile ilgili bir bağlam dahilinde olup , Allah (c.c) nin Hac . 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde beyan ettiği üzere, keyfiyetini idrak edemediğimiz , ancak neden böyle bir yol izlenmiş olabileceğinin hikmetini kavrayabileceğimiz, Kur'anın melek aracılığı ile indirilmiş olmasını anlatmaktadır. 

Yazımızın başlığına konu olan eserin müellifi sayın Hakkı Yılmaz, böyle bir indirilme şeklinin olmadığını iddia ederek , ilgili ayetlerde bahsi geçen "Cibril" , "Ruhul Kudüs" ve "Ruhul Emin" terimlerine farklı anlamlar bindirmek sureti ile , iddiasını delillendirmek yoluna gitmektedir. Ancak kanaatimize göre izlediği yol , ilgili ayetleri ön yargılı bir biçimde okumasından kaynaklanan bir bakış açısı ile okumaya ve çevirmeye çalıştığı için yanlış olup , ayetlere karşı yaptığı işlemin adı TAHRİFÇİLİK tir. 

Sayın müellifin önce Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Müellifin Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam şöyledir;

."De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile İNDİRMİŞTİR." 

Müellif eserindeki bazı yerleri arada yeniden tashih ederek değiştirdiği için, bundan 5 sene öncesinde yazmış olduğumuz yazımızda, onun sitesinden alıntı yaptığımız ve yanlış olduğunu hatırlattığımız, Nahl s. 102. ayeti ile ilgili çevirisi şu şekildedir. 

"De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile İNMİŞTİR.

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Nezzelehu" ibaresini, neden "İnmiştir" olarak çevirdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır:

""Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkıifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Yukarıdaki paragraf , sayın müellifin Nahl s. 102. ayetinde geçen, ve sitesinden 5 sene öncesi alıntılamış olduğumuz "Nezzelehu" ibaresini neden, "inmiştir" şeklinde çevirdiğine dair yazdığı gerekçedir. Bu gerekçede , "Nezzelehu" ibaresinin "indirmek" olarak çevrilmesinin YANLIŞ olduğunu iddia etmektedir. Aynı kişi ilerleyen zaman içinde bu kelime ile ilgili düşüncesini değiştirerek , dün yanlış dediğine bugün doğru demektedir.

 Herhangi bir Kur'an ayetinin yorumu ile ilgili olarak , olumlu veya olumsuz anlamda ,kişilerde zaman içinde değişik düşünceler hakim olabilir. Bu durum kişinin düşünsel tekamülü ile ilgili bir durum olarak normal olarak algılanabilir.  

Ancak "Nezzelehu" (onu indirdi) kelimesinin daha önce "İnmiştir" olarak çevrilmiş olması, bir taraftan bakıldığında bardağın dolu tarafını görmek misali , yapılan hatanın anlaşılması ve düzeltilmesi olarak görülebilir. Bardağın bir de boş tarafı vardır,  onu görerek olaya baktığımızda , 11 ciltlik bir tefsir kitabı yazan bir kimsenin, böyle basit bir gramer hatasına düşmesi mazur görülemeyecek bir hatadır. Acaba , "Nezzelehu" kelimesinin daha önce " inmiştir" olarak çevrilmesine sebep olan gramer kaidesi, bir kaç sene içinde değişiklik göstererek, "indirmiştir" olarak çevrilmesini mi gerektirmiştir?. 

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Ruhül Kudüs" terimi ile ilgili olarak yaptığı izahatı şu şekilde bitirmektedir . 

"Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “ALLAH'IN RUHU , ALLAH'IN VAHYİ  , ALLAH'TAN GELEN BİLGİ” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır."

Müellif , devamında diğer meallerde bu ayetteki Ruhul Kudüs terimine, Cebrail olarak anlam verilmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, şöyle devam etmektedir.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
101.Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102.De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir.
103.Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, o’na bir beşer öğretiyor” diyorlar. Peygamber’e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.

Müellif devamla "Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine yol açmıştır.diyerek Kur'anın Cibril aracılığı ile inmediğine dair olan düşüncesini ortaya koymaktadır. Kur'anın elbette Allah (c.c) indirmiştir. Onun Kur'anı Cibril veya Ruhul Kudüs aracılığı ile indirmiş olduğunu beyan etmesi , onu kendisinin indirmemiş olduğunu göstermez . Bir hükümdarın fermanını , başka bir hükümdara iletmekle görevli olan elçinin ilettiği söz nasıl elçinin kendi sözü olmuyorsa , beşer elçiye melek elçi aracılığı ile iletilen söz de elçinin kendi sözü değil, hükümdarın sözüdür. 

Müellif, ön yargısını kabul ettirmek amacı ile,  resmi mushafta çelişki olduğunu iddia dahi ederek bu çelişkiyi düzeltme !!! yoluna şöyle gitmektedir :

"Resmi mushaftaki bu ÇELİŞKİ iki yolla çözülür. Şöyle ki:

101. ayetteki “والله اعلم بما ينزل” ifadesi dikkate alındığında 102. ayetteki “ نزلnezzele” fiilinin failinin “ اللهAllah” olması gerekmektedir. Bu takdirde “ هHu” zamirinin mercii de “101. Ayetteki “ ماma” ismi mevsulü olacaktır. Bu gerçekler karşısında da ayet metnindeki  ref halinde  okunan  “ روح القدسruhulkudüs”  olarak okunan ifade de “ruhalkudüs” şeklinde  “hal” olarak okunmalıdır.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Eleştirmiş olduğu meallerde Ruhul Kudüs'ün Cebrail olduğunun peşinen kabul edildiğini söyleyen müellifin , kendisi de aynı peşinciliği yaparak, Ruhul Kudüs'ün Cebrail olmadığı üzerine anlam örgüsünü kurmaya çalışmaktadır. Şimdi biz de , önce Nahl s. 102. ayetindeki ibareleri kelime kelime ele alarak bu ayete bir anlam vermeye , sonra da müellifin verdiği anlam ile karşılaştırmaya çalışalım.
qul=  de ki / nezzelehu=  onu indirdi/ ruhul qudüsü=  ruhul qudüs/min rabbike= senin Rabbinden / bilhaqqi=hak ile/ li yusebbite= sağlamlaştırmak için/ellezine = o kimseler ki /amenu= iman ettiler /ve hüden= hidayet edici , yol gösterici olarak/ ve büşra= müjdeci olarak/ lilmüslimine=teslim olanlar , Müslümanlar için

"De ki, Ruhul kudüs onu , mü'minlerin imanını sağlamlaştırmak , Müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere senin Rabbinden hak ile indirmiştir." 

Şimdi bir daha Nahl s. 102. ayetine Hakkı Yılmaz'ın verdiği anlamı vererek ikisini mukayese edelim .

"De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir"


Sayın Hakkı Yılmaz'ın Nahl s. 102. ayetindeki "Ruhul Kudüs" terimine kendi yüklediği anlamı yükleyerek verdiğimiz zaman şu şekilde bir anlam oluşmaktadır . 

"De ki onu Rabbinden Ruhul Kudüs (Temiz ilahi bilgi Allahtan gelen sağlam bilgiler) toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak , iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara müjde ve klavuz olmak üzere hak ile indirmiştir."

Ruhul kudüse sayın müellif'in vermiş olduğu "vahiy" anlamını yüklediğimizde ortaya çıkan durum VAHYİN KENDİSİNİ İNDİRMİŞ OLMASIDIR YANİ VAHYİ , VAHİY İNDİRMEKTEDİR.

Müellifin Nahl s. 102. ayetine vermeye çalıştığı anlam zorlama ve anlaşılmaz bir şekilde okuyucunun defalarca okumasını gerektirecek derecede karışık bir anlamdır. Verilen anlamı anlayan bir kişi bu seferde , Ruhul Kudüs terimine yüklediği vahiy anlamının kendi kendisini nasıl indirebileceğini düşünerek, kafasının büsbütün allak bullak olmasına sebep olacaktır. 

Okuyucu , müellifin ön yargılarını tasdik amaçlı bir anlam yükleme çalışması yaptığını anladığında ise, yapılan yanlışın vehametini görerek , müellifin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar saçma olduğuna şahit olacaktır.

Sonuç olarak; Bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde eleştirilerimizi yönelttiğimiz sayın Hakkı Yılmaz , eserinde yapmış olduğu tashihler sebebi ile Nahl s. 102. ayeti ile ilgili düşüncelerini tashih etmek ihtiyacı duymuş , 5 yıl önce Nahl s. 102. ayeti ile ilgili yaptığı gramer çözümlemesinde "Yanlış" olarak iddia ettiğini, bugün "Doğru" olarak iddia etmektedir. Fikir ve düşüncelerde zaman içinde elbette farklılık olabilir , ama değişkenlik arz etmeyen gramer konusunda dün ayrı , bugün ayrı şey söylenildiği zaman bu hatayı yapan kişiye "Daha önce aklın neredeydi?" diye sorulur. 

Kur'anı ön yargılarının esiri olmuş biçimde okuyanlar , yaptıkları hatalar sonucu iyice dibe batarak kendilerini gülünç duruma dahi düşürebilmektedirler. Ruhül Kudüs terimine "Vahiy" anlamını yükleyen sayın Hakkı Yılmaz , Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam ile Kur'anın Ruhul Kudüs'ün indirdiğini söylemektedir. Bu indirmeyi Kur'an bu şekilde söylemektedir , ancak müellif bu terime "Vahiy" anlamı yükleyerek , Kur'anı Ruhül Kudüs'in yani vahyin indirdiğini iddia ederek kendisini komik duruma sokmaktadır. 

Hangi eser olursa olsun , veya kimin eseri olursa olsun , bu eser eğer bir tercüme faaliyetine tabi tutulacak ise , bu eserden anlaşılmak istenen değil , bu eserin anlatmak istediğini yansıtmak , mütercimin görevidir. Metinde herhangi bir ibareyi beğenmemek veya o ibare onun inançları ile aykırılık göstermiş olsa dahi , ahlaki kurallar mütercimin o eserde herhangi bir artırma , eksiltme veya tahrif yapmasını asla mazur göstermez.

Sayın müellifin zaman içinde eserinde değişiklikler yapması bir bakıma olumlu bir yönü olup , bu olumlu yönünü , bazı ayetlerde yaptığı ön yargılı okumalar sonucunda düştüğü hatalarda da göstererek , doğruya yönelmesini hem kendisi hem de eserini okuyanlar kişiler açısından sevindirici olacaktır. 
                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Eylül 2016 Perşembe

BAKARA S. 219. Ayeti : Servet Düşmanlığına Alet Edilen Bir Ayet

Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanlardan bazılarını bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kıldığını beyan etmektedir. Bu üstün kılınma, bir takım sebepler dahilinde olup , yazının konusu rızık bakımından üstün olanların , kendilerinden aşağı olanlara karşı yapması gereken infak konusu ile ilgili olan Bakara s. 219. ayeti ile ilgili olacaktır. 

Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.

Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.

[002.215]  Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.

İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım. 

El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım. 
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü. 
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.

Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)

Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir. 

[007.199]  Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.

Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.

[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.

Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır. 

Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.

Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir. 

[009.034-35]  Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.

Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.

[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir. 

 [002.180]  Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.

Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;

ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?. 

Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu. 

Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.

Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır. 

[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048]  Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049]  «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.

Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir. 

İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir. 

BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?. 

Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır. 

Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır. 

Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.

Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde  dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.


Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir. 

Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar. 

Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler. 

Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.  

Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır. 

Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz. 

Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu  ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.

Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN  bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın 

Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."

Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır. 

Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur. 

Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır. 

Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Bakara s. 97-98. Ayetleri : Cibril'e Düşman Olan Müslümanlar

Yazının başlığını okuyanların bir çoğunun "BAKARA Suresi 97.ve 98. ayetlerinde; Cibril'e düşman olanların Yahudiler olduğu bildiriliyor, Müslümanlar değil" şeklinde bir itirazda bulunacağını tahmin ederek, önce neden böyle bir başlık seçtiğimizi izah etmeye çalışalım.

Allah(c.c) kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi bir melek elçi aracılığı ile indirdiğini birçok ayette beyan etmesine rağmen, bu melek elçiyi red eden bir düşünce üretilerek, melek elçiyi devre dışı bırakan bir söylem üretilmekte ve bu söyleme uygun olarak konu ile ilgili ayetler TAHRİF edilerek, söylemin doğruluğu desteklenmeye çalışılmaktadır.

Düşman kelimesini kullanmış olmamız, böyle bir elçinin olmadığını iddia ederek, vahyin Muhammed(a.s)'ın kendi düşünce ürünü olduğunu iddia eden kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanması sebebi iledir. Yoksa kimsenin "Ben Cibril'e düşmanım" şeklinde açık bir ifadesi olduğu iddiasında değiliz.

Yazımızda ilgili ayetlerin tahlili, nasıl tahrif edilmeye çalışıldığı ve Allah(c.c)'nin neden böyle bir aracı ile vahyi indirdiğini beyan ettiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Cibril veya Cebrail adı ile bilinen ve vahyi indiren melek olduğuna inanılan şeyin aslında melek olmadığını, "Allah'ın onarması" ve "Kur'an" olarak anlaşılması gerektiği iddia edenlerin fikir babası diyebileceğimiz (diğer kimseler bu görüşlerini bu kişiden esinlenerek almışlardır) "Tebyinül Kur'an" adlı eserin müellifi olan, sayın Hakkı Yılmaz'ın BAkARA Suresi 97. ve 98. ayetlere verdiği anlam şöyledir;

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

97.De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. - Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98.Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.

Müellef, bu ayetlere verdiği anlamı izah etmek için "ayetlerin teknik yapıları" adı altında açtığı başlıkta böyle bir anlam verme gerekçesini uzun bir şekilde izah etmektedir. Sayın müellif, bin dereden su getirme misali yapmaya çalıştığı izahın içinde, 97. ayetteki "bi iznillahi" ibaresini neden anlama dahil etmediğini izah etmemektedir. Teorisini Cibril'in Kur'an olduğu önyargısı üzerine kuran müellif, bu ibareyi anlama ilave ettiği an, bu ayete verdiği anlamın çökeceğini bildiği için bu ibareyi metinde yok sayarak anlama ilave etmemiştir.

Sayın müellifin çevirdiği kitap herhangi bir insanın kitabı, değil Allah(c.c)'nin kitabıdır. İnsanın kitabı olsa dahi, çevirirken bazı kurallara riayet etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Bu kuralların başında ise; çevirdiği kitabın içinde kafasına yatmayan bir şey olsa dahi, bunu kendi hevasına göre bazı ibareleri yok etmek şeklinde bir cürete kimsenin hakkı yoktur.

Biz, müellifin düştüğü "Cibril vahiy meleği değildir" gibi bir önyargıya düşmeden, yani biz de "Cibril mutlaka vahiy meleğidir" iddiası içinde olmadan ve Cibril'e kendisinin bindirdiği anlam gibi bir anlam bindirmeden, BAKARA Suresi 97. ayeti kelime kelime tercüme etmeye çalışalım.

qul : de ki 
men : kim
kane: oldu
aduvven : düşman
li cibrile : cibrile
fe innehu : muhakkak o
nezzelehu : onu indirdi
ala qalbike : senin kalbin üzerine 
bi iznillahi : Allah'ın izni ile
musaddikan : tasdik edici olarak 
li ma : o şeyi ki 
beyne yedeyhi : iki elleri arasında , önünde
ve hüden : hidayet edici , yol gösterici olarak
ve büşra : müjdeci olarak
lilmü'minine : mü'minler için , iman edenler için 

Anlamı toparlayacak olursak; "De ki kim CİBRİL'e düşman oldu ise, muhakkak O o şeyi ki senin kalbinin üzerine ALLAH'IN İZNİ İLE, iki elleri arasında olanı tasdik edici, yol gösterici, müjdeci olarak indirmiştir."

Ayeti dikkatli ve ön yargısız olarak okumaya çalıştığımızda; Cibril olarak anılan şeyin (herhangi bir anlam bindirmiyoruz) bir şey indirdiğini, o indirdiği şeyin ALLAH'IN İZNİ ile olduğunu, indirilen o şeyin İsrailoğulları'nın elinde bulunan şeyi tasdik ettiğini, yol gösterici ve müjdeci bir özelliğe sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani Cibril kelimesi ile bahsedilen şey Kur'anı indirmiş ve bu Kur'an, Tevrat'ı tasdik eden müjdeci ve yol gösterici bir kitaptır.

Dikkat edilirse burada Cibril ile birlikte inen başka bir şey de bulunmaktadır ve müellif metin içindeki "bi iznillahi" ifadesini göz boyacı bir sihirbaz gibi yok ederek anlama dahil etmemiş, böylece istediği anlamı bu şekilde vermesi mümkün olmuştur. Eğer bu ibareyi çevirisine dahil etmiş olsaydı, Cibril'e verdiği anlam olan Kur'an'ın kendi kendisini indirdiği gibi saçma bir anlam oluşacağı için, çareyi bu ibareyi çeviriye dahil etmemekte bulmuştur.

Sayın müellife yaptığı hatayı göstermek için; bir ara, açmış olduğu sosyal medya hesabı üzerinden bu ayeti kelime kelime çevirmesi yönünde yaptığımız isteğin geri çevrilerek karşılık bulmadığını da burada söylemek istiyoruz.

Şimdi soruyoruz; Kur'an'ı kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek için onu tahrif etmek pahasına dahi olsa ketmetmek kimlerin harcıdır? Bu sorunun cevabı, yine BAKARA Suresi içinde verilmekte ve kitabı gizlemenin ağababası olarak Yahudiler işaret edilmektedir. Müslüman olmak iddiasında olmak, bize inmiş olan kitabı öncekiler gibi okuyarak, işimize geldiği gibi yorumlamak değil, onun anlattığı biçimde teslim olmak olmalıdır.

Müellif, Kur'an'ın inişi ile ilgili olarak NAHL, ŞUARA ve NECM Sureleri içinde geçen ayetleri de aynı şekilde tahrifata uğratarak, ön yargıları doğrultusunda anlam vermeye çalışmıştır. Yazının uzamaması için bu ayetleri burada ele almadan, neden böyle bir aracı ile vahyin indirildiğinin ifade olabileceği konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müellifin eseri ile ilgili olarak yazmış olduğumuz blog içinde "Tebyinül Kur'an'dan tahriful Kur'an örnekleri" başlıklı yazılara göz atılarak yapmış olduğu tahfiratlar görülebilir.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki; Cebrail adı bilinen meleği, gelenekteki anlaşıldığı şekli ile kanatları olan mitolojik bir varlık olarak algılamak ve düşünmek mümkün değildir. Melek denildiği zaman, kanatları olan ve kuş gibi uçan varlıkları akla getirmek, Kur'an'dan beslenen bir aklı ürünü olamaz.

FATIR Suresi başında bahsedilen meleklerin kanatlarını gerçek anlamda okumak bazı problemler getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir. Allah(c.c); soyut olan bir şeyi somut hale sokarak, bizim zihni idrak kapasitemiz dahilindeki bilgilere benzeterek anlatmaktadır.

Melek denildiği zaman biz ontolojik mahiyetinin olup olmadığı yönünde bir tartışmaya girmekten ziyade, o kelime ile neyin anlatılmak istenildiği üzerinde fikir yürütmenin daha sağlıklı sonuçlar getireceğini düşünmekteyiz.

Gelenekteki din algısı maalesef Cibril veya başka bir ad ile anılan ve vahyi getirdiği beyan edilen elçi meleğin nasıl  olduğu üzerinde kafa yorarak , neden böyle bir yol kullanıldığının ifade edilmiş olduğu üzerinde durmamışlardır. Halbuki asıl üzerinde durulması nokta, neden melek aracılığı ile Muhammed (a.s) a vahyedilmiş olduğunun beyan edildiği olmalıdır. 

Geleneğin bu yanlış Cibril algısı, maalesef şu anda böyle bir meleğin olmadığını iddia etmek noktasına gelen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halbuki vahyin Muhammed(a.s)'a ulaşma yolu ile ilgili ayetleri gelenekteki yanlışı dikkate alarak yapılan bir okuma yerine, böyle bir yolun neden kullanıldığının beyan edilmiş olduğu üzerinde yoğunlaşan bir okuma yapılmış olsaydı, varlığının veya yokluğunun tartışılmasının gereksiz ve boş bir tartışma olduğu ortaya çıkacak ve böylece Kur'an ayetlerini tahrif etmeye kadar varan cürete gerek kalmadan, daha makul ve daha doğru bir açıklama getirilecekti.

Vahiy sadece Muhammed(a.s)'ın şahit olduğu bir olay olup, bizler bu olaydan Kur'an'ın anlattığı kadarı ile bilgi sahibi olmaktayız. Gayba dair bir konu olan vahiy olgusu içinde bize verilen bilgilerden bir tanesi; bu vahyin direk Allah(c.c)'den Muhammed(a.s)'a değil, Allah - Melek - Beşer elçi şeklinde gerçekleştiğidir.

Aradaki melek elçinin ne veya nasıllığı konusunda bir anlatım bizlere yapılmamış olup, onun görselliği konusunda yapılan rivayetler mitolojik bilgilerdir. Allah(c.c)'nin meleklerden elçi seçtiğini (HACC 75), seçtiği elçiye başka bir elçi ile vahyetmesini (ŞURA 51), kullarından dilediğine melek indirerek vahyetmesi (NAHL 2) gibi ayetleri doğru anlamanın yolu; Kur'an'ın nüzul dönemi arka plan inancının anlaşılması ile mümkün olacaktır.

Kur'an'ın nazil olması öncesi Arap cahiliyesinde "şair", "kahin" gibi ünvanlara sahip olan kişiler, ağızlarından çıkan sözlerin kendi ürünleri değil "cin" denilen varlıklardan aldıkları gaybi bilgiler olduklarını iddia ederek, bu şekilde kendilerine diğer insanlardan ayrıcalık sağlamakta idiler. Gaybdan haber aldığını iddia etmek herkes için geçerli bir şey olmayıp, şair, kahin gibi ünvanlara sahip olanlara has bir durumdu. Muhammed(a.s)'a yöneltilen şair, kahin, mecnun gibi suçlamaları, Arap cahiliyesinde yerleşik olan bu inancın bir tezahürü olarak anlamak gerekmektedir.

Gaybdan haber aldığını iddia edenleri kahin ve şair olarak tanıyan Arap insanı, Allah(c.c)'den vahy aldığını iddia eden Muhammed(a.s) için de aynı şeyi düşünerek, onun şair, kahin veya mecnun yani cinlenmiş olduğunu iddia etmeye başladılar.

Bu bağlamda "melek" ve "şeytan" kelimelerinin halk arasındaki bilinen anlamını dikkate almanın konuyu anlamada kolaylık sağlayacağını söylemek istiyoruz. Halk arasında "melek" denildiği zaman iyilik, güzellik gibi olumlu kavramlar akla gelirken, "şeytan" denildiği zaman kötülük ve çirkinlik gibi kavramlar akla gelmektedir. Yani melek ve şeytan denildiği zaman kişinin aklına onların ontolojik varlıkları değil, temsil ettikleri anlamlar akla gelmektedir.

Allah(c.c) gaybdan haber aldıklarını iddia eden kahin ve şairlerin bu haberleri, şeytanlardan aldıklarını ifade ederken, vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözlerin şeytan eseri değil, Allah(c.c)'nin sözleri olduğunu bildirmektedir.

Allah(c.c) kuluna bu sözleri şeytanın karşıtı olan melek aracılığı ile vahyettiğini bildirmesini, bu arka plan dahilinde anlamaya çalıştığımızda, melek aracılığı ile vahyetme olgusunun daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.

Bir an için kendimizi Muhammed(a.s) yerine koyalım; yaşadığı şehir içinde gaybdan haber aldığını iddia eden kahin ve şairler cirit atmakta ve ona bir gün Allah(c.c)'nin vahyi olduğu söylenen sözler vahyediliyor.

Kitap nedir iman nedir bilmeyen Muhammed(a.s) bir insan olarak kendisine vahyedilen bu sözlerin kimden geldiği konusunda elbette kuşkuya düşebilir. Çünkü o böyle bilgileri kahin, şair veya mecnun olarak bilinen kimselerin aldığını iddia ettiklerini bilmektedir.

Kur'an'ın Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan ayetlerine baktığımızda, ona gelen bu vahyin Allah(c.c)'den olduğu, kahin, şair veya mecnun olmadığı yönünde onun gönlünü ferahlatacak bilgiler verilmiş olması, yaşadığı zaman ve mekanda genel geçer olan anlayışa uygun olan bir tarzda ona anlatılarak, şair ve kahinlerin sahip olduğu bilgilerin kaynağı ile onun sahip olduğu bilgilerin kaynağının aynı olmadığı ona haber verilmektedir.

Şair ve kahinlere geldiği iddia edilen bilgiler şeytan menşeli iken, ona gelen bilginin menşei Allah(c.c)'den olup, bu bilgi ona melek elçi ile verilmektedir. Ona meleğin inmiş olması, şeytanın inmemiş olmaması anlamına gelmektedir.

[026.193] Onu Ruh el-Emin indirmiştir.
[026.194] Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
[026.195] Apaçık Arapça bir dille.
[026.196] O, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da var.
[026.197] Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil mi?

[026.210] Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi.
[026.211] Bu, onlara düşmez de, buna güçleri de yetmez.
[026.212] Doğrusu onlar (vahyi) dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

[026.221] Şeytanların kime indiğini size bildireyim mi?
[026.222] Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
[026.223] Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
[026.224] O şairlere gelince; onlara azgınlar uyar.
[026.225] Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;
[026.226] Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.

Yukarıdaki ŞUARA Suresi'nden verdiğim ayet mealleri, demek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler, Arap insanının bilgisi dahilinde olan kahin ve şairlerin şeytanlardan aldığı ilham değil, Allah(c.c)'nin melek aracılığı ile ona indirmiş olduğu sözlerdir. Şairlerin ve kahinlerin okudukları sözlerin kaynağı kötülüğün temsili olan ŞEYTAN iken, Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler TEKVİR Suresi 19. ayette "Kerim Elçi" olarak tabir edilen MELEĞİN sözleridir. Elbette bu melek ona Allah(c.c)'den aldığı sözleri aktarmaktadır.

[081.019] Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.
[081.020] (Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.

Yine tekrar ediyoruz; bu meleğin ontolojik mahiyeti bizim için ilgi alanı dahilinde değildir, olmaması da gerekir. Bizim ilgi alanımıza neden böyle bir yol kullanılmış olduğu girmeli ve onun dışına çıkmamalıdır. Geleneksel din anlayışında vahiy meleği ile neredeyse her gün buluşan, onunla muhabbet eden, ondan Kur'an haricinde de sözler alan bir elçi anlayışı, maalesef bizleri vahiy meleğini red etme noktasına getirmiştir.

Vahyin melek aracılığı ile inmiş olmasını red etmenin ne gibi zararları olabilir?

Öncelikle böyle bir yol ile indirdiğini beyan eden ayetleri inkar etmek anlamına gelecektir. Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin, "deizm" akımına kapılmalarının altında yatan sebeplerden bir tanesi, Kur'an hakkında edinmiş oldukları bazı yanlış bilgilerdir.

Kur'an'ın Muhammed(a.s)'ın ilhamı olarak dile getirilmiş olan sözler olarak görmeye başlayan bu kimselerin, bu tür düşünceler içine girmelerinin sebeplerinden bir tanesi; Kur'an'ın melek elçi ile indirilmiş olduğunu beyan eden ayetleri doğru okuyamamaları neticesinde, bu sözlerin Allah(c.c)'nin kelamı değil, Muhammed(a.s)'ın sözleri olduğuna inanmalarıdır. Muhammed(a.s) bu sözleri Allah'ın ona vahyetmesi ile değil, içine doğan bazı ilhamlar neticesinde dile getirdiği iddiası, eski Kur'an'cı yeni deist veya deist olmaya aday bazı kimselerin dile getirdiği iddialardandır.

Muhammed(a.s)'ı kahin ve şairlerden ayıran nokta; onun okuduğu sözlerin ona melek elçi ile vahyedilmiş olduğudur. Bu noktayı göz ardı ettiğimizde Muhammed(a.s)'ın şair veya kahinden bir farkı olmadığı iddiası zımnen de olsa dile gelmiş veya bu kapı aralanmış olacaktır.

BAKARA Suresi 97. ayete verdiği anlamın tahrifat olduğunu iddia ettiğimiz kişinin başı çektiği düşüncenin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. Düne kadar onun eserlerini okuyarak dini öğrenen bazı kimselerin, bugün deizm akımına dahil olmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi, bu kişinin ortaya attığı bazı yanlış düşüncelerdir.

BAKARA SUresi 97. ve 98. ayetlerde dile getirilen Cibril'e düşmanlık, bağlam olarak İsrailoğulları tarafından yapılan bir düşmanlık olup, vahyi red etmek anlamında yapılan bir düşmanlıktır. Bu düşman olmayı Allah(c.c) küfür olarak nitelemektedir. Müslüman kesimin bir kısmında ortaya çıkan Cibril'in farklı şekilde yorumlanarak red edilme yoluna gidilmesi, bugün değilse ilerleyen zamanlarda vahyin red edilmesine yani küfre kapı aralayan bir düşünce olması nedeniyle, yazımıza böyle bir başlık atmayı uygun bulduk. Yazının amacının, Cibril konusunda bazı kimselerin söylediklerini doğru kabul ederek yanılgı içinde olan kimseleri, kafir olarak nitelemek amaçlı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Allah(c.c) Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi HAC 75 ve diğer ayetlerde beyan ettiği üzere meleklerden seçtiği elçi ile indirdiğini beyan etmektedir. Vahyin böyle bir yol izleyerek inişini anlamak için, Arap cahiliyesi arka plan düşüncesinin anlaşılması önemli bir rol oynamaktadır.

Kahin ve şairlerin gaybdan haber aldıklarını iddia ettikleri topraklarda, Allah(c.c)'den vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın aldığı vahyin kahin ve şairlerden farklı olduğunu ifade etmek için kullanılan "melek elçi" vasıtası ile ona vahyedilmiş olduğunu red etmenin yolunu, bu konu ile ilgili ayetleri tahrif etme yoluna giderek bulmaya çalışanların yaptıkları şey, ön yargılarını Kur'an'a kabul ettirme yöntemli bir okumadır.

Yapılan Kur'an okumaları; metin dahilindeki anlatımlar baz alınarak, anlaşılmaya çalışılmaya, işimize gelmediği yerde metin içindeki bazı ibareleri görmezden gelmeye çalışarak, kendi düşüncemizi Kur'an'a onaylatma ameliyesi içinde olmamalıyız.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Eylül 2016 Pazartesi

ARAF s. 169. Ayeti : Yakında Bağışlanacağız Diyen Yahudiler ve Müslümanlar

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarına elçi ve kitaplar aracılığı ile, dünya hayatında uymamız gereken kulları bildirmiş , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara , dünya ve ahirette bir takım karşılıklar verileceğini vaat etmiştir. Bize emredilen kurallara uymanın karşılığı cennet olurken , uymamanın karşılığı cehennem olarak bildirilmektedir. Allah (c.c) bize vaat ettiği cennet ve cehennemin geçici olarak kalınacak bir yer değil, EBEDİ olarak kalınacak bir yer olduğunu beyan etmektedir. 

İslam düşüncesinde, cennetin ebediliği konusunda bazı farklı düşünceler olmuş olsa da , ebediliği yani oraya giren kimsenin bir daha çıkmayacağı konusunda fikir birliği olduğunu söylemek mümkündür. Ancak cehennem için bunu söylemek mümkün değildir. Yaygın kanaate göre, dünya hayatında günah işleyen Müslümanlar , günahlarının cezasını ödedikten sonra oradan çıkarılarak cennete konulacaklardır. 

Bu düşüncenin delili ise , Meryem s. 71. ayetinin siyak sibakına dikkat edilmeksizin okunması olup, ön kabule uygun bir ayet arayışının sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Asıl meselemiz cehennemden çıkış düşüncesinin nereden ve kimden kaynaklandığı olduğu için , bu düşüncenin kaynağını oluşturan İsrailoğullarının düşüncelerini , bu konudaki Kur'an ayetleri üzerinden okumaya, ve İslam düşüncesine hakim olan bu söylemin atalarının neden böyle bir söylem üretmek ihtiyacı duyduklarını ele almaya çalışacağız. 

[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım  kimseler geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Araf s. 169. ayeti , İsrailoğulları ile ilgili bir bağlama sahiptir. 163. ayetten başlayan ve deniz kıyısında yaşayan İsrailoğullarına mensup bir topluluğun, kendilerine emredilen yasağı delmeleri sonucu helak edilmesinin ardından gelenleri anlatmaktadır. 

Bu ayetin asıl dikkat çekici cümlesi ise , dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden İsrailoğullarının , dünya hayatı içindeki yaptıkları zulme "Yakında bağışlanacağız" şeklinde bir kılıf uydurmalarıdır. Ahiret hayatında nasıl olsa bağışlanma gelecek diye günah işlemek , bir insanı günaha teşvik eden bir düşüncedir. Bu düşünceyi insanlar arasında hakim kıldığımız zaman, dünya hayatında elde etmek istediğimiz gayri meşru olan şeylere ulaşmayı bu yol ile meşru kılmak mümkün olabilir. 

Bakara ve Al-i İmran surelerinde İsrailoğullarının kendileri için ahiret hayatında uygulanacağını düşündükleri muamele şu şekilde anlatılmakta ve ret edilmektedir.

[002.079]  Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
[002.080] Sayılı günlerden başka katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; 'Allah'tan bu yönde söz mü aldınız - ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
[002.081]  Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.

[003.023]  Kendilerine Kitapdan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar, sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir.
[003.024]  Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?

Bakara s. 79 ve Al-i İmran s. 23. ayetlerine baktığımızda kendilerine indirilen kitabı hayatlarına pratik etmemeleri anlatılarak , buna sebep olan düşüncenin ahirette ebedi cehennemde değil , geçici bir süre cehennemde kalacaklarına dair oluşturdukları inançtır. İşte bu inanç İsrailoğullarına dünya hayatlarında her türlü kötülüğün yolunu açarak zalim bir kavim olmalarını sağlamıştır. 

Yukarıdaki ayetler İsrailoğullarının bu düşüncesini açık ve net bir şekilde ret ederken , aynı düşünce İslam düşüncesine hakim olmuş , Kur'an tarafından ret edilen "Cehennemde sayılı günler kalma" düşüncesi, İsrailoğullarından bize ithal edilmiştir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir , Allah (c.c) İsrailoğulları için ret ettiği bir düşünceyi , biz Müslümanlar için kabul edebilir mi ?. Bu sorunun cevabı için , Allah (c.c) nin nezdinde "Özel kul" veya "Seçilmiş topluluk" gibi özel muamele yapılacak bir gurubun olup olmadığının cevabının verilmesi gerekmektedir.

[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.

Maide s. 18. ayeti , Yahudi ve Hristiyanlar tarafından dile getirilen bir iddiayı ret ederek , onlarında Allah (c.c) nin yarattığı insanlardan bir zümre olduğu , hiç bir şekilde özel bir statüye sahip olmadıklarını beyan etmektedir. Bu seçilmişliğe Müslümanların dahil olması asla mümkün değildir. Öyleyse cehenneme veya cennete girmek herhangi bir kimlik üzerinden değil , ameller üzerinden yapılacak değerlendirme ile sağlanacaktır. Cennete girmek için sadece Yahudi , Hristiyan veya Müslüman kimliğe sahip olmak değil , cennete girmek için belirlenen kriterleri yaşadığı dünya hayatında yerine getirmek gerekmektedir.

Kur'anın hiç bir yerinde , dünya hayatında işlenen günahlardan dolayı belirli bir süre cehennem azabı görüldükten sonra oradan çıkılacağı hakkında açık ve net bir bilgi yoktur. Allah (c.c) hesap gününde kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapılmayacağını beyan ettiğine göre , hesap gününde Müslüman , Hristiyan , Yahudi veya başka bir dine mensup olan insanlar hakkında en doğru karar verilecektir.


Allah (c.c) nin cehennem için "Ebedi" ve orada ölüm olmadığını beyan etmiş olması , dünya hayatında "Günah" olarak belirtilen amellerin işlenmesinin önünün kapatılması içindir. Dünya hayatını fısk ve fücur içinde geçirerek o halde ölen kimsenin , ahiretteki ödülü ebedi cehennem olarak bildirilmiştir. 

Eğer cehennemden geçici bir mekan olarak bahsedilmiş olsa idi , dünya hayatında yapılmaması gereken bir takım günahlar , insanlar tarafından işlenerek , "Cezası neyse çekeriz" mantığı hakim olurdu. Allah (c.c) böyle bir düşüncenin önünü kapatmasına rağmen , elleri ile kitap yazanlar , böyle bir iddiayı, dillerini eğip bükerek kitaba mal etmişler , ve böylece fısk ve fücurun önünün açılmasına fırsat sağlamışlardır.

Ebedi olan bir hayatın ebedi olmadığını iddia ederek, fısk ve fücurun önünü açan bir düşünce üretmek hangi aklın ürünüdür?.

"Ne yardan geçerim ne serden" deyimi , bu sorunun cevabıdır. Dünya hayatının aldatıcı görüntüsüne kanarak onun sahte zevklerinden vazgeçemeyen , fakat ahiret inancına sahip olanlar , dünya hayatına olan sevgilerinden dolayı olan bu vazgeçemeyişlerini , ahiret inancını deformasyona uğratarak , cehennemin geçiciliği düşüncesi ortaya atmışlar , böylelikle ihtiraslarını tatmin etmek yoluna gitmişlerdir. 

Ahiret inancına sahip olmayan müşrikler ilk yaratılma konusunda Kur'an tarafından ortaya konulan onca akli delile rağmen , kendilerinin ortaya koydukları akli delilleri öne sürerek yeniden dirilmeyi ret etmekte , bu suretle dünya hayatının geçici zevklerini hiç bir kural tanımadan elde etme yoluna giderlerken , ahiret inancına sahip olan kitap ehli ise , bu zevklerini, ahiret inancına sahip olmaları nedeniyle, cehennemin geçici olduğu yönünde bir düşünce geliştirerek tatmin etme yoluna gitmektedirler.

Bugün İslam coğrafyası sınırları içinde yaşayan Müslümanların, dünya hayatına olan gayri meşru tutkularını tatmin etmenin altında yatan en büyük saiklerden birisi , işte bu dışarıdan ithal edilmiş olan cehennemin geçiciliği düşüncesidir. 

Dün , "Yakında bağışlanacağız" diyen Yahudilere ilave olarak , bugün aynı sözü söyleyen geniş bir Müslüman kitlesi türemiş bulunmakta, ve iman etmek iddiasında bulunduğumuz kitap içinde , net olarak ret edilmiş olan Yahudi düşüncesini , sahiplenerek yahudileşme yolunda maalesef önemli bir adım atmış bulunmaktayız.

Cehennemin süreli olduğu düşüncesine ilaveten , müşriklerden ithal edilen şefaat düşüncesi , İslam coğrafyasının önemli bir kesiminde yaygın olarak kabul görerek , dünya hayatında yapılması muhtemel olan yanlışlara , bu düşüncelerin verdiği serbestiyet ile kapı aralanmaktadır.

Ahiret hayatında birileri tarafından ricacı olunarak ateşten kurtulunacağı veya ateşte belirli bir süre kalınacağı düşüncesi nasıl İsrailoğullarına fesadın yolunu açmış ise , biz Müslümanlarda da günah işlemenin yolunu açarak , bizleri fısk ve fücurda örnek bir topluluk haline getirmiştir. 

Elbette bağışlayıcı olduğunu haber veren bir Rabbimiz vardır , ve bu vaadinden dönmeyecektir. Onun bağışlayıcılığı belirli bir zümreye veya bazı kişilere tabi olmuş insanlara has değil , bu bağışlamayı hak edecek olanlara verilmiş bir vaattir. 


[031.033]  Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz ve bir günden de endişe ediniz ki, bir baba evladından bir şey ödeyemez, evlat da atasından bir şey ödeyecek değildir. Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Sizi dünya hayatı sakın aldatmasın ve sizi o çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında şaşırtmasın.

[035.005]  Ey insanlar, haberiniz olsun ki, Allah'ın va'di muhakkak gerçektir; sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldatıcı şeytan, sizi Allah'a karşı aldatmasın!

[057.014]  Onlara bağırırlar ki: «Biz sizinle beraber değil mi idik?» Onlar da derler ki: «Evet.. Velâkin siz nefsinizi fitneye düşürdünüz, ve (mü'minler hakkında fenalık) gözettiniz ve sizi bâtıl şeyler gurura düşürdü. Tâ ki, Allah'ın emri geliverdi. Ve sizi şeytan Allah ile aldattı.»

Bağışlanma garantili günah işlemek , insana şeytanın verdiği vesveselerden olup , yukarıdaki ayet mealleri insan için mevcut olan bu tehlikeye karşı uyarılarda bulunmaktadır.

Cehennemin ebedi olmadığı düşüncesinin İslam dünyasında alıcı bulmasının altında yatan sebepleri araştırdığımızda , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında siyasal olayların neticesinde ortaya çıkan bir takım itikadi fırkaların, büyük günah işleyenin kafir olup olmadığı , bunların akıbeti tartışmalarını görebiliriz. 

Özellikle iman ile amelin birbirinden ayrılması sonucunda , iman etmiş olmanın sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik etmeye indirgenmiş olması , imanı hayatına pratize etmeyen sultanların akıbetinin halledilmesi ! sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu hal işini üstlenen saray uleması , çareyi Yahudilerin düşüncelerini devşirmekte bularak , bu sorunu kökünden halletmiştir!!. 

Büyük günah işleyenin durumu etrafında yapılan tartışmaların bir tarafı olan mürcie fırkasının ürettiği teoriler , bir takım uydurma rivayetler ile yüzlerce yıldır ehli sünnet itikadı adı altında Müslümanların üzerinde bir kılıç gibi durmaktadır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) dünya hayatında emirleri gereğince hareket etmeyenlere ebedi cehennemi layık görerek , bu mekanı hak etmemek için gerekli olan amelleri yerine getirmemizi bizden istemektedir. Bu cezanın ebedi olarak öngörülmüş olması , dünya hayatını yaşayan insanların yaşadıkları hayat içinde kendilerine emredildiği şekilde yaşamasına matuf olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak dünya hayatının cazibesine kendisini kaptıran ve dünya ile ahiret arasında tercih yapmak zorunda kalan kitap ehli "Ne yardan geçerim ne serden" misali , cehennem hayatının ebedi olmadığı yönünde düşünceler üreterek , dünya hayatının geçici menfaatlerinden faydalanmak yolunu seçmişlerdir.


Kur'an tarafından ret edilmesine rağmen aynı iddia , İslam düşüncesi içine sokularak , günahkar Müslümanlar açısından cehennemin ebedi olmadığı , geçici olduğu düşüncesi ortaya atılarak , dünya hayatında yapılan günahların , ahirette af edileceği gündeme sokulmuş , böylelikle dünya hayatında bazı günahlara meşruiyet kazandırma yoluna gidilmiştir. 

Ahiret hayatında affa uğrayacaklarına dair kimseye garanti vermeyen Allah (c.c) nin vermediği bu garanti , maalesef bazı kulları tarafından , başka kullara verilerek , yanlışların önünü kapama amaçlı olan bu ceza, bir şekilde delinmeye çalışarak , af garantili yanlışlar yapmak teşvik edilmiştir.

Allah (c.c) elbette ahirette bağışlayıcı olduğunu bizlere beyan etmektedir. Ancak dünya hayatında bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara kılıf uydurmak için , "Yakında bağışlanacağız" şeklindeki sözlerini ret etmekte ve bu iddianın yalan olduğunu bildirmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Eylül 2016 Cuma

AHİRETE İMAN : Bir Toplumun Bireylerinin Hayatına Yansıttığında Dünyayı Cennete Çevirecek Bir İnanç

İnsan , diğer insanlara olan iş , aş , eş v.s ihtiyaçları nedeniyle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan bir varlıktır. Birlikte yaşama mecburiyetinde olan insanların, bu yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmesi , ve herkesin bu kurallara uyması mutlu ve huzurlu bir toplum yaşantısı için zaruri bir durumdur. Yaşamını belirli kurallar üzerine bina etmeyen etmeyen insanların yaşadığı toplumlardan kargaşa ve anarşi eksik olmayacaktır. 

Allah (c.c) alemlerin rabbi olması nedeniyle , dünya üzerinde yaşayan insanların uyması gereken ana kuralları kendisi elçiler ve kitaplar ile vaz ederek , mutlu ve huzurlu bir toplum için gerekli olan kuralları bizlere önermiştir. 

Bizler için vaz edilen inanç kurallarının ismini "İslam" olarak koyan Allah (c.c) asla başka kurallar ihdas edilmemesini , kendi koyduğu kurallara uyulmasını defaatle hatırlatarak , yanlış yapanları cezalandıracağını , uyanları ise mükafatlandıracağını beyan etmiştir. 

Bizler için koyulan kuralların içinde "Ahirete iman" adı ile herkesin bildiği bir kural vardır ki , bu kural eğer gerçek olarak hayat içinde pratiğini bulmuş olsa idi , dünyanın cennet haline gelmesi mümkün olabilirdi. 

Bu kuralın esası , öldükten sonra yeniden dirilerek dünya hayatı içinde yaptığımız iyilik ve kötülüklerin karşılığını almaya dayanmaktadır. "Ben Müslümanım" diyen herkes bu kurala uymak ve gereğini yapmak zorunda olup "İmanın şartları" olarak bildiğimiz sayılı kurallar içinde bu kural da mevcut bulunmaktadır. 

İnsanın yaratılışında kötülüğe ve iyiliğe meyyal bir bir yapısı bulunmaktadır. İnsanda bulunan bu hasletler, çeşitli saiklerle kötülüğün veya iyiliğin öne çıkması şeklinde onun hayatında pratik hale gelmektedir. İnsanların koydukları yaşam kuralları , onların ahiret yaşamında herhangi bir etkileri olmaması nedeniyle sadece bu dünya ile sınırlı olup , insanların yaptıkları ve suç olarak görülen bazı fiillerin cezaları, sadece dünya hayatında bir takım ceza şekilleri ile onlara ödetilmeye çalışılmaktadır.

Allah (c.c) koymuş olduğu kurallar içinde de , kişilerin dünya hayatı içinde işlediği bazı suçlara verilecek olan dünyevi cezalarda öngörülmektedir , ancak bu cezalara ilaveten uhrevi cezalarda vaat edilerek , kişilerin Allah (c.c) tarafından yasaklanan bazı filleri işlememesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

Ahirete iman esası , İslamın ana kurallarından bir tanesi olup , dünya hayatında yaşayan herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlamaktadır. Başka hiç bir inanç sisteminde bulunmayan , bulunması da imkansız olan bu oto kontrol sistemi , insanların hayatlarında doğru bir biçimde yer alacak olursa , dünyada bir karıncayı dahi incitirken iki defa düşünen insanların sayısı artacak , ve dünya yeryüzünde bir cennete dönüşecektir. 

Dünyada yaşayan hiç bir ülkenin, bütün vatandaşlarının başına bir polis dikmesi asla mümkün değildir. Ancak ülkelerde yaşayan insanlara sakınılması gereken gerçek mercinin adresi verilerek , vicdanlarında oluşacak polisler ile kişilerin yanlışa düşmeleri engellenmiş olacaktır.

Dünyada işlenen bir suç belki cezasız kalabilir , veya işlenen bir suçun cezası çekilerek kurtulma imkanı hasıl olabilir. İnsanlarda eğer ahirete iman bilinci yoksa , "Yatar çıkarım" , "Parasını öder kurtulurum" kabilinden düşünceler ile, suçun işlenmesinin önü açılabilir. Ancak ahirete iman bilincinin gerçek biçimde hayatında yer ettiği insanların lügatinde böyle sözlere asla yer yoktur . Ahirete gerçek olarak iman eden bir Mü'min şunu bilir ki , dünyada işlediği suçun ahiret hayatındaki cezası , dünya hayatındaki en ağır ceza ile dahi asla kıyaslanamaz.

Ahirete iman inancına gerçek olarak sahip olan insanlar , Allah (c.c) nin suç saydığı bir fiili işlemenin, dünya hayatında cezası çekilmiş olsa bile, şayet gerçek biçimde tevbe edilmediği takdirde , dünyada işlenen bu suçun cezasının ahirette ödenmesinin çok çetin ve kalıcı olacağını bilmektedirler.

Ahirete iman esası , toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olan bireylerin ahlaki yönden sağlam bir yapıya kavuşmasını sağlayan bir inançtır. Yaptığı her şeyi gören ve ve bilen birisi tarafından izlendiği ve yaptıklarının en küçük ayrıntısına kadar kayıt altına alındığının ve yaptıkları içinde "Günah" kategorisine giren fiilleri için alacağı karşılığın ne olduğunu bilen birisi acaba kimlere zarar verebilir ?.

Ahirete iman esası , toplumun inşasının fertten başlaması gerektiğini hatırlatan bir esastır. Toplumlara hiç bir inancı tepeden inme olarak dayatmak asla mümkün değildir. Tepeden inme baskıcı yol ile topluma enjekte edilmeye çalışılan düşünce ve fikirler zaman içinde dejenere olmaya mahkumdur. 

Allah (c.c) nin insanları irade sahibi kılarak yapacağı tercihlerinde tamamen özgür bırakmış olması , onun yarattığı insanlarda bile bulunmayan bir özgürlük anlayışıdır. Yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığının eksiksiz olarak hesap gününde verileceğine dair bilgi sahibi kılınan insan , bu ve benzeri bilgiler ile özgür iradesini daha dikkatli kullanması sağlanmaktadır.

Allah (c.c) nin koyduğu din olan İslam , insanı sadece dünya hayatı ile sınırlı bir varlık olarak telakki etmez. Ölüm , insan için sadece yeniden başlayacak ve ebedi olarak sürecek olan gerçek yaşam için bir köprü mesabesindedir. İslamın haricinde hiçbir sistem , insan için böyle bir ebedilik olduğundan bahsetmez ve insana asıl yurt olan ahiret bilinci vermez.

Dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ebedi olduğunun bilinci içinde yaşanan hayatlarda , zulüm , kan , gözyaşı , fesat , işkence , cinayet v.s gibi insanların hayatlarında derin yaralar açan kelimelerin yeri yoktur. 

Kar ve zarar hesabını doğru yapan bir insan , hiç bir surette kendisini zarara uğratacak bir alış veriş içine girmez. Dünya hayatını tercih ederek , ahiret hayatını terk eden insanın misali , kendisine verilen ömür sermayesini akıllı kullanmayarak , iflas eden müflis tüccar gibidir. Akıllı insanlar , üç günlük geçici dünyaya tamah ederek , ebedi olan ahireti harap etmezler.

Müslümanlar olarak bizlerin , amentünün esaslarından birisi olarak en küçük yaşta ezberimize giren fakat , ezberimize girdiği kadar hayatımıza girmeyen bu esas , ahirete iman ettiğini iddia edenlerin hayatlarında bile tam olarak hayata yansıtılmamaktadır. Bugün bir çok Müslüman olma iddiasında olan kişilerin işledikleri cürmü , bu iddia içinde olmayanlar dahi maalesef işlememektedir. Bu durum bize , bir çoğumuzun söz ile amelinin birbiri ile uyuşmadığını göstermektedir. 

Hiçbir değere sahip olmadığını iddia ederek gayri ahlakilik peşinde olanlar ile , bazı ahlaki değerlere sahip olduğunu iddia ederek , o değerlere aykırı hareket edenleri mukayese ettiğimizde "Ahlaksız" olarak nitelenebilecek olan gurup , bazı değerlere sahip olduğunu iddia edenlerdir. Ahlaksız olmayı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimse , ahlakı değer edinerek ahlaksızlık yapan kimseden daha ahlaklı sayılabilir.

Toplumun eğitimi , o toplumun bireylerini oluşturan kişilerin eğitimi ile mümkün olabilir. Bireylerin eğitiminin ilk ayağı ise toplumun en küçük yapı taşı olan aile içinden başlamalıdır. Kur'anda zikri geçen kıssalar içinde "Örnek aile" veya "Örnek baba" olarak bize gösterilen modeller , veya tebliğe başlama sırasının kişinin aile çevresi olması gerektiğini hatırlatan ayetler , kişisel eğitimin en önemli ayağının aile içi eğitim olduğunu göstermektedir. 

Aile içi eğitim ile küçük yaştan itibaren insana saygılı , çevreye saygılı olmayı görev edinen insanlar , yaptıkları yanlışların karşılığını hiç bir bedelin kabul edilmediği günde alacak olmalarını içselleştiren bir hayat sürdükleri takdirde , hem kendilerini hem de yaşadıkları toplumu huzura kavuşturmuş olacaklardır.

Kur'ana bakıldığında yeniden dirilmeyi ret eden müşriklerin, ahiret inancına karşı büyük bir savaş açtıklarını görmekteyiz. Müşrikler tarafından açılan bu savaşın altında yatan psikolojiyi şu şekilde okumak mümkündür ;


Kim olursa olsun gelmiş ve gelecek bütün insanlar fıtratları gereği yaptıklarının yanlış olduğunu ve bu yanlışın kimsenin yanına kar kalmayacağını bilirler . Hesap günü, işte bu yapılanların hesabının adalet terazisinin zerre ağırlığınca dahi sapmadan sorulacağı yegane zamandır. İşte bu korku, müşriklerin içlerini ürpertmekte olup , iman ederek kötülüklerinden vazgeçemeyenler , çareyi hesap gününü ret etmekte bulduklarını zannetmektedirler. Bulduklarını zannettikleri çarenin para etmediğini gördükleri gün ise , pişmanlıkları asla fayda etmeyecektir.

İman ettikleri dinin iman esası olan bir kuralı hayatlarına geçirerek , dünyaya örnek olması gereken biz Müslümanların , örnek olmayı günah işlemek konusunda yapmakta olmamızın sebeplerinden bir tanesi, ahiret gününde kurtarıcı beklentisi ve cehennemde sayılı günler kalınacağı inancıdır.

Kur'ana bakıldığında müşrik inancı olduğu açık ve net olarak görülebilecek olan şefaat inancı , biz Müslümanların akidesi haline gelerek , günahkar Müslümanların hesap günü araya giren bir takım kayırıcılar vasıtası ile af edilerek cehennemden azat edileceği , ve bunun sonucunda cennete sokulacağı düşüncesi , dünya hayatı içinde "Nasıl olsa ahirette şefaat var" mantığına sahip olan Müslümanların bir takım günahları işlemek sureti ile meşru sayma yanlışını da beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir.

Aslen Yahudi inancı olup Kur'an tarafından ret edilen , "Ateş bize sayılı günler dokunacaktır" şeklindeki inancın aynısı, Müslümanlara tarafından akide haline getirilmiş , bu suretle günahkar Müslümanların belirli bir süre cehennemde yandıktan sonra çıkarak cennete gireceği düşüncesi hakim olmuştur. Günahından dolayı belirli bir süre ceza çekeceğini düşünen Müslümanların ise dünya hayatı içinde yapmaması gereken bazı şeyleri bu tür düşüncelerin neticesinde yaptığına şahit olmaktayız. 

Bu gibi yanlış düşünceler, ahirete iman inancından hasıl olması gereken asıl amacı yolundan saptırmaktadır. Ahirete iman inancı , kişiyi dünya hayatı içinde bir takım kötü ameller işlemekten alıkoyan bir inanç olması itibarı ile , bu gibi yanlış düşüncelere sahip olan insanlarda bu imanı zayıflatmaktadır. Şu anda dünya yüzünde yaşayan Müslüman toplulukların diğer insanlara örnek bir yaşantı sunamamasının altında yatan sebeplerden bir tanesi , müşriklerden ve Yahudilerden devşirilen ahirette paçayı bir şekilde kurtarma düşüncesidir. 

Elbette Allah (c.c) ahiret günü kullarına karşı merhamet sahibi olacaktır , ancak şeytanın insanı saptırma yollarından bir tanesinin de Allah (c.c) nin affına güvendirerek günaha teşvik etmek olduğu unutulmamalıdır.


Ehli sünnet itikadında tarifini "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde bulan imanın, Kur'anda pratiğe geçmeden herhangi bir değeri olmayacağının beyan edilmiş olması bile bizleri iman esaslarının hayat ile içiçe ve pratikte değeri olması gerektiğine dair bir düşünce ve amel içine maalesef sokamamış , "İman ettim" demenin cennet için yeterli olacağı düşüncesi Kur'ana rağmen yer etmiştir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , iman esasları olarak bilinen şeyler ezberlenerek cennette baş köşeyi almak için asla yeterli olmayacak , cennetin baş köşesini bu esasları içselleştirerek her engele karşı hayatlarında uygulama alanına sokanlar işgal edeceklerdir.

Sonuç olarak ; Ahirete iman esası , İslam dininin önemli bir rüknünü teşkil etmektedir. Bu iman insanlarda eğer gerçek olarak işlevini yerine getirdiği takdirde , hiç bir insan hesap gününde önüne gelecek olan suçu işlemek cesaretinde bulunamayacaktır. 

Kişilerin vicdanlarına hitap ederek , herkesi kendisinin polisi olmasını hedefleyen bu inanç kuralı , bizlere en küçük yaştan itibaren amentü esası olarak ezberletilmesine rağmen , bu inancın hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği maalesef öğretilmemiştir.
Bu inanç esası eğer insanlarda gerçek olarak ikame edildiğinde dünyanın çehresi değişecek , ve dünya herkesin birbirine saygı duyduğu bir cennet haline gelecektir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.