19 Ekim 2011 Çarşamba

Enbiya s. 95. Ayetinin Farklı Mealleri ve Elmalılı Mealinin Katli

Türkiyede yapılan meallerin bazılarında dikkatimizi çeken fazla hata kur'an bütünlüğüne riayet edilmeden yapılan ayet mealleridir. Kur'anı türkçe meallendirmek için sadece arpaça bilmenin yeterli olmadığı , arapça bilgisinden daha gerekli olan meal yapan kişinin kur'an bütünlüğüne olan hakimiyetidir. Bu hakimiyet noksan olunca bazı hataların yapılması kaçınılmazdır. Yazımızda konu edeceğimiz enbiya s. 95. ayetinin farklı mealleride kur'an bütünlüğüne hakimiyet eksikliğinden kaynaklanan bir durumdan ötürü farklı olarak meallendirlmiştir. Gördüğümüz mealler içinde kur'an bütünlüğüne uygun olan meali merhum elmalılı kendisinin "hak dini kur'an dili" adlı eserinin orjinalinde vermiş ancak bu mealide onun bu eserini sadeleştirenler maalesef katletmişlerdir. Önce ayet ile farklı mealleri verip elmalılının bu ayet hakkındaki orjinal tefsirinden ilgili ayetin tefsirini verip sadeleştirilen meal ile aradaki farkı görelim. 


1- Bizim helak ettiğimiz bir şehre artık (dünya) hayatı artık haramdır. Şüphesiz onlar bir daha dünyaya dönemezler.
 2-Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirete ceza görmek üzere bize dönmemesi imkansızdır.
3-İhlak ettiğimiz karyeye dahi haramdırki rucu etmiyecek olsunlar. (elmalılının orjinal meali) 


Yapılan meallerin hepsi 1. ve 2. şıktaki mealler doğrultusundadır. 1. şıktaki meale göre, helak edilen bir şehrin dünyaya dönmesi imkansızdır.2. şıktaki meale göre ise helak edilen bir şehir halkı mutlaka ahirette ceza görecektir. Bunların neresi yanlış diye bir soru akla gelebilir. evet helak bir şehir halkı  bir daha dünyaya geri dönemez, yine helak edilen bir şehir halkı ahirette mutlaka hesaba çekilecektir. Ancak enbiya s. 95. ayeti bize acaba bunlardanmı bahsediyor?.  


Bu ayetin nasıl bir konudan bahsettiğini anlamak için yine siyak ve sibaka ayrıca sure bütünlüğüne bakmak gerekmektedir. Surenin 96. ve 97. ayet meallerine bakarak nasıl bir meseleden bahsettiği konusunda fikir sahibi olmak mümkündür. 

[021.096] [E0]- Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc açılıb da her tepeden saldırdıkları.
[021.097] [E0] ve hak va'd yaklaştığı vakıt, o zaman işte o küfredenlerin derhal gözleri belerecek «eyvah bizlere biz bundan gaflet ettik, hayır kendimize zulmetmiş olduk» diyecekler.

97. ayete baktığımız zaman kıyamet zamanı kafirlerin yaptıklarından bir pişmanlık duydukları ve zalimliklerini kendi ağızları ile itiraf etmeleri dile getirilmektedir. Bu pişmanlık aynı surenin 6. ve 15 ayetleri arasına baktığımız o ayetlerde helak edilen şehir halklarının bu helaklerine küfürlerinin sebeb olduğu ve helak anında ise 14. ayette " yazıklar bize dediler. Gerçekten biz zalimlermişiz" şeklinde pişmanlıkları dile getirilmektedir. Kafirlerin helak anındaki pişmanlıkları diğer ayetlerdede dile getirilmektedir.  


-021.046-Rabbinin azabından onlara bir esinti dokunsa: «Vah bize! Doğrusu biz haksızdık» derler.
-007.005- Zorlu azabımız onlara geliverince yakarabildikleri: «Biz gerçekten zulme sapanlardandık» demelerinden başka olmadı.
-010.090-91- İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: «İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım» dedi.O'na: «Şimdi mi inandın? Daha önce baş kaldırmış ve bozgunculuk etmiştin» dendi.
-040.084-85 Şiddetli azabımızı gördüklerinde: «Yalnız Allah'a inandık; O'na koştuğumuz eşleri inkar ettik» dediler.Ama, Bizim şiddetli azabımızı görüp de öyle inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu, Allah'ın kulları hakkında, öteden beri yürürlükte olan yasasıdır. İşte inkarcılar o zaman hüsranda kaldılar.

Ayetlerde kafirlerin helak olma anındaki pişmanlıkları dile getirilmiştir , mümin (40) 85. ayetindeki " bu Allahın kulları hakkında öteden beri yüyülükte olan yasasıdır" cümlesinden anlaşılmaktadırki , helak anında kafirlerin pişmanlık göstermeleri ve bu pişmanlığın fayda etmediği Allahın sünnetidir

Enbiya s. 95. ayetini de bu çerçeve içinde anlamak gerekmektedir  devam eden 96. 97. ayetler ile birlikte anlaşılması gerektiği için bu ayeti , kafir olupta helaki hakeden bir şehir halkının o helak anında pişman olup imana dönmemelerinin imkansız olduğu , o kafirlerin mutlaka pişman olup imana döneceklerini,  siyak ve sibak, sure ve kuran bütünlüğü içindeki bağlantısının kurularak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde elmalılının verdiği meal üzerinden anlamak daha doğru olduğu kananatindeyiz. Ancak merhumun bu mealini onu sadeleştirme adına yola çıkanlar anlayamamıştır. Şimdi elmalılı merhumun tefsirindeki bu ayet ile ilgili kısmı ve sadeleştirlmiş hali arasındaki farkı görelim.  


ELMALILI TEFSİRİNDE ENBİYA S. 95 AYETİ VE SADELEŞTİRİLMİŞİNDEKİ HATA

Merhum elmalılı hamdi yazır "hak dini kur'an dili" adlı tefsirinde enbiya s. 95. ayetini "İhlak ettiğimiz karyeye haramdırki rucu etmeyecek olsunlar" şeklinde meallendirerek şunları yazar ( orjinal metninden alıntıdır): 

" Yani surenin başlarında geçtiği üzere helake mahkum ettiğimiz memleket ahalisinede dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler dönmemeleri mümkün değildir." Eyvah,bizler zalim idik " diyerek feryad ede ede biçilip söneceklerdir." 

Orjinal metne sadık kalarak yapılacak bir sadeleştirme şu şekilde olmalıdır. " helak anı geldiği  zaman o helakı haketmiş olan o kavim mutlaka imana dönecektir. imana dönmemesi imkansızdır " 

Gördüğümüz mealler içinde tek doğru meal olarak verebileceğimiz merhumun meali ancak onu "sadeleştirme" adına yola çıkanlar tarafından anlaşılamamış ve iki ayrı sadeleşmiş elmalılı meali şu şekildedir. 

[021.095] [E1] Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.
[021.095] [E2] Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.

Merhumun sadeleştrilmiş tefsirinde bu ayet ile ilgili yazılanlar şunlardır. "95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.
Merhumun tefsirini bu şekilde sadeleştirenler, tefsirin sadeleştirilmesindeki ibare ile meal arasında bir bağlantı kurmayarak ayetin meali ile tefsirindeki bağı koparmışlardır. Böylece enbiya s. 95. ayetini sadece, elmalılı merhum sure bütünlüğünde anlamış ve o şekilde bir meal vermiş olmasına rağmen onu sadeleştirenler bunu anlamayarak başka meallerden aldıkları herhangi bir meali elmalılı mealine koymuşlardır. 


Sonuç olarak , enbiya s. 95 ayeti ile ilgili yapaılan meallere baktığımız zaman ağırlıklı olarak 2 farklı meal gözümüze çarpmakta, ancak bu 2 mealden hiçbiri sure bütünlüğü ile bir uygunluk arzetmemektedir.Mrehum elmalılı hamdi yazırın "hak dini kur'an dili" adlı eserinde bu ayete doğru meal verilmesine rağmen bu eserin sadeleştirilmişinde yapılan tefsir ile mealin birlikteliği koparılarak yanlış bir sadeleştirme yapılmıştır. Sadeleştirmeyi yapanların bırakın kur'an bilgisini elmalılının yazdıklarını anlayacak kapasiteden yoksun oldukları aşikardır. Umariz bu yanlış düzeltilir ilmi ahlaka uygun olan bir şekilde eserin orjinalinden kopuk olmayan bir sadeleştirme yapılır. 

                 EN DOĞRUSUNU ALLAH  CC BİLİR.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Değiştirilmeye Çalışılan Kur'an Algıları ve "B.O.P"

Son yıllarda Türkiye deki İslami düşünce sahiplerinin üzerinde yoğunlaştığı konular ile 80 öncesi Türkiye de konuşulan konular üzerinde bir farklılık görmekteyiz. O yıllarda İran daki devrimin etkisi ve özellikle "Seyyid Kutub, "Hasan Elbenna" gibi önder şahsiyetlerin tercüme edilip Türkiye Müslümanları tarafından okunmaya başlaması ile değişen İslam algıları , o günlerde İslamın yaşanabilir bir din ve hukuki hükümlerinin devlet bazında uygulanması gerektiği inancından yola çıkılarak İslam hükümlerinin hakim olmadığı bütün halkı Müslüman olan ülkelerde olduğu gibi Türkiyedede uygulanan İslam dışı düzenin "Tağuti" bir düzen olduğu ve bu düzen yerine İslamın kurallarının hakim olduğu bir sistem gelmesi gerektiği  inancı çevresinde toplanan Müslümanların birçoğunun bu düşüncelerini terk edip daha değişik bir çizgide İslamcılıklarını !! sürdürmeye çalıştığına Şahid olmaktayız. 

Bu eksen kaymasının nedeni , İslamın hukuk kurallarının uygulanabilirliğinin bugün için gerekmediği düşünce alt yapısı içine giren bir kısım Müslümanların mevcut siyasi ortam içinde  yapılan iyileştirmelerin!! yeterli olduğu kanaatlerinin ağır basması sonucu olduğudur.   


Bu siyasi eksen kayması ile birlikte daha kötü sonuçlar doğurması muhakkak olan " itikadi eksen kayması" şeklinde ifade edebileceğimiz bir konuda değiştirilmeye çalışılan Kur'an algılarıdır. Geçmişten bugüne kadar hiç konuşulmayan konular bu " itikadi eksen kaydırması" çalışmaları sonucu bugün konuşulmaya başlanmış ve özellikle ritüel ibadetlerin olup olmadığı etrafında suni gündemler oluşturulmaya başlanmıştır. 

Bu tür ibadetlerin, şimdiye kadar Kur'ani bir delilinin olmadığını!!!!! acaba bu adamlardan başkası hiç mi anlamadı da son bir kaç yılda türeyen bu "naylon Kur'an uzmanları"  mı anladı ? .Yoksa bu düşünceler planlı bir şekilde yayılmaya çalışılan , danışmanlığını  iblisin yaptığı , uygulamasını amerikanın üzerine aldığı bir oyunun bir parçasımı ?. Bunun cevabını bulmak için son yıllarda dile getirilen kısa adı "B.O.P" olan büyük ortadoğu planı üzerinde kısaca durmak istiyoruz.  


11 eylül saldırıları Amerikanın yıllardır uyguladığı sömürü politikalarının, petrolün bol olması dolayısı ile halkı Müslüman ülkelerde daha yoğun bir biçimde uygulamasının sonucu olarak İslam toprakları üzerinde yaptığı zulümlerin devede kulak miktarı misali kendisine tepki sonucu geri dönmesidir. Bu saldırılar karşısında alt yapı çalışmaları daha eskilere dayanan adına kısaca "B.O.P" denilen bir proje üzerinde çalışmalar yoğunlaştırılarak İslam dünyasının daha kolay sömürme planları yapılmaya başlanmıştır. 

Bu projenin esası , daha önceki terörle mücadeledeki klasik yolların aksine "sivrisineği öldürmek yerine bataklığı kurutmak" mantığı üzerine kurulmuştur. Önce bataklığın!!  İslam dünyası ve Müslümanlar olduğu yolundaki saptamalardan sonra bunu kurutmanın yolları üzerinde sömürge teorisyenleri araştırma geliştirme çalışmalarına başlarlar. "Ar-ge" çalışmaları sonucunda o bataklıkta 4 çeşit Müslüman sivrisinek cinsi olduğu !! saptanır 1-kökten dinciler, 2- gelenekçiler,3- laikler, 4- modernler . 

Bu gurupların hepsinin değişik meselelerdeki düşünceleri analiz edilerek şu sonuçlara varılmış. "Köktendinciler" Amerika düşmanı ve İslami kuralların uygulaması konusunda katı ve tutucu olup onlarla işbirliği yapılamaz, "gelenekçiler" kökten dincilere kıyasla daha yumuşak bir yapı arzetmelerine rağmen batıya karşı yumuşak oldukları söylenemez işbirliği yapılamasa da onlarla iyi geçinmek gerekir, "laikler"batıya yakın bir gurup olmalarının yanında genelde solcu ve fanatik milliyetçi ideolojileri benimsedikleri için Amerikan düşmanlıkları ağır basmakta ve Müslüman guruplar içinde barınmaları da pek mümkün olmadıkları için bunlarla işbirliğine gitmek mümkün değildir. 

Bu son gurup için yapılan tespitler önemli ve dikkat çekicidir "modernler" İslamın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarına pek sıcak bakmadıkları için yeni arayışlar içindedirler. Muhammed as dönemindeki bazı kurallar uygulanabilirliğini yitirmiştir ( tarihselcilik  anlayışının temel prensibi budur), temel değerleri batı söylemi olan eşitlik ve özgürlüktür "Ilımlı İslam" ve "Demokratik İslam" gibi söylemlere sahip olmaları bizim için onlarla işbirliği yapılabileceğini gösterir.  


"Kökten dinciler" ve" laikleri" bir tarafa bırakan "B.O.P" çular "gelenekçiler" ve "modernler" ile ilgilenmeye başlamışlardır. "gelenekçiler" ile dost olma yoluna giden "b.o.p" çular bunun örneğini "Fethullah Gülen" cemaati üzerinde yoğunlaştırmışlardır ve bu yoğunlaşmanın sonuçlarını bu cemaatin son yıllarda gösterdiği performansı dikkate alarak anlamak pek zor değildir. Üzerinde durmak istediğimiz asıl gurup "modernler" ve "b.o.p" çuların bunları kullanarak yapmak istedikleri bataklığı kurutma!! eylemlerinin ne şekilde tezahür ettiğidir.    


"B.O.P"çular "modern" eğilimli Müslümanları kullanabilecekleri kanaatine varınca önceden kendi düşünceleri doğrultusunda düşünceye sahip insanları kullanmak gayreti ile bu tür insanları maddi ve manevi olarak destekleyerek yollarını açmışlardır. Türkiye de geleneksel din anlayışına karşı samimi bir çıkış olan " Kur'an Merkezli İslam" söylemi etrafında toplanan Müslümanların  aralarına bu destekledikleri kişileri sokarak onları kur'an adına kur'andan soğutma gibi  iblisi bile hayrete düşürecek kadar haince bir planı uygulamaya sokmuşlardır. Bunu yaparken de "Hanif " kavramını kullanmaktadırlar.  

                         "HANİF MÜSLÜMAN" SÖYLEMİ


Kur'anın tanımladığı "Hanif " kavramı , İbrahim as ile birlikte ifade edilen bir kavram olmasından hareketle , kur'andaki ifadesi "resullerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak" olan İbrahim as ı önceleyip Muhammed as ı arkaya atmak şekilde tezahür eden bir anlayıştan hareket eden bu düşünce mensupları  yolun başında kur'anın," resullerin birini diğerinde ayırmayız" ifadesine ters bir  söylem ile hareket ettikleri için ters bir yola sapmışlardır. "Hanif Müslüman" söylemi bu kişiler için bazı ritüel ibadetlerden kaçış için bir kapı aralığı zannedilmiştir. "Salat" kavramı içinde yerini bulan günlük dilimizde "Namaz" adını alan ibadet şeklinin şirk olduğu gibi bir düşünce ortaya atarak bazı kur'andan habersiz kişileri aldatmaya muvaffak olmuşlardır.  


Bu aldatmacanın fikir babalarının içinde olan "Tebyinül Kur'an" adlı eserdeki " salat " kavramı geçen ayetlerdeki açılan tahrif amaçlı parantez içlerine verilen manayı gördüğümüz zaman bunu daha iyi anlarız. Biz burada namazın var olup olmadığı tartışmasını yapmaktan ziyade "bop" çuların bu namaz üzerindeki esas amaçları üzerinde durmak istiyoruz.    


                    "B.O.P" ÇULARIN  NAMAZ  DÜŞMANLIĞI  

Namaz ibadeti bugün bir çok Müslüman tarafından gerçek işlevinin ne olduğu veya ne olması gerektiği üzerinde durulmadan eda edilen bir ibadet olmasına rağmen gerçek işlevi Müslümanlardan ziyade "bop" çular tarafından bilinen bir ibadettir. Onlar için bataklık ve sinek !! mesabesinde olan İslam dünyası ve Müslümanları birleştiren en önemli ibadetlerden biridir.Bu birleştiriciliğin ,müslümanlardan daha çok farkında olan bu kişiler "Bel'am " ları vasıtası ile kur'anda böyle bir ibadetin olmadığı , hatta bu ibadeti yapanların şirk içinde olduğunu söylemektedirler. Gerçek işlevi ve mahiyeti kur'ani bir şekilde anlaşılan, günde 5 defa eda edilen , haftada bir gün topluca eda edilmesi gereken bir namaz  haliyle "bop" çular tarafından büyük bir tehlikedir. 


Ritüel olarak , ruku,secde,kıyamda duran bir müslüman karşısındaki düşmana adeta şunu haykırır.  "BEN BU YAPTIKLARIM İLE RAB VE İLAH OLARAK YALNIZ ALLAHI KABUL ETTİĞİMİ, TAĞUTİ REJİMLERE SECDE EDENLERE KARŞI BEN SADECE ONA SECDE ETTİĞİMİ, SİZLERİN MÜSTEKBİR OLDUĞUNUZU, VE BİR GÜN BU DÜZENLERİNİZİN BAŞINIZA GEÇECEĞİNİ İLAN EDİYORUM." Namazı bu şekilde anlayıp zalimlere bu mesajı veren Müslümanları engellemenin yolunun ancak namaz diye bir ibadet olmadığı düşüncesini yaymaktan geçtiğini bilen "bop" çuların bataklığı kurutma !! taktiklerinden bir tanesi budur. Bu düşünceyi yamaya çalışırken tabiki "Kıble" ve " Kabe"yi de unutmamışlardır.   


                          "B.O.P" ÇULARIN  "KIBLE" VE  "KABE"  DÜŞMANLIĞI 

Ritüel ibadetlerin gerçek işlevi ve mahiyeti Müslümanlar tarafından yeniden keşfedilince sömürü düzenlerinin başlarına geçeceğini çok iyi bilen "Bop" çular , namaz ibadetinin olmazsa olmazlarında olan "kıble" kavramında kur'ani !! kavram  çalışmaları ile halletme yoluna gitmek niyetindedirler. "Kabe" nin Kur'ani mahiyetinin ve işlevinin bugün bir çok Müslüman tarafından tam olarak anlaşılmamasını kalkan edinen "bop" çular Kabenin duvarlarını kutsayan Müslümanların bu yaptıkları yanlışı "putçuluk" olarak adlanmaktadırlar. Yine yılda bir kere belli günlerde yapılması gereken "Hacc" vazifesini , "Hanif" oldukları ve İbrahim as ın yolunu takip ettiklerini !! iddia eden "Bop"çuların yandaşları red etmektedirler. Bir inanç için gerekli olan birlik be beraberlik unsurlarını kökten yıkmak gibi şeytani bir plan içine girenlerin kuklası olan yerli işbirlikçiler bu tür düşüncelerin alt yapısının neresi ve kimler olduğunun farkına varmak mecburiyetindedirler. Çünkü bu tür düşünce içinde olan insanlar kullanıldığının daha farkında değillerdir. "Bop" çuların müslümanlar üzerindeki planları sadece "namaz" ,"kıble" , hacc" kavramları üzerinde oynamaktan ibaret değildir.  


                    KUR'AN  ÜZERİNDE   OYNANAN  OYUNLAR  


Kur'anın Müslümanlar üzerindeki olması gereken işlevini yine Müslümanlardan daha iyi bilen "Bop" çular işi dahada ciddiye alarak planları kur'an üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmaktadırlar. Vahyin kaynağı üzerinde şüpheler yaymaya çalışarak Kur'andaki gaybi kavramlar üzerinde fikir üretmeye!! kalkmışlardır. Özellikle , kökü İbni Arabiye kadar giden vahiy meleğini red etme düşüncesini yeni bir düşünce gibi ortaya atarak sunma gayretindedirler. 

Kur'anın Allah cc den Cibril vasıtası Muhammed as a ulaşmasını red etmek için Kur'an ayetlerini tahrif eden başka "Bopçu belamlar" ortaya attıkları "kur'anın matematiksel yöntem ile korunması" teorisini kur'ana bazı ayetlerin (tevbe s. son iki ayeti) ilave edildiğini anlama !!! başarısı ile göstermişlerdir. Kur'an hakkında kafaları karıştırılan bazılarıda bu ilave eksiltmelere kendi yöntemleri ile katkıda bulunmaktan geri durmamışlardır. 

Kur'anda kıssa yolu ile anlatım olan tarihteki geçen resullerin kavimleri ile olan Tevhid mücadeleleri ve onların zulme karşı başkaldırışlarının yaşanmış örnekleri olan kur'an kıssaları hedef saptırma yöntemi ile yaşanmışlıktan ibret alma tarafı bir kenara atılarak o kıssaların yaşanıp yaşanmadığı üzerinde düşünceler üretilmiş ve bunlar yapılırken kur'an metni tahrif edilmekten çekinilmemiştir. Artık bu kıssalar "Bopçu belamlar" ın marifeti ile bir mecaz anlatım olup tarih sayfasında yerini almış bizim için hiç bir şey ifade etmeyen masallar olmuştur.  


Acı olan taraf şudur ki, İslam,Kur'an ve Müslümanlar üzerinde yüzyıllardır çirkin emelleri olan İslam düşmanlarının kurmuş olduğu bu tür tuzaklarda Müslümanların gönüllü olarak başrol oynamasıdır. Kur'an Müslümanlar için hayatın ayrılmaz bir parçası ve hayata dair bir kitap olmasına rağmen gelenek eliyle mezar kitabı haline modernizm eliyle hayatla alakası olmayan" içindeki emirlerden nasıl kaçabiliriz" şeklinde bir ön kabul ile okunarak hayattan çıkarılmış böylece bazılarının ekmeğine yağ sürülmüştür.

Değiştirilen "B.O.P" destekli Kur'an algıları ve bunların oluşturduğu Müslüman!! tipleri sayesinde artık "tağut" kavramının karşılığı , günde 5 vakit kıbleye dönüp namaz kılan , hacca giden bir Müslüman olmuştur. Yine değiştirilen kur'an algısı sayesinde kur'an Allah tan inen bir kitap değil ,Muhammed as ın örnekliği bir tarafa atılıp onun risaletten önce müşrik olup olmadığı tartışılmaya başlanmıştır. Demokrasi, liberalizm, sosyalizm, gibi kavramlar Hanif Müslümanın !! şiarı haline gelmiş ,kabe kıble olmaktan çıkıp anıt kabir kıble olmuştur. "cennet ve cehennem" bile ahirette değil dünyadaki kavramlardır. 


Sonuç olarak , "Süper Şeytan" Amerikanın bataklık ve sivrisinek olarak gördüğü İslam dünyası ve Müslümanların etkisini alt etmek amacıyla uygulamaya koyduğu "B.O.P" sayesinde değiştirilen Kur'an algıları ile Kur'ana bakan bir "Hanif Müslüman" !!!  Amerika için ideal bir Müslüman tipidir.Böyle bir Hanif Müslüman!! zalimin zulmüne kıyam etmek yerine o zulme ancak secde eder ve Müslüman kimliği adına hiçbir şey kalmaz. Çünkü Müslümanın kimliğini oluşturan ana unsurlar artık yok edilmiştir. Böyle Müslüman !! tipleri amerikanın istediği bir Müslüman tipidir ve kendileri için hiç bir tehlike arz etmezler.

15 Ekim 2011 Cumartesi

"Kehf ve Rakım Ashabı" Kıssası

Kehf ve Rakım Ashabı kıssası, Kur'anı Kerim'in Kehf suresinde anlatılan ve sureye ismini veren kıssadır. Bu kıssadaki anlatılanlar, Kur'anın bütünlüğünde bizlere anlatılan konuların canlı olarak pratik hayata geçirilişinin örneklerini yansıtması açısından bakılması dikkate değerdir. Kur'an kıssalarının  yaşadığımız hayat içinde almamız gereken güzel örnekler barındırdığını gözden uzak tutmadığımız müddetçe bu kıssalar bizlere birer işaret taşı mesabesindedir. Geleneksel ve modernist yorumlara baktığımız zaman bu kıssaların yaşadığımız hayat içinde bizlere bir örnek teşkil etmesi gibi bir düşünce içinde olunmadığını görmekteyiz.

 Geleneksel tefsir anlayışı içinde değerlendirilen kıssalar Kur'an harici bilgilerle kıssaları boğup bir sayfalık  kıssayı sayfalarca rivayetler ile doldurarak anlamsız  hikayeler haline getirmişlerdir. Kıssada göreceğimiz üzere özellikle gayp hakkında Kur'andan başka bilgi kaynağı üzerinde durulmamasının emredilmesine rağmen (22. ayet) maalesef yığınlarca İsraili bilgiler tefsirlerde mevcuttur. 

Bunun yanında geleneksel anlayış ile kıssaları anlamama husunda aynı paralelde bulunan modernist anlayış , kıssaların yaşanmışlığı konusunda tereddütler ortaya atarak "Bunlar gerçek olarak yaşanmış olaylar değildir mecazi anlatımlardır" şeklindeki düşünceleri ile kıssaları hayattan koparmaya çalışmaktadırlar. Bunun örneğini budan önceki yazımızda "Tebyinül Kuran" adlı eserden, bu kıssa ile ilgili yorumları alıntılayarak , kıssanın hayattan koparma adına tahrif edilerek bilim kurgu filmi haline getirildiğinin örneklerini sergilemeye çalışmıştık. 

"Kehf ve Rakım ehli " kıssasında, bizlere örnek olması gereken konuları 4 ana başlık halinde toplamamız mümkündür. 

1-ŞİRK DÜZENLERİNE KARŞI TEVHİDİ DURUŞ. 
2- ÖLÜMDEN SONRA DİRİLİŞİN HAKİKATI. 
3- KABİR HAYATI.
4-GAYB BİLGİSİNİN KAYNAĞI.

 Kıssanın ayet meallerini vererek bu konuları anladığımız kadarı ile paylaşmaya gayret edelim. 

9- Sen, yoksa Kehf ve Rakim Ehlini Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?
10- O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: "Rabbimiz, Katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl).
11- Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik).
12- Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.
13- Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.
14- Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; İlah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız."
15- "Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?"
16- (İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın."
17- (Onlara baktığında) Görürsün ki, güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser-geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı. Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın.
18- Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.
19- Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin."
20- "Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız."
21- Böylece, Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin, kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına ve sonraki insan kuşaklarına) onları buldurmuş olduk. (Onları görenler) Kendi aralarında durumlarını tartışıyorlardı, (bir kısmı) dedi ki: "Onların üstüne bir bina inşa edin, Rableri onları daha iyi bilir." Onların işine galip gelen (sözleri geçen)ler ise: "Üstlerine mutlaka bir mescid yapmalıyız" dediler.
22- (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üç'tüler, onların dördüncüsü köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. "Yedidirler, onların sekizincisi köpekleridir" diyecekler. De ki: "Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.
23- Hiçbir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme.
24- Ancak: "Allah dilerse" (inşaAllah yapacağım de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir."
25- Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar.
26- De ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz."

                     RAKIM EHLİ KİMLERDİR?

Öncelikle 9. ayette geçen "Kehf ve Rakım Ehli"nin kimler olduğu konusunun açıklığa kavuşturulması gerektiği kanaatindeyiz, çünkü tefsir kitaplarında bu konuda farklı bilgiler bulunmaktadır. Tefsir kitaplarında "Rakım Ehli" ile ilgili yazılanları  toplayacak olursak, 1-mağara ehlinin isimlerinin yazıldığı taş kitabe,2-mağara ehlinin çıktıkları şehrin adı,3-kullandıkları gümüş para,4- köpeklerinin ismi  gibi yorumlara rastlamaktayız.

Ancak kanaatimiz o dur ki , ilgili ayetler ve tefsirlerdeki yorumlar "Kehf ve Rakım ehlinin" aynı kişiler olduğu görüşü daha doğrudur. Tefsirlerde yorumlara dikkat edecek olursak yorumların birleştiği nokta Ashabı Kehf ile ilgilidir."Rakım" kelimesinin anlamı ile ilgili olarak ,Ragıp el isfahani "Müfredat"ında şunları der."Kalın bir şekilde iz işaret bırakmak,çizmek veya yazmak. "ashabul rakım" için ,bunun bir yer adı olduğu söylenmiştir.Bir görüşe göre "üzerine isimlerinin yazıldığı taşa nisbet edilerek böyle adlandırılmıştır." 


Bu kıssanın yaşandığı zamanı gözümüzün önüne getirip yaşananları zihnimizde canlandıracak olursak ,yaşanan olayın öyle basit ve sıradan bir olay olmadığı anlaşılır. Birkaç muvahhit genç zalim hükümdara baş kaldırıp bir anda ortadan kayboluyorlar ve bir daha kendilerinden hiç bir şekilde haber alınamıyor.Böyle bir olay bugün bile yaşansa dikkatleri çekecek olan bir olaydır.

Arkeolojik kazılardan elde edilen en önemli bulgulardan biri o beldenin önemli olaylarının yazıldığı taş kitabelerdir.Ashabı Kehf'in de ortadan kaybolmadan önce yaşadığı olaylar kitabelere yazılmış olacağından ötürü onların Kur'andaki diğer adı da "Rakım Ashabı dır". 9. ayette "Kehf ve Rakım ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın" mealindeki ayet, bizlere onların sonra gelenler için bir ayet olduğunu anlatmaktadır. 17. ayette "bu Allah'ın ayetlerindendir" şeklindeki meale bakılacak olursa ayet olarak bahsedilen konu onların mağaradaki durumları ile ilgilidir. Buda bize "Kehf ve Rakım ashabının" aynı kişiler olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Bu tespitten sonra kıssadaki örnek almamız gereken konular üzerinde durabiliriz.


             1- ŞİRK DÜZENLERİNE KARŞI TEVHİDİ DURUŞ  


Rabbimizin , Kur'anda bizlere bildirdiği en önemli konu , dinin ona has kılınması ve rab ve ilah olarak ondan başkasının tanınmamasıdır. Adem as dan Muhammed as a kadar gelen bütün resullerin ortak daveti Allaha şirk koşulmaması noktasındadır. Ancak Kur'anda anlatılan zalim hükümdar örneklerine baktığımız zaman onların (Nemrut ve Firavun örneklerinde gördüğümüz gibi) halk üzerinde baskı ve zulümlerini sürdürmek amacı ile kendilerinin "rab" ve "ilah" olduklarını iddia etmeleridir. 

Zalim hükümdarların bu iddiaları kıyamete kadar sürecektir. Kendi yanlarından çıkardıları hükümlerle insanları yönetme iddiasında olan bütün kişi ve kurumların ortak iddiaları KENDİLERİNİN ALLAH'TAN BAŞKA RABLER VE İLAHLAR OLDUĞU iddiasıdır.Bu iddiayı Kehf suresinde "Ashabı Kehf'in" yaşadığı şehrin hükümdarları da sürdürme gayreti içindedirler. Her devirde olduğu gibi her zalim iktidarın karşısına hakkı haykıran muvahhitler çıkmıştır ve çıkacaktır. "Ashabı kehf" bu ,hakkı  haykıran muvahhitlerin bir örneğidir. Bu muvahhitler sayıca az olmalarına rağmen, makam mevki ,aile ,servet, ve el alem ne der kaygılarını bir tarafa atıp , DİNİ ALLAHA HAS KILMA mücadelesini vermişlerdir. 

Neticede, "Bu toplum düzelmez bari biz bu topluma adapte olalım" şeklinde bir düşünce içinde olmayıp o şehirden hicret etmişlerdir. Çünkü şirk düzenlerinin hakim olduğu bir toplumda müminler ellerinden gelen tepkinin en azamisini göstermek durumundadırlar. Bu tepkiyi göstermeyenler rableri huzurunda sorumludurlar."Ashabı Kehf" bu azami tepkiyi vermenin bir örneğini gösterip , rahmeti başkalarından beklemeyip sadece Allah'tan bekleyerek yarın kaygısını bir tarafa atıp mağaraya sığınmışlardır.  


           2-ÖLÜMDEN SONRA DİRİLİŞİN HAKİKATI  


Kur'anın en önemli haberlerinden biride "Kıyamet" ve ölümden sonra diriliş" hakikatıdır. Bu hakikati gelen resullerin kavimlerine olan tebliğlerinde görmekteyiz. Buna rağmen müşriklerin ölümden sonra yeniden dirilişi inkar ettiklerini görmekteyiz. Surenin 21. ayeti bize bu gerçeği haber vermektedir. "böylece, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için onları(şehir halkına) buldurmuş olduk.

 Bu olayın Ashabı Kehf'i bulan şehir halkı ve bizlere ibret olması gereken yönü, başlarından geçen olaylar efsane olmuş ,kendilerinden nesiller boyu alınamayan "Ashabı Kehf'in" bir anda şehir halkının karşısına çıkması ve bu olayın "ölümden sonra dirilişin" dünya hayatında canlı bir provası olmasıdır. Belki , "bizler Ashabı Kehf'in yaşadığı çağa şahit olmadık" şeklinde akıla gelebilecek olan bir düşünceye Kur'anın bize verdiği her bilgi ve haberin bizler için "aynel yakin" bilgi ifade etmesi gerekmektedir. Bunun tersi bir düşünce özellikle Kur'anda anlatılan kıssaların bizler için bir örnek değil "Esatirul Evvelin" (eskilerin masalları) olması durumuna düşer. Bugün modernist düşüncenin kıssa anlayışı maalesef bu merkezdedir.

                                       3-   KABİR     HAYATI     

Ölüm ile yeniden diriliş arası ile ilgili olarak kur'anda herhangi bir haber verilmemesine rağmen rivayetler uydurmak sureti ile "Kabir Azabı" iman konusu haline getirilip bunun inanılması gereken bir konu olduğu, ve inanmayanın "Kafir" durumuna düşeceği iftirası,bilindiği gibi ortada gezmektedir. Bu konu ile ilgili olarak müstakil yazılarımız olmasına rağmen kıssada bu konu ile ilgili ayetler olduğu için ve "Kabir Azabı" konusunun bu kıssada daha bariz bir biçimde, söz konusu dahi olmayacağının ifade edilmesi açısından bu konuya da değinmek istiyoruz. 

19. ayette "böylece aralarında sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik.İçlerinden biri dedi ki " ne kadar kaldınız?" "bir gün veya bir kısmı kadar kaldık" dediler " cümlesindeki " ne kadar kaldınız ?"sorusu, Kur'an'ın bir çok ayetinde geçmektedir . Bu sorunun, kabirlerden kalkış zamanında sorulmuş olması ile "Ashabı Kehf'in" birbirine sorması ile arasındaki bağlantı , Ashabı Kehf'in mağarada uykuda kaldığı süre içinde hiçbir şeyden habersiz olduğu ve uyandıkları zaman 309 yıl geçmesine rağmen "Bir gün veya bir kısmı kadar" kaldıklarını zannetmeleridir. 

"Bir gün veya bir günden az" şeklindeki cevap kıyamet sonrası kabirlerinden dirilenlerin "ne kadar kaldınız?" sorusuna , kabirlerinden kalkan diğer kişilerin verdikleri cevap ile aynıdır. Aradaki bağlantıyı kuracak olursak , "Ashabı Kehf'in" uykuları ve kabirlerinden kalkanların , ölümleri ile arasında geçen zamandan habersiz olduklarından çıkaracağımız sonuç şu olacaktır. Eğer rivayetlerde uydurulduğu şekli ile "kabir azabı" konusu kuranın haber verdiği bir konu olsaydı ,kabirlerde kıyamete kadar binlerce yıl kalma durumunda olanlar"bir gün veya daha azı" demezlerdi. 


                        4- GAYB   BİLGİSİNİN   KAYNAĞI  


Kıssada 22. ayette "Gayba taş atmak" tabiri ile kullanılan sonradan gelenlerin "Ashabı Kehf" hakkında olur olmaz iddiaları ele alınarak gayp hakkındaki bilgi kaynağının sadece Kur'an olması ve Allah'ın verdiği bilgi kadarı ile yetinilmesi vurgulanmaktadır. Müteaddit Kur'an ayetlerinde " Ben gaybı bilmem" diyen Muhammed as bu sözlerine karşılık  sanki " Sen bilmezsen biz sana bildittiririz" dercesine ona atfen gayp hakkında özellikle "kıyamet alametleri" ve vefatından sonraki siyasi olayların etkisi ile gelen itikadi ayrılıkların kendi düşüncelerini kabul ettirme amaçlı olarak onun ağzından kendi itikadi düşüncelerini doğrulatmak amacı ile bir çok gaybi haberler uydurulmuştur. O gün uydurulan bir çok hadis bugün "Şia" ve "Ehli Sünnet" itikadı adı altında dinleştirilerek mensuplarına empoze edilmektedir. 

Tefsir  kitaplarında, özellikle kıssalar etrafında yoğunlaşan bilgi kirliliğinin kaynağına baktığımız zaman bu kaynakların " Hadis " adı altında yoğunlaştığına maalesef şahit olmaktayız. Yine Kur'anda defalarca " bu kıssaları sana bildirilmeden önce sen bundan habersizdin" mealindeki ayetlere rağmen , Kur'an kıssaları hakkındaki bilgisi sadece kur'andaki kadar olan bir resulün ağzından bir sürü İsrailiyyat haberler uydurulmuştur. 22. ayet ve bu yöndeki diğer kur'an ayetleri bize gösteriyor ki, Kur'an da anlatılan bir kıssa haricinde herhangi bir rivayete güvenilmesi mümkün değildir.  

Sonuç olarak , bütün kur'an kıssalarını kur'anın  istediği şekilde anlamak durumunda olan Mü'minler olarak bu kıssadan da" anlaşılması gereken sadece budur" şeklinde bir anlatım içinde olmayıp " bizim anladığımız budur" şeklinde bir tutum içinde "Ashabı Kehf" kıssasından anladığımızı paylaşmaya çalıştık. Bu anlayışımızın temel dayanağı KUR'AN KISSALARININ  SADECE O GÜN İÇİN DEĞİL HER ÇAĞA BİR MESAJ TAŞIMASIDIR. Geleneksel ve modernist anlayışın birleştiği kur'an kıssalarının bir masal veya ütopya olarak anlaşılması ve hayata dair hiçbir mesajının olmaması kur'andan onay alan bir düşünce değildir. "Tebyinül Kur'an " adlı eserdeki bu kıssa ile ilgili yaklaşımları gördüğümüz zaman özellikle modernist düşüncenin , kur'an kıssaları üzerinden hareket ederek " parmak ayı gösterirken, aya değil  parmağa baktırmak" metodu ile kıssaların içini boşaltıp onları modern masallar haline getirme tehlikesine de dikkat çekmek istiyoruz. 

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 10 (Ashabı Kehf Kıssası)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri başlıklı seri yazılarımıza eserdeki  , Kehf suresinde geçen "Ashabı Kehf" kıssası ile ilgili yazılanlardan örnekler vererek tahrif edildiğini iddia ettiğimiz kısımları sizlerle paylaşacağız. Önce eserden ilgili ayet meallerini ve o ayetler ile ilgili olarak yapılan yapılan örnekleri alıntılayalım.

"9.         Yoksa sen, Kehf [Büyük Mağara] ve Rakim [Yazıt] Ashabı'nın şaşılacak Âyetlerimizden olduklarını mı sandın?
10.        O yiğitler, Kehf'e [Büyük Mağara'ya] sığınınca: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" dediler.
11.        Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk.
12.        Sonra da iki gurubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bilelim diye onları [Rakim / Yazıt Ashabı'nı] gönderdik."   

Kıssa ile ilgili olarak 9-13. ayetlerin meallerini verdikten sonra  yazar şunları demektedir.

"Pasajı okumaya başlamadan önce dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, kıssada sadece Ashab-ı Kehf'ten değil, Ashab-ı Kehf ile beraber Ashab-ı Rakim'den de bahsedilmiş olmasıdır. Bu nedenle, pasajdaki zamirlerin bir bölümü Ashab-ı Kehf'e, bir bölümü de Ashab-ı Rakim'e racidir.
Âyetlerin metninden açıkça anlaşıldığı üzere, Sûrenin bu bölümünde, Kur'ân'ın indiği döneme göre henüz gerçekleşmemiş, asırlarca sonra gerçekleşecek olan ve insanların yok olmadığını, zamanı gelince sağda solda dağınık olarak bulunan hücrelerin emaneten durdukları yerlerden alınıp birleştirileceği gerçeğine ve ahiretin kesin varlığını bilimsel olarak ortaya koyacak kişilere ve olaylara değinilmiştir.
"Kehf" ve "Rakim Ashabı" konularının iyi anlaşılabilmesi için öncelikle 21. Âyete dikkat edilmesi gerekmektedir:"  

9. ayetteki "Rakım Ehli" nin kim olduğu konusu başka tefsirciler tarafındanda tartışılmıştır. Ancak düşüncemiz, "kehf ve rakım ehlinin" aynı insanlar olduğu yönündedir. "Rakım " kelimesinin anlamını Ragıp el İsfahani "Elmüfredat"ta şöyle açıklar."Kalın bir şekilde iz işaret bırakmak,çizmek veya yazmak. "Ashabul Rakım" için ,bunun bir yer adı olduğu söylenmiştir.Bir görüşe göre "üzerine isimlerinin yazıldığı taşa nisbet edilerek böyle adlandırılmıştır." demektedir. 

Ashabı Kehf'in yaşadığı olayları kıssadaki ayetlerin arka planını göze alarak bakacak olursak, kurulu olan şirk düzenine karşı kıyam ederek bulundukları toplumu terk edip ve bir daha izine rastlamayan bu gençlerin,terk ettikleri toplum için bir efsane kaynağı olmuşlardır. Bu yaptıkları kıyam onları destanlaştırmış ve geriden gelenlerinde hatırlamaları için onlar hakkında yazıtlar kitabeler taşlara kazınmıştır. 

Günümüzdeki arkeolojik bulgulara baktığımız zaman eski çağlardaki insanların yaşadıkları önemli olayları ,geriden gelen nesillerin unutmamaları için taş kitabeler ihdas ederek olayları o taşların üzerlerine yazdıklarını görmekteyiz. "Rakım" kelimesinin anlamına baktığımız zaman "ashabı kehf ve rakım ehlinin" aynı kişilerden bahsettiğini düşünenlerin bu yorumlarının daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Ayete baktığımız zaman "ashabel kehf verrakım" ifadesinin aynı kişilere işaret ettiği anlamı daha uygun gelmektedir. Kur'anda farklı guruplardan bahseden ayetlere baktığımız zaman, 7-48 ve50 de "ashabun nar ve ashabul cenne",59-20 de"ashabun nar ve ashabul cenne" şeklindeki terkiplere rastlamaktayız.  

Ashabı kehf kıssasına baktığımız zaman bize kıssada bizlere ibret ve örnek olması gereken mesajlar vardır.En önemli hisse ise o gençlerin şirk düzenine kıyam ederek yönetime başkaldırmalarıdır. Bu bölümden bizler için hise alınması gereken yer ,şirk düzenlerine karşı vermemiz gereken tepkinin ne olması gerektiğinin örneklerinden birinin YAŞANMIŞ bir olay olarak aktarılmasıdır. 

Yani rabbimiz bizlere "şirke karşı kıyam edin" emrinin yaşanmış bir örneği sunularak ,her devir ve her çağda şirke bulaşmamak için yapılması gereken kıyam çeşitlerinden bir örnek vermektedir. Ancak eser sahibinin bu kıssa hakkındaki yorumları bu kıssanın vermek istediği mesajı örterek hedef saptırma mesabesindedir. "tebyin" adını verdiği eserden şimdiye kadar verdiğimiz örneklere bakacak olursak bu hedef saptırmasını da doğal karşılamaktayız. Çünkü eseri ve kendisi araf suresi 175 ve 176 ayetlerinde geçen prototip şahsiyetin günümüz türkiye temsilcilerindendir. Kıssa hakkındaki yorumları eserden alıntılamaya devam ediyoruz. 

"Kehf ve Rakim Ashapları bize bir kıssa olarak anlatılmamıştır. Geçmişteki kıssaların gelecekteki kıyamete kanıt olması zaten düşünülemez. Anlatımda kullanılan fiillerin geniş veya gelecek zaman kipleriyle verilmesi de anlatılanların geçmişe değil de geleceğe yönelik olmasından dolayıdır.
Bu açıklamalardan sonra, Ashab-ı Kehf hakkında verilen bilgilerin "Ashab-ı Kehf Kıssası" olarak kabul edilmesini sağlayan nakillere göz atılması yararlı olacaktır. Rivayet kitaplarında Ashab-ı Kehf'e ait nakledilen kıssalar oldukça ayrıntılı ve birbirinden farklıdır. Biz, Kur'ân'da sözü edilen Ashab-ı Kehf ile efsanelerdeki Ashab-ı Kehf'in birbiriyle alakasının olmadığına kani olsak da, sırf mukayese yapılabilsin diye, merhum Mevdudi'nin hazırladığı en derli toplu nakil derlemesini aşağıda naklediyoruz:"  

Bunun bir kıssa olmadığını iddia eden sayın yazar bunu kıssa olarak anlamanın geleneksel nakiller! olduğunu iddia ederek kur'anda anlatılan "ashabı kehfin" bunlardan ayrı olduğunu söyleyerek "mevdudi" nin eseri"tefhimül kurandan" örnekler verir ve devamında "ashabul kehf verrakım" kelimelerinin sözcük anlamları üzerinde durmaktadır.  "kehf" ve "rakım" kelimelerine doğru anlamlar veren sayın yazar devamında bu kelimelere yüklediği anlam ile konuyu saptırmaya devam etmektedir.  

"Demek oluyor ki, bu pasajda, "Büyük Mağara"da gelişecek bir takım olaylar anlatılmaktadır. "Büyük Mağara"da çalışanlar ile "Yazıt Ashabı" arasında bir şeyler olacaktır. Mağarada olacak olayların anlatıldığı Âyetlere bakılırsa, bu büyük mağara bir "dağ oyuğu" değil bir laboratuar ve ses geçirmez bir stüdyo'dur."

Kehf ve rakım ehlini iki ayrı guruba ayıran sayın yazar mağarayıda stüdyoya benzeterek senaryoyu hazırlamaya devam etmektedir. Senaryoya uygun düşmesi için "müstakarr" ve müstevde" kelimeleri ile ilgili örnekler vererek devam eden sayın yazar, örnek verdiği kıyamet s 13. ayeti ile ilgili şu yorumu yapmaktadır.  


"(Kıyamet: 13) "O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
اليوم - Yevm sözcüğü Kur'ân'da sadece "gün" anlamında değil, "evre, devre, etap" anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur'ân'da bazen kısa bir "an"ı, bazen de uzun "yıllar"ı işaret etmektedir. Meselâ Rahmân Sûresinin 29. Âyetinde "an" anlamına gelen "yevm" sözcüğü, Hûd Sûresinin 7 ve Fussılet Sûresinin 9, 10. Âyetlerinde de "uzun yıllar" anlamına gelmektedir.
Bize göre, bu Âyetlerdeki "o gün", yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların "Kaçacak yer neresi! " diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay'ın tutulduğu, Güneş ve Ay'ın birleştiği gündür, ölüm anıdır. 

 Kıyamet suresindeki ayetlerin bağlamının yeniden dirilişten sonraki hali tasvir etmesine rağmen , ayetteki "o gün" den kastın ölüm anı olduğunu iddia eden sayın yazar, yine ölümden sonraki diriliş ile ilgili olan, kıyamet s 13. ayet ile aşağı yukarı aynı metne sahip olan infitar s. 5 ayeti ile ilgili olarak,
 "Bu ayet gurubunda, insanın kıyamet sonrasında, dünyada yaptıklarının, yapması gerekirken yapmadıklarının ve sonradan kendi adına yapılanların hepsini öğrendiği bildirilmektedir." diyerek kur'an bütünlüğünü gözetmek iddiasının neresinde olduğunu göstermektedir. Devamında uzun uzun açıklamalar yaparak vardığı nihai kararı şöyle açıklar.  


"Bu uzun açıklamalardan sonra Allah'ın izniyle diyebiliriz ki, Ashab-ı Rakim , geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir. Ashab-ı Kehf de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.""

Senaryoyu ve stüdyoyu!! hazırlayan sayın yazarımız yolunun üstündeki taşları temizledikten yola rahatlıkla yola (ayetleri tahrife) devam etmektedir. 13. ayet ile 16. ayeti birleştirerek verdiği 13-14-15-16. ayetlerin mealini de şöyle verir.

"13–16.     Biz sana onların [Kehf ve Rakim ashablarının] önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık: "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın."
14–15.     Ve Biz onlar ayaklanıp da: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah'ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir. Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir" dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.

Kurduğu senaryoya! uymayan ayetlerin pek çok surede yaptığı burada da yaparak mushaftaki diziliş sırasını da değiştiren sayın yazar böylece asıl amacı olan hedef saptırmaya yönelik adımlarını sıklaştırarak şöyle devam etmektedir. 

"Bu Âyet grubunda Kehf Ashabı'nın çalışmaya başlamaları nakledilmiştir. Âyetten anlaşıldığına göre, bir grup inançlı genç, "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" diyerek ayaklanınca [işe başlayınca], Rabbimiz de onlara "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın" diyerek kendilerine imkân sağlamıştır.
16. Âyet gerek teknik gerekse semantik olarak 13. Âyetin parçasıdır. O nedenle 13 ve 16. Âyetleri birlikte sunduk."  

Kurduğu senaryo üzerine ashabı kehfi stüdyoda çalıştırmaya başlatan ! sayın yazar, surenin 10. ayetinde gördüğümüz ""Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla"" şeklindeki dualarının karşılığını 16. ayetteki " "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın"" ayetinin karşılığı olarak rabbimizin bir sözü olduğunu iddia etmektedir. Kendisine yöneltilebilecek olan, neden "rableri kendilerine imkan sağlamıştır" dediniz? şeklinde sorulacak bir soruya muhtemelen vereceği cevabı, "ayette "mademki siz ayrıldınız" şekli ile gelen cümleye bakarak bunu ashabı kehften biri söylese " mademki biz ayrıldık" şeklinde olması gerekirdi " şeklinde bir cevap vermesi muhtemel olan sayın yazar,19. ayetteki " ne kadar kaldınız" diye soran kimse için, neden " ne kadar kaldık"şeklinde bir soru sormamış acaba diye bir soru sorduğumuzda vereceği cevap ayeti tahrif ederek soran kişi mağara ashabından değil onları bulan rakım ashabındandı diyecektir. 

Halbuki 16. ayette " mademki siz onlardan ayrıldınız" şeklinde gelen cümleye bakıp bu sözü söyleyen kişininde ashabı kehften olduğu rahatlıkla , 19. ayetteki " ne kadar kaldınız " sorusunun kur'andaki diğer ayetlerdeki geçişlerine bakarak çıkarabilirdi. Kıyamet sonra yeniden dirilen insanların birbirlerine sordukları " ne kadar kaldınız" sorusu onların haricindeki biri tarafından değil yine dirilenlerin birbirlerine sorduğu sorulardandır. Yani aynı hal içindeki insanlar "ne kadar kaldık" demeyip "ne kadar kaldınız" şeklinde birbirlerine sormaktadırlar.

17-18-19-20. ayetlerede verdiği meal şu şekildedir.   
17.        Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser–geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın Âyetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir yakın Kimseyi asla bulamazsın."
18.        Ve sen onları [Ashab–ı Rakim'i] görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onlara muttali olsaydın, kesinlikle, kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın.
19–20.     Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik. Onlardan bir sözcü: "Ne kadar durup kaldınız?" dedi. Onlar [diğerleri]: "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. Onlar [Yazıt ashabından diğerleri]: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu varakınızla [gümüş paranızla] Medine'ye [şehre] gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedi olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz."

Bu guruptaki ayetlerin arasına (ashabı rakım- yazıt ashabı) parantezlerini koyarak kıssanın başında iddia ettiği üzere "rakım ashabının" ayrı insanlar olduğu iddiasını bu ayetlerde parantez içi tahrife giderek dile getirip şöyle devam etmektedir. 
"Bu Âyetlerde Kehf Ashabı'nın çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı, uyguladıkları hipnoz yöntemiyle Rakim Ashabı'nın emaneten taşıdığı yazıtlardaki [bellek hücrelerindeki] geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur'ân'ın mucizeliği hem de Allah'ın vaadinin hak olduğu ve Kıyamet'te hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır.


Kurduğu senaryo ve stüdyo ile (mağaranın stüdyo olduğu iddiasındadır) kıssayı bilim kurgu filmi ! haline getiren yazarımız ,17. ayetteki "güneş" sağ ve sol" kelimelerinin hakiki değil mecaz anlam olduğunu iddia ederek şunları yazar. 
"Burada konu edilen Şems " Güneş," yıldız olan Güneş olmayıp mecaz anlamıyla Kur'ân'dır. Şems [Güneş]" sözcüğünün mecaz anlamıyla Kur'ân demek olduğunu daha evvel "Şems" Sûresinde açıklamıştık. [69–21]
Evet, burada olup bitenlerin Kur'ân ile sağlaması yapılacak olursa, yani olanlar Kur'ân büyüteci altında değerlendirilecek olursa, sağ yöne yöneldiği [tam isabetle, hayırlı bir iş yapıldığı] görülecektir. Yok, Kur'ân açısından bakılmazsa, bu kez sol yöne kayıp gidecektir [uğursuz, anlamsız bir olay olarak kalacaktır, çalışmalara yazık olacaktır.] Sağ sözcüğünün "uğur", sol sözcüğünün "uğursuzluk" anlamında kullanıldığını daha evvel "Ashab-ı Meymene ve Ashab-ı Meş'eme" başlığı altında detaylı olarak açıklamıştık. [69–22]


19. ayette (parantez içi ) tahrifle , ayeti "Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik" şeklinde meallendiren yazar,senaryoya uygun düşmesi için "ba e se" kelimesini de tahrif etmek zorundadır. Ve kılıfı şunları diyerek uydurmaktadır.   "12. ve 19. Âyetin orijinalindeki بعث - bea'se fiili genellikle "diriltti" diye tercüme edilmiştir. Biz ise aynı fiili her iki Âyette de "göndermek" anlamıyla çevirmiş bulunuyoruz. Böylece 12. Âyettekine "gönderdik", 19. Âyettekilere ise "gönderdik" ve "gönderiniz" şeklinde anlam verdik. Bunun nedeni, Arapça dilbilgisi kurallarının bu anlamı gerektiriyor olmasıdır." diyen yazar 12. ve 19 ayette aynı kalıpta geçen "baasnahum" kelimesine bir ayette başka bir ayette başka anlam verilmesi gerektiği şeklinde gülünç bir iddia ortaya atarak yeri geldiğinde arapça gramer kaidelerini de kendisi tesbit edecek kadar arap dili uzmanı!! olduğunu göstermektedir. Halbuki 12. ve19. ayetlerdeki "baase" kelimesinin anlamı kendisinin iddia ettiği şekilde değildir. Bu iddiasını önce bu kelimeye verdiği anlamı değiştirerek dile getirmektedir. B u kelime ilgili şunları der yazarımız. 
"Bu sözcük lügatte "tek başına veya birisiyle birlikte göndermek" demektir. [69–25]
Kur'ân'a bakıldığında, bu sözcüğün "yeniden diriltme" anlamından çok, "gönderme" anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sözcüğün "diriltme" anlamı da aslında "mezardan gönderme" anlamından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kur'ân'da Elçi göndermenin بعث - bea'se fiiliyle ifade edildiği birçok Âyet vardır. Biz burada "kişi" ve "gurup" gönderme anlamıyla birkaç Âyeti örnek vereceğiz:"" 

"Tacü'l arus" tan aldığı anlamın sadece bir cümlesini vermekle yetinen yazarımız , bu kelimenin esas anlamının" harekete geçirmek" olduğu" gönderme ve diriltme" anlamlarının bu kelimenin esas anlamından harektle kullanıldığını ve neden verdiği örnek ayetlerde sadece " gönderme" anlamında kullanılan ayetlere ver verdiğini "diriltmek" anlamının geçtiği ayetleri neden  örttüğünü söylemesine gerek yoktur. 

Kıssada verilmek istenen mesajlardan biride sayın yazarın iddia ettiği gibi kıyametin ve yeniden dirilişin hak olduğu mesajıdır. Eser sahibi bu mesajı görmüş ancak kıssadaki en önemli mesaj olan KÜFRE KARŞI KIYAM mesajını örtmek adına   bu konuyu da "baase" kelimesinin "göndermek" anlamında kullanıldığını iddia ederek bu  konuyu da bilim kurgu filmine çevirmiştir. 19. ve 20 ayetlerde "yazıt ashabı" şeklinde dile getirdiği ve ashabı kehften ayrı tutarak onları bulan insanlar olduğunu iddia etmesine rağmen "ashabı kehfi " bulan kimseler 21. ayette dile getirilmektedir. 

Sonuç olarak, kur'anın en önemli mesajlarından biri olan zalime karşı başkaldırının geçmişte canlı bir örneği olan "ashabı kehf" kıssasını bu mesajı örtmek adına hedef saptırma yolu ile mağarayı stüdyo diyerek kıssayı bilim kurgu filmi haline getiren  sayın yazarımız, alışılmış metodlarından birini de bu kıssa üzerinde oynayarak göstermeye gayret etmiştir.Kıssada aynı kalıpta geçen bir kelimeye "öyle gerekmekte" diyerek arap dili konusunda uzmanlığını! sergileyen sayın yazar ,kur'anın kendi sağlamasını kendi içinde yapmasının bir sonucu olarak bir yerde bozduğu bir kelimeyi başka yerde ya unutmak suretiyle doğu meallendirip kendi çelişkisini sergilemiş yada arap dili uzmanlığının! sonucu olarak gramer kaidelerini değiştirme yolu ile hevasından ürettiği ön kabullerle sonuca varmaya çalışmaktadır. Kur'an, kendisini ancak halis niyet ile yaklaşanlara açan bir kitaptır,art niyetle yaklaşanları ise rezil rüsva eden bir kitaptır. 
                      EN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR.

4 Ekim 2011 Salı

Meryem s. 71. Ayeti: Cehenneme Giriş ve Oradan Çıkış Olacak mı ?

Kur'anı kerimi doğru anlamak için gerekli olan en önemli olan hususlardan biri olan , konu bütünlüğü (siyak sibak) veya kur'an bütünlüğü gözetilmeden yapılan bir anlama çalışması bizlere o konu hakkında doğru bir bilgi vermez.

Kur'an bütünlüğü gözetilmeden anlaşılmaya çalışılan bazı ayetler günümüze kadar gelen ihtilaflı konuların kaynağını oluşturmuştur. Ayetlerin bağlamından kopuk olarak okunması ve bu kopuk okuma neticesinde oluşturulan  anlayışlardan biriside Meryem suresi 71. ayeti ile ilgilidir. Önce sadece Meryem suresi 71. ayetinin mealini vererek sonrada bu ayet üzerinde oluşturulan anlayışı ve bu oluşturulan anlayışın ne derece doğru olduğunu görelim. 


71- Sizden ona uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.  


Bu ayet bağlamından kopuk okunduğu zaman "sizden " kelimesinin kapsadığı mana olarak müminler ve kafirlerin hepsi birlikte cehenneme uğramaları  ve daha sonra cehennemden müminlerin çıkarılacakları anlaşılmıştır.Gördüğümüz meallerde genellikle "uğramayacak", "girmeyecek". "gitmeyecek" şeklinde bazı farkılıklar olmasına rağmen meallerde ki ağırlıklı anlam" sizden ona uğramayacak hiç kimse yoktur" şeklindedir. Ayetten çıkarılan ağırlıklı anlayış, mümin olsun kafir olsun herkes cehenneme uğrayacaktır ancak müminler sonra oradan kurtulacak şeklindedir. Burada ayette geçen "variduha"(uğramayacak) şeklinde anlam verilen kelimenin kur'andaki diğer ayetlerde geçişlerine ve orada verilen anlamlarına baktığımız zaman 71. ayet ile aynı paralelde anlam verilmediğini görüyoruz.  


Sözlük anlamı "suya yönelmek " olan bu kelimenin hakiki anlamı ile kullanıldığı ayetler mevcuttur. Biz konumuz ile ilgili ayetler ve onlara verilen anlamlar üzerinde durmak istiyoruz.Enbiya suresi 97-99. ayetlerinin meali şu şekildedir. 

"97- Gerçek olan va'd yaklaşmıştır, işte o zaman, inkar edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: "Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik" (diyecekler).
98- Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız.
99- Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların tümü içinde temelli kalıcıdırlar."

99. ayetin mealindeki " girmeyeceklerdi" kelimesinin Arapça metni "vereduha" şeklindedir.Gördüğümüz hiç bir mealde Meryem s. 71. ayetine verildiği şekli ile "uğramayacaklardı" şeklinde bir anlam verilmemiştir. Yine Hud suresi. 98. ayetinde firavunla ilgili olarak " O, kıyamet günü halkının önüne düşecek, onları ateşe götürecektir. Vardıkları o yer ne fena bir yerdir!" yine bu ayettede "götürecektir" şeklinde meallendirilen kelimenin arapça metni "fe evredehum" dur yine ayetteki "vardıkları yer" olarak meallendirilen kelimenin arapça metni "elvirdü"şeklindedir


Enbiya suresi 98. ayetinde " Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz" mealindeki ayette de "gireceksiniz" şeklindeki mealin Arapça metni "varidune" dir. Aynı kökten türeyen kelimelerin kullanıldığı ayetlerde Meryem suresi 71. ayeti hariç hepsinde "gireceksiniz" şeklinde meal verilen bu kelimeye Meryem s. 71. ayetinde ağırlıklı olarak ( bütün mealleri kastetmiyoruz) "uğramak" şeklinde bir meal verilmesi akidevi bir konu, olan günahkar Müslümanların , günahlarının cezasının çektikten sonra cennete gitmeleri ile ilişkilendirilmektedir. Biz bu konuya burada girmek istemiyoruz. Ancak günahkar Müslümanların cehenneme girip girmeme meselesi Meryem suresi 71. ayeti ile bir bağlantı kurarak delil getirmenin pek doğru olmadığını düşünüyoruz.

Dolayısı ile diğer ayetlerde verilen "girmeyecek" anlamının 71. ayete de verilmesi gerekmektedir."Uğramak" şeklinde verilen meallerin hatalı olduğunu düşünmekteyiz. Şimdi konu ile ilgili ayeti anlamak için ayetlerin konu bütünlüğü içinde meallerini vererek anlamaya çalışalım. 


66- İnsan demektedir ki: "Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak çıkarılacağım?"
67- İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu?
68- Andolsun Rabbine, Biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.
69- Sonra, her bir gruptan Rahman (olan Allah)a karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız.
70- Sonra Biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz.
71- Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.
72- Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz.
73- Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, o inkar edenler, iman edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi, makam bakımından daha iyi, topluluk bakımından daha güzeldir?"
74- Onlardan önce nice insan- nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler.
75- De ki: "Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va'dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin eyaaskeri- gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir.
76- Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır.

66. ayete baktığımız zaman yeniden dirilişi inkar eden birisinin sözlerini görmekteyiz. Konu bu inkarcı tipler ve ahiretteki cezaları ile ilgili olup 71. ayetteki "sizden " kelimesinin kapsadığı kısım müminler ile alakalı olmayıp yeniden dirilişi inkar edenler ile ilgilidir. Alaka kurmamız gereken kısım yeniden dirilişi inkar eden kafirlerin cehennemdeki halleri ve hayatta olan inkarcılara hitaben " sizden oraya girmeyecek yoktur" denmektedir. 72. ayetteki "sonra takva sahiplerini kurtarırız" sözü, sanki onları cehenneme atılmış ta sonradan çıkarılmış gibi bir yanlış anlamaya sebebiyet verilmiştir. Kur'anın hiç bir yerinde takva sahiplerinin cehenneme atılacakları ve sonradan çıkarılacaklarına dair bir bilgi yoktur. Aksine takva sahiplerinin yerlerinin cennet olduğu bilgisi vardır. 

 [044.056]  İlk tattıkları ölüm dışında, orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur (sürekli hayata kavuşmuşlardır).

 [052.018]  Rablerinin kendilerine verdiği ile sefa sürmektedirler. Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.

 Duhan suresi 56. ve Tur suresi 18. Ayetlerine baktığımızda , takva sahiplerinin Cehennem azabından korunduğundan bahsedilmektedir , "Vaqahum" (korumuştur) olarak geçen kelimenin anlamı "Bir nesneyi kendisine eza ve zarar verecek şeylerden korumak" olup konumuz olan Ayette geçen "Müttaki" kelimesi de bu kökten türemiştir. 

Şimdi soruyoruz ; Allah (c.c) "Müttaki" olarak nitelendirdiği kullarını Kitabının bir yerinde Cehennem azabından koruyacağından bahsederken , bir başka yerinde yine "Müttaki olarak nitelendirdiği kullarını Cehennem azabına attıktan sonra çıkarmaktan bahsedermi? . Böyle bir düşünce Kitabı bütünlüğü içinde okumamaktan kaynaklanmakta olup bilmeden Allahın Kitabını çelişkili bir Kitap haline düşürmekten başka bir işe yaramaz.

 [003.015]- De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim şi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.
[013.035] - Takvâ sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği (şudur): Onun zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu) sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir
[039.020]- Fakat Rablerinden sakınanlara, üstüste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Bu, Allah'ın verdiği sözdür. Allah, verdiği sözden caymaz.
[039.061]- Allah, Kendisine karşı gelmekten sakınan takvâ ehlini ise, iman ve takvâları sayesinde, o cehennemden kurtarıp muratlarına kavuşturur. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar asla üzülmezler de.

Sonuç olarak, Meryem suresi 71. ayeti örneğinde gördüğümüz gibi ,kur'an bütünlüğü veya siyak sibak gözetilmeden yapılan bir okuma bir ayeti yanlış anlamaya sebebiyet vermektedir. Kur'anın hiç bir yerinde günahkar Müslümanların günahlarını çektikten sonra cennete gireceği bu ayet üzerinden delillendirilmeye çalışılsa dahi ayetlerin anlamları ve kur'an bütünlüğündeki ayetler bizlere Meryem s. 71 ayetinden böyle bir çıkarım yapmaya izin vermemektedir.

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR. 

2 Ekim 2011 Pazar

"Tebyinü l Kur'an" dan Tahrifü l Kur'an Örnekleri 9 ( İbrahimin Misafirleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri adlı yazı serimize adı geçen eserdeki Hud ve Zariyat surelerinde geçen "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili yapılan yorumları yine adı geçen eserden yaptığımız alıntılarla tahrif olduğunu iddia etiğimiz düşünceleri, sayın yazarın eserindeki Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan yaptığı çelişkiler ile ortaya koymak istiyoruz. 

Önce Hud suresi 69. ayetinden itibaren başlayan "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili verilen mealleri ve yorumları sayın yazarın eserinden yaptığımız alıntılar ile görelim.

"69-Ve andolsun ki, İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler; "Selâm!" dediler. O; "Selâm!" dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmekte gecikmedi."

Sayın yazar 69. ayet ile ilgili yorumunda, önce "elçilerimiz"(rusuluna) kelimesi hakkındaki düşüncelerini açıklayarak şunları söylemektedir.

"Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin "melek" olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrâhîm peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Yâ-Sîn Sûresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere "melek" kavramı hakkında kur'ani bir düşünce sahibi olmayan sayın yazar "klasik kaynaklardaki dayatma" olarak düşündüğü bu kavrama kendi önkabulleri doğrultusunda ayrı bir anlam yükleyerek ibrahim as a gelen elçilerin "beşer" olduğu dayatmasını yapmaktadır. Bu dayatmayı yasin suresinden konu ile alakası olmayan verdiği bir örnekle destekleme yoluna gitmektedir. Sayın yazarın hacc suresi 75. ayetine kendi sitesinde verdiği meal çelişkisini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.Bu ayete "75-76. Allah meleklerden, elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür." şeklinde bir meal veren sayın yazar hac suresi 75. ayetine verdiği meal ile hud suresi 69. ayetine verdiği anlam arasındaki çelişkiyi farkederek tutarlı olmak!! açısından kitap haline getirilmiş mealinin 2011 baskısında o ayetide tahrif etmek gerektiğini farkederek hac suresi 75. ayetine ,"Allah haberci ayetlerdende elçiler seçer,insanlardanda elçiler seçer" şeklinde bir meal vererek aradaki tutarsızlığı gidermiştir!!.

69. ayetteki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı kelimesi ile ilgili olarakta şu yorumu yapmaktadır

"İbrâhîm peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu Âyette hanîz sözcüğüyle, Zâriyât Sûresinin 26. Âyetindeki semîn sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi –sırasıyla– "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan Âyetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zâriyât Sûresinin 26. Âyetinde ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki Âyet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.
Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın te'vîline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "hanîz" ve "semîn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir."

 Sayın yazar burada kendi önkabulleri ve vahye tabi olmayan aklını devreye sokarak buzağının kocaman olduğunu dolayısı ile tavuk veya kuzu kızartmasının daha makul!! olduğunu iddia etmektedir. Halbuki "misafir umduğunu değil bulduğunu yer " atasözü gereği ibrahim as da misafirlerine evinde olan bir yiyeceği  ikram etmeye kalkmıştır. Ayrıca zariyat suresi 26. ayetindeki "biiclin seminin" semiz buzağı tabiri ile, hud suresi 69. ayetindeki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı tabirini çelişki olarak görüp kızartılan bir buzağının ölü, semiz bir buzağının diri olması gerektiğini iddia ederek arada bir çelişki olduğunu iddia etmektedir. Sayın yazar ,buzağının kocaman bir hayvan olduğunu ve onun kızartmanın zor olduğunu düşünüp, ibrahim as ın misafirleri için "semiz bir buzağıyı" kızartmış olabileceğini düşünmemesi dikkat çekicidir. Madem aklı öne çıkarıyorsun  buradada şöyle bir mantık yürütüpte, ibrahim as ın " kızartılmış semiz bir buzağıyı" gelebilecek olan misafirleri için her zaman hazır tuttuğu ve gelen resullerede bu hazır olan "kızartılmış semiz buzağıyı" onlara ikram ettiğini neden hesap etmiyorsun diye biri çıkıp sormazmı acaba? 

"Haniz" kelimesine "lisanul arap" ta verilen "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" anlamından hareketle bir hayvanı kızartmak için içinin temizlenmesi gerektiği , dolayısı ile ibrahim as ın gelen misafirlerine " içi temizlenmiş taze bir buzağı kızartması" sunmuş olacağı anlamını kendi önkabulleri açısından yanlış olduğunu düşünen yazar " semin" kelimesi içinde " güç veren anlamını kullanmıştır. Ancak yusuf suresinde 43. ve 46. ayetlerinde "simanin" olarak geçen bu kelimeye yine kendi yaptığı mealde "semiz" anlamı vermiştir.

Yazar 69. ayet ile gerekli tahrifatları yaptıktan sonra bomba haberi patlatarak şunları yazar. 

"Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A'râf Sûresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu te'vîlimize göre, İbrâhîm peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak "altın" vermiştir."  

"Haniz" kelimesini "saf halde bulunan" , "semin" kelimesinide "güç veren" olarak tahrif eden yazarımız, bomba haberinde, ibrahim as ın gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında "altın buzağ ıhediye ettiği iftirasını pişkinlikle yazmaktadır. Artık burada tahrifi bile şirazesinden çıkarmıştır. Yazarın iddia ettiği gibi ibrahim as gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında altın vermesini bir an için kabul ettiğimiz düşünecek olursak hediye edilen altın buzağı müjde verilmeden öncedir. Hangi gelenekte müjde verilmeden önce hediye verildiğini sayın yazar burada belirtmemiştir. Sayın yazar konuya şu şekilde devam etmektedir.

"Âyetten anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamberin ikram olarak takdim ettiğine ['altın'a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok Âyette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.
Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrâhîm peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrâhîm peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.
Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır. "

"ibrahimin misafirleri" kıssası kur'anda 3 yerde geçmektedir. hud suresindeki kısmında, yazarın iddia ettiği verilen müjde karşılığında altın buzağının!! hediye edilmesi ibrahim as a çocuk müjdesi verilmeden önce , hicr suresindeki kısmında altın buzağı!! hediye edilmeden müjde verilmektedir, zariyat suresindeki kısmında ise altın buzağı !! hediye edilmesi verilen müjdeden öncedir. Kıssanın hicr ve zariyat surelerinde geçen bölümlerinden görüldüğü üzere ibrahim as gelenekleri ters yüz ederek müjde verilmeden önce gelen müjdecilerin hediyesini takdim etmeye kalkmıştır!!. Halbuki kur'an dışı önkabuller ile kıssaya bakmak yerine kur'ani bir gözle bakmayı deneseydi böyle saçma ve iftira dolu bir çıkarımda bulunup kendini traji komik bir duruma düşürmeyebilirdi. 

Kıssaya baktığımız zaman, gelen misafirlerin insan şeklinde gelmeleri hasebiyle onların tanımayan ibrahim as onlara diğer misafirlerine ikram ettiği gibi ikramda bulunmuştur. Zariyat suresi 27. ayetinde gördüğümüz üzere onlar "ele te'kulun" diye yemelerini teklif etmiştir. İkram edilen" kızartılmış semiz buzağı"eğer sayın yazarın iddia ettiği gibi "altın buzağı" olsaydı misafirler bunu nasıl yiyeceklerdi? yada eğer bu yenmesi gereken bir şey olmasaydı ibrahim as neden "yemezmisiniz" diye sormuştur ?. Yazar zariyat suresi 27. ayetindeki "ele te'kulun" yemezmisiniz? kelimesinide "nasiplenmezmisiniz" şeklinde çevirerek bunuda halletme! yoluna gitmiştir.

71. ayetteki karısının ayakta olması ile ilgili  olarak şu yorumda bulunmaktadır yazarımız. 

"Ayette İbrâhîm peygamberin karısının قائمة - gâime olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle "ayakta dikiliyordu" şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrâhîm peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki gâime ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.
Bize göre, buradaki gâimelik "ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı" ifade etmektedir. Buna göre, İbrâhîm peygamberin karısının gâime oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrâhîm peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim gıyâm sözcüğü "siyasî baş kaldırma" anlamında olup sözcüğün Kur'ân'da bu anlamda kullanıldığı birçok Âyet vardır:" 
Ayetteki "gaimetün" kelimesinden ibrahim as ın karısının ona başkaldırdığı ve boşanma safhasında olduları çıkarımını yapan sayın yazar gelen resullerin ibrahim as ın eşine hitaben " Allahın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir ey ev halkı" demesi ile ibrahim as ın karısının ona başkaldırmış biri olduğunu ve boşanma safhasında nasıl bağdaştırdığını anlamak zordur desek bizim için pek zor değildir. Sayın yazarın bu ve bundan önceki yazılarımızda örneklerini verdiğimiz tahriflerinden çıkardığı sonuçlar bu çıkarmış olduğu sonuçlar ile aynı sayılır. 

Bu tahrifini 72. ayet içine koyduğu parantez ile pekiştirmeye çalışan yazar bu ayete verdiği mealde açtığı parantez içi yorum dikkate şayandır. ( O [İbrâhîm'in karısı] dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir "acuz"um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!)  Önkabulleri doğrultusunda yaptığı parantez içi tahrif ile ibrahim as ı bile incitmekten çekinmeyen yazar başkalarını mesnetsiz nakiller ile suçlayıp kendisnini mesnetli !!! nakillerini bu şekildeyapmaktan imtina etmemektedir. 

Sayın yazarın eserinin bir çok yerinde olduğu gibi buradada kelimelerle nasıl oynadığının örneğini "acuzun" kelimesi üzerine yazdıklarından örnekler vermek istiyoruz.  

"'ACÛZ SÖZCÜĞÜ:

Bu sözcük "yaşlı" demek olduğu gibi, "geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" anlamlarına da gelmektedir. [52–20]
Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrâhîm peygamberin karısının 72. Âyette bildirilen Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir 'acûz'um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrâhîm peygamberi ise yaşlı (Zâriyât Sûresinin 26. Âyetine göre agîm, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrâhîm peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği 'acûz sözcüğünü "zavallı, çileli, dengini bulmamış" anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrâhîm peygamber de –Hicr Sûresi'nde– şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:""

Kelimeler üzerinde nasıl oynadığını görmek için A-CE-ZE kelimesinin lügat anlamını ele almak istiyoruz. Bu kelime "elmüfredat"ta şu şekilde açıklanmaktadır."insanını arka geri kısmı tarafı(yani kaba eti).Başak şeylerin arka geri kısmıda buna benzetilmiştir (kamer s.20 örneğinde). "aczun" sözcüğü temelde" birşeyden geride arkada olmak yada kalmak,ve onun bir işin, meselenin "aczunda" yani arkasında meydana gelmesi demektir. Yaygın kullanımda"bir nesneyi yapmada eksik gelmenin, ona güç yetirememenin anlamı haline gelmiştir."kudret" sözcüğünün zıddıdır. "EL ACUZ"( kocakarı) "pek çok işi yapmaktan ACİZ kaldığı için böyle adlandırılmıştır.  

Yazarın bu kelimeye verdiği ""geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" "anlamları "aceze" kelimesinin esas anlamları ile bir alakası yoktur. Verdiği anlama göre ibrahim as ın karısı genç ve doğurgan ve kara bahtlı zavallı bir kadındır!!, Şuara s. 171. ayetinde ve saffat s.135. ayetinde lut as ın hanımı içinde "acuzen" şeklinde kullanılan bu kelimeyede "zavallı ve bahtsız" kadın olarak meal veren yazar o kadının ve ibrahim as karısının acaba resul karıları oldukları içinmi zavallı ve bahtsız şeklinde bir meal vermiştir. Lut as ın karısının ona iman etmediği ve geri kalıp helak olanlardan olduğu malumdur.Sayın yazara göre ibrahim as ın karısının "acuzluğu" lut as ın karısı gibi bir müşrik olmasımıdır? yoksa haşa ibrahim as gibi bir kocaya düşerek dengini bulmamış ,zavallı,bahtsız kadın olmasımıdır? bu tarafı izaha muhtaçtır. 


Parantez içi tahrif yapmadan " Vay, dedi, doğuracak mıyım? Ben bir acuz, kocam da bu bir pir iken, her halde bu çok acîb bir şey""olan hud s.72. ayetinin mealine bakarsak ibrahim as ın karısının ah vah etme sebebi kocasının ve kendisinin çocuk sahibi olmayacak kadar yaşlı olmalarıdır. Ancak sayın yazar tahrifte şiraze tanımayıp gelen resuller konusunda onları "beşer" yapmakla yetinmeyip ibrahim as ın karısı üzerinde kelime üzerinden spekülasyonlar yapıp adeta"tahrifte sınır yoktur" sloganı ile yola çıkmasının hakkını vermeye çalışmaktadır. 


                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
 

29 Eylül 2011 Perşembe

Müslümanlar Üzerinde Oynanan Oyunlar "Kıble" "Hacc" " Namaz" Düşmanlığı

Allah cc Ademi yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredip, iblisin bu emre isyan etmesinin ardından " Şeytan " vasfını alması, kendisi ve yandaşları ile Ademoğullarına kıyamete kadar düşman olacağını, Allah'ın doğru yolunun üzerine oturup kullarını saptırmaya çalışacağını beyan etmesi ile başlayan süreç bildiğimiz gibi kıyamete kadar devam edecektir. Bu kıyamete kadar gelecek zaman içinde şeytanlar insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaktır. Burada konuyu günümüzdeki şeytanların Müslümanlar üzerinde ne gibi oyunlarla Allah'ın doğru yolu üzerinde durarak Müslümanları iğva ettikleri konusu üzerinde durmak istiyoruz. 


"Kafir" ve " Münafık " , Kur'anda bazı insanlar için kullanılan  iki kavramdır. Müslümanlar açısından en tehlikeli olan insan tipi" Münafık" olanlardır. Yazımızda bu münafık karakterli insanların Müslümanlar üzerindeki oynamak istedikleri Bizans oyunlarını , özellikle bu oyunlarının merkezi durumunda olan ritüel ibadetlerin (Namaz,Hac, Oruç, Abdest,Kabe   vs gib) klasik anlamdaki tatbik şeklinin Kur'an ile bir ilgisi olmadığını iddia ederek nasıl kendi hevalarına uygun bir biçimde anlam yükleyip nasıl  yorumladıklarını ve bu yorumlarının gayesini ortaya koymak istiyoruz.


Türkiye'deki duruma gelecek olursak günümüzde "Kur'an merkezli düşünce" söylemi etrafında bulunanların içine yerleşmiş olan bazı münafıklar kur'an metninde yaptıkları tahriflerle, tahrif yapamadıkarı yerde determizm, pozitivizm gibi kiralık fikirlerle Kur'anı nasıl yorumladıklarının örneklerini " Tebyinül Kur'andan Tahriful Kur'an örnekleri" isimli seri yazılarımızda ortaya koymaya çalışıyoruz.  



Bu yazımızda , Araf suresi 175. ve 176 ayetlerinde anlatılan bir prototip olan, adı " Bel'am" olarak sembolleşen kişilerin günümüz Türkiye'sindeki temsilcilerinden olan "Hakkı Yılmaz" ın kendi sitesinde bundan birkaç yıl önce yayınladığı "Kıble" ve "Hacc" isimli makalelerinden örnekler aktararak , hem bu çalışmaların kaynağını ve bugün, daha önce Müslüman olan kişilerin geldiği düşünce noktasını göstermek istiyoruz.  Önce yazarın yazdıklarından örnekler vererek , bu ritüel ibadetlere karşı olan düşmanlığın arka planında yatan gerçeğin ne olduğunu bugün gelinen noktaya bakarak görelim.

                                                          KIBLE

""Salât konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını getirdiği” yolunda iddialar ortaya atmış ve “salât” kavramı gibi “kıble” kavramının da içini boşaltarak asırlardır bu şekilde dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki tahlillerinde görüleceği gibi, zikredilen âyetlerde “namaz”, hatta “salât” diye bir sözcük bulunmadığı gibi, kıble konusunun da namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır."

                                                                   HACC

“Hacc” kavramı, tıpkı “salât” ve “kıble” kavramları gibi zaman içerisinde maalesef yozlaştırılmış ve uzun süreden beri Kur’an dışı olarak; “dünyanın çeşitli yörelerinden renk, dil ve ülke ayırımı gözetmeksizin milyonlarca Müslümanı bir araya getiren ve bu Müslümanların tanışıp, görüşmelerini, ekonomik açıdan işbirliği yapmalarını, aralarındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini sağlayan bir ziyaret” olarak anlaşılır olmuştur.
Fıkıh ve ilmihal kitaplarında da “hacc”; “Yılın belli günlerinde (kameri aylardan Zilhicce ayında) kurallarına uygun şekilde ihram denilen örtüye bürünerek Arafat’ta ayakta durmak ve Ka’be’yi tavaf etmektir. Bu kutsal yerleri belirli zamanlarda ziyaret eden kimseye hacı denir.” şeklinde tanımlanmış ve böylece Kur’an’da emredilen “hacc”dan başka bir şekle sokulmuştur."



Sayın yazarın kıble konusunda yazdıkları esas amacını kendisinin itiraf etmesi açısından önemlidir. Bu yazının yazıldığı zamanlarda namazın reddi konusu daha açık açık ifade edilmemektedir. Yazarın klasik taktiği olan " minareyi çalmadan kılıf uydurma" metodu yukarıdaki alıntıdan ortaya çıkmaktadır. "yönelimdeki birlikteliğin" öneminin farkında olan yazar bu yönelimi kaldırmadan önce birlikteliği yıkmak gibi bir misyona soyunup önce kıble meselesini halletmeye kalkmaktadır. Peki bu şeytanca planın arkasındaki esas yapılmak istenen nedir? diye bir soru sorulduğu zaman önce Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin önemi üzerinde durmak,sonrada birlik ve beraberlik kaynaklarından ayrıldığımız zaman acı sonuçları olan fitne olaylarını hatırlamamız gerekir. Rabbimiz kitabında birlik ve beraberliğin önemini bizlere müteaddit ayetlerde hatırlatmaktadır.

“Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı. Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğruya ve güzele yol bulasınız.” Ali İmran / 103

[003.105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.

[008.046] [DI] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.


" Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)"

Bu ve buna benzer ayetlerde birlik ve beraberliğin öneminin vurgulanmasını maalesef Müslümanlardan çok şeytan ve işbirlikçileri anlamış Müslümanlar içine çeşitli fitneler sokarak bu birlikteliği çoğu zaman bozmaya muvaffak olmuşlardır. Asrı saadette Medine de yaşanan "dırar mescidi " olayı bizlere güzel bir örnektir . Münafıklar Müslümanlar arasındaki birliği yıkmak amacıyla ayrı bir mescit kurmuşlar ve bu mescit Muhammed sav tarafından yıktırılmıştır. Bugün o münafıkların torunları tarafından "Dırar Mescidi" örneğinden hareketle bu sefer bu şeytanca bir  plan düşünülerek" namazda kıbleye dönmek gibi bir mecburiyet olmadığı" fitnesi ortaya atılmıştır. Tabi ki bu düşünce daha namazın reddinden öncedir. Bu fitnenin bugün geldiği nokta artık namazında rer edilmesidir.



"Kabe" nin kıble olarak  yönelinmesine karşı çıkan zihniyetin gönlündeki en büyük arzu tek bir yöne yönelmenin Müslümanlar tarafından bugün için ne kadar fark edilmemiş olmasına rağmen şeytan ve yandaşları tarafından fark edilerek bunun önleminin alınmak istenmesidir. Hak ve batıl herhangi bir fikrin içinde olanların en önemli kozları fikir birliğidir. Bu fikir birlikteliklerini herhangi bir kitap veya obje ile sağlayabilirler. Müslümanlar için bu kitap "kur'an" ve bu obje" Kabedir" bütün Müslümanların ağzında slogan olan bir söz olan " kitabımız bir kıblemiz bir" sözü önemli bir sözdür , ancak bu sözün önemini Müslümanlardan çok şeytan ve yandaşları fark etmektedirler. 


Mehmet Akif Ersoy'un şiirinde " tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez" dediği gibi tefrika sokarak bölmeyi amaçlayanlar "doğuda batıda Allah'ındır. Her nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır" ayetini "bak Allah nereye dönerseniz dönün diyor Kabeye dönmene gerek yok" diye şeytanca bir iğva ile Kur'an ayetlerini kullanarak Müslümanları saptırmaya cüret etmektedirler. Böyle bir amacın gerçekleşmesi sonucunda herkesin kendine göre bir kıble belirleyecek olduğunu bilen münafıklar bu oyunun devamında Müslümanların kendi aralarında " benim kıblem senin kıbleni döver" savaşlarına başlayacaklarını gayet iyi bilmektedirler. 


Sayın yazarın hacc ritüeli hakkındaki yazdıkları da tıpkı kıble konusundaki niyeti ile aynıdır. Hacc zamanı milyonlarca Müslümanın bir araya gelmesini hazmedemeyen yazar bu amacın yozlaştırılmış! bir amaç olduğunu iddia etmesi niyetini gözler önüne sermektedir. 


Müslümanların birlik ve beraberliklerini ve tevhidi duruşlarını göstermesi yönünden en önemli ibadet ve mekanlar olan namaz, kıble ,hacc ve kabe gibi semboller bugün Müslümanlar tarafından öneminin anlaşılmayarak içinin boşaltılmasına karşın, önemi şeytan ve yandaşları tarafından çok iyi bilinmektedir. Bugün Müslümanlara düşen görev şeytan ve yandaşlarının fark ettiği şekilde bu ibadetlerin kur'ani anlamına dönülerek içinin kur'anla doldurulması namaz ibadetinin tevhidi bir eylem olduğunun anlaşılması bu namazdaki yönelinen "Kabenin" taşının bir  kutsallığından öte ona kur'anın yüklediği anlamın yüklenmesi yine hacc ibadetinde de şeytan ve yandaşlarının fark ettiği şekli ile onun belli zaman ve mekanda yapılan birlik beraberlik ve tevhit eylemi olduğunun tekrar hatırlanmasıdır. 

Bugün maalesef çoğunluk Müslümanda hakim olan düşünce namaz, oruç veya hacc gibi ibadetlerin veya birlikteliğin sembol mekanı olan Kabenin gerçek işlevinin anlaşılmaması yönündedir. Bunun öneminin Müslümanlardan daha fazla farkında olan şeytan, yandaşlarına gerektiğinde 11 ciltlik "Tebyinül Kur'an" adlı bir eser yazarak kuranı tahrif etmelerini,ibadet ve sembollerin esas amaçlarının kendi bildikleri gibi olmadığını söylemesini vahyederek aralarına fitne ve fesad yaymaya çalışmaktadır. Yine maalesef bugün bazı saf kişiler bu iğvalara kapılarak bu şeytan fısıldamalarına alet olmuşlardır. Rabbimizden duamız onlara hidayet nasip etmesidir.