17 Aralık 2014 Çarşamba

Küfür Nedir ? Kafir Kimdir ?

"Küfür" ve "Kafir" kelimeleri, İslam literatürü içinde önemli yer tutan kelimeler olup , bu kelimelerin herkesin elinde bir silah olarak kullanılarak, karşısındaki düşünceyi ve o düşünce sahibini damgalama aracı haline geldiğini görmekteyiz . Bu bağlamda , kelimelerin içerdiği anlam ve kimler için kullanılacağı konusu önem kazanmış olup , birisine "Kafir" demek için belirlenmiş standartların olması gerekmektedir. Geleneksel fıkıhta belirlenmiş olan bu standartların Kur'an kaynaklı olduğunu söylemek maalesef zordur. 

"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz. 

Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin  tek bir kaynak üzerinde  olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.

Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.  

Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.  

[023.053]  Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.

Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.

[022.003]  İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.

Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.

"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz. 

Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır

Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir. 

Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.

Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır. 

Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.

Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh  bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.

Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.

Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Tevbe s. 107-110. Ayetleri ve Yeniden Oluşturulan Dırar Mescidleri

"Dırar Mescidi (zarar mescidi)” deyimi TEVBE 107 ayeti içinde; münafıkların Medine’de oluşturmuş oldukları ayrı bir mescid ile ilgili olarak kullanılmış olup, Allah(c.c)'nin onların oluşturmuş olduğu bu mescide değil, diğer mescide dahil olunmasını emrettiğini görmekteyiz. İlgili ayetlerin meali şöyledir.

[009.107] Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. «İyilikten başka bir maksadımız yoktu.» diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.

[009.108] Orada asla durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde durmana daha uygundur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.

[009.109] Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

[009.110] Yaptıkları bina, kalblerinde şüphe ve ızdırap kaynağı olmakta kalbleri paralanana kadar devam edecektir. Allah bilendir, hakimdir.

Ayetlerin tarihsel bağlamı Medine’de münafıklar tarafından inşa edilmiş olan mescid ile alakalı olup, o mescidin yapılış sebebinin beyan edilmesi ve Muhammed(a.s)'ın oraya asla girmemesinin emredilmesi üzerinedir. Siyer kaynaklarına göre o mescid sonradan yıkılmıştır.

"Bu ayetlerin günümüze dönük herhangi bir mesajı var mıdır?" dersek şu mesajları çıkarmak mümkündür;

Müslümanların bugün birçok fırka ve hizbe bölünmüş olduğu ve bu bölünmüşlüğün birbirimize karşı bir düşmanlığı da beraberinde getirmiş olduğu, her hizbin kendisinin onunla ifade ettiği bir kitabı, şeyhi ve mekanı olduğu bir gerçektir.

Şunu evvela hatırlatalım ki; bütün bu hizipleri “münâfık" ilan edip kendi fırkamızı hak ilan etmek gibi bir düşünce içinde değiliz. 73 fırka hadîsinin herkesi cehennemlik, sadece kendisini "kurtulmuş fırka" ilan edenlerin elinde bir silah olduğunu hatırdan çıkarıp, bütün oluşumları "Zarar Mescidi" olarak görüp kendi oluşumumuzu "Takvâ Mescidi" ilan etmek gibi bir amaç ile bu yazı kaleme alınmamıştır. Bizi takip edenler hiçbir fırka içinde olmadığımızı, çağrımızın sadece Kur’an’ın rehber edinilmesi üzerine kurulmuş bir düşünce merkezinden ayrılmamak üzerine olduğunu iyi bilirler.

Bugün Müslümanların birçoğunun, sahip olduğu kimliğin hakkını vermekten uzak olan inançlara ve "şucu bucu" şeklinde kimliklere sahip olarak kendilerini ifade ettikleri bilinen bir olgudur. Müslüman isminin yanına ilave isimler koyarak, o isimler ile kimliklerini ifade etmektedirler. Bu kimliğin oluşmasında Kur’an’dan çok; kişi, kitap, mezhep, meşrep, tarikat vb. kurumlar öne çıkmaktadır.

Allah(c.c)'nin bize verdiği bu isim, sadece O’nu İlah ve Rab edinmek üzerine kurulu bir inanç sistemidir. Ayrıca çeşitli fırkalara ayrılmış olan Müslümanların, kendi yanlarında olanlar ile yetinerek, başlarında olan şahsı veya Kur’an harici okuduklarını rehber edindikleri malumdur.

Bu oluşumlar içinde olanların Allah(c.c)'yi tek Rab ve İlah olarak tanımaları maalesef sözde kalmaktadır. Özde ise; tâbi oldukları kişileri veya onların kitaplarını Rab edindikleri gözlemlenmektedir. Herhangi bir meselede hakem olarak Allah’ın Kitap’ı yerine, o kişilerin yazmış olduklarının ortaya konulmuş olması; bu fırkaların birleştikleri bir noktadır.

Bu bağlamda, Kur’an’ı arkaya atarak meydana getirilmiş bütün fırka ve oluşumların toplanmış olduğu çatının adını "Dırar Mescidi (zarar mescidi)" olarak isimlendirmek, Medine’de tesis edilen o mescidin yapılmasındaki gaye ile örtüşmesi hasebiyle yanlış olmayacaktır.

O mescid çatısı altında toplananlar, ZARAR-KÜFR-TEFRİKA merkezli bir amaç doğrultusunda birleşerek Mü'minlere zarar vermeyi amaçlamışlardı. Bugün fırkacılık şeklinde meydana gelen oluşumların Mü'minlere hiçbir faydasının olmadığı, aksine zarar-küfr-tefrikadan başka bir şey doğurmadığı ayan beyan ortadadır. Herkesin, içinde bulunulan bu durumdan şikayetçi olması ancak birleşmenin kendi mescidlerinin çatısı altında olması gerektiğini düşünmesi ise ayrıca traji-komik bir durumdur.

Burada fırka isimleri altında toplanmış olan kimseleri “münâfık" olarak damgalamak gibi bir niyet içinde olmadığımızı tekrar hatırlatmak yerinde olacaktır. Ancak bu oluşumların neye hizmet ettiği konusu bizim için önemlidir. Kişilerin samimi bir niyet içinde bu oluşumlar içinde bulunmuş olmaları, bu yanlışları hoş görmeyi gerektirmez. Bizler niyet okuyuculuğu gibi bir vazife ile vazifelendirilmiş değiliz. Ancak ortada olan durumun kimin işine yaradığına, kimin ekmeğine yağ sürdüğüne bakarak karar verebiliriz.

Fırkacılık şeklindeki oluşumlar; Müslümanların birlik ve beraberliklerine vurulmuş en büyük darbelerden biri olmaları nedeniyle bugünkü zelil halimizin baş müsebbipleri olup, bu durumdan faydalanan müstekbirlerin ve zalimlerin ekmeklerine yağ sürdüğü muhakkaktır.

Bir fırkayı kötüleyip diğer bir fırkaya dahil olmayı tavsiye etmediğimizi yeniden hatırlatarak "Dırar Mescidi" adına layık olan fırkaların yerine "Takva Mescidi" olarak nitelenen bir oluşumun adresinin neresi olduğunun cevabını vermek gerekmektedir.

"Takva Mescidi" olarak nitelenebilecek oluşumun düşünce temellerini şöyle özetlemek mümkündür;

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı kendilerine hayat rehberi edinmişlerdir. Bu Kur’an, onlara içinde adı geçen Elçilerin örneklikleri üzerinden tarih boyunca şirke karşı nasıl mücadele edileceğinin örneklerini vererek, bugün o örnekler üzerinden tağutlara ve şirke karşı nasıl bir tavır takınınacaklarını öğretir.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; vahyi ve onu göndereni öteleyip, onu getiren Elçiyi ikinci bir yarı-ilah mesabesinde görmeyip, onu dinde ayrı bir şâri değil, Allah’ın dininin uygulayacısı olarak görürler. Onun adına söylendiği iddia eden sözleri Kur’an ölçeğinde değerlendirerek doğruluğu veya yanlışlığı hakkında düşünce belirtirler.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın önde gelenlerinin her sözüne “vardır bir hikmeti" diyerek boyun eğmez, yanlışını gördüğü an onu uyarırlar.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın kitabını Kur’an ile aynı mesafede görerek ona kutsiyet atfetmez, ne okurlarsa okusunlar, okuduklarını Kur’an ile değerlendirir ve yanlışsa kimin yazdığına bakmadan yanlışlığını haykırırlar.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı tevhid merkezli bir okuma ile hayata geçirir ve “parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak" şeklinde okumalara itibar etmezler. Bu tür yapılan okumaların sonuçları aynı şekilde fırkacılık olup, diğer fırkayı zemmedip kendi fırkasını öne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı görülmektedir.

Sonuç olarak; TEVBE 107-110 ayetleri arasında gördüğümüz; farklı mescidler altında olan yapılanmalar, bugüne fırkacılık olarak yansımış, ayet içinde belirtilen amaçlara hizmet eden bir duruma sebebiyet verilmiştir. Tâbi olunması gereken mescidin yapılanma amaçlarının içinde TAKVA ve TEMİZLENME amacı olması gerektiği 108. ayet içinde beyan edilmektedir. Müslümanlar içinde oldukları fırkaların nasıl bir amaca hizmet ettiğini ve nasıl olması gerektiğini sorgulayarak şeyh, üstad, fırka, kitap tasallutundan kurtularak, Kur’an yönelmeleri ve bu Kitap altında oluşturulan "TAKVA MESCİDİ"nde “salat"a durmaları gerekmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Kadının Şahitliği Meselesi

Kur'anın içinde olan bazı hükümler hakkında , bir takım insanların itirazları olduğu malumdur  ve bu itirazların başında kadının şahitliği meselesi de gelmektedir. Bakara s. 282. ayet içinde bildirilen şahit olma durumunda , bir erkeğin yerine, iki kadının şahit olabileceği beyan edilmiş olması Kur'anın kadınları aşağıladığı ikinci sınıf bir varlık gördüğü gibi itirazları da beraberinde getirmiştir.

Yazımızın amacı , Kur'anın kadın haklarına ne kadar değer verdiği , Kur'anın aslında çağdaş bir kitap olduğu v.s gibi sözlerle eziklik psikolojisi altında kalarak savunma amaçlı değil, bu meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmak şeklinde olacaktır. Konu ile ilgili ayetin meali şu şekildedir. 

 [002.282]  Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bir de borçlu adam söyleyip yazdırsın, her biri Allah'tan korksun ve haktan birşey eksiltmesin. EĞER BORÇLU , AKLI ERMEYEN BİRİ YAHUT KÜÇÜK VEYA KENDİSİ SÖYLEYİP YAZDIRAMAYACAK İSE, VELİSİ DOSDOĞRU SÖYLEYİP YAZDIRSIN. ERKEKLERİNİZDEN İKİ ŞAHİT GÖSTERİN.EĞER İKİSİ DE ERKEK OLAMIYORSA O ZAMAN DOĞRULUĞUNA GÜVENDİĞİNİZ BİR ERKEKLE İKİ ŞAHİT OLSUN Kİ BİRİ UNUTUNCA DİĞERİ HATIRLATSIN.  Şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Siz yazanlar da az olsun çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete en uygun olduğu gibi şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.

Ayet meali içinde büyük harflerle yazılı cümlelere dikkat edecek şahitlik gerektiren durum anlatılmaktadır. 

Öncelikle şu tesbiti yapmak durumundayız ;Kur'anı doğru anlamak için indiği zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınması ve ilk önce ayetin ilk muhatapların yaşadığı şartların göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatarak, bir erkeğin yerine iki kadının çağrılması gerekçesinin ne için gerekli olduğunun düşünülmesi gerekmektedir.

Ticaret hayatının bu gün dahi çoğunlukla erkeklerin iştigal sahasını olduğunu hatırlayarak , bu işle daha az meşgul olan kadınların ticaret hukuku ile ilgili uygulamalarda erkeğe göre daha acemi olduğunu gerçeğini unutmamak zorundayız. 

Bu sözlerimiz , kadınların erkeklere göre daha az akıl sahibi olduğunu iddia etmek anlamında değildir. Kadın veya erkek olsun her kişi iştigal ettiği alanda ihtisas sahibi olur ve o alan üzerinde diğer cinse göre daha tecrübeli olabilirler. Ev hanımı olan bir kadın erkeğe göre daha tecrübeli olduğu ve ev işlerini erkeklerden daha iyi bildiği malumdur. Bu durum , erkeğin kadına göre daha az akıllı olduğuna anlamına gelmez. 

Kadın olsun erkek olsun her kişi beceri edindiği alanda uzmanlık sahibidir, bu anlamda kadın veya erkeğin fıtratlarından kaynaklanan ayrı özellikleri vardır. Bu özellikler bir cinsin üstünlüğü diğer cinsin aşağılığı anlamında ele alınmamalıdır. 
  
İki kadının şahitliğinin, bir erkeğe denk gelmesi bütün şahitliklerde olması gerektiği yönündeki görüşlere katılmadığımızı beyan ederek , Kur'anın şahit getirilmesini istediği diğer ayetlerde böyle bir ayrım görülmemektedir , bu noktanın göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkat çekmek istiyoruz.

Olaya günümüzde yapılan kadın hakları tartışmaları türünden bir gözle değil , Mü'min gözü ile baktığımızda bizleri yaratan Allah (c.c) nin fıtratımızı daha iyi bildiği ve konuda koymuş olduğu hükmün en doğru olduğu kanaati hasıl olması gerekirken ,bazı kimselerin bu tür konuları istismar etmesi haklı olarak Müslümanları da düşündürmektedir.

Olaya ayet bazlı baktığımızda Mü'min olarak söylenmesi gereken söz "İşittik ve itaat ettik" olmalıdır , ancak ayetin kastı , maksadı , hikmeti gibi konular üzerinde anlaşılma gayreti olabilir ve olması gerekir. Allah (c.c) bizler için indirmiş olduğu Kitabının içindeki bütün hükümler , Mülk s. 14. ayetinde beyan edildiği gibi "Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır." ön bilgisi dahilinde okunmalı , şayet bir yanlışlık görüyorsak onu Kur'anda değil bizim düşüncemizde arayıp Kur'an doğrultusunda onu düzeltmemiz gerekmektedir.

Bu gün bile ticaret hayatı içindeki kadın-erkek oranına baktığımızda erkek yüzdesi kadınlara oranla daha fazladır.Ayetin 1400 küsur yıl önce indiğini , bu günkü gibi modern hesaplama sistemlerinin olmadığını hesaba katacak olursak böyle bir ayrıntıyı kadın hakları açısından ele almak değil , Allah (c.c) nin insan haklarına ne kadar değer verilmesi gerektiğini bizlere öğretmesi açısından ele almanın daha doğru olduğu görülecektir. 

Bu ayetin bu gün nasıl uygulanabileceği veye uygulanabilirliği meselesine gelince; 

Ticaret hayatının bu gün daha modern sistemler ile tutulmuş olması bu tür şahitliklerin bu gün için hayat içinde yer bulup bulamayacağı konusunun gündem edilmesini gerektirdiğini düşünüyoruz. Bunu derken Kur'ana tarihselci bir açıdan bakıp , " bu ayetler sadece o gün geçerlidir bu gün için geçerli değildir " şeklinde bir iddiamız olmadığını hatırlatalım.

Ayeti doğru anlamak için , önce nazil olduğu zaman şartlarının göz önüne alınmasının önemli olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , esas maksadı göz önünde tutmanın gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayette özürlü  veya engelli diyebileceğimiz duruma sahip olan ve kendi hakkını korumaktan aciz olan birisinin hakkının korunmasına yönelik bir hüküm ortaya konmuştur. O gün için geçerli olan hukuki durum böyle bir titizliği gerektirmekteydi demek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Bu şekil bir durum bu gün karşımıza çıktığımızda yapılması gereken , o durumda olan kişinin hakkının zerre kadar yenilmemesi üzerine bir amaç dahilinde zaman içinde geçerli olan şartlar dahilinde uygulanacak işlemler olmalıdır. Ayet o zamanki şartları göz önüne alarak bir hüküm üretmiştir , bu gün bu tür bir şahitliğe gerek duyulmasını gerektiren ortam yoktur , bunu derken ayetin hükmü nesh olmuştur geçerli değildir demiyoruz , ancak nuzül zamanı şartları eğer yeniden canlanacak olursa bu şekil bir uygulamayı hayata aktarabiliriz , bu gün içinde olduğumuz şartlar böyle bir şahitlik durumunu gerektirdiğini düşünmüyoruz. 

 Kur'anın içinde olduğumuz şartlar göz önüne alınarak bu şartlar dahilinde çareler sunma mantığının dikkate alınmasının şart olduğunu düşünmekteyiz, bunun tersi bir durum bizi 1400 yıl öncesi bir hayat sürmemizi şart koşar ki bu şekil bir hayat kimse tarafından kabul görmez. 

Kur'anın hüküm içeren ayetlerinin ana maksadı belirleme açısından okunmasının gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ; Hırsızlık cezası ile ilgili olarak hırsıza el kesme cezası öneren Kur'an , bu cezanın ibret olması gerektiğini belirtir .Bu gün şayet Kur'anın hüküm alanında uygulanması söz konusu olursa , hangi tür hırsızlığa nasıl ceza verilmesi gerektiği gündeme gelecektir , çünkü bütün hırsızlık türlerinde el kesme cezasnın uygulanması adil olmayacaktır , insan faktörü burada devreye girerek hukukçular tarafından bunların belirlenmesi gerekir. 

Ticaret hukuku da aynı şekilde düzenleme gerektirmektedir , asıl olanın hak yenilmemesi ve adaletli uygulama olması bazında gerekli olan evrensel ilkeler baz alınarak alt düzenlemeler yine hukukçular tarafından düzenlenecektir. Allah (c.c) kullarına karşı asla zulümkar olmadığı hatırdan çıkarılmayarak bazı durumlarda iki kadının şahitliğinin bir erkek yerine olmasının zulüm değil yaratanın bilmesi açısından okunmalıdır.

Sonuç olarak ; Bakara s. 282. ayetinde iki kadının bir erkek şahitliğine eş tutulması bütün şahitlerde değil ticaret ile ilgili olan uygulamada olduğu , Kur'anın şahitlik ile ilgili diğer ayetlerinde böyle bir uygulama emredilmemiş olmasından anlaşılmaktadır. Yaratanın yarattığını en iyi bildiği bilgisinden yola çıkarak, Kur'anın bu tür ayetlerinin kadın-erkek eşitsizliği açısından değil ,aksine hakka ve hukuka dayalı bir sistemin oluşması açısından bakılması gerektiğini düşünmekteyiz. Eziklik psikolojisi altında kimseye şirin görünmek gibi bir mecburiyetimiz olmadığını hatırlatarak , Kur'an içinde olan emirlere olması gereken Mü'min tavrının "İşittik ve itaat ettik" şeklinde olması gerektiğini bilenlerden olmamız gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak

Kur'an'ın gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında, tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bunları tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.

Kullandığımız dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.

"Salat" kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim" olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24 saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi gerekmektedir. 

Namazın vakitleri ile ilgili tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak üzerinde olacaktır.

"Sadece Kur'an" demek; salt bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini hatırlatalım.

Bu söylemin için doldurmak adına yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca görülebildiğini söyleyebiliriz.

"Tarihi arka plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

İnsanların birbirleri ile olan iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum" şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli olarak el değiştirip yola devam edecektir.

Din adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup, bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir. Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.

Namaz dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı. Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.

Elçiler, insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c) tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece "vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.

Bir öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.

Elçilerin de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir. Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.

Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.

Bu ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.

Bu farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı sonuçlar verebileceği tartışılır.

Bu çıkarım çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı, sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak başlanan bir çalışma olduğu ortadadır. 

Öncelikle şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek ayet ile görelim;

[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.

[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar. 

[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.

[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.

[048.009] Tâ siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.

[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.

[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.

Zekeriya(a.s) kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli zamanlarda değil, günün tamamındadır.

Bu tür ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini doğuracaktır. 

Bu bağlamda namaz vakitleri konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de ele aldığımızda şunları görebiliriz.

[011.114] Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.

HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı" şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.

[017.078] Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.

İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı ifade ettiği görülmektedir.

[020.130] O halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.

TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.

Kur'an'da bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı. 

Şayet Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit, ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.

Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap" olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kur'an 1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Burada tevâtüren gelen bu uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir. Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.

Muhammed(a.s)'ın bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Muhammed(a.s)'a gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net "muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.

Örnek verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır" diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı cezayı emretmiş olmasıdır.

Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.

Sonuç olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu" bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir. Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Aralık 2014 Cuma

Kur'an'da Namazların Kaç Rekat Kılınacağı Var Mı?

Yazımıza başlık olarak aldığımız sorunun cevabı üzerinde, kendilerine "Kur'an Müslümanı" adı veren bir takım insanların tartışmalarına şahid olmaktayız. Bu tartışmaların temelinde rivayetlere ve yaşanarak gelen bazı bilgilere karşı olan alerjinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

"Kur'an Müslümanı" şeklinde bir terkibi kullanmanın, diğer terkiplerle kendilerini ifade eden insanlara karşı bir tepki sonucu türediğinin altını çizerek, bize Kur'an'da verilen ismin önüne arkasına veya yanına artı bir ismin gereksiz olduğunu kısaca ifade etmek istiyoruz.

Kur'an'ı öncelleme adına, geleneksel inanç içinde olan bazı yerleşik düşüncelerin sorgulanmaya başlandığı herkesin bilgisi dahilindedir. Geleneksel anlayışa hakim olan rivayet merkezli din anlayışının, Kur'an'ın önüne geçirilmiş olduğu da malum bir konudur. Kur'an'ı okumaya ve anlamaya başlayan insanlar, haklı olarak gelenekteki bu tür anlayışlara karşı çıkmakta ve Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınmasını dile getirmektedirler.

Bu sorgulama; Kur'an'ın bazı kavramlarının içinin boşaltılması neticesinde, sadece ayinsel ve şekilsel bir duruma dönüşmüş olan "salat" kavramı içinde yer alan ve günlük dilimizde "namaz" olarak bilinen ritüel ibadete de yansımıştır. Bu ritüelin gelenekteki ilmihal bilgileri ile şişirilmiş halinin aynen devam etmesi asla müdafaa edilemez. Özellikle vakitleri ve rekatları konusu üzerinde "sadece Kur'an" denilerek buradan çıkarımlar yapılmaya çalışılması neticesinde, ortaya kaos çıktığını da gözlemlemekteyiz. Bu yazımızda namaz rekatları konusu ile ilgili nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiği hakkındaki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

"Salat" konusu ile ilgili yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda özellikle vurgulamaya dikkat ettiğimiz bir noktayı yine vurgulamak istiyoruz. Vakit ve rekat konusundaki bir takım tartışmalar tevhidî bir gösteri olarak niteleyebileceğimiz bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürmektedir.

Bir kısım insanların, namazın rekatları ile ile ilgili olarak "istediğim kadar kılarım, beni kimse bağlamaz" şeklinde bir düşünce içinde olduğunu görmekteyiz. Şunu ifade etmek isteriz ki; geleneksel ilmihal kitaplarında belirtilen "Farz veya Sünnet Namaz" şeklinde bir ayrımın doğru olmadığının altını çizelim. Öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve sabah iki rekat FARZ olarak kitaplarda geçen bilgilerin, farz şeklinde bir delil ile ortaya konulması da doğru değildir.

Geleneksel fıkıhta bir meselenin "farz" hükmünü alması için "delaleti ve subuti kat'i" şeklinde bir hüküm gereklidir. Böyle bir kat'i olma durumuna, Kur'an'dan başka hiç bir bilgi kaynağı sahip olamaz. Dolayısı ile rekatların "farz" hükmünü alması, onun yukarıda yazmış olduğumuz şekli ile Kur'an'da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde olmasına bağlıdır.

Ancak "şu namazı şu kadar rekat kılacaksınız şeklinde bir emir; Kur'an'ın hiç bir yerinde yoktur" derken, "herkes kendi istediği kadar rekat kılabilir" şeklinde bir düşünce içinde bunları söylemediğimizi de hatırlatalım.

Burası, tâbir-i caizse, zurnanın zırt dediği yer olup, namaz rekatları konusunda nasıl bir tutum içinde olmak gerektiği sorusunun cevabı önem kazanmaktadır.

Kur'an'a baktığımız zaman; gönderilmiş olan Elçilerin gönderilme sebebleri, bizlere bu konuda nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiğine dair bilgi verecektir. Elçilerin bizler için "en güzel örnek" (Usvetün Hasenetün) olduğunu beyan eden ayetleri hepimiz okumaktayız. Bu örnekliğin namaz ritüeli boyutunda nasıl olabileceği hakkında düşüncemiz şudur;

Öncelikle hadis kitaplarını referans göstererek, namazın oradan öğrenilmesi gerektiği düşüncesine katılmadığımızı hatırlatalım. Namaz adı ile bildiğimiz, içinde kıyam, rükû ve secde olan ritüeller, insanlığın kadim bir kültürü olup Muhammed(a.s)'dan önce de bilinen uygulamalar idi. Elçi olduğu zaman kendisine bunları Cebrail'in öğrettiğine dair olan rivayetlerin doğru olmadığını hatırlatmak isteriz.

İnsanlığın bilgi birikimi binlerce yıldır süren ve kıyamete kadar devam edecek bir süreçtir. Bu süreç içinde ilk insanın bilgisini, kendisinden sonra gelen insanlara aktarması şeklinde devam eden süreç, sadece din alanında değil her alanda kendisini göstermiştir. Bugün insanlığın bilgisi olan fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi bilim dalları ile ilgili eriştiğimiz sonuçlar, binlerce senedir süregelen bir bilgi alışverişinin ürünüdür. Bu bilgi alışverişi din alanında da bu şekilde yürümüş ve din adına gelen bilgiler, insanların sonraki nesillere aktarması ile süregelmiştir.

Bu süreklilik ibadet alanında da süregelen bir bilgi birikimidir. Secde, rükû, kıyam gibi ritüeller ortak bir bilgi ürünü olup, insanların kulluk ettikleri varlıklara olan ta'zimini gösterir. Bu bağlamda bir müşrik; ilah olarak tanıdığı putunun önünde bunları yaparken, bir başka insan ilah olarak tanıdığı Allah'ın önünde bunları yapar. Adına "namaz" dediğimiz bu ritüeller herkesin kendi ilahına yaptığı bir ta'zim gösterisi olup, binlerce senedir gelen bilgi birikiminin ürünüdür.

Muhammed(a.s)'ın Elçi olarak gönderilmiş olması, bu gösterinin sadece ve sadece Allah'a karşı olması gerektiğini hatırlatmak amacı iledir. Vakit ve rekat konusu, namazın ikinci derecede öneme haiz konuları olup, ilk derecede öneme haiz olan konusu onun TEVHİDİ bir yönelim olması meselesidir. Bu yönün bir tarafa bırakılıp, tali meseleler üzerinde durulması, özellikle Kur'an'ı öncellediğini iddia eden insanlar tarafından yapılmaması gereken ameliyeler olduğunu düşünüyoruz.

Namazın birlik beraberlik içinde yapılan bir tevhid gösterisi olduğunu tekrar hatırlatarak, sosyolojik anlamda insanların birlik ve beraberlik içinde olmalarının ifade ettiği anlam insanlık için önemli bir değerdir.

Namazı bu bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle rekatlar konusunda farklı yaklaşımlar sergilemek, "kafama göre takılırım" şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşmak, bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürecektir. Farz anlamında rekat sayılarının Kur'an'da olmayışı bizleri başıboşluğa düşürmek için yeterli bir gerekçe olamaz. 

Elçiler tarih boyunca insanlığın öğretmenleri olmuşlar ve onlara "bilmediklerini" öğretmişlerdir. Bu bağlamda namaz rekatları konusunda Muhammed(a.s)'dan beri süregelen bilgi birikiminin, bizler için yeterli bir delil olarak uygulanmasından bir sakınca görülmemesi gerekmektedir.

Namaz, hadis kitapları tedvin edilmeden önce de var olan ve uygulanan bir ritüel olup, rekatları konusu hadis kitaplarından öte uygulanarak gelmiş bir birikimin sonucu bize kadar ulaşmıştır. Kur'an'da bu rekat konusu ile ilgili ayetleri NİSÂ 101-103 ayetleri arasında okumaktayız.

[004.101] Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, salattan kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.

[004.102] Sen içlerinde olup da onlara salatı ikame ettirdiğinde, içlerinden bir kısmı seninle beraber salatı ikame etsin, silahlarını da yanlarına alsınlar, bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda beklesinler, sonra henüz salatı ikame etmemiş olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunup silahlarını da yanlarına alsınlar. Kafirler silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunsanız da size ani bir baskında bulunsunlar diye arzu ederler. Eğer yağan yağmurdan bir güçlüğe uğrarsanız veya hasta olursanız, silahları bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Çünkü Allah kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

[004.103] Salatı ikame ettikten sonra, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, salatı gereğince kılın. Salat şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.

Yukarıdaki ayetler savaş durumunda secdeli salat olan namazın nasıl kısaltılacağı beyanı olup, ayetlerin öncelikli mesajının her durumda namazın terk edilmemesi gerektiğini okumak mümkündür.

Namaz rekatları konusunda fikir yürütenler; 102. ayetteki "savaş durumunda tek rekat" olan bir namazın, normal durumlarda iki rekat olması gerektiğini çıkarmışlardır. Öncelikle bu çıkarım mantığının doğru olmadığın söyleyelim. Savaş durumunda tek ise normal durumda ikidir düşüncesi ancak kişilerin şahsi düşünceleridir.

Namaz rekatları konusunda NİSÂ 102 ayetini delil sayarak, Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red edenlerin unuttukları önemli bir nokta vardır; NİSÂ Suresi Medine'de nâzil olmuş bir suredir. Bu sebeple 102. ayeti de orada nâzil olmuştur. O ana kadar namaz kılınıyor ise, ki kılınıyordu, rekat ayarlaması neye göre yapıldı? Bu ayet nâzil olana dek Muhammed(a.s), kendi tarafından belirlenen rekat sayısında namazı i'fâ ediyordu ve bu ayet nâzil olana kadar Müslümanlar Elçi'ye uyarak bu eylemi yerine getiriyorlardı. Bize ne oluyor ki, Elçinin örnekliğini red ederek, zorlama te'villerle Kur'an'dan rekat sayılarını çıkarmaya çalışıyoruz?

Düşüncemiz odur ki; Muhammed(a.s) kendi içtihadı dahilinde rekatlar konusunda tasarrufta bulunmuş ve vahiy buna bir yanlışlık itirazında bulunmamıştır. Bu sebeple, bu rekatların bugüne kadar gelen adedi ile namazların ikame edilmesi gerekmektedir. Bu şekil bir tasarruf, vahyin öğretisine rağmen kendi düşüncesini öne çıkaran bir düşünce asla değildir. Elçi olması nedeniyle böyle bir işe kalkıştığında, HÂKKA Suresi ayetleri dahilinde başına geleceği çok iyi bilen birisi, nasıl vahiy öğretisine aykırı bir amelde bulunabilir? Namaz rekatları konusunda vahiy Muhammed(a.s)'a kesin bir talimat vermemiş, inisiyatifi ona bırakmış, o da bunu uygulamıştır.

Burada Muhammed(a.s)'dan beri gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğu konusunda haklı olarak tereddütler olacaktır. Bu tereddütlere karşı şunları söyleyebiliriz; namazın rekatları ile ilgili bilgiler hadis kitapları ile değil "uygulamalı tevâtür" dediğimiz bilgi sistemi ile bizlere ulaşmıştır. Din dışı bilgilerin bizlere bu şekilde ulaştığını yeniden hatırladıktan sonra, Müslümanların birçok konuda ihtilaf etmeleri gerçeğinden yola çıkarak, namaz rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları, bu konudaki gelen bilginin doğruluğuna dair bir göstergedir. Tarih boyunca bir çok fıkhî ve itikadî mezheplere bölünen Müslümanların, ortak paydaları olan namaz vakit ve rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları dikkate değer bir noktadır.

Burada da Muhammed(a.s)'ın bu uygulamasının bağlayıcılığı konusu gündeme gelecektir. Muhammed(a.s)'ın namaz rekatları ile ilgili tasarrufu, Kur'an'da açık olarak beyan edilmeyen bir konu hakkında olup, onun Elçi olması nedeniyle yapmış olduğu örneklik dahilinde olan bir uygulamadır. "O yapmış olabilir, beni bağlamaz" şeklinde bir itiraz; kişinin kendi düşüncesini din edinmesi anlamına gelir ki, bu şekil bir itiraz özellikle kendisine Kur'an'a nisbet eden bir Müslümana yakışmaz.

Namazın, Müslümanların birlik ve beraberlikleri ilan ettikleri ortak bir tevhid gösterisi şuuru içinde olanların kendi indi görüşlerini öne çıkararak, ümmetin ortak aklını red etmeleri doğru bir davranış olmayıp, bu tür davranışlar malum çevrelerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Herkesin kendi kafası doğrusunda bir rekat sayısı belirleyip ona göre salatı ikame ettiklerini şöyle bir düşünelim. Birlik ve beraberlik unsurlarından birisi olan bu ibadetin, böyle tali meseleler etrafındaki tartışmalar sebebi ile asıl amacından saptırılması ve sahte ilah ve rablere karşı olan tevhidî mücadelenin bir unsuru olmaktan çıkarılması, özellikle geleneğin ilmihal bilgileri ile doldurulmuş olan yanlışlarına Kur'an adına karşı çıkan insanların aynı yanlışlara düşmesine sebep olacaktır. Bu nokta göz önüne alınarak rekat konusu hakkında Müslümanların herhangi bir itirazları olmamalı. Ana mesele; namazın aslî unsuru olan tevhidî boyutunun öne çıkarılmaya gayret edilmesidir.

Sonuç olarak; Kur'an'ı geleneksel yanlışlara karşı çıkarak öncelleyenlerin, gelenekteki bir takım yanlışlar olan ilmihal kavgalarına düşerek namaz rekatları konusunda tartışmaları bizleri doğru bir alana yöneltmeyecektir. Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red ederek kendi örnekliğini veya başkalarının örnekliğini öne çıkararak yapılan rekat sayısı tartışmaları, geleneğin ilmihal kavgalarının modern boyuta taşınmasından başka bir şey değildir. Bu tartışmaların temelini atanların halis bir niyet içinde olmadıklarını düşündüğümüzü hatırlatarak, bu temelleri yükseltmeye çalışan halis niyetle Kur'an'a yaklaşan kardeşlerimize ana meselenin bu değil, tevhid ve onun etrafında bir okuma, anlama ve hayata yansıtma olması gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Aralık 2014 Perşembe

Davud (a.s) a Gelen Davacılar ve İnsanın Halife Kılınması

Kur'an kıssaları mesaj içerikli anlatımlar olması bakımından okunması ve hayata geçirilmesi gereken, bizden öncekilerin yaşanmışlıklarıdır. Bu yaşanmışlıklardan ibret alarak okumak yerine "İsrailiyyat" denilen bilgi kirliliği doğrultusunda okunan kıssaların "Eskilerin Masalları" na dönüştürülmesi kaçınılmazdır. 

Sad s. içinde geçen Davud (a.s) a gelen gelen davacılar ile ilgili kıssa böyle bir kirlilik içinde kalarak okunmuş ve iftiralara varan anlatımlar eski tefsirleri doldurmuştur. Yazımızda bu tür bilgi kirliliklerinden ziyade Kur'an kıssalarını okuma yöntemimizi dahilinde, yapılan anlatımdan bize dönük nasıl bir mesaj çıkabilir sorusuna cevap aramaya çalışacağız. 

Sad s. içindeki Davud (a.s) kıssası surenin 17-26. ayetleri arasında olur yazımıza konu olan davacıların haberi 21. ayetten itibaren başlamaktadır. 

20. ayette mealen " Ve O'nun mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O'na hikmet ve fasl-ı hitap vermiş idik." buyurulduktan sonra haberin verilmeye başlanması ayet içinde geçen "Fasl elhitab" konuşmayı ayırabilme kabiliyeti ile birlikte Hikmet in zikredilmesi anlatımdaki mesajı anlamamızı kolaylaştıracak giriş ayeti olduğunu söyleyebiliriz.

Hikmet kelimesi ; "Islah etmek ,düzeltmek maksadı ile engellemek" anlamına gelen "Hakeme" kelimesinden türemiş olup , kelimenin anlamı dahilinde yapılan eylemlerin bütününü içine almaktadır. İnsan da olan bu Hikmet in nereye bağlı olduğu konusu asıl önemli nokta olup, bu kıssada hüküm verme konusu üzerinden Hikmetin nasıl kullanılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. 

Kıssa Davud (a.s) örneğinde "Fasl el hitab" ın (sözün doğrusunu yanlıştan ayırmanın)  Hikmet ile olması gerektiğini bize anlatılması bakımından okunması gerektiğini düşündüğümüz kıssanın ayet mealleri şu şekildedir.

[038.021]  Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
[038.022] Davud (un yanın) 'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; onlar dediler ki: «Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.»
[038.023]  (Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken «Onu da bana ver» dedi ve tartışmada beni yendi.
[038.024]  Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davud, kendisini denediğimizi anladı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi.
[038.025]  Biz de ondan bunu affettik. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.[038.026] Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.

21. ayette , davacıların duvarı aşıp Davud (a.s) ulaşmış olmaları , onların kimlikleri üzerinde yorumlara sebeb olmuştur. Davacıların Melek veya İnsan olmaları ikinci derecede öneme haiz bir konu olup , önceliğimiz onların üzerinden verilmek istenen mesaja yönelmek olmalıdır. Klasik tefsirlerde bu tür gereksiz ayrıntılara girilmiş olması kıssalardan hasıl olması gereken amaca gölge düşürmüştür.  

22. ayette , gelenler Davud (a.s) dan aralarındaki problemi "zulme sapmadan" halletmesini talep etmektedirler. Bu talep , insanlar arasında hüküm verme yetkisine sahip olan hakimlerin nasıl bir yol izlemeleri gerektiği mesajını vermektedir.

23. ayette , hasımların ilki derdini Davud (a.s) a anlatmaktadır. Anlaşmazlığın koyun ile ilgili olması bu kıssayı mesaj içerikli bir okumaya tabi tuttuğumuzda , koyunların yerine her türlü anlaşmazlık konularını koymak mümkündür. Asıl olan anlaşmazlık konusu ne olursa olsun davacılar arasında adil hüküm vermektir.

24. ayette , Davud (a.s) diğer hasmı dinlemeden karar vermektedir. Kıssanın ana konusu, diğer davacınında dinlenerek , davanın değerlendirilmesi gerekirken ilk davacının zulme uğradığı düşüncesi üzerinden diğerini mahkum etmek olup bu tür bir yöntemin hatalı olduğu mesajı verilmektedir. 

Olayı şu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkündür ; Kendisinin 1 koyunu , diğerinin 99 koyunu olduğunu iddia eden kişinin gerçekte hiç koyunu olmamış olabilir , diğer davacının ise 100 koyunu olmuş olabilir. Hiç koyunu olmayan kişi ,100 koyunu olan kişiden, kendisinin 1 tane  olduğu iddiasında bulunduğu koyunu  çalmış olabilir , bu surette tek koyunu olan zalim , 99 koyunu olan mazlum olmuş olabilir. Diğer kişi dinlenmiş olsaydı o tek koyunu neden istediği anlaşılabilir ve doğru bir hüküm verilebilirdi , Davud (a.s) duygusal davranarak tek koyunu olan kişinin lehinde hüküm vermiş ve bu verdiği hüküm adil bir karar olmadığını anlamıştır.

Kıssada davanın sonucunun nasıl olduğu, kimin haklı kimin haksız olduğunun zikredilmemiş olması , yapılan anlatımın olay merkezli bir anlatım değil, mesaj merkezli bir anlatım olmasındandır.

24. ayet içinde geçen "Zanne" kelimesi üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bu kelime , "Bir emareden hareketle ulaşılan bilgini adı" anlamında olup , bu emarenin zayıf veya güçlü olmasına göre kelimenin anlamı değişkenlik arz eder. Davud (a.s) ın denendiğini zan etmesi , bizim günlük dilimizde kullandığımız, zayıf emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamında değil , güçlü emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamındadır. Meallerde "Zan" kelimesinin çevirisini "Anladı" şeklinde yapanlar daha doğru bir anlamı yakalamış olup bu kelime ile ifade edilmek istenen anlamı yansıtmaktadır.

25. ayette , Davud (a.s) ın bağışlandığı beyan edilmekte olup , bu bağışlanma yapılan bir hatanın karşılığıdır , bu hata ise kendisine  aralarında doğru karar vermek için gelen davacılardan sadece tek tarafı dinlemiş olması diğer tarafı dinlemeden kararını vermiş olmasıdır. Kıssanın mesajı bu bağlamda olup hüküm konusunda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği Davud (a.s) örnekliğinde öğretilmektedir.

26. ayette , kıssadan alınması gereken mesaj anlatılmakta olup , Davud (a.s) ın "HALİFE" kılındığı hatırlatılmaktadır. Bu halife kılınma Adem (a.s) kıssasında da karşımıza çıkmaktadır. 

"İnsanın arz üzerinde halife kılınmış olması" ne anlama gelmektedir ? sorusu burada önem kazanmaktadır. 

"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır , bu halifelik asıl mülk sahibinin kişiye verdiği bazı imkanları , mülk sahibinin direktifleri doğrultusunda kullanmayı gerektirir. 

Davud (a.s) örnekliği üzerinden verilen insanın arz üzerinde halife kılınması , insanı hilafet görevine atayan kişinin emirlerini arz üzerinde yerine getirmek esasına dayalı bir sistemi öngörür. Davud (a.s) kıssasını Kur'an genelinde okuduğumuzda , onun mülk sahibi olarak yaptığı icraatlar , sonraki gelen mülk sahiplerine örneklik teşkil etmesi gerekmektedir. 

Mülk sahibi olarak "astığı astık kestiği kestik" bir yönetim sergilemeyen Davud (a.s) , kime karşı sorumlu olduğunu hiç bir zaman unutmamış ve Halife olduğunun şuuruna vakıf bir yönetim sergilemiştir. Mülk sahibi olup ta kendisinin Halife değil Asil olduğunu zanneden bir kısım yönetim sahiplerinin akıbeti (Firavun , Karun v.s) anlatılarak , diğerlerin ibret alması amaçlanmıştır. 

Sonuç olarak ; Davud (a.s) üzerinden örneklenerek , yanlış sözün doğru sözden ayırabilme kabiliyeti (Fasl elhitab), ona verilen Hikmet ile birleştirilerek nasıl olmaması gerektiği üzerinden verilerek , nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. Hatadan dönme erdemini göstermenin güzelliği de burada görülmekte olup , bu da ayrı bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. Hakim pozisyonunda olan kişilerin hüküm verirken uyması gerekenler onların halife olmuş olmaları hatırlatılarak yapılmakta ve herkesin yaptıklarından ve kararlarından ötürü sorumlu olduğu en üst mercii olarak Allah (c.c) olduğunun unutulmaması istenmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Haşr s. 7-10. Ayetleri ve Unuttuğumuz Bir Kavram "İSAR"

İnsanı İnsan kılan hasletlerden bir tanesi de, ihtiyacı olan herhangi bir şeyde kendisini değil başkasını öncelemesi olup, bu davranışın İslam literatüründeki ismine İSAR denilmektedir. İnsan da bencil duyguların olması bu şekil bir erdemli davranışın bir çok İnsan da ortaya çıkmasını maalesef engellemektedir. 

"Asrı Saadet" olarak nitelenen ilk Müslümanların yaşadıkları zaman ve mekanlardaki olaylar karşısındaki davranışları , kendilerinden sonra gelen bizler için örneklik teşkil etmektedir. Bu devir içinde Müslümanların Mekke den Medine ye hicret etmesi şeklinde gerçekleşen bir olay olduğu herkesin malumu olup "Muhacir Ensar kardeşliği" şeklinde gerçekleşen olaylar hepimizin malumudur. 

Haşr s. 9. ayeti bu gerçekliğe işaret ederek, yaşanmış bu durumun bizler içinde örnek olarak kıyamete kadar hatırlarda kalmasını ve hayata geçirilmesini amaçlamaktadır.  Konuyu daha doğru anlamak için Haşr s.7-10. ayetleri okumak gerekmektedir.

[059.007]  Allah'ın, fethedilen memleketler halkının mallarından Peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.

[059.008] (Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.

[059.009]  Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.

[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Ayetlerden anlaşılacağı üzere , savaş ganimetlerinin taksiminde , her şeyini terk ederek sadece Allah rızası için Medine ye gelen Muhacire ayrı bir pay verilmiş ve bu verilenden ötürü Ensar ın asla rahatsız olmadığı vurgusu yapılmaktadır. 

Ayetlerin nuzül dönemi tarihsel bağlamı bu merkezde olup , bize dönük mesajından önce , "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" yöntemi ile yapılan bir okuma örneği üzerinde durmak istiyoruz. 

Bilindiği üzere geleneksel İslam düşüncesinde Muhammed (a.s) ın Kur'an harici hüküm koyma yetkisinin olduğu düşüncesi mevcut olup , bu yetkinin onun Devlet Başkanı veya Ordu Komutanı olması sıfatı ile değil  Elçi olma sıfatı ile olduğu ,yasaklamaların o günkü konjonktür gereği değil Kur'an ile eşdeğer olan yasaklamalar olduğu düşüncesi mevcuttur.

Bu bağlamda , Altın , İpek , Ehli Eşek etlerinin yasaklanmış olması gibi yasakların evrensel bir haramlılık olduğu ve kıyamete kadar geçerli olan yasaklar olduğu düşüncesi mevcut olup , bu düşünceye delil getirilen ayetlerden birisi de Haşr s. 7. ayet içinde geçen "Resul size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun" cümlesidir.

Bırakın siyak ve sibakı gözetmeyi, ayet içinden cımbızlanarak seçilen Bektaşi Mantığı ile okunan bir cümle , Muhammed (a.s) ın Kur'an harici olan yasaklamalarının kıyamete dek geçerli olduğu düşüncesine delil getirilmeye çalışılmıştır. Ümmi bir yaklaşım ile yani ön kabullerden uzak bir yaklaşım ile okunan bu ayette ki asıl mesajın , siyak ve sibak içinde okunduğu zaman  FEDAKARLIK mesajı olduğu ve bu fedakarlığın nasıl hayata geçirildiğinin belgesi olduğudur. 

"İSAR" kavramı ; Kişinin kendi ihtiyacı olmasına rağmen , karşısındaki kişinin de aynı ihtiyaç içinde olduğunu görerek , kendisinin ihtiyacını bir kenara iterek karşısındaki kişinin ihtiyacının giderilmesine razı olmak demektir. 

Bu tür bir özveri her Babayiğidin harcı olmayıp ancak imanı gönüllerine yerleştirmiş olanların yapabileceği bir ameldir. Mü'min kişi , elinde olan mal ve servetin kendi malı olmadığını , Allah (c.c) nin ona rızık olarak verdiği geçici Dünya metaı olduğunu , o malın üzerinde sadece emanetçi olduğunu bilincinde olarak diğer ihtiyaç sahiplerinin de o malda hakkı olduğunu bilir. Hiç bir Mü'min "«Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?" şeklinde bir itirazda bulunarak başkalarının da hakkı olan mallarını infak etmekten kaçınmaz. 

Medineli Ensar bu özverinin en üst noktası olan ve İSAR kelimesi ile ifade edilen olgunluğu göstermiş , bırakın ellerindeki vermeyi , ihtiyaçları olduğu halde bile kendilerini geriye iterek Muhacir kardeşlerini öne çıkarmışlardır. 

Gelelim esas konumuz olan İSAR kavramının Ensar ve Muhacir arasında nasıl gerçekleştiği üzerinden  bizlere dair olan mesajına;

Bugün Suriye ve Irak ta olan savaş nedeni ile yerlerinden can korkusu ile Türkiye ye gelen binlerce insan olduğu malumumuzdur. Bu insanların bir çoğu yaşadıkları beldelerde hayatlarını idame ettirmelerini sağlayacak imkanlara sahip iken, taşıyabilecekleri kadar eşyaları ile Türkiye ye göç etmek zorunda bırakılmışlardır. 

T.C hükümetinin bu muhacirlere yapmış olduğu yardım takdir edilmesi gerekirken , şikayetlere sebeb olduğu , gelen muhacirlere yabancı gözü ile bakılarak onlara düşmanca bir tavır alındığı da malumdur. Yardım kuruluşlarının ve kişisel olarak bu insanlara yapılan yardımların varlığını da hatırlatarak , bu yardımlarda bulunanların ecirleri Allah (c.c) katında karşılık görecektir. 

Esas meselemiz, bize ne oldu da  böyle zorluklar içinde kalmış insanlara yapılan yardımlara karşı çıkıyoruz , ve onlara düşmanlık yapıyoruz?. Bir an için kendimizi onların yerine koyarak , bizlerin yerinden yurdundan çıkmak zorunda kalarak perişan bir hale düştüğümüzü gözümüzün önüne getirelim. İhtiyaç içinde kalarak başkalarının uzatacağı yardım eline muhtaç olmanın zorluğunu herhalde o hale düşen bir kimseden başkası bilemez. 

"Bize ne oldu?" sorusunun cevabı , yapılan bu yardımların neden yadırgandığı ve karşı çıkıldığınının cevabını da verecektir. 

Dünya malına karşı olan ilgi , İnsan fıtratının bir sonucu olup bu ilginin esas yurt olan ahiret unutulmadan olması gerektiği bir çok ayetin beyanıdır. "Salih amel" olgusunun İman ile birlikte zikredilmesi sadece "İman ettim" demenin işe yaramadığının bir göstergesi olup "Salih amel" in olmadığı imanın geçerli olmadığı yine ayetlerin beyanından öğrenilmektedir. 

"Salih amel" deyimi içine giren davranışlardan birisi de infak etmek , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılamak şeklindedir. Müslümanların Dünya hayatına karşı olan aşırı ilgisi bu tür erdemli davranışları engelemekte olup buraya nasıl gelindiğinin sorgulanması önemli bir noktadır. 

Televizyon yarışmaları ile özellikle bencilliğin pompalanması , "Gemisini kurtaran kaptan" veya "Altta kalanın canı çıksın" misali hayatların empoze edilmeye çalışılması bu programların reyting rekorları kırıyor olması bu tür hayat tarzının insanlarda tercih edilmeye başlamış olmasının bir işareti olarak görülebilir. 

İnsan olmanın gereği olarak , "Mazluma Dini ve Irkı sorulmaz" düsturu gereğince bu durumda kalan insanlara , önce "biz bu halde olsaydık ne olurdu" şeklinde düşünerek yardım elini uzatmak zorunda olduğumuzu , bunu yapmasak dahi yapılan yardımlara karşı düşmanca bir tavır almamak zorunda olduğumuzu unutmayalım.

Müslüman olmak demeyi ,kendi düşüncemiz dışındaki insanlarla tartışmak ve onları tekfir etmek olarak görmeye başladığımız bu zamanlarda bu tür erdemli davranışlar içinde bulunmak zorunluluğumuz olduğunu unutmamanın önemi bu günlerde daha çok ortaya çıkmaktadır. 

Sonuç olarak; Müslüman olmak iddasında bulunmanın sadece söz ile değil , salih amel ile birlikte olması gereğine binaen , ihtiyacı olan birisine karşı takınmamız gereken tavır Yasin s. 47. ayetinde gördüğümüz tavır değil Haşr s. 7-10. ayetleri arasında gördüğümüz Ensar Muhacir kardeşliği örneği olmalıdır. İSAR kelimesi ile ifade edilen bu örnekliğin hayata yansımasına her zaman ihtiyacımız olduğu gibi , bugün özellikle savaş nedeni ile ülkelerini terkederek Türkiye ye gelen insanlara karşı göstermek zorunda olduğumuz hatırlayalım. Bırakın İsar kelimesinin ifade ettiği kardeşini öncelemeyi , onlara T.C tarafından yapılan yardımlara bile düşmanca bir tavır takınan Müslümanların bu tutumlarını terkederek onlara yapılan yardımlara destek olması gösterilebilecek en doğru tutumdur. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.