Tevbe s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tevbe s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



6 Mayıs 2017 Cumartesi

Tevbe s. 41. Ayetindeki Hifafen ve Sikalen Kelimelerinin Anlamını Bağlamından Tesbit Etmek

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir kelimenin birden fazla anlama, birden fazla kelimenin ise tek anlama gelmesi söz konusudur. Tefsir de bu duruma Vücuh ve Nezair  adı verilmekte, ve bu türden örnekler Kur'an içinde bulunmaktadır. Birden fazla anlama sahip olan bir kelimenin hangi anlamda kullanılmış olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlama dikkat edilerek anlaşılabilir. 

Tevbe s. 41. ayetine baktığımızda, bu ayet içinde geçen Hifafen ve Sikalen kelimelerinin birbirinden farklı anlamlarda çevrildiği görülecektir. Yapılan bu çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlam dikkate alınarak tespit edilebilir.

İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh(sebîlillâhi), zâlikum hayrun lekum in kuntum ta´lemûn(ta´lemûne).

Bu ayetin çevirilerine baktığımızda şu şekilde çevrildiğini görmekteyiz;

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [DV] (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [E0] Sizler gerek sebükbar ve gerek ağırlıklı olarak seferber olunuz ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd ediniz, eğer bilir takımdan iseniz bu sizin için hayırdır.

Bu ayetin böyle farklı çevirilere sahip olmasına sebep olan kelime, ayet içindeki Hifafen ve Sikalen kelimeleridir. Bu kelimelerin çevirilerinin hangisinin daha isabetli olabileceğini ise, Tevde s. 38. ayetinden itibaren okumaya başladığımızda anlamak mümkündür. 


Yâ eyyuhellezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilel ard(ardi), e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhireh(âhireti), fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhireti illâ kalîl(kalîlun).

[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.

Sekale; Ağırlık anlamında kullanılan bir kelimedir. Kişinin bir işi yapmaktaki isteksizliği de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelimenin karşıtı ise Hiffetün olup, bir işi yapmaktaki isteklilik te bu kelime ile ifade edilmektedir.

Tevbe s. 41. ayetinde geçen Sikalen  kelimesinden türeyen bir başka kelime, 38. ayet içinde de geçmektedir. 38. ayet içinde bu kelime, bir işi yapmaktaki isteksizlik yani savaşa gitmekten hoşlanmamak, dünya hayatına meyletmek anlamında kullanmaktadır. 41. ayet içinde geçen kelimenin anlamı, bu ayet içindeki anlam ile yakından alakalıdır.

[009.039] Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Ayetleri bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, 41. ayet içinde geçen iki kelimeye anlam isabetli bir verilmesi için, 38. ayette geçen anlamın dikkate alınması gerekmektedir. 38. ayet içinde bu kelimenin, bir işi yapmakta isteksiz olmak anlamında kullanılması, ikinci kelimenin de onun karşıt anlamlısı olduğu dikkate alınarak, bir işi yapmakta istekli olmak anlamında kullanılmasını gerektirdiğini söyleyebiliriz.

Buna göre Tevbe s. 41. ayetinde geçen Hifafen, bir işi yapmakta istekli olmayı, Sikalen ise bir işi yapmakta istekli olmamayı ifade etmek olarak çevrilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet çevirilerinin bağlam gözetilerek, isteklilik ve isteksizliği ifade eden bir anlam verilerek çevrildiğini, dolayısı ile bu anlamı dikkate alan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

4 Mayıs 2017 Perşembe

Tevbe s. 30. Ayeti: Üzeyr ve İsa'yı Allah'ın Oğlu, Muhammed'i Allah'ın Habibi Yapan Yahudi Hristiyan ve Müslümanlar

Kur'an'daki bazı ayetler, Yahudi ve Hristiyanların yapmış olduğu bazı yanlışlara dikkatimizi çekmektedir. Kur'an'ın, bu toplulukların yaptıkları yanlışlara dikkatimiz çekme sebeplerinden birisi, o yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaya yöneliktir.

[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.

Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.

İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.

Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.

Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler. 

Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.

[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.

Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.

Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.

Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir. 

Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da  ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.

[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir. 

Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

28 Ekim 2016 Cuma

Hadid s. 27 ,Maide s. 63, Tevbe s. 31.34. Ayetleri Işığında Din Adamları Sınıfına Bir Bakış

Dinler , insanların birbirleri ile olan bağının güçlenmesine vesile olan bir çimento olarak binlece yıldır işlevini sürdürmektedir. Din denildiğinde ilk akla gelen şeylerden bir tanesi, halk içinde mevcut bulunan din konusunda bilgi sahibi , ve diğer insanlardan farkı bir yeri olduğuna inanılan "Din Adamları" sınıfı gelmektedir. Fakat bu sınıfın istisnaları olmakla birlikte , kendilerine verilmiş olan bu ayrıcalığı kötüye kullanarak , insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı aracı olarak kullanmakta oldukları herkesin malumudur. 

İnsanlığın kadim bir sorunu diyebileceğimiz , bu sınıfın yaptığı yanlışlar Kur'an'da da yer bularak , Yahudi ve Hristiyanlar içindeki Ahbar ve Ruhban takımının yaptıkları eleştirilmiş , onlar tarafından yapılan bu yanlışların Müslümanlar tarafından tekrarlanmaması için gereken ikazlar yapılmış, fakat bu ikazların maalesef göz ardı edildiği, ve Müslümanlar arasında bu sınıfın bir çok olumsuzluğu ve yanlışları içinde barındırmak sureti ile işlevini sürdürdüğüne şahit olmaktayız. 

"Din Adamlığı" sınıfının oluşmasını Allah c.c mi emretmektedir ?.

Kur'an'ın Ahbar ve Ruhban gibi bir sınıfın oluşmasına onay verdiğini söylemenin yanlış bir kanaat olduğunu burada ifade etmek istiyoruz. Böyle bir sınıfın var olması ile, hayatiyetini devam ettirmesinin meşru olması, birbirine karıştırılmamalıdır. Kur'an'ın Yahudi ve Hristiyanlar içinde olan bu guruptan bahsetmesi , böyle bir sınıfın bu toplumlar içinde var olmasından dolayıdır. 

Allah c.c, kullarından bir kısmına "Din Adamlığı" şeklinde ayrı bir paye verilerek onların ayrı bir sınıf oluşturmasına dayanan bir sistem ihdas edilmesine, veya dinin sadece mistik bir hayat olarak insanlardan ve hayatın gerçeklerinden olarak bir yaşantı olarak görülmesi ve buna uygun bir yaşantı sürülmesine onay vermemiştir. Bu durumu Hadid s. 27. ayet, şu şekilde anlatmaktadır. 

[057.027]  Sonra onların izleri üzerinde, resullerimizi ard arda gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların uydurdukları ruhbaniyyete gelince; onu kendilerine Biz, yazmadık. Fakat kendileri Allah'ın rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini verdik. İçlerinden çoğu ise fasıklardır.

Hadid s. 27. ayeti, kendilerine farz kılınmadığı halde , İsa a.s a tabi olduğunu iddia edenlerin, bid'at olarak türettikleri ruhbanlığı , türetme niyetlerine uygun bir şekilde yürütmediklerini beyan etmektedir. Ruhbanlık şeklinde hayat bulan yaşam sistemini , Allah c.c insanlara emretmemiş olmasına rağmen , Allah c.c nin rızasını kazanmak gibi iyi bir niyetle ihdas edilen bu kurumun , zaman içinde şekil değiştirerek ,yanlış amaçlara hizmet eden bir kuruma dönüşmüş olması , bu kurumun diğer toplumlardaki benzer oluşumları hakkında da bizlere bilgi verebilir.

İnsanların içinde bulundukları şartlar , bazı insanların birbirlerinden bazı yönlerden farklı olmasını beraberinde getirmiştir. Bilgi bakımından daha ileride olan bazı insanların, diğer insanlar üzerinde onun bilgisinden faydalanılması gereğini doğurmuştur. Bu üstünlüğü din alanında düşündüğümüzde, dini alanda bilgi sahibi olan insanlar , bu alanda yeterli bilgi sahibi olmayanlar ile bilgi paylaşımında bulunarak, bir şekilde bilgilerinin zekatlarını vermek durumundadırlar.  

Bilgi paylaşımı maalesef bu şekilde yapılmamakta , bilgi sahibi olanlar ile, bilgi sahibi olmayanlar arasında derin bir uçurum oluşturularak , bir sınıf ihdas edilmiş ve insanlar "Din Adamları" olarak bildiğimiz bu sınıfa mahkum bir hale getirilmiştir. Toplumun önünde olan olan insanların , o topluma iyilik ve fazilette örnek olması açısından bazı vazifeleri bulunmaktadır. Çünkü onun arkasındaki insanlar , o kişiye saygın ve güvenilir bir kişi gözü ile bakarak , onu kendilerine önder edinerek , ondan gelecek olan sözler doğrultusunda hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. 

"Kanaat Önderleri" veya "Din Adamları" olarak bildiğimiz sınıflara mensup olan insanların büyük çoğunluğu, halkın kendilerine verdiği önderlik vasfını fırsata çevirerek , insanları maddi ve manevi olarak sömürerek , etrafındaki bir avuç kişi ile büyük bir saadet zinciri oluşturmuşlardır.

Kur'an işte böyle bir arka plana sahip bir topluma nazil olmuş , ve Medine de nazil olan ayetler , özellikle Yahudi ve Hristiyan toplumundaki din adamlarının yaptığı yanlışlara dikkat çekmektedir. Toplumun önünde olan insanların o topluma müspet anlamda örnek olma zorunlulukları olmasına rağmen, bu görevlerini yapmamaktadırlar. Bu gerçeği şu ayetlerde görmekteyiz . 

[005.062] Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!
[005.063]  Rabb'a kul olanlar ve bilginler; onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötü.

İnsanların yaptıkları yanlışları onlara ikaz etmek , onları kötülüklerden engellemeye çalışmak , bu yapılanların kötü olduğunu bilen insanların görevidir. Kötülükleri gördüğü halde bunlara engel olmaya çalışmamak bundan önceki zamanlarda toplumların helak olmasına sebep olmuş, bundan sonra da olacaktır. 

Din adamları sınıfının insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için kullandıkları yollardan birisi , kendilerinin Allah adına konuştuklarını söyleyerek yalan ve iftiralarına Allah'ı alet etmeleridir. Bu durumu Tevbe s. 31. ayeti şöyle beyan etmektedir.

[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

Haham ve rahiplerin "Rab" olarak ittihaz edinilmesi , onların Allah c.c nin yetki alanına giren konularda, Allah'ı devre dışında bırakarak verdikleri hükümlere tabi olunması şeklinde gerçekleşmekte idi. İnsanları manevi yönden bu şekilde sömüren din adamları , sömürülerini maddi bakımdan da yaparak ceplerini doldurmakta idiler . Aynı surenin 34 ve 35. ayetleri , onların bu yaptıklarına dikkat çekerek  cezalarının ne olacağını haber vermektedir. 

[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.
[009.035] Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) «işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın» (denilecek) .

Din adamları sınıfı , insanların kendilerine olan güvenlerini kötüye kullanarak , onların iyi niyetlerini istismar etmekte ve bu yolla maddi kazanç elde etme yoluna gitmektedirler. 

Yukarıdaki ayetler ışığında din adamları sınıfının yaptıkları yanlışları sıralayacak olursak ;

1- İnsanları yaptıkları kötülüklerden onları sakındırmamak . ( Maide s. 63)
2-İnsanları manevi yönden sömürerek , onlar üzerinde rablık oluşturmak. (Tevbe s. 31)
3-İnsanları maddi yönden sömürerek , onların güvenlerini servete dönüştürmek . (Tevbe s. 34)

Yaptıkları bu yanlışlar sadece Yahudi ve Hristiyanlara has bir durum değil , tüm zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan ve insanları din adına kendilerine bağlayarak , din'i sömürü aracı olarak kullanan din adamlarının karakteristik özellikleridir. 

Bu durumun aynısının İslam dünyasında da yaşandığı bir gerçektir. Kendisine Hoca , Alim , Şeyh , Gavs ,Kutup , Ayetullah v.s denilen insanların büyük çoğunluğunun ellerindeki imkanı maddi ve manevi yönden sömürü aracı olarak kullanarak , insanların dünya ve ahiretini berbat etme yolunda kullandıklarını görmekteyiz. 

Biz burada bu kimselerin yaptıklarını uzun uzun yazarak, malumu yeniden tekrarlamak yerine , bu adamlardan kurtulmanın yolu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müslümanları maddi ve manevi olarak sömüren bu kimselerin en büyük kozları , anlattıkları din'in Kur'an merkezli olmayışıdır. Kur'an dışı kaynaklardan oluşan bu din'de Allah c.c nin kullarına sunduğu kolaylıklar asla mevcut olmayıp , zorluklarla ve gereksiz teferruatlarla donatılmış bir din bulunmaktadır. Böyle bir din , bu kimselerin elinin güçlenmesine ve insanların bu kimselerin tasallutundan kurtulamamalarına sebep olmaktadır. 

Ayakkabının ilk önce hangi ayağa giyileceği , tuvalete hangi ayakla girilmesi gerektiği , tırnak kesmenin , su içmenin , yemek yemenin , yatmanın ,oturmanın İslama göre nasıl olması gerektiğini soracak kadar cahil , ve bu gibi binlerce saçma sapan sorulara cevap yetiştirecek kadar kör cahil din adamlarının varlığını devam ettirmesinin sebebi , bu gibi soruların din ile alakası olduğunu , veya din denilince incir çekirdeğini doldurmayan meseleler aklına gelen cahil Müslümanlardır. 

Kafalarında binlerce saçma sapan soruların din ile alakasını olduğunu zannederek , din adamlarının kapılarını aşındıran bu Müslümanların yeniden yapılanarak, din'i Kur'andan okumaya başlamaları , bu gibi soruların adedinin büyük ölçüde azalarak , bu kimselerin ekmek kapılarının kapanmasına sebep olacaktır.

Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan kurtarıcılık müessesesi , bu sınıfa daha fazla bel bağlanılmasını beraberinde getirmektedir. Kendilerine Şeyh , Mürşit , Gavs , Evliya v.s gibi adlar yakıştırılmış olan insanları maddi ve manevi olarak ayakta tutan en büyük unsur, müritlerini ahirette kurtaracaklarına dair olan inançtır.

Kur'an , din adamları tarafından din adına uydurulmuş olan her türlü yalan ve iftiranın açığa çıkarıcısı , ve doğru olanı göstericisi olarak ismi gündeme geldiğinde , bu kitaba düşman olanlardan çok , dost olduğunu iddia eden din adamları sınıfına mensup büyük bir kesimin gürültü kopardığı bir kitaptır. Bunun sebebi ise , halkın sorularına bu kitap doğrultusunda cevap arama isteğinde bulunmaya başladıkları takdirde , maddi ve manevi sömürü kapılarının kapanması korkusudur.

Kur'an'ın anlaşılmaz bir kitap olduğu , din'in öğrenilme kaynağının Kur'an değil , hurafe , menkıbe ve rivayetler ile dolu olan kitaplar olduğu , din denildiğinde uçan kaçan şeyhlerin masallarının akla gelmediği, vaaz kürsülerinde anlatılan yalanlara kimsenin inanmamaya başladığında , bu kimselerin saltanatları artık yıkılmaya başlanacaktır. 

Din dediğimiz şey , kuru bilgiler ve mistik inançlar manzumesi değildir. Var oluş amacına uygun olarak Allah c.c yi ilah ve rab olarak tanımak , ve bu doğrultuda bir hayat sürmek din'in ta kendisidir. Bu hayatı sürmek için , bu sınıfın öğretilerine kimse muhtaç değildir. Bu sınıf mükellef olmanın getirdiği sorumlulukları kendi hayatlarında uygulayarak , ancak insanlara örnek güzel olabilir.

Yüzlerce yıldır İslam dünyası içinde din olarak anlatılanlara, ve bunların halk arasında nasıl rağbet gördüğüne baktığımızda , din adamlarının saltanatı şu anda sallanmak şöyle dursun , daha sağlamlaşma yolunda ilerlemektedir. 

Bugün Müslümanların en büyük sorunu , din olarak bildikleri şeylerin büyük çoğunluğunun din ile alakası olmayan konular olmasıdır. Gereksiz ayrıntılara boğulması nedeni ile gerçek din'in üzeri kalın bir örtü ile kaplı bulunmaktadır. Bu örtü kaldırıldığında , gerçek din'in insanların mutluluk ve huzur kaynağı olduğunu görenler , fevc fevc bu din'e atım atarak , sadece Allah'a kul olmak için gerekenleri yerine getirmeye çalışacak ve önlerindeki engelleri yıkacaklardır.

Sonuç olarak : Din adamlığı sınıfı , binlerce yıldır insanları maddi ve manevi olarak sömürmek için oluşturulmuş , insanlığın kadim bir sorunudur. Bu kadim soruna Kur'an parmak basarak , bu sınıfın yanlışlarını ortaya koymuş , ve onlardan sakınılması gereğini hatırlatmasına rağmen , bu sınıf İslam dünyası içinde daha şedid bir biçimde ortaya çıkarak , insanların kanlarını emen vampirlere dönüşmüştür. 

Bu sınıfın tahakkümünden kurtulma yolu , insanların uyanması ile gerçekleşecektir. İnsanlar din adına bildikleri şeylerin ne kadar gereksiz , din adına cevaplarını aradıkları soruların ne kadar boş , din denilen şeyin mistik inançlar manzumesi olmadığını idrak etmeye başladıkları anda bu kurtuluş yolunun kapısı aralanmış olacaktır. 

Kur'an bu kurtuluşun yegane reçetesi olarak din adamları sınıfının baş düşmanıdır. Bu sınıfın baş düşmanı olduğu yegane şey ise yine bu kitaptır. Kur'an'ın gündeme gelmesi konusu açıldığında elektrik çarpmışcasına irkilen bu sınıfa mensup olanlar , kendileri için en büyük tehlikenin bu kitaptan geleceğini çok iyi bilmektedirler. 

İnsanlar Kur'an'ı hayatlarına aldıklarında , artık sorulacak soruların adedi azalacak , ve onların cevap yetiştirmek sureti ile elde ettikleri karizmatik yapı yerle bir olacaktır. Kur'an hayata girdiğinde bu din'in ne kadar kolay olduğu , bazı insanların elinde maddi ve manevi bir kazanç kapısı olmadığı , mistik ve hurafe bilgilerin bu din içinde yeri olmadığını göreceklerdir. 

DİN ADAMLARI SINIFININ OLMADIĞI BİR DÜNYA ANCAK HERKESİN DİNİ KENDİSİNİN ÖĞRENMESİ İLE MÜMKÜN OLACAKTIR.

27 Ekim 2016 Perşembe

Tevbe s. 128 ve 129. Ayetlerinin Sahte Olduğuna Dair Getirilen Bir Hüccetin Değerlendirilmesi

1974 yılında Amerika'da Reşat Halife adında bir kişi tarafından ortaya atılan ve kısaca "19 Mucizesi" olarak bilinen , Kur'an'ın 19 sayısının katları ile korunmuş olduğu teorisine göre , Tevbe suresinin 128. ve 129. Ayetleri, bu sayı ile oluşturulmuş korunma şifresine uymadığı için "Sahte Ayetler" olarak değerlendirilerek , Kur'an'dan olmadığı kararına varılmıştır.

[009.128] Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere RAUF ve RAHİM' dir.
[009.129]  Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve O, büyük Arş'ın Rabbıdır.

Bu ayetlerin sahte olduğuna dair ortaya konan bir kaç delilden bir tanesi de, 128. ayette ki "Rauf" ve "Rahim" kelimelerinin , Allah c.c nin isimlerinden olduğu gerekçesi ile , ayette bu kelimelerin Muhammed a.s için kullanılmış olmasıdır. Yani Rauf ve Rahim kelimeleri, Allah c.c den başkası için kullanılamaz , eğer kullanılmış ise o ayet SAHTE AYETtir.

Yazımızın çerçevesi sadece Tevbe s. 128. ve 129 ayetlerinin sahte olduğuna dair getirilen bu delili değerlendirmek ile sınırlı olacaktır.

İddiamız şu dur ; Eğer Allah c.c den başkası için kullanılması yanlış olan bir kelime , içinde geçtiği ayetin  "Sahte Ayet" olarak damga yemesini gerektiriyor ise , Kur'an'da Tevbe s. 128. ayetinde olduğu gibi ,  Esma ya dahil olan bazı isimler, başka surelerde de geçmekte ve bu isimler, Allah c.c dışındaki kimseler için kullanılarak ,"Sahte Ayet" damgasını yemeyi hak etmektedir. 

Sahte Ayet !! olma ihtimali olan ayetler aşağıdadır. 

[020.068]  Korkma; muhakkak sen daha üstünsün (El - A'LA), dedik.

El- A'la bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimler olup Taha s. 68. ayetinde Musa a.s için kullanılmaktadır . Aynı isim , A'la s. 1. ayet ve Leyl s. 20. ayetinde Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır.

[012.043]  Bir gün Hükümdar (EL-MELİKÜ) dedi ki: «Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin.»
[012.050]  Hükümdar(EL-MELİKÜ) dedi ki: «Onu bana getirin.» Ona elçi geldiğinde (Yusuf:) «Efendine (Rabbine) dön de ona soruver: «Ellerini kesen o kadınların durumu neydi? Doğrusu benim Rabbim, onların hileli düzenlerini gerçekten bilendir.»
[012.054]  Hükümdar: (EL-MELİKÜ)«Onu bana getirin, yanıma alayım» dedi. Onunla konuşunca: «Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir durumun vardır.» dedi.
[012.072]  «Hükümdarın(ELMELİKİ) su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum» dediler.
[012.076]  Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o hükümdarın(EL-MELİKİ) dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.

El-Melik, bilindiği üzere Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup, bu ayetlerde Allah c.c için değil ,insan için kullanılmaktadır. El-Melik ismi aynı şekilde, başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (20.114 - 23.116 - 59.23 - 62.1 - 114.2)

[012.030]  Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı(EL- AZİZİ), delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yusuf'un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.
[012.051]  kadınlara dedi ki: «Mühim haliniz ne idi. O vakit ki, Yusuf'un nefsinden muradını almak istemiş idiniz?» Dediler ki: «Hâşâlillâh! Biz O'nun aleyhinde bir fenalık bilmiş değiliz.» Azîz'in karısı da (EL-AZİZİdedi ki: «Şimdi hak tebeyyün etti. O'nun nefsinden ben murad almak istemiştim ve şüphe yok ki, o elbette sâdıklardandır.»
[012.078]  Dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZİGerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz.
[012.088]  Yusuf'un yanına girdiklerinde dediler ki: Ey aziz! (EL-AZİZÜ) Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlandırır.

El-Aziz'de , Allah c.c nin esmasına dahil olan isimlerden olup , bu ayetlerde Allah c.c için değil , insan için kullanılmıştır. Bu isim başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (Bakara s. 129-209-220-228-240-260 gibi daha onlarca ayette Allah c.c nin ismi olarak kullanılmaktadır)

[012.055]  Dedi ki: «Beni ülke hazineleri üzerine memur et, çünkü ben iyi korur,(HAFİZUN) iyi bilirim! (ALİMUN)»

Yusuf s. 55. ayetinde geçen "Hafizun" kelimesi burada insan için kullanılmış olmasına karşın aynı kelime Hud s. 57 , Sebe s. 21 , Şura s. 6. ayetlerinde Allah c.c için kullanılmıştır. 

[012.093]  «Şu gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne sürün. Görücü bir hale gelir (BASİRAN). Ve bütün ailenizle beraber bana geliniz.»
[012.096]  Müjdeci gelip de onu  onun yüzüne sürdüğü zaman, gözü görür olarak (BASİRAN) dönüverdi. (Yakub) Dedi ki: «Ben, size bilmediğinizi Allah'tan gerçekten biliyorum demedim mi?»

[020.125]  O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören (BASİRAN)bir kimseydim» der.

Yusuf s. 93 ve 96. , Taha s. 125. ayetlerinde kullanılan "Basiran" kelimesi bir insan için kullanılmasına karşın , başka ayetlerde Allah c.c için kullanılmaktadır. (4.58 . 134 / 17. 17-30 -96 / 20.35 / 25.20/ 33.9/ 35.45/ 48.24 / 84.15 )

[076.002]  Hiç şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan dolayı onu işiten (SEMİAN ve gören (BASİRAN) yaptık.

İnsan s. 2. ayetinde kullanılan "Semian" ve "Basiran" kelimeleri Allah c.c için değil insan için kullanılmıştır. Basiran kelimesinin Allah c.c kullanıldığı diğer ayetleri yukarıda vermiştik. "Semian" kelimesinin Allah c.c için kullanıldığı ayetler şunlardır (4.58 - 134 -148)

[044.049]  Tad bakalım; hani güçlü olan (El- Aziz), kerim(El-Kerim) olan yalnız sendin?

Duhan s. 49. geçen esmaya dahil olan iki isim , bu ayette yine insan için için kullanılmaktadır. (82.6)

Yukarıda verdiğimiz ayetler , Tevbe s. 128. ayetinin içinde Allah c.c ye ait olan "Rauf" ve "Rahim" geçtiği için sahte ayet olarak damga yemesine gerekçe olarak gösterilen, Allah c.c ye ait olan ve sadece onun için kullanılması gerektiği düşünülen, diğer Esma-ül Hüsna'ya dahil olan isimlerin Allah c.c için değil , insan için kullanıldığı ayetlerdir.  Eğer bir ayetin sahte ve Kur'an'a sonradan ilave edildiğinin delili Allah c.c ye ait olması gereken bir ismin , insan için kullanılmış olması ise, yukarıda verilen ayetlerin de Kur'an'a sonradan ilave edilmiş olması acaba mümkün müdür ?. 

Sorduğumuz soruya büyük ihtimalle herkes hatta 19 taraftarları bile, "Hayır" cevabı vereceklerdir. Öyleyse bir ayetin sahte olarak damga yemesine, böyle bir delilin getirilmiş olması yanlıştır . Bu konuda yapılan hata, Allah c.c nin "Esma-ül Hüsna" olarak bildiğimiz isimlerin teşbih (benzetme) içermiş olduğunun bilinmemesidir. Allah c.c nin bu isimlerle kendisini bize tanıtmış olması , bu isimlerin onun dışında kimse için kullanılmasının yanlış olduğu anlamına gelmez. Eğer yanlış olsaydı, bu kelimeler Kur'an içinde Allah c.c dışında bazı kimseler için kullanılmazdı. 

Kur'an ile ilgili olarak bilinmesi önem arz eden bir nokta , Allah c.c ile ilgili bilgilerin benzetme yolu ile anlatılmasıdır. Bu bilgiye sahip olmayan birisinin hataya düşerek , Allah c.c nin kendisini bizlere tanıttığı isimleri sadece ona has olması gerektiğini zannederek , başkası için kullanılmasından dolayı , hatalı düşüncelere düşebilir.

Ayrıca Kur'an ayetlerinin "Bağlam" veya "Siyak-Sibak" dediğimiz konu ile alakalı öncesi ve sonrası ayetleri bulunmaktadır. Siyak ve sibak, ayetlerin anlaşılmasında önemli bir etkendir. Tevbe s. 128 ve 129 ayetleri böyle bir bağlama sahip olan ayetlerdendir. 

[009.124]  Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: «Bu sizin hanginizin imanını artırdı?» İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler.
[009.125]  Kalblerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kafir olarak ölmüşlerdir.
[009.126]  Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[009.127]  Bir sure inince, «Sizi bir kimse görüyor mu?» diye birbirlerine bakarlar, sonra dönüp giderler. Anlamaz bir güruh olmalarına karşılık Allah onların kalblerini imandan döndürmüştür.
[009.128]  Andolsun ki; size kendinizden bir resul gelmiştir. Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelir. Sizin üzerinize düşkündür, mü'minlere rauf ve rahim' dir.
[009.129]  Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki: «Bana Allah yeter. O'ndan başka ilah yoktur. Ben O'na tevekkül ettim ve büyük arşın Rabbi O'dur.»

Tevbe s. 128-129. ayetleri bir bütünlük içinde okunduğunda,bu ayetlerin 124. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. Bu bağlamı dikkate almayarak sadece son iki ayetinin sonradan ilave edildiği düşüncesi tutarlı değildir. Eğer ret edilmesi gerekiyor ise , 124. ayetten başlayan bağlamı ile toptan 6 ayetin hepsinin birden ret edilmesi gerekmektedir. Çünkü son iki ayetin diğer ayetler ile olan bağlamı bulunmakta ve bu bağlam gözetilerek değerlendirme yapılması gerekmektedir. 

Kur'an'daki bazı kelimelerin 19 sayısı ve katları ile uyum sağladığı bir gerçektir. Ancak bu gerçeğin Kur'an'ın korunmadığına dair bir düşünce üretmiş olması , olayın bir mucize olmasından çok bir proje olmasını düşündürmektedir. Bir kimse Kur'an'ın tahrif edildiğini direk olarak iddia etmiş olsa , bu iddiası büyük bir tepki toplayarak ret edilirdi . Fakat Samirice diyebileceğimiz bir taktik yapılan bu iddia, bazı Müslümanlar tarafından dahi kabul edilerek, ateşli bir biçimde savunulmaktadır. 

Sonuç olarak : "19 Mucizesi" olarak bilinen ve Kur'an'ın bu sayının katları ile korunmuş olduğu iddiası , gerçekte korunmuşluğu ispat etmekten çok , korunMAmışlığı ispat etmeye çalışmak üzere ortaya atılmış bir proje olduğu görülmektedir. Yanlışları bir avuç doğru katarak insanlara empoze etmek , Samiri adlı kişiden miras kalan bir yol olup ,bu yol İslam dünyası içinde bazı kimseler tarafından sıkça kullanılmaktadır. 

19 culuk olarak bilinen bu düşünce , böyle bir mirasın devamı olarak kendisini göstermektedir. 
Tevbe s. 128 ve 129. ayetlerinin sonradan mushaf'a ilave edilmiş olduğu düşüncesi bu yol ile ispatlanmaya çalışılarak , Kur'an'ın tahrife uğradığı düşüncesi ortaya atılmış ve mushaf'ın tahrife uğramış olduğu düşüncesi kapısı açılarak , büyük bir fitne yayılmaya çalışılmaktadır. 
İlgili ayetlerin bağlamı 124. ayetten başlamakta , ve ilave olduğu iddia edilen ayetler bu bağlamın bir parçasıdır. 

128. ayet içinde geçen Allah c.c ye ait olan isimlerin Muhammed a.s için kullanıldığı gerekçesi ile, ilave ayet olduğuna dair bir delil olarak sunulması ise, cehalet değil ise tam bir ihanet örneğidir. 

İşin daha garibi ise , bu böğüren buzağıya sahip çıkanların , Kur'anı açıp , Esma-ül Hüsna'ya dahil olan bazı isimlerin Allah c.c dışındaki kullanımlarından dahi habersiz olarak bu iddiayı savunmuş olmalarıdır. Kur'anı açıp okudukları takdirde , bu delilin yanlış bir delil olduğunu görecekler , en azından bu ayetlerin sahte !! olduğuna dair olan delillerini bu iddia üzerinden ortaya atmaktan vaz geçeceklerdir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

2 Mart 2016 Çarşamba

TEVBE s. 38-41. Ayetleri : Düşmanlarımızla Savaşmamak Neticesinde Meydana Gelen Toplumsal Yasa

Kur'anın "Sünnetullah" adını verdiği toplumsal yasaların sebepleri ve bu sebeplerin meydana getirdiği sonuçlar, Kur'an içindeki önemli anlatımları teşkil etmektedir. Bu anlatımların amacı, geçmişte yaşanan olaylardan, gelecek olanların ibret alarak  dersler çıkarması, ve yollarını ona göre belirlemeleri gerektiği doğrultusunda olup , bizden öncekilerin yaptıkları ve yapmadıkları neticesinde karşılaştıkları sonucun aynısının dün olduğu gibi , bugün , yarın ta ki kıyamete kadar görüleceğinin bilinmesine dairdir.

Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler. 

[002.251]  Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[022.040]  Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.

Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.

Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır. 

[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039]  Eğer  seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.

Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.

Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.

Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.

[002.246]  Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.

Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.

Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.

Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde  2 başlık altında incelenebilir. 

Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.

[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033]  Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076]  İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.

Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur. 

Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler. 

[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.

Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz. 

Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.

[009.039] Eğer  seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.

"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır. 

Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.

Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.

Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.

Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.

Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.

Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? . 

[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.

Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.

Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.

Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri  bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.

Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır. 

Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.

Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.

Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi. 

Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.  

Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.

Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır. 

İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.

Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur. 

Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz. 

Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

27 Şubat 2016 Cumartesi

TEVBE s. 14. Ayeti : Allah Kafirleri Nasıl Cezalandırır? ,Onları Nasıl Rezil Eder ?

Bugün yeryüzünde en fazla zulme , ve baskıya maruz kalan topluluklarının başında biz Müslümanların geldiği acı bir gerçek olup , şu anda dünyanın bir çok yerinde yaşayan Müslüman coğrafyasında akan kan ve gözyaşı bu acı gerçeğe şahitlik etmektedir. Kafirler tarafından bize reva görülen bu zulüm ve göz yaşına sebep olanların, cezalandırılması , rezil edilmesi , bizi onlara galip kılması için , ve kalplerimizi ferahlatması için Allah (c.c) ye dualar etmekteyiz , fakat bu dualar kabule şayan olmamakta , Müslüman coğrafyasında kan , zulüm ve gözyaşı hız kesmek şöyle dursun , daha da artarak devam etmektedir.

Acaba nerede yanlış yapıyoruz ki , "Bana dua edenin duasına icabet ederim" (2.186) buyuran Rabbimiz , neden bizim bu dualarımıza icabet etmiyor ?. 

Bu sorumuza cevap olabilecek bir çok ayet mevcut olup , bu ayetlerden birisi Tevbe s. 14. ayetidir.

[009.014]  Onlarla SAVAŞIN ki, Allah sizin ellerinizle onları CEZALANDIRSIN; onları REZİL ETSİN; sizi onlara GALİP KILSIN ve mümin toplumun KALPLERİNİ FERAHLATSIN.

Tevbe s. 14. ayeti , Allah (c.c) ye yaptığımız , kafirleri cezalandırması , onları rezil etmesi , bizi onlara galip kılarak kalplerimize ferahlık vermesi yönündeki dualarımızın kabul edilmesinin şartını, ONLARLA SAVAŞMAK olarak belirlemiştir. 

[002.251]  Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. ŞAYET ALLAH'IN İNSANLARI BİRBİRİ İLE DEF EDİP SAVMASI OLMASAYDI YERYÜZÜ MUHAKKAK FESADA UĞRARDI. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[022.040]  Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. EĞER ALLAH İNSANLARIN BİR KISMINI BİR KISMI İLE DEF ETMESEYDİ İÇİNDE ALLAH'IN ADININ ANILDIĞI KİLİSELER, HAVRALAR, MESCİDLER, ELBETTE YIKILIRDI. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).

Bakara s. 251. ve Hac s. 40. ayetlerinde, yeryüzünden fesadın kaldırılmasının yollarından birisinin "Savaşmak" olduğu belirtilerek , bunun yapılmaması neticesinde , insanların en kutsal olarak bildikleri şeylerin bile ayaklar altında çiğneneceği beyan edilmektedir. 

İnsanların kutsal olarak bildikleri değerlerinin , bu kutsallara karşı saygıları olmayan,diğer insanlar tarafından ezilmesini , ayaklar altında çiğnenmesini önleme yollarından  birisi, silahlı mücadeledir.

Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların kutsal bildikleri değerler olan , kan , mal , can , ırz , namus , din, nesil , ibadethane gibi kutsal değerler , bu değerlere saygıları olmayanlar tarafından ayaklar altına alınmış vaziyettedir.

Bu durumdan olan rahatsızlığımızı Allah'a arz ederek , bizleri bu sıkıntılardan kurtarması için dualar etmekte fakat bu dualar kabul olmamaktadır. Bu duaların kabul edilmemesi bizleri ,  "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramaya çalışmamıza sevk etmesi gerekmektedir.

Nerede yanlış yapıyoruz ki yaptığımız dualar kabul olmuyor?.

Yaptığımız en büyük yanlış , bizim şu andaki başımıza gelenlerin bir benzerinin , bizden öncekilerin başlarından geçtiği zaman , onların bu sıkıntılardan kurtulma yollarının anlatıldığı ayetlerden ibret almayı amaçlayan bir okuma yapmamış olmamızdır.

Bakara s. 251. ayeti , 246. ayetten başlayan bir bağlam içinde okunması gereken bir ayet olup , İsrailoğullarının bizim şu anda içine düştüğümüz bataktan kurtulma yolu anlatılarak , bu anlatılanların bizlere örnek olması amaçlanmaktadır.

Yurtlarında sürülmüş , çocuklarından uzaklaştırılmış olan İsrailoğulları , uğradıkları bu zulümden Talut'un komutasında bir ordu ile , onları bu zulme uğratan Calut'a karşı savaşmışlar , neticede galip gelerek , bu zulme son vermişlerdir.

Kur'anın beyan etmiş olduğu bu durum , evrensel bir yasa olup , dün zulme insanların bu zulümden kurtulmak için yaptıkları , bugün , yarın ve kıyamete kadar zulme insanların uygulamaları gereken bir kural olup , bu kuralı uygulamayan hiçbir topluluk , içinde bulunduğu zulümden kurtulamaz.

[008.060]  Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı, sizin düşmanınız ve bunlardan başka sizin bilmeyip te Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size ödenir ve siz asla zulüm olunmazsınız.

Enfal s. 60. ayeti , savaşmak için gerekli olan şartın , zamanın en modern savaş gereçleri ile zulme karşı koymak olduğunu beyan etmektedir. Dün modern bir savaş gereci olan at , yerini daha modern , tank , top , uçak v.s gibi savaş araçlarına terk etmiştir. 

Bu araçların üretilmesi elbette , "Kevni Ayetler" dediğimiz Mushaf dışındaki ayetlerin okunması sonucunda mümkün olacaktır. Bugün , İslam dünyasında ağırlıklı olarak "Ayet" kelimesi telaffuz edildiğinde akla ilk  maalesef Kur'an ayetleri olup , Kur'an dışında yaratılmış olan ayetler akla gelmemektedir.

"Allah (c.c) her dert ve sıkıntı için çaresini yaratmıştır" sözünün, bugün biz Müslümanlar arasında karşılık bulma şekli , herhangi bir derdin şifa bulması için , herhangi bir ayet veya surenin okunması şeklindedir. Kur'an dertlere şifa sunan bir reçete olup , hiç bir hastalığın , sadece reçetenin okunması ile şifa bulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Hastalığın şifa bulması ancak ve ancak reçete içinde muhteviyatın tatbiki ile mümkün olacaktır.  

Kafirlerin İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları, kan gözyaşı ve zulme boğmuş olmasını bir HASTALIK veya DERT olarak değerlendirirsek , bu hastalık veya dert'ten kurtulmanın yolu , REÇETE OKUMALARI ile değil , REÇETE MUHTEVİYATININ TATBİKİ ile mümkün olacaktır.

"Kafirlerin helak edilmesi için yaptığımız dualar neden kabul edilmiyor?" sorusunun cevabı işte buradadır. Bizler kafirlerin helakı için gerekli olan reçeteyi tatbik yerine , reçete okumaları ile bu işin olacağı zannına kapıldığımız için , dualarımız kabul edilmemektedir.

Allah (c.c) , bizlerin "Kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemek" derdimize karşı şifa için yazdığı reçete SAVAŞMAK şeklinde olup , bizler bu reçeteyi tatbik etmek yerine sadece okumak şeklinde bir yol takip ettiğimiz için , bırakın dertlere deva olmak , dertler daha da müzminleşerek artmaktadır. 

Kafirlerin dünya üzerinde yapmış olduğu zulüm ve fesat hareketinin , önlenmesi onlardan teknolojik yönden daha ileri bir seviyede olmak ile gerçekleşecektir. Kafirlerin kevni ayetleri okumaları sonucunda elde ettikleri başarılar onları şımartarak, "Bizden büyük yok" vehmine kapılmalarına sebep olmuştur. 

Onlar kevni ayetleri okuyarak elde ettikleri teknolojik üstünlüğü , bu ayetlerin kullanma klavuzu olan "Kur'an" ile birlikte okumadıkları için , sadece dünya merkezli bir hayatın getirileri peşinde koşarak, bu konuda herhangi bir sınır tanımamaktadırlar. 

Kevni ayetlerin kullanma klavuzu olan Kur'an , insanın yaşadığı "Dünya Hayatı" nın geçici , ölüm sonrası yeniden diriliş sonrası başlayacak olan "Ahiret Hayatı" nın ebedi olduğunu hatırlatarak , insanların yapmış oldukları amelleri bu gerçeği hatırdan çıkarmadan yapmalarını, tarih boyunca gelen elçiler aracılığı ile bildirmiştir. 

Kafirlerin , kevni ayetleri okumaları sonuç elde ettikleri teknolojik başarıyı , kullanma klavuzu olan Kur'anın kevni ayetlerin nasıl okunması gerektiği dair olan bilgilerin göz ardı edilmesi sonucunda , kevni ayetler ile yapılan teknoloji ve onun ürünü olan silahlar , mazlumlar üzerinde ölüm kusan korkunç araçlar haline gelmişlerdir. 

Biz Müslümanların ise kevni ayetleri okumayarak sadece kitabı ayetleri okuma sonucu , geri kalmışlık içine girerek , bir tarafın sadece kevni ayetleri okumak , diğer tarafın ise sadece kitabı ayetleri okumak sonucu elde ettikleri sonuç , dünyanın şu andaki içinde bulunduğumuz durumu beraberinde getirmiştir.

Kafirler eğer , Allah (c.c) nin hem kevni hem de kitabı ayetlerini beraber okuyarak, elde ettikleri araçları nasıl kullanmaları gerektiği yönündeki verilen tarife göre bir kullanım içine girerek , hem "Kafir" isminden , hem de zulüm ve baskının önderleri olmaktan kurtularak , dünyayı barış içinde yaşanan bir yer haline getirir , biz Müslümanları ürettikleri silahların etki derecesini ölçtükleri bir kobay ,ve silah reklamı yapılan canlı hedefler haline gelmekten kurtarabilirdi.

Gelgelelim durum maalesef böyle olmamakta , petrol zengini halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri , bu silahları yapmaya gayret etmek şöyle dursun , ülke zenginliklerini bu kafirlerin ürettikleri silahlara akıtarak onların kasalarını doldurmalarına sebebiyet veren bir politika gütmektedirler.

"Dua" kelimesinin anlam alanı etrafında olması gerekenler ile , biz Müslümanların bu kelimenin anlam alanı etrafında yaptığı uygulama , Kur'an ile çeliştiği için , yaptığımız dualar karşılık bulmamaktadır. Eğer bizler dualarımızın karşılık bulmasını istiyor isek , Kur'anın bu konuda sunduğu reçeteyi aynen uygulamamız gerekmektedir.

Kur'anın kıssa yollu anlatımları , bir çok konuda olduğu gibi , dün zalimlerin baskılarından kurtulma yolunun nasıl olduğunu yaşanmış örnekleri ile anlatarak , bugün , yarın , kıyamete kadar bu yolun böyle olacağını ve olması gerektiğini bizlere mesaj olarak vermektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) kendisine düşman olan kafirlerin cezalandırılmasını , kendisine "Müslümanım" diyen kullarına bırakarak , bizleri de bir çeşit denemeye bu yolla tabi tutmaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için seçtiği bu yolu terk ederek , meydanı kafirlere bıraktığımızda , şu anda içinde bulunduğumuz durumlar meydana gelerek , dünya büyük bir fesadın içine düşecektir.

Bizler bu görevi , maalesef bize bu görevi verenin kendisine tevdi ederek bizden önceki İsrailoğullarının yaptığı olan "Bizim yerimize sen savaş" diyerek , onun gökten melekleri ile inmesini beklemekteyiz.

Sonuç olarak ; Bizler Müslümanlar olarak eğer içinde bulunduğumuz sıkıntıların en büyüğü olan , kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemekten kurtulmanın yolunun , sadece reçete okumaları yapmak değil , reçete muhteviyatını hayata tatbik etmekten geçtiğini asla unutmamalıyız.

"Sünnetullah" denen yasalar , yeryüzünde her kul için eşit şekilde tecelli ettiği için , bu yasalar bugün biz Müslümanların kafir çizmesi altında inlememizi gerektiren hak edişlerimizin bir sonucu olarak bizim üzerimizde işlemektedir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyorsak , Rabbimizin bizlere çizmiş olduğu yolun önce okunarak  içselleştirilmesi, sonra gereğinin yapılması için topyekün bir harekete girişilmesi gerekmektedir.

Bunun dışında yapılacak olan fiile dayanmayan ve sadece söze dayanan kuru dua seansları bizleri bu durumdan kurtarmayacak , aksine daha kötü durumlara düşürecektir. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Ocak 2016 Cumartesi

Tevbe s. 29. Ayeti : Allah ve Elçisinin Haram Kılması, "VE" Bağlacının Kullanıldığı Ayetler

Muhammed (a.s) ın ,Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisinin olduğu inancı , "Ehli hadis" düşüncesinde imanın şartı haline gelmiş bir konudur. Bu fırkaya mensup olanlar , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri , kafir , zındık , hadis sünnet inkarcısı v.s gibi yaftalarla tekfir ederek , bu düşüncenin kuvvetlenmesi yönünde büyük bir cihada !! girişmişlerdir. Tekfirci tayfaların daha fanatikleri , konumuz olan ayeti delil sayarak, böyle bir düşünceye sahip olmayanların öldürülmesi gerektiğini iddia edecek kadar kendilerinden geçmiş bir vaziyette bu düşünceyi savunmaktadırlar. 

Kur'anın oluşturulmuş olan ön yargıların kabul ettirilmesine dönük okuma biçimi , "Ehli hadis" fırkasının da başvurduğu yöntemlerden birisi olup , tasavvuf ehlinin "Muhammed =Allah" söyleminin değişik bir versiyonu olan "Hadisler vahiydir" söylemi, tasavvuf ehlini her fırsatta tekfir etmekten geri durmayan "Selefiyye" nin bir öne çıkan söylemlerinden birisi olarak dile getirilmektedir. Birbirine düşmanlıklarını her fırsatta dile getirmelerine rağmen , her iki gurubun da , sadece beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkarmak şeklinde ortak bir söyleme sahip olmaları , birbirlerinden herhangi bir farkları olmadığını göstermektedir. 

Konumuz olan ayetin meali şöyledir;

[009.029] Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülmüşler olarak cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.

Ayete baktığımızda , "Kitap ehli" olarak ifade edilen Yahudi ve Hıristiyanlar ile yapılması istenen bir savaştan bahsedilmektedir. Ayeti önce nuzül zaman ve mekanı bağlamında okuyarak anlaşılması , her aklı başında ve ön yargısız olarak Kur'ana yaklaşan her Müslümanın ortak fikri olması gerekmektedir. Çünkü bu ayet ilk hitap olarak ,Medine de artık askeri yönden güçlü bir duruma gelen Müslümanlara hitap eden bir ayettir. 

Bu ayetin bizlere dönük nasıl bir mesajı olabileceği sorusunun cevabı ise , konumuz olan ayetin iniş zamanındaki konjonktürel durumun aynısının bu gün bizlerin de sahip olunduğu zaman bu ayetin emri uygulama alanına sokulabilir. 

Aynı surenin 5. ayetinde "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" ayeti gibi, konjoktürel durum ve şartların göze alınarak okunması gereken bir ayet olan 29. ayet , sadece içinden "Resulünün haram kıldığını haram tanımayan" cümlesi alınarak , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını savunanların katledilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerin delil ayeti !! sayılmıştır. 

Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisine sahip olduğuna dair getirilen delil, "Allah VE Resulü" şeklinde kullanılan cümlenin içindeki, "VE" bağlacının Allah'ı ve resulünü birbirinden ayırdığı, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da aynı Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisi olduğu şeklindedir.

Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi haram  koyma yetkisi olduğunu iddia edenler şu noktayı görmezlikten gelmektedirler ; Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin seçmiş olduğu bir ELÇİdir , o dahil bütün elçiler , almış oldukları vahyi muhataplarına tebliğ etmek ile görevlidirler. Onların bu görevleri sadece iletmekle yani bir nevi postacılık ile sınırlı olmayıp , aldıkları vahyin de muhatabı olup , bu vahyi hayatları ile pratize etmek gibi bir zorunlulukları da vardır.

"Elçi" demek , mesajını ilettiği kişinin adına konuşmak anlamına gelip , böyle bir görev üstlenmiş kişilerin , o kişinin mesajına ilave etmek gibi bir yetkisi yoktur. Mesaja ilave etmek demek , mesajını getirdiği kimsenin yetkilerini kendisinde de görmek gibi bir anlama gelip , bu hiç bir elçi böyle bir suça asla yeltenmez. 

Muhammed (a.s) nasıl haram koyar?.

Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle , mesajını ilettiği Allah (c.c) nin, "Haram" olarak beyan ettiklerini okuyarak haram koyar. Allah (c.c) nin ona vahyettiğinin dışında "Bu haramdır" şeklinde herhangi bir beyanda bulunmaz. Burada karıştırıldığını veya gözden uzak tutulduğunu düşündüğümüz bir nokta vardır; 

Muhammed (a.s) Mekke de sadece "Elçi" iken , Medine de "Elçi ve Devlet başkanı" olarak 2 görev yüklenmiş bir vaziyettedir. Onun elçilik ve devlet başkanlığı görevlerinin birbirinden ayrı olarak düşünülmemiş olması , onun "Devlet başkanı" sıfatı ile koymuş olduğu bir takım yasaklamaların , sanki elçilik vazifesi dahilinde konulmuş gibi bir algı oluşturulması neticesinde böyle bir düşünce kökleşmiştir.

[069.044-47]  O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık. Sonra O'ndan yürek damarını kesiverirdik.Sizden kimse de buna mani olamazdı.

Hakka suresindeki bu ayetler , Muhammed (a.s) görev ve yetkilerinin sınırlarını belirlemesi bakımından önemli işaretler taşımaktadır. Kendisine vahyedilen harici herhangi bir sözü veya yasaklamayı "Bu Allah'ın sözüdür veya yasaklamasıdır" şeklinde bir ifade ile sahabeye aktarması mümkün değildir. Ancak "Devlet başkanı" sıfatı ile yapmış olduğu bir takım tasarruflar ki onun böyle bir tasarruf etme hakkı mutlaka vardır, elçi olması ile ilgili görevlerinden ayrılarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

"Allah VE Resulü" şeklinde geçen ibarelerin , Allah ve elçisini aynı konuma getirdiği iddiası , bu ibarelerin geçtiği diğer ayetleri örnek olarak verdiğimizde , bu ayetlerdeki aynı konuma getirmenin nasıl olabileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir. 

Şimdi "VE bağlacının geçtiği diğer ayetleri okuyarak, bazı sorular sorarak bu konuyu biraz aydınlatmaya çalışalım;

[005.055-56]  Sizin velîniz ancak Allah'dır. Ve O'nun resulüdür ve imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, salatı ikame ederler ve zekâtı verirler ve onlar rükua varanlardır.Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve iman edenleri veli edinirse, hiç şüphe yok, galib gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır.

Maide s. 55. ayetinde veli olarak Allah VE resulu VE iman edenler olarak bir sıralama görmekteyiz. Burada Allah ve resulüne ilave olarak mü'minler de görülmektedir. Bu iddia sahipleri bu ayetteki "Mü'minler" ifadesini Allah (c.c) ile nasıl aynı konuma getirebilirler?.

[009.003]  Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara duyurulur ki; «Allah ve resulü ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!»

Tevbe s. 3. ayetine baktığımızda , "Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara duyurulur ki;" ifadesinde Resul , Allah'ın ayetlerini insanlara okuyarak ilişiğin kesildiğini ifade etmektedir. Bu iddia sahipleri "ve" bağlacının kullanılmasını dikkate alarak  , "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı bir duyuru yaptığı için böyle bir ayrım kullanılmış , yoksa resül Allah (c.c) adına konuştuğu için mi böyle kullanılmış?" diye sorduğumuza nasıl bir cevap verebilirler ?.

[009.059]  Ne olurdu bunlar, Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da «Bize Allah yeter. Allah bize lütuf ve ihsanından yine lutfeder, verir. Bizim bütün rağbetimiz Allah'adır» deselerdi.

Tevbe s. 59. ayetinde , ganimet dağılımı ile ilgili bir olarak "Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da" cümlesinde, resulün Allah (c.c) adına bir paylaştırma yaptığını görmekteyiz. Allah (c.c) ayrı , resül ayrı bir şekilde okuduğumuz zaman bu ayeti nasıl anlayacağız ?.

[009.062] Sizi hoşnut kılmak için Allah'a yemin ederler; oysa mü'min iseler, hoşnut kılınmaya Allah ve Resulü daha layıktır.
[009.074] And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkar edip küfür sözünü söylemişler iken, söylemedik diye Allah'a yemin ettiler, başaramayacakları bir şeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı azaba uğratır. Ve onlar için yeryüzünde bir dost ve yardımcı yoktur.
[009.094]  Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size özür beyan edecekler. De ki: «Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin durumunuzdan haberler verdi». Bundan sonra da Allah ve Resulü yaptıklarınızı görecektir. Daha sonra da gizliyi ve âşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O vakit O, size neler yapmış olduğunuzu tek tek haber verecektir.
[009.105]  De ki: İşleyiniz, Allah ve Resulü ve mü'minler işlediklerinizi görecektir. Ve görüleni de, görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neyi işlediğinizi bildirecektir.
[024.050] Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zalim olanlardır.
[033.012]  Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: «Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi» diyorlardı.
[033.022]  Mü'minler düşman ordularını gördükleri zaman; Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir» dediler. Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.»

[033.036]  Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman; ne mü'min erkekler için ne de mü'min kadınlar için artık işlerinde bir seçme hakkı olamaz. Kim de Allah'a ve Resulüne isyan ederse; şüphesiz ki apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.

Ahzab s. 36. ayetinde "Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman" cümlesinin arapça orjinal metni " İze gadallahü ve resuluhu" olup , eğer Allah ve elçisi birbirinden ayrı olarak hüküm koyuculuğu kast edilmiş olsaydı "gada" kelimesi tekil olarak değil, ikili bir kullanım olması gerekirdi.

[002.279]  Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Rasulüne karşı savaş-açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne de zulme uğratılmış olursunuz.

Faiz konusu ilgili olan ayetin devamı olan bu ayette Allaha savaş açmanın anlamı, onun resulü aracılığı ile bildirdiği faizin haram olduğu beyanına aykırı işlem yapmak değil midir?.

[004.100] Her kim, Allah yolunda hicret ederse; yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur. Allah'a ve Rasulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer. Ve Allah, Gafur'dur, Rahim'dir.

Nisa s. 100. ayetinde " Allah'a ve Rasulüne hicret ederek" ifadesinde , Allah'a hicret etmenin keyfiyetini bu iddia sahipleri acaba nasıl açıklayacaklardır?. "Resule hicret" Medine ye hicret olarak izah edilebilir , ancak "Allah'a hicret" i nasıl açıklayacağız?.

[004.136]  Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.
[009.001]  Müşriklerden muahede yaptıklarınıza; Allah ve Rasulünden bir ihtardır:
[009.024]  De ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihd etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.
[009.065]  Onlara sorarsan, andolsun: «Biz dalmış, oyalanıyorduk» derler. De ki: «Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulüyle mi alay etmekteydiniz?
[009.080]  Sen, ister onlar için bağışlanma dile ya da istersen onlar için bağışlanma dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve Resulüne (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.
[009.084] Onlardan ölen hiçbir kimsenin üzerine salat etme ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.
[009.091]  Allah'a ve Resulüne karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için birşey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

[024.048]  Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüzçevirir.
[024.051]  Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.

"Nur s. 48. ve 51. ayetinde hüküm için Allah'a ve resule çağrılmanın keyfiyeti nasıl olacaktır ?" , sorusunun cevabı, "Onun elçisine indirdiği kitabın hükmüne çağrılmaktır" şeklinde bir cevaptan başka bir şey olabilir mi ?.

[024.062]  Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne iman edenler, onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah'a ve Resulüne iman edenlerdir. Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
[033.031]  Sizden her kim de Allah'a ve Rasulüne boyun eğip salih amel işlerse; onun mükafatını da iki kat veririz. Hem Biz, ona cömertçe bir rızık da hazırlamışızdır.
[048.009]  Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.
[048.013]  Kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki Biz kâfirlere alevli ateşler hazırladık.

[049.001] Ey imân etmiş olanlar! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bihakkın işiticidir, bilendir.

Hucurat s. 1. ayetinde Allah'ın ve resulünün önüne geçmeyin emrinde , Allah'ın önüne geçmemek nasıl gerçekleşecektir?. Allah'ın önüne geçmemek , Kur'anın önüne geçmemek , resulün önüne geçmemek hadisin önüne geçmemek şeklinde mi değerlendirilecektir?.

[057.007]  Allah'a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar için büyük mükafat vardır.
[058.004]  Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.
[061.011]  Allah'a ve O'nun Resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.

[064.008]  Artık Allah'a ve O'nun ResûIüne ve indirmiş olduğumuz nûra imân ediniz ve Allah yapar olduğunuz şeylerden haberdardır.

Teğabun s. 8. ayetine baktığımızda , Allah-resulü-nur şeklinde "ve" bağlacı ile ayrılmış olan 3 tane iman edilmesi gereken şey görmekteyiz. bunlar saç ayağı gibi birbirleri ile bağlı olan 3 şey olup , birbirlerinden ayrı değillerdir. Allah , resulü aracılığı ile bizlere nur indirerek doğru yolu bulmamızı sağlamaktadır. Resul burada , inen nur'un tebliğ edicisidir

[007.158]  De ki: ey insanlar! Haberiniz olsun ben size, sizin hepinize Allahın Resulüyüm, o Allah ki bütün Semavat-ü Arzın mülkü onun, ondan başka ilâh yok, hem diriltir hem öldürür, onun için gelin iyman edin Allaha ve Resulüne, Allaha ve Allahın bütün kelimatına iyman getiren o ümmî nebiye, ve ittiba' edin ona ki bu hidâyete erebilesiniz

[004.013]  İşte bunlar; Allah'ın hudududur. Kim, Allah'a ve O'nun elçisine itaat ederse; Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. İşte bu; en büyük kurtuluştur.

[004.014]  Ve kim de Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu tecavüz ederse onu da içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar ve onun için zillet verici bir azab vardır.

Nisa s. 14. de " Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu tecavüz ederse" cümlesinde "Hududehu" kelimesi Allah ile sınırlandırılmıştır. Eğer Muhammed (a.s) ın yasa koyuculuk gibi bir yetkisi olsaydı "hududehu" yerine, ikili bir kullanım olan "hududehüma" kullanılması gerekirdi.

[005.033]  Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların ve yer yüzünde bozgunculuğa çaba harcayanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (o) yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyadaki aşağılanmadır, ahirette de onlar için büyük bir azab vardır.
[008.001]  Sana savaş-ganimetlerini sorarlar. De ki: «Ganimetler Allah'ın ve Resulündür. Buna göre, eğer mü'minlerseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz.»
[008.012-13]  Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi. Bu, tartışmasız, onların Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırmaları dolayısıyladır. Kim Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırırsa, hiç şüphesiz Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.

[008.020]  Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin.

Enfal s. 8. ayetinde Allah ve resulüne itaat emredildikten sonra "o ikisinden" anlamına gelecek herhangi bir ifade bulunmamaktadır , "Anhü" (ondan) denilerek "Allah'tan yüz çevirmeyin" denilmektedir. Burada elçi , Allah adına konuşan kişi olduğu için resule itaatsizlik, ondan yüz çevirmek anlamına gelmektedir.

[008.046]  Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da zaafa düşerseniz ve rüzgarınız gider. Sabredin, muhakkak ki Allah; sabredenlerle beraberdir.
[009.063]  Bilmezler mi ki: Kim, Allah'a ve Rasulüne karşı koymaya kalkışırsa; muhakkak ona, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük rüsvaylıktır.
[009.071]  Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliğe emreder, kötülükten sakındırırlar, salatı ikame ederler, zekâtı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.090]  Bedevilerden özür bahane edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturdular kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
[009.107]  Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve Resulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: «Biz iyilikten başka bir şey istemedik» diye yemin edenler (varya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.

[024.052] Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır.

Nur s. 52 de , Allah ve resule itaat emrinden sonra " o ikisinden sakınırsa" değil de , "ondan sakınırsa" ifadesi, resulun Allah adına konuşan birisi olduğunu göstermektedir.

[033.029] «Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.»
[033.033] Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları) nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın , salatı ikame edin, zekâtı verin, Allah'a Resulü'ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.

[033.057] Gerçek şu ki, Allah'a ve Resulü'ne eziyet edenler; Allah, onlara dünyada da, ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azab hazırlanmıştır.

Ahzab s. 57. ayetinde , resulü inkar ederek ona eziyet etmek , Allah'a eziyet etmek ile birlikte anılmaktadır. Bir insan Allah'a eziyet edemeyeceğine göre , resule yapılan yanlışlıklar Allah'a yapılmış olmaktadır.

[033.071]  Tâ ki, sizin için amellerinizi ıslah etsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın ve her kim Allah'a ve resûlüne itaat ederse muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş olur.
[048.017]  Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acıklı bir azap ile azaplandırır.
[049.014] Bedeviler, dedi ki: «İman ettik.» De ki: «Siz iman etmediniz; ancak «İslâm olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.»
[058.005]  Allah’a ve resulüne karşı çıkanlar, kendilerinden önce böyle yapanlar, nasıl helâk edilmişlerse öylece helâk edilirler. Halbuki Biz onlara apaçık âyetler de indirmiştik. Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap vardır.
[058.013]  Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden ürküntü mü duydunuz? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin Allah, yapmakta oldularınızdan haberdar olandır.
[058.020] Allah'a ve resulune düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar.
[058.022]  Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah'a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda ebedi olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.
[059.004]  Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.008]  Bir de göç eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
[072.023] Benim vazifem; ancak Allah katından olanı ve O'nun risaletlerini tebliğ etmektir. Kim, Allah'a ve Rasulüne isyan ederse; muhakkak ki onun için, cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.

"Allah ve resulü" şeklinde geçen ayetlerin hangisini okusak , "Elçi" sıfatına sahip kişinin , yer yüzünde Allah'ın mesajlarını ileten kimse olması nedeniyle , ona itaat etmek Allah'a itaat etmek ile aynileştirilmiştir. 

Muhammed (a.s) ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatına sahip olması nedeniyle koyduğu hükümlerin, aynı Allah (c.c) nin  koyduğu hükümler ile aynı derecede olduğu gibi bir düşünce oluşturulmamış  olsaydı , yüzyıllardır süren ve sürecek olan bu fikir kargaşasının önü alınmış olabilirdi.

[004.080]  Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!

Nisa s. 80. ayeti , "Allah ve resul" ibaresinin birlikte geçtiği bütün ayetlerin anahtar ayeti mahiyetinde olup , bu ayette resule itaatin, Allah'a itaat olarak ifade edilmiş olması , "Resul" (elçi) sıfatına sahip kimselerin konumu hakkında bizlere bilgi vermektedir.

Allah (c.c) yer yüzünde insanlar içinden seçtiklerine , mesajını vahyederek, bu mesajı diğer kullarına iletmesini istemesi , bu elçilerin esas görevini oluşturmaktadır. Son elçi Muhammed (a.s) bu göreve sahip olanların sonuncusu olarak , kendisinden önceki elçilerin konumuna sahip bir kişidir. Biz Müslümanların , onun bu konumunu azımsayarak daha yukarılara çıkarma  arzusunun bir tezahürü olan, onun haram koyma yetkisinin olduğu düşüncesi , onun elçilik görevini hiçe sayarak ilah pozisyonuna sokmak anlamına gelmektedir.

Yaşayan insanlar üzerinde dini anlamda hüküm koymak, "İlahlık" yetkisine sahip olanın hakkıdır?.

"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü her Müslümanın ağzında dolaşmasına rağmen, bu sözün gereği maalesef bir çok Müslüman tarafından hayata geçirilmemiş bir halde dillerde dolaşmaktadır. Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu unutularak veya göz ardı edilerek , onun koymuş olduğu bir takım yasaklamaların aynı Allah (c.c) nin yasakları gibi olduğu düşüncesi , onu Allah (c.c) nin yanına ek ilah olarak oturtmak anlamına gelecektir.

"Ve" bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı iddiası ,bu bağlacın kullanıldığı ayetleri  "Elçi" ve "İlah" kavramlarını dikkate alarak okuduğumuz zaman yapılan hatanın vehameti, açık ve net olarak ortaya çıkacaktır. 

Çünkü "Allah ve resulü" şeklinde yapılan bir kullanımın , amacı "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , yer yüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimse anlamına gelmektedir. Bunun anlamı , Allah (c.c) nin bildirilerini onun adına, beşer cinsinden olan bir kimsenin tebliğ etmesidir. 

Bir çok ayette "Allah'a ve resulüne itaat edin" emrinin , "Resule itaat" kısmı bu gün "Hadislere itaat" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu düşünce beraberinde bir çok problemi taşıması açısından hatalar içermektedir şöyle ki;

Hadisçiler arasında dahi bir hadisin sahih olup olmaması, kişisel krtierlere göre belirlenmekte olup , "A" hadisçisine göre sahih olan bir hadis , "B" hadisçisine göre sahih olmamaktadır. Eğer "Resule itaat hadislere itaat tir" dersek , bir hadisçinin sahih olarak gördüğü , diğer hadisçinin red etmesi onun resule itaat etmeyerek "Hadis inkarcısı" olması durumuna düşürecektir.

Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olduğu savunanlar , böyle bir yetkinin ona verilmediğini iddia edenleri tekfir ederek , onları "Kafir" olarak yaftalamaktadırlar. Eğer bir kimseyi "Kafir" olarak yaftalamak gerekirse, bu yetkinin ona verilmediğini iddia edenlerin değil , aksine bu yetkinin ona verildiğini iddia edenlerin bu yaftaya daha hak kazandığını söyleyebiliriz. Çünkü , ilah olarak sadece Allah (c.c) nin elinde olan bazı yetkileri elçisine vererek , elçiyi elçi olmaktan çıkararak , ilah seviyesine çıkaran bir düşünceye sahip olmak , bu düşünce sahiplerinin akidesini zedeleyecektir.

"Ve" bağlacının Allah ve Resulünü ayırdığını iddia edenlere şu ayetteki "Ve" bağlacının nasıl bir ayırıcılığa sahip olduğunu sorarız ; 

[029.015] Böylece biz onu da, gemi halkını da kurtardık (fe enceynahu VE eshabessefineti)ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış oldu.

Ankebut s. 15. ayetine baktığımız Nuh VE gemi ashabının kurtarıldığını haber veren cümledeki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabından ayırmaktadır. Nuh (a.s) da geminin içinde olduğu halde o da gemi ashabından dı , hiç kimse kalkıp "Ve bağlacı ile ayrıldığına göre Nuh ayrı , gemi ashabı ayrı" diyemeyeceğine göre buradaki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabının dışına atan bir işleve sahip değildir. Dolayısı ile nasıl ki "Ve" bağlacı Nuh ve gemi ashabını birbirinden ayırmıyor ise , "Allah VE resülü" şeklindeki ifadelerdeki ve bağlacı da ayırıcı bir işleve sahip değildir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) kendi yetkisi dahilinde olan , kullarının nasıl bir düzen içinde yaşama gereğini , elçileri vasıtası ile bizlere bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , kendisinden önceki diğer elçilerin yüklendiği vazifenin aynısını yüklenmiştir. Onun vefatından sonra onun bu konumu yerine , "Ehli hadis" fırkasının elçiyi yüceltme tezahürünün bir yansıması olarak , onun Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisine sahip olduğu görüşü ortaya atılmıştır. 

Bu görüşün sağlamlaşması için bazı ayetler, bu düşünceyi tasdik edecek biçimde yorumlanarak bu düşünceye Kur'andan destek aranmasına gidilmiştir. "Allah VE resulü" şeklinde gelen ayetlerde ki "VE" bağlacının , bu düşüncenin destekçisi olduğu savunularak , "Allah ayrı resul ayrı hüküm koyabilir" denilmektedir. Bu düşünce ,"Elçi" olmak demenin ne anlama geldiğini bilmemenin bir tezahürü olarak ortaya atılmış bir düşünce olup , beraberinde bu söylemi destekleyenleri itikadi açıdan tehlikeli duruma düşürmektedir. 

Bu söylemin destekçilerinin , hadis kitaplarına verdikleri değeri gördüğümüzde , söylemek istediklerimiz daha net anlaşılacaktır. Rivayetlerin ayetleri gölgede bırakan bir şekilde öne çıkmış olması , "Hadisler vahiydir" söyleminin bir neticesi olup , belirleyici olarak ayet değil rivayetlerin dikkate alınması , ayetlerin bu rivayetleri destekler mahiyette te'vil edilmeye çalışılması bu düşüncenin geldiği boyutu göstermektedir.

Bu tür hatalı görüşlerin izale edilmesi , Kur'anın ön yargısız bir okumaya tabi tutulmasından geçmektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.