Allah (c.c) alemlere rahmet ve hidayet olarak gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere Allah'a ve resulüne itaat edin şeklinde emirler vermektedir. Bu emirlerde geçen ve bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı, Allah'a itaat edin emri ile Kur'an'a itaatin emredildiği, Resule itaat edin emri ile onun söylediği rivayet edilen hadislere itaat etmenin emredildiği yönündeki düşüncelerin ağırlıkta olduğu bilinmektedir.
Fakat Allah (c.c) nin itaat konusunda kendisine ait yetkilerin bir kısmını, beşer cinsinden hiç bir kul ile paylaşmayacağı, beşer cinsinden elçi olarak seçtiği insanlara yüklediği vazifenin kendi emirlerini tebliğ etmek ve yaşamak ile sınırlı olduğunu dikkate aldığımızda, Muhammed (a.s) a yüklenen bu görev bazı sakıncalar doğurmaktadır.
İslam dünyasında Ehli Hadis düşüncesinin hakim olması, elçi merkezli din anlayışının öne çıkmasına sebep olmuş, elçi ile onu gönderen aynı kefeye konulmak sureti ile Kur'an'ın din de belirleyici olarak görülmediği bir din anlayışı geliştirilmiştir. Bu konuda en büyük yanlışlık, itaatin asıl kime olması gerektiği noktasında yapılmaktadır. Allah (c.c) kendisine itaat edilmesi için gerekli olan emirleri, biz insanlar içinden seçtiği elçiler yolu ile bildirmektedir. Elçilerin bu noktadaki görevi, elçi olmaları bakımından Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmeleri, insan olmaları bakımında ise aynı emir ve yasaklara uymanın nasıl gerçekleşmesi gerektiği insanlara yaşayışı ile örnek olmaktır.
Hal böyle iken Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı algılar, mesajın değil mesajı getirenin öne çıkarılmasına sebep olmuş, ve bu noktada bazı ayetlein delil olarak sunulma ihtiyacı doğmuş ve Allah ve elçisine itaat edilmesine emredilen ayetlerin, elçinin ayrı bir hüküm koyucu konumuna sahip olduğu, ve aynı Allah (c.c) gibi haklara sahip olduğunun, bu ayetler ile beyan edildiği yönünde iddialar ortaya atılmıştır.
Nisa s. 80. ayeti, Allah ve resulüne itaat etmenin ne anlama geldiğini açık ve net olarak gösteren ve bu konudaki diğer ayetleri anlamanın anahtar bir ayetidir. Bu ayet doğru olarak anlaşıldığında, elçinin konumu hakkında ortaya atılan düşüncelerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünülecektir.
[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene
gelince, seni onların başına gözcü olarak göndermedik!
Bu ayet, din de asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğunu, bu itaatin yolunun ise, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden resulden geçtiğini beyan etmektedir. Allah'a itaatın yolunun resul den geçmesi ise, onun aracılığı ile Allah tarafından vahyedilen emir ve yasaklara itaat etmekten geçmektedir. Elçilerin asıl görevlerinin Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen görevi yerine getirmek olduğu anlaşıldığı zaman, ona yüklenen ilave görevlerin ne kadar yanlış olduğu da anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; Yüzlerce yıl öncesi Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinden iki başlı bir din anlayışı çıkarmak hatasına düşülmesinden ötürü, elçinin dinde ortak duruma gelmesi gerektiği gibi bir ön yargıya varılmış, bazı ayetleri bu yönde tevil etmekle ile, belki kıyamete kadar sürecek bir kargaşanın temelleri atılmıştır.
Nisa s. 80. ayeti, Kur'an içinde bir çok yerde geçen, Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinin doğru anlaşılmasında anahtar konumda bir ayettir. Bu ayet, kul için asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğu, bu itaatin yolunun ise onun seçtiği beşer elçiler ile kullarına ilettiği vahye uymaktan geçtiğini bildirmektedir.
Beşer cinsinden seçilmiş olan elçilerin Allah (c.c) ile herhangi bir görev ve yetki paylaşımı gibi bir durumda olmadıklarının anlaşılmadığı sürece, yüzlerce yıldır devam eden ve büyük sıkıntıların doğmasına sebep olan yanlış elçi anlayışının düzelmesi ancak hesap gününe kalacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Ayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
5 Nisan 2017 Çarşamba
21 Şubat 2017 Salı
HUCURAT S. 13 : İnsana Üst Kimliğini Hatırlatan Bir Ayet
Dünyaya gelen her insan , bir anne babaya ,coğrafi bir bölgeye , ırka , kavme , dine mensup olarak doğar. Sayılan bu unsurlar, insan için kim olduğunu bilmesinde , kimliğini belirlemesinde önemli rol oynamaktadır. Ancak bu unsurlar, fesada meyilli olan insanlar tarafından istismar edilerek, diğer insanların kanını , canını , malını , ırzını ve namusunu çiğnemek için ortaya atılan bahanelere dayanak teşkil ederek , binlerce yıldır insan kanı dökülmektedir.
"Üst Kimlik - Alt Kimlik" tartışmalarının daha çok seslendirilmeye başlandığı son yıllarda , bu konuda alemlere rahmet ve hidayet olan Kur'an ne diyor diye baktığımız zaman, karşımıza Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır. Bu ayet insana kimliğini hatırlatarak , diğer insanlara karşı olan bakış açısının kriterlerini belirlemesinde ona yol göstermektedir.
Üst kimlik ; Bir insanın diğer insanlara bakış açısını , onlar ile olan ilişkisini düzenleyen en geniş ortak paydasıdır.
[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.
Hitabın Ey insanlar şeklinde başlaması dikkat çekicidir. Devam eden cümle, insanın diğer insanlarla olan ortak bağını hatırlatmaktadır. Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık cümlesi , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate alınması gereken en geniş ortak paydayı beyan etmektedir.
Kur'an bilindiği üzere insanlığın üremesini bir erkek ve bir dişi üzerinden başlatmaktadır (Nisa s. 1). Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bu noktadan başlatmış olması , bu başlangıçtan anlaşılması gereken mesaj yerine , insanlığın ensest ilişki ile çoğalıp çoğalmadığı konusundaki tartışmaların açılmasına sebep olmuş , bir kısım Müslüman ilahiyatçı ise , itirazlara sebep olan bu başlangıcın böyle olmadığı , daha farklı bir şekilde insanlığın çoğaldığını iddia ederek, ensest ilişki yolu ile çoğalma olmadığını ispat etmeye çalışmaktadır.
Kur'an elbette bir biyoloji kitabı değildir. Bu kitap içinde biyoloji bilimini ilgilendiren konular ile alakalı ayetler aramaya çalışmak, eziklik psikolojisinin bir ürünüdür. Kur'an insana Allah'a nasıl iyi kul olunacağını öğreten bir kitap olup , muhteviyatında olan ayetlerin, bu noktanın merkeze alınarak okunması, onun mesajının daha doğru ve kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Kur'an'ın insanlığın bir erkek ve bir dişiden çoğaldığını beyan eden ayetleri okurken aklımıza gelen nokta , ensest ilişki yolu ile çoğalıp çoğalmadığımız olduğunda, kısır döngüden çıkmak mümkün değildir. Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bir erkek ve bir dişiden başladığını beyan eden ayetlerini mesaj içerikli okuduğumuzda ise şunları söylemek mümkündür ;
Bir erkek ve bir dişiden doğan insanların ortak paydası birbirleri ile kardeş olmalarıdır. Birbirleri ile kardeş olan insanlar ise aralarındaki yakınlığın en üst seviyesinde olup, ilişkilerinde bu noktayı dikkate alacaklardır. Hucurat s. 13. ayetinde bir erkek ve bir dişiden yaratıldığımızın beyan edilmiş olması , insanlar ile olan ilişkilerimizde dikkate almamız gereken en geniş ortak paydaya yani üst kimliğe işaret etmektedir.
Bütün insanlarla aramızdaki ortak paydanın aynı erkek ve kadından yaratılmış olduğunu bilmek , bütün insanlarla aramızdaki ilişkilerde temel alınması gereken en tepe noktadır. Karşımızdaki insana bakış açımız , ona olan hitabımız, onun önce bizim gibi bir insan olduğunu bilerek şekillendiği zaman , bize karşımızdaki insanın en az bizim kadar saygın olduğunu düşündürecek, ve ona yapacağımız muamelede bu bakış açısı kilit rol oynayacaktır.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin temelinde, sahip olduğumuz üst kimlik olan, hepimizin bir erkek ve bir dişiden türeyen insanlar olduğumuz alındığında, insanların birbirlerine olan bakışları değişecek ve birbirimiz ile olan ortak bağımızın, ÖNCE İNSAN olduğumuz dikkate alındığında birbirimize karşı daha saygın davranmanın önü açılacaktır. Kendisine yapılmasını istemediği muameleyi başkasına yapmaktan kaçınan insanların hakim olduğu dünyanın nasıl bir şekil alacağı herkesçe malumdur.
Bütün insanlar ile ortak noktamızın kardeş olmamız demek , ilişkilerimizde temel alınması gereken en geniş çerçeveyi gösterir. Bu düşüncemiz Kur'an'ın kafirler ile olan ilişkilerimizi düzenleyen ayetleri ret ettiğimiz, veya o ayetleri hevamıza göre anlamlandırmaya çalıştığımız anlamına gelmemelidir. Kur'an bizlere , kafirler ile Velayet kavramının anlam alanına giren konularda ilişkiler kurulmamasını emretmektedir.
Kafirler ile onlar bize karşı herhangi bir kötülükte bulunmaya çalışmadıkları müddetçe onlar ile insani ilişkiler kurulmasında herhangi bir mahzur yoktur. Maide s. 5. ayetinde Ehli Kitap olarak belirtilen kafirlerin yemeğini yemekte ve kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir mahzur olmadığının beyan edilmiş olması , onlarla insani sınırlar dahilinde iyi ilişkiler kurulabileceğini göstermektedir.
Hucurat s. 13. ayetinin devamında , Birbiriniz ile tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık buyurulmuş olması , Alt kimlik dediğimiz unsura dikkat çekmektedir.
İnsanların farklı halk , ırk, renk , dil ve kabilelere ayrılmış olması , insanın kendi iradesi dışında meydana gelmektedir. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar, Alt Kimlik dediğimiz unsurun oluşmasına sebep olmaktadır. Alt kimliği biraz daha genişletecek olursak farklı din , mezhep , meşrep , tarikat , parti , dernek , vakıf gibi oluşumlar, yine insanın alt kimliğinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
İnsanlar arasındaki kavgaların temelinde, üst kimlik olan insan olmak yerine , alt kimliği oluşturan unsurların öne çıkarılması , dünyayı fesada boğan savaşlara , katliamlara , milyonlarca kişinin kan ve gözyaşı selinde boğulmasına yol açmaktadır.
İnsanların farklı alt kimliklere sahip olması bir realitedir. Bu farklılıkları kimse yok sayamaz veya ortadan kaldırılmasını isteyemez. Asıl olanın bu farklılıklara rağmen barış ve huzur içinde yaşamayı becerebilmek olmalıdır. Allah (c.c) , insanlar arasındaki bu alt kimliklerin onların birbirleri ile savaşarak kanlarını dökmeye değil , birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarına vesile olmasını istemektedir.
Alt kimliklerin gurur ve kibir kaynağı olarak kullanılarak , diğer insanlara karşı üstünlük vesilesi olarak görülmesinin önü, Allah (c.c) tarafından " Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" buyurulmak sureti ile kesilmektedir Allah (c.c) insanları ayırma konusunda ölçü sahibinin sadece kendisinin olduğunu beyan etmek sureti ile , biz insanlar tarafından konulacak olan indi ölçüleri ret etmektedir.
İnsanların alt kimliklerini oluşturan en temel unsurlardan bir tanesi Din dir. İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini aynı din ve inanca mensup olmaları nedeniyle kurmakta , ve bu ortak paydaları, birbirleri arasında sevgi ve saygı unsurunun oluşmasına sebep olmaktadır.
Olayı biz Müslümanlar açısından değerlendirmeye çalıştığımız zaman , ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır ;
En üst kimlikleri insan olmak, ve alt kimlik olarak aynı dine mensup olmak olan biz Müslümanların bir çoğu, bu kimlik yerine daha alt kimlikler oluşturmak sureti ile bölük pörçük bir hale düşmüşler , dahası sahip oldukları alt kimlikleri en üst seviyeye çıkararak , karşılarındaki insanları sahip oldukları bu kimliklere göre değerlendirmek yanlışına düşmüşlerdir.
[041.033] Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden, fakat bu isminin yanına ilave isimler alarak sonradan oluşturulmuş fırka , mezhep , meşrep , tarikat v.s hiziplere kendisini ait görerek tanıtan Müslümanlar , bugün dünyanın birbirleri ile kavgalı olan topluluklarının başında gelmektedir.
İnsan üst kimliğine ve Müslüman alt kimliğine sahip bir kimse ile arasında kardeşlik ilişkisi kurması gerekmesine rağmen , sadece kendi hizbi ,tarikatı , mezhep , meşrep , dernek , ve vakfına mensup olmadığı için, karşısındaki kimseye kin ve nefret duyan Müslüman tipi, 1400 küsur senedir, en büyük sıkıntımız olarak halen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Sahip oldukları alt kimliklerin en doğru yol olduğunu dini temellere dayandırmak isteyen Müslümanlar, meşhur!! 73 fırka hadisi ile kendilerini fırka-i naciye (kurtulan fırka) ilan ederek , herkesi kendi fırkalarına çağırmaktadırlar.
Halbuki karşısındaki insana önce kendisi gibi bir insan olduğu için saygı duyması gereken bir çok Müslüman , bir başka Müslümanı sadece kendi hizbine , meşrebine , mezhebine , tarikatına v.s mensup olmadığı gerekçesi ile insan olarak dahi görmemektedir. Kendi aralarındaki farklılıklarından dolayı yüzlerce yıldır birbirinin kanını dökmeyi Cihad olarak gören , kendisi gibi düşünmeyen bir Müslümanı tekfir etmeyi imanın ilk şartı sayan bir Müslüman tipinin artık İslam adına verdiği zararların acilen son bulması gerekmektedir.
İnsana önce insan olduğu için değer veren , bırakın kendi hizbinden olmadığı için bir başka Müslümana düşmanlık göstermeyi , kendi dininden olmayan birine dahi Kur'an tarafından belirlenen kriterleri dikkate alarak düşmanlık gösteren bir Müslüman tipine dünyanın acilen ihtiyacı vardır.
Müslümanların içinde bulunduğu karanlık durum , iman iddiasında bulundukları kitabın kendilerine gösterdiği yolu terk ederek , başka belirleyiciler tarafından gösterilen yollara gitmeleridir. Bu yollar Müslümanları karanlığa götürdüğü gibi , dünyanında karanlığa gömülmesine sebep olmuştur. Bu karanlıktan çıkışın çaresi Nur'a yani Kur'an'a yeniden yönelmektir.
Bu yöneliş, kitabın bizlere İnsanlar ile iletişim nasıl kurulur ? sorusunun cevabını veren ayetlerini okumak ve yaşamak ile olmalıdır. İnsanlar ile konuşmayı bilmeyen , onlar ile düzgün iletişim kurmasını bilmeyen topluluklar , kendilerini ifade etmekte sıkıntı çekecek , başkalarının kendilerini yanlış tanımalarına sebep olacaklardır.
Bu noktada Muhammed (a.s) ve diğer elçilere önerilen tebliğ metodu ve müşrikler ile olan ilişkilerinde, onlara önerilen yolun öğrenilmesi önemlidir. Şurası asla unutulmamalıdır ki , insanların gönüllerinin İslama ısındırılması onları zorla kılıç yolu ile boyun eğdirmek ile değil , onların gönüllerini İslama ısındıracak söz ve fiillerle olacaktır.
Müslümanlar birbirlerine ve kendileri dışındaki insanlara karşı olan davranışlarında önce insan olmayı öne çıkaran davranışlar sergilemeye başladıkları, zaman dünyanın çehresi bile değişmeye başlayacaktır.
Bir insan Müslüman olabilir ama önce insandır . Bir insan Hristiyan , Yahudi , Mecusi v.s olabilir ama önce insandır. Bir insan Türk , Kürt , Arap , Alman v.s ırka mensup olabilir ama önce insandır. İnsanlar dinlerini , ırklarını , kavimlerini üst kimlik olarak görerek , asıl üst kimliklerini unuttukları zaman , en iyi , en doğru , en hakiki , en güzel olarak sadece kendi mensup oldukları alt kimlikleri görecek , kendi dışındakileri ise yaşamaya hakkı olmayan sefil mahluklar olarak görmek sureti ile katletmek yoluna gidecektir.
Kimlik arayışındaki insanın önce sahip olması gereken kimlik, kendisinin diğer insanlar gibi bir insan olduğunu ve herkesle eşit derecede haklara sahip olduğunu bilmesidir. Bu kimliğe sahip olduğunun şuuruna vakıf olan bir insan , kendi dini , kavmi , ırkı ve rengine mensup olmayanların da en az kendisi kadar dünya yüzünde yaşamaya hak sahibi olduğunu bilecek ve onların haklarını gasp etmek yoluna gitmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'an bize her konuda yol gösterdiği gibi , dünya yüzünde yaşayan insanlara karşı nasıl bir bakış açımız olması gerektirdiği konusunda da yol göstermektedir. Hucurat s. 13. ayeti bu konuda bizlere önemli bilgiler vermektedir.
Ayet bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığın beyan etmekle herkese bir üst kimlik vermektedir. Bu üst kimliğin altındaki insanın sahip olduğu bir takım ırk , kavim , renk gibi özellikleri ise alt kimlik olarak nitelemek mümkündür.
Ayet bizlere sahip olduğumuz alt kimliklerimizin birbirimize karşı övünç vesilesi olarak görülemeyeceği , insanlar arasında derecelendirme yapma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğunu beyan ederek , herhangi kimsenin veya toplumun sahip olduğu alt kimliğiyle diğer insanlara karşı üstünlük taslamasının önünü kesmektedir.
Dünyanın fesat içinde olduğunu , her geçen gün yeni insanlık felaketlerinin yaşandığını dikkate aldığımızda , bu fesadın sebeplerinin alt kimliklerin öne çıkarılmak sureti ile diğer insanlara zulüm edilmesinin meşru hak ve vazifeleri olduğuna inanan insan ve toplumlar olduğunu görebiliriz.
Eğer insanlar birbirlerine karşı bakışlarını ve düşüncelerini sahip oldukları üst kimlik olan önce insan oldukları şuuruna vakıf bir halde yapacak olsalar , bırakın bir insanın diğer bir insanın canına kast etmesi , bir karıncanın dahi incitilmesi insanı yaralayacaktır.
Yaşadığı arz üzerinde yaşama hakkına sahip olan canlı türünün sadece , kendi ırkı , kavmi , rengi , dini , mezhebine mensup olanlar değil , hangi ırk ,kavim ,renk , din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar , herkesin arz üzerinde yaşama hakkına sahip olduğunu düşünen insanlar çoğalmaya başladığı zaman dünyanın çehresi değişmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Üst Kimlik - Alt Kimlik" tartışmalarının daha çok seslendirilmeye başlandığı son yıllarda , bu konuda alemlere rahmet ve hidayet olan Kur'an ne diyor diye baktığımız zaman, karşımıza Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır. Bu ayet insana kimliğini hatırlatarak , diğer insanlara karşı olan bakış açısının kriterlerini belirlemesinde ona yol göstermektedir.
Üst kimlik ; Bir insanın diğer insanlara bakış açısını , onlar ile olan ilişkisini düzenleyen en geniş ortak paydasıdır.
[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.
Hitabın Ey insanlar şeklinde başlaması dikkat çekicidir. Devam eden cümle, insanın diğer insanlarla olan ortak bağını hatırlatmaktadır. Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık cümlesi , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate alınması gereken en geniş ortak paydayı beyan etmektedir.
Kur'an bilindiği üzere insanlığın üremesini bir erkek ve bir dişi üzerinden başlatmaktadır (Nisa s. 1). Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bu noktadan başlatmış olması , bu başlangıçtan anlaşılması gereken mesaj yerine , insanlığın ensest ilişki ile çoğalıp çoğalmadığı konusundaki tartışmaların açılmasına sebep olmuş , bir kısım Müslüman ilahiyatçı ise , itirazlara sebep olan bu başlangıcın böyle olmadığı , daha farklı bir şekilde insanlığın çoğaldığını iddia ederek, ensest ilişki yolu ile çoğalma olmadığını ispat etmeye çalışmaktadır.
Kur'an elbette bir biyoloji kitabı değildir. Bu kitap içinde biyoloji bilimini ilgilendiren konular ile alakalı ayetler aramaya çalışmak, eziklik psikolojisinin bir ürünüdür. Kur'an insana Allah'a nasıl iyi kul olunacağını öğreten bir kitap olup , muhteviyatında olan ayetlerin, bu noktanın merkeze alınarak okunması, onun mesajının daha doğru ve kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Kur'an'ın insanlığın bir erkek ve bir dişiden çoğaldığını beyan eden ayetleri okurken aklımıza gelen nokta , ensest ilişki yolu ile çoğalıp çoğalmadığımız olduğunda, kısır döngüden çıkmak mümkün değildir. Kur'an'ın insanlığın başlangıcını bir erkek ve bir dişiden başladığını beyan eden ayetlerini mesaj içerikli okuduğumuzda ise şunları söylemek mümkündür ;
Bir erkek ve bir dişiden doğan insanların ortak paydası birbirleri ile kardeş olmalarıdır. Birbirleri ile kardeş olan insanlar ise aralarındaki yakınlığın en üst seviyesinde olup, ilişkilerinde bu noktayı dikkate alacaklardır. Hucurat s. 13. ayetinde bir erkek ve bir dişiden yaratıldığımızın beyan edilmiş olması , insanlar ile olan ilişkilerimizde dikkate almamız gereken en geniş ortak paydaya yani üst kimliğe işaret etmektedir.
Bütün insanlarla aramızdaki ortak paydanın aynı erkek ve kadından yaratılmış olduğunu bilmek , bütün insanlarla aramızdaki ilişkilerde temel alınması gereken en tepe noktadır. Karşımızdaki insana bakış açımız , ona olan hitabımız, onun önce bizim gibi bir insan olduğunu bilerek şekillendiği zaman , bize karşımızdaki insanın en az bizim kadar saygın olduğunu düşündürecek, ve ona yapacağımız muamelede bu bakış açısı kilit rol oynayacaktır.
İnsanlar arasındaki ilişkilerin temelinde, sahip olduğumuz üst kimlik olan, hepimizin bir erkek ve bir dişiden türeyen insanlar olduğumuz alındığında, insanların birbirlerine olan bakışları değişecek ve birbirimiz ile olan ortak bağımızın, ÖNCE İNSAN olduğumuz dikkate alındığında birbirimize karşı daha saygın davranmanın önü açılacaktır. Kendisine yapılmasını istemediği muameleyi başkasına yapmaktan kaçınan insanların hakim olduğu dünyanın nasıl bir şekil alacağı herkesçe malumdur.
Bütün insanlar ile ortak noktamızın kardeş olmamız demek , ilişkilerimizde temel alınması gereken en geniş çerçeveyi gösterir. Bu düşüncemiz Kur'an'ın kafirler ile olan ilişkilerimizi düzenleyen ayetleri ret ettiğimiz, veya o ayetleri hevamıza göre anlamlandırmaya çalıştığımız anlamına gelmemelidir. Kur'an bizlere , kafirler ile Velayet kavramının anlam alanına giren konularda ilişkiler kurulmamasını emretmektedir.
Kafirler ile onlar bize karşı herhangi bir kötülükte bulunmaya çalışmadıkları müddetçe onlar ile insani ilişkiler kurulmasında herhangi bir mahzur yoktur. Maide s. 5. ayetinde Ehli Kitap olarak belirtilen kafirlerin yemeğini yemekte ve kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir mahzur olmadığının beyan edilmiş olması , onlarla insani sınırlar dahilinde iyi ilişkiler kurulabileceğini göstermektedir.
Hucurat s. 13. ayetinin devamında , Birbiriniz ile tanışmanız için sizi halklar ve kabileler kıldık buyurulmuş olması , Alt kimlik dediğimiz unsura dikkat çekmektedir.
İnsanların farklı halk , ırk, renk , dil ve kabilelere ayrılmış olması , insanın kendi iradesi dışında meydana gelmektedir. İnsanlar arasındaki bu farklılıklar, Alt Kimlik dediğimiz unsurun oluşmasına sebep olmaktadır. Alt kimliği biraz daha genişletecek olursak farklı din , mezhep , meşrep , tarikat , parti , dernek , vakıf gibi oluşumlar, yine insanın alt kimliğinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
İnsanlar arasındaki kavgaların temelinde, üst kimlik olan insan olmak yerine , alt kimliği oluşturan unsurların öne çıkarılması , dünyayı fesada boğan savaşlara , katliamlara , milyonlarca kişinin kan ve gözyaşı selinde boğulmasına yol açmaktadır.
İnsanların farklı alt kimliklere sahip olması bir realitedir. Bu farklılıkları kimse yok sayamaz veya ortadan kaldırılmasını isteyemez. Asıl olanın bu farklılıklara rağmen barış ve huzur içinde yaşamayı becerebilmek olmalıdır. Allah (c.c) , insanlar arasındaki bu alt kimliklerin onların birbirleri ile savaşarak kanlarını dökmeye değil , birbirleri ile tanışıp kaynaşmalarına vesile olmasını istemektedir.
Alt kimliklerin gurur ve kibir kaynağı olarak kullanılarak , diğer insanlara karşı üstünlük vesilesi olarak görülmesinin önü, Allah (c.c) tarafından " Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır" buyurulmak sureti ile kesilmektedir Allah (c.c) insanları ayırma konusunda ölçü sahibinin sadece kendisinin olduğunu beyan etmek sureti ile , biz insanlar tarafından konulacak olan indi ölçüleri ret etmektedir.
İnsanların alt kimliklerini oluşturan en temel unsurlardan bir tanesi Din dir. İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini aynı din ve inanca mensup olmaları nedeniyle kurmakta , ve bu ortak paydaları, birbirleri arasında sevgi ve saygı unsurunun oluşmasına sebep olmaktadır.
Olayı biz Müslümanlar açısından değerlendirmeye çalıştığımız zaman , ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır ;
En üst kimlikleri insan olmak, ve alt kimlik olarak aynı dine mensup olmak olan biz Müslümanların bir çoğu, bu kimlik yerine daha alt kimlikler oluşturmak sureti ile bölük pörçük bir hale düşmüşler , dahası sahip oldukları alt kimlikleri en üst seviyeye çıkararak , karşılarındaki insanları sahip oldukları bu kimliklere göre değerlendirmek yanlışına düşmüşlerdir.
[041.033] Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden, fakat bu isminin yanına ilave isimler alarak sonradan oluşturulmuş fırka , mezhep , meşrep , tarikat v.s hiziplere kendisini ait görerek tanıtan Müslümanlar , bugün dünyanın birbirleri ile kavgalı olan topluluklarının başında gelmektedir.
İnsan üst kimliğine ve Müslüman alt kimliğine sahip bir kimse ile arasında kardeşlik ilişkisi kurması gerekmesine rağmen , sadece kendi hizbi ,tarikatı , mezhep , meşrep , dernek , ve vakfına mensup olmadığı için, karşısındaki kimseye kin ve nefret duyan Müslüman tipi, 1400 küsur senedir, en büyük sıkıntımız olarak halen yaşatılmaya çalışılmaktadır. Sahip oldukları alt kimliklerin en doğru yol olduğunu dini temellere dayandırmak isteyen Müslümanlar, meşhur!! 73 fırka hadisi ile kendilerini fırka-i naciye (kurtulan fırka) ilan ederek , herkesi kendi fırkalarına çağırmaktadırlar.
Halbuki karşısındaki insana önce kendisi gibi bir insan olduğu için saygı duyması gereken bir çok Müslüman , bir başka Müslümanı sadece kendi hizbine , meşrebine , mezhebine , tarikatına v.s mensup olmadığı gerekçesi ile insan olarak dahi görmemektedir. Kendi aralarındaki farklılıklarından dolayı yüzlerce yıldır birbirinin kanını dökmeyi Cihad olarak gören , kendisi gibi düşünmeyen bir Müslümanı tekfir etmeyi imanın ilk şartı sayan bir Müslüman tipinin artık İslam adına verdiği zararların acilen son bulması gerekmektedir.
İnsana önce insan olduğu için değer veren , bırakın kendi hizbinden olmadığı için bir başka Müslümana düşmanlık göstermeyi , kendi dininden olmayan birine dahi Kur'an tarafından belirlenen kriterleri dikkate alarak düşmanlık gösteren bir Müslüman tipine dünyanın acilen ihtiyacı vardır.
Müslümanların içinde bulunduğu karanlık durum , iman iddiasında bulundukları kitabın kendilerine gösterdiği yolu terk ederek , başka belirleyiciler tarafından gösterilen yollara gitmeleridir. Bu yollar Müslümanları karanlığa götürdüğü gibi , dünyanında karanlığa gömülmesine sebep olmuştur. Bu karanlıktan çıkışın çaresi Nur'a yani Kur'an'a yeniden yönelmektir.
Bu yöneliş, kitabın bizlere İnsanlar ile iletişim nasıl kurulur ? sorusunun cevabını veren ayetlerini okumak ve yaşamak ile olmalıdır. İnsanlar ile konuşmayı bilmeyen , onlar ile düzgün iletişim kurmasını bilmeyen topluluklar , kendilerini ifade etmekte sıkıntı çekecek , başkalarının kendilerini yanlış tanımalarına sebep olacaklardır.
Bu noktada Muhammed (a.s) ve diğer elçilere önerilen tebliğ metodu ve müşrikler ile olan ilişkilerinde, onlara önerilen yolun öğrenilmesi önemlidir. Şurası asla unutulmamalıdır ki , insanların gönüllerinin İslama ısındırılması onları zorla kılıç yolu ile boyun eğdirmek ile değil , onların gönüllerini İslama ısındıracak söz ve fiillerle olacaktır.
Müslümanlar birbirlerine ve kendileri dışındaki insanlara karşı olan davranışlarında önce insan olmayı öne çıkaran davranışlar sergilemeye başladıkları, zaman dünyanın çehresi bile değişmeye başlayacaktır.
Bir insan Müslüman olabilir ama önce insandır . Bir insan Hristiyan , Yahudi , Mecusi v.s olabilir ama önce insandır. Bir insan Türk , Kürt , Arap , Alman v.s ırka mensup olabilir ama önce insandır. İnsanlar dinlerini , ırklarını , kavimlerini üst kimlik olarak görerek , asıl üst kimliklerini unuttukları zaman , en iyi , en doğru , en hakiki , en güzel olarak sadece kendi mensup oldukları alt kimlikleri görecek , kendi dışındakileri ise yaşamaya hakkı olmayan sefil mahluklar olarak görmek sureti ile katletmek yoluna gidecektir.
Kimlik arayışındaki insanın önce sahip olması gereken kimlik, kendisinin diğer insanlar gibi bir insan olduğunu ve herkesle eşit derecede haklara sahip olduğunu bilmesidir. Bu kimliğe sahip olduğunun şuuruna vakıf olan bir insan , kendi dini , kavmi , ırkı ve rengine mensup olmayanların da en az kendisi kadar dünya yüzünde yaşamaya hak sahibi olduğunu bilecek ve onların haklarını gasp etmek yoluna gitmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'an bize her konuda yol gösterdiği gibi , dünya yüzünde yaşayan insanlara karşı nasıl bir bakış açımız olması gerektirdiği konusunda da yol göstermektedir. Hucurat s. 13. ayeti bu konuda bizlere önemli bilgiler vermektedir.
Ayet bütün insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığın beyan etmekle herkese bir üst kimlik vermektedir. Bu üst kimliğin altındaki insanın sahip olduğu bir takım ırk , kavim , renk gibi özellikleri ise alt kimlik olarak nitelemek mümkündür.
Ayet bizlere sahip olduğumuz alt kimliklerimizin birbirimize karşı övünç vesilesi olarak görülemeyeceği , insanlar arasında derecelendirme yapma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğunu beyan ederek , herhangi kimsenin veya toplumun sahip olduğu alt kimliğiyle diğer insanlara karşı üstünlük taslamasının önünü kesmektedir.
Dünyanın fesat içinde olduğunu , her geçen gün yeni insanlık felaketlerinin yaşandığını dikkate aldığımızda , bu fesadın sebeplerinin alt kimliklerin öne çıkarılmak sureti ile diğer insanlara zulüm edilmesinin meşru hak ve vazifeleri olduğuna inanan insan ve toplumlar olduğunu görebiliriz.
Eğer insanlar birbirlerine karşı bakışlarını ve düşüncelerini sahip oldukları üst kimlik olan önce insan oldukları şuuruna vakıf bir halde yapacak olsalar , bırakın bir insanın diğer bir insanın canına kast etmesi , bir karıncanın dahi incitilmesi insanı yaralayacaktır.
Yaşadığı arz üzerinde yaşama hakkına sahip olan canlı türünün sadece , kendi ırkı , kavmi , rengi , dini , mezhebine mensup olanlar değil , hangi ırk ,kavim ,renk , din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar , herkesin arz üzerinde yaşama hakkına sahip olduğunu düşünen insanlar çoğalmaya başladığı zaman dünyanın çehresi değişmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Şubat 2017 Cumartesi
Enam s. 108 : Kutsal Değerlere Saygı Duymayı Öğreten Bir Ayet
İnsan , fıtri olarak kendisinden güçlü ona sığınabileceği , saygı duyabileceği , kutsal olarak görebileceği, kısacası Rab edinebileceği bir varlığa ihtiyaç duyar. Araf s. 172 ve 173. ayetlerini okuduğumuzda, bu ihtiyacın karşılanacağı yegane varlık olan Allah (c.c) adres olarak kendisini göstermektedir. Ancak çeşitli sebepler insana Allah (c.c) dışında başkalarını Rab olarak tanıma, ve onu kutsal bir varlık olarak görmek hatasına düşmesine sebep olmaktadır.
Her insan yaşamında kutsal olarak bildiği , saygı duyduğu , kendisince dokunulmazlık atfettiği, başkaları tarafından kötü söz söylenmesine dahi tahammül edemeyecek kadar sevdiği, kutsal olarak kabul ettiği bazı değerlere sahiptir. Yazımızın konusu , İnsanların sahip olduğu, bu kutsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını irdelemek değil , Enam s. 108. ayetinde emredildiği üzere , o kutsallara saygı duymak gerektiği üzerinedir.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
"Allah'tan başkasına dua etmek" şeklinde ortaya çıkan halin , İslam literatüründeki adı bilindiği üzere "Şirk" tir. Şirk ise bir kulun Allah (c.c) ye karşı işleyebileceği günahların en büyüğüdür. Rabbimiz bu ayette, kendisine bırakarak başkalarını Rab edinmiş olanlara karşı nasıl bir tutum sergilememiz gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Karşımızda "Müşrik" olarak vasfedilmiş bir kişi veya toplum var ve biz bunların kutsal olarak gördüğü değerlere karşı herhangi bir kötü söz ve muamelede bulunmaktan Allah (c.c) tarafından men edilmekteyiz. Müşrik olarak gördüğümüz insanlara karşı bu şekil bir muameleyi Allah (c.c) bizlere emretmektedir. Çağdaş dünyada her insanın ağzında gezen "İnsan Hakları" kavramının en önemli bir maddelerinden birisi olarak , insanların kutsallarına saygı gösterilmesi gerektiğini beyan eden bu ayeti göstermek mümkündür.
Dünya tarihine baktığımızda , binlerce yıldır dökülen kanların en başta gelen sebebi , kendileri tarafından kutsal olarak bilinen değerlerin , başkaları tarafından aynı şekilde kutsal olarak bilinmemesi , insanların birbirlerinden ayrı kutsalların olması , her insanın veya toplumun kendi kutsalını En doğru , iyi , güzel , mükemmel olarak görmesi , karşısındakinin kutsalını ise En yanlış, kötü,çirkin,eksik olarak görmesidir. İnsanlar ve toplumlar arasındaki kutsal değerleri tanıyıp tanımama yüzünden çıkan savaşlarda binlerce yıldır kan dökülmüş , hala dökülmektedir.
Bir toplumu birbiri ile savaştırmak sureti ile güçsüz düşürerek onları hegemonyası altına almak isteyenlerin ellerindeki en büyük silahları , insanlar arasındaki kutsal değerler farkıdır. İnsanlar ve toplumlar arasındaki değerler farkını istismar ederek , onları birbiri ile savaştırmak sureti ile insanlar arasında fitne sokmak , insan şeytanlarının en sevdiği ve kullandığı kadim yollardan birisidir.
İnsan haklarını , Din , Akıl , Nesil , Can ve Malın korunması olarak 5 ana ilke de özetlemek mümkündür. Bu 5 esas insanların ve devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde esas alındığında , dünya cennetten farksız olacaktır. Allah (c.c) bir insanın kanının hangi suçları işlediğinde helal olacağını beyan etmişken , insanlar birbirlerinin kanlarını helal görmeyi kendi tesbit ettikleri kurallara göre belirlemektedirler.
Kendi dinine , mezhebine , meşrebine , partisine , ırkına , kavmine , devletine , tarikatına mensup olmayanları , potansiyel düşman olarak görmek sureti ile , onlara her türlü eza ve cefayı reva görmeyi meşru bir hak , hatta görev olarak gören insanların dünyayı nasıl fesada soktuklarını hepimiz görmekteyiz.
Ancak insanların kutsallarına karşı düzgün davranış sergilenmesi isteyen kitaba iman etme iddiasında olan biz Müslümanların , bu emre aykırı davranışlar sergileyen toplulukların başında geldiğimiz de herkesçe malumdur.
Mensup olduğu meşrep , mezhep , tarikat , gurup , hizip , cemaatin gittiği yolu, en doğru yol olarak gören Müslümanların bir çoğu , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanlara maalesef iyi gözle bakmamaktadır. Bu kötü bakış, bazı fırkalarda öyle bir hale gelmiştir ki , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanların kanını , malını , canını ve ırzını helal görecek kadar gözü dönmüş bir hale gelinmiştir.
Müslümanlar arasındaki olan bu düşmanlıklar , bize düşman olan diğer toplulukların iştahını kabartarak , aramızdaki düşmanlıkları körüklemek sureti ile bizi güçten düşürmeyi , bizi birbirimize kırdırmak sureti ile yapmaktadırlar.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak üzere vücude geldiniz, ma'rufı emredersiniz, münkerden nehy eylersiniz ve Allaha inanır iman getirirsiniz, Ehli kitab da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır
İnsanlar arasından çıkarılmış olan hayırlı bir topluluk ve insanlara şahit (örnek) olması emredilen bizler (22.78) , maalesef insanlara önce insan olduğu için saygı duymaları gerektiğini unutarak , saygının ve sevginin ölçüsünü kendileri gibi düşünenler ile sınırlamak , diğerlerini ötekileştirmek sureti ile önce Kafir - Müşrik olarak yaftalayarak , bu yaftaları taktıkları insanların kanlarının , mallarının , ırzlarının kendilerine helal olduğunu Allah'ın emrettiğini öne sürerek , yaptıkları bu cinayetlerin adını Kur'an'i bir kavram olan Cihad olarak koymaktadırlar.
Allah (c.c) bırakın aynı dine mensup olanların birbirlerinin kanlarını dökmelerine izin vermeyi , kendisine şirk koşanların söz ile dahi olsa incitilmelerini yasaklamıştır. Bunun sebebi ise , söz ile incitilenlerin bu sefer aynı şekilde incitme hakkını kendilerinde görmek sureti ile, karşı tarafı incitme yoluna gitmeleridir.
Dininin sahibi olan , kullarına hayat içinde gerekli olan kuralları vaz eden Allah (c.c) nin biz kulları ise, onun tarafından vaz edilmiş kuralları az görerek , onun emretmediklerini onun emri gibi göstermek sureti ile, onun adına yeni bir din inşa etmek yoluna gitmekteyiz.
Enam s. 108. ayetindeki emrin muhatabı dikkat edilirse iman edenlerdir. Bizlere "Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz" denilerek , bizim kutsallarımıza sövülmemesi bu şekilde sağlanmaktadır. Eğer biz karşı tarafı incitecek eylemlerde bulunduğumuz zaman , onların da bizi incitme yolunu açarak , hem onların günaha dalmalarına , hem de bu yolla insanlar arasında düşmanlıkların körüklenmesinin yolunu açmış olacağız. İnsanlar arasındaki düşmanlıkların körüklenmemasinin yollarından bir tanesi , kimsenin kutsal bildiği değerlerine karşı saygısızlık edilmemesinden geçtiği bize bu ayette öğretilmektedir.
"Biz onların kutsallarına küfretmediğimiz halde , onlar bizim kutsallarımıza küfrederse biz nasıl davranalım?" sorusunun cevabını, Fussilet s. 34. ve 35. ayetinde bulabiliriz.
[041.034] İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.
[041.035] Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
Fussilet s. 34. ve 35. ayetleri , konu etmeye çalıştığımız Enam s. 108. ayeti gibi , insana önce insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. Bir insan başka bir insana karşı bir takım hatalar yaparak onu kızdırabilir veya incitebilir. Allah (c.c) kişiye bazı durumlarda düştüğü duruma , benzer şekilde karşılık vermesine de müsaade etmiştir (Nisa s. 148) . Ancak kişinin yaptığı hataya karşı ona iyilik ile mukabelede bulunmak daha erdemli bir davranış olup , karşı tarafın saygısını kazanmaya vesile olacak bir davranıştır. Yapılan bir haksızlığa karşı misli ile mukabelede bulunmadan önce , iyilik ile karşılık vermek , insani duyguları körelmemiş olanlarda derin izler bırakacaktır.
Kur'an'ın insani değerleri öne çıkaran ayetlerinin bu kitaba iman ettiğini iddia edenler tarafından uygulama alanına sokulmamış olması daha acı verici bir durumdur. Dünyanın insani değerlere en fazla önem veren topluluğu biz Müslümanlar olması , ve insan olmanın değerini başkalarının bizden öğrenmesi gerekmesine karşılık , bu öğretmenliği bırakın yapmak , kendi içimizde bile birbirimize karşı olan davranışlarımız, vahşet boyutlarına kadar varmaktadır.
Müslümanların kendi içlerinde birbirlerine karşı olan vahşet uygulamaları içinde bulunduğumuz cehalet batağının boyutlarını göstermektedir. Müslüman olmak demek bu dinin kitabına harfiyen uymak demek olması gerekirken , farklı düşünce sahiplerinin , aralarındaki farklılıkları daha ileriye gitmek için bir basamak olarak kullanmak varken , düşmanlık vesilesi olarak görerek , birbirlerinin kanını helal saymaları hiç bir şeyle izah edilemez.
Biz Müslümanlar eğer dünyaya yön vermek iddiasında isek ki öyle olmalıyız , önce kendimize yön vermekle işe başlamak zorundayız. Kendimize yön vermenin ilk basamağı ise , aramızdaki fikir ayrılıklarına tahammül etmek , insani ölçüler içinde tartışabilmeyi öğrenmek ve bunu hayata uygulamak olmalıdır.
En küçük bir ayrılıkta Tekfirnikof marka silahı çalıştırarak karşısındaki Müslümana son mermisine kadar sıkmaktan cihad bilinci içinde haz alan bir Müslüman tipolojisinin artık dünya yüzünde yeri olmaması gerekmektedir. Farklılıkları hazmedebilmek önce kişinin olgun bir karaktere sahip olması ile gerçekleşecektir.
Kendi doğrularını tek ve nihai olarak gören , Kargadan başka kuş tanımam edasında Müslümancılık oynamaya çalışan insanların rağbet ettiği kitaplar ve konular arasında tekfiri konu alan kitaplar olduğu sürece , Müslümanların karanlıktan kurtularak , aydınlığa kavuşması ve insanlara olan şahitliklerini (örnekliğini) yerine getirmeleri asla mümkün olmayacaktır. Müslümanlar kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını hazmederek , kendi doğrularını birbirleri ile aralarında Bedevi Dil yerine Medeni Dil ile konuşmaya başladıkları zaman aydınlamanın önü büyük ölçüde açılmış sayılacaktır.
Bu başlangıcın bir cemaat önderinin , bir tarikat liderinin aldığı karar ile kitlesel bir eylem olarak gerçekleşemeyeceği de bilinmelidir. Ötekileştirici ve ayrıştırıcı dilin en başta gelen söylem sahiplerinin kendilerini herhangi bir gurup ve cemaate vakfetmiş kişiler olduğu malumdur. Bu kişilerin bir çoğu mensup olduğu cemaat ve tarikatın söylemini din edinerek , herkesin bu söylem etrafında toplanması gerektiğini iddia etmekte , kendi dışındakileri ise Kafir - Müşrik - Sapık olarak görmektedir. Allah'ın dini bu gibi din baronlarının ve yandaşlarının elinden kurtulmadıkça gerçek işlevine asla kavuşamayacaktır.
Müslümanlar bağlı bulunduğu kişilerin ve kitapların tahakkümünden kurtularak , iman ettiğini iddia ettikleri kitabın emirlerini hayata yansıtmak için gerekli olan diyalog ve eylem içine girmedikleri sürece , aramızdaki ihtilaflardan doğan düşmanlıklar neticesindeki zararları telafi etmek mümkün olmayacaktır.
[005.105] Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.
Maide s. 105. ayeti , bize dışarıdaki düşmanlarımızın hangi şartlarda zarar veremeyeceğini beyan eden bir ayettir. Biz eğer Allah (c.c) nin beyanları doğrultusunda bir fikir , düşünce , amel ve eylem birliği içinde olduğumuz sürece , bizim kendi aramızdaki düşmanlıklarımızdan fayda görecek olanlar , bizim kendi aramızda artık medeni bir dil ile konuştuğumuzu görerek birbirimizi kırmaktan vazgeçtiğimizi gördüklerinde, ancak avuçlarını yalamak zorunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; İnsanları birbirine bağlayan en üst kimlik ve ortak payda önce Hucurat s. 13. ayetinin beyanı mucibince İNSAN olmaktır. İnsanlık ortak paydasının altında farklı din ve inanca sahip olmak bir alt kimlik olarak herkesin sahip olduğu bir kimliktir.
İnsanların kendilerinin sahip oldukları din ve inançları öne çıkarmak sureti ile , kendilerinin dışındaki insanlara hayat hakkı tanınmaması gerektiğine dair olan düşünceleri dünyada fesadın yayılmasına sebep olan en büyük etkendir.
Kur'an bu konuda bizlere nasıl bir yol izlememiz gerektiğini beyan eden ayetleri ihtiva etmektedir. İnsanın farklı bir inanca sahip olduğu gerekçesi ile ona sövmenin , hakaret etmenin , incitmenin yanlış olduğu beyan eden Enam s. 108. ayetini ve bu konudaki bazı ayetleri baz alarak yaşanan Müslüman hayatı , bütün insanlara örnek olacak ve dünyada fesadın değil ıslahın yayılmasına ön ayak olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Her insan yaşamında kutsal olarak bildiği , saygı duyduğu , kendisince dokunulmazlık atfettiği, başkaları tarafından kötü söz söylenmesine dahi tahammül edemeyecek kadar sevdiği, kutsal olarak kabul ettiği bazı değerlere sahiptir. Yazımızın konusu , İnsanların sahip olduğu, bu kutsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını irdelemek değil , Enam s. 108. ayetinde emredildiği üzere , o kutsallara saygı duymak gerektiği üzerinedir.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
"Allah'tan başkasına dua etmek" şeklinde ortaya çıkan halin , İslam literatüründeki adı bilindiği üzere "Şirk" tir. Şirk ise bir kulun Allah (c.c) ye karşı işleyebileceği günahların en büyüğüdür. Rabbimiz bu ayette, kendisine bırakarak başkalarını Rab edinmiş olanlara karşı nasıl bir tutum sergilememiz gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Karşımızda "Müşrik" olarak vasfedilmiş bir kişi veya toplum var ve biz bunların kutsal olarak gördüğü değerlere karşı herhangi bir kötü söz ve muamelede bulunmaktan Allah (c.c) tarafından men edilmekteyiz. Müşrik olarak gördüğümüz insanlara karşı bu şekil bir muameleyi Allah (c.c) bizlere emretmektedir. Çağdaş dünyada her insanın ağzında gezen "İnsan Hakları" kavramının en önemli bir maddelerinden birisi olarak , insanların kutsallarına saygı gösterilmesi gerektiğini beyan eden bu ayeti göstermek mümkündür.
Dünya tarihine baktığımızda , binlerce yıldır dökülen kanların en başta gelen sebebi , kendileri tarafından kutsal olarak bilinen değerlerin , başkaları tarafından aynı şekilde kutsal olarak bilinmemesi , insanların birbirlerinden ayrı kutsalların olması , her insanın veya toplumun kendi kutsalını En doğru , iyi , güzel , mükemmel olarak görmesi , karşısındakinin kutsalını ise En yanlış, kötü,çirkin,eksik olarak görmesidir. İnsanlar ve toplumlar arasındaki kutsal değerleri tanıyıp tanımama yüzünden çıkan savaşlarda binlerce yıldır kan dökülmüş , hala dökülmektedir.
Bir toplumu birbiri ile savaştırmak sureti ile güçsüz düşürerek onları hegemonyası altına almak isteyenlerin ellerindeki en büyük silahları , insanlar arasındaki kutsal değerler farkıdır. İnsanlar ve toplumlar arasındaki değerler farkını istismar ederek , onları birbiri ile savaştırmak sureti ile insanlar arasında fitne sokmak , insan şeytanlarının en sevdiği ve kullandığı kadim yollardan birisidir.
İnsan haklarını , Din , Akıl , Nesil , Can ve Malın korunması olarak 5 ana ilke de özetlemek mümkündür. Bu 5 esas insanların ve devletlerin birbirleri ile olan ilişkilerinde esas alındığında , dünya cennetten farksız olacaktır. Allah (c.c) bir insanın kanının hangi suçları işlediğinde helal olacağını beyan etmişken , insanlar birbirlerinin kanlarını helal görmeyi kendi tesbit ettikleri kurallara göre belirlemektedirler.
Kendi dinine , mezhebine , meşrebine , partisine , ırkına , kavmine , devletine , tarikatına mensup olmayanları , potansiyel düşman olarak görmek sureti ile , onlara her türlü eza ve cefayı reva görmeyi meşru bir hak , hatta görev olarak gören insanların dünyayı nasıl fesada soktuklarını hepimiz görmekteyiz.
Ancak insanların kutsallarına karşı düzgün davranış sergilenmesi isteyen kitaba iman etme iddiasında olan biz Müslümanların , bu emre aykırı davranışlar sergileyen toplulukların başında geldiğimiz de herkesçe malumdur.
Mensup olduğu meşrep , mezhep , tarikat , gurup , hizip , cemaatin gittiği yolu, en doğru yol olarak gören Müslümanların bir çoğu , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanlara maalesef iyi gözle bakmamaktadır. Bu kötü bakış, bazı fırkalarda öyle bir hale gelmiştir ki , kendilerine mensup olmayan diğer Müslümanların kanını , malını , canını ve ırzını helal görecek kadar gözü dönmüş bir hale gelinmiştir.
Müslümanlar arasındaki olan bu düşmanlıklar , bize düşman olan diğer toplulukların iştahını kabartarak , aramızdaki düşmanlıkları körüklemek sureti ile bizi güçten düşürmeyi , bizi birbirimize kırdırmak sureti ile yapmaktadırlar.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet olmak üzere vücude geldiniz, ma'rufı emredersiniz, münkerden nehy eylersiniz ve Allaha inanır iman getirirsiniz, Ehli kitab da imana gelse idi elbette haklarında hayırlı olurdu, içlerinden iman edenler varsa da ekserisi dinden çıkmış fasıklardır
İnsanlar arasından çıkarılmış olan hayırlı bir topluluk ve insanlara şahit (örnek) olması emredilen bizler (22.78) , maalesef insanlara önce insan olduğu için saygı duymaları gerektiğini unutarak , saygının ve sevginin ölçüsünü kendileri gibi düşünenler ile sınırlamak , diğerlerini ötekileştirmek sureti ile önce Kafir - Müşrik olarak yaftalayarak , bu yaftaları taktıkları insanların kanlarının , mallarının , ırzlarının kendilerine helal olduğunu Allah'ın emrettiğini öne sürerek , yaptıkları bu cinayetlerin adını Kur'an'i bir kavram olan Cihad olarak koymaktadırlar.
Allah (c.c) bırakın aynı dine mensup olanların birbirlerinin kanlarını dökmelerine izin vermeyi , kendisine şirk koşanların söz ile dahi olsa incitilmelerini yasaklamıştır. Bunun sebebi ise , söz ile incitilenlerin bu sefer aynı şekilde incitme hakkını kendilerinde görmek sureti ile, karşı tarafı incitme yoluna gitmeleridir.
Dininin sahibi olan , kullarına hayat içinde gerekli olan kuralları vaz eden Allah (c.c) nin biz kulları ise, onun tarafından vaz edilmiş kuralları az görerek , onun emretmediklerini onun emri gibi göstermek sureti ile, onun adına yeni bir din inşa etmek yoluna gitmekteyiz.
Enam s. 108. ayetindeki emrin muhatabı dikkat edilirse iman edenlerdir. Bizlere "Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz" denilerek , bizim kutsallarımıza sövülmemesi bu şekilde sağlanmaktadır. Eğer biz karşı tarafı incitecek eylemlerde bulunduğumuz zaman , onların da bizi incitme yolunu açarak , hem onların günaha dalmalarına , hem de bu yolla insanlar arasında düşmanlıkların körüklenmesinin yolunu açmış olacağız. İnsanlar arasındaki düşmanlıkların körüklenmemasinin yollarından bir tanesi , kimsenin kutsal bildiği değerlerine karşı saygısızlık edilmemesinden geçtiği bize bu ayette öğretilmektedir.
"Biz onların kutsallarına küfretmediğimiz halde , onlar bizim kutsallarımıza küfrederse biz nasıl davranalım?" sorusunun cevabını, Fussilet s. 34. ve 35. ayetinde bulabiliriz.
[041.034] İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.
[041.035] Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
Fussilet s. 34. ve 35. ayetleri , konu etmeye çalıştığımız Enam s. 108. ayeti gibi , insana önce insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. Bir insan başka bir insana karşı bir takım hatalar yaparak onu kızdırabilir veya incitebilir. Allah (c.c) kişiye bazı durumlarda düştüğü duruma , benzer şekilde karşılık vermesine de müsaade etmiştir (Nisa s. 148) . Ancak kişinin yaptığı hataya karşı ona iyilik ile mukabelede bulunmak daha erdemli bir davranış olup , karşı tarafın saygısını kazanmaya vesile olacak bir davranıştır. Yapılan bir haksızlığa karşı misli ile mukabelede bulunmadan önce , iyilik ile karşılık vermek , insani duyguları körelmemiş olanlarda derin izler bırakacaktır.
Kur'an'ın insani değerleri öne çıkaran ayetlerinin bu kitaba iman ettiğini iddia edenler tarafından uygulama alanına sokulmamış olması daha acı verici bir durumdur. Dünyanın insani değerlere en fazla önem veren topluluğu biz Müslümanlar olması , ve insan olmanın değerini başkalarının bizden öğrenmesi gerekmesine karşılık , bu öğretmenliği bırakın yapmak , kendi içimizde bile birbirimize karşı olan davranışlarımız, vahşet boyutlarına kadar varmaktadır.
Müslümanların kendi içlerinde birbirlerine karşı olan vahşet uygulamaları içinde bulunduğumuz cehalet batağının boyutlarını göstermektedir. Müslüman olmak demek bu dinin kitabına harfiyen uymak demek olması gerekirken , farklı düşünce sahiplerinin , aralarındaki farklılıkları daha ileriye gitmek için bir basamak olarak kullanmak varken , düşmanlık vesilesi olarak görerek , birbirlerinin kanını helal saymaları hiç bir şeyle izah edilemez.
Biz Müslümanlar eğer dünyaya yön vermek iddiasında isek ki öyle olmalıyız , önce kendimize yön vermekle işe başlamak zorundayız. Kendimize yön vermenin ilk basamağı ise , aramızdaki fikir ayrılıklarına tahammül etmek , insani ölçüler içinde tartışabilmeyi öğrenmek ve bunu hayata uygulamak olmalıdır.
En küçük bir ayrılıkta Tekfirnikof marka silahı çalıştırarak karşısındaki Müslümana son mermisine kadar sıkmaktan cihad bilinci içinde haz alan bir Müslüman tipolojisinin artık dünya yüzünde yeri olmaması gerekmektedir. Farklılıkları hazmedebilmek önce kişinin olgun bir karaktere sahip olması ile gerçekleşecektir.
Kendi doğrularını tek ve nihai olarak gören , Kargadan başka kuş tanımam edasında Müslümancılık oynamaya çalışan insanların rağbet ettiği kitaplar ve konular arasında tekfiri konu alan kitaplar olduğu sürece , Müslümanların karanlıktan kurtularak , aydınlığa kavuşması ve insanlara olan şahitliklerini (örnekliğini) yerine getirmeleri asla mümkün olmayacaktır. Müslümanlar kendi aralarındaki fikir ayrılıklarını hazmederek , kendi doğrularını birbirleri ile aralarında Bedevi Dil yerine Medeni Dil ile konuşmaya başladıkları zaman aydınlamanın önü büyük ölçüde açılmış sayılacaktır.
Bu başlangıcın bir cemaat önderinin , bir tarikat liderinin aldığı karar ile kitlesel bir eylem olarak gerçekleşemeyeceği de bilinmelidir. Ötekileştirici ve ayrıştırıcı dilin en başta gelen söylem sahiplerinin kendilerini herhangi bir gurup ve cemaate vakfetmiş kişiler olduğu malumdur. Bu kişilerin bir çoğu mensup olduğu cemaat ve tarikatın söylemini din edinerek , herkesin bu söylem etrafında toplanması gerektiğini iddia etmekte , kendi dışındakileri ise Kafir - Müşrik - Sapık olarak görmektedir. Allah'ın dini bu gibi din baronlarının ve yandaşlarının elinden kurtulmadıkça gerçek işlevine asla kavuşamayacaktır.
Müslümanlar bağlı bulunduğu kişilerin ve kitapların tahakkümünden kurtularak , iman ettiğini iddia ettikleri kitabın emirlerini hayata yansıtmak için gerekli olan diyalog ve eylem içine girmedikleri sürece , aramızdaki ihtilaflardan doğan düşmanlıklar neticesindeki zararları telafi etmek mümkün olmayacaktır.
[005.105] Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.
Maide s. 105. ayeti , bize dışarıdaki düşmanlarımızın hangi şartlarda zarar veremeyeceğini beyan eden bir ayettir. Biz eğer Allah (c.c) nin beyanları doğrultusunda bir fikir , düşünce , amel ve eylem birliği içinde olduğumuz sürece , bizim kendi aramızdaki düşmanlıklarımızdan fayda görecek olanlar , bizim kendi aramızda artık medeni bir dil ile konuştuğumuzu görerek birbirimizi kırmaktan vazgeçtiğimizi gördüklerinde, ancak avuçlarını yalamak zorunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; İnsanları birbirine bağlayan en üst kimlik ve ortak payda önce Hucurat s. 13. ayetinin beyanı mucibince İNSAN olmaktır. İnsanlık ortak paydasının altında farklı din ve inanca sahip olmak bir alt kimlik olarak herkesin sahip olduğu bir kimliktir.
İnsanların kendilerinin sahip oldukları din ve inançları öne çıkarmak sureti ile , kendilerinin dışındaki insanlara hayat hakkı tanınmaması gerektiğine dair olan düşünceleri dünyada fesadın yayılmasına sebep olan en büyük etkendir.
Kur'an bu konuda bizlere nasıl bir yol izlememiz gerektiğini beyan eden ayetleri ihtiva etmektedir. İnsanın farklı bir inanca sahip olduğu gerekçesi ile ona sövmenin , hakaret etmenin , incitmenin yanlış olduğu beyan eden Enam s. 108. ayetini ve bu konudaki bazı ayetleri baz alarak yaşanan Müslüman hayatı , bütün insanlara örnek olacak ve dünyada fesadın değil ıslahın yayılmasına ön ayak olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Aralık 2016 Cumartesi
Maide s. 35. Ayeti : Şirke Alet Edilen Bir Ayet
Şirk, tüm zamanların en tehlikeli hastalığı olup , bu hastalığa Kur'an içindeki ayetler ile şifa bulunmuştur (10.57 / 17.82). Allah (c.c) nin bizim için seçip beğendiği ve razı olduğu tek hayat sistemi olan İslam'ın kokmasını ve bozulmasını önlemek için indirdiği en son kitap olan Kur'an, her konuda olduğu gibi bizlere doğru yolu gösteren ve "Tuz" mesabesinde olan bir kitaptır. Ne yazıktır ki, bu kitap üzerinde yapılan bir takım mütalaalar , işi bu kitabın şirk düşüncelerine alet edilmesine kadar götürerek , İslam'ın kokmaması için tuz mesabesinde olan bu kitabın, kokutulmaya çalışılmasını beraberinde getirmiştir.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir.
[002.186] Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.
Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[046.028] O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.
Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.
Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır.
İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.
Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?.
Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?.
Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.
Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir.
017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.
İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.
Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir.
[034.037] Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.
[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.
[009.099] Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
[011.061] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»
[005.008] Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur.
[034.050] De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»
https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI
Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.
"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar.
İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.
[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087] And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?
Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler.
Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir.
Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.
Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.
Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir.
Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir.
[002.186] Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.
Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[046.028] O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.
Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.
Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır.
İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.
Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?.
Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?.
Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.
Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir.
017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.
İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.
Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir.
[034.037] Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.
[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.
[009.099] Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
[011.061] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»
[005.008] Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur.
[034.050] De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»
https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI
Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.
"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar.
İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.
[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087] And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?
Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[036.074] Yardım görürler umuduyla, onlar Allah'tan başka ilahlar
edindiler.
Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler.
Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir.
Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.
Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.
Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir.
Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Eylül 2016 Perşembe
BAKARA S. 219. Ayeti : Servet Düşmanlığına Alet Edilen Bir Ayet
Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanlardan bazılarını bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kıldığını beyan etmektedir. Bu üstün kılınma, bir takım sebepler dahilinde olup , yazının konusu rızık bakımından üstün olanların , kendilerinden aşağı olanlara karşı yapması gereken infak konusu ile ilgili olan Bakara s. 219. ayeti ile ilgili olacaktır.
Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.
Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.
[002.215] Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.
İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım.
El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım.
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü.
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.
Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)
Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir.
[007.199] Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.
Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.
[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.
Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır.
Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.
Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir.
[009.034-35] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.
Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.
[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027] Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir.
[002.180] Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.
Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;
ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?.
Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu.
Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.
Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır.
[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048] Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049] «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.
Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir.
İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir.
BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?.
Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır.
Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır.
Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.
Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.
Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir.
Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar.
Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler.
Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.
Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır.
Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz.
Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.
Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın
Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."
Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır.
Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur.
Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır.
Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ
[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.
Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.
Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.
[002.215] Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.
İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım.
El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım.
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü.
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.
Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)
Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir.
[007.199] Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.
Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.
[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.
Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır.
Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.
Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir.
[009.034-35] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.
Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.
[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027] Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir.
[002.180] Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.
Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;
ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?.
Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu.
Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.
Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır.
[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048] Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049] «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.
Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir.
İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir.
BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?.
Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır.
Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır.
Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.
Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.
Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir.
Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar.
Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler.
Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.
Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır.
Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz.
Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.
Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın
Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."
Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır.
Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur.
Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır.
Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Haziran 2016 Çarşamba
Secde s. 21- 23 : Rivayetlere Kurban Edilmek İstenilen İki Ayet
Kur'anı tefsirler aracılığı ile anlamaya çalışmak, karşı çıktığımız bir yol olmamakla birlikte , beraberinde bir takım sorunları taşıması açısından dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Tefsir okuyucusu öncelikle hangi tefsiri okursa okusun , bu tefsirin kişisel görüşlerin bir yansıması ve bu görüşlerde eksik ve hata barındırma ihtimalini her zaman dikkate almak zorundadır.
Tefsir yapıcısı eğer sahip olduğu mezhep veya meşrebinin görüşlerini Kur'ana onaylatmak için böyle bir işe girişmiş ise , karşımıza tam bir facia çıkabilir. İslam düşüncesine hakim olan rivayet kültürü maalesef öyle bir hal almıştır ki , neredeyse Kur'anın bazı ayetleri bu rivayetleri onaylatmak temeline dayalı düşünceler çerçevesinde yorumlanmaktadır.
Bütün tefsirlerin böyle bir düşünce içinde olduğunu iddia etmemekle birlikte , maalesef bazı tefsirlerdeki ayet yorumlarının böyle bir amaca hizmet ettirilmeye yönelik olarak yorumlandığını görmekteyiz. Bu yazımızda, Secde suresi içinden 2 ayeti ele alarak, rivayet merkezli bir yoruma örnek olarak göstermeye çalışacağız.
Secde s. 21. ayeti ;
وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ الْأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Andolsun ki onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.
Bu ayet içinde geçen "Yakın azap" kelimesi bazı tefsirciler tarafından , kabir azabı olarak yorumlanmaktadır. Tefsirlerin çoğunluğu böyle bir yoruma katılmamış olsa da , yine bazı tefsirlerde şaz olarak görülen bu gibi yorumlar bulunmaktadır. Bu yorumu yapan tefsirci eğer , ayeti kabir azabını onaylatmak amacı ile okumamış olsaydı, aynı ayet içindeki "Umulur ki dönerler" ibaresini görebilir , ve bu yapılan hatadan dönmenin hayatta iken olacağı , öldükten sonra yapılan hatalardan dönmenin imkansız olduğunu bilir ve bu ayet ile ilgili yapılabilecek en uçuk bir yorum olan "Bu ayet kabir azabına işaret ediyor" şeklinde yorumlar yapmanın büyük bir hata olduğunu anlayabilirdi.
Secde s. 23. ayeti ;
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُن فِي مِرْيَةٍ مِّن لِّقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ
Bu ayetin tefsir ve meallerine baktığımızda yapılan meal ve yorumları 5 gurupta toplamak mümkündür.
1- Tevratın Musa'ya ulaşmış olmasından korkmaması.
2- Musa'nın karşılaştığı eza cefaların benzerinin onun da karşılaşacağı.
3- Musa'nın kitaba kavuştuğu gibi , onun da kitaba kavuşacağı.
4- Ahirette Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması.
5- Miraç gecesi Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması.
Sıraladığımız şıklardan ilk 4 tanesi , ayet içindeki "Liqaihi" kelimesindeki zamirin raciliği noktasındaki tercihlerden kaynaklanan anlam farklılıklarından kaynaklanmaktadır.
5. sıradaki yorum ise , rivayetler ile İslam inancına sokulmuş olan miraç hadisesinin Kur'ana onaylatılması düşüncesine dayalı olarak yapılmış bir yorumdur. Bu ayetin meallerine baktığımızda Ali Fikri Yavuz hocanın yaptığı Kur'an mealinde böyle bir düşüncenin onaylatılmasına yönelik bir çeviri yapıldığını görmekteyiz.
Ali Fikri Yavuz :
Gerçekten biz Musa’ya Tevrat’ı verdik. Şimdi sen, ona kavuşmakdan dolayı şübhede olma, (Mi’raç gecesinde ona kavuşacaksın). Biz O’nu (Mûsa’yı), İsraîloğullarına bir hidayet rehberi yapmıştık.
Bu ayetin meallerine baktığımız zaman , "Liqaihi" kelimesinde zamirin raciliği noktasındaki tercihlerin farklılığından doğan mealler karşımıza çıkmakta ve bu meallerin hangisinin daha doğru olabileceği meal okuyucularının zihninde cevabını aramaktadır.
Kanaatimiz , 3. sırada olan ve Muhammed (a.s) ın , Musa (a.s) a verilen kitabın bir benzerine kavuşacağı şeklinde yapılan çevir ve yorumların daha doğru olduğu yönündedir.
Ayet içinde önce çıkması gereken kelime "Musa" değil "Elkitap" kelimesidir. Yani "Liqaihi" kelimesi Elkitaba raci edildiğinde daha doğru bir anlam ortaya çıkacaktır. Bu düşüncemizi ise kitap bütünlüğüne dayandırmaktayız.
[010.094] Sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!
[011.017] Rabbinin katından bir belgesi ve onun arkasından da bir şahidi olanlar, önlerinde de Musa'nın Kitap'ı önder ve rahmet olarak bulunanlardır ki, işte onlar Kuran'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkar ederse yeri ateştir; senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rabbinden bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.
[021.007] Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
[026.197] İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir âyet (delil) değil midir?
Ayet , Musa (a.s) a verilen kitabın , bir benzerinin Muhammed (a.s) a da verildiğini hatırlatarak , ilk olmadığı bu konuda örnek olarak Musa (a.s) olduğu , Muhammed (a.s) ın diğerleri gibi seçilmiş elçilerden olması dolayısı ile kitap ile muhatap olduğu ve bundan şüphesi olmaması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Kitabı merkeze alarak , Muhammed (a.s) ın da kitap ile karşılaşması ve bunda şüphesi olmaması gerektiği doğrultusunda yapılan ve doğru olduğunu düşündüğümüz çeviri örnekleri şöyledir ;
Diyanet İşleri :
Andolsun, biz Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) vermiştik. Sen de kitaba (Kur’an’a) kavuşma konusunda sakın şüphe içinde olma. Onu İsrailoğullarına bir yol gösterici kılmıştık.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Andolsun ki biz vaktiyle Musa'ya kitap vermiştik. Şimdi de sen ona (öyle bir kitaba) kavuşmaktan şüphe içinde olma. Biz onu İsrailoğullarına doğru yolu göstren bir rehber kılmıştık.
Erhan Aktaş
Ant olsun ki Musa’ya Kitap verdik. Sakın ona kavuşmaktan (1) kuşku içinde olma. Onu2 İsrailoğulları için yol gösterici yaptık. (1)- Musa’nın muhatap olduğu ilahi vahye muhatap olduğundan, aynı yolun yolcusu olduğundan
Muhammed Esed :
Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa'ya (da) tevdi etmiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (hakikat) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık,
Suat Yıldırım :
(23-24) Şu bir gerçektir ki, sana verdiğimiz gibi Mûsâ’ya da kitap vermiş, sana vahyettiğimiz gibi ona da vahyetmiştik. Dolayısıyla onun da böyle bir vahiy aldığından hiç tereddüdün olmasın. Biz ona verdiğimiz kitabı, İsrailoğullarına rehber kıldık. Onlar sabrettiği ve âyetlerimize kesin olarak inandıkları müddetçe, Biz, emir ve irşadımızla onlardan doğru yolu gösteren önderler tayin ettik.
Ümit Şimşek :
Doğrusu, Biz Musa'ya da kitap vermiştik; vahye muhatap olman konusunda senin de bir kuşkun olmasın. Biz o kitabı İsrailoğulları için bir hidayet rehberi yapmıştık.
Sonuç olarak ; Meal ve tefsirlerden Kur'anı okumak ve anlamında durumunda olan kimsenin yapması gereken ilk iş , okuduğu meal ve tefsirin kesin doğruları ifade ettiği gibi bir düşünce içinde olmaması gerektiğidir. Meal okuma noktasında metnin aslına sadık kalınarak yapılan çevirilerin daha sağlıklı olduğunu söylemekle beraber , tefsirlerin tamamı , o tefsirin yazarının ilgili ayet hakkındaki yorumudur.
Bu durumda meal ve tefsir okuyucusu , öncelikle kendisi Kur'an bütünlüğüne hakim olmak zorundadır. Bu hakimiyet aynı zamanda onun, meal ve tefsirlerde karşına çıkabilecek anlam yanlışlığını görmesini sağlayacaktır. Son yıllarda Kur'anın ülkemizde rağbet görmesi ile başlayan çeviri akımlarında, Arapça bilmeyen fakat elindeki Kur'an mealinden bile çeviri çalışmaları yapanların var olduğunu düşündüğümüzde, dikkatli bir okuma yapmanın önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Tefsir yapıcısı eğer sahip olduğu mezhep veya meşrebinin görüşlerini Kur'ana onaylatmak için böyle bir işe girişmiş ise , karşımıza tam bir facia çıkabilir. İslam düşüncesine hakim olan rivayet kültürü maalesef öyle bir hal almıştır ki , neredeyse Kur'anın bazı ayetleri bu rivayetleri onaylatmak temeline dayalı düşünceler çerçevesinde yorumlanmaktadır.
Bütün tefsirlerin böyle bir düşünce içinde olduğunu iddia etmemekle birlikte , maalesef bazı tefsirlerdeki ayet yorumlarının böyle bir amaca hizmet ettirilmeye yönelik olarak yorumlandığını görmekteyiz. Bu yazımızda, Secde suresi içinden 2 ayeti ele alarak, rivayet merkezli bir yoruma örnek olarak göstermeye çalışacağız.
Secde s. 21. ayeti ;
وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ الْأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Andolsun ki onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.
Bu ayet içinde geçen "Yakın azap" kelimesi bazı tefsirciler tarafından , kabir azabı olarak yorumlanmaktadır. Tefsirlerin çoğunluğu böyle bir yoruma katılmamış olsa da , yine bazı tefsirlerde şaz olarak görülen bu gibi yorumlar bulunmaktadır. Bu yorumu yapan tefsirci eğer , ayeti kabir azabını onaylatmak amacı ile okumamış olsaydı, aynı ayet içindeki "Umulur ki dönerler" ibaresini görebilir , ve bu yapılan hatadan dönmenin hayatta iken olacağı , öldükten sonra yapılan hatalardan dönmenin imkansız olduğunu bilir ve bu ayet ile ilgili yapılabilecek en uçuk bir yorum olan "Bu ayet kabir azabına işaret ediyor" şeklinde yorumlar yapmanın büyük bir hata olduğunu anlayabilirdi.
Secde s. 23. ayeti ;
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُن فِي مِرْيَةٍ مِّن لِّقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ
Bu ayetin tefsir ve meallerine baktığımızda yapılan meal ve yorumları 5 gurupta toplamak mümkündür.
1- Tevratın Musa'ya ulaşmış olmasından korkmaması.
2- Musa'nın karşılaştığı eza cefaların benzerinin onun da karşılaşacağı.
3- Musa'nın kitaba kavuştuğu gibi , onun da kitaba kavuşacağı.
4- Ahirette Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması.
5- Miraç gecesi Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması.
Sıraladığımız şıklardan ilk 4 tanesi , ayet içindeki "Liqaihi" kelimesindeki zamirin raciliği noktasındaki tercihlerden kaynaklanan anlam farklılıklarından kaynaklanmaktadır.
5. sıradaki yorum ise , rivayetler ile İslam inancına sokulmuş olan miraç hadisesinin Kur'ana onaylatılması düşüncesine dayalı olarak yapılmış bir yorumdur. Bu ayetin meallerine baktığımızda Ali Fikri Yavuz hocanın yaptığı Kur'an mealinde böyle bir düşüncenin onaylatılmasına yönelik bir çeviri yapıldığını görmekteyiz.
Ali Fikri Yavuz :
Gerçekten biz Musa’ya Tevrat’ı verdik. Şimdi sen, ona kavuşmakdan dolayı şübhede olma, (Mi’raç gecesinde ona kavuşacaksın). Biz O’nu (Mûsa’yı), İsraîloğullarına bir hidayet rehberi yapmıştık.
Bu ayetin meallerine baktığımız zaman , "Liqaihi" kelimesinde zamirin raciliği noktasındaki tercihlerin farklılığından doğan mealler karşımıza çıkmakta ve bu meallerin hangisinin daha doğru olabileceği meal okuyucularının zihninde cevabını aramaktadır.
Kanaatimiz , 3. sırada olan ve Muhammed (a.s) ın , Musa (a.s) a verilen kitabın bir benzerine kavuşacağı şeklinde yapılan çevir ve yorumların daha doğru olduğu yönündedir.
Ayet içinde önce çıkması gereken kelime "Musa" değil "Elkitap" kelimesidir. Yani "Liqaihi" kelimesi Elkitaba raci edildiğinde daha doğru bir anlam ortaya çıkacaktır. Bu düşüncemizi ise kitap bütünlüğüne dayandırmaktayız.
[010.094] Sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!
[011.017] Rabbinin katından bir belgesi ve onun arkasından da bir şahidi olanlar, önlerinde de Musa'nın Kitap'ı önder ve rahmet olarak bulunanlardır ki, işte onlar Kuran'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkar ederse yeri ateştir; senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rabbinden bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.
[021.007] Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
[026.197] İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir âyet (delil) değil midir?
Ayet , Musa (a.s) a verilen kitabın , bir benzerinin Muhammed (a.s) a da verildiğini hatırlatarak , ilk olmadığı bu konuda örnek olarak Musa (a.s) olduğu , Muhammed (a.s) ın diğerleri gibi seçilmiş elçilerden olması dolayısı ile kitap ile muhatap olduğu ve bundan şüphesi olmaması gerektiği hatırlatılmaktadır.
Kitabı merkeze alarak , Muhammed (a.s) ın da kitap ile karşılaşması ve bunda şüphesi olmaması gerektiği doğrultusunda yapılan ve doğru olduğunu düşündüğümüz çeviri örnekleri şöyledir ;
Diyanet İşleri :
Andolsun, biz Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) vermiştik. Sen de kitaba (Kur’an’a) kavuşma konusunda sakın şüphe içinde olma. Onu İsrailoğullarına bir yol gösterici kılmıştık.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Andolsun ki biz vaktiyle Musa'ya kitap vermiştik. Şimdi de sen ona (öyle bir kitaba) kavuşmaktan şüphe içinde olma. Biz onu İsrailoğullarına doğru yolu göstren bir rehber kılmıştık.
Erhan Aktaş
Ant olsun ki Musa’ya Kitap verdik. Sakın ona kavuşmaktan (1) kuşku içinde olma. Onu2 İsrailoğulları için yol gösterici yaptık. (1)- Musa’nın muhatap olduğu ilahi vahye muhatap olduğundan, aynı yolun yolcusu olduğundan
Muhammed Esed :
Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa'ya (da) tevdi etmiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (hakikat) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık,
Suat Yıldırım :
(23-24) Şu bir gerçektir ki, sana verdiğimiz gibi Mûsâ’ya da kitap vermiş, sana vahyettiğimiz gibi ona da vahyetmiştik. Dolayısıyla onun da böyle bir vahiy aldığından hiç tereddüdün olmasın. Biz ona verdiğimiz kitabı, İsrailoğullarına rehber kıldık. Onlar sabrettiği ve âyetlerimize kesin olarak inandıkları müddetçe, Biz, emir ve irşadımızla onlardan doğru yolu gösteren önderler tayin ettik.
Ümit Şimşek :
Doğrusu, Biz Musa'ya da kitap vermiştik; vahye muhatap olman konusunda senin de bir kuşkun olmasın. Biz o kitabı İsrailoğulları için bir hidayet rehberi yapmıştık.
Sonuç olarak ; Meal ve tefsirlerden Kur'anı okumak ve anlamında durumunda olan kimsenin yapması gereken ilk iş , okuduğu meal ve tefsirin kesin doğruları ifade ettiği gibi bir düşünce içinde olmaması gerektiğidir. Meal okuma noktasında metnin aslına sadık kalınarak yapılan çevirilerin daha sağlıklı olduğunu söylemekle beraber , tefsirlerin tamamı , o tefsirin yazarının ilgili ayet hakkındaki yorumudur.
Bu durumda meal ve tefsir okuyucusu , öncelikle kendisi Kur'an bütünlüğüne hakim olmak zorundadır. Bu hakimiyet aynı zamanda onun, meal ve tefsirlerde karşına çıkabilecek anlam yanlışlığını görmesini sağlayacaktır. Son yıllarda Kur'anın ülkemizde rağbet görmesi ile başlayan çeviri akımlarında, Arapça bilmeyen fakat elindeki Kur'an mealinden bile çeviri çalışmaları yapanların var olduğunu düşündüğümüzde, dikkatli bir okuma yapmanın önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır.
3 Haziran 2016 Cuma
NAHL S. 71 : Önyargılı ve Kur'an Bütünlüğü Gözetilmeden Okunan Bir Ayet Örneği
Kur'anın okunması , anlaşılması , başka bir dile çevrilmesi ve yorumlanmasında ortaya çıkan bazı sorunların kaynağında , mezhebi ,meşrebi , itikadi düşüncelerin dikkate alındığı ön yargılar ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmemesi olduğunu söyleyebiliriz. Yazımıza konu edeceğimiz Nahl s. 71. ayeti, böyle bir ön yargı ve bütünlük gözetilmeden , mülkiyet ve eşitlik konusu ile bağdaştırılmaya çalışılan bir ayet olarak okunmaya çalışılmaktadır.
وَاللّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الْرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُواْ بِرَآدِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاء أَفَبِنِعْمَةِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Bu ayetin yapılmış olan çevirilerinin bir kaç örneği şu şekildedir ;
Ahmet Varol :
Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere (köle ve cariyelerine) rızıklarını vermezler. Oysa onda (rızıkta) eşittirler. Öyleyken Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Ali Bulaç :
Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?
Bekir Sadak :
Allah rizikda kiminizi digerlerine ustun tutmustur. stun kilinanlar, emirleri altinda bulunanlarin riziklarini vermezler. Oysa rizikta hepsi esittir. Allah'in nimetini bile bile inkar mi ediyorlar?
Diyanet İşleri :
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere vermezler ki rızıkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Edip Yüksel :
ALLAH rızık (varlık) açısından sizi birbirinize üstün kılmıştır. Nitekim, üstün kılınanlar, emirleri altındakilerle varlıklarını eşit paylaşmazlar. ALLAH'ın nimetini mi reddediyorlar?
Muhammed Esed :
Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır: hal böyleyken, kendisine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını -bu bakımdan aralarında eşitlik olsun diye- sağ ellerinin malik olduğu kimselerle paylaşmakta isteksiz davranıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) Allah'ın nimetini (bile bile) inkara mı kalkışıyorlar?
Suat Yıldırım :
Allah sizi, maişet ve rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye gelecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendilerinin üzerindeki hakkını bile bile inkâr ederler?
Çeviri örneklerini aldığımız kişilere karşı herhangi bir art niyet taşımadığımızı öncelikle hatırlatarak , örneklerini verdiğimiz türden yapılan çevirilerde , Nahl s. 71. ayetinin anlamı , "Ellerinin altında köle bulunan kişilerin bu servetlerini onlarla paylaşarak eşit hale gelmeleri gerektiği , bunu yapmadıkları takdirde Allah'ın nimetini inkar etmiş olacakları" şeklinde anlaşılmaktadır.
Bu ayetten bir kısım kimse ise , varlık sahibi olanların elindekilerden ihtiyacından fazlası olanı bir başkasına vererek , onunla eşit duruma gelmesi gerektiğine dair bir düşünce çıkararak , neredeyse mülkiyet düşmanlığına varacak düşüncelerine olan desteği bu ayetten çıkartmaktadırlar. Allah (c.c) varlık sahiplerine ellerinde olanlardan ihtiyaç sahiplerine vermesi gerektiğine dair kitabında bir çok yerde emirler vermektedir , fakat bu varlıklarını ihtiyaç sahipleri ile eşit duruma gelecek şekilde vermeleri gerektiği yönünde bir beyan bulunmamaktadır.
Peki Nahl s. 71. ayetine verilen böyle bir anlam ne derece doğru ,ve Kur'an bütünlüğüne ne kadar uygundur?.
[043.032] Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükseltkik. Senin Rabbinin rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır.
Zuhruf s. 32. ayetindeki " onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik." ifadesi, insanlar arasındaki ekonomik farklılık gerçeğine vurgu yapmaktadır.
Bir dünya ve hayat gerçeği olarak , insanlar arasında ekonomik farklılık mutlaka olacaktır. İnsanların bilgi ve yeteneklerinin aynı seviyede olmayışı, bu farkı doğuran sebeplerden birisidir. Allah (c.c) bu farklılığa dikkat çekmekte ve bu farklılık neticesinde "İşçi" ve "İşveren" adı altında bildiğimiz sosyal gurup, hayat içindeki yerini binlerce senedir sürdürmektedir.
Binlerce yıldır emeği ile para kazanan "İşçi" , ve bu emeği ücret karşılığı satın alan "İşveren" sınıfı ,birbirlerinin haklarına riayet ettikleri müddetçe sorunsuz yaşamışlar , birbirlerinin haklarına göz diktikleri müddetçe sorunlar baş göstermiştir.
İşçi sınıfının işveren sınıfına olan hak ve vazifeleri kadar , işveren sınıfının da işçi sınıfına karşı aynı şekilde hak ve vazifeleri vardır. Asıl olan bu hakları dengeleri bozmadan gözetmek olmalı iken , dünya yüzünde ortaya çıkan ve işçi sınıfının hakkını gözettiğini iddia eden bazı ideolojik fikirler hak gözetmek değil , hak yemek üzerine kurulmuştur.
Allah (c.c) dünya yüzündeki bu sınıfsal gerçeğin birbirinin haklarına riayet etmesi gerektiği esasına dayalı hükümler vaz ederek , infak , sadaka , zekat gibi ihtiyaç sahiplerine yapılması gereken yardımları , varlık sahiplerine şart koşmuş , bu vazifelerini yapmayanlara hesap gününde ağır cezalar vereceğini haber vermiştir.
Ancak , varlık sahiplerinin ellerindeki olanları, ihtiyaç sahipleri ile paylaşarak onlarla eşit duruma gelmeleri gerektiğini asla beyan etmemiştir.
Zuhruf s. 32. ayetinde böyle bir sosyal sınıf farkını dikkate alan Allah (c.c) , bir başka ayette sosyal sınıf farkını yok sayacak ve dengeleri yerinden oynatacak bir emir verebilir mi ?.
Kısacası , Nahl s. 71. ayetine verilen anlam ile , Zuhruf s. 32. ayetinde anlatılan hayat gerçeği , birbiri ile çelişmektedir. Kur'an çelişkisiz bir kitap (4.82) olduğuna göre , bu ayeti kitap içindeki bir başka ayet ile çelişki arz etmeyecek bir anlamı olmalı ve ona göre bir çevirisi yapılmalıdır.
Nahl s. 71. ayetinin çeviri ve yorumunda , Rum s. 28. ayetini dikkate alan bir çevirinin bizi isabetli bir çeviri ve yoruma götüreceğini söyleyebiliriz.
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
[030.028] Sizin için kendi nefislerinizden misal irâd etti. Sizi merzûk ettiğimiz şeyde sizin için sağ ellerinizin maliki olduğu (köle ve cariye) gibi şeylerden ortak olanları var mıdır ki, onda siz müsavî olasınız? Kendi nefislerinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkasınız? İşte böyle âyetleri âkilâne düşünürler olan bir kavim için mufassalan bildiririz.
Rum s. 28. ayetinde Allah (c.c) , gerçek hayat içinden bir örnekle , kendisinin ilahlık ve rablik alanına giren konularda, kimse ile yetki paylaşımına gitmeyeceğini , nuzül dönemindeki insanların birbirleri arasındaki "Köle- Efendi" statü farkına dikkat çekerek örneklemektedir.
Allah (c.c) müşriklere , "Sizler bile kendiniz gibi insan olan ve sizin altınızda olan birisi ile eşit duruma gelmeyi kabul etmez iken , ben sizlerle eşit bir duruma düşürülmeyi nasıl kabul edebilirim" demektedir.
Nahl s. 71. ayeti de Rum s. 32. ayetinin bir benzeri olan anlama sahiptir. Şurası bir gerçektir ki , Nahl s. 71. ayeti çevirisi zor bir ayettir. Bu ayetin çevirisi motamot bir şekilde yapıldığında okuyucu için pek anlam ifade etmeyecektir. Bu ayetin çeviri ve yorumu için Kur'an bütünlüğünün gözetilmesine olan ihtiyaç başka ayetlerden daha fazladır.
Bu ayet ile ilgili olarak müfessir Kurtubi nin tefsirinde yazdıkları şöyledir ;
Ulaşma imkanı bulduğumuz meallerde Nahl s. 71. ayetinin doğru olarak çevrildiğini söyleyebileceğimiz şekli şöyledir ;
Mustafa Öztürk
Maddi zenginlik yönünden kimimizi kiminizden üstün kılan da Allah'tır. Hal böyleyken maddi imkânları geniş olanlar, sahip oldukları zenginliği kendi köleleriyle eşit olarak paylaşmaya, böylece onlarla denk olmaya hiç yanaşmazlar. [Kölelerini bu denk görmeyen o müşrikler nasıl oluyor da [putları Allah'a denk tutuyorlar?!} yine onlar nasıl oluyor da [kendilerine hiçbir nimet verme imkânı bulunmayan o putlara tanrılık yakıştırmak suretiyle] Allah'ın onca nimetini bile bile inkâra kalkışıyorlar?
Mustafa İslamoğlu
ALLAH rızkı kiminize diğerinden daha fazla vermiştir. Peki ,kendisine daha fazla verilenler emirleri altında çalışan kesimleri servetlerine ortak etseler de , onlar da bu konuda (kendileriyle) eşit hale gelseler ya. Buna (dahi razı olmayacaklarına) göre hala (ortak koşmakla), Allah'ın nimetlerini bile bile inkara yeltenmiş olmuyorlar mı?
Hayrat Neşriyat :
Hem Allah, rızık husûsunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Böylece üstün kılınanlar ise, rızıklarını (kendileriyle eşit dereceye gelecek şekilde) ellerinin altındaki kölelerine verici değiller ki, artık onda (o rızıkta) kendileri müsâvî olsunlar. (Onlar kendi köleleriyle eşitliği kabûl etmezken, nasıl oluyor da Allah’a eş tutup ortak koşuyorlar?)Şimdi Allah’ın ni'metini bilerek inkâr mı ediyorlar?
Ali Fikri Yavuz :
Allah rızık hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler de, rızıklarını elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. (İşte böyle köle ve hizmetçilerini mallarına ortak etmiyenler, Allah’a nasıl, kudreti altındaki şeyleri ortak ediyorlar?) Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Erhan Aktaş
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Üstün kı- lınanlar; rızıklarını, yeminlerinin mülkü olan kimselere aktarıyorlar da, onlar, onda eşit oluyorlar mı? O halde, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?2
Sonuç olarak ; Nahl s. 71. ayeti bir çok mealde Kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan çevrilmiş ve bu yanlış çevirilerin başka ayetler ile çelişki arz edebileceği akla getirilmemiştir. Rum s. 28. ayetini merkeze alarak yapılan çeviri ve yorumlar , çelişkiyi ortadan kaldırıcı ve Kur'an bütünlüğüne daha uygun olarak yapılmış çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
وَاللّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الْرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُواْ بِرَآدِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاء أَفَبِنِعْمَةِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Bu ayetin yapılmış olan çevirilerinin bir kaç örneği şu şekildedir ;
Ahmet Varol :
Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere (köle ve cariyelerine) rızıklarını vermezler. Oysa onda (rızıkta) eşittirler. Öyleyken Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Ali Bulaç :
Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?
Bekir Sadak :
Allah rizikda kiminizi digerlerine ustun tutmustur. stun kilinanlar, emirleri altinda bulunanlarin riziklarini vermezler. Oysa rizikta hepsi esittir. Allah'in nimetini bile bile inkar mi ediyorlar?
Diyanet İşleri :
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere vermezler ki rızıkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Edip Yüksel :
ALLAH rızık (varlık) açısından sizi birbirinize üstün kılmıştır. Nitekim, üstün kılınanlar, emirleri altındakilerle varlıklarını eşit paylaşmazlar. ALLAH'ın nimetini mi reddediyorlar?
Muhammed Esed :
Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır: hal böyleyken, kendisine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını -bu bakımdan aralarında eşitlik olsun diye- sağ ellerinin malik olduğu kimselerle paylaşmakta isteksiz davranıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) Allah'ın nimetini (bile bile) inkara mı kalkışıyorlar?
Suat Yıldırım :
Allah sizi, maişet ve rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye gelecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendilerinin üzerindeki hakkını bile bile inkâr ederler?
Çeviri örneklerini aldığımız kişilere karşı herhangi bir art niyet taşımadığımızı öncelikle hatırlatarak , örneklerini verdiğimiz türden yapılan çevirilerde , Nahl s. 71. ayetinin anlamı , "Ellerinin altında köle bulunan kişilerin bu servetlerini onlarla paylaşarak eşit hale gelmeleri gerektiği , bunu yapmadıkları takdirde Allah'ın nimetini inkar etmiş olacakları" şeklinde anlaşılmaktadır.
Bu ayetten bir kısım kimse ise , varlık sahibi olanların elindekilerden ihtiyacından fazlası olanı bir başkasına vererek , onunla eşit duruma gelmesi gerektiğine dair bir düşünce çıkararak , neredeyse mülkiyet düşmanlığına varacak düşüncelerine olan desteği bu ayetten çıkartmaktadırlar. Allah (c.c) varlık sahiplerine ellerinde olanlardan ihtiyaç sahiplerine vermesi gerektiğine dair kitabında bir çok yerde emirler vermektedir , fakat bu varlıklarını ihtiyaç sahipleri ile eşit duruma gelecek şekilde vermeleri gerektiği yönünde bir beyan bulunmamaktadır.
Peki Nahl s. 71. ayetine verilen böyle bir anlam ne derece doğru ,ve Kur'an bütünlüğüne ne kadar uygundur?.
[043.032] Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükseltkik. Senin Rabbinin rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır.
Zuhruf s. 32. ayetindeki " onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik." ifadesi, insanlar arasındaki ekonomik farklılık gerçeğine vurgu yapmaktadır.
Bir dünya ve hayat gerçeği olarak , insanlar arasında ekonomik farklılık mutlaka olacaktır. İnsanların bilgi ve yeteneklerinin aynı seviyede olmayışı, bu farkı doğuran sebeplerden birisidir. Allah (c.c) bu farklılığa dikkat çekmekte ve bu farklılık neticesinde "İşçi" ve "İşveren" adı altında bildiğimiz sosyal gurup, hayat içindeki yerini binlerce senedir sürdürmektedir.
Binlerce yıldır emeği ile para kazanan "İşçi" , ve bu emeği ücret karşılığı satın alan "İşveren" sınıfı ,birbirlerinin haklarına riayet ettikleri müddetçe sorunsuz yaşamışlar , birbirlerinin haklarına göz diktikleri müddetçe sorunlar baş göstermiştir.
İşçi sınıfının işveren sınıfına olan hak ve vazifeleri kadar , işveren sınıfının da işçi sınıfına karşı aynı şekilde hak ve vazifeleri vardır. Asıl olan bu hakları dengeleri bozmadan gözetmek olmalı iken , dünya yüzünde ortaya çıkan ve işçi sınıfının hakkını gözettiğini iddia eden bazı ideolojik fikirler hak gözetmek değil , hak yemek üzerine kurulmuştur.
Allah (c.c) dünya yüzündeki bu sınıfsal gerçeğin birbirinin haklarına riayet etmesi gerektiği esasına dayalı hükümler vaz ederek , infak , sadaka , zekat gibi ihtiyaç sahiplerine yapılması gereken yardımları , varlık sahiplerine şart koşmuş , bu vazifelerini yapmayanlara hesap gününde ağır cezalar vereceğini haber vermiştir.
Ancak , varlık sahiplerinin ellerindeki olanları, ihtiyaç sahipleri ile paylaşarak onlarla eşit duruma gelmeleri gerektiğini asla beyan etmemiştir.
Zuhruf s. 32. ayetinde böyle bir sosyal sınıf farkını dikkate alan Allah (c.c) , bir başka ayette sosyal sınıf farkını yok sayacak ve dengeleri yerinden oynatacak bir emir verebilir mi ?.
Kısacası , Nahl s. 71. ayetine verilen anlam ile , Zuhruf s. 32. ayetinde anlatılan hayat gerçeği , birbiri ile çelişmektedir. Kur'an çelişkisiz bir kitap (4.82) olduğuna göre , bu ayeti kitap içindeki bir başka ayet ile çelişki arz etmeyecek bir anlamı olmalı ve ona göre bir çevirisi yapılmalıdır.
Nahl s. 71. ayetinin çeviri ve yorumunda , Rum s. 28. ayetini dikkate alan bir çevirinin bizi isabetli bir çeviri ve yoruma götüreceğini söyleyebiliriz.
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
[030.028] Sizin için kendi nefislerinizden misal irâd etti. Sizi merzûk ettiğimiz şeyde sizin için sağ ellerinizin maliki olduğu (köle ve cariye) gibi şeylerden ortak olanları var mıdır ki, onda siz müsavî olasınız? Kendi nefislerinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkasınız? İşte böyle âyetleri âkilâne düşünürler olan bir kavim için mufassalan bildiririz.
Rum s. 28. ayetinde Allah (c.c) , gerçek hayat içinden bir örnekle , kendisinin ilahlık ve rablik alanına giren konularda, kimse ile yetki paylaşımına gitmeyeceğini , nuzül dönemindeki insanların birbirleri arasındaki "Köle- Efendi" statü farkına dikkat çekerek örneklemektedir.
Allah (c.c) müşriklere , "Sizler bile kendiniz gibi insan olan ve sizin altınızda olan birisi ile eşit duruma gelmeyi kabul etmez iken , ben sizlerle eşit bir duruma düşürülmeyi nasıl kabul edebilirim" demektedir.
Nahl s. 71. ayeti de Rum s. 32. ayetinin bir benzeri olan anlama sahiptir. Şurası bir gerçektir ki , Nahl s. 71. ayeti çevirisi zor bir ayettir. Bu ayetin çevirisi motamot bir şekilde yapıldığında okuyucu için pek anlam ifade etmeyecektir. Bu ayetin çeviri ve yorumu için Kur'an bütünlüğünün gözetilmesine olan ihtiyaç başka ayetlerden daha fazladır.
Bu ayet ile ilgili olarak müfessir Kurtubi nin tefsirinde yazdıkları şöyledir ;
"Allah, rızık
hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı." Yani, kiminizi zengin,
kiminizi fakir, kiminizi hür, kiminizi köle kıldı. Rızık hususunda
"üstün kılınanlar... rızıklarmı ellerinin altındakilere geri
vermezler." Yani, efendi, mal bakımından köle ile sahibi eşit olsun diye
kendisine rızık olarak verilen herhangi bir şeyi, kölesine vermek istememektedir. Bu, yüce Allah'ın,
puta tapanlara verdiği bir misaldir Yani sîzin köleleriniz, sizinle eşit
olmadığına göre, nasıl benim kullarımı bana eşit kılıyorsunuz? Sahip oldukları
kölelerinin kendi mallarında ortaklıkları söz konusu olmadığına göre, onların
da Allah'a ibadette O'nun dışındaki putları, heykelleri ve onların dışında
kendilerine tapınılan melekler ve peygamberleri halbuki hepsi de Allah'ın
kullan ve yaratıklarıdır ortak koşmaları da caiz olamaz. Bu anlamdaki
açıklamayı Taberî naklettiği gibi, İbn Abbas, Mücahid, Katade ve başkaları da
bu şekilde açıklamışlardır.
Yine İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre, bu ayei-i kerime Necranlı hristiyanları hakkında inmiştir.
Onlar, İsa Allah'ın oğludur deyince, yüce Allah onlara; "Üstün
kılınanlar... nzıklarını ellerinin altındakilere geri vermezler"
buyruğunu indirdi.
Yani efendi, sahip olduğu kölesine» efendi ile köle malda eşit olsun diye
rızkını, malını geri vermediğine güre, siz nasıl olur da kendiniz için razı
olmadığınız bir hususa Benim için rıza gösteriyor ve böylelikle kullarım
arasından oğlumun olduğunu iddia ediyor?"
Ulaşma imkanı bulduğumuz meallerde Nahl s. 71. ayetinin doğru olarak çevrildiğini söyleyebileceğimiz şekli şöyledir ;
Mustafa Öztürk
Maddi zenginlik yönünden kimimizi kiminizden üstün kılan da Allah'tır. Hal böyleyken maddi imkânları geniş olanlar, sahip oldukları zenginliği kendi köleleriyle eşit olarak paylaşmaya, böylece onlarla denk olmaya hiç yanaşmazlar. [Kölelerini bu denk görmeyen o müşrikler nasıl oluyor da [putları Allah'a denk tutuyorlar?!} yine onlar nasıl oluyor da [kendilerine hiçbir nimet verme imkânı bulunmayan o putlara tanrılık yakıştırmak suretiyle] Allah'ın onca nimetini bile bile inkâra kalkışıyorlar?
Mustafa İslamoğlu
ALLAH rızkı kiminize diğerinden daha fazla vermiştir. Peki ,kendisine daha fazla verilenler emirleri altında çalışan kesimleri servetlerine ortak etseler de , onlar da bu konuda (kendileriyle) eşit hale gelseler ya. Buna (dahi razı olmayacaklarına) göre hala (ortak koşmakla), Allah'ın nimetlerini bile bile inkara yeltenmiş olmuyorlar mı?
Hayrat Neşriyat :
Hem Allah, rızık husûsunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Böylece üstün kılınanlar ise, rızıklarını (kendileriyle eşit dereceye gelecek şekilde) ellerinin altındaki kölelerine verici değiller ki, artık onda (o rızıkta) kendileri müsâvî olsunlar. (Onlar kendi köleleriyle eşitliği kabûl etmezken, nasıl oluyor da Allah’a eş tutup ortak koşuyorlar?)Şimdi Allah’ın ni'metini bilerek inkâr mı ediyorlar?
Ali Fikri Yavuz :
Allah rızık hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler de, rızıklarını elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. (İşte böyle köle ve hizmetçilerini mallarına ortak etmiyenler, Allah’a nasıl, kudreti altındaki şeyleri ortak ediyorlar?) Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Erhan Aktaş
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Üstün kı- lınanlar; rızıklarını, yeminlerinin mülkü olan kimselere aktarıyorlar da, onlar, onda eşit oluyorlar mı? O halde, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?2
Sonuç olarak ; Nahl s. 71. ayeti bir çok mealde Kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan çevrilmiş ve bu yanlış çevirilerin başka ayetler ile çelişki arz edebileceği akla getirilmemiştir. Rum s. 28. ayetini merkeze alarak yapılan çeviri ve yorumlar , çelişkiyi ortadan kaldırıcı ve Kur'an bütünlüğüne daha uygun olarak yapılmış çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
ENBİYA S. 95. Ayeti : Bağlam ve Bütünlük Gözetilmeden Çevrilen Bir Ayet
Kur'anın doğru anlaşılmasında, ayetlerin bağlamının ve Kur'an bütünlüğünün gözetilerek okunması ve yorumlanması önemli bir husustur. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan ayetlerin doğru anlaşılmasında, bir takım problemlerin doğacağı muhakkaktır. Bu yazımıza konu edeceğimiz Enbiya s. 95. ayetinin , bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunarak çevrilen ve yorumlanan bir ayet olduğunu düşündüğümüzü söyleyerek , doğru çeviri ve yorumun nasıl olabileceği yönündeki görüşlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ayetin, ulaşabildiğimiz meallerde ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[021.095] Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkansızdır.
[021.095] Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkânsız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.
Bu ayetin çevirisinin, 1- helaka uğrayan belde halklarının mutlaka hesaba çekileceği , 2- helaka uğrayan belde halklarının artık bir daha dünyaya geri dönmelerinin imkansız olduğu, ana fikrine dayalı olarak yapılmış çeviriler olduğunu gördük.
Ancak bu çeviriler, ve bu çevirileri merkeze alarak yapılmış olan yorumların , bu ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucu yapıldığını düşünmekteyiz.
Şurasını ifade etmek isteriz ki, bu ayet tek başına okunarak anlaşılabilecek ve çevirisi yapılabilecek bir ayet değildir. Bu ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak çevirisi yapılabilecek ve anlaşılabilecek bir ayettir. Birbirinden farklı olarak yapılmış olan çeviriler, bu ayetin sadece kendisinin okunarak çeviri ve yorumunun yapılabileceği bir ayet olmadığını göstermektedir.
Maalesef , ulaşma imkanı bulduğumuz tefsirler ve mealler , kendilerinden önce yapılan meal ve tefsirleri taklit eden, kopyacı bir anlayış ile bu ayetin meal ve yorumunu yapmışlardır.
Ve harâmun : ve haramdır, yasaktır, imkânsızdır
Bu ayet ile ilgili olarak sorulması ve cevabının aranması gereken soru , helak edilen karye halkının dönmeleri haram olan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun cevabının bulunması, ayetin doğru bir çevirisinin yapılmasını da sağlayacaktır.
Bu iki ayet , kıyamet ile ilgili bir sahneyi anlatmaktadır. 95. ayeti bu iki ayet ile birlikte okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
95. ayet , helak edilmeyi hak etmiş bir karye halkının, helak anında dönmelerinin haram olduğu bir şeyin olduğunu söylemektedir . Bir karye halkının helak edilmesine sebebin, onların ŞİRK ve İNKARları olduğunu düşündüğümüzde , neye dönmelerinin haram olduğu ortaya çıkmaya başlayacaktır.
96. ve 97. ayetler ise , helakın belirli bir zamana has olmadığını , kıyamete kadar hak ediş yasalarına bağlı olarak devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , kıyamete kadar gelecek olan ve helakı hak etmiş olan karye halklarının tamamının , helak anında pişmanlıklarını dışa vurduklarını ve helak anına kadar iman etmemiş olmalarından dolayı ah vah ettiklerini görmekteyiz.
95-96 ve 97. ayetleri, bağlam gözeterek okumaya çalıştığımızda ise şu sonuca varabiliriz;
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat yaşayarak , helak edilmeyi hak eden hangi belde halkı olursa olsun , helak anı geldiği zaman , yaşadıkları ŞİRK ve İNKARA geri dönmezler , hangi karye halkı olursa olsun, helak anında iman etmek ister ama bu iman artık onlara hiç bir fayda getirmez.
Helak olma anına kadar şirk içinde yüzmüş olan karye halklarının , helak anında o ana kadar yapmış oldukları şirk ve isyandan pişman olarak imana dönmek istedikleri, fakat bu imanlarının onlara fayda getirmediğini beyan eden diğer ayetleri okuduğumuzda , Enbiya s. 95. ayetinin anlamı biraz daha açılacaktır.
Aynı surenin 11-15. ayetleri , helak anına gelen bir karye halkının düştüğü durumu ifade etmektedir.
[021.011] Halbuki biz zulmetmekte olan nice karye kırdık geçirdik, ve arkasından diğerlerini başka bir kavm olarak neşet ettirdik
[021.012] Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
[021.013] Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[021.014] «Yazıklar bize» dediler. «Gerçekten biz, zalimmişiz.»
[021.015] Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.
Konumuz olan ayetin çevirisi ve yorumlanmasında bağlam ve sure bütünlüğü gözetilmiş olsaydı , yukarıdaki ayet mealleri göz önüne alınarak ,yapılan 95. ayet çeviri ve yorumlarının daha isabetli olabileceğini söyleyebiliriz.
[040.082] Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.
[040.083] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler). Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
[040.084] Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.»
[040.085] Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.
[032.029] De ki: «Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.»
[010.088] Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân etmesinler.»
[010.090] İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091] Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat sürerek , bu inkarlarının bedellerini ödemek üzere helak edilen bütün karye halklarının değişmez sünnetlerinin , helak anında iman etmek olduğunu gördükten sonra , Enbiya s. 95. ayetine bu anlam etrafında bir çeviri ve yorum yapmanın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunlardan sonra Enbiya s. 95. ayetinin mealini şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz ;
HELAK ETTİĞİMİZ KARYE(halkı)NİN (küfür ve şirke) GERİ DÖNMELERİ HARAMDIR.
"Haramdır" ifadesi , Allah (c.c) tarafından haram kılınmış anlamında değil , helakı hak etmiş olan karye halkının değişmeyen adetleri olan, küfrü terk ederek imana dönmelerini ifade etmektedir. Yani helak anına gelmiş bir karye halkı , içinde bulundukları küfür ve şirk halinden çıkarak , iman haline dönmelerini ifade etmektedir. Karye halkarı , helakı gördükleri anda küfür ve şirki artık kendilerine haram kılarak , imana dönmektedirler , fakat artık bu imanları onlara fayda getirmeyecektir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz mealler arasında , sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun olan tek meali, merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığını gördük. Merhum'un Enbiya s. 95. ayetine verdiği meal şöyledir ;
[021.095] İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar
Merhum , bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak orjinal (sadeleştirmeye uğramamış) tefsirinde şunları söylemektedir ;
"ihlâk etmiş olduğumuz her hangi bir karyeye de rücu' etmemeleri haramdır. -Ya'ni Sûrenin başında geçtiği üzere helâke mahkûm ettiğimiz bir memleket ahalisine de dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler, dönmemeleri mümkin değildir. Eyvah, bizler zalim idik!... diye itiraf ederek feryad ede ede biçilip söneceklerdir"
Merhum Elmalılı , görüldüğü gibi ayetin sure bütünlüğüne dikkat ederek , 11-15. ayetleri ile bağını kurarak doğru bir anlam vermiştir. Ancak kendisinin verdiği bu anlam , onun tefsirini sadeleştirmek adına ele alanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , diğer mealler gibi meallendirilerek ilmi ve ahlaki açıdan büyük bir cinayet örneği verilmiştir.
Elmalılı mealinin sadeleştirilmesi adına yapılan mealleri şöyledir;
Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
Bu sadeleştirmeyi yapanlar her kim ise , büyük ihtimal ilahiyat eğitimi almış olan kimselerdir , bu kimselerin ilmi ahlaktan zerre kadar nasipleri olmadıkları gibi , ilmi kariyerlerinin de çukur olduğunu söylemek istiyoruz.
Elmalılı tefsirinin örnek olarak gösterilebilecek ve başka meal yapıcılarının gösteremediği sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun böyle bir çeviriyi anlayacak ilmi kapasiteleri olmayanların eline düşen bu tefsir, maalesef oyuncağa çevrilerek , başka meallerden alıntılanmış yanlış meali Elmalılıya atfederek ilmi ahlaksızlığın zirvesine çıkılmıştır.
İnternet ortamında bulunan ve kim tarafından sadeleştirildiğini bilmediğimiz Elmalılı tefsirinin sadeleştirilmişinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunlar yazmaktadır;
95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.
Görülmektedir ki , Elmalılı tefsirinin orjinalindeki ibarelerin aynen alıntılanmış olmasına karşın , tefsirde ki anlatımı anlamaktan aciz olan sadeleştiriciler , ayetin tefsirini Elmalılının kendisinden , mealini ise başka meallerden alıntılayarak , "Altı kaval üstü şişhane" misali bir işe imza atarak , "ilmi liyakatsizlik" dalında oskar ödülünü hak etmişlerdir.
Sonuç olarak ; Enbiya s. 95. ayeti , bağlam ve sure bütünlüğü dikkate alınarak anlamlandırılması gereken ayetlerden birisidir. Bu ayetin , Kur'anın zor ayetlerinden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. "Zor" olarak ifade etmemize sebep ise , bu ayetle ilgili olarak iki farklı meal yapılması ve yapılan bu iki mealin ikisinin de doğru bir meal olmamasıdır.
Bu ayetin meal ve yorumunda dikkate alınması gereken en önemli nokta , ayetin siyak sibak ve sure bütünlüğü olmalıdır. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çeviri ve yorumların isabetsiz olduğunu düşünmekteyiz. Siyak sibak , sure ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmesi bütün ayetlerin doğru anlaşılmasında gerekli bir unsur olup , Enbiya s. 95. ayet gibi bazı ayetlerin anlaşılmasında biraz daha önemli rol oynamaktadır.
Ayetin , "Müşrik sünneti" olarak ifade edebileceğimiz bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu ayet , müşriklerin helak anında o ana kadar içinde bulundukları şirk ve küfrü terk ederek pişmanlıklarını ortaya dökmelerinin ve iman dönmek istemelerinin , onların değişmeyen bir adetleri olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayet ile ilgili ulaşabildiğimiz mealler de sadece merhum Elmalılının , bu ayete bağlam ve bütünlük gözeterek anlam verdiğini tesbit etmekle beraber , ne acıdır ki ilmi liyakattan yoksun kişilerin eline düşen tefsirindeki bu ayete verdiği anlam anlaşılmayarak , başka meallerden kopya edilen ve onun tefsirindeki yorumu ile alakası olmayan bir anlamı taşıyan meal , onun meali gibi gösterilmeye çalışmıştır.
Enbiya suresi 95. ayeti ile ilgili olarak "Yanlış" olarak değerlendirdiğimiz mealleri mahkum etmemekle birlikte , iddiamız o meallerin bütünlük gözetilmeden yapılmış olduğu noktasındadır. Bu çalışmayı yapma amacımız, ayetin yanlış olarak değerlendirdiğimiz meallerini mahkum etmeye yönelik değil , bütünlük gözetilmeden yapılan bir çeviri çalışmasının doğruyu bulmada isabet kaydetmesinin güç olduğunu göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ayetin, ulaşabildiğimiz meallerde ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[021.095] Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkansızdır.
[021.095] Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkânsız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.
Bu ayetin çevirisinin, 1- helaka uğrayan belde halklarının mutlaka hesaba çekileceği , 2- helaka uğrayan belde halklarının artık bir daha dünyaya geri dönmelerinin imkansız olduğu, ana fikrine dayalı olarak yapılmış çeviriler olduğunu gördük.
Ancak bu çeviriler, ve bu çevirileri merkeze alarak yapılmış olan yorumların , bu ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucu yapıldığını düşünmekteyiz.
Şurasını ifade etmek isteriz ki, bu ayet tek başına okunarak anlaşılabilecek ve çevirisi yapılabilecek bir ayet değildir. Bu ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak çevirisi yapılabilecek ve anlaşılabilecek bir ayettir. Birbirinden farklı olarak yapılmış olan çeviriler, bu ayetin sadece kendisinin okunarak çeviri ve yorumunun yapılabileceği bir ayet olmadığını göstermektedir.
Maalesef , ulaşma imkanı bulduğumuz tefsirler ve mealler , kendilerinden önce yapılan meal ve tefsirleri taklit eden, kopyacı bir anlayış ile bu ayetin meal ve yorumunu yapmışlardır.
Ve harâmun : ve haramdır, yasaktır, imkânsızdır
Alâ karyetin : şehre, şehir halkına
Ehleknâ-hâ : biz onu helâk ettik
Enne-hum : muhakkak onlar
Lâ yerciûne : dönmezler
Bu ayet ile ilgili olarak sorulması ve cevabının aranması gereken soru , helak edilen karye halkının dönmeleri haram olan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun cevabının bulunması, ayetin doğru bir çevirisinin yapılmasını da sağlayacaktır.
Bu sorunun cevabı için öncelikle 95. ayet sonrası ayetleri okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
[021.096] Ta ki Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettiklerinde.
[021.097] ve hak va'd yaklaştığı vakıt, o zaman işte o küfredenlerin derhal
gözleri belerecek «eyvah bizlere biz bundan gaflet ettik, hayır kendimize
zulmetmiş olduk» diyecekler[021.096] Ta ki Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettiklerinde.
Bu iki ayet , kıyamet ile ilgili bir sahneyi anlatmaktadır. 95. ayeti bu iki ayet ile birlikte okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
95. ayet , helak edilmeyi hak etmiş bir karye halkının, helak anında dönmelerinin haram olduğu bir şeyin olduğunu söylemektedir . Bir karye halkının helak edilmesine sebebin, onların ŞİRK ve İNKARları olduğunu düşündüğümüzde , neye dönmelerinin haram olduğu ortaya çıkmaya başlayacaktır.
96. ve 97. ayetler ise , helakın belirli bir zamana has olmadığını , kıyamete kadar hak ediş yasalarına bağlı olarak devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , kıyamete kadar gelecek olan ve helakı hak etmiş olan karye halklarının tamamının , helak anında pişmanlıklarını dışa vurduklarını ve helak anına kadar iman etmemiş olmalarından dolayı ah vah ettiklerini görmekteyiz.
95-96 ve 97. ayetleri, bağlam gözeterek okumaya çalıştığımızda ise şu sonuca varabiliriz;
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat yaşayarak , helak edilmeyi hak eden hangi belde halkı olursa olsun , helak anı geldiği zaman , yaşadıkları ŞİRK ve İNKARA geri dönmezler , hangi karye halkı olursa olsun, helak anında iman etmek ister ama bu iman artık onlara hiç bir fayda getirmez.
Helak olma anına kadar şirk içinde yüzmüş olan karye halklarının , helak anında o ana kadar yapmış oldukları şirk ve isyandan pişman olarak imana dönmek istedikleri, fakat bu imanlarının onlara fayda getirmediğini beyan eden diğer ayetleri okuduğumuzda , Enbiya s. 95. ayetinin anlamı biraz daha açılacaktır.
Aynı surenin 11-15. ayetleri , helak anına gelen bir karye halkının düştüğü durumu ifade etmektedir.
[021.011] Halbuki biz zulmetmekte olan nice karye kırdık geçirdik, ve arkasından diğerlerini başka bir kavm olarak neşet ettirdik
[021.012] Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
[021.013] Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[021.014] «Yazıklar bize» dediler. «Gerçekten biz, zalimmişiz.»
[021.015] Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.
Konumuz olan ayetin çevirisi ve yorumlanmasında bağlam ve sure bütünlüğü gözetilmiş olsaydı , yukarıdaki ayet mealleri göz önüne alınarak ,yapılan 95. ayet çeviri ve yorumlarının daha isabetli olabileceğini söyleyebiliriz.
[040.082] Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.
[040.083] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler). Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
[040.084] Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.»
[040.085] Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.
[032.029] De ki: «Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.»
[010.088] Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân etmesinler.»
[010.090] İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091] Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat sürerek , bu inkarlarının bedellerini ödemek üzere helak edilen bütün karye halklarının değişmez sünnetlerinin , helak anında iman etmek olduğunu gördükten sonra , Enbiya s. 95. ayetine bu anlam etrafında bir çeviri ve yorum yapmanın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunlardan sonra Enbiya s. 95. ayetinin mealini şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz ;
HELAK ETTİĞİMİZ KARYE(halkı)NİN (küfür ve şirke) GERİ DÖNMELERİ HARAMDIR.
"Haramdır" ifadesi , Allah (c.c) tarafından haram kılınmış anlamında değil , helakı hak etmiş olan karye halkının değişmeyen adetleri olan, küfrü terk ederek imana dönmelerini ifade etmektedir. Yani helak anına gelmiş bir karye halkı , içinde bulundukları küfür ve şirk halinden çıkarak , iman haline dönmelerini ifade etmektedir. Karye halkarı , helakı gördükleri anda küfür ve şirki artık kendilerine haram kılarak , imana dönmektedirler , fakat artık bu imanları onlara fayda getirmeyecektir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz mealler arasında , sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun olan tek meali, merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığını gördük. Merhum'un Enbiya s. 95. ayetine verdiği meal şöyledir ;
[021.095] İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar
Merhum , bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak orjinal (sadeleştirmeye uğramamış) tefsirinde şunları söylemektedir ;
"ihlâk etmiş olduğumuz her hangi bir karyeye de rücu' etmemeleri haramdır. -Ya'ni Sûrenin başında geçtiği üzere helâke mahkûm ettiğimiz bir memleket ahalisine de dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler, dönmemeleri mümkin değildir. Eyvah, bizler zalim idik!... diye itiraf ederek feryad ede ede biçilip söneceklerdir"
Elmalılı mealinin sadeleştirilmesi adına yapılan mealleri şöyledir;
Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
Bu sadeleştirmeyi yapanlar her kim ise , büyük ihtimal ilahiyat eğitimi almış olan kimselerdir , bu kimselerin ilmi ahlaktan zerre kadar nasipleri olmadıkları gibi , ilmi kariyerlerinin de çukur olduğunu söylemek istiyoruz.
Elmalılı tefsirinin örnek olarak gösterilebilecek ve başka meal yapıcılarının gösteremediği sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun böyle bir çeviriyi anlayacak ilmi kapasiteleri olmayanların eline düşen bu tefsir, maalesef oyuncağa çevrilerek , başka meallerden alıntılanmış yanlış meali Elmalılıya atfederek ilmi ahlaksızlığın zirvesine çıkılmıştır.
İnternet ortamında bulunan ve kim tarafından sadeleştirildiğini bilmediğimiz Elmalılı tefsirinin sadeleştirilmişinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunlar yazmaktadır;
95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.
Görülmektedir ki , Elmalılı tefsirinin orjinalindeki ibarelerin aynen alıntılanmış olmasına karşın , tefsirde ki anlatımı anlamaktan aciz olan sadeleştiriciler , ayetin tefsirini Elmalılının kendisinden , mealini ise başka meallerden alıntılayarak , "Altı kaval üstü şişhane" misali bir işe imza atarak , "ilmi liyakatsizlik" dalında oskar ödülünü hak etmişlerdir.
Sonuç olarak ; Enbiya s. 95. ayeti , bağlam ve sure bütünlüğü dikkate alınarak anlamlandırılması gereken ayetlerden birisidir. Bu ayetin , Kur'anın zor ayetlerinden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. "Zor" olarak ifade etmemize sebep ise , bu ayetle ilgili olarak iki farklı meal yapılması ve yapılan bu iki mealin ikisinin de doğru bir meal olmamasıdır.
Bu ayetin meal ve yorumunda dikkate alınması gereken en önemli nokta , ayetin siyak sibak ve sure bütünlüğü olmalıdır. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çeviri ve yorumların isabetsiz olduğunu düşünmekteyiz. Siyak sibak , sure ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmesi bütün ayetlerin doğru anlaşılmasında gerekli bir unsur olup , Enbiya s. 95. ayet gibi bazı ayetlerin anlaşılmasında biraz daha önemli rol oynamaktadır.
Ayetin , "Müşrik sünneti" olarak ifade edebileceğimiz bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu ayet , müşriklerin helak anında o ana kadar içinde bulundukları şirk ve küfrü terk ederek pişmanlıklarını ortaya dökmelerinin ve iman dönmek istemelerinin , onların değişmeyen bir adetleri olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayet ile ilgili ulaşabildiğimiz mealler de sadece merhum Elmalılının , bu ayete bağlam ve bütünlük gözeterek anlam verdiğini tesbit etmekle beraber , ne acıdır ki ilmi liyakattan yoksun kişilerin eline düşen tefsirindeki bu ayete verdiği anlam anlaşılmayarak , başka meallerden kopya edilen ve onun tefsirindeki yorumu ile alakası olmayan bir anlamı taşıyan meal , onun meali gibi gösterilmeye çalışmıştır.
Enbiya suresi 95. ayeti ile ilgili olarak "Yanlış" olarak değerlendirdiğimiz mealleri mahkum etmemekle birlikte , iddiamız o meallerin bütünlük gözetilmeden yapılmış olduğu noktasındadır. Bu çalışmayı yapma amacımız, ayetin yanlış olarak değerlendirdiğimiz meallerini mahkum etmeye yönelik değil , bütünlük gözetilmeden yapılan bir çeviri çalışmasının doğruyu bulmada isabet kaydetmesinin güç olduğunu göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)