Bakara s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bakara s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2017 Çarşamba

Bakara s. 54. ve 85. Ayetlerindeki "Nefisleri Öldürmek" Deyiminin Anlamı Üzerine Bir Mülahaza

Türkiye'de son yıllarda artan bir eğilim olan İslamın Kur'an'dan öğrenilmesi, bu kitabın Türkçe çevirilerinin artmasına da neden olmuştur. Sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz bu durum, bir takım okuma ve anlama sıkıntılarını da beraberinde getirmiştir. Bazı meal okuyucuları, Kur'an'da gördükleri bir kelimenin her ayette anlamının aynı olmamasından dolayı bir takım ikilemlere düşmekte, ve kafalarında oluşan bazı sorulara cevap aramaktadır. Meallerin tefsir gibi geniş bir alanı olmaması, meale bağlı kalarak okuma yapanlarda daha fazla sorunun oluşmasına neden olduğu da bir gerçektir.

Bundan önceki bazı yazılarımızda, kelimelerin bağlı bulunduğu cümle içinden çekip çıkarılarak, cümleden kopuk olarak anlaşılmaya çalışılmasının bir takım sıkıntılara yol açacağı konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda Bakara s. 54. ve 85. ayetlerde geçen Nefisleri Öldürmek  deyiminin üzerinde durmaya çalışacağız.

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Eline ilk defa meal alarak okuyan veya ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne dikkat etmeyen bir kimsenin kafasında bu ayetleri okuduğu zaman, Allah bir ayette nefislerinizi öldürün derken, diğer ayette ise nefislerini öldürenlerin yanlış yaptığını söylüyor şeklinde bir istifhamın oluşması muhtemeldir.

Bu tür ayetler, bazı art niyetli kişilerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'da çelişki arayan yaman hafiyelerin !!!, bulduk zannettikleri çelişkiler gibi görünmektedir. Yazımızın bu tür kimseleri ikna etmek gibi bir amacı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Her dilde olduğu gibi kelimeler Hakiki Anlam- Mecaz Anlam olarak tarif edilen anlamlara sahiptir. Bir kelimenin hangi anlama sahip olacağı, o kelimenin cümle içindeki bağlamından anlaşılabilir. Konumuz olan ayet böyle bir duruma örnek verebileceğimiz ayetlerden olup, aynı deyim bir ayette mecaz, diğer ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. 

Bakara s. 54. ayetinde geçen Nefislerinizi öldürün emrinin bulunduğu ayet, Bakara s. 51. ayetten başlayan bir bağlama sahiptir. 

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (ilah) edinmiştiniz.
[002.052]  sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki şükredecektiniz
[002.053]  Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Ayetleri bağlamını gözeterek okuduğumuzda, buzağıyı ilah edinmekle yapılan yanlıştan dönmenin tevbe etmek ile mümkün olacağını görmekteyiz. Nefislerinizi öldürün şeklindeki emir, hakiki anlamda bir öldürmekten değil, mecaz anlamda bir öldürmekten yani, Nefislerinizde mevcut olan sizi şirke götüren kötü duyguları öldürün anlamındadır. Meallerin bir çoğu zaten parantez açmak sureti ile, ayetin emrinin mecazi anlamda olduğuna işaret etmektedir. 

Bakara s. 85. ayetinin ise, 83. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. 

[002.083]  Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, salatı ayakta tutun, zekatı verin.» Sonra pek azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hala da dönüyorsunuz!
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.086] Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azabları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.

Bakara s. 54. ayetindeki nefislerin öldürülmesi emrinin mecaz olmasına karşın, 85. ayetteki nefislerini öldürülmesi, İsrailoğullarının birbirlerinin kanını dökmek sureti ile yaptıkları hakiki anlamda bir eylemdir. 84. ayete dikkat ettiğimizde Kanınızı dökmeyin şeklindeki emre isyan ederek, birbirlerinin kanını döktükleri, 85. ayetten anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an'ın doğru anlaşılmasında bağlam ve bütünlük gözetmenin önemine dikkat çekmeye çalıştığımız, Bakara s. 54. ve 85. ayetlerindeki Nefisleri Öldürmek deyimi, 54. ayette mecaz anlamda, 85. ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. Bir kelimenin veya deyimin hakiki veya mecaz anlamlardan hangisine sahip olabileceğini anlamanın yolu, o kelime veya deyimi bağlı bulunduğu cümleden koparmak yolu ile değil, bağlı bulunduğu cümle, ayet, sure bütünlüğüne dikkat etmek sureti ile olacağı görülmektedir.

Bazı ayetler üzerinde ön yargıları kabul ettirmek şeklinde bir okuma yapanların vardıklarını zannettikleri sonuç, bazı kelime ve deyimleri bağlamından koparmak sureti ile gerçekleştirilmiş olduğu dikkate alındığında, bağlam ve bütünlük gözetilmesi daha fazla önem kazanmaktadır. 

Bakara s. 54. ve 85. ayetlerinde geçen birbirine benzer deyimlerin aynı anlamda olmadığı, ayetlerin bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz asıl konu, bir kelime ve deyimin anlamının tek başına değil, bağlı olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabileceğidir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Kasım 2016 Pazartesi

Bakara s. 58-59 ve Araf s. 161-162. Ayetleri : Şehirde Yaşamanın Kuralları

İnsan , fıtratından gelen bazı özellikler nedeniyle birlikte yaşamak zorunda olan bir varlıktır. Birbirine muhtaç bir halde yaşamını sürdürmek mecburiyetinde olan insan , ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile toplu yaşamın gereği olana şehirler kurmuş , bu şehirlerde yaşamış , halen yaşamakta olup , bu yaşam biçimini kıyamete değin sürdürecektir. İnsanların birlikte yaşam sürdüğü şehirlerde doğal olarak belirli kuralların olması , herkesin koyulan kurallara uyması , şehirde yaşayan insanların mutlu , huzurlu , güvenli bir yaşam sürmesi için gerekli olan , olmazsa olmaz şartlardandır.

İsrailoğulları ile ilgili anlatımları konu aldığımız ayetlerde , bu ayetlerin sadece onlara has olarak okunmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu evrensel yasaların yani Sünnetullah'ın toplumlar üzerinde nasıl tecelli ettiğinin canlı göstergesi olarak okunması gerektiğini vurgulayarak , böyle bir okumanın o kavmi konu alan ayetler ile bizlere verilmek istenilen mesajların anlaşılmasını da kolaylaştıracağını daha önceki yazılarımızda hatırlatmaya çalışmıştık.

Bu yazımıza konu olan ayetler , şehirlerde yaşamanın kurallarını, İsrailoğulları örneği üzerinden beyan eden, şehir yaşamının uyulması şart olan evrensel kuralları hatırlatmakta, bu kurallara uyulmadığında ise , İsrailoğulları örneğinde şehirlerde meydana gelecek olan yıkımı hatırlatarak , bu kurallara uyulmamasının hangi zaman ve mekanda yaşanırsa yaşansın, tüm şehirlerde evrensel yasalar gereği , meydana gelecek olan yıkımı hatırlatmaktadır. 

[002.058]  Hani bir zamanlar «Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve «hıtta» (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız» dedik.
[002.059] Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik.

[007.161]  Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, «hitta» (günahlarımızı bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
[007.162] Ama zulmedenler, kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirdiler. Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik.

Bakara ve Araf surelerindeki bu ayetler, aynı konuyu anlatmaktadır. Ayetlerin tarihi bağlamı , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının yeni bir hayat kurmaları için girmeleri gereken bir şehir, ve o şehirde yaşamlarını sürdürebilmeleri için onlara gerekli olan kuralların onlara hatırlatılması ile ilgilidir. Ayetler sadece onlar ile ilgili bir durumu değil , şehir yaşamı için her zaman ve mekanda geçerli olacak olan kuralları vaz etmekte, ve bu kurallara uyulmadığında ortaya çıkacak durumu anlatmaktadır.

Bazı tefsir kitaplarında bu ayetlerin tefsirlerine baktığımızda , İsrailoğullarına emredilen şehre secde ederek girme emrinin nasıl uygulanacağı konusunda yoğunlaştığını görebiliriz. Şehrin kapısından şekli anlamda bir secde ederek girilip girilmemesi konusu , tefsirlerin yoğunlaştığı konudur.  Halbuki buradaki secde ederek şehre girme emrinin şekli anlamdaki secde ederek girmek olarak değil , şehirdeki yaşamın bu kelimenin ifade ettiği anlam olan Allah c.c nin emirlerine uygun , onu ilah ve rab olarak tanıyan bir yaşam sisteminin hayata geçirilmesi olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Böyle bir okuma , ayetleri sadece o kavme has olmaktan çıkararak , tüm zamanlara dönük evrensel mesajlar olarak okunmasını , aynı şartların bizler içinde geçerli olduğunu hatırlatacak , şehirlerde mutlu , huzurlu ve güven içinde yaşamanın nasıl olması gerektiğini  bizlere öğretecektir. 

Şehre kendilerini Allah'ın emirlerine teslim etmiş bir halde girenlerin yaşadığı şehirlerin halkı mutlu , huzurlu ve güvenli , birbirinden emin bir yaşam süreceklerdir. Kapısından secde ederek girilen  ve günah işlemekten korkan insanların oluşturduğu şehirler , insanlığın her zaman özlemi olan şehirlerdir. Ancak bu halin aksine hareket ederek , isyan eden ve günah işlemekten korkmayan insanların oluşturduğu şehirler , anarşi, terör , huzursuzluk , korku kaynağı olacaklardır. 

----- Şehirlerde secde halinde ve günah işlemekten korkmaya dayalı bir yaşam nasıl olmalıdır?. 

Şehir yaşamının esası , o şehirde birlikte yaşamanın getirdiği bir takım kurallara uyulması şartına dayanır. İnsanlığın evrensel değerler olarak kabul ettiği insana saygı esasına dayanan bütün kurallar şehir yaşamı için şarttır. Yere tükürmemek , çöp atmamak gürültü yapmamak gibi en basit kuraldan , insanların birbirinin mal , can ,ırz ve namusuna saygı duyan bir yaşam sürmesi gibi insan onurunu öne çıkaran tüm şartların ortak adı "Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam" dır .

Secde eden ve günahtan korkan insanların yaşadığı şehirlerin oluşması , o şehirlerde yaşayan insanların Allah'a ve hesap gününe inanan bir hayatı esas almaları ile mümkündür. Allah ve hesap günü korkusu , insanların kendi polisi olmalarını sağlayacak olan en büyük haslettir. İnsanlara zarar vermek için yapacağı bir kötülüğün, şehir polisine yakalanmasa bile Allah (c.c)nin gözünden kaçmadığını , yaptığı kötülüğün hesap gününde karşısına mutlaka çıkacağını bilen bir kimse, artık kendi kendisinin polisi olacak , ve kötülükleri işlemekten korkacaktır. 

Bu insanların oluşturduğu şehirler , güvenli , mutlu, huzurlu , kapılarına kilit üstüne kilit vurmayan , komşusunda emin , birbirine saygılı , birbirlerini seven , ırk , renk , memleket ayrımı yapmayan insanların şehri olacaktır. Bu şehirlerdeki kolluk kuvvetleri sembolik olarak var olacak , ve kendilerine düşen asayişi koruma görevi en az düzeyde olacaktır.

Böyle şehirlerin tesisi , bu şehirleri oluşturun insanların kendilerinin bu şuur içinde olması , çocuklarını da aynı şuur içinde yetiştirmesi ile mümkün olacaktır. Aile içi eğitimin bu noktada önemi büyüktür. Aile içinde aldığı eğitimin devamını gittiği okulda da gören çocuklar , yarınların güvencesi olarak yetişeceklerdir. 

Eğitimin kesintisizliği ve sürekliliğinin önemi bu noktada çok önemlidir. Ailesinden aldığı eğitimin benzerini okulda almayan bir nesil , veya okulda aldığı eğitimin benzerini ailesinde almayan bir neslin , secde eden ve günahtan korkan bir nesil olarak yetişmesi güç olacak , bu nesillerin oluşturduğu toplumlar ise her türlü anarşi , terör , ve huzursuzluğa açık olacaklardır.

----- Kendilerine söylenen sözü başka sözle değiştirmenin şehir hayatına nasıl bir etkisi olur ?.

Şehirde secde eden ve günahtan korkan bir yaşam sürmenin terk edilerek , isyan eden ve günahtan korkmayan bir yaşamın sürülmesi , söylenen sözün başka bir sözle değiştirilmesi anlamına gelecektir. 

Allah'tan ve hesap gününden korkmayan bir neslin şehirlerde hayat sürmeye başlaması , bırakın polis ordusunun güvenliği sağlamasını , polisin bile can emniyeti olmayan şehirleri ortaya çıkaracaktır. İnsani değerleri esas almayan nesillerin yetiştiği şehirler , korku bilmeyen , sadece dünyayı düşünen , ihtiyacı olan bir şeyi çalışarak kazanmak yerine, çalarak, gasp ederek kazanmaya çalışan insanların yaşadığı şehirlere dönüşecektir. 

Bırakın başka ülkeleri , kendi yaşadığımız ülkedeki  televizyon ve gazete haberlerine baktığımızda , günahtan korkmayan Allah'a secde etmeyerek , şeytana secde eden nesillerin doldurduğu şehirlerde her gün meydana gelen , cinayet , tecavüz , hırsızlık, uyuşturucu ,anarşi ve terör haberleri, artık alışkanlık haline gelerek normal olaylar olarak görülmektedir. 

----- Allah'a secde etmeyen, günahtan korkmayan insanların oluşturduğu şehirlerin sonu ne olur ?. 

"Biz de, o zalimlere, yoldan çıkmalarından dolayı gökten azab indirdik."
" Biz de, o zalimlere, zulümlerinden ötürü gökten azab gönderdik."

Yukarıdaki cümleler , bu şehirlerde yaşayan insanların sonunu anlatmaktadır. Sünnetullah gereği , Allah (c.c) tarafından belirlenen kulluk ve insana saygı esasına dayanmayan insanların hakim olduğu şehirlerin yıkımı kaçınılmazdır. Bu şehirlerin yıkımı illaki gökten taş yağması şeklinde gerekmemektedir. Kur'an'ın böyle bir ifade kullanması , din dilinin gereği olan işlenen bir cürümün ne kadar çirkin, ve bunun cezasının ne kadar feci olduğunu beyan etmek amacına matuftur. 

Bugün şehirlerde, engelli bir insanı hayata bağlayan aracını , emekli bir yaşlının maaşını , hastanın tedavi için biriktirdiği parasını sadece uyuşturucuya para yetiştirmek için çalmaktan çekinmeyen , çocuklara dahi şiddet göstermekten çekinmeyen , cinsel arzularını tatmin için her türlü aşağılık yolu deneyen , üç kuruş için cinayet işlemekten çekinmeyen insanların doldurduğu şehirlerin başına gelenler gökten azap yağması değilde nedir ?. 

Çocuklarını okula yalnız göndermekten korkan velilerin , geceleri sokağa çıkmaya korkan , evlerinin kapılarını kilit üstüne kilit yaptırmak zorunda kalan , yolda her şeyden habersiz olarak yürürken trafik kazasına kurban giden , ve daha sayamadığımız bir çok tehlike ile iç içe olan insanların yaşadığı şehirlerin üzerine gökten herhalde rahmet değil azap yağacaktır. 

Kur'an , Araf suresi içinde İsrailoğullarına mensup deniz kıyısındaki bir şehirde yaşayan insanların helak edildiğinden bahsetmektedir. Bu topluluğun helak edilme sebebi , Allah (c.c ) nin yasaklamış olduğu halde cumartesi günü çalışmış olmalarıdır. Bu topluluk içinde helak edilen guruplar bu yasağı ihlal edenlerle , yasağı ihlal etmeyip fakat ihlal edenleri uyarmayanlardır . 

Bizler her türlü şerrin yaşandığı şehirler halkı olarak , bu şerleri işlememek ile erdemli bir davranış içinde bulunuyor olabiliriz , fakat bu şerleri işleyenlere karşı uyarı görevinde bulunmamak sureti ile , yorganı tepemizden çekip yattığımız takdirde , bu şerlerin meydana getirdiği çöküşün enkazı altında bizlerde kalmaktan kurtulamayız.

Şehirde yaşamanın bir kuralı da , Allah'a kul olma bilincini kaybetmiş , insanı insan yapan değerleri hiçe sayarak , hak , hukuk , kural tanımadan bir hayat sürenlerin yanlışlarını uyarmaya çalışmak olmalıdır. Uyarı görevinde bulunmayanların da , geçmişte yaşayan deniz kıyısındaki halkın benzeri bir akıbete uğraması kaçınılmazdır.

İnsanların birlikte yaşamasının temel kuralı birbirlerinin hak ve hukukuna saygı gösterilmesi olduğunu herkes bilmektedir. Bizim amacımız , ilgili ayetlerin güncel mesajının ne olduğunu okumaya çalışmaktır. İsrailoğulları ile ilgili bir ayetin nasıl tarihsel olmaktan çıkarılarak , bize dair bir mesajı olabileceğini göstermek çalışmak bu yazının gayelerinden birisidir. Yazıda ele almaya çalıştığımız konu , kimsenin bilmediği bir konu değil , herkesin malumu olan bir konudur.

Sonuç olarak : Birlikte yaşamak zorunda olan insanların bu birlikteliğinin mutlu ve huzurlu bir şekilde sürmesi için , insanların can , mal , ırz , namus , gibi haklarının gözetilmesine yönelik kuralların ihdas edilmesi şartı vardır. Birlikte yaşamak, önce bireysel eğitimden başlamak zorundadır . Aile ve okulun, insanların hak ve hukukuna riayet eden bir yaşamın sürülmesi gerektiğini insanlara öğreten en önemli kurumlar olması nedeniyle , insan hayatındaki yeri elbette yadsınamaz. 

"Allah'a secde etmek ve günahtan korkmak" cümlesi ile ifade edilen insan onuruna saygı duyulan , insanların hak ve hukukuna dayalı bir şehir yaşamı , insanların güvenli , mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesinin garantisidir. Bunun tersi ise , korkunun hakim olduğu bir şehir yaşamı demektir. Huzur ve güvenden yoksun olan şehirler ise , zaman içinde yıkıma uğramaya mahkumdur. 

Şehirlerin birleşiminden meydana gelen devletlerin devamı ise , şehir halklarının kulluk bilincine sahip bir hayat sürmesi ile yakından alakalıdır. Bireylerin sağlıklı bir inanca sahip olması , aynı zamanda o bireylerin meydana getirdiği toplumların da sağlıklı bir şekilde yaşamasının garantisidir. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.


6 Ekim 2016 Perşembe

Bakara s. 261-274 Arasındaki İnfak Ayetleri Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

İnsanların ekonomik bakımdan tamamının aynı seviyede olmayışı nedeniyle , ekonomik bakımdan iyi durumda olanların üzerine, ekonomik bakımdan iyi olmayanlara karşı bir takım yükümlülükler getirilmiştir. İnsanlar arasındaki sosyal dengenin sağlanması yolunda önemli bir adım olan infak müessesesinin ayakta kalarak işlevini sürdürmesi, her zaman olduğu gibi bugünde önemini korumaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde önemli rol oynayan bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda , Kur'anda bir çok ayet bulunmaktadır. 

Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır. 

İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız. 

Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz. 

[002.261]  Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.

Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c),  malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez. 

Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.

[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263]  Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.

Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.

[002.264]  Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.

264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır. 

Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir. 

Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.

[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.

Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.

[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.

266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

[002.267]  Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.

267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır. 

Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.

Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır. 

Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.

[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.

Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.

[002.269]  Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.

Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.

[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.

İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir. 

[002.271]  Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır

Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır. 

Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.

[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.

Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.

Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.

[002.273]  Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.

273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir. 

[002.274]  Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.

Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki  gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi. 

İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.

İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


1 Ekim 2016 Cumartesi

Bakara s. 146 ve En'am s. 20. Ayetlerinde Kitap Verilenlerin Oğulları Gibi Tanıdıkları Kimdir ?

Kur'anın bağlam gözetilerek okunması , onun anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bağlam gözetilerek yapılan bir okuma , bazı yanlış anlamaları veya kişisel düşüncelere göre ayetin şekillendirilmesini önleyen önemli bir etkendir. Bağlam gözetilmesi gereken yerde, bu işlemi uygulamamak neticesinde, bazı yanlış sonuçların doğması kuvvetle muhtemel olup , Kur'an okumalarında yapılan yanlışların önemli bir bölümünün , bağlam gözetilmemesi neticesinde yapılan okumaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bazı yazılarımızda bu noktayı dikkate alarak , yapılan yanlışlara parmak basmaya çalışmaktayız. Bu yazımızda benzer metne sahip olan iki ayetin bağlamını dikkate alarak, ayet içinde kast edilen şeyin ne veya kim olabileceğini bağlamı dikkate alarak tefekkür etmeye çalışacağız.  

Bakara s. 146. ayeti : 

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

[002.146] Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh bilir oldukları halde, yine de hakkı gizlerler.

En'am s. 20. ayeti:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

[006.020]  Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlarr; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar.

Her iki ayetteki  " ya'rifunehu kema ya'rifune ebneehum" (onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar) ibarelerine, parantez içine "Muhammed'i" , "Peygamberi" kelimeleri koyularak "ya'rifuneHU" kelimesindeki "Hu" zamirinin, Muhammed (a.s) ı işaret ettiği yönünde ilaveler yapılmaktadır.

Bu ilavenin yapılmasına sebep ise , "ebneehum" kelimesinin "oğulllarını" anlamına gelmesine istinaden , bir insanı işaret ettiği düşünülmesi ,bunun neticesinde oğul olarak kast edilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu şeklinde yorumlar daha ağır basmaktadır. Ancak meallere konulan parantezlerin, ve bu yönde yapılan yorumların, bağlama uygun parantez ve yorumlar olduğunu söylemek güçtür. 

Bakara s. 146. ayeti , 142. ayetten itibaren başlayan ve kıble ile ile ilgili ayetlerin bağlamına dahil olup , bu bağlam gözetilerek okunmasının daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. Bakara s 146. ayetindeki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirinin ayet içinde raci edilebileceği bir isim mevcut değildir. Öyleyse bu zamiri konu ile alakalı bir kelimeye raci etmek en doğrusu olacaktır. 

Bakara s. 142 ve 150. ayetler arasında dikkati çeken ve ayetlerin merkezindeki kelime "Kıble" kelimesidir. 144. ayet içinde "Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbleri tarafından hak olduğunu elbette bilirler." cümlesi yine kıbleye işaret ederek , bunun kitap verilenler tarafından bilindiğini haber vermektedir. 

146. ayetteki bilinme ve tanınma bağlam dahilinde bir bilinme tanınma olması gerektiği için be bilinme ve tanınma Muhammed (a.s) için değil , kıble için olması daha doğru görünmektedir. Eski tefsirlere bakıldığında bağlam dahilinde bir yorum yapılarak kıble olabileceği yönünde görüşler olmasına karşın , meallerin çoğunda açılan parantezler Muhammed (a.s) olarak yapılmıştır. 

"Oğullarını tanıdıkları gibi tanımak" cümlesini bir deyim olarak aldığımızda , bu deyim sadece bir insanı tanımayı değil , bir şeyin çok iyi bilindiği ve tanındığı anlamında kullanılan bir deyim olması daha makul görünmektedir.

Buna göre Bakara. s. 146. ayetinde tanına oğul Muhammed (a.s) değil , Kıble olması daha doğru olacaktır. Kabe nin İbrahim (a.s) dan beri bilindiğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda , Kabe nin ve oranın kıble olmasının İsrailoğulları tarafından bilinmemesi zaten imkansızdır. Eğer bu ayete parantez açılacak ise bu parantezin  (Muhammed'i) şeklinde değil, (Kıble'yi) şeklinde açılması daha doğru olacaktır. 

İkinci ayetimiz olan En'am s. 20. ayeti ise , "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirini raci edilebilecek bir isme sahip değildir. Bakara s. 146. ayetine açılan parantezin bir benzeri bu ayet içinde açılarak, (Peygamberi) şeklinde ilave yapılmaktadır. Bu ayette de , böyle bir ilave yapılabilecek bir isim mevcut değildir . Öyleyse bu zamirin yine bağlam dahilinde bir isme raci edilmesi uygun olacaktır. 

[006.019]  De ki: «Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?». De ki: «Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?» De ki: «Ben buna şahitlik etmem». «O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım» de.

20. ayetten bir önceki 19. ayette Kur'an kelimesi , 20. ayetteki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirine raci edebileceğimiz bir isimdir. Buna göre En'am s. 20. ayette , kendilerine kitap verilenlerin oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları şey Muhammed (a.s) değil , Kur'an olmalıdır. 
Yani kendilerine kitap verilenler Kur'anı çok iyi tanımaktadırlar. 

Elbette bu tanıma , Allah (c.c) nasıl Musa ve İsa (a.s) ları göndererek , Tevrat ve İncil'i inzal edildiğini nasıl biliyorlar ise , Allah (c.c) nin gelecek olan elçiyi daha önceki elçiler ile haber vermesinden mütevellit , bir elçinin kitap ile geleceği çok iyi bilinmektedir. Şuara s. 196. ve 197. ayetleri bu bilinmeyi işaret etmektedir

[026.196]  O, (Kur'an)şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır.
[026.197]  Onu Beni İsrail ulemasının bilmesi de onlara bir âyet (bir delil) değil mi

Eski tefsirlere bakıldığında bu ayetteki zamirin, Kur'ana raci edilebileceği yönündeki görüşler olmasına karşın , "oğul" kelimesinin bir insanı işaret edebileceği düşüncesi daha ağır basarak , (Peygamber'i) şeklinde parantezler , ve bu doğrultuda yorumlar daha ağır basmıştır.

Sonuç olarak : Bakara s. 146 ve En'am s. 20. ayetlerinde geçen "Onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" cümlesinden kast edilen şeyin Muhammed (a.s) olduğu yönünde yorumlar yapılmış ve bu yorumlar doğrultusunda meallerde parantezler açılmıştır. Ancak bağlam gözetilerek yapılan okumalar sonucunda , Bakara s. 146. ayetine (Kıble'yi) , En'am s. 20. ayetine ise (Kur'anı) şeklinde parantez açılması ayetlerin bağlamına daha uygun olacaktır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Eylül 2016 Perşembe

BAKARA S. 219. Ayeti : Servet Düşmanlığına Alet Edilen Bir Ayet

Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanlardan bazılarını bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kıldığını beyan etmektedir. Bu üstün kılınma, bir takım sebepler dahilinde olup , yazının konusu rızık bakımından üstün olanların , kendilerinden aşağı olanlara karşı yapması gereken infak konusu ile ilgili olan Bakara s. 219. ayeti ile ilgili olacaktır. 

Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.

Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.

[002.215]  Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.

İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım. 

El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım. 
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü. 
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.

Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)

Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir. 

[007.199]  Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.

Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.

[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.

Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır. 

Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.

Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir. 

[009.034-35]  Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.

Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.

[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir. 

 [002.180]  Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.

Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;

ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?. 

Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu. 

Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.

Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır. 

[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048]  Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049]  «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.

Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir. 

İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir. 

BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?. 

Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır. 

Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır. 

Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.

Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde  dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.


Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir. 

Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar. 

Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler. 

Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.  

Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır. 

Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz. 

Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu  ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.

Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN  bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın 

Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."

Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır. 

Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur. 

Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır. 

Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Bakara s. 97-98. Ayetleri : Cibril'e Düşman Olan Müslümanlar

Yazının başlığını okuyanların bir çoğunun "BAKARA Suresi 97.ve 98. ayetlerinde; Cibril'e düşman olanların Yahudiler olduğu bildiriliyor, Müslümanlar değil" şeklinde bir itirazda bulunacağını tahmin ederek, önce neden böyle bir başlık seçtiğimizi izah etmeye çalışalım.

Allah(c.c) kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi bir melek elçi aracılığı ile indirdiğini birçok ayette beyan etmesine rağmen, bu melek elçiyi red eden bir düşünce üretilerek, melek elçiyi devre dışı bırakan bir söylem üretilmekte ve bu söyleme uygun olarak konu ile ilgili ayetler TAHRİF edilerek, söylemin doğruluğu desteklenmeye çalışılmaktadır.

Düşman kelimesini kullanmış olmamız, böyle bir elçinin olmadığını iddia ederek, vahyin Muhammed(a.s)'ın kendi düşünce ürünü olduğunu iddia eden kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanması sebebi iledir. Yoksa kimsenin "Ben Cibril'e düşmanım" şeklinde açık bir ifadesi olduğu iddiasında değiliz.

Yazımızda ilgili ayetlerin tahlili, nasıl tahrif edilmeye çalışıldığı ve Allah(c.c)'nin neden böyle bir aracı ile vahyi indirdiğini beyan ettiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Cibril veya Cebrail adı ile bilinen ve vahyi indiren melek olduğuna inanılan şeyin aslında melek olmadığını, "Allah'ın onarması" ve "Kur'an" olarak anlaşılması gerektiği iddia edenlerin fikir babası diyebileceğimiz (diğer kimseler bu görüşlerini bu kişiden esinlenerek almışlardır) "Tebyinül Kur'an" adlı eserin müellifi olan, sayın Hakkı Yılmaz'ın BAkARA Suresi 97. ve 98. ayetlere verdiği anlam şöyledir;

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

97.De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. - Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98.Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.

Müellef, bu ayetlere verdiği anlamı izah etmek için "ayetlerin teknik yapıları" adı altında açtığı başlıkta böyle bir anlam verme gerekçesini uzun bir şekilde izah etmektedir. Sayın müellif, bin dereden su getirme misali yapmaya çalıştığı izahın içinde, 97. ayetteki "bi iznillahi" ibaresini neden anlama dahil etmediğini izah etmemektedir. Teorisini Cibril'in Kur'an olduğu önyargısı üzerine kuran müellif, bu ibareyi anlama ilave ettiği an, bu ayete verdiği anlamın çökeceğini bildiği için bu ibareyi metinde yok sayarak anlama ilave etmemiştir.

Sayın müellifin çevirdiği kitap herhangi bir insanın kitabı, değil Allah(c.c)'nin kitabıdır. İnsanın kitabı olsa dahi, çevirirken bazı kurallara riayet etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Bu kuralların başında ise; çevirdiği kitabın içinde kafasına yatmayan bir şey olsa dahi, bunu kendi hevasına göre bazı ibareleri yok etmek şeklinde bir cürete kimsenin hakkı yoktur.

Biz, müellifin düştüğü "Cibril vahiy meleği değildir" gibi bir önyargıya düşmeden, yani biz de "Cibril mutlaka vahiy meleğidir" iddiası içinde olmadan ve Cibril'e kendisinin bindirdiği anlam gibi bir anlam bindirmeden, BAKARA Suresi 97. ayeti kelime kelime tercüme etmeye çalışalım.

qul : de ki 
men : kim
kane: oldu
aduvven : düşman
li cibrile : cibrile
fe innehu : muhakkak o
nezzelehu : onu indirdi
ala qalbike : senin kalbin üzerine 
bi iznillahi : Allah'ın izni ile
musaddikan : tasdik edici olarak 
li ma : o şeyi ki 
beyne yedeyhi : iki elleri arasında , önünde
ve hüden : hidayet edici , yol gösterici olarak
ve büşra : müjdeci olarak
lilmü'minine : mü'minler için , iman edenler için 

Anlamı toparlayacak olursak; "De ki kim CİBRİL'e düşman oldu ise, muhakkak O o şeyi ki senin kalbinin üzerine ALLAH'IN İZNİ İLE, iki elleri arasında olanı tasdik edici, yol gösterici, müjdeci olarak indirmiştir."

Ayeti dikkatli ve ön yargısız olarak okumaya çalıştığımızda; Cibril olarak anılan şeyin (herhangi bir anlam bindirmiyoruz) bir şey indirdiğini, o indirdiği şeyin ALLAH'IN İZNİ ile olduğunu, indirilen o şeyin İsrailoğulları'nın elinde bulunan şeyi tasdik ettiğini, yol gösterici ve müjdeci bir özelliğe sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani Cibril kelimesi ile bahsedilen şey Kur'anı indirmiş ve bu Kur'an, Tevrat'ı tasdik eden müjdeci ve yol gösterici bir kitaptır.

Dikkat edilirse burada Cibril ile birlikte inen başka bir şey de bulunmaktadır ve müellif metin içindeki "bi iznillahi" ifadesini göz boyacı bir sihirbaz gibi yok ederek anlama dahil etmemiş, böylece istediği anlamı bu şekilde vermesi mümkün olmuştur. Eğer bu ibareyi çevirisine dahil etmiş olsaydı, Cibril'e verdiği anlam olan Kur'an'ın kendi kendisini indirdiği gibi saçma bir anlam oluşacağı için, çareyi bu ibareyi çeviriye dahil etmemekte bulmuştur.

Sayın müellife yaptığı hatayı göstermek için; bir ara, açmış olduğu sosyal medya hesabı üzerinden bu ayeti kelime kelime çevirmesi yönünde yaptığımız isteğin geri çevrilerek karşılık bulmadığını da burada söylemek istiyoruz.

Şimdi soruyoruz; Kur'an'ı kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek için onu tahrif etmek pahasına dahi olsa ketmetmek kimlerin harcıdır? Bu sorunun cevabı, yine BAKARA Suresi içinde verilmekte ve kitabı gizlemenin ağababası olarak Yahudiler işaret edilmektedir. Müslüman olmak iddiasında olmak, bize inmiş olan kitabı öncekiler gibi okuyarak, işimize geldiği gibi yorumlamak değil, onun anlattığı biçimde teslim olmak olmalıdır.

Müellif, Kur'an'ın inişi ile ilgili olarak NAHL, ŞUARA ve NECM Sureleri içinde geçen ayetleri de aynı şekilde tahrifata uğratarak, ön yargıları doğrultusunda anlam vermeye çalışmıştır. Yazının uzamaması için bu ayetleri burada ele almadan, neden böyle bir aracı ile vahyin indirildiğinin ifade olabileceği konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müellifin eseri ile ilgili olarak yazmış olduğumuz blog içinde "Tebyinül Kur'an'dan tahriful Kur'an örnekleri" başlıklı yazılara göz atılarak yapmış olduğu tahfiratlar görülebilir.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki; Cebrail adı bilinen meleği, gelenekteki anlaşıldığı şekli ile kanatları olan mitolojik bir varlık olarak algılamak ve düşünmek mümkün değildir. Melek denildiği zaman, kanatları olan ve kuş gibi uçan varlıkları akla getirmek, Kur'an'dan beslenen bir aklı ürünü olamaz.

FATIR Suresi başında bahsedilen meleklerin kanatlarını gerçek anlamda okumak bazı problemler getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir. Allah(c.c); soyut olan bir şeyi somut hale sokarak, bizim zihni idrak kapasitemiz dahilindeki bilgilere benzeterek anlatmaktadır.

Melek denildiği zaman biz ontolojik mahiyetinin olup olmadığı yönünde bir tartışmaya girmekten ziyade, o kelime ile neyin anlatılmak istenildiği üzerinde fikir yürütmenin daha sağlıklı sonuçlar getireceğini düşünmekteyiz.

Gelenekteki din algısı maalesef Cibril veya başka bir ad ile anılan ve vahyi getirdiği beyan edilen elçi meleğin nasıl  olduğu üzerinde kafa yorarak , neden böyle bir yol kullanıldığının ifade edilmiş olduğu üzerinde durmamışlardır. Halbuki asıl üzerinde durulması nokta, neden melek aracılığı ile Muhammed (a.s) a vahyedilmiş olduğunun beyan edildiği olmalıdır. 

Geleneğin bu yanlış Cibril algısı, maalesef şu anda böyle bir meleğin olmadığını iddia etmek noktasına gelen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halbuki vahyin Muhammed(a.s)'a ulaşma yolu ile ilgili ayetleri gelenekteki yanlışı dikkate alarak yapılan bir okuma yerine, böyle bir yolun neden kullanıldığının beyan edilmiş olduğu üzerinde yoğunlaşan bir okuma yapılmış olsaydı, varlığının veya yokluğunun tartışılmasının gereksiz ve boş bir tartışma olduğu ortaya çıkacak ve böylece Kur'an ayetlerini tahrif etmeye kadar varan cürete gerek kalmadan, daha makul ve daha doğru bir açıklama getirilecekti.

Vahiy sadece Muhammed(a.s)'ın şahit olduğu bir olay olup, bizler bu olaydan Kur'an'ın anlattığı kadarı ile bilgi sahibi olmaktayız. Gayba dair bir konu olan vahiy olgusu içinde bize verilen bilgilerden bir tanesi; bu vahyin direk Allah(c.c)'den Muhammed(a.s)'a değil, Allah - Melek - Beşer elçi şeklinde gerçekleştiğidir.

Aradaki melek elçinin ne veya nasıllığı konusunda bir anlatım bizlere yapılmamış olup, onun görselliği konusunda yapılan rivayetler mitolojik bilgilerdir. Allah(c.c)'nin meleklerden elçi seçtiğini (HACC 75), seçtiği elçiye başka bir elçi ile vahyetmesini (ŞURA 51), kullarından dilediğine melek indirerek vahyetmesi (NAHL 2) gibi ayetleri doğru anlamanın yolu; Kur'an'ın nüzul dönemi arka plan inancının anlaşılması ile mümkün olacaktır.

Kur'an'ın nazil olması öncesi Arap cahiliyesinde "şair", "kahin" gibi ünvanlara sahip olan kişiler, ağızlarından çıkan sözlerin kendi ürünleri değil "cin" denilen varlıklardan aldıkları gaybi bilgiler olduklarını iddia ederek, bu şekilde kendilerine diğer insanlardan ayrıcalık sağlamakta idiler. Gaybdan haber aldığını iddia etmek herkes için geçerli bir şey olmayıp, şair, kahin gibi ünvanlara sahip olanlara has bir durumdu. Muhammed(a.s)'a yöneltilen şair, kahin, mecnun gibi suçlamaları, Arap cahiliyesinde yerleşik olan bu inancın bir tezahürü olarak anlamak gerekmektedir.

Gaybdan haber aldığını iddia edenleri kahin ve şair olarak tanıyan Arap insanı, Allah(c.c)'den vahy aldığını iddia eden Muhammed(a.s) için de aynı şeyi düşünerek, onun şair, kahin veya mecnun yani cinlenmiş olduğunu iddia etmeye başladılar.

Bu bağlamda "melek" ve "şeytan" kelimelerinin halk arasındaki bilinen anlamını dikkate almanın konuyu anlamada kolaylık sağlayacağını söylemek istiyoruz. Halk arasında "melek" denildiği zaman iyilik, güzellik gibi olumlu kavramlar akla gelirken, "şeytan" denildiği zaman kötülük ve çirkinlik gibi kavramlar akla gelmektedir. Yani melek ve şeytan denildiği zaman kişinin aklına onların ontolojik varlıkları değil, temsil ettikleri anlamlar akla gelmektedir.

Allah(c.c) gaybdan haber aldıklarını iddia eden kahin ve şairlerin bu haberleri, şeytanlardan aldıklarını ifade ederken, vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözlerin şeytan eseri değil, Allah(c.c)'nin sözleri olduğunu bildirmektedir.

Allah(c.c) kuluna bu sözleri şeytanın karşıtı olan melek aracılığı ile vahyettiğini bildirmesini, bu arka plan dahilinde anlamaya çalıştığımızda, melek aracılığı ile vahyetme olgusunun daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.

Bir an için kendimizi Muhammed(a.s) yerine koyalım; yaşadığı şehir içinde gaybdan haber aldığını iddia eden kahin ve şairler cirit atmakta ve ona bir gün Allah(c.c)'nin vahyi olduğu söylenen sözler vahyediliyor.

Kitap nedir iman nedir bilmeyen Muhammed(a.s) bir insan olarak kendisine vahyedilen bu sözlerin kimden geldiği konusunda elbette kuşkuya düşebilir. Çünkü o böyle bilgileri kahin, şair veya mecnun olarak bilinen kimselerin aldığını iddia ettiklerini bilmektedir.

Kur'an'ın Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan ayetlerine baktığımızda, ona gelen bu vahyin Allah(c.c)'den olduğu, kahin, şair veya mecnun olmadığı yönünde onun gönlünü ferahlatacak bilgiler verilmiş olması, yaşadığı zaman ve mekanda genel geçer olan anlayışa uygun olan bir tarzda ona anlatılarak, şair ve kahinlerin sahip olduğu bilgilerin kaynağı ile onun sahip olduğu bilgilerin kaynağının aynı olmadığı ona haber verilmektedir.

Şair ve kahinlere geldiği iddia edilen bilgiler şeytan menşeli iken, ona gelen bilginin menşei Allah(c.c)'den olup, bu bilgi ona melek elçi ile verilmektedir. Ona meleğin inmiş olması, şeytanın inmemiş olmaması anlamına gelmektedir.

[026.193] Onu Ruh el-Emin indirmiştir.
[026.194] Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
[026.195] Apaçık Arapça bir dille.
[026.196] O, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da var.
[026.197] Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil mi?

[026.210] Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi.
[026.211] Bu, onlara düşmez de, buna güçleri de yetmez.
[026.212] Doğrusu onlar (vahyi) dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

[026.221] Şeytanların kime indiğini size bildireyim mi?
[026.222] Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
[026.223] Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
[026.224] O şairlere gelince; onlara azgınlar uyar.
[026.225] Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;
[026.226] Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.

Yukarıdaki ŞUARA Suresi'nden verdiğim ayet mealleri, demek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler, Arap insanının bilgisi dahilinde olan kahin ve şairlerin şeytanlardan aldığı ilham değil, Allah(c.c)'nin melek aracılığı ile ona indirmiş olduğu sözlerdir. Şairlerin ve kahinlerin okudukları sözlerin kaynağı kötülüğün temsili olan ŞEYTAN iken, Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler TEKVİR Suresi 19. ayette "Kerim Elçi" olarak tabir edilen MELEĞİN sözleridir. Elbette bu melek ona Allah(c.c)'den aldığı sözleri aktarmaktadır.

[081.019] Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.
[081.020] (Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.

Yine tekrar ediyoruz; bu meleğin ontolojik mahiyeti bizim için ilgi alanı dahilinde değildir, olmaması da gerekir. Bizim ilgi alanımıza neden böyle bir yol kullanılmış olduğu girmeli ve onun dışına çıkmamalıdır. Geleneksel din anlayışında vahiy meleği ile neredeyse her gün buluşan, onunla muhabbet eden, ondan Kur'an haricinde de sözler alan bir elçi anlayışı, maalesef bizleri vahiy meleğini red etme noktasına getirmiştir.

Vahyin melek aracılığı ile inmiş olmasını red etmenin ne gibi zararları olabilir?

Öncelikle böyle bir yol ile indirdiğini beyan eden ayetleri inkar etmek anlamına gelecektir. Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin, "deizm" akımına kapılmalarının altında yatan sebeplerden bir tanesi, Kur'an hakkında edinmiş oldukları bazı yanlış bilgilerdir.

Kur'an'ın Muhammed(a.s)'ın ilhamı olarak dile getirilmiş olan sözler olarak görmeye başlayan bu kimselerin, bu tür düşünceler içine girmelerinin sebeplerinden bir tanesi; Kur'an'ın melek elçi ile indirilmiş olduğunu beyan eden ayetleri doğru okuyamamaları neticesinde, bu sözlerin Allah(c.c)'nin kelamı değil, Muhammed(a.s)'ın sözleri olduğuna inanmalarıdır. Muhammed(a.s) bu sözleri Allah'ın ona vahyetmesi ile değil, içine doğan bazı ilhamlar neticesinde dile getirdiği iddiası, eski Kur'an'cı yeni deist veya deist olmaya aday bazı kimselerin dile getirdiği iddialardandır.

Muhammed(a.s)'ı kahin ve şairlerden ayıran nokta; onun okuduğu sözlerin ona melek elçi ile vahyedilmiş olduğudur. Bu noktayı göz ardı ettiğimizde Muhammed(a.s)'ın şair veya kahinden bir farkı olmadığı iddiası zımnen de olsa dile gelmiş veya bu kapı aralanmış olacaktır.

BAKARA Suresi 97. ayete verdiği anlamın tahrifat olduğunu iddia ettiğimiz kişinin başı çektiği düşüncenin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. Düne kadar onun eserlerini okuyarak dini öğrenen bazı kimselerin, bugün deizm akımına dahil olmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi, bu kişinin ortaya attığı bazı yanlış düşüncelerdir.

BAKARA SUresi 97. ve 98. ayetlerde dile getirilen Cibril'e düşmanlık, bağlam olarak İsrailoğulları tarafından yapılan bir düşmanlık olup, vahyi red etmek anlamında yapılan bir düşmanlıktır. Bu düşman olmayı Allah(c.c) küfür olarak nitelemektedir. Müslüman kesimin bir kısmında ortaya çıkan Cibril'in farklı şekilde yorumlanarak red edilme yoluna gidilmesi, bugün değilse ilerleyen zamanlarda vahyin red edilmesine yani küfre kapı aralayan bir düşünce olması nedeniyle, yazımıza böyle bir başlık atmayı uygun bulduk. Yazının amacının, Cibril konusunda bazı kimselerin söylediklerini doğru kabul ederek yanılgı içinde olan kimseleri, kafir olarak nitelemek amaçlı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Allah(c.c) Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi HAC 75 ve diğer ayetlerde beyan ettiği üzere meleklerden seçtiği elçi ile indirdiğini beyan etmektedir. Vahyin böyle bir yol izleyerek inişini anlamak için, Arap cahiliyesi arka plan düşüncesinin anlaşılması önemli bir rol oynamaktadır.

Kahin ve şairlerin gaybdan haber aldıklarını iddia ettikleri topraklarda, Allah(c.c)'den vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın aldığı vahyin kahin ve şairlerden farklı olduğunu ifade etmek için kullanılan "melek elçi" vasıtası ile ona vahyedilmiş olduğunu red etmenin yolunu, bu konu ile ilgili ayetleri tahrif etme yoluna giderek bulmaya çalışanların yaptıkları şey, ön yargılarını Kur'an'a kabul ettirme yöntemli bir okumadır.

Yapılan Kur'an okumaları; metin dahilindeki anlatımlar baz alınarak, anlaşılmaya çalışılmaya, işimize gelmediği yerde metin içindeki bazı ibareleri görmezden gelmeye çalışarak, kendi düşüncemizi Kur'an'a onaylatma ameliyesi içinde olmamalıyız.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ocak 2016 Pazartesi

BAKARA s.153. Ayeti: SABIR ve SALAT İle Nasıl Yardım İstenir?

İnsanlar için hidayet yani yol gösterici olan Kur'an, başı dara düşen insanın bu darlıktan kurtulması için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini de beyan etmektedir. Kur'anın hayata dair sözü olduğu bilincinden uzak olarak yapılan okumalar sonucunda , bu yol göstericilik çerçevesinde beyan edilen ayetler ya gözden kaçırılmış , ya da ayetler içindeki kavramlar farklı yönlere çekilerek içi boşaltılmış bir hale dönüştürülmüştür.

Bakara s. 153. ve onun gibi sabır ile salatı emreden ayetler , sözünü ettiğimiz hataya kurban gitmiş ve başı dara düşene her konuda yol gösteren ayetler olarak, hayat içinde yerini bulmasını beklemektedir.

[002.153] Ey İnananlar! Sabır ve salatla yardım isteyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.
[002.045]  Bir de sabırla, salatla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.

Bu ayet içinde geçen "Salat" kelimesinin bir çok mealde "Namaz" olarak çevrilmesi ,kelimenin anlamının daraltılmasına sebep olduğunu düşünmekteyiz. Namaz , salat kavramının içinde bir cüz olmasına rağmen, bu kelimenin namaz olarak çevrilmesinin , verilmek istenen mesajın eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz. 

Yazımızın konusu , "Salat" kelimesinin anlamının namaz olduğunu veya olmadığını ispatlamak değil , bu kelimenin ifade ettiği anlam örgüsünün , filolojik tartışmaları geride bırakan ve daha geniş bir anlama sahip olduğunu ifade etmeye çalışmak olacaktır. Bizler maalesef kur'an kelimelerini sadece onların ifade ettiği sözlük anlamları etrafında okumaya çalışıp , bu kelimelerin anlam derinliğini göz ardı eden, mekanik ve hayat safhasında karşılığı olmayan okumalar yaparak , Kur'an okumalarını entellektüel bir faaliyet olmaktan öteye geçirmeyen çalışmalar yapmaktayız.

"Kur'anda en fazla yer tutan kelimelerden birisi olan "Salat" kelimesini , konumuz olan ayet çerçevesinde düşündüğümüzde , anlam daralmasına uğratılmış ve modernist okumalar yolu ile bu kelimenin ifade ettiği anlamın, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam arayışına gidilmediğini,  yapılan tartışmaların bu kelimenin anlam alanının kendi iddiamız doğrultusunda olduğunu ,veya karşı tarafın iddiasının doğrultusunda olmadığı ispatlamaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi , herhangi bir kelimenin anlamı etrafında bir düşünce sergileyerek , bu kelimenin ayet , sure , Kur'an ve yaşanan hayat bütünlüğü ile alakasını kurmadan okumak olduğunu söyleyebiliriz. "Salat" kelimesi ve türevleri, bu türden okumaların yoğunlaştığı bir kelime olarak karşımızda durmaktadır.

Kur'anın yaşanan hayata dair sözleri olan , yaşanan hayatları geçmiş hayatlardan örnekler vererek düzenleyen, bir kitap olduğunu, içindeki örneklerin entellektüel tartışmalara kurban edilemeyecek kadar hayat ile ilgili olduğunu "Salat" kelimesinin Kur'an içinde geçişleri sayesinde anlamaktayız. 

Konumuz olan ayetin hayat içinde ağırlıklı olarak pratize edilme şekli , başımıza gelen herhangi bir zorluğa karşı Allah (c.c) den namaz kılarak yardım istemek ile gerçekleşmektedir. İlmihal kitaplarının veya insanları sadece mistik duygularla uyutarak onların sırtından para kazanmayı amaçlayan T.V hocalarının anlattıkları din de, en alakasız konuların halli için , kaynağı hurafe olan namaz isimleri  belirlenerek cahil halk aldatılmaktadır.

Bu namazları kılarak isteğinin yerine gelmesini bekleyen cahil halk kesimi , isteğinin gerçekleşmediğini görünce, suçu kendisinde değil Allah (c.c) de arayarak bu sefer büsbütün dinden uzaklaşmaktadır. Halbuki Kur'anı doğru olarak okumuş olsalar veya Kur'anı doğru okuyanlar tarafında öğrenerek sıkıntıların nasıl bir yolla giderilebileceğini yaşanmış örnekler yolu ile öğrenseler , hem sahtekarların iplikleri pazara çıkmış , hem de isyan içine düşmemiş olacaklardı.

Konumuz olan ayet içinde geçen iki kavramın ,hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği , bu iki kavramı daha önce hayatlarına pratize edenlerin örnekleri okunarak anlaşılmaya çalışılacaktır.

"Sabır" , " Nefsin aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde tutulması" anlamında bir kelimedir.
Kur'anın bir çok ayeti Muhammed (a.s) a karşısına çıkan zorluklara sabretmesi gerektiği şeklinde emri kapsamaktadır. Muhammed (a.s) ın karşısındaki zorluklara sabretmesi, elini kolunu bağlayarak oturmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Onun sabrı, içinde bulunduğu durumu değerlendirerek ona göre strateji takip etmek şeklinde gerçekleşmiştir.

Yine bir çok ayet , iman edenlerin vasıflarını sıralarken , bu vasıflardan birisinin onların başlarına gelenlere sabrettikleri ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri olarak belirtilmiştir. iman edenlerin bu sabrı , oturup beklemekle değil , iman etmenin gereği olan görevlerini yerine getirirken, yolda başlarına gelen olaylara karşı gerektiği şekilde tavır almak şeklinde olması gerekmektedir.

Kur'an içinde en çok zikri geçen elçilerden birisi olan Musa (a.s) kıssasında onun Firavun ile yıllar süren mücadele sonunda İsrailoğullarını zulümden kurtarıp denizin karşı kıyısına geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Musa (a.s) İsrailoğullarına sabrı ve salatı emrederek, bunun etrafında bir mücadele ile Firavun zulmüne karşı koymuşlar ve neticede başarıya ulaşmışlardır. Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayeti , İsrailoğullarının mücadele stratejisini belirten ayetlerdir. 

Musa (a.s) ve İsrailoğulları tarafından ,"Sabır ve Salat  ile yardım istenilmesi gerektiğini beyan eden ayetlerin hayata pratize edilmesi , onların Firavun soykırımından kurtulmak , onun yıllar süren zulmüne karşı ayakta kalmak , onu ve ordusunu alt etmek için gerekli olan hazırlıkları yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu yapılanlar yıllar süren bir zaman aralığına yayılan bir direniş olup , Kur'an bu direnişi iki kelime ile yani "SABIR" ve "SALAT" kelimeleri ile özetlemiştir. 

Kur'an uzun cümleler ile anlatılabilecek sözleri ,  kelimeler ile ifade eden bir usluba sahip olan kitaptır. İsrailoğullarının yıllar süren mücadelesini harfi harfine anlatacak olsa, sadece o kısım ciltler dolusu hacme sahip olacaktır. Ancak yıllar süren mücadeleyi Yunus s. 87. ayetinde "Sabır - Salat- Kıble" kelimeleri ile özetleyerek başarıya giden yolu göstermiştir. 

Bizler başarıya giden yolun nasıl bir mücadele seyri izlediğini , bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar üzerinden Kur'an geneline bakarak okuyabilir ve bu örnekten yola çıkarak başımıza gelen bütün sıkıntıları aşmanın nasıl bir yol ile mümkün olacağını öğrenebiliriz. Çünkü bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulmakta olup, mekanik hayattan kopuk Kur'an çalışmaları ile yapılan tartışmalar sonucunda anlamlarına ulaşılamaz. 

Örneğin ; Hasta olduğumuz takdirde yapılacak olan şey , bu hastalıktan kurtulmak için namaz kılmak veya herhangi kitabın önerdiği duaları tekrarlamak değil , Allah (c.c) nin kevni ayetlerine müracaat etmek olmalıdır. Kitap içindeki herhangi bir ayet veya surenin , baş veya diş ağrısı , mide bulantısı , kanser v.s hastalıklar için okunmuş olması , hastaya hiç bir şekilde şifa vermeyecektir. Kur'an bedeni hastalıkların şifası için değil , şirk hastalığının şifası için reçeteler ihtiva etmektedir. 

Hastalıklar için Allah (c.c) nin yarattığı kevni ayetlere müracaat ederek bu ayetlerin gösterdiği yolda tedavi usulleri kullanmak, "Sabır ve Salat" ile yardım istemek anlamına gelecek ve kişiler zaman içinde sağlığına kavuşacaklardır. 

Örneğin ; Ticari hayatında bazı nedenlerden ötürü borçlu duruma düşmüş olan kimse , bu borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz namaz kılsa bu borçlar asla ödenmez , veya herhangi bir kimsenin kitabında yazan "Borç ödeme duası" gibi duaları sabah akşam tekrar etse, gökten para yağarak bu borçları ödenmesi mümkün değildir. Bu borçların ödenmesi, ticari hayatın gereği olan şartları yani evrensel ticaret yasalarını yerine getirerek mümkün olacaktır. 

Borçlu duruma düşen birisinin , bu borçtan kurtulmak için gerekli olan şartları yerine getirmesi , onun "Sabır ve Salat" ile yardım istemesi anlamına gelecek ve zaman içinde borçlarından kurtulacaktır. 

Örneğin ; Dünya yüzünde yaşayan biz Müslümanların bugünkü zelil halimizden kurtulması , gece gündüz namaz kılmak veya zalimlere beddua seansları ile değil , bu zalimlerden kurtulmanın yolları aranarak gerçekleşecektir. Musa (a.s) ve diğer elçilerin kıssaları içinde geçen mücadele örneklerini takip eden Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , hedeflerine bu yolla ulaşmışlardır.

Müstaz'af durumuna düşen insanların , müstekbirlerin elinden kurtulmalarının yolu , bizden öncekilerin izledikleri yolu takip etmekle mümkün olacaktır. Bu yolu izlemek , "Sabır ve Salat" ile yardım istenmesi anlamına gelerek , zaman içinde müstekbirler yenilgiye uğrayacaklardır.


"Salat" kelimesinin anlamlarından birisi olan "Dua" yı yardım istemenin bir şekli olarak düşündüğümüzde , ilk akla gelen dua şekli elleri havaya kaldırarak hacetimizi arz etme şekli olacaktır, ancak duanın, kavli ve fiili olarak iki şekli olduğunu unutmayalım . Kavli dua fiili dua ile desteklenmedikçe hacetimizin giderilmeyeceği, maalesef biz Müslümanların bir çoğu tarafından bilinmemekte ve bu işten para kazanmak isteyen din tüccarlarına gün doğmakta, piyasada satılan bir çok dua kitabı maalesef bizlerin cehaleti yüzünden kapış kapış satılarak din tüccarlarının keseleri bu yolla dolmaktadır.

Kur'anda Allah (c.c) den yardım isteyen elçilere icabet edilmesi , onların zorlu mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiş olması , bizlere duaların nasıl ve ne şekilde kabul edileceği konusunda bir ışık olması gerekmektedir.

Kur'anın yaşanmış hayatları örnek vererek, yaşanacak hayatları yönlendirme amacına dair ayetleri , yaşanmış hayatlardan kopuk bir biçimde okunduğu zaman , bu hayatları anlatan kelimelere yeniden bir anlam bindirmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. Salat kavramı , böyle bir kopukluk içinde okunarak, yeniden anlamlandırma çalışmalarına kurban giden bir kavramdır. 

Şuayb (a.s) ın kavminin ona söylediği "Taptıklarımızı terketmemizi sana salatın mı emrediyor" sözü etrafında yapılan tartışmalar genelde , bu kelimenin namazı ifade edip etmediği yönündedir. Halbuki bu kelime "Salat anlatılmaz yaşanır" şeklindeki bir sözün , Şuayb (a.s) tarafından hayata dökülmesini ifade etmektedir. Bize  buradan düşen hisse, salat namaz mı değil mi ? sorusunun cevabını aramak değil , bu kavramın yaşamın ta kendisi olduğunu, yaşanmış örneği üzerinden okumak olmalıdır. Şuayb (a.s) kıssası , Allah (c.c) nin "Sabır ve Salat ile yardım isteyin" emrini hayatında pratiğe dökmüş bir örnek bir örnek olarak anlaşılmayı beklemektedir. 

Salat kavramı bugün iki aşırı uç olarak ifade edebileceğimiz , bir kısım kimsenin sadece namaz olarak , diğer bir kısım kimsenin namazla alakası olmayan bir kavram olarak anladığı bir kavram olarak yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu kavram diğer Kur'an kavramları gibi , bütün insanlık tarihi dikkate alınarak , etimolojik tartışmaları aşan ve Kur'an bütünlüğünü gözeten bir şekilde okunmadığı müddetçe, havanda su dövmek misali tartışmaların arkası gelmeyecektir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın odak kavramlarından olan "Sabır ve Salat" ın Müslüman hayatında nasıl pratiğe aktarıldığı , bizden önceki yaşanmış hayatlardan örnekler sunularak bizlere gösterilmektedir. Bizlere düşen görev bu örnekleri masal niyetine okumak değil , Allah (c.c) nin bizlere dair olan vaadinin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgi sahibi olmak ve bu bilgileri hayata aktarmaktır. 

Salat, geniş anlamı olan bir kelime olmasına rağmen , sadece namaza indirgenen boyutunun hayata yansıtılmış , bu boyutunda için boş bir ritüele döndürülmüş olması, maalesef acı bir gerçektir. Salat ile yardım istemenin anlamı , namaz ile yardım isteyeme dönüştürülerek , secdeden başını kaldırmayan fakat yinede istekleri yerine gelmeyen Müslümanların , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya acilen yöneltmesi gerekmektedir.

Yine tekrarlıyoruz ; Bu yazının amacı namazı ret etmek değil , salat ile yardım istemenin anlamının sadece namaz ile yardım istemek olmadığını ifade etmeye çalışmaktır. Salat kelimesini sadece etimolojik anlamı üzerinde tartışmalar yaparak anlamaya çalışmak, yazımıza konu  ettiğimiz ayetleri anlamakta yardımcı olacağını düşündüğümüzü söylemek zordur. Bu kelimenin anlamı hayatın ta kendisini tarif etmekte olup , "SALAT ANLATILMAZ YAŞANIR" şeklinde özetleyebiliriz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Kasım 2015 Pazartesi

Bakara s. 238-239. Ayetleri : Salavat'ın Korunması ve Vusta Salat

Salat kelimesi ve türevleri , Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden olup , çeviri ve yorumlama bakımından anlam alanı daraltılan  bir kelime olarak karşımızda durmaktadır. Çeviri ve tefsirlerde bu kelimenin anlamı, ağırlıklı olarak "Namaz" olarak çevrilerek , daha geniş bir anlama sahip olan bu kelimenin anlamı dar bir alana hapsedilmiş , "Namaz" adı ile bildiğimiz ibadet ise, olması gereken işlevinden çıkarılmış bir halde ilmihal bilgileri etrafında icra edilen kuru bir ritüele dönüşmüştür. 

Konumuz olan ayetlerin çeviri ve tefsirlerine baktığımızda , bu ayetlerin yine "Namaz" olarak çevrildiği, konumuz olan 238. ayetin namaz vakitleri ile alakalı bir bağlam dahilinde okunarak , günlük namaz vakitlerinin 5 olduğuna dair delil olarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu yazının konusunun , Namaz adı ile bilinen bir ibadetin , veya Namaz vakitlerinin 5 olmadığına dair deliller sunmak olmadığını baştan söyleyerek , bu yazıyı yazanın Namaz ve vakitleri konusunda herhangi bir şüphesi veya Amerika yı yeniden keşfetmek gibi bir derdi olmadığı , daha önce bu konuda yazmaya çalıştığı yazılardan görülebilir.

Hâfizû alâs salavâti ves salâtil vustâ ve kûmû lillâhi kânitîn(kânitîne).
[002.238]  Salavatı ve vusta salatı koruyun ve Allah'a boyun eğiciler olarak ayağa kalkın.

Fe in hıftum fe ricâlen ev rukbânâ(rukbânen), fe izâ emintum, fezkurûllâhe kemâ allemekum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
[002.239] Eğer korkarsanız, yaya yahut binekte iken koruyun, güvene erişince, bilmediklerinizi öğrettiği gibi Allah'ı anın.

"Salat" kelimesi ; "Ateşte yakmak" anlamındaki "Saliye" sözcüğünden türemiş olup "Dua , bağışlama" gibi anlamları içinde barındıran bir kelimedir. 

"Hafizu" kelimesi ; " korumak , dikkat etmek , gözetmek , ilgilenmek" anlamındaki "Hıfzün" kelimesinden türemiştir.

Bakara s. 238. ayetinin meallerine baktığımız zaman , ayet içinde geçen , "Salavat" ve "Salat" kelimelerinin "Namaz" şeklinde çevrildiğini görmekteyiz. Şahsi kanaatimiz , "Salatil vusta" deyimi ile Namazın kast edildiği , "Salavat" kelimesi ile Namaz dışındaki başka bir anlamın kast edildiğidir.

Bu kanaatimize dair delilimiz , "Salavat" kelimesinin geçtiği diğer ayetlerdir. 

[002.155-157]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.işte onlar için Rableri tarafından mağfiretler (Salavatün) ve rahmet vardır. Hidâyete erenler de onlardır.

[009.099]  Kimi bedevîler de Allah’ı ve âhireti tasdik eder; Allah yolunda harcamasını, Allah’a yakın olmaya ve Resulünün dualarını (Salavatirresul) almaya vesile sayar. İyi bilin ki bu, onlar için Allah’a yakınlık vesilesidir. Allah onları rahmet diyarı olan cennete yerleştirecektir. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).

Bakara ve Tevbe surelerinde geçen bu kelime "Allah (c.c) nin salavatı" , "Muhammed (a.s) ın salavatı" şeklinde geçmektedir.

Bakara s. 155-157. ayetlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin kullarını yaşadıkları dünya hayatı içinde bir takım sıkıntılar ile imtihan edeceğini beyan etmektedir. Bu imtihanlara karşı isyan etmeyerek sabır gösterenlere, Allah (c.c) tarafından salavat yani bağışlama ve rahmet olduğu vaad edilmektedir. 

Tevbe s.  99. ayetine baktığımızda ise , Araplardan bazılarının Allah (c.c) yolunda yapmış olduğu infakı gösteriş ve riya için değil , Allah (c.c) ye yakınlık ve Muhammed (a.s) ın dan hayır dua almak yani onun salavatına nail olmak vesilesi saydığını görmekteyiz. 

Bakara s. 238. ayetindeki "Salavatı koruyun" emrini, bu ayetlerle bağlantı kurarak okumanın daha doğru olacağı kanaatindeyiz. 

Yaşadığımız hayat içinde başımıza gelen ve bizim hoşumuza gitmeyen bazı olaylara karşı olan tavrımız , bizim kul olma bilincimizin bir göstergesidir . Allah (c.c) sıkıntı verici durumlar karşısında, isyan etmeyerek sabır gösterenlere vereceği karşılığı, "Salavat" olarak hatırlatarak 238. ayette , onun salavatına layık olarak bir hayat sürmeye ve bu halimizi korumak ve bu hal üzerinde daim olmak merkezinde bir hayat sürmemizi emretmektedir. 

Bu bağlamda , Ahzab s. 56. ayetindeki Allah ve Meleklerin, Resule olan salatını hatırlamak yerinde olacaktır. Muhammed (a.s) kendisine Allah (c.c) tarafından emredilen hayat tarzına riayet ederek , böyle bir desteği hak etmektedir. Bizlerin de aynı desteği hak etmek için ,"Salat" merkezli bir hayat sürmesi gerektiği , bu kelimenin anlam alanı dahilindeki yaşam tarzını korumanın gerekliliğini anlayabiliriz. 

Tevbe suresi içinde ise , Müslümanlar içinde olan münafık Araplardan bahsedildikten sonra (9.98) , onların hepsinin münafık olmadığı , bir kısmının yaptığı infak türünden hayırlı amelleri , gösteriş ve riya için değil sadece Allah (c.c) ye yakınlık ve Muhammed (a.s) ın duasına yani salavatına nail olmak için yaptığı haber verilerek , yapılan işlerin ne amaçlı yapılması gerektiği beyan edilerek, bu tür amellerin yapılması teşvik edilmektedir. 

Bu ayetin , Bakara s. 238. ayeti ile bağını kuracak olursak , Allah (c.c) iman edenlere , yapmış oldukları infak türünden amelleri içlerinde art niyet olmadan yapmaya teşvik ederek , bu tür amelleri sürekli olarak yapmaya yani onları korumaya yönelik bir hayat tarzına devam etmelerini istemektedir. 

Allah (c.c) nin ve onun elçisinin salavatına layık olmaya yönelik merkezli bir hayat , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde olumlu bir katkı sağlaması amacına yönelik olup , bize sevap olarak karşılık vaad edilen amellerin teşvik edilme amacı , sadece amel defterimizdeki sevap hanesinin dolması değil , bu amellerin işlenmesi sonucunda dünya hayatında yaşayan insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde denge sağlanmış olur. Bu denge ise kişisel bazdan başlayarak , dünya genelinde yaşayan insanların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesine vesile olacaktır.

"Salavat" kelimesini Hacc s. 40. ayetinde de görmekteyiz. 

[022.39-40] Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeğe elbette Kadir'dir.Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar (Salavatun) ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.

Hacc s. 40. ayetinde Allah (c.c), arz üzerine koymuş olduğu bir yasayı bizlere hatırlatmaktadır. Bu yasa , haksızlığa uğrayan kimselerin bu haklarını geri almak için başvuracağı yollardan birisinin savaş olduğu ve bu yol ile hakkın geri alınmasıdır. Bu hak kullanılmadığı zaman olacak şeyler, içinde Allah (c.c) nin adı anılan ibadethanelerin tahribe uğraması olarak anlatılmaktadır. 

"Salavat" kelimesinin de içinde geçtiği olarak bu ibadethaneler , hayatın merkezi olarak ifade edilecek mekanlardır. İnsan hayatı bu mekanlar üzerinden icra edilen inançlar üzerine kurulu bir şekilde cereyan etmektedir. İsra s. 7. ayetinde de bu durumu görmekteyiz. İsrailoğullarının arz üzerinde fesada devam etmeleri halinde, "Mescid" olarak ifade edilen ibadethanelerine girileceği bildirilmektedir.

İnsan hayatının kalesi diyebileceğimiz ibadet mekanlarının düşman istilasına uğraması demek , buralarını merkeze alarak yaşanan hayatın sekteye uğraması demek olup , buraları korumak sadece düşman istilasına karşı değil, buraları merkeze alarak Allah (c.c) nin isminin hayat içinde yaşamasını yani yaşamın kurallarının ilahi merkezli bir programa dayanması anlamındadır.

Hacc s. 40. ayeti ile , Bakara s. 238. ayeti arasında bir bağ kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz. "Salavat" olarak ifade edilen korunmasının emredilmesinin maksadını , "İnsanların yaşamlarının merkezi olan ve ilahi kuralları merkeze alan bir hayatın yaşanmasını koruyun ve böyle bir hayat üzerine daim olun" şeklinde bir emir olarak algılamak mümkündür.

İbadet için yapılmış binaların yapılış amacı  , kurallarını "İlah" olarak bilinen bir varlıktan alınmış olan bir yaşamı sembolize etmektedir. Bu durumu , Allah (c.c) yi İlah , Kur'anı ilahi yasa kitabı , İslam'ın gerçek din olarak tanındığı bir hayatı sembolize eden yani etmesi gereken "Mescid" adı bildiğimiz mekanların korunması olarak anladığımızda, onların korunması demek, boya , badana gibi eksikliklerinin giderilmesi anlamında değil , o binaların sembolize ettiği "Allah-Kur'an-İslam" merkezli bir yaşam sisteminin korunmasının gerekli olduğu , oraların harap olmasının yani o mekanların merkez alınmayarak sürdürülen bir hayatın sonucunun hüsran olacağı beyan edilmektedir.  

Allah (c.c) nin , "Salavat'ın korunması" emrini , bu kelimenin geçtiği diğer ayetler ile bağını kurarak okumaya çalıştık. "Salat" kelimesinin "Vusta" kelimesi ile birleştirilerek korunmasının emredilmesini de şu şekilde okuyabiliriz ;

"Vusta" kelimesi ; İfrat ve tefrit'ten korunmayı ifade eden , orta yolda yürümeyi ifade eden bir kelimedir.

"Salatil vusta" deyiminin kullanılması , bizde vusta olmayan salatın olabileceği düşüncesini çağrıştırmaktadır. Vusta olmayan salat'ın nasıl olabileceğini yine ayetlerden öğrenmek mümkündür. 

 [107.004-7] Artık vay haline o musallinin ki, onlar, salatlarında yanılgıdadırlar.Onlar gösteriş yaparlar.En ufak bir yardımı esirgerler.
[008.035] Onların Beyt'in yanındaki salatları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devam edegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Maun ve Enfal suresinde gördüğümüz bu ayetlerde , salatı icra ettiğini söyleyenlerin , yapmış oldukları salat'ın kabule şayan olan bir salat olmadığı görülmektedir. "Namaz" adı bildiğimiz ibadet şekli , ilk defa Muhammed (a.s) aracılığı ile bizlere emredilmiş olan bir ibadet şekli olmadığı bu konuda araştırma yapanların malumudur. 

Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacı , insanlık tarihi boyunca gelen elçiler aracılığı ile hatırlatılan , tek ilaha dayalı hayat sisteminin terk edilerek , şirk sistemine dayalı bir hayatın tercih edilmesini ortadan kaldırarak, Tevhid merkezli bir hayatı hakim kılmaktır. Ruku , Secde ve Kıyam dan oluşan ve ilah olarak bilinen varlığa karşı yapılan bir tazim gösterisi olan ve bizim "Namaz" adı ile bildiğimiz ibadet şekli, insanlık tarihi ile eş zamanlı bir geçmişe sahiptir. 

Bu anlamda Mekke müşrikleri de, bizim "Namaz" adı ile bildiğimiz ibadeti ,putları önünde yaparak "Şirk" işlemekteydiler. Namaz'ın tevhid merkezli bir ibadet olmasının terkdilip , şirk merkezli bir ibadet haline gelmiş olması , yukarıdaki örnekteki ayetler delaleti ile anlaşılmaktadır. Namaz ibadetinin tarihi arka planı okunduğu zaman , Namaz ile ilgili ayetler daha kolay anlaşılacaktır.

Tefsirlere baktığımız zaman , "Salatil vusta" hakkında bir çok farklı görüşe rastlamaktayız. Biz bu terimin özel bir vakit namazını değil namazın kendisini ifade eden bir deyim olduğunu düşünüyoruz. Yani bu terim ile , sabah , öğle , ikindi , akşam , yatsı veya cuma namazlarının özel olarak kast edilmediğini, bütün namazları içine alan şemsiye bir terim olduğunu düşünüyoruz. 


"Allah'a boyun eğiciler olarak ayağa kalkın."

"Ayağa kalkmak" anlamına gelen "Kame" fiili ile birlikte kullanılarak salat'ın ayakta tutulmasının emredilmiş olması, insan ve toplumların yaşantısında önemli bir etkendir. Salatın zayi edildiği toplumlarda , sosyal , ekonomik , siyasal , askeri , ahlaki v.s gibi yönlerden , Allah (c.c) dışındaki ilahların belirlediği kurallara göre hareket edilmesi yüzünden , arz üzerindeki yasaların işlemesi nedeniyle çöküş yaşamaktadırlar. 

Salat kavramının içinde önemli bir kısım olan Namaz , bu gün bir çok Müslüman tarafından gerçek işlevini yitirmiş bir halde icra edilmesi bir tarafa , toplumların birlik ve beraberliklerini pekiştirici bir unsurdur. Toplumsal hayatın en önemli kurumları olan "Mescid" ler de, birlikte ifa edilen Namaz ibadeti , icra edildiği mekanı kuru bir tapınak olmaktan çıkararak , her türlü sorunun halledildiği , Müslümanların sorunlarının konuşularak çözüme kavuşturulmaya çalışıldığı , sosyal , ekononomik , askeri ve siyasal dayanışmanın bir merkezidir.  

Allah (c.c) nin "Salavatı koruyun , Salatı ayakta tutun" emrini , en canlı biçimde hayata pratize eden Muhammed (a.s) ve ashabının yaşadığı zaman içinde "Mescid" ,sadece namaz vakitlerinde namazın kılınıp alelacele dağılınılan bir mekan değil 24 saat işlevi olan bir mekan olarak göze çarpmaktadır. 

"Salavat" kelimesinin geçtiği diğer ayetlerde , bu kelime bağışlanma, dua ve salat mekanı anlamında kullanılmıştır. Bu anlamları birbirleri ile ilişkili bir şekilde okumak mümkündür. Salat mekanları yani Mescidler , kuru bir ibadethane değil , insanların sosyal olarak birbirleri ile yardımlaştıkları mekanlardır. Eğer bu mekanlar harap olarak işlevini yitirdiği takdirde , bu günkü durumuna düşecek, ve bir işyeri gibi mesai saatlerinde açılıp kapanan mekanlara dönecektir. 

Allah (c.c) nin "Salavatı ve Salatı koruyun" emrinin ne kadar önemli olduğu , Salat ve Salatgahların işlevinin, olması gerekenin dışında bir amaca dönüşmüş olmasının ümmete nelere mal olduğunu görerek anlamış bulunuyoruz.

Namaz , Müslüman olma iddiasında olan bir kişi için olmazsa olmazlardandır. Namazın ne kadar önemli olduğuna dair rivayetler ve bilgiler , bu ibadetin kulluk bilincini ayakta tutmuş olması yönünü vurgulamaktan çok , sadece ilmihal kitaplarında belirlenmiş olan el , bel , ayak gibi uzuvların geometrik olarak düzgün olmasına indirgenmiştir. 

Halbuki Namaz ibadeti ile ilgili farklı mezheplerin uygulamalarının , rivayetler kanalı ile Muhammed (a.s) a dayandığını düşünecek olursak , Muhammed (a.s) ın namaz konusunda, şekle bizim dikkat ettiğimiz kadar etmediğini göstermektedir. Çünkü bu ibadet şekli yönden çok , kime kulluk ettiğimizi gösteren sosyal yönü kuvvetli bir ibadettir.

Namaz ibadetinin ne kadar önemli olduğu 239. ayetten anlaşılmaktadır. Olağan üstü hallerde bile terkedilmemesi emredilen bu ibadetin önemi , Nisa s. 101-103. ayetlerden de anlaşılmaktadır. Namaz ibadeti her durumda icra edilmesi emredilen bir ibadettir. Bazı sıkıntılı durumlar bahane edilerek bu ibadet asla terkedilemez. Sıkıntılı durumlarda bu ibadetin kısaltılarak , binek , üzerinde veya yaya olarak yürürken bile eda edilebileceğinin bildirilmiş olması , bu ibadetin hayat içinde ne kadar ciddi bir işlevi olduğunu göstermektedir. 

Müslüman olma gereğinin şuuruna vakıf olanların yapması gereken ilk işlerden bir tanesi , "Salavat ve Salat" kelimeleri ile ifade edilen amelleri hayata gerçek olarak geçirmeye çalışmak olmalıdır. Devlet dairesi haline gelmiş bir Mescid , ve bu Mescid içinde devlet memuru mantığı ile, "Bitse de gitsek" düşüncesi ile Namaza gelen Müslümanların oluşturduğu topluluklar , dünya üzerinde söz sahibi olmaya aday bir topluluk hiç bir zaman olamazlar.

"Güvene erişince, bilmediklerinizi öğrettiği gibi Allah'ı anın."

Allah (c.c) olağan üstü durumlarda namazın kısaltılabileceğine dair hükmünü Nisa s. 101-103. ayetleri içinde beyan etmiştir. 239. ayet içindeki bu cümlenin mesajını , doğru bilginin kaynağının Allah (c.c) olduğu , hayatın içinde gerekli olan bilginin onun tarafından bizlere öğretilen bilgi olduğu , onun dışında öğretilen bilginin kaynağının Şeytan olduğu ve bu bilgiye tabi olunarak yaşanan bir hayatın neticesinin dünya ve ahirette hüsran olduğu şeklinde anlayabiliriz.

Rabbimiz bizleri Salavat ve Salatı gereği gibi korumaya yönelik bir hayat süren kullarından kılsın.