arasındaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arasındaki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Nisan 2017 Salı

Maide s. 109. Ayeti ile Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetleri Arasındaki Bir Müşkülat ve Peygamberlerin Şahitliği

Allah (c.c) Maide s. 109. ayetinde "Allah, Resulleri topladığı gün şöyle buyurur; Size ne cevap verildi? Onlar da: Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler." buyurarak, hesap gününde meydana gelecek bir olayı bildirmektedir. Ancak dikkatli bir Kur'an okuyucusu, Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine şahit olarak getirileceğini beyan eden ayetleri okuduğu zaman, bu ayetler arasında bir müşkülat olduğunu fark edecek ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceğini düşünecektir.

[004.041] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?.

[016.089] Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.

Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerine baktığımızda, Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki muhataplarına karşı, hesap gününde şahit olarak getirileceğinden bahsedilmektedir. Maide s. 109. ayetine baktığımız zaman ise, hesap gününde bütün resullere (Muhammed a.s da bu resullere dahildir) kavimleri tarafından onlara ne cevap verildiği sorulduğunda, onların "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" şeklinde bir cevap verecekleri bildirilmektedir. 

Bu ayetleri okuyan dikkatli bir okuyucunun, Nisa ve Nahl surelerindeki ayetlerde, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı şahitlik için getirileceğinden bahsedilirken, Maide s. 109. ayetinde ise içinde Muhammed (a.s) ın da dahil olduğu elçilerin, bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını söyledikleri dikkatini çekecektir. Bu durum, tefsirde Müşkülat olarak bildiğimiz durum ile izah edilerek, bu müşkülatın nasıl çözülebileceği üzerinde fikir yürütülmektedir.

Bilindiği üzere, hesap gününde bütün insanlar toplanacak, toplanan bu insanlar arasında, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş elçilere, onların vefat etmesinden sonra da iman etmiş veya etmemiş olan insanlar da bulunmaktadır. 

Bu durumu Muhammed (a.s) ın elçiliğinde örnekleyecek olursak; Muhammed (a.s) a iman eden veya etmeyen insanlar, sadece kendisinin yaşadığı zaman ile sınırlı değil, vefatından sonra da ona iman eden veya etmeyen insanlar, kıyamete kadar da ona iman edecek veya etmeyecek olan insanlar olacaktır. Bu durum İbrahim, İsa, Musa ve bütün elçiler (hepsine selam olsun) için de geçerlidir. 

Bütün insanların toplandığı mahşer alanında, bütün elçilerin vefatlarından sonra kendilerinden sonra yaşayan insanlar ile ilgili herhangi bir şahitlikte bulunmalarının söz konusu olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 109. ayetinde elçilerin söyleyeceği "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" sözü daha net anlaşılacak, Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde müşkül olarak görünen durum açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu noktada Elçilerin şahitlikleri kimler için sınırlıdır? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. Bu sorunun cevabı ise Maide s. 116-117-118. ayetlerindeki İsa (a.s) ın sorgulanması sırasında söylediği sözlerdedir.

[005.116-8] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa!» Sen mi insanlara «Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,» diye? «diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek: «Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.» «Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» «Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: «Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!» «Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!»

Bu ayetlerde İsa (a.s) yaşadığı zaman içinde ulaştığı kişilere, kendisine verilen emrin dahilinde hareket ettiğini, kendisinin vefatından sonra olan bitenden haberi olmadığını söylemektedir. İsa (a.s) ın bu durumu sadece kendisi için değil, bütün elçiler için geçerlidir. Bütün elçiler yaşadıkları zaman zarfı içinde olan biten hakkında şahitlik yapacak olup, kendilerinden sonra olanlar için,  bu durum ayet içinde GAYB olarak geçmektedir, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını söylemektedir.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerdeki şahitlik, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı yapacağı şahitlik olup, kendisinden sonra gelen insanlar hakkında herhangi bir şahitliği olmayacaktır. Maide s. 109. ayeti elçilerin kendilerinden sonra ki durumu ifade etmektedir.

Sonuç olarak; Elçilerin şahitlikleri yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları insanlar ile sınırlı olup, kendilerinden sonra yaşamış insanlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olması söz konusu değildir. Maide s. 109. ayetinde, elçilerin kendilerine Allah (c.c) tarafından sorulan soruya verdikleri cevap ile, Nisa s.41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde elçinin şahitlik etmesi ile ortaya çıkan müşkül durum, elçilerin kendilerinden sonraki insanlar hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları için, onlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olamayacağını söylemeleri olarak anlaşılması, ayetler arasındaki müşkülatın ortadan kalkması anlamına gelecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Aralık 2016 Pazartesi

Bakara s. 30. Ayetindeki Allah İle Melekler Arasındaki Konuşma Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an anlatım üslubu itibarı ile, insana aşina olan edebi sanatları kullanan bir kitaptır. Temsili anlatım üslubu , anlatılan bir olayı görsel hale sokarak anlaşılmasını muhatap açısından kolay kılması bakımından, bu kitap içinde yerini almıştır. Bu anlatım üslubunun en önemli özelliği, oluşturulmuş aktörler ve olaylar üzerinden muhataplara mesaj vermek olup , bu üslup dahilinde yapılan bir anlatımda aktörlere ve olaya değil , aktörler ve olay üzerinden verilmek istenilen mesaja dikkat çekilmektedir.

Kur'an'ın bu anlatım üslubunu kullanarak vermek istediği mesajlar , mesaja değil aktörler ve olaylara odaklanan bir okuma yöntemi takip edilerek okunmaya çalışıldığı için , maalesef bazı sorular ortaya çıkmakta , ortaya çıkan sorulara ise , aktörler ve olaylar merkeze alınarak cevap verilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen Adem ve İblis kıssası temsili anlatım üslubunun kullanıldığı bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Bu kıssa Adem , İblis ve Meleklerden oluşan bir aktör kadrosuna sahip olarak bizlere anlatılmakta, ve bunlar üzerinden bizlere bir takım mesajlar verilmektedir. Ancak kıssa genelde mesaj değil , aktörler ve kıssa içinde anlatılan olay merkeze alınarak okunmaya çalışıldığı için, bu kıssa ile ilgili bir çok soru ortaya çıkmış , verilmeye çalışılan cevaplar ise mesaj değil , aktörler ve olay merkeze alınarak verilmeye çalışılmıştır. 

Yazımızda bu kıssanın mesaj içerikli okunmaması sonucu ortaya çıkan sorulardan birisi olan , Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmada , insanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin nasıl bildikleri üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

[002.030]  Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; (Allah) «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.


Bakara s. 30. ayetinde geçen Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı, Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde cevap vermeleri , insanın yer yüzünde kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin, insan daha var edilmeden önce nasıl bildiği sorusu sorulmuş, ve bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar yapılarak, bir takım cevaplar verilmeye çalışılmıştır.

Bizim tefsirlerde yapılan bu yorumları "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde bir ifade ile mahkum etmediğimizi baştan hatırlatarak , yapılan yorumların Kur'an'ın temsili anlatım üslubu dahilinde yapılmaması sonucunda kısır tartışmalara dönüştüğünü söylemek istiyoruz. Bizim yapacağımız yorumların "Kesin doğrular" olduğunu iddia etmediğimizi baştan hatırlatarak , Bakara s. 30. ayetindeki konuşma ile ilgili yorumlarımıza geçmek istiyoruz.

Yoruma geçmeden önce bu kıssanın "Temsili bir kıssa" olduğunu iddia etmemiz , dolayısı ile gerçekte yaşanmadığını iddia etmek anlamına gelecek, ve bir kısım kimse haklı olarak "Ne yani Allah bize yalan mı söylüyor?" şeklinde itirazlar yükselebilecektir.

Temsili anlatım üslubu, verilmek istenilen mesajın insan zihninde daha kolay anlaşılmasını ve kalıcı olmasını sağlaması açısından kullanılan bir yöntemdir. Örneğin tarihi bir karakterin canlandırıldığı bir sinema veya tiyatroya giden kimse, o karakteri canlandıran kişi için "Ya bu adam yalancı aslında bu gerçek hayatta doktor veya başka bir meslek sahibidir" şeklinde bir söz asla kullanmaz. Tarihi karakteri canlandıran aktörün gerçek kişiliğini bir tarafa bırakarak, o kişinin canlandırdığı tarihi karakteri izlemeye çalışır. 

Kur'an'da anlatılan bir kıssanın temsili olduğunu iddia etmek (Bütün kıssaların temsili olduğu iddiasında olmadığımızı hatırlatırız) , Allah (c.c) nin haşa bize yalan söylediğini iddia etmek anlamına gelmez. Allah (c.c) biz kullarına yönelik olan mesajlarını iletmekte temsili anlatım üslubu kullanarak, vermek istediği mesajın daha kolay ve net anlaşılmasını sağlamaktadır. 

Allah (c.c) ile Kur'an'da yer , gök , dağlar ile konuştuğunu beyan eden ayetler bulunduğu (41.11 - 33.72) herkesin malumudur. Biz bu ayetleri okurken nasıl konuşmanın nasıl cereyan ettiğini değil , o konuşma üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışırız. Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı, böyle bir düşünce içinde değerlendirmeye çalışacağız. 

Kur'an'ın gayb alanına dair olan konuları bize teşbih (benzetme) yolu ile anlattığı malumdur. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması ve bizim onu gerçek olarak algılama imkanlarından yoksun olmamız nedeniyle, bizlere kendisini insanların tarafından bilinen, "Hükümdar" tasviri üzerinden anlatmaktadır. Yani Kur'an bilinmeyen gaybi alemi , şahit olduğumuz alemin bilinenlerine  benzeterek anlatma yolunu kullanan bir üsluba sahiptir. Allah (c.c) kendisi için eli , gözü , arşı olduğunu beyan ettiği ayetleri, gerçek biçimde anladığımız takdirde ortaya bir çok problem çıkmakta , bu problemler bu gibi ifadelerin benzetme içermiş olması düşüncesi ile aşılmaktadır. 

Mele ; Bir hükümdarın yanında bulunan danışman kadrosu için kullanılan bilinen bir terim olarak, Kur'an'da bildiğimiz hükümdarlar olan Yusuf kıssasında (12.43) , Süleyman (a.s) (27.38), Sebe melikesi (27.29), ve Firavun (28.38) ile ilgili anlatımlarda, gerçek anlamda kullanılmaktadır. 

Aynı kelime "Mele-i Ala"  (Yüce Topluluk) terkibi şeklinde, Saffat s. 8 , Sad s. 69. ayetinde geçmektedir. Mele-i Ala , kendisini bize bir hükümdar tasviri dahilinde anlatan Allah (c.c) nin teşbihi anlatım dahilinde kullandığı bir terkiptir. Yani bize kendisini  hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin, etrafında hükümdar danışmanı olarak bu benzetmeye uygun olarak , Meleklerden oluşan bir kadrosu bulunmaktadır. Hükümdar teşbihi dahilinde bizlere kendisini tanıtan Rabbimizin , Bakara s. 30. ayetinde geçen Melekler ile konuşmasını izah etmek bundan sonra biraz daha kolaylaşacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşma , bize kendisini bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin ,  yanında olan danışman kadrosuna verdiği isim olan Mele-i Ala ile aralarında geçen temsili ve teşbihi anlatım dahilinde bir konuşmadır.

Mele-i Ala yani Melekler , Allah (c.c) "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" dediği zaman , cevaben "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" diyerek bir nevi onun yapacağını beyan ettiği iş hakkında bir nevi ona danışmanlık yaparak, bunun uygun olmayacağını beyan etmektedirler.

Yaptığından sorulmayacağını (21.23) beyan eden Rabbimizin yapacak olduğu bir şey konusunda Meleklerin onu sorgulamasını nasıl izah edebiliriz ?.

Allah (c.c) nin Melekler ile olan konuşması kendisini hükümdar olarak tanıtmış olmasının bir gereği olarak , hükümdarların yanında bulunan danışman kadrosu ile yapılmış temsili bir anlatım olarak görülmelidir. Yani konuşma gerçek olarak yapılmış bir konuşma değildir. Gerçek bir konuşma olarak anlaşıldığı takdirde Meleklerin Allah (c.c) ye nasıl itiraz edebildiği konusunda bir takım spekülasyonlara gitmek gerekecektir. Bu konuşmanın temsil içerdiğini düşündüğümüz zaman bu tür sorulara da gerek kalmayacaktır. 

Bu konuda ortaya çıkan sorular ve yapılan yorumlar , Allah ile Melekler arasında geçen konuşmanın gerçekte birebir yapılmış karşılıklı bir konuşma olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki yapılan konuşma temsili bir anlatım üslubu üzerinden yapılmış olan bir konuşma olarak anlaşılmış olsaydı, bu tür soruların ne kadar gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.

Burada asıl bakılması gereken nokta, konuşma içinde geçen "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" cümlesidir. Melekler halife olarak var edilecek insanın yeryüzünde fesat çıkarıcı ve kan dökücü özelliğe sahip olacağını nereden bilmektedirler? sorusunun cevabı ,yine aynı sure içinde bulunmaktadır. Bu noktada sorulması gereken , "Melekler insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olacağını nereden biliyorlardı ?" sorusu değil "Melekler neden insan için fesat çıkarıcı ve kan dökücü vasfını öne çıkarmaktadırlar?" sorusudur. 

Bakara suresinin ayetlerine dikkat edilirse ağırlıklı olarak İsrailoğulları ile ilgili olup , kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık  özellikleri bu kavim ile ilgili anlatımlarda öne çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara geçilmeden bu kıssanın anlatılmış olması dikkat çekicidir.

[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Haberiniz olsun; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.

[002.027]  Allah'ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

[002.204-205]  İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.O, dönüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.

[002.084-85]  Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz. Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Verdiğimiz ayet meallerine dikkat edildiğinde insanın kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık özelliği, İsrailoğulları örneğinde ortaya çıkmaktadır. Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" sözleri İsrailoğulları tarafından yapılan fesat ve kan dökücülüğe bir işaret ve onların yaptığı bu hataların Melekler üzerinden dile getirilmesidir. 

Muhammed (a.s) ın Medineye hicret etmesi sonucunda , daha önceden elçi ve kitap ile tanışmış bir topluluk olan İsrailoğulları ile ilişkilerinin anlatıldığı Bakara suresindeki ayetler , bu kavmin iman etmemesi sonucunda düştüğü durumu Meleklerin lisanı üzerinden aktarmaktadır. 

Melek ve Şeytan kavramları, insan için iyiliği ve kötülüğü sembolize eden kavramlardır. İyi birisi için "Melek gibi insan" , kötü birisi için "Şeytan gibi insan" deyimlerini hepimiz kullanırız. İsrailoğulları Muhammed (a.s) a iman etmemek sureti ile Şeytan olmayı tercih eden bir kavim olarak bizlere anlatılmaktadır.

Peki neden Meleklerin konuşması üzerinden böyle bir şeye işaret edilmektedir ?.

Melekler halife kılınacak olan insanın "Fesat çıkarıcı ve kan dökücü" özelliğini ortaya koyarken, kendilerinin özelliklerini de "Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde ifade etmektedirler. Bu ifadeler aslında Allah (c.c) nin yarattığı kullarda hasıl olan  iki ayrı vasıftır. Kul , ya yaratanını överek yücelten ve onu devamlı takdis eden bir hayat üzere , ya da fesat çıkarıcı ve kan dökücü bir hayat üzere yaşamını idame ettirmektedir.

Allah'ı övmek , yüceltmek takdis etmek, yani ona İMAN üzerine dayalı bir yaşam ile , kan dökücülük ve fesat çıkarmaya yönelik yani KÜFÜR üzerine dayalı bir yaşam, yaşam sahasına gelmiş ve gelecek olan bütün insanların taşıyacakları iki ayrı vasıftır. Dünyaya gelen insan ya iman üzere , ya da küfür üzere bir hayat yaşayacaktır. İnsandaki iki zıt vasıf melekler üzerinden anlatılmaktadır.

[002.034]  Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem'e secde ediniz.» Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yanlız İblîs  kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.

Ademe secde etme olayını, bu anlattıklarımız üzerinden devam ettiğimiz takdirde, anlamak daha kolaylaşacaktır. Secde eden Melekler ile secde etmeyen Melek olan İblis , aslında insanın kendisini ifade etmektedir. Kendisine iki yol gösterilerek , ya takva ya da fücur yoluna gitme , ya şükredici ya da küfredici olma itiyadında yaratılan insan , Allah'a secde etmeyen bir yaşamı seçtiğinde "Şeytan" vasfını almaktadır. Kendisinde bulunan fücur ve küfür özelliklerini öne çıkaran bir yaşam ve bu yaşamın içselleştirilmesi insanın şeytan haline gelmesini beraberinde getirmektedir. 

Tefsirlerde yapılan İblis'in Melek'mi yoksa Cin'mi olduğu yönündeki tartışmalar , kıssanın yaşanmış ve İblis'in gerçek bir şahsiyet olduğundan yola çıkarak yapılmış tartışmalara örnektir. Bu tartışmalar hala sürmekte olup , kıssanın temsili anlatım , İblis'in temsili bir şahsiyet olduğunu hesaba katarak okuduğumuz zaman , bu tartışmaların ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır.

Bu noktada kıssanın temsili bir kıssa olarak değil , gerçekte yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan okuma sonucu ortaya çıkan meselelerden olan,Meleklerin Ademe secde etmesi de anlaşılacaktır. Allah (c.c) Ademi yarattıktan sonra onu Meleklerin karşısına dikerek , ona secde etmelerini emretmemiştir. Olay insan fıtratında olan iyilik ve kötülüğün ortaya çıkmasıdır. İçindeki iyilik duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde yani itaat ederken , içindeki kötülük duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde etmemekte yani isyan etmektedir.

Yine bu noktada , Ademe şeytanın yaklaşmasını da anlamak mümkün olacaktır. Bu kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan tefsirlerinde , Şeytan'ın cennete nasıl girdiği sorusu sorulmaktadır. Halbuki Şeytan Adem'e canlı bir kişilik olarak yaklaşmamıştır. Adem'in kandırılması , içindeki kötülük duygularının dışa yansıması sonucunda kendisine yasaklanan ağaca kendi hür iradesinin verdiği karar doğrultusunda hareket ederek yaklaşması sonucunda meydana gelmiştir. İnsan hür iradesi ile yaptığı kötülükler kötülük sembolü olan Şeytan ile özdeşleştirilerek , yaptığı amelin sonucu anlatılmaktadır.

Adem,  iyilik ve kötülük vasfını içinde taşıyan bütün insanları temsil eden prototip bir kişidir. İçinde bulunan iyilik ve kötülük melekeleri ile hayata başlamış , kendisine Allah tarafından bir yol haritası çizilmiş , gitmesi ve gitmemesi gereken yol gösterilerek hayat alanına çıkarılmıştır. Günlerden bir gün , içindeki kötülük melekeleri ağır basarak kendisine yasaklanan ağaca yaklaşarak Allah'a isyan etmiştir. Fakat iyilik melekeleri bu sefer ağır basarak yaptığı hatayı anlamış ve hatasından tevbe ederek geri dönmüştür.

Sonuç olarak : Adem ve İblis kıssası gerçek yaşanmış bir kıssa değil , temsili bir kıssadır. Bu kıssanın temsili olduğunu iddia etmek , Kur'an'ı ret etmek anlamında değildir. Kur'an temsili anlatım üslubunu kullanan bir kitap olarak , bu anlatım üslubunu Adem kıssasında kullanmaktadır. Temsili anlatım üslubu bazı kişi ve olaylar üzerinden mesajı okumaya dayalı bir anlatım üslubudur. 

Allah (c.c) kendisini bize hükümdara benzeterek anlatmasından dolayı , bir hükümdarın etrafında bulunan ve "Mele" olarak bildiğimiz danışman kadrosunu , teşbihi bir anlatım dahilinde "Mele-i Ala" şeklinde kendisi için kullanmaktadır. 

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmanın teşbihi anlatım dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin verdiği bir karara kimsenin itiraz etme yetkisi olamayacağına göre Meleklerin böyle bir itiraz yapması , mümkün değildir. Yapılan bu konuşma birebir gerçekleşmiş bir konuşma da değildir.

Meleklerin konuşması üzerinden verilen bilgiler insanın, iyi ve kötü yönünü ifade etmekte olup , bu ifade temsili bir anlatım üslubu içinde bizlere sunulmaktadır. Biz bu anlatımda mesaja odaklanarak bize asıl gerekli olanı almaya çalışmak yerine , anlatımın kendisi üzerine odaklanarak olayın gerçekliği üzerinden bir okuma yapmak sureti ile bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktayız. 

Eğer kıssa temsili anlatım üslubunun özelliklerini kullanmış olduğundan yola çıkılarak daha kolay anlaşılır , kısır tartışmalar yerine mesajı anlamaya merkezli tartışmalar yapılabilirdi. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ekim 2016 Perşembe

Bakara s. 261-274 Arasındaki İnfak Ayetleri Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

İnsanların ekonomik bakımdan tamamının aynı seviyede olmayışı nedeniyle , ekonomik bakımdan iyi durumda olanların üzerine, ekonomik bakımdan iyi olmayanlara karşı bir takım yükümlülükler getirilmiştir. İnsanlar arasındaki sosyal dengenin sağlanması yolunda önemli bir adım olan infak müessesesinin ayakta kalarak işlevini sürdürmesi, her zaman olduğu gibi bugünde önemini korumaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde önemli rol oynayan bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda , Kur'anda bir çok ayet bulunmaktadır. 

Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır. 

İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız. 

Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz. 

[002.261]  Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.

Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c),  malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez. 

Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.

[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263]  Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.

Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.

[002.264]  Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.

264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır. 

Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir. 

Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.

[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.

Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.

[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.

266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

[002.267]  Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.

267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır. 

Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.

Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır. 

Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.

[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.

Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.

[002.269]  Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.

Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.

[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.

İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir. 

[002.271]  Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır

Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır. 

Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.

[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.

Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.

Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.

[002.273]  Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.

273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir. 

[002.274]  Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.

Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki  gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi. 

İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.

İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


9 Nisan 2016 Cumartesi

KUTLU DOĞUM HAFTASI : Peygamberler Arasındaki Ayrımcı Zihniyetin Bir Tezahürü

Bilindiği üzere Türkiye de "Kutlu Doğum Haftası" adı altında, D.İ.B tarafından her yıl 14 - 20 Nisan tarihleri arasında bir takım etkinlikler düzenlenerek , Muhammed (a.s) ın doğumu kutlanmaktadır. Böyle bir haftanın ihdas edilmesine sebep olan en büyük etkenlerden birisi , Hristiyanların her yıl İsa (a.s) ın doğumu nedeniyle bir takım kutlama törenleri yapmasına karşılık , Müslümanlarında kendi peygamberleri !! için kutlama törenleri yapma gereği duymaları olduğunu söyleyebiliriz. 

"Bu gibi haftaların ihdas edilmesinin neresi kötü veya yanlış olan tarafı nedir?" sorularının gelebileceğini düşünerek , bu konudaki bazı çekincelerimizi ortaya koymaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır. 

Bu gibi kutlama haftaları ihdas edilmesinde yapılan en önemli yanlışlardan birisi , "Peygamberler arasını ayırmak" şeklinde ortaya çıkan yanlış peygamber anlayışının halk arasında yaygınlaşmasına sebep olmasıdır. Hristiyanların İsa (a.s) a karşı yaptıkları aşırı yüceltmeye öykünerek , bu yüceltme ameliyesinin Müslüman versiyonu diyebileceğimiz bu gibi haftaların ihdas edilmesi , "Bizim peygamber sizin peygamberi döver" mantığının bir uzantısı olmaktan ileri gitmeyen bir işleve sahiptir. 

Klasik İslam düşüncesinin en büyük sorunu olan  gelen mesajın yani vahyin değil , mesajı getirenin öne çıkarılması şeklinde ortaya çıkan "Elçi merkezli din" anlayışının Türkiye genelindeki uzantısının tezahürü sonucu ihdas edilmiş olan bu uygulama , Müslümanların Kur'ani bir peygamber algısına sahip olmasına yardımcı olmak şöyle dursun , Kur'an dışı peygamber algısının D.İ.B tarafından resmiyet ve yaygınlık kazanmasına sebep olmaktadır. 

Peygamberin ana rahmine düştüğü günü kutsayarak onu kandil gecesi ilan edebilecek kadar sapkınlaşan, ve Annesi ile babasının Muhammed (a.s) ın dünyaya gelmesine vesile olacak cinsel ilişkinin tarihini bile hesaplamaya kalkabilecek kadar uçuk bir anlayışı sahiplenen, ve bu anlayışları destekleyen bir kurumdan daha fazla bir şey beklemek, o kuruma haksızlık olacaktır.

Eğer peygamber anılacaksa sadece tek bir kişi değil , Kur'an içinde adı geçen bütün peygamberler anılmalı ve bu anılma onların gönderiliş sebepleri üzerinden olmalıdır. Çünkü bu gibi haftalarda öne çıkan tek peygamber olan Muhammed (a.s) bile, gereği gibi asla anlatılmamakta, şirk ile mücadele eden , yerleşik düzenin yanlışlarına canı pahasına ses çıkaran bir peygamber portresi yerine , kimseye zararı olmayan, ömrü sadece namaz ve nafile ibadetlerle geçen , kıl tüy peygamberi sunulmak istenilmektedir. 

Kur'ana bakıldığında ise sadece tek bir peygamberin değil , bütün peygamberlerin bizlere "Rol model" olması gereken şahsiyetler olarak sunulduğunu görmekteyiz. Onların bize olan rol modelliği evrensellik arz eden bir konuma sahiptir. İnsanlığın kadim bir hastalığı olan şirk'e karşı savaş açan bu elçiler , kendilerinden sonraki gelenlere örnek olan şahsiyetlerdir. Eğer peygamberler anlatılacaksa , onların bu yönü öne çıkarılarak anlatılması ve onların nasıl bir tevhidi mücadele örneği verdiği zihinlere yeniden kazınmaya çalışılmalıdır. 

Kur'ani bir peygamber algısının yerleşmesi noktasında D.İ.B aktif bir rol üstlenebilir mi ?.

Öncelikle D.İ.B. nın , T.C nin resmi bir kurumu olduğunu unutmayalım , onun işlevi İslamı doğru ve gerçek olarak insanlara anlatmak değil , İslamın tevhidi söyleminin sümen altı edilerek , sisteme entegre olmuş bir İslam algısı ortaya çıkarmak, ve Müslüman tipi yetiştirmektir.  

D.İ.B. tarafından organize edilen kutlu doğum haftasının bu yıl ki temasının "Tevhid ve Vahdet" olarak belirlenmiştir. Acaba bu tema D.İ.B. tarafından Kur'ani çerçeveye uygun bir biçimde işlenerek , Müslümanların Tevhidi bilinç sahibi olmasına herhangi bir katkı sağlayabilir mi ?.

Laik ve Kemalist bir yönetim sistemine sahip olan T.C. nin resmi bir kurumu olan D.İ.B. i bu yıl için belirlediği temalardan birisi olan "Tevhid" temasını, nasıl Türkiye Müslümanlarına anlatabilir ?. 

Önce bu etkinliklerin yapıldığı salonlarda yapılan konuşmalara, T.C. nin kurucusu ulu önder!! Mustafa Kemal Atatürk'e saygı duruşu yapılması ile başlanacaktır. Konuşmacılar arkalarında Atatürk resimlerinin bulunduğu salonlarda "Tevhid" temalı konuşmalar yaparak , Muhammed (a.s) ın şirk ile olan savaşını anlatacaklardır !!. Şirk kavramının güncel bir hale getirilerek yapılacak konuşmalarda , Muhammed (a.s) ın Mekkesi ile , bugün yaşadığımız topraklar üzerinde yaşanan hayatların ve sistemin hiç bir farkı olmadığı görülecektir. 

Önder olarak , başka birisini örnek alan sistemin bir kurumu olan D.İ.B. , Allah (c.c) nin önder olarak gönderdiği elçilerin şirk ve tuğyana karşı olan mücadelesini bağlı bulunduğu kurumun yetkililerinin gözlerinin içine baka baka anlatacak olsa ve bu kurum yetkilileri , "Gerçekten biz büyük bir yanlış içinde imişiz" diyerek şirk ve tuğyanı esas alan sistemi terk ederek , tevhidi esas alan bir yönetim arzusu acaba duyacaklar mıdır?.

Böyle bir arzu kimsede asla mümkün olmayacak, çünkü peygamber portresi altında anlatılacak olan bilgiler , kimseyi böyle bir düşünce içine sevk etmeyecek sözler olacaktır.  Güncelleme yapılarak anlatılan şirk kavramı , D.İ.B. tarafından sistemin temellerine konulmak istenen bir bomba haline gelecektir. Atamız İbrahim (a.s) ın kavminin tapmış olduğu putlarına yapmış olduğu muamelenin bir benzerini bu kurum mensuplarından beklemek , ancak safdillik ve aptallık olacaktır. Bırakın İbrahim misali putları kırmayı , onun kırdığı putların önünde saygı duruşu yaparak, kutlu doğum haftaları açılışları yapanların zaten kendileri şirkin içinde boğulmaktadırlar.

 Şirke ve tuğyana karşı savaş açan bir peygamberin anlatılması , bazılarını rahatsız edeceği için , suya sabuna dokunmayan bir peygamber portresi sunularak, neredeyse şirk ile uzlaşmış bir peygamber ortaya çıkarılmak sureti ile kimseciklerin rahatsız olmaması sağlanacaktır. D.İ.B tarafından ihdas edilen sözde peygamberi anlamak ve tanımak haftaları , böylece peygamberi anla(ma)mak ve tanı(ma)mak haftalarına dönüşmüş olacaktır.

Varsayalım ki , bu toplantılardan birisine Muhammed (a.s) katıldı , ve kendisi hakkında anlatılanları duyduğunda acaba nasıl bir tepki verebilirdi diye hiç düşündük mü ?.

Kendisinin savaş açtığı şirk ve tuğyana karşı nokta kadar bahis edilmediğini , hatta neredeyse şirk ve tuğyana ses çıkarmamış bir peygamber portresi sunulmaya kalkıldığını gören peygamber (a.s), cübbesi aklından büyük şarlatanların "Bir de benim yüzüme tükürse" dediği tükürüğü şerifini !!, başta bu kurumun başkanı olmak üzere , kendisini anlatmak adına onu öldürmeye çalışanların suratına boca etmez miydi ?.

D.İ.B tarafından ihdas edilen haftada, "Tevhid" teması etrafında bu kavramın nasıl içinin boşaltılarak anlatılacağını tahmin etmek , bu kurumun daha önce bu kavram hakkında nasıl bir düşünce sahibi olduğunu bilenler tarafından anlaşılması zor olmayacaktır.

Gelelim ikinci tema olan "Vahdet" temasına ; 

Bir kaç ay önce Türkiye genelinde okutulan bir cuma hutbesinde , Kur'anın dinde belirleyici kaynak olmasını isteyenlere karşı , dinde kaynağın sadece Kur'an olamayacağını, uydurma rivayetlerden destek alarak savunmaya çalışan D.İ.B , "Vahdet" teması altında neler söyleyerek , vahdetin sağlanabilmesi yönünde katkılar sağlayabilir ?.

Yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında süren ihtilafların kaynağının , dinde çok başlı kaynak sorunu olduğunun açık ve net olarak bilinmesine , ve vahdetin çok başlı kaynak sorunundan kurtularak tek başlı kaynağa geçilmedikçe sağlanamayacağına göre , dinde çok başlı kaynağı savunun bir kurumun, "Vahdet" teması altında söyleyecekleri şeyler, ne kadar doğru ve gerçekçi olacaktır ?. 


"Tevhid ve Vahdet" kavramları D.İ.B. adlı bir kuruma bırakılarak , onların eline düşürülecek kadar bayağı kavramlar değil , bilakis dinin direğini oluşturan omurga kavramlardandır. 

Öyleyse bu kavramları  en gerçekçi ve en doğru olarak öğreneceğimiz yegane kaynak sadece Kur'andır. Bu kitap kaynak alınmadan söylenecek her söz , bu kavramın istismar edilmesi anlamına gelecektir. İstismar edilen bu kavramlar etrafında oluşturulan söylemler, Allah'a kul olma yolunda değil , mevcut sisteme kul olma yolunda yürüyen neferler yetişmesini sağlamaktan başka bir amaç taşımayacaktır.

Sonuç olarak ; D.İ.B. tarafından her yıl kutlanan "Kutlu doğum haftası" öncelikle tek bir peygamberi öne çıkarmaya matuf bir düşüncenin ürünü olması hasebi ile baştan yanlış bir uygulamadır. Dahası ,Kur'anın peygamberlerin gönderiliş amacı olan şirk ve tuğyana savaş açmalarını merkeze alan anlatımlarının bizlere örnek olmaları yönünde yapılmayan okuma , anlama ve yaşama çalışmaları , baştan yanlışa atılmış imzalar olacaktır.

Bu yıl ki , kutlamaların teması olan "Tevhid ve Vahdet" bu kutlamaları organize eden kurumun nasıl bir sistemin ürünü olduğunu düşündüğümüzde , bu temalar adına söyleyeceklerini tahmin etmek zor olmayacaktır. D.İ.B adlı kurum , Türkiye de din adına konuşmaya yetkili bir kurum olmasına rağmen , din adına söyledikleri , söylemek zorunda oldukları değil , söylemek zorunda olup ta , bağlı bulunduğu sistemin hoşuna gitmeyecek olan söylenmemesi gereken şeyleri , yontarak kırparak söylemek için ihdas edilmiş bir kurum olmaktan öteye geçmeyen bir kuruluş amacı olup , Allah (c.c) nin dini bu kurumun anlatıklarına bırakılacak kadar basit değildir.


26 Mart 2014 Çarşamba

Musa a.s ve Firavun - Süleyman a.s ve Sebe Kıssası Arasındaki Anlatım Benzerliği

Bu yazımızın konusu, başlıktan anlaşılacağı üzere, Alah cc nin iki elçisi Musa ve Süleyman as kıssalarında anlatılan firavun ve sebe hükümdarı arasındaki anlatım bağlantısı üzerinden verilmek istenen mesajı anlamak üzerine olacaktır. Kur'an kelimeleri arasındaki birbiri ile olan ilişkisi maalesef meallere tam yansıyamadığı için mealden yapılan okumalarda bu bağlantıyı görebilmek güçleşmektedir.

Kur'anın benzeterek anlatma metodunu kullanması bir çok ayette karşımıza çıkarak muhataplarına anlama kolaylığı sağladığı malumdur. Allah cc kendisini bizlere, bu metodla  hükümdar teşbihatını kullanarak anlatmakta olup bu teşbihat, Süleyman as ın hükümdarlığının benzetmesi üzerinden'de anlatılmaktadır. Beşer bir hükümdar olan Süleyman as ın çağrısına boyun eğen sebe melikesi'nin aldığı karşılık ile, firavun'un  Allah cc nin çağrısına boyun eğmemesi sonucunda aldığı karşılık gelecek ayetlerde karşımıza çıkacaktır.

Musa as ın elçi olarak firavun'a gitmesi ile Süleyman as ın elçi olarak hüdhüd'ü sebe hükümdarına göndermesi , firavun ve sebe hükümdarının kendilerine gelen elçilere verdikleri cevap ve akıbetlerinin anlatıldığı ayetleri bir paralellik içinde okuyarak kur'anın teşbihi anlatım güzelliğini anlamaya çalışacağız. 

 İzheb ilâ fir’avne innehu tagâ.
 [020.024]  «Firavun'a git, doğrusu o azmıştır.»

 İzheb ente ve ehûke bi âyâtî ve lâ teniyâ fî zikrî.
 [020.042]  Sen ve kardeşin, ayetlerimle gidin; beni anmakta gevşek davranmayın.

 İzheb ilâ fir’avne innehu tagâ.
 [079.017]  «Firavun'a git; doğrusu o azmıştır.»

İzheb bi kitâbî hâzâ fe elkıh ileyhim summe tevelle anhum fenzur mâzâ yerciûn(yerciûne).
[027.028] (Süleyman) Şu kitabımı götür bırak onlara, sonra dön kendilerinden de bak ne neticeye varacaklar.

 Allah cc Musa ve Harun'u firavun'a azmış olduğu için belgelerle göndermiş, aynı şekilde Süleyman as elçisini sebe hükümdarına "kitab" yani belge ile göndermiştir.  

 Kâlet yâ eyyuhel meleu innî ulkıye ileyye kitâbun kerîm(kerîmun).
027.029]  Dedi ki: Ey ileri gelenler; gerçekten bana çok kerim bir kitab bırakıldı.

 44.17-Ve lekad fetennâ kablehum kavme fir’avne ve câehum resûlun kerîm(kerîmun).
[044.017] Andolsun, biz kendilerinden önce, Firavun'un kavmini de denemeden geçirdik ve onlara kerîm bir resul gelmişti.

Allah cc nin Musa as ı "kerim" olarak nitelendirmesi ile Süleymana s ın gönderdiği elçinin getirmiş olduğu "kitabın" kerim olarak nitelendirilmesine dikkat edelim,daha sonra göreceğimiz ayetlerde firavun ile sebe hükümdarının kendilerine gelen "kerim" elçi ve kitablara vermiş oldukları geri dönüşüm'ün karşılığını nasıl aldıkları anlatılacaktır. Firavun ve hükümdar'a gelen elçiler mesaj ile geldikleri firavun ve sebe hükümdarının karşılıkları şöyle olmuştur.
 
Fe lemmâ câehum mûsâ bi ayâtinâ beyyinâtin kâlû mâ hâzâ illâ sihrun mufteren ve mâ semi’nâ bi hâzâ fî âbâinel evvelîn(evvelîne).
[028.036]  Musa onlara apaçık âyetlerimizi getirince, «Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik» dediler.

Musa as ve firavun kıssasının anlatıldığı diğer ayetleri hatırlayacak olursak , Musa as firavuna kendisinin Alemlerin rabbi olan Allah'ın elçisi olduğunu ve ona iman ederek israiloğullarını serbest bırakmasını istemiş, firavun ise onun mecnun ve sihirbaz olduğunu öne sürerek ne iman etmeye ne de israiloğullarını serbest bırakmaya yanaşmamıştır. 

Hükümdarlar'ın yanında "mele" olarak tanımlanan topluluk'tan, firavun ve sebe hükümdarının yanında'da bulunmakta olup Musa ve  Süleyman as davetlerine onlar'da şahid olmaktadırlar. 

   Kâlet yâ eyyuhel meleu innî ulkıye ileyye kitâbun kerîm(kerîmun). İnnehu min suleymâne ve innehu bismillâhir rahmânir rahîm(rahîmi). Ellâ ta’lû aleyye ve’tûnî muslimîn(muslimîne).
[027.029-31]  (Hükümdar olan kadın) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! Şüphe yok ki bana, çok şerefli bir mektup(kitab) bırakıldı.» Süleymandan ve, o Rahmân, rahîm Allahın ismiyle Şöyle ki: « Bana karşı baş kaldırmayın ve müslümanlar olarak gelin bana!»

Kâlet yâ eyyuhel meleu eftûnî fî emrî, mâ kuntu kâtıaten emren hattâ teşhedûn(teşhedûni). Kâlû nahnu ûlû kuvvetin ve ûlû be’sin şedîdin vel emru ileyki fenzurî mâzâ te’murîn(te’murîne).
[027.032-33]  (Melike): «Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir verin; sizin haberiniz olmadan ben hiçbir işi kestirip atmış değilim.» dedi.Dediler: «Biz güçlüyüz ve yiğit savaşçılarız; ama karar sana aittir. Ne emredeceğini düşün.»

Kâlel meleu min kavmi fir’avne inne hâzâ le sâhırun alîm(alîmun). Yurîdu en yuhricekum min ardıkum, fe mâzâ te’murûn(te’murûne).
[007.109-10] Firavun kavminden mele'si, «Doğrusu bu bilgin bir sihirbazdır, sizi memleketinizden çıkarmak istiyor» dediler. (Firavun): «Ne buyurursunuz?» dedi.

Kâle lil melei havlehû inne hâzâ le sâhırun alîm(alîmun). Yurîdu en yuhricekum min ardıkum bi sıhrihî fe mâzâ te’murûn(te’murûne).
026.034-5] (Fir'avun) Etrafındaki mele'sine dedi ki: «Şüphe yok, bu elbette bir ziyâde bilgin sâhirdir. Sizi büyüsü ile yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Artık siz ne emredersiniz?»

Firavun ile sebe hükümdarı melesi'ne danışarak durum hakkında bilgi istemişlerdir, firavun ve melesi Musa as ın sihirbaz olduğunu iddia ederek onu red etmişler, sebe hükümdarı'nın melesi son kararın hükümdara ait olduğu o ne karar verirse ona uyacaklarını söylemişlerdir.

Kâlet innel mulûke izâ dehalû karyeten efsedûhâ ve cealû eizzete ehlihâ ezilleh(ezilleten), ve kezâlike yef’alûn(yef’alûne).
[027.034] Doğrusu, dedi: melikler bir memlekete girdiler mi onu perişan ederler ve ahalisinin azîz olanlarını zelîl kılarlar, evet, böyle yaparlar

Sebe hükümdarı vasat bir düşünceye sahip olup melik vasfına sahip olan birine karşı gelmenin sonucunu bildiği için firavun ve mele'si gibi direk karşı çıkmamıştır.

Kâlû ercih ve ehâhu ve ersil fîl medâini hâşirîn(hâşirîne). Ye’tûke bi kulli sâhırin alîm(alîmin).
[007.111-112]  Dediler ki: «Onu ve kardeşini alıkoy, ve şehirlere toplayıcılar yolla.»«Her bilgin büyücüyü sana getirsinler.»

Ve kâle fir’avnu’tûnî bi kulli sâhırin alîm(alîmin).
[010.079]  Firavun: «Bütün bilgin sihirbazları bana getirin» dedi.

Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn(murselûne).
[027.035]  Şimdi ben onlara bir hediye göndereceğim ve elçilerimin nasıl bir cevapla döneceklerini göreceğim.

Musa as ın çağrısına karşılık firavun ve melesi ona karşı şavaş açmış ve onun karşısına ülkenin en mahir sihirbazlarını çıkarmalarına karşın sebe hükümdarı Süleyman as a bir iyilik gösterisi olarak hediye göndermektedir.

Ayet içinde geçen "hediyyeten" kelimesini biraz açalım, bu kelime " hidayeten" kelimesinden türemiş olup " bir kimseye rıfkla nazik bir şekilde yolu göstermek,klavuzluk etmek, ya da doğru yolu, yönü ya da istikameti tutmasına ya da takip etmesine vesile olmak" anlamındadır. 

Sebe hükmüdarının Süleyman as a hediye göndermesi, ona teslim olmayı kabul etmemesi anlamına gelerek Süleyman as  çağrısına alternatif sunma çabasının bir ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Süleyman as hükümdara gönderdiği "kitab"ta  kendisine "müslimin" olarak yani teslim olmuşlar hiç bir şart koşmadan ve ona boyun eğmişler olarak gelmelerini istemekte olup herhangi bir alternatif hidayet önerisi olan hükümdarın hediyelerini Süleyman as asla kabul etmemektedir. Aynı şekilde Allah cc bizlere "müslimin" den olmamızı emretmekle, ona karşı olan imanımızda hiçbir şekilde pazarlık, şart veya karşı görüş ileri sürmemizi istememektedir. 

İslam kelimesi ve türevlerinin kur'anda bir çok ayette kullanıldığı malumdur. Bu kelimenin ifade ettiği anlam ile, bir hükümdarın kendisine bağlı olanlara sadece ona boyun eğmesini istemesi ve müslümanlardan olmamızı istemesi Süleyman as ın isteği arasındaki bağı kurduğumuzda daha net anlaşılacaktır. 

"Seleme" kelimesi ,  " dış ve iç afetlerden,belalardan veya dertlerden uzak olmak" anlamına gelen bir kelimedir. İslam kelimesi, "iki taraftan her birinin diğerinden gelecek herhangi bir acıdan salim olması" anlamında bir kelimedir. Müslim kelimesi ise , " karşı taraftan gelecek olan herhangi bir tehlikeye karşı ona sığınmak" anlamında olup sığınma ihtiyacına sahip olan biz insanlar olduğumuz için teslim olmamız gereken varlık Allah cc. dir.  

Kelimenin anlamı ile Süleyman as ın kendisine "müslimin" olarak gelmelerini istemesi ile, Allah cc nin kendisine "müslimin" olarak gelinmesini istemesi arasındaki bağlantıyı kurmak gerekirse şunları söyleyebiliriz ; İslam olmak demek bir hükümdar'dan gelecek olana tehlikeye karşı ona kayıtsız şartsız gelmek demek olduğuna göre ve o hükümdar, kendisine teslim olmakla teba sını nasıl tehlikelerden koruyup ona teslim olmasının karşılığını en güzel şekilde verirse, bizlerin Allah cc den gelecek olan tehditlere karşı ona kayıtsız şartsız sığınıp onun , bizim ona karşı olan bu teveccühümüzün en güzel bir şekilde karşılığını vereceği garantisinin gerçek olarak anlatım karşılığının , sebe hükümdarının Süleyman as a teslim olduğu zaman onun sarayında ağırlanması şeklinde görmekteyiz.  Yunus s. 84. ayetinde yine Musa as ın dilinden Allah cc ye teslim olunduğuda artık ondan başka vir vekil'e gerek olmadığını ona teslim olan kişinin artık tabiri caizse sırtının yere gelmeyeceği beyan edilir " Musa da: «Ey kavmim, siz gerçekten Allah'a iman ettiyseniz, O'nun birliğine samimiyet ile teslim olmuş müslümanlar iseniz, artık O'na güvenin!» dedi."

Sebe hükümdarının Süleyman as hediyeler göndererek ondan bir nevi özerklik istemesini Süleyman as red eder ve bir hükümdarın kendisine teslim olmayanlara karşı uygulayacağı yöntemi onlara söyler. 

Fe lemmâ câe suleymâne kâle e tumiddûneni bi mâlin fe mâ âtâniyallâhu hayrun mimmâ âtâkum, bel entum bi hediyyetikum tefrahûn(tefrahûne).  İrcı’ ileyhim fe le ne’tiyennehum bi cunûdin lâ kıbele lehum bihâ ve le nuhricennehum minhâ ezilleten ve hum sâgırûn(sâgırûne).
[027.036-37]  (Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman şöyle dedi: «Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.» (Ey elçi) dön onlara (söyle): «VAllahi karşı gelemeyecekleri ordularla varırım da, oradan kendilerini perişanlıklar içinde hor ve hakir oldukları halde çıkarırım.» dedi.

Süleyman as kendisine gönderilen hediyeleri, Allah cc nin kendisine verdikleri ile kıyaslayarak onları red etmesi kur'an muhataplarına mesaj olup aynı şekilde bizlerinde dünya malını tercih edip ahireti ötelememek ve bir nevi rüşvet olarak gördüğü dünya malına karşı imanı tercih etmememiz istenmektedir. Bilindiği gibi Allah cc bir çok kavmi elçilerini red ettikleri için helak ettiğini beyan etmektedir, aynı şekilde Süleyman as bir hükümdar olarak kendi çağrısını red eden bir topluluğa yapacağı muameleyi haber vermektedir. Aynı şekil bir haberi Musa as kıssasındada görmekteyiz.  

20.61- Musa onlara dedi ki: "Size yazıklar olsun, Allah'a karşı yalan düzüp uydurmayın, sonra bir azap ile kökünüzü kurutur. Yalan düzüp uyduran gerçekten yok olup gitmiştir."
40.30- İman eden (adam) dedi ki: "Ey Kavmim, ben o fırkaların gününe benzer (bir günün felaketine uğrarsınız) diye korkuyorum."
40.31- "Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez."
40.32- "Ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat  gününden korkuyorum."
40.33- "Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz."

Allah cc nin, kur'anda kendisini bir hükümdar benzetmesi şeklinde anlattığını tekrar hatırlayacak olursak Süleyman as ın şahsında bir hükümdar'ın kendisine itaat etmeyenlere karşı neler yapacağı anlatılan ayetlerin yanısıra kendisine itaat edenlere karşı uygulayacağı muamelede yine kur'anda bir çok ayette anlatılmaktadır. Bu durum Musa as ın kıssası örneğinde ona iman eden sihirbazların ağzından şöyle anlatılmaktadır. 

  20.74- "Gerçek şu ki, kim Rabbine suçlu-günahkar olarak gelirse, hiç şüphe yok, onun için cehennem vardır. Onun içinde ise, ne ölebilir, ne dirilebilir."
20.75- "Kim O'na iman edip salih amellerde bulunarak O'na gelirse, işte onlar, onlar için de yüksek dereceler vardır."
20.76- "İçlerinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleri de (onlarındır). Ve işte bu, arınmış olanın karşılığıdır."

Firavun ve ordusunun Musa as aın çağrılarını red etmeleri sonucunda uğradıkları akıbet suda boğularak helak olmak şeklinde gerçekleşmiş ve kıyamet günü ebedi azab olarak karşılık alacakları beyan edilmektedir.  

7.136- Biz de onlardan intikam aldık ve ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan habersizmişler (gibi) olmaları nedeniyle onları suda boğduk.
10.90- Biz, İsrailoğulları'nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (İlah'tan) başka İlah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım" dedi.
17.103- Böylelikle, onları o yerden sürüp-sarsıntıya uğratmayı istedi, Biz de onu ve beraberindekileri hep birlikte boğuverdik.
28.39.41- O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerini sandılar.Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.Onları, ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler.
[011.098]  Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir!
[040.045.46]  Sonunda Allah, onların kurdukları hileli-düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu ve Firavun'un çevresini de azabın en kötüsü kuşatıverdi.Ateş, onlar sabah akşam ona arzolunur dururlar, saat kıyam edeceği gün de tıkın Âli Fir'avni en şiddetli azâba

Sebe hükümdarının ise Süleyman as ın çağrısına olumlu cevap vermesi neticesinde Süleyman as tarafından helak edilmekten kurtulmuş hemde onun sarayında ağrılanmak şerefine nail olmuştur. Bu şekil bir anlatım, biz mü'minlerin Allah cc nin çağrısına kulak verdiğimiz takdirde kur'anda bir çok ayette anlatılan cennet tasvirleri olarak karşımıza çıkan mekanlarda ağırlanacağımız haberinin gerçek olarak ispatıdır. 

 Kîle lehadhulîs sarh(sarha), fe lemmâ raethu hasibethu lucceten ve keşefet an sâkayhâ, kâle innehu sarhun mumerradun min kavârîr(kavârîra), kâlet rabbi innî zalemtu nefsî ve eslemtu mea suleymâne lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).
[027.044]  Sarh'a gir denildi ona, derken onu görünce derin bir susandı ve paçalarını çekti, Süleyman, o dedi: mücellâ bir köşk, sırçadan, kadın ya rabb! Dedi: hakıkaten ben evvel nefsime zulmetmişim, şimdi Süleymanın maıyyetinde teslim oldum Allaha, o rabbül'âlemine

İki kıssada kullanılan kelimelerin birbirleri ile olan ilşkisine örnek olarak sebe hükümdarının girdiği yerin " sarh" olarak nitelendirilip, o sarh'ın ne kadar güzel olduğu ayetin devamında anlatılmasına karşın aynı kelimeyi firavun'un haman'dan bir isteği olarak görmekteyiz.  


 Ve kâle fir’avnu yâ eyyuhel meleu mâ alimtu lekum min ilâhin gayrî, fe evkıd lî yâ hâmânu amilet tîni fec’al lî sarhan leallî attaliu ilâ ilâhi mûsâ ve innî le ezunnuhu minel kâzibîn(kâzibîne).
[028.038] Firavun: Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için çamur üzerine ateş yak , bana bir sarh yap ki Musa'nın ilahına çıkayım; ama sanıyorum, o mutlaka yalan söyleyenlerdendir, dedi.

Ve kâle fir’avnu yâ hâmânubni lî sarhan leallî eblugul esbâb(esbâbe). Esbâbes semâvâti fe attalia ilâ ilâhi mûsâ ve innî le ezunnuhu kâzibâ(kâziben), ve kezâlike zuyyine li fir’avne sûu amelihî ve sudde anis sebîl(sebîli), ve mâ keydu fir’avne illâ fî tebâb(tebâbin).
[040.036-37]  Firavun da: «Ey Haman, bana bir sarh yap, belki ben erişirim o yollara.Göklerin yollarına da Musa'nın ilahına muttali olurum ve kesinlikle ben onu yalancı sanıyorum.» dedi. işte bu şekilde Firavun'a kötü ameli güzel gösterildi de yoldan çıkarıldı. Firavun'un düzeni hep hüsrandadır (çıkmazdadır).

Firavun'un haman'dan istediği sarh'ın yapılışı için kullanılan ateş ile, sebe hükümdarının girmiş olduğu sarh'ın yapılışı için kullanılan maddelerin kur'andaki anlatımlarına baktığımız zaman yine kelimelerin birbiri ile nasıl bir ilişkisi olduğu görülecektir. 

 [002.017] Onlar, çevresini aydınlatmak için ateş yakan (istevgade naren)kimseye benzerler ki, Allah ışıklarını yok edince, onları karanlıklar içinde görmez bir halde bırakmıştır.
[002.024] Yapamazsanız ki yapamayacaksınız o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı(veguduhe) insanlarla taş olan ateşten sakının.
[066.006] Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı (veguduhe), insanlar ve taşlardır; görevlileri, Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.


Sebe hükümdarının Süleyman as a itaat etmesi neticesinden ağırlandığı sarh için kullanılan "gavarira" kelimesinin diğer geçişleri cennet nimetleri ile ilgili anlatımlarda geçmektedir. 

[076.015] Çevrelerinde gümüşten billur kablar (gavarira) dolaştırılır.
[076.016]  Gümüşten billûrlardır(gavarira), onları muayyen miktarlarda takdir etmişlerdir.

Sonuç olarak; kur'anın anlatım uslubu olarak kullandığı benzetmenin uygulandığı ayetleri konu almaya çalıştığımız bu yazıda, Musa ve Süleyman as ın muhatapları olan firavun ve sebe hükümdarı ile ilgili anlatımlar arasındaki ilşkiyi kelime bağlantıları üzerinden göstermeye gayret ettik, bu şekil anlatımlar kur'anın muhtelif ayetlerinde yer almakta olup, hükümdar tasviri üzerinden Allah cc nin kendisine iman eden ve etmeyenlere nasıl muamele edeceğinin yeryüzünde gerçek bir hükümdar olan Süleyman as kıssası üzerinden anlatımını gördük.  

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.