Kimdir ? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kimdir ? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2016 Cumartesi

Bakara s. 146 ve En'am s. 20. Ayetlerinde Kitap Verilenlerin Oğulları Gibi Tanıdıkları Kimdir ?

Kur'anın bağlam gözetilerek okunması , onun anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bağlam gözetilerek yapılan bir okuma , bazı yanlış anlamaları veya kişisel düşüncelere göre ayetin şekillendirilmesini önleyen önemli bir etkendir. Bağlam gözetilmesi gereken yerde, bu işlemi uygulamamak neticesinde, bazı yanlış sonuçların doğması kuvvetle muhtemel olup , Kur'an okumalarında yapılan yanlışların önemli bir bölümünün , bağlam gözetilmemesi neticesinde yapılan okumaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bazı yazılarımızda bu noktayı dikkate alarak , yapılan yanlışlara parmak basmaya çalışmaktayız. Bu yazımızda benzer metne sahip olan iki ayetin bağlamını dikkate alarak, ayet içinde kast edilen şeyin ne veya kim olabileceğini bağlamı dikkate alarak tefekkür etmeye çalışacağız.  

Bakara s. 146. ayeti : 

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

[002.146] Kendilerine kitab verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh bilir oldukları halde, yine de hakkı gizlerler.

En'am s. 20. ayeti:

الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمُ الَّذِينَ خَسِرُواْ أَنفُسَهُمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

[006.020]  Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlarr; fakat kendilerine yazık ettiler, çünkü onlar inanmazlar.

Her iki ayetteki  " ya'rifunehu kema ya'rifune ebneehum" (onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar) ibarelerine, parantez içine "Muhammed'i" , "Peygamberi" kelimeleri koyularak "ya'rifuneHU" kelimesindeki "Hu" zamirinin, Muhammed (a.s) ı işaret ettiği yönünde ilaveler yapılmaktadır.

Bu ilavenin yapılmasına sebep ise , "ebneehum" kelimesinin "oğulllarını" anlamına gelmesine istinaden , bir insanı işaret ettiği düşünülmesi ,bunun neticesinde oğul olarak kast edilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu şeklinde yorumlar daha ağır basmaktadır. Ancak meallere konulan parantezlerin, ve bu yönde yapılan yorumların, bağlama uygun parantez ve yorumlar olduğunu söylemek güçtür. 

Bakara s. 146. ayeti , 142. ayetten itibaren başlayan ve kıble ile ile ilgili ayetlerin bağlamına dahil olup , bu bağlam gözetilerek okunmasının daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. Bakara s 146. ayetindeki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirinin ayet içinde raci edilebileceği bir isim mevcut değildir. Öyleyse bu zamiri konu ile alakalı bir kelimeye raci etmek en doğrusu olacaktır. 

Bakara s. 142 ve 150. ayetler arasında dikkati çeken ve ayetlerin merkezindeki kelime "Kıble" kelimesidir. 144. ayet içinde "Ve şüphe yok ki kendilerine kitap verilmiş olanlar da bunun Rabbleri tarafından hak olduğunu elbette bilirler." cümlesi yine kıbleye işaret ederek , bunun kitap verilenler tarafından bilindiğini haber vermektedir. 

146. ayetteki bilinme ve tanınma bağlam dahilinde bir bilinme tanınma olması gerektiği için be bilinme ve tanınma Muhammed (a.s) için değil , kıble için olması daha doğru görünmektedir. Eski tefsirlere bakıldığında bağlam dahilinde bir yorum yapılarak kıble olabileceği yönünde görüşler olmasına karşın , meallerin çoğunda açılan parantezler Muhammed (a.s) olarak yapılmıştır. 

"Oğullarını tanıdıkları gibi tanımak" cümlesini bir deyim olarak aldığımızda , bu deyim sadece bir insanı tanımayı değil , bir şeyin çok iyi bilindiği ve tanındığı anlamında kullanılan bir deyim olması daha makul görünmektedir.

Buna göre Bakara. s. 146. ayetinde tanına oğul Muhammed (a.s) değil , Kıble olması daha doğru olacaktır. Kabe nin İbrahim (a.s) dan beri bilindiğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda , Kabe nin ve oranın kıble olmasının İsrailoğulları tarafından bilinmemesi zaten imkansızdır. Eğer bu ayete parantez açılacak ise bu parantezin  (Muhammed'i) şeklinde değil, (Kıble'yi) şeklinde açılması daha doğru olacaktır. 

İkinci ayetimiz olan En'am s. 20. ayeti ise , "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirini raci edilebilecek bir isme sahip değildir. Bakara s. 146. ayetine açılan parantezin bir benzeri bu ayet içinde açılarak, (Peygamberi) şeklinde ilave yapılmaktadır. Bu ayette de , böyle bir ilave yapılabilecek bir isim mevcut değildir . Öyleyse bu zamirin yine bağlam dahilinde bir isme raci edilmesi uygun olacaktır. 

[006.019]  De ki: «Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?». De ki: «Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?» De ki: «Ben buna şahitlik etmem». «O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve gerçekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım» de.

20. ayetten bir önceki 19. ayette Kur'an kelimesi , 20. ayetteki "ya'rifuneHU" kelimesindeki "hu" zamirine raci edebileceğimiz bir isimdir. Buna göre En'am s. 20. ayette , kendilerine kitap verilenlerin oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları şey Muhammed (a.s) değil , Kur'an olmalıdır. 
Yani kendilerine kitap verilenler Kur'anı çok iyi tanımaktadırlar. 

Elbette bu tanıma , Allah (c.c) nasıl Musa ve İsa (a.s) ları göndererek , Tevrat ve İncil'i inzal edildiğini nasıl biliyorlar ise , Allah (c.c) nin gelecek olan elçiyi daha önceki elçiler ile haber vermesinden mütevellit , bir elçinin kitap ile geleceği çok iyi bilinmektedir. Şuara s. 196. ve 197. ayetleri bu bilinmeyi işaret etmektedir

[026.196]  O, (Kur'an)şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır.
[026.197]  Onu Beni İsrail ulemasının bilmesi de onlara bir âyet (bir delil) değil mi

Eski tefsirlere bakıldığında bu ayetteki zamirin, Kur'ana raci edilebileceği yönündeki görüşler olmasına karşın , "oğul" kelimesinin bir insanı işaret edebileceği düşüncesi daha ağır basarak , (Peygamber'i) şeklinde parantezler , ve bu doğrultuda yorumlar daha ağır basmıştır.

Sonuç olarak : Bakara s. 146 ve En'am s. 20. ayetlerinde geçen "Onu oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" cümlesinden kast edilen şeyin Muhammed (a.s) olduğu yönünde yorumlar yapılmış ve bu yorumlar doğrultusunda meallerde parantezler açılmıştır. Ancak bağlam gözetilerek yapılan okumalar sonucunda , Bakara s. 146. ayetine (Kıble'yi) , En'am s. 20. ayetine ise (Kur'anı) şeklinde parantez açılması ayetlerin bağlamına daha uygun olacaktır. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Küfür Nedir ? Kafir Kimdir ?

"Küfür" ve "Kafir" kelimeleri, İslam literatürü içinde önemli yer tutan kelimeler olup , bu kelimelerin herkesin elinde bir silah olarak kullanılarak, karşısındaki düşünceyi ve o düşünce sahibini damgalama aracı haline geldiğini görmekteyiz . Bu bağlamda , kelimelerin içerdiği anlam ve kimler için kullanılacağı konusu önem kazanmış olup , birisine "Kafir" demek için belirlenmiş standartların olması gerekmektedir. Geleneksel fıkıhta belirlenmiş olan bu standartların Kur'an kaynaklı olduğunu söylemek maalesef zordur. 

"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz. 

Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin  tek bir kaynak üzerinde  olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.

Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.  

Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.  

[023.053]  Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.

Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.

[022.003]  İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.

Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.

"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz. 

Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır

Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir. 

Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.

Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır. 

Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.

Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh  bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.

Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.

Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Mayıs 2014 Salı

Ye'cüc ve Me'cüc Kimdir ?

Yazımıza başlık olarak aldığımız iki isim, kur'anda iki surede ismi geçen ancak tefsir kitaplarında hayli kabarık olarak bilgiler bulmanın mümkün olduğu konulardan birisidir. Yazımızda bunlar ile ilgili olarak tefsir kitaplarındaki bilgiyi eleştirmekten ziyade , kur'an kıssalarının mesaj vermek gibi bir içeriği olmasından yola çıkarak kur'anın ye'cüc ve me'cüc üzerinden vermek istediği mesajı anlamaya çalışacağız. Tefsir kitaplarında kur'an kıssaları ile ilgili yorumlara baktığımız zaman mesajı anlamaktan çok o günkü yaşanmışlık ve kıssadaki şahsiyetlerin kim ve ne oldukları şeklinde yorumların sayfalarca yer tuttuğu görülmekte olup bu tür yorumların kıssaların mesajını anlamaya yaramadığını aksine kıssaların mesajını ıskalamaya yaradığını görmekteyiz.

Ye'cüc ve Me'cüc ismini , kehf suresinde anlatılan Zülkarneyn kıssasında onun yaptığı yolculukta görmekteyiz. İlgili ayetleri okuyarak ye'cüc ve me'cüc üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışalım. 


Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ(kavlen)
[018.093]Sonunda iki seddin arasına varınca setlerin berisinde nerede ise hiç söz anlamayan bir toplumla karşılaştı. 

Kehf s. 93. ayetinde , Zülkarneyn'in kıssada anlatılan son durağı iki dağ arası olarak tabir edilen coğrafi bir mekandır ve orada bir kavme rastlar, bu kavmin özelliği olarak ayette "la yekadune yefkahune kavlen" şeklinde bir cümle ve o cümlenin meal ve yorumlarında, kavmin söylenen sözü anlamadığı veya dili yabancı olduğu gibi iddialar olmasına rağmen bu konuda bizim düşüncemiz o kavme daha önce "kavl" olarak ifade edilen vahy şeklinde bir bilgini onlara ulaşmadığı yani o zamana kadar vahiyden habersiz olarak yaşadıklarıdır.  

 Kâlû yâ zel karneyni inne ye’cûce ve me’cûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tec’ale beynenâ ve beynehum seddâ(sedden).
[018.094]  Dediler ki ey Zülkarneyn! muhakkak Ye'cuc ile Me'cuc bu Arzda fesad yapıp duruyorlar, onun için onlarla bizim aramıza bir sed yapman şartı ile sana biz bir harc versek olur mu?

Zülkarneyn'in ulaştığı yerdeki kavim ondan, Ye'cüc ve Me'cüc'ün fesadına karşı ücret karşılığı onlardan koruması için bir sed yapmasını istemektedir. Burada bunların kim olduğundan çok fesadçılara karşı yapılan bu önlemin bizler için taşıdığı mesaj üzerinde durarak kıssadan hisse çıkarmak gerektiğini düşünmekteyiz. Ye'cüc ve me'cüc ismini sadece belli bir zamana has fesad çıkaranlar olarak değil , kıyamete kadar yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkaranların genel bir ismi olarak okursak bunlar için yapılan seddi ve yapanlar üzerinden verilen mesajı daha doğru anlamak mümkündür. 

 Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ec’al beynekum ve beynehum redmâ(redmen).
 [018.095]  Dedi ki: «Rabbimin beni içinde bulundurduğu iktidar daha hayırlıdır; haydi siz bana bedenen yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım.

Kavm'in Ye'cüc ve Me'cüc fesadına karşı Zülkarneyn'e harac karşılığı sed yapması isteğine karşı onun verdiği cevap elinde güç ve iktidar bulunanların, mazlumlara karşı zalimleri engellemek için yapması gereken şeyin ne olduğunu öğretmektedir. Zalimi engellemek için harac karşılığı bir engel yapmak yarın o engeli yapanın zalim olmasına sebeb olacaktır ve başka bir zalim doğuracaktır. Yaptığı engeli mazlumlara karşı kullanarak, "ya haracı çoğaltırsınız yada engeli yıkarım" gibi tehditlerle mazlumları her zaman diken üzerinde tutarak onları sömüren bir güç sahibi dün bugün ve yarın dünya üzerinde mevcut olup her an yaptıkları zulum örneklerine şahid olmaktayız.  

Kavm'in Zülkarneyn'den sed yapmasını istemesi onların çalışmayı sevmeyen tembel bir yapıya sahip oldukları ve elimizdeki para ile herşeyi yaptırırız mantığına sahip olan zengin müslümanları anımsatmaktadır, eğer Zülkarneyn onların bu yönünü istismar edip onları oturtup kendi maiyeti ile birlikte bir engel yapmaya kalksaydı bu engelin yapımında onların hiç bir dahli olmadığı için o engel üzerinde bir tasarruf ve onu istediği gibi kullanma hakkına sahip olabilecek iken bu şekil bir sömürüye yanaşmayan adil biri olarak karşımıza çıkması gücü ve serveti elinde tutanların sömürgecilik gibi bir haklarının asla olamayacağını gösterir. Eğer karşınızdaki muhabatınız sizin elinizde olan imkana sahip değil ise , siz bu imkana sahip iseniz bunu zulum olarak değil insanlara faydalı olmak şeklinde kullanmak mecburiyetindesiniz mesajı verilmektedir. 

 Atûnî zuberel hadîd(hadîdi), hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâren kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ(kıtren).
 [018.096]  Bana demir kütleleri getirin. Bunlar iki dağın arasını doldurunca; körükleyin, dedi. Nihayet o, bir ateş haline gelince; bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi.

Zülkarneyn'in seddi yapmak için kullandığı malzemeler yine bizler için mesajlar içermektedir. Allah cc Davud ve Süleyman as için onlara demiri ve bakırı emrine verdiğini beyan etmektedir. Onların bu malzemeleri kullanarak güç ve saltanat sahibi olduklarını anlamak mümkün iken bizler onların bu saltanatlarını sanki yattıkları yerden ve bir mucize olarak anında verildiğini düşünmekteyiz, halbuki böyle düşünmek bizleri bugünkü tembelliğimize yol açan unsurlardan birisidir. 

Allah cc hadid s. 25. ayetinde şöyle buyurmaktadır. 

 
Celâlim hakkı için biz Resullerimizi beyyinelerle gönderdik ve beraberlerinde kitab ve miyzân indirdik ki insanlar adaletle tutunsunlar, bir de demiri indirdik, onda hem çetin bir sertlik hem de insanlar için bir çok menfeatler vardır, ve çünki Allah kendisine ve resullerine gıyabında yardım edenleri belli edecek, şübhe yokki Allah kavîdir azîzdir

Ayette dikkatimizi çeken 3 unsur Kitap-Mizan-Demir olup bunların üçünün bir arada olması ile insanlar arasında fesad ve bozgunun önlenebileceği haberi verilmektedir. Demir ayette bir güç sembolu olarak anlatılmakta ve onun ikram edildiği ancak bu ikramı kitap ve mizan gözetilerek kullılması gerektiğini bildiren rabbimizin bu beyanına karşılık , demir bugün kitap ve mizan ikilisini arkaya atıp sadece demirin gücü ile dünya üzerinde insanlara zulmedenlerin elinde kalmıştır. 

Zülkarneyn kıssası , Demir-Kitap-Mizan üçlüsünün bir arada kullanılarak insanları sömürmeden hak ve adaletin hakim olduğu bir düzenin nasıl tesis edilebileceğini gösteren bir kıssa olarak evrensel bir mesajı olan kıssadır.

 Femestâû en yazherûhu ve mestetâû lehu nakbâ(nakben).
 [018.097]  Artık ne onun üstüne çıkmaya kâdir oldular ve ne de onun için delik açmaya güçleri yetti.

 Kitap-Mizan-Demir üçlüsünün bir araya gelerek fesada karşı yapılan her türlü sed kıyamete kadar bak, kalacak olup bunu hiçbir fesadçı aşamayacaktır, bu vaad Allah cc nin vaadi olup gereği yerine getirldiği takdirde gerçekleşecek olan bir vaadtir. Bizler bugün müslümanlar olarak bu üçlüyü kullanmakyan aciz olarak küfre karşı koymamız gereken silahı bile kafirlerden almak zorunda kalmamız ne durumda olduğumuzun bir göstergesidir, bu durumda olan bizlerin bırakın fesada karşı koymayı fesadçıların elinde oyuncak olmaktan başka bir işe yaramadığımız ortadadır.

 Kâle hâzâ rahmetun min rabbî, fe izâ câe va’du rabbî cealehu dekkâ’(dekkâe), ve kâne va’du rabbî hakkâ(hakkan).
 [018.098] Dedi ki: «Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi geldiği vakit ise onu dümdüz etmiş olacaktır. Ve Rabbimin vaadi bir hak olmuştur.»

Zülkarneyn o kavim ile yapmış olduğu sed için, "bu benim gücüm ile yaptığım bir şeydir" şeklinde bir gurur ve kibre kapılmayıp "rabbimin rahmeti" diyerek güç ve servet sahibi olanların özellikle hiç unutmaması gereken sözleri söylemiştir. Seddin dümdüz olmasını, gücü elinde bulunduranlarınKitap-Mizan-Demir üçlüsünü bir araya getirerek fesada karşı yapılan sedlerin kıyamete kadar ayakta kalacağının haberi olarak anlayabiliriz. 

 Ve teraknâ ba’dahum yevmeizin yemûcu fî ba’dın ve nufiha fis sûri fe cema’nâhum cem’â(cem’an).
[018.099]  Biz o gün, bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sur'a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.

Ve harâmun alâ karyetin ehleknâhâ ennehum lâ yerciûn(yerciûne).
[021.095]  İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar

Hattâ izâ futihat ye’cûcu ve me’cûcu ve hum min kulli hadebin yensilûn(yensilûne).
[021.096]  Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettikleri vakit.

Vakterabel va’dul hakku fe izâ hiye şahısatun ebsârullezîne keferû, yâ veylenâ kad kunnâ fî gafletin min hâzâ bel kunnâ zâlimîn(zâlimîne).
[021.097] Ve gerçek vaad (ölüm, kıyamet) yaklaşınca, birden, inkâr edenlerin gözleri donakalır! «Yazıklar olsun bize! (derler), gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zalim kimselermişiz.»

Enbiya suresi ayetlerinde ise yeryüzünde kıyamet gününe kadar fesadlarını devam ettirmek için çalışan ve evrensel fesadçılara verilen bir isim olarak okumanın daha doğru olacağını düşündüğümüz Ye'cüc ve Me'cüc gerçekleşmeden önce red ettikleri , fakat gerçekleştiği vakit pişmanlıklarını gizleyemedikleri kıyamet ve hesap ve cehennemi gördükleri zamanki halleri beyan edilmektedir. 

Sonuç olarak; tefsirlerde kim oldukları ve onlar için yapılan seddin nerede olduğu şeklinde yapılan yorumları okuyarak veya kıyamet alametleri ile ilgili rivayetler içinde yerini bulan ye'cüc ve me'cüc konusunu, kur'an kıssalarının mesaj içerikli okuma metodu içinde yapılan bir okumada bunların belli bir zaman ve mekana has bir kavim değil, evrensel fesadçıların bir isimi olarak görürüz. Kur'an Zülkarneyn kıssası üzerinden bunlara karşı koymanın yollarını öğretmekte olup bizlerinde bu yolu takip ettiğimiz takdirde Allah cc nin bir vaadi olarak bu fesadçıların önüne çekilen seddin kıyamete kadar yıkılmayacağını bildirmektedir. Bu sedlerin, demir sembolu üzerinden maddi gücü kitap ve mizan ile birleştirerek yapılacağı ve bu üçlü güç ile yapılan seddin kıyamete kadar yıkılmayacağının bildirilmektedir. Kıyamet gününe kadar bu fesadı devam ettirenlerin o gün gelince pişmanlıklarının fayda etmeyeceği ve ebedi olarak cehennem ile cezalancaklarıda bildirilmektedir, bizler maalesef bugün bu fesadçıların zulümleri altında kıyameti veya kurtarıcı mehdileri bekleyerek onların altedilmesini beklemekten başka bir eylemde bulunmamaktayız. O fesadçılara yaptıkları nasıl sorulacaksa bizlerede onlara engel olmak için eli kolu bağlı oturup gökten medet ummamızın hesabı elbette sorulacaktır, gökten yardımın sebeblere tevessül etmeden gelmeyeceğini öğreneceğimiz günlerin yakın olmasını umud ediyoruz. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.