Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2016 Pazar

Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?

Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.

Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.  

Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız. 

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ; 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.

Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir. 

Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.

Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir. 

Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024]  Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.

[042.011]  O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. 

Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.

Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz. 

[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015]  Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»

Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür. 

"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam,  insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir. 


Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir. 

[039.068]  Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.

Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır. 

Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz. 

Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.

Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir. 

Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı  benzetmede bulunulmasıdır.

Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


3 Kasım 2016 Perşembe

İsra s. 58. Ayeti : Toplumların Yıkımının Kitap'ta Yazılı Olması ve Helak'ın Kıyamete Kadar Devam Etmesi

Kur'an'ın helak edilen kavimler ile ilgili ayetleri okunduğunda , akla gelen sorulardan bir tanesi de ,  helak olaylarının devam eden bir süreç olup olmadığı noktasındadır. Helak edildiği haber verilen kavimlerin helak olma sebeplerini, "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal yasaların bir sonucu olarak okuduğumuzda, bu sorunun cevabı daha kolay ortaya çıkacak , ve helak'ın hak edişe bağlı olarak kıyamete değin devam edecek olan bir süreç olduğu anlaşılacaktır. 

Kur'an'ın geçmiş kavimler ile ilgili olarak yaptığı anlatımlar , sadece o kavmin yaşadığı zamana has olarak sınırlandırılarak okunduğu, ve o kavimlerin başlarına gelen helak olaylarının, Allah c.c tarafından konulan toplumsal yasaların bir sonucu olarak okunmadığı için , helak olaylarının artık son bulduğu şeklinde bazı görüşler ortaya atılmaktadır. İsra s. 58. ayeti , toplumsal yasaların yani Sünnetullah'ın işleyişi hakkında bizlere bilgi veren bir ayet olup, bu yasaların sebep sonuç ilişkisi dahilinde kıyamete değin işleyeceğini haber vermektedir. 

[017.058]  Hiç bir ülke yoktur ki kıyamet gününden önce Biz orayı helak etmeyelim veya şiddetli bir azaba uğratmayalım. Bu, kitapta yazılıdır.

Bir ülkenin helak edilmesi veya şiddetli bir azaba uğramasının kitap'ta yazılı olmasını , klasik kader anlayışı içinde okuduğumuz zaman , bu ayet doğru anlaşılmış olmayacaktır . Klasik kader anlayışında bir şeyin yazılmış olması , kişilerin ve toplumların iradesinin yok sayılması anlamına gelir ki , böyle bir anlayış Kur'an'dan asla onay almaz. 

Allah c.c nin yazması demek , kişi ve toplumların hayatlarının, onlar daha dünyaya gelmeden ipotek altına alınması , yani o yazılana göre bir hayat sürmesi anlamında değildir. Yazılana göre hayat sürmesi demek, kişi ve toplumların yaptıklarında herhangi bir iradelerinin olmaması , kendileri için yazılmış senaryoya göre hareket etmeleri demek olur ki , imtihanın ve bunun sonucunda ahirette kazanılan cennet ve cehennemin anlamı kalmaz. 

Allah c.c nin yazması demek , kişi ve toplumların yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını yazması değil , yaptıklarının karşılığında dünya hayatlarında başlarına gelenlerin bir yasaya tabi olması anlamındadır. Bu noktada Allah c.c nin kullarının yapacaklarını önceden bilip bilmemesi sorusu ortaya çıkacak ve bu soruya kısaca , "Allah c.c kullarının yapacaklarını önceden elbette bilir , onun bilmiş olması ,kullarının yapacakları konusunda iradelerini ipotek alması anlamında değil , hür iradeleri ile yapacaklarını bilmesidir"  şeklinde cevap verebiliriz. 

"Toplumsal yasa" veya "Sünnetullah" olarak tabir edilen bu durum, en küçük bireyden başlayarak, bireylerden meydana gelen toplumlar için de geçerlidir. Kişi ve toplumların başlarına gelen helak ve azap olayları, "El-kitap" olarak tabir edilen ve hiç bir şeyin eksik bırakılmadığı (Enam s. 38) yasalar kitabında bulunmakta olup , her toplumun hak edişine göre işleyiş göstermektedir. 

Hak edişe göre işleyen toplumsal yasaların İsra s. 58. ayetinde beyan edilmiş şekli olan "Helak olmak" veya "Şiddetli azaba uğramak" ile sonuçlanan sebepleri , Kur'an içinde geçmiş kavimlerin kıssaları şeklinde bizlere anlatılmaktadır.

Helak edildiği beyan edilen kavimlerin ortak özellikleri müşrik bir toplum olmalarıdır. Ancak şirk denildiği zaman aklımıza sadece, o kavimlerin tapmış olduğu tahtadan taştan putlar gelmekte,  o kavimlerin yaşam sistemlerini kendilerinin oluşturmaları sebebi ile, zaman içinde bu kuralların toplumu fesada uğratması nedeniyle iflas ederek, o kavimlerin helak olmasına sebep olduğu hiç akla gelmemektedir.

Taştan , metalden ve tahtadan yapılmış olan putlar aslında şirk toplumlarının , hayatlarını Allah c.c dışındaki kişi, kurum, ideolojilerden aldıklarının bir göstergesidir. O toplumların hepsi, bu putların canlılıktan nasibi olmadıklarını bilmelerine rağmen ,  o putlara karşı tazimde bulunmak sureti ile, Allah c.c ye kul olmadıklarını cümle aleme deklere etmekteydiler. 

Putlar dün nasıl bu düşünceyi deklere etmek amacı ile kullanılmakta ise , bugün de aynı amaç için kullanılmaktadır. İşitmeyen ve görmeyen putların önünde rüku ve kıyam etmek sureti ile tazimde bulunanların asıl amacı , o putun temsil ettiği düşünceye olan bağlılıklarını göstermektir. 

Şirk denilince bir çoğumuzun aklına, sadece dini bir terim, geri kafalı insanların ağzında gezen çağdaş dünyada yeri olmadığı için, artık  gündemden kalktığı düşünülen bir kelime gelmektedir. Halbuki bu kavram binlerce yıldır nasıl canlılığını sürdüren ,  kıyamete değin de canlılığını sürdürerek , insanlığın en önemli sorunu olarak gündemdeki yerini koruyacaktır. 

Şirk denildiği zaman aklımıza , Allah c.c nin önerdiği yaşam sisteminin aksine ortaya konulan yaşam sistemleri, ve bu sistemlerin zaman içinde toplumların yıkımına sebep olduğu geldiği takdirde , bu kavram daha güncel bir anlam kazanacaktır.

Helak edilen toplumların işledikleri cürümlerden olan , ölçü ve tartıda haksızlık , deveyi kesmiş olmaları yani insan dışındaki canlı hayatına saygı duymamaları , homoseksüellik gibi örnekler verilen toplumların ortak özellikleri ekonomik ve sosyal hayatlarında Allah c.c yi dışlamış olmalarıdır. Kur'an'da verilen bu örnekler aslında insan hayatının bütününü temsil eden ekonomik ve sosyal yanını göstererek , yaşamlarında yanlış yolda gidenlerin zaman içinde yıkıma uğrayacaklarını göstermektedir. 

Biz helak olaylarını peygamber isimleri veya kavimlerinin isimleri ile birlikte , yani Şuayb a.s ın kavmi veya Medyen , Salih a.s ın kavmi veya Semud , Lut a.s kavmi , İbrahim a.s kavmi gibi dile getirmek sureti ile , o kavimlerin işledikleri cürümleri unutarak, o cürümleri işlemenin helaka sebep olduğunu , dolayısı ile bu cürümleri işleyen hangi topluluk olursa olsun hangi zamanlarda yaşarsa yaşasın, belirli zaman içinde yıkıma uğramalarının kaçınılmaz bir son , yani toplumsal bir yasa gereği olduğunu maalesef unutmaktayız. 

Helak olaylarını peygamber veya kavim isimleri ile anmak yerine , ölçü ve tartıda hile yaptıkları için helak olanlar , insan dışındaki canlı hayatına saygı duymadıkları için helak olanlar , ahlaksızlık yaptıkları için helak olanlar , insanların mallarını haksız yere gasp ettikleri için helak olanlar , insanlara zulmettikleri için helak olanlar, Allah c.c dışındakilere kul oldukları için helak olanlar şeklinde andığımız zaman , yapılan cürümlerin yanlışlığının o kavimlerin helakına sebep olduğunu daha kolay anlar , ve onların başlarına gelen sonuçların evrensel bir durum arz ettiğini daha kolay anlayabiliriz. 

Kur'an'da geçen helak olaylarını, konumuz olan İsra s. 58. ayeti ile ilgisini şu şekilde kurmak , Kur'an kıssalarında anlatılan olayların ve onlara verilen karşılıkların evrensel bir mahiyeti olduğunu gösterebilir. 

--- Ölçü ve tartıda haksızlık yaptıkları için, kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır. 

--- Kendilerinin dışındaki bitki ve canlı hayatına saygı duymadıkları için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.

---Homoseksüellik ve benzeri ahlaksızlıkları işledikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.

---Allah dışında kişi , kurum ve ideolojileri rab ve ilah edindikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz, veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız, hiç bir kişi ve toplum olmayacaktır , bu değişmez bir yasadır.

---İnsanlara zulmettikleri için , onların mallarını ve canlarını haksız yere gasp ettikleri için , dünyayı fesada boğdukları için , insanları yerlerinden ve yurtlarında ettikleri için, kısacası yasaklanan bütün cürümleri işledikleri için , kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz veya şiddetli bir azaba uğratmayacağımız hiç bir kişi ve toplum yoktur , bu değişmez bir yasadır. 

Bu değişmez yasaya , içki içtiği , kumar oynadığı , faiz aldığı , israf ettiği , hırsızlık yaptığı , zina ettiği gibi , daha bir çok yasağı ilave ederek , bu yasakları çiğneyen kişi ve toplumların helak edileceği, veya bu cürümlerin onlara getirdiği zararları mutlaka dünya hayatlarında çekeceklerini ilave edebiliriz.

İsra s. 58. ayeti , bu gibi cürümleri işlemenin sonunda meydana gelecek olan hak edişlerin ne şekilde karşılık bulacağını anlatan bir ayettir.

[029.040]  Her birini günahı sebebiyle yakaladık; kimine taşlar savuran rüzgarlar gönderdik, kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Onlara, Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine yazık ediyorlardı.

Bu bağlamda kavimlerin helak oluş biçimleri de gündeme gelecektir. Ankebut s. 40. ayetinde zikredilen helak biçimleri , helak'ın eğer devam eden bir süreç olmuş olsaydı , insanların başına gökten taş yağması veya onların taş kesilmesi gibi bir son ile meydana gelmesi gerektiği gibi iddialara sebep olmaktadır. 

Kavimlerin helak edilme biçimlerinin, din dilinin anlatım üslubu dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Helak'ın çeşitli yollarla olduğunun anlatılması, o kavimlerin işledikleri cürümlerin ne kadar kötü olduğunun görülmesi için , onların işledikleri cürümlerin kötülüğüne paralel bir helak biçimi ile yaşamlarına son verilmiş olduğu anlatılmaktadır. 

Bizim için asıl önemli nokta, onların helak oluş biçimleri değil , onların helak'ının hangi sebeplerden ötürü gerçekleştiği olmalıdır. Helak'ın oluş şekline değil , nedenlerine bakan bir okuma biçimi , insanlığı yok oluşa götüren sebepleri okuyarak , yapılan yanlışları anlayacak ve yanlışların yapılmaması yönünde uyarılarda bulunarak , şahitliğini yerine getirecektir.  

Tarihte yapılan savaşlar sonucu sahneden silinen bir çok uygarlıklar olduğu tarih kitaplarından bilinmektedir. Yaptığı savaşlarda karşı tarafın ordusundan daha güçsüz olduğu için yenilerek , tarih sahnesinden silinmek, ordusu zayıf olan bir devlet için toplumsal bir yasadır. Düşmanı hezimete uğratmak için gerekli olan hazırlığı yapan orduların galip gelmesi de toplumsal bir yasadır.

Gelir gider dengesini gözetmeyen bireyin de , gelir gider dengesini gözetmeyen devletin de , yaptığı israftan dolayı helak olması toplumsal bir yasadır. Bu helak kişinin veya devletin başına taş yağması şeklinde değil , kişinin ve o devletin halkının fakir ve muhtaç bir duruma düşmesi ile gerçekleşir. Devletlerin muhtaç duruma düşerek , zengin devletlere el açması , zengin devletlerin fakir devletleri sömürerek onları işgal etmesi ile sonuçlanması, o devletlerin helak olması anlamına gelmektedir. 

En yakın örnek olarak komşu ülke Yunanistan bir kaç yıldır büyük bir ekonomik kriz veya Kur'an deyimiyle şiddetli bir azap içindedir. Bu azaba düşme sebebi , gelir gider dengesini gözeten bir mali yapıyı bozmuş olmalarıdır. Bu bozma, ülkenin krize düşmesine sebep olarak , dışarıdan borç almalarına sebep olmuştur. Bu ülke eğer borçlarını ödeyemez durumdan çıkmadığı sürece , her an tehlike altında olacak , toprakları zaman içinde başka ülkeler tarafından talan edilerek helak olacaktır.

Tarihte 700 yıl hüküm sürmüş olan Osmanlı imparatorluğunun yıkılış sebeplerine baktığımızda, bir devletin zaman içinde yapmış olduğu yönetim hataları sebebi ile nasıl dibe doğru battığını , sonunda yıkılarak helak olduğunu görebiliriz. Osmanlı örneğinde bir çok devlet yapmış oldukları hatalardan dolayı, helaka veya şiddetli azaplara layık olmuştur.

Ekonomik , askeri , siyasal ve sosyal bakımdan güçlü olmayan devletlerin zaman içinde yıkıma uğrayarak başka devletler tarafından işgal edilmesi İsra s. 58. ayetinin tecelli etmesi anlamına gelecektir.


Sonuç olarak : İnsanlar ve onların oluşturduğu toplumların , yaşamış oldukları hayat içinde yapmış olduklarından dolayı elde ettikleri artı ve eksi kazanımlar, değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlarında adı geçen kavimlerin yapmış oldukları cürümler yüzünden helak edilmiş olduğunu haber verilmesi , o toplumların işlemiş oldukları yüzünden başlarına gelen bir son dur. 

Kavimlerin işlemiş oldukları cürümler , hangi zaman , hangi mekan da , hangi topluluk tarafından işlenirse işlensin , toplumsal yasalar gereği o toplum yıkıma uğrayacaktır. Bu nedenle helak sona ermiş bir süreç değil , aksine kıyamete kadar devam edecek bir süreçtir. 

Bizlere düşen , Kur'an tarafından haber verilen helak olaylarındaki cürümlerin işlenmesine engel olmaya çalışarak, insan olmanın gereğini yerine getirmeye çalışmak olmalıdır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.


26 Ekim 2016 Çarşamba

Furkan s. 30. Ayeti : Muhammed a.s Kimleri Şikayet Edecek ?

"Resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş  olarak edindiler." mealindeki Furkan suresinin 30. ayeti , Kur'an merkezli düşünceye sahip olanların , rivayet merkezli düşünceye sahip olanlara karşı , onların Kur'anı merkeze almamaları nedeni ile, kıyamet günü Muhammed a.s tarafından Allah c.c ye şikayet edileceklerine dair ortaya koydukları bir ayettir.

Kur'an'ın rivayetlerin gerisinde bırakılarak "Mehcur" (terk edilmiş) bir halde bırakılması elbette kabul edilir bir şey değildir ve Kur'anın önüne kişi , kitap ,ideoloji v.s türünden  hiç bir şey asla geçirilmemelidir. Kur'anın mehcur bırakılmaması gerektiği noktasındaki düşünceler doğrultusunda sözler söylenirken, delil ortaya konan bazı ayetlerin, yazımıza konu etmeye çalıştığımız Furkan s. 30. ayeti gibi maalesef doğru bir delil olarak görmediğimizi söylemek istiyoruz. şöyle ki : 

Furkan suresi 30. ayetinde geçen konuşma, kıyamet sonrası meydana gelecek bir sahneyi anlatmaktadır. Muhammed a.s o sahnede "Kavminin Kur'an'ı mehcur bıraktığını" söylemektedir. Burada dikkat edilmesi gereken "Kavmim" kelimesidir. Muhammed a.s bütün ümmetini değil sadece içinde yaşadığı kavmini şikayet etmektedir. Ümmetini şikayet etmesi gibi bir durum zaten söz konusu olamaz.

Muhammed a.s ın şikayetçi olduğu kimseler , yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olup , vefatı sonrası gelecek olanlar ile ile ilgili olarak herhangi şahitliği olamayacağı için , dolayısı ile şikayetçi de olamayacaktır. 

Bu yazıyı yazma amacımız bir kaygımızı dile getirmeye çalışmak amaçlıdır şöyle ki : Muhammed a.s ın kıyamet günündeki şikayeti olan ayetin, bugün Kur'anı terk edenler için delil olarak sunulması , Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin sürüyor olması iddiasını da beraberinde getirecektir. Böyle bir iddianın temelinde rivayet kültürünün ürettiği , onun ölmediği , kıyamete kadar hayatiyetinin devam ederek , ümmeti üzerinde gözcülüğünün devam edeceği düşüncesi yatmaktadır.

Kur'an merkezli düşünce sahipleri olarak , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmak demek , bir bakıma rivayet kültürünün üretmiş olduğu , Muhammed a.s ın ölmediği düşüncesini kabul etmek anlamına gelecektir. 

Bu kaygıya binaen , Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakan insanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmalarının yanlış olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Çünkü Muhammed a.s ın şikayet edeceği kimseler "Kavmim" olarak ifade ettiği insanlar olup , yaşadığı zaman ve mekan içinde muhatap olduğu kimselerdir. 

Böyle bir düşünce serdetmiş olmamız , bizim tarihselcilik düşüncesine sahip olup olmadığımız sorusunu akıllara getirebilir. Tarihselcilik veya Evrenselcilik adlı ideolojilerin hiç birinin taraftarı olmadığımızı hatırlattıktan sonra , Kur'anın bazı ayetlerinin doğru anlaşılması ilk önce o ayetlerin tarihsel bağlamının anlaşılmasından geçtiğini söylemek isteriz. Tarihsel bağlamı göz önüne alındıktan sonra o ayetin bize dair bir mesajı olup olmadığı konusu üzerinde konuşulabilir. 

Eğer bir ayet bugün bizim için herhangi bir mesaj içermiyor ise , o ayeti evrenselcilik adına illaki bugün içinde geçerli olması gibi zorlama te'vil içine sokmanın gereği de yoktur . Furkan s. 30. ayeti , Muhammed a.s ı yaşadığı hayat içinde muhatap olduğu ve Kur'ana iman etmeyen kişiler hakkında böyle bir şikayette bulunacaktır. Bu ayeti evrenselleştirmek adına, şikayetin tüm zamanlarda yaşayan Kur'anı terk edilmiş bırakanlara dair olacağı düşüncesi başka yanlışları beraberinde getirmesi gibi bir sakınca ortaya çıkardığı için , bu ayetin bugün rivayet kültürünü öncelleyen insanlara karşı bir silah olarak kullanılmasının yanlış bir delillendirme olacağını söylemek istiyoruz. 

Sonuç olarak : Muhammed a.s ın kıyamet gününde , kavmini Kur'anı mehcur bıraktığı gerekçesi ile şikayet edeceğini beyan eden Furkan s. 30. ayetinin bugünkü tartışmalarda kullanılması bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Muhammed a.s ın şikayetinin evrensel bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmek anlamına gelen bu ayetin bugün kullanılması , Muhammed a.s ın şahitliğinin bizleri de kapsadığını iddia etmek anlamına gelecektir. 

Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin olduğu düşüncesi , rivayet kültürünün üretmiş olduğu ve Kur'an'dan onay almayan bir düşüncesi olması nedeniyle , Kur'an merkezli düşünce sahipleri tarafından bu şahitliğin bizler içinde geçerli olduğu düşüncesini taşıması açısından , Furkan s. 30. ayetinin bazı kimselerin elinde silah olarak kullanılması, bu silahın geri teperek sahibini vurması anlamına gelecektir. Bu ayetteki şikayetin bugüne de şamil olduğunu düşünmek Muhammed a.s bizleri de gördüğü , işittiği anlamına gelecektir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

23 Ekim 2016 Pazar

Nisa s. 64. Ayeti : Muhammed a.s Bizim İçin Bağışlanma İsteyebilir mi ?

Hristiyanların İsa a.s hakkında uydurdukları yalan ve iftiraların bir benzeri ne yazık ki, İslam düşüncesi içinde de  neşvünema bularak , Muhammed a.s insan üstü bir seviyeye çıkarılmış , onun insan üstülüğü merkeze alınarak ,hakkında bir çok yalan ve iftiralar üretilmiştir. Üretilen yalan ve iftiralardan bir tanesi , onun ölmediği , kabrinde diri olduğu hatta namaz dahi kıldığı gibi daha bir çok yalan ve iftira, özellikle rivayet kültürünün hakim olduğu din algısına sahip olan kesim tarafından kabul edilmektedir. 

Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin  , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. 

Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir : 

[004.064]  Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.

Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir. 

Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.

[012.097]  (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098]  O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»

[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Dirinin bir diğer diriden dua istemesinin ,Kur'ani delili mevcut iken , dirinin ölü olan birisinden dua istemesinin onu işitmemesi nedeni ile ,Kur'ani bir delili maalesef bulunmamakta , dahası böyle bir isteğin aracılık kurumunun devreye girmesi anlamına gelmesi demek olup , bu yola tevessül edenleri şirk içine dahi düşürmektedir.

Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz

Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.  

Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır. 

Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.

"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim: 

Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?. 

Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :

Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır.  İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.

Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor: 

“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:

"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”
Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).

Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir. 

Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir. 

Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır. 

Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.

Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir. 

Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir. 

Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

20 Ekim 2016 Perşembe

Maide s. 117. Ayeti : Muhammed a.s Kabrinde Bizi Duyabilir mi ?

Yeryüzünde şirk'i ortadan kaldırarak , Tevhid'i hakim kılmak için gönderilmiş olan nebi resullerin sonuncusu olan Muhammed a.s , vefatı sonrasında değişen din algılarının yönlendirmesi ile Allah c.c ye ortak koşulan bir kişi haline getirilmiştir. Kendisinden önceki nebi resul olan İsa a.s ın Hristiyanlarca Allah c.c ye ortak koşulmasının yanlışlığını bildiren pek çok ayete rağmen , bu ayetlerden kendilerine çıkarılması gereken payın sanki "Hristiyanların yaptığının aynısını yapmakta serbestsiniz" denilmiş olduğu zannına kapılanlar , Hristiyanlara dahi parmak ısırtacak bir şekilde Muhammed a.s ı beşer olmaktan çıkararak, onu  ilah seviyesine yükseltmişlerdir. 

Onun bir çok ayette "Beşer" olduğunun vurgulanması , onun beşer üstü bir kişi olmaktan bir payının olmadığının bilinmesine matuf bilgiler olarak okunması gerektiğine dair iken , onun ümmeti olduğunu iddia eden büyük bir kesim , ona beşer demekten bile imtina ederek , onu Allah ile eşdeğer bir konuma oturtmuşlardır. 

Onu ilah olarak görmenin tezahürü , Allah c.c ye ait olan ve başka bir kimseye yakıştırılmaması gereken isimlerin ona yakıştırılmış olmasıdır. Muhammed a.s ile ilgili olan en yaygın görüşlerden bir tanesi , onun kendisine yapılan dua ve salavatları işittiği , kabrinde diri olduğu , hatta namaz dahi kıldığı , bazı cemaatlerin toplantı ve zikir halkalarına katıldığı gibi daha buraya almaya dahi haya ettiğimiz bir çok yalan ve iftiralar ile insanlar aldatılmaya devam etmektedir. 

Ona karşı yapılan yalan ve iftira örneğini "Sorularla İslamiyet" adlı bir sitede, bu konuda sorulan bir soruya verilen cevabı örnek göstererek sunmak istiyoruz. 

Soru =Peygamberimiz (s.a.v.) şu an bizi merak ediyor mu, bizden haberdar mı? Çünkü en son zamandayız, ahir zamandayız, bizi izlemeye falan geliyor mudur acaba?

Cevap = Değerli kardeşimiz,
Peygamberimiz (asv) bütün ümmeti ile tek tek alakadar ve haberdardır. Her birinin üzüntüsüne ve sevincine ortak olur.
1. Her salavat Peygamber Efendimize (asv) arz edilir. O da onun sahibini tanır ve salavatını, selamını alır.
2. Her namazda ve namaz dışında Peygamber Efendimize (asv) "Esselamü aleyke" "Allah'ın Selamı senin üzerine olsun" denilmektedir. Dikkat edilirse doğrudan "sana "diyerek selam verilmektedir. Bu da kendisine verilen selamları aldığına ve selam vereni tanıdığına işaret eder.
3. Peygamber Efendimiz (asv) Miraç'da Cennet ve Cehennem ehlinin kendisine gösterildiğini bildirir. Buna göre bütün insanları tanımış olmasına bir işaret olabilir.
4. Bazı Hadislerde ümmetinin başına gelecek olayların kendisine gösterildiği ve bu konuda uyarılarda bulunduğu anlatılmaktadır. Bu duruma göre ümmetini tanımış olduğu anlaşılabilir.

Bu ve buna benzer durumlar dikkate alınırsa, Allah'ın izniyle, Peygamber Efendimiz (a.s.m) ümmetini tanıyor ve her birisinden haberdardır, denilebilir.
Bu konuda Said Nursi şu tespitlerde bulunmuştur:"Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?"

"Elcevap: O zat (a.s.m.) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte, kendi hakkında merâtib-i saadet ve kemâlât hadsiz olmakla beraber, hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz envâ-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz envâ-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır."
 (bk. Said Nursi, Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s.488)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet 


Verilen bu cevap , bir cemaate ait olan tv kanalının yapımını üstlendiği bazı tv dizilerinde peygamberi kamyona bindirmek , yaptıkları bazı organizasyonlara onun katıldığını iddia etmek gibi yalan , iftira ve hezeyanları ortaya atmanın dini kılıfıdır. 

Verilen cevaba dikkat edilecek olursa , cevabın içinde bu düşünceleri desteklemek için kullanılan bir tek ayet dahi bulunmamakta , sadece indi görüşler, cahil Müslümanlara din olarak yutturularak cevap verilmeye çalışılmaktadır. Kur'an bize bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmamız gerektiğini, ve doğru bilgileri öğreten bir kitap olarak , hurafe , yalan ve iftira üreten site ve bu sitelerin cahil hocalarına değil, kendisine müracaat edilmesini bekleyen bir kitaptır.

Maide suresinde İsa a.s ın sorgulanma sahnesi ile ilgili ayetler içinde geçen sözler , bizlere elçilerin durumu hakkında doğru bilgiyi veren ayetlerdendir. 

[005.116] Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
[005.117]  «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' ONLARIN İÇİNDE KALDIĞIM SÜRECE BEN ONLARIN ÜZERİNDE BİR ŞAHİT İDİM. BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

Maide s. 117. ayetinde altını çizdiğimiz cümleler , İsa a.s ın ağzından bir elçinin yaşamı içinde ve yaşamı sonrası olan durumunu özetlemektedir. Birileri eğer kalkıp , "Bu durum İsa a.s için geçerli olabilir , Muhammed a.s için böyle bir durum yoktur" diyecek olursa , Allah c.c nin elçileri arasında ayrım yapanların durumuna düşmesi söz konusu olduğu için böyle bir şeyi asla düşünmemesini tavsiye ederiz.

Bir elçinin şahitliği, sadece yaşadığı zaman zarfı içinde geçerlidir. Öldükten sonra artık onun hayat ile bağı kesilmiş , diğer insanlar gibi yeniden dirilmeyi bekleyen bir kişi haline gelmiştir. Bu durum Muhammed a.s içinde geçerlidir. Bunun aksini iddia etmek kişinin itikadında derin yaraların açılmasına sebep olacaktır şöyle ki : 

İsa a.s ın söylediği , "BENİ VEFAT ETTİRDİĞİNDE ÜZERLERİNDE GÖZETLEYİCİ (ERRAKİB) SEN OLDUN" cümlesinde geçen "Errakib" , Esma-ül Hüsna ya dahil olan isimlerden olup "Bütün varlıkları görüp gözeten , kendisinden hiç bir şey gizli kalmayan" demektir. İsa a.s yaşadığı zaman içindeki insanlara karşı "şahit" iken , bu şahitliği , ölümü ile son bulmuştur. 

Errakib olan Allah c.c, kullarının her zaman gözetleyen , yaptıklarını gören , bilen , işiten olarak her zaman "Hayy" ve "Kayyum" olarak mevcut olacaktır. Onun yarattığı insanlar ise , bu insan onun elçisi olsa dahi , ona verdiği ömrü tamamladığında ölecek ve diğer insanlar gibi kabrinde hiç bir şeyden habersiz olarak , yeniden dirileceği zamana kadar bekleyecektir.

Eğer bizler yukarıda sorulan soruya verilen cevapta olduğu gibi , Muhammed a.s ın ölmediğini , kabrinde diri olduğunu , bizleri görüp işittiğini ,bazı cemaatlerin toplantılarında hazır bulunduğunu , kendisine söyleneni işittiği gibi, birçok yalan ve iftirayı ona isnat ettiğimiz takdirde , sadece Allah c.c ye ait olan ERRAKİB - ELHAYY - ELKAYYUM -ELBASİR - ESSEMİ - ELHABİR gibi bir çok ismi Muhammed a.s a da layık görmüş olacak, ve neticede ŞİRK tehlikesi içine girmiş olacağız. 

Allah c.c kendisine ortak olarak hiç kimseyi kabul etmeyeceğini , Muhammed a.s a indirdiği vahyinde bildirmesine , hiç bir elçinin "Allah'ı bırakıp bana kul olun" demeyeceğine (3.79) göre Allah c.c ye ait olan ve başka kimseye verilmesinin şirk olduğu ilahlığına ait olan özellikleri elçisi ve kulu olduğunu ifade ettiğimiz Muhammed a.s a vermiş olması düşünülebilir mi ?.

Cevabını aradığımız bir soruya verilen cevabın , delilinin Kur'an ile desteklenmesi çok önemlidir. Kur'an ile desteklenmeyen bir delil , yalan , iftira , hezeyan olmaya açık olmaya mahkumdur. Bu sorulara cevap veren kişiler , insanlar arasında tanınmış ve saygı gören kimseler olsa da , eğer verdikleri cevapları hevalarına göre veriyor iseler , ahiretteki hesapları çetin olacaktır. 


Muhammed a.s ile ilgili bu düşüncelerimizin , kafası rivayet kültürü ile şekillenmiş peygamber anlayışına sahip olanlar tarafından , peygamber düşmanlığı olarak görülebileceğini bilmekteyiz. Ancak peygambere dost olmak ve onu sevmek adına İsa a.s ı ilah konumuna getirenlerin "Kafir" ve ebedi cehennem ehli olarak haber verilmesi bizler için uyarıcı nitelikteki ayetler olmalıdır. 

Muhammed a.s ı sevmek demek , ona Allah c.c nin yanında bir yer bulmak değil , onu bir kul ve elçi olarak görmek , ve ona verilen görev ve konumun dışına çıkarmamak olmalıdır. Böyle bir sevginin kaynağı, şemail , hasais ve uydurma dolu hurafe kitapları değil, sadece Kur'andır. Kur'anın öğrettiği bir peygamber bizleri şirk'e, değil gerçek hak yoluna ileten bir kimse olacaktır.

Sonuç olarak : Muhammed a.s ölümlü bir beşer olarak , Allah c.c nin kendisine verdiği ömrü tamamlamış , kabrinde her şeyden habersiz bir vaziyette yeniden dirileceği günü beklemektedir. Herkes gibi o da sorguya çekilecek (Araf s. 6) ve  İsa a.s gibi sadece yaşadığı zaman ile ilgili olarak şahitliğini yapacaktır.

Onun şahitliğinin bütün ümmetine karşı olacağı gibi bir düşünce , onun kıyamete kadar hayatta olması ve Allah c.c nin isimlerinden bazılarını kuşanması anlamına gelir ki bu anlayış apaçık bir ŞİRKtir. 

Muhammed a.s ile açılan böyle bir şirk kapısından , kerameti müritlerinden menkul din baronlarını da sokarak çok ilahlı bir din ihdas etmek cüretinde bulunanların ahiretteki hesapları çok çetin olacaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Eylül 2016 Pazartesi

BAKARA S. 93. Ayeti: Buzağı Sevgisi Kalbe Nasıl Yerleşir ?

İsrailoğulları , Kur'anda en fazla zikri geçen bir kavim olması itibarı ile , onlarla ilgili anlatımların, bizlere dönük önemli mesajları ihtiva ettiği düşüncesi ile okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu kavim ile ilgili anlatımlar, sadece onlar ile ilgili ve sınırlı olduğu şeklinde  bir okuma yöntemi etrafında okunacak olursa , yapılan anlatımlardan hasıl olması gereken asıl nokta ıskalanmış olacak ve Kur'an, geçmişte yaşanmış bazı olayları anlatan bir masal kitabı haline dönüşecektir. 

İsrailoğulları ile ilgili bazı ayetlerde onların buzağıyı ilah edindikleri şeklinde bilgiler bulunmakta olup , bu bilgileri sadece onlara dönük olarak değil , mesaj içerikli olarak okumaya çalışmak, yapılan anlatımları tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir boyuta taşımak anlamına da gelecektir.

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiştiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
[002.092]  And olsun ki, Musa size apaçık delillerle geldi. Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Ve siz zalimlersiniz.
[002.093] Ve o zamanı hatırlayınız ki, sizin misakınızı almıştık. «Size verdiğimiz şeyi kuvvetle alınız ve dinleyiniz,» Diye üzerinize Tûr dağını kaldırmıştık. Demiştiler ki: «İşittik ve isyan ettik.» Ve onların küfürleri sebebiyle kalblerinde buzağı (muhabbeti) yerleştirilmişti. De ki: «Size imânınız ne kötü şey emrediyor, eğer mü'minlerseniz.»
[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı. Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

Ayrıca Bakara suresi içinde geçen bakara kıssasında, kendilerine emredilen Bakarayı (ineği) kesmekte zorlanmaları , Araf ve Taha surelerinde Musa (a.s) ın Tur'a çıkmasının ardından , Samiri tarafından buzağı heykeli yapılması ,ve ona tapmaları ile ilgili ayetleri de hatırlamak, konuyu anlamakta kolaylık sağlayacaktır. 

Buzağıyı sadece etinden , ve derisinden faydalanılan bir hayvan olarak görmek , bu konu ile ilgili ayetlerin anlaşılmasını da zora sokacaktır. Buzağının sembolik anlamı üzerinden bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalıştığımızda , buzağının alelade bir hayvan değil , sembolik bir anlamı olduğunu görecek , ve buzağının tüm zamanlarda yaşayan evrensel bir sembol olarak, kesilmesi ve tapınılması üzerinden verilmek istenen mesajı anlamak ta kolaylaşacaktır.

İnsan ve toplumların hayatında semboller önemli bir yer tutmaktadır. "Soyut olan bir şeyin anlatılmasını  sağlayan somut bir obje" olarak tarif edebileceğimiz bu kelimenin , konumuz olan Buzağı ile yakından alakası bulunmaktadır.

Buzağı , tarih boyunca gücü ve kuvveti sembolize eden bir obje olarak, bugün de  sembolik anlamını korumaktadır. İlgili ayetlerin , buzağının böyle bir sembolik anlamı olması  üzerinden okunmasının , ayetlerin anlatım amacına daha muvafık olduğunu düşünüyoruz. Buzağı ile ilgili ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin dışında ilahlar edinmenin buzağı üzerinden ortaya çıkmış olan bir tezahürüdür. Bu ayetlere, şirk kavramı ile ilişki kurarak baktığımızda , Kur'anda buzağı şeklinde ortaya çıkan Allah'a denk tutulmuş olan sahte ilahlara kulluk etmenin bir çok farklı tezahürü, yani çağdaş buzağıların günümüzde canlı bir şekilde yaşatıldığını görebiliriz.

[036.074]  Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'dan başka ilahlar edindiler.
[003.006]  Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinden  öğrendiğimize göre , doğmuş ve doğacak olan her insanın fıtratına , kendisinden yüce bir varlığı ilah ve rab olarak tanıma yetisi yerleştirilmiştir. İnsan yaşadığı hayat içinde, hiç bir olumsuz etki altında kalmadığı takdirde, kendisinin üzerinde yüce bir yaratıcının olduğunu fıtri melekelerini kullanması sayesinde öğrenir. 

Enam suresi içinde anlatılan İbrahim (a.s) kıssasında, onun Güneş - Ay ve Yıldızları önce rab olarak görmesi, ve sonra da bunların hiç birinin rab olmayacağını söylemesi , bunların üzerinde daha yüce bir yaratıcının olduğunun anlatılması , ve onun üzerinden fıtri melekelerin nasıl çalışacağının öğretilmesi olarak okunabilir.

Dünyaya gelmiş ve gelecek olan bütün insanların, fıtrat olarak kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa kulluk etme itiyadında olarak yaratıldıklarını yeniden hatırlattıktan sonra , "Şirk" kavramının insan hayatında nasıl ortaya çıktığını kısaca hatırlayalım . 

Dünyaya gelen insanlar belirli bir yaşa kavuşunca , yaşadığı hayat içinde önüne çıkan iki yoldan birisini seçerler. Hak veya batıl olan bu yollardan hangisini seçeceğini, kul özgür iradesi ile belirler. Onun seçme konusunda iradesini belirleyen önemli unsurlardan birisi, çevresel faktörlerdir. İçinde bulunduğu toplumun yaşadığı hayat biçimi, bir çok insanın yaşanan bu hayatların doğru olup olmadığını sorgulamadan uyduğu bir yoldur. 

Tarih boyunca gönderilmiş olan elçi ve kitapların ortak amacı , insanların yaşadıkları yanlışları onlara hatırlatarak ,doğru yolun hangisini olduğunu bildirmek olmuştur. İnsanlık tarihini kısaca , tevhit ve şirk'in amansız savaşı olarak özetleyebiliriz. 

Allah bir adam için içinde iki kalb kılmamıştır. (Ahzab s. 4)

İnsan fıtratı asla boşluk kabul etmez. Fıtratına yüklenmiş olan bir ilah ve rabbe kul olmayı, ya gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kul olarak gerçekleştirir ya da onun dışında sahte bir ilah ve rabbe kul olarak gerçekleştirir. Bir insan aynı anda hem Allah'ı hemde onun dışında birisini ilah ve rab olarak benimseyemez. Allah'ı gerçek olarak ilah ve rab olarak benimsemiş olan bir kişinin kalbinde diğer sahte ilah ve rablerin yeri olmadığı gibi , sahte ilah ve rableri benimsemiş olan bir kişide de Allah'ın yeri olamaz. 

Yani bir insan aynı anda, iki ilah ve rabbe kul olamaz , bu asla mümkün değildir.

Buzağı sevgisi İsrailoğullarının kalbine nasıl yerleşti ? 


Yukarıda mealini verdiğimiz Bakara s. 93. ayetine tekrar dönecek olursak, bu sorunun cevabını o ayet içinde görmekteyiz. Ayette, İsrailoğullarından alınan bir MİSAKtan (söz) bahsedilmektedir. "İşittik ve itaat ettik" demeleri gerekirken "İşittik ve isyan ettik" diyen İsrailoğullarına, bunun sonucunda buzağı sevgisi içirilmiş olduğundan bahsedilmektedir. 

İsrailoğullarından istenen misak yani söz , sadece ağızlarından çıkan söz ile  yerine gelmiş sayılabilecek kadar basit bir şey değildir. Onlardan alınan misakın maddeleri Bakara s. 83 ve 84. ayetlerinde şöyle sayılmaktadır. 

[002.083] Hani İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin» diye kesin söz almıştık. Sonra siz, az bir bölümünüz dışında yüz çevirdiniz ve (hâlâ) çevirmektesiniz.
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.

Dikkat edilirse alınan bu sözün maddeleri, sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik edilecek maddeler değil , hayatın içinde pratik olarak uygulanması istenen maddelerdir. İsrailoğulları bu maddelere karşı "İşittik ve isyan ettik" sözünü dil ile değil , bu maddelerin gereğini hayat içinde yerine getirmeyerek amel ile söylemiş olmuşlardır. "İşittik ve itaat ettik" demiş olsalar ve bu maddelere uygun bir hayat sürmemiş olsalar dahi onlar , anlaşma maddelerini yerine getirmemek ile gerçekte "İşittik ve isyan ettik" demiş olmaktadırlar. 

Kendilerinden alınan söze muhalefet ederek , iman gömleğini çıkarmış olan İsrailoğullarının seçmiş oldukları küfür yolunda, ilah ve rableri  artık Allah (c.c) değil , samiri tarafından yapılan BUZAĞI olmuştur. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , ilah olarak Allah (c.c) yi hayattan dışlayınca , oluşan ilah ve rab boşluğu Samirinin yaptığı BUZAĞI tarafından doldurulmuştur. 

Misak (söz) sadece İsrailoğullarından mı alınmıştır ? . 

Elbette hayır, sadece İsrailoğullarından değil , aynı sözler biz Müslümanlardan da alınmıştır. Bizler de iman edenlerden olmak iddiasında olmamız hasebiyle vermiş olduğumuz "İşittik ve itaat ettik" sözünün gereği olan, Allah (c.c) ye karşı bir takım yükümlülüklerimizi yerine getirmek zorundayız. İman ettiğimiz iddiasında olmamız , bize yüklenen görevleri kabul etmek anlamına gelerek , verdiğimiz sözü yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Bu konuda herhangi bir muhayyerlik asla söz konusu olamaz."İşittik ve isyan ettik" şeklinde bir karşılık ile bize yüklenenleri sırtımızdan atmaya kalkmak , iman gömleğinin de çıkmasına sebep olarak küfür yoluna  girmemize sebep olacaktır.   

Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı , burada da devreye girerek , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak ona verdikleri sözden dönenlerin de kalplerine BUZAĞI sevgisi yerleşecektir. 

"BUZAĞI SEVGİSİ" artık bir terim olarak , bundan sonra sadece İsrailoğullarına Samiri tarafından yapılan bir obje değil , Allah (c.c) ye kul olmaktan kendilerini soyutlayarak sahte ilah ve rablere kul olanların taptıkları her şeye verilen bir evrensel bir terim haline gelecektir. 

Dünya malına meşru ölçülerin dışına taşarak meyleden kişilerin buzağısı dünya malı , meşru ilişkilerin dışında kadınlara veya erkeklere ilgili duyanların buzağıları kadınlar veya erkekler , futbol , pop sanatçısı , siyasi liderler , dini liderler , çocuklar gibi insanı Allah'a kul olmaktan alıkoyan her şeyin ortak adı artık "Buzağı sevgisi" haline gelmiştir.  

Bu noktada , Bakara suresi içinde anlatılan ve "Bakara kıssası" olarak bildiğimiz kıssada , İsrailoğullarından kesmeleri emredilen bakaranın kesilmesinin emredilmiş olmasının ne anlama gelebileceği daha net ortaya çıkacaktır. Kıssada kesilmesi emredilen bakara , sadece etinden , sütünden ve derisinden faydalanılan bir hayvan olmaktan çıkmış , İsrailoğullarının dünyevi tutkularını sembolize eden bir obje haline gelmiştir. 

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Onlara emredilen bu kesme işlemi , sadece bir hayvan kesme işlemi olmaktan öte , gerçekte onların dünyevi tutkuları ile Allah (c.c) arasında bir tercih yapmalarının istenmiş olmalarıdır. Buzağı sevgisi, yani dünyevi tutkuları kalplerinde yer etmiş olanların , kesilmesi yani yok edilmesi gereken dünyevi tutkularından vazgeçmesinin kolay olmadığı , bu kıssadaki kesilmesi emredilen buzağıyı kesmemek için bin dereden su getirmelerinden anlaşılmaktadır. 

Bugün kendisini "Müslüman" olarak niteleyen fakat , farklı buzağılar edinerek Allah'a kulluk yolundan saparak onları ilah edinenlerin durumu , ilgili ayetlerde anlatılan İsrailoğullarının durumundan herhangi bir farkı yoktur. İlah ve rab tercihinin yapılması gereken yerde , Allah'ı rab ve ilah olarak tanımaktan kaçınanlar , fıtratın boşluk kabul etmemesinden kaynaklanan durum sebebi , farklı ilah ve rabler edinmiş olacaklar ve bunun adı "Buzağı sevgisi" olacaktır.

Sonuç olarak ; İsrailoğulları ile ilgili ayetler içinde yer eden onlar buzağı sevgisinin içirilmiş olması , sadece onlara has  bir durum değil , evrensel boyutları olan bir olaydır. Dünya hayatını tercih ederek , ahireti öteleyen herkesin vazgeçemediği tutkuların ortak adı "Buzağı sevgisi" dir.

Buzağının güç ve kuvveti sembolize etmiş olmasını dikkate aldığımızda, gücün ve kuvvetin sadece Allah (c.c) de olduğunu bilmeyenler , onun yarattıklarında güç ve kuvvet arayarak onu ilah edinmiş olmaları yani şirk içine girmelerinin yanlışlığı tarih boyunca gelen elçiler ile hatırlatılmıştır. İsrailoğullarının şahsında bunun hatırlatılmış olması , şirk'in evrensel boyutunu dikkate aldığımızda , sadece onlara has olarak okunmaması gereken ayetlerdendir. 

İnsan fıtrat itibarı ile , kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığın gölgesinde yaşama itiyadındadır. Bu varlığı Allah (c.c) olarak hayatlarında tanımayanlar , başka varlıkları yüce olarak tanıyarak onları ilah edineceklerdir. 

Buzağı böyle bir edinmenin sembolik öğesi olarak Kur'anda yerini almış ve hala Allah (c.c) dışında ilah tanıyanların tanıdıkları ilahların ortak adı "Buzağı" olarak bizlere tanıtılmaktadır. Buzağısını yani dünya tutkularını feda edemeyenler , ahirette yapmış oldukları bu hatalarının bedelini en ağır biçimde ödeyeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


22 Eylül 2016 Perşembe

BAKARA S. 219. Ayeti : Servet Düşmanlığına Alet Edilen Bir Ayet

Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanlardan bazılarını bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kıldığını beyan etmektedir. Bu üstün kılınma, bir takım sebepler dahilinde olup , yazının konusu rızık bakımından üstün olanların , kendilerinden aşağı olanlara karşı yapması gereken infak konusu ile ilgili olan Bakara s. 219. ayeti ile ilgili olacaktır. 

Bakara s. 219. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَآ أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبيِّنُ اللّهُ لَكُمُ الآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

[002.219] Sana içki ve kumar hakkında soru sorarlar. De ki; Onların ikisinde de büyük günah vardır. İnsanlara bazı yararları varsa da günahları yararlarından büyüktür. Sana ne infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan artakalanını verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz.

Ayet içinde 2 farklı konu bulunmaktadır. Biz bu ayet içindeki infak ile alakalı olan konu üzerinde durmaya çalışacağız. "Ne infak edeceğiz?" şeklinde sorulan bir soruya verilmesi istenen cevap "El afve" kelimesi olarak verilmiş, ve bu kelime meallere "İhtiyaçtan arta kalan" olarak çevrilmiştir.

Aynı soru Bakara s. 215. ayetinde de sorulmuş olup , o soruya verilen cevap şöyledir.

[002.215]  Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infak ederseniz, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcuların hakkıdır. Ve her ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah, onu bilir.

İnfak konulu ayetlerin Bakara suresi içinde önemli bir yer tuttuğunu hatırlatarak , konumuz olan ayet içindeki "El afve" kelimesinin anlamı üzerinde durmaya çalışalım. 

El afvü = Bir şeyi almaya yönelmek , almayı istemek , ya da amaçlamak.
Afevtü anhu= Ondan yüz çevirip onun suçunu günahını veya kabahatini ortadan kaldırmayı amaçladım. 
El ifau= Çoğalan deve , tavşan gibi hayvanlardaki tüyler , kuş tüyü. 
El afi= Bir tencereyi ödünç alan kimsenin , tencerenin içinde getirdiği et suyu.

Bu sözcük ,bir kimsenin işlediği suç ve günahtan ötürü , ondan el çekmek , sorumlu tutmamak anlamına gelir. (Müfredat)

Bu sözcüğün Araf s. 199. ayetinde geçişi şöyledir. 

[007.199]  Sen; affı tut, ma'rufu emret ve cahillerden yüz çevir.

Kelimenin çoğalmak , artmak anlamında Araf s. 95. ayetinde geçişi şöyledir.

[007.095] Sonra kötülüğün yerine iyilik koyduk. Nihayet çoğaldılar ve; atalarımıza da fakirlik, şiddet, hastalık, iyilik ve genişlik dokunmuştu, dediler. Bunun üzerine Biz de onları kendilerine farkına varmadan ansızın yakalayıverdik.

Uzun sözün kısası , Bakara s. 219. ayetinde geçen El afve kelimesini , "yetecek miktardan fazla olan" anlamında kullanmak, infak kelimesi ile uyumlu bir anlama sahip olmasını sağlayacaktır. 

Asıl mesele, bu kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı yorumlar olup , bu yorumların merkezinde, mal biriktirmenin HARAM olduğu , bu ayet gereğince Müslümanların ihtiyaçlarından arta kalan her şeyi infak etmeleri gerektiği yönünde bazı düşünceler mevcuttur.

Bu iddiaların vasatı aşan ifrat düşünceler olduğunu baştan söyleyerek konuya devam edelim. Kur'ana baktığımız zaman eleştirilen nokta, servet sahibi olmak değil , servet sahibi olup ta bu serveti Allah yolunda harcamamaktır. Servet sahibi müşriklerin yaptıkları harcamaların sadece gösteriş olduğunu beyan eden Rabbimiz , infak etmenin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini bir çok yerde bizlere bildirmektedir. 

[009.034-35]  Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak, «Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın» denecek.

Kur'anda kıssası zikredilen "Karun" un, mal ve servet sahibi olarak kötü bir örnek olarak gösterilmesi evrensel bir anlama kavuşarak , malını ve servetini Allah yolunda kullanmayanların sembol ismi haline gelmesi , Kur'anın mal biriktirmede dikkat edilmesi gereken noktalar konusunda, bu kişi üzerinden yaptığı önemli uyarılardandır.

[017.026] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.

Kur'an infak konusunda da aşırılığa kaçan bir yol izlenmemesi gerektiğini beyan ederek , orta yolu tavsiye etmektedir. Burada, "İhtiyaçtan arta kalanın infak edilmesi gerektiğini iddia etmek aşırılık mıdır ?" şeklinde bir soru akla gelebilir. 

 [002.180]  Birinize ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara, uygun bir tarzda vasiyet etmesi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir borç olarak size farz kılındı.

Bakara s. 180 ayette ölen birisinin kalan mirası için vasiyet etmesi , Nisa s. 11. ve 12. ayetlerde bu mirasın nasıl paylaşılması gerektiğini beyan eden ayetlere baktığımızda , ölen birisinin bıraktığı mal ile ilgili olduğu görülecektir. Burada şunu sorarız ;

ALLAH (c.c) EĞER MAL BİRİKTİRMEYİ HARAM OLARAK SAYMIŞ OLSAYDI BİRİKMİŞ BİR MAL İÇİN MİRAS AYETİ İNDİRİR MİYDİ ?. 

Bu soruya cevabımız , "Elbette hayır" olacaktır. Haram olarak sayılmış bir fiil hakkında hüküm beyan etmek , haram kılınmış şarap hakkında nasıl içilmesi gerektiğini beyan etmek , veya haram kılınmış domuz etinin nasıl pişirileceğini beyan etmek gibi bir şeydir. Allah (c.c) eğer mal biriktirmeyi haram olarak saymış olsaydı , ölen kişinin geriye bıraktığı malın da haram olarak sayılması gerektiği için , mirasın nasıl taksim edileceği yönünde ayet indirmesine de gerek yoktu. 

Mal biriktirmenin haram olarak sayılmış olması, yaşanan hayatın gerçekleri ile de uyuşmaz. Çünkü hayat içindeki şartlar, zamanla iniş ve çıkış arz ederek değişkenlik gösterir, ve bu değişkenlik rızık konusunda da ortaya çıkar.

Yusuf (a.s) kıssası içinde anlatılan ve onun Mısır'daki kıtlık zamanındaki yönetim tarzı , bize evrensel bir iktisat teorisini sunmaktadır. 

[012.047] Dedi ki: Yedi sene alıştığınız biçimde ekin. Yediğiniz bir mikdar dışında biçtiklerinizi başağında bırakın.
[012.048]  Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir. Saklayacağınız az bir mikdar dışında biriktirdiklerinizi yer, götürür.
[012.049]  «Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.

Yusuf (a.s) ın kıtlık ile ilgili yapılması gerekenler hakkındaki teklifi, sadece belirli bir zaman ve mekana has tedbirler olarak değil, tüm zamanlar ve mekanlar için geçerli olan evrensel bir iktisat teorisi olarak okunmalıdır. Çünkü fertlerin ve devletlerin yaşamı, her zaman tek düze bir seyir arz etmez. Bir zaman bolluk ve refah içinde yaşanırken , bir zaman gelir darlık ve sıkıntı içine düşülebilir. 

İşte bu inişli çıkışlı seyreden hayat için kişiler , çıkışlı zamanlarda iniş gelebilecek zamanı hesap ederek , "Ak akçe kara gün içindir" atasözü misali , gelebilecek muhtemel sıkıntılı günler için birikim yapmak zorundadırlar. Aksi takdirde sıkıntılı günlerde ele güne muhtaç olarak daha fazla sıkıntı içine içine gireceklerdir. 

BOLLUKTA SAKLAYIP DARLIKTA HARCAMAK şeklinde hayata yansıması gereken yaşam biçimi, hayatın içinde olmazsa olmazlardan bir kuraldır. Mal biriktirmenin haram olduğunu savunan birisi eğer ticaret hayatı içinde olan birisi olmuş olsaydı onu nasıl bir gelecek beklerdi ?. 

Herhangi bir şey üretmek için tesis edilmiş bir kuruluşta çalışan işçiler tarafından üretilen mallar , yılın 12 ayı aynı şekilde alıcı bulmayabilir. Veya bir kaç sene iyi bir şekilde çalışan bir tesis , ilerleyen yıllarda bazı sebepler yüzünden iyi çalışmayabilir. Eğer bu tesis sahibi işlerinin iyi gittiği zamanlarda gelecek günler için herhangi bir birikim yapmayacak olursa , tesisi batacak ve çalışan işçilerde işsiz kalacaktır. Eğer bu tesis sahibi , darlıkta harcamak üzere gelecek günler için birikim yapmışsa , kriz içinde geçen zamanları rahatlıkla atlatarak , krizden en az hasarla düze çıkacaktır. 

Bu sistem tek kişi içinde böyledir , bir devlet içinde böyledir. Kişi bugün kazandığını yarın harcayacak olduğunda , kazancı olmadığı günlerde harcayacak bir para bulamayacaktır. Devletler iktisat politikalarını gelmesi muhtemel olan krizleri hesap ederek oluşturmadıkları sürece , kriz geldiği zaman , başka devletlere el açarak o devletlerin kölesi olmaya mahkum kalacaklardır. 

Ağustos böceği ile karıncanın hikayesini herkes bilir. Bütün yaz çalışan karınca, kışı rahat bir biçimde geçirirken , bütün yaz saz çalan ağustos böceği ise , kışın aç kalarak ölmüştür. Bu gibi hikayeler aslında hayatın gerçeklerinin zihinlerde çocuk iken yer ederek , hayat içinde mücadele başladığı zaman bu öğretilerin pratize edilmesine yöneliktir.

Bakara s. 219. ayetini mızrakların ucuna takarak , mal sahiplerini tekfir edenlerin ellerine idare etmeleri için , bir bakkal dükkanı verilse, bu söylediklerini acaba hayata geçirebilecekler midir ?. Aynı kafa ile dükkanı idare etmeye kalkarlarsa , kısa bir süre içinde  dükkanı kapatarak iflas bayrağını çekeceklerdir.


Bu yazının amacının, servet sahiplerinin borazanlığını yaparak , onların servetlerini meşru olarak göstermeye çabalamak olmadığı bilinmelidir. Mal ve servet sahiplerinin , ellerindeki mal servetin, kendilerine emanet olarak verilmiş, geçici bir dünya malı olduğunun bilincinde olmaları ,ve bu malları Karun misali ihtişam ve debdebe içinde halkın karşısına çıkarak, " Bu mal bana bendeki bilgi sayesinde verilmiştir" edası ile değil , Süleyman (a.s) misali, bu mülkün kendisine Allah (c.c) tarafından verildiğini bilmesi , elinde olan malda fakirin hakkının da olduğu bilinci içinde olması gerekmektedir. 

Ancak Kur'anı dışarıdan ithal edilmiş , fikirlere alet ederek okumaya alışkın kafaların sahipleri , bu ayeti beşeri bir sistem olan "Sosyalizm" düşüncesine endeksleyerek okumaya çalışmaktadırlar. Sosyalizm düşüncesi belirli bir sınıfın üstünlüğünü öne çıkarmaya çalışır iken , İslam belirli bir sınıfı ne öne çıkarır ne de aşağılık kılar. 

Allah (c.c) , Hucurat s. 13. ayetinden anlaşılacağı üzere üstünlüğü , fakirliğe , zenginliğe , ırka , renge göre değil , takvaya göre belirler. 

Şurası bilinmelidir ki , bir kimsenin mal ve servet sahibi olması kınanacak , ayıp ve günah sayılacak bir durum değildir. İslam bu kişiye neden mal sahibi olduğunu değil , nasıl mal sahibi olduğunu sorar , eğer malı helal yollardan kazanmış ve bu malın zekatını , sadakasını , infakını düzgün bir şekilde yerine getiriyor ise herhangi bir problem yoktur.  

Bakara s. 219. ayetinin ön yargılı bir şekilde okunmasına paralel olarak yapılan yanlışlardan bir tanesi de , Kur'an bütünlüğünün göz ardı edilerek okunmasıdır. Kur'anı bütünlük içinde okumayan bir kimse , Allah (c.c) nin bir ayette "İhtiyaçtan arta kalanı verin" , başka bir ayette "Saçıp savurmayın" , başka ayetlerde de miras taksimi yapması arasındaki bağı kuramayarak çelişki olabileceğini düşünmesi ihtimal dışı değildir. Allah (c.c) nin bir ayette başka , bir ayette başka bir şey diyerek çelişkili bir kitap indirmiş olmayacağına göre , ayetler arasında anlam bağının kurulma zorunluluğu bulunmaktadır. 

Bakara s. 219. ayetinde geçen "El afve" kelimesine Kur'an meallerinde "İhtiyaçtan arta kalanı vermek" şeklinde verilen bir anlamın Kur'an bütünlüğüne uygun olmayan bir anlam olduğunu düşünüyor ve Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan , sadece bu ayeti okuyarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir çıkarım yapanların pek te haksız olmadığını düşünüyoruz. 

Öyleyse Bakara s. 219 . ayetine verilen anlam, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam olmalıdır ki bazı kişiler bu  ayetten mal biriktirmenin haram olduğuna dair yanlış bir hüküm çıkarmak zorunda kalmasın.

Konuyu Kur'an bütünlüğünde ele aldığımızda , ihtiyaçtan arta kalanı değil , İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN  bir kısmının verilmesi tavsiye edilmektedir. O zaman Bakara s. 219. ayetinin bu şekilde bir anlam dahilinde okunması gerekmektedir ki olası yanlış anlamalara mahal bırakmasın 

Bakara s. 219. ayetinin 2. cümlesini yeniden anlamlandıracak olursak şöyle bir anlam verilmesinin daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

"Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki; «ihtiyaçlarınızdan ARTAKALANDAN verin': Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki düşünesiniz."

Sonuç olarak ; Ön yargılı , bağlam ve bütünlük gözetilmeden yapılan Kur'an okumaları , okuyucuyu doğru bir düşünce sahibi yapmak yerine , okuyucunun kafasında oluşmuş olan anlamın Kur'ana tasdik ettirilmesine yönelik bir işlev görmesi açısından zararlı sonuçlar doğuracaktır. 

Konumuz olan ayet , mal ve servet düşmanlığına yönelik bir düşünce içinde okunarak mal biriktirmenin haram olduğu yönünde bir düşünceye delil olarak getirilmesinin yanı sıra , bağlam gözetilmeden yapılan okumalar sonrasında da aynı düşünceye sahip olunmuştur. 

Mal ve servet sahipleri edindikleri bu malları eğer meşru yollardan edinmiş ve lüks ve ihtişam içinde yaşamak yerine , Allah yolunda harcamak ve mütevazi bir hayat sürdürmek için kullanıyorlarsa , bunda herhangi bir mahzur görmek doğru değildir. Yanlış olan mal serveti şeytanın emrine vererek onu mala ve servete ortak kılan bir hayatın sürülmüş olmasıdır. 

Yapılan Kur'an meallerinde "El afve" kelimesine verilen "İhtiyaçtan arta kalan" şeklindeki anlam yerine "İHTİYAÇTAN ARTA KALANDAN" şeklinde verilen bir anlam bu konudaki yanlış anlamaların önünü keseceğini düşünmekteyiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

TEVBE S. 31. Ayeti : Hahamları,Rahipleri,Hocaları,Meryem Oğlu İsa'yı ve Muhammed'i Rab Edinmek

Kur'anın ihtiva ettiği ayetlerin bazıları , önceki toplulukların yaptıkları bir takım yanlışlıkları anlatarak sonrakilerin, öncekiler tarafından yapılmış olan aynı hatalara düşmelerinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Kur'an okuyucuları şayet , okudukları ayetler içinde anlatılan geçmiştekilerin hatalarını, sadece onlara has olduğu düşüncesi ile okuyacak olursa , yapılan bu anlatımların amacı buhar olup havaya uçacak , okunan ayetler "geçmişlerin masalları" olarak  kalacaktır. 

Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar ile ilgili ayetleri , bu anlayış içinde okunması gereken ayetlerden olup , onların yaptıkları hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Maalesef bizler, o topluluklar ile ilgili ayetleri, sadece onlara has bir durum olarak okuduğumuz için, gerekli ibretleri almaktan yoksun bir halde, ilgili ayetleri okumaya devam etmekteyiz. 

Yazımıza konu edeceğimiz Tevbe s. 31. ayeti, işte böyle bir ayet olup , ayet içinde bahsi geçen Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olması nedeni ile, onların bazı insanları "Rab" olarak ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği, biz Müslümanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , aynı tehlikenin bizler içinde geçerli olduğu şuurundan yoksun milyonlarca Müslüman bugün hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere , şeyhleri ve hocaları rab ittihaz etmektedirler. 

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

[009.031]  Onlar Allah'ın astında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı rabler edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Bu ayeti ilk okuduğumuz zaman, yapılan hatanın sadece Yahudi ve Hristiyanlar ile sınırlı olduğu , biz Müslümanların böyle bir hatanın içinde olduğumuz, bir çok kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyecektir. Bu duruma sebep olan şey ise , Kur'anın odak kavramlarından olan "Rab" kavramının biz Müslümanlar tarafından doğru olarak kavranılmamış olmasıdır.

Bu ayetin nüzulü ile ilgili bilgilere baktığımızda , sahabe ve Muhammed (a.s) arasında geçtiği rivayet edilen bir konuşma bizlere ,  "Rab" kavramının Müslüman hayatında ifade etmesi gereken anlamı net olarak ortaya koymaktadır.

Muhammed (a.s) ın Tevbe s. 31. ayetini okuması üzerine , önceden Hristiyan olan Adiy Bin Hatim adlı sahabe, "Biz onlara ibadet etmiyorduk" şeklinde bir itirazda bulunur. Bu itiraz üzerine Muhammed (a.s) ın o sahabeye, bizlere de "Rab" kavramının anlamsal çerçevesini öğreten, " Onlar Allah'ın helal kıldığını haram , haram kıldığını helal kıldıkları takdirde onlara tabi olmuyor muydunuz?" sorusuna "Evet onlara tabi oluyorduk" şeklinde cevap verince, rahipleri rab olarak ittihaz etmenin ne anlama geldiği de ortaya daha net olarak çıkmış bulunmaktadır.

Kur'an öncesi Arapların günlük dillerinde kullandıkları "Rab" kelimesi, "Besleyen , büyüten , yetiştiren , ihtiyaçları karşılayan" anlamına sahip bir kelime olarak "Beytürrabbi" (Evin Reisi) anlamında yani , bir evin içindeki fertlerin sosyal , ekonomik ve ahlaki yönden sorumluluğunu üstlenmek anlamında kullanılmaktaydı. Rab, yani "Evin Reisi" olarak kabul edilen kişi , o evin içinde yaşayan kişilerin sorumluluğunu yüklenmekle , onlar üzerinde bir takım hak sahibi olma hakkına sahiptir. 

Allah (c.c) bu kelimeyi kendisi için "Rabbül Alemin" şeklinde kullanarak , yaratmış olduğu her şeyin üzerinde hak ve yetki sahibi olduğunu bizlere bildirmiş , rab olarak kendisinden başkasının kabul edilmemesini , böyle bir kabulün "Şirk" olduğunu , bu suçun cezasının ise ebedi cehennem olduğunu bizlere, kitabının bir çok yerinde haber vermiştir.

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile kendisinden başkalarını ilah ve rab olarak benimseyenleri uyarmış , uyarıları ret edenleri ise helak etmiştir. Bütün elçilerin sadece Allah (c.c) nin rab olarak kabul edilmesini ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini tebliğ etmelerine karşın , bu elçilerden sonra insanların bir çoğu değişik saiklerle ,doğru yoldan saparak şeytanın yoluna uymuş, ve onun dışında ilah ve rabler edinmişlerdir. 

Tevbe s. 31. ayeti , bu duruma işaret ederek , Yahudi ve Hristiyanların Hahamlarını , Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa (a.s) ı Allah'ın dışında rabler edindiklerini haber vermektedir. 

Bu rab edinme durumu insan hayatında nasıl ve ne şekilde tezahür etmektedir?. 

Haham ve rahipler hiç kimseye "Bizler sizin rabbiniziz" şeklinde bir hitapta asla bulunmamıştır. Aksine bu kimseler, Allah adına insanlara nasihatta bulunduklarını iddia eden, ve sadece ona kul olunmasını söyleyen insanlardır. Asıl problem Haham ve Rahiplerin Allah'a kulluğa çağırmak adına, kendilerine kulluğa çağırmış olmalarındadır.

Kur'an tarafından eleştirilen bu insanlar, Allah adına konuştuklarını iddia etmelerine karşılık , konuştukları sözler Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Ancak onlar bu yalanları "Bunu Allah böyle emrediyor veya söylüyor" şeklinde insanlara anlatarak, kendi yanlarından ürettiklerini, insanlara Allah adını kullanarak söylemekte ve böylelikle onları aldatmaktadırlar.

Haham ve Rahiplerin rab edinilmesi, onların dillerini kitaba eğip bükerek , Allah adına yalanlar ve iftiralar uydurması yolu ile gerçekleşmesine karşın , Meryem oğlu İsa (a.s) ın rab edinilmesi nasıl gerçekleşmektedir?. 

Yaşadığı hayat boyunca Allah (c.c) rab olduğunu insanlara anlatan İsa (a.s) (Maide s.117), vefatı sonrasında , kendisi rab olarak benimsenir bir hale gelmiştir. Bu noktada, "İnsanlar neden böyle bir yanlışa düşme ihtiyacı hissederler ?" sorusunun cevabının verilmesi önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabı , Muhammed (a.s) ın da bizler tarafından neden rab ittihaz edinildiğini de  ortaya çıkaracaktır.

Dini duyguların sömürülmesi yolu ile insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulması yolu , insanlığın kadim bir adeti olup her devirde bu yol denenmiş , hala denenmekte , kıyamete değin denenecektir. 

Allah ve Elçiler, insanlar için en önemli ve en karizmatik iki isim olup , yalancı ve hilebaz insanların elinde bu iki isim, maalesef oyuncak ve insanları aldatmak için kullanılan bir paravan olarak kullanılmaktadır. Bir takım insanlar, kendi yanlarından üretmiş oldukları fikir ve düşünceler ile , diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için, bu iki ismi ağızlarından düşürmemekte ve yalanlarını insanların güven duyduğu bu iki isme isnat ederek , insanların aldanmasını sağlamaktadırlar. 

Meryem oğlu İsa (a.s) , güvenilir bir insan olması ve onun söylediği bir sözün insanlar arasında daha kolay kabul görmesi nedeniyle, sahtekarların elinde önemli bir koz haline gelmiştir. Onun söylemediği, fakat onun tarafından söylenmiş olduğu iddia edilen yalan ve iftira olan sözlerin, insanlar arasında ona duyulan güven nedeni ile ona isnat edilerek insanların aldatılması yolu daha kolay açılmaktadır. 

İnsanlar tarafından güven duyulan kişilerin istismar edilerek insanların aldatılma yolunu , kendilerine İsa (a.s) bağlı olduğunu iddia eden bazı insanların yapmış olduğunun haber verilmesi , bu yolun daha sonra başka elçi isminin de kullanılarak yapılabileceğini haber vermeyi amaçladığını söylemek , şu anda Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumu dikkate aldığımızda yanlış olmayacaktır.

Bu yalan ve iftira fırtınası, acaba İsa (a.s) has durum mudur yoksa son elçi Muhammed (a.s) da bu yalan ve iftira fırtınasından nasibini almış mıdır?.

Bugün şayet yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa (bunu bir varsayım olarak söylediğimizi hatırlatalım), Tevbe s. 31. ayeti aynı şekilde yeniden nazil olarak , ayet içinde bahsedilen isimlere "HOCALAR" ve "MUHAMMED" şeklinde bir ilave gelir miydi ?.  

Her iki sorunun cevabı maalesef  "EVET" şeklinde olacaktır.

Bugün Müslüman toplum içinde çöreklenmiş olan "Hoca" , "Şeyh" v.s gibi dini lakaplı insanların büyük çoğunluğu , sahip oldukları bu lakapları insanları aldatmak için kullanmaktadır. Bu kimseler insanları aldatmak için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözlerle ona atfen bir çok yalan ve iftira uydurarak , insanları kendilerine kul etmektedirler. 

Aynı durum Muhammed (a.s) adına sözler uydurularak, ve bu sözler Kur'an ile eşdeğer kılınarak, Müslümanlar üzerinde oynanmaktadır. Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği sözler, onun söylediği sözler olarak insanlara okunmakta, ve bu sözler Kur'anın önüne geçirilerek, insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulmaktadır. 

Bugün İslam dünyasına baktığımızda, "Din Adamı" kisvesi altında dolaşan bir çok insanın , bu kisve altında insanları maddi ve manevi olarak sömürmekte ve bu yolla inanılmaz bir güç imparatorluğu kurduklarını görmekteyiz.

Bu gücü kurmak için kullandıkları en önemli silah Allah ve elçisi adına uydurdukları yalan ve iftiralardır. Allah ve elçisinin söylediğini iddia ettikleri sözler ile insanları sömüren bu insanların yaptığı iş Tevbe s. 31. ayetinde beyan edilen durum ile birebir örtüşmektedir.

Hal böyle iken hocaları ve Muhammed (a.s) ı rab edinmekten kurtulmanın ve bu istismarın önünün kesilme yolunun nasıl mümkün olabileceği sorusu cevabını aramaktadır.

Bu sorunun cevabını konumuz olan ayetin içinde ayan beyan görmekteyiz. İnsanları rab edinerek şirk'e düşmek , böylelikle ebedi cehennem ehli olanlardan olmamak için önerilen yegane yol sadece ve sadece ALLAH'A KUL OLMAKtır. 

Elçiler dahil olmak üzere hangi isim altında gelirse gelsin , bize gelen bilgi ve haberlerin doğruluğu ve yanlışlığı Allah adına konuştuklarını iddia edenlerin eline bırakılmamalıdır. Bu gibi insanların eline bırakılan din gerçek bir din değil , insanları aldatmak için kullanılan bir paravan haline gelecektir. 

Bu konuda herkes elini taşın altına koyarak , sorumluluklarını iman ettiğini iddia ettikleri kitaptan öğrenmek zorundadırlar. Başkalarının öğrettiklerine razı olarak tembelliğe ve hazırcılığa alışan insanların aldatılması ve din adına her türlü yola saptırılması daha kolay hale gelecektir.

Kur'anın Haham ve Rahip olarak belirttiği isimlerin öne çıkan özelliği , kendilerini insanlara din öğretmekle sorumlu oldukları zannını vermiş olmalarıdır. Dinlerini asıl kaynağından kendilerinin öğrenmelerinin mümkün olmadığı , hatta yanlış , hatta küfür olduğuna inandırılan zavallı halk yığınları , bu yanlış ve küfre düşmemek için!! dinlerini, Haham , Rahip ve Hocalardan öğrenmek yoluna gitmektedirler.

Müslüman dünyasına baktığımızda kendilerine Hoca , Şeyh v.s gibi isimler verilmiş olan bir çok ismin bu görevlerini kitabın kendilerine gösterdiği şekilde değil , şeytanın kendilerine gösterdiği şekilde ifa ettiğini görmekteyiz. 

Müslüman dünyası, kendisini "Din Adamı" sınıfına mensup insanların tasallutundan kurtarmadığı müddetçe , insanlar kıyamete dek din adına aldatılmaktan kurtulamayacaktır. 

Tevbe s. 31. ayeti böyle bir sınıfın insanlar üzerinde kurduğu baskıya dikkat  çekerek , insanların bu gibi şarlatanların elinde oyuncak olmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayet "Din Adamı" şeklinde bir sınıfın oluşmasına asla müsaade etmemiş olmasına rağmen , bu sınıf özellikle Müslüman dünyası içinde önemli bir rol oynayarak Müslümanları hem maddi yönden , hem de manevi yönden iliklerine kadar sömürmektedirler.

Müslümanların maddi ve manevi yönden sömürülmesinin önü bu sınıfın ortadan kalkması ile mümkün olacaktır. 

Kendisine din adına gelen bir bilgiyi "Falan dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmadan söylenen sözü, o sözü söyleyen kimseye göre değil , sözün kendisine göre değerlendiren Müslümanlar İslam dünyası içinde çoğalmadıkça, din adamları sınıfının tasallutundan kurtulmak asla mümkün olmayacaktır.

Bu kurtuluş sağlanmadığı müddetçe , Allah ile aldatılmaya dünden razı olan insanlar azalmak yerine gün geçtikçe çoğalarak , dinden kazanç sağlayanlar , bu kapının sağladığı servete göz dikerek gün geçtikçe azalmak yerine daha da çoğalacaklardır. 

Hiç kimsenin kurtuluşu , asla başka bir kimsenin elinde değildir. 

Müslüman olarak yaptığımız en büyük hatalardan bir tanesi , kolaycı bir yolu seçerek kurtuluşumuzun anahtarının başkalarının elinde olduğu zannı içinde olmamızdır. Kerameti müritlerinden menkul bir takım sahtekarların elinde oyuncak olan zavallı halk yığınlarının bu kimselerden kurtulamamalarının sebeplerinden bir tanesi, onların hesap gününde yardımcı olacakları inancıdır.

Bu inancın yanlış olduğu , hesap gününde Allah (c.c) nin dışında kimsenin elçiler dahil olmak üzere böyle bir yetkiye sahip olmadığı düşüncesinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması , bu gibi sahtekarların önünü büyük ölçüde kesecektir. Ahirette şefaat beklentisi içinde olan zavallı halk yığınları , bu şefaati dünya hayatında salih amel işleyerek Allah'tan beklemek yerine , hesap gününde kendilerine dahi faydası olmayacak din baronlarından beklemelerinin sonunun hüsran olacağını eğer dünya hayatlarında öğrenmezler ise , ahiret hayatlarında öğrenmeleri onlara hiç bir fayda getirmeyecektir.

Sonuç olarak ; Tevbe s. 31. ayetinin öne çıkan en önemli mesajı , kişi merkezli bir din algısına değil vahiy merkezli bir din algısına sahip olmanın gereğine dairdir. Vahyin kontrolünden yoksun bırakılan insanların eline bırakılan din , ayrı bir sınıf meydana getirerek "Din Adamlığı" adında, insanları aldatmanın yolunun arandığı bir sektöre dönüşecektir. Bu sektörün ortadan kalkması , Müslümanların şu anda içinde bulunduğu fikri ve düşüncelerin vahyin ışığında yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olacaktır. 

Hocalarını şeyhlerini rab edinmeye devam eden bir topluluğun burnunun pislikten kurtulması asla mümkün olmadığı gibi , pisliğe batmaya devam edecektir. Bugün İslam dünyası olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıların başta gelen sebeplerinden bir tanesi dinimizi öğrenmek için seçtiğimiz yanlış kişilerdir. Bu yanlışlardan kurtulmak ise, herkesin dinini ana kaynağından öğrenmek için harekete geçmesi ile mümkün olacaktır.

Dinini ana kaynağından öğrenmeye başlayanlar , din adına kendilerine gelen bilgileri kimden gelirse gelsin sorgulamadan kabul etmeyecek , bu suretle kişilerin din adına kurmuş oldukları saltanat sallanmaya başlayacaktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ HOCALARI ŞEYHLERİ RAB EDİNMEK YERİNE KENDİSİNİ RAB EDİNENLERDEN KILSIN.

29 Temmuz 2016 Cuma

MUHAMMED S. 30. Ayeti : Münafıkları Tanıma Yolları

Bir toplumun düşünce ve fikirlerini benimsemeyen , fakat benimsiyor görünerek onlardan olduğu izlenimini veren , aslında o topluma zarar vermek amacında olan kişilerin, Kur'andaki ismi MÜNAFIKtır. Bu karakterdeki insanların, içlerinde yaşadıkları topluma verdikleri zararlar , o topluma düşman olan ve düşmanlıklarını açıkça izhar eden insanlardan daha fazla olup , sakınılması gereken düşman guruplarının başında gelmektedir.  

Bu karakteri taşıyan insanlar ile ilgili olarak Kur'an tarafından verilen bilgiler , kitap içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu kimseler ile ilgili olarak verilen bilgilerin hicret sonrası Medinede inen ayetler gurubunda yer alması, ve "Kafir" olarak nitelenen guruplardan daha fazla yer tutması ayrıca dikkate değerdir. 

Medinede "Devlet" olarak niteleyebileceğimiz bir oluşum içine girmiş olan Müslümanların, bu oluşumlarını yıpratmak ve kırmak için yapılan tahribat çalışmalarından bir tanesi, nifak yolu ile o topluluğun içine girmiş olanlar marifeti ile gerçekleştirilmeye çalışılmış, ancak bu münafıklar , başta Muhammed (a.s) olmak üzere ashabım basiret ve feraseti sayesinde başarılı olamamışlardır. 

Münafıkların başarılı olamamalarının sebebi ise , onların Kur'an tarafından açığa vurulan yüzlerinin Müslümanlar tarafından doğru biçimde okunmuş ve hayata yansıtılmış olmasıdır. Devletleri yıkmak için kullanılan kadim bir yollardan biri olan münafıklık, dün olduğu gibi , bugün , yarın, ta ki kıyamete kadar kullanılacak bir yol olup , bize düşen görev ise , bunların yüzlerini açığa vuran ayetlerin güncel mesajlarını okuyarak içimizdeki münafıkları tanımak ve onları açığa çıkarmak olmalıdır. 

Muhammed (a.s) ve ashabının kendilerine Kur'an tarafından münafıklar ile ilgili verilen bilgileri doğru okumalarına karşın , sonraki gelenlerin bu bilgileri doğru okuduklarını söylemek maalesef mümkün değildir. 

[047.030]  Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.

Muhammed s. 30. ayeti , 20. ayetten başlayan bir bağlama sahip bir ayettir. Biz öncelikle bazı rivayetlerde münafıkların isimlerinin Muhammed (a.s) a bildirilmesi , onun da başka bir sahabeye bu isim listesini vermesi ile ilgili rivayetleri tahlil ederek , bu ayetin bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği yönünde düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız. 

Ayet , "İnsanlara her gün bir balık balık vermek yerine , balık tutmayı öğreten" bir anlama sahip olduğu halde , balık tutmak yerine , başkalarından gelecek balığı bekleyen bir hal içinde olan biz Müslümanlarca farklı algılanmış, ve Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde , Medinedeki münafıkların isimlerinin kendisine bildirildiği, ve onunda bu isimleri Huzeyfe Bin Yeman adlı sahabeye verdiği , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bu sahabe kimin cenazesine katılmamış ise onun münafık olduğu , hatta Ömer'in bu sahabeye elindeki listede kendi isminin olup olmadığı yönünde soru sorduğu , ve "Yok" cevabı aldığı yönünde bazı rivayetler mevcuttur.

Bu rivayetlerin , Muhammed s. 30. ayetini baz alarak değerlendirdiğimizde güvenilirliğinin olmasının pek mümkün görünmediği açıktır şöyle ki ; Ayet münafıkların isminin özel olarak Muhammed (a.s) a verilmediğini açıkça beyan etmektedir. Münafıkların kim olduklarını kendisine indirilen ayetlerin verdiği bilgiler doğrultusunda sahip olduğu basiret ve feraset ile öğrenen Muhammed (a.s) ın böyle bir isim listesini Huzeyfe adlı sahabeye vermesi de pek mümkün değildir. 

İsim listesini Huzeyfe ye vererek vefat eden Muhammed (a.s) ın , kendisinin vefatı sonrasında yaptıklarından pişman olarak münafıklığından dönerek iman edenlerin olması ihtimalini göz ardı ederek böyle bir liste yapması asla mümkün değildir. Ömer'in kendi adının listede olup olmadığını sorması ise daha garip bir durum olup , kişi münafık olup olmadığını önce kendisi zaten bilmektedir. Ömer gibi bir sahabenin kendisinin münafık olup olmadığını Huzeyfeden sormuş olması asla mümkün değildir. 

Dolayısı ile Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde münafık olarak bildiği kişileri vahiy ile değil , vahyin kendisine vermiş olduğu basiret ve feraset ile bilmiştir. Bizlerde onlar gibi aynı feraset ve basireti göstererek içimizdeki hainleri görebilme yeteneğine sahip olmak zorundayız.

Muhammed s. 30. ayeti dahil olmak üzere, evrensel bir karakter olan münafıkların nasıl tanınacağı yönündeki bilgileri , Kur'an içinde yayılmış ayetlerde vermektedir. 

Bu ayetlerin tamamını alt alta koyarak okuduğumuz zaman bütün ayetlerdeki münafık karakterinin ortak noktası , "İman ettim" sözünün hakkını vermeyerek , sözde bir iman sahibi olmaları , Müslümanların maslahatına uygun olan işlerde onlarla birlikte hareket etmemeleri , her fırsatta onların tekerine çomak sokmaya çalışmaları , Müslümanların düşmanları ile birlikte olmaları , olarak özetlenebilir. 

Muhammed s. 30. ayeti münafıkların en öne çıkan karakteristik özellikleri tek ayet içinde beyan eden bir ayet olması nedeniyle dikkati çekmektedir. Bu ayet feraset ve basiret sahibi olan bir kişinin , karşısındaki kişinin sözlerinden, onun nasıl bir karakter sahibi olduğunu anlaması gerektiğini hatırlatmaktadır.

Münafık karakteri , kendisini gizlemeyi çok iyi bilen bir karakter olduğu için , onların bu gizliliklerinin bir şekilde çözülmesi ve ifşa edilmesi büyük önem arz etmektedir. Gizliliklerini koruyarak bir toplum içinde nifaklarını sürdürmeyi başaran bu kişilerin , o topluma verdikleri zararların telafi edilmesi çok zordur.

Kur'an bu noktada balık vermeyerek balık tutmayı öğreten bir tutum içinde , münafık karakterinin evrensel boyutlarını bizlere vererek , dün Medinede , bugün Türkiyede , yarın başka bir yerde çıkabilecek münafıkların nasıl bir yöntem üzerinde olacaklarını bizlere öğretmektedir.

Hiç kimsenin kalbinin yarılarak münafık olup olmadığı anlaşılamayacağına göre , kişilerin münafık olup olmadıkları sözlerinin ve eylemlerinin kime ve neye hizmet ettiğine dikkat edilerek, ne oldukları konusunda bir karar verebilmek daha kolay olacaktır. 

Şurası bir gerçektir ki , hiç bir münafık "Ben münafığım" diyerek ortalıkta dolaşmaz , ancak onun münafık olduğu fitne yani deneme zamanlarında kimin yanında , kime hizmet ettiği , kimin yararını , kimin zararını düşündüğüne bakılarak ne olduğu ortaya çıkar. 

Bu karaktere sahip insanlar , uzaydan gelen ve bizden farkı olan yaratıklar değildir. Ancak onların bilinmesi ve ayrıştırılması bizler gibi Müslüman ismine , Müslüman bir cemaate mensup olmaları nedeniyle tanınmaları güçleşmektedir. 

Kimsenin adına , cemaatine , sakalına , sarığına gözünün yaşına aldanmadan yaptığının , ettiğinin , dediğinin kimin yararına olduğuna bakarak kim olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. 


“Batılı demokrasilerin ılımlı Müslümanlara ihtiyaç duydukları bir dönemde, “hizmet” içindeki ben ve arkadaşlarım Batının yanında yer aldık.” 

Yukardaki kelimeler , 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye içinde İslamı referans aldığını iddia eden bir hareket liderinin ağzından çıkan kelimelerdir. Bu sözlerin samimi bir Müslümanın ağzından çıkma imkan ve ihtimali asla yoktur. Bu sözler , 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren bir cemaatin neye ve kime hizmet ettiğini ve Kur'anın MÜNAFIK olarak nitelediği bir kişiden sadır olabilecek sözlerdir. 

Kendisine "Ben Müslümanım" diyen birisi batılı kafirlerin yanında yer alarak, onlara hizmet etmesinin asla mümkün olmadığına göre,  onlara hizmet eden birisi de asla Müslüman olamaz.

Bu kişinin başında olduğu örgütün sebep olduğu olayların Türkiyeye vermek istediği zararın boyutunu dikkate aldığımızda , kimlerle ne derece tehlikeli işbirlikleri ve ihanet içinde olduğu görülecektir.

Bir topluluk içinde olan münafıkların teşhis edilerek onların bertaraf edilebilmesi o topluluk içinde olan ve özellikle yönetici konumunda olan kimselerin BASİRET ve FERASET sahibi olmalarından geçmektedir . Basiret ve feraset sahibi olmayan yöneticilerin hakim olduğu topluluklar , başta münafıklar olmak üzere , her türlü düşmana açık bir durum sergileyeceklerdir. 

Yönetici kadroların ve toplulukların , münafıklıkları ayan beyan belli olan kişi ve cemaatlerle bir takım menfaat ilişkisi girerek , başında bulundukları toplulukların zarara uğramalarına sebep olması af edilemez bir durumdur. Özellikle İslamı referans alan toplulukların geçici dünya malı ve mevkisi için bu gibi kişi ve cemaatlerden gelecek bazı faydalara aldanarak , onların nifaklarını görmezden gelmeleri , ilerleyen zamanlarda önü alınamayacak felaketlere yol açacaktır.

Münafık oldukları ayan beyan açık belli olan bir topluluk ile yapılan işbirliği sonucunda başında bulunduğu topluluğun zarar görmesine sebep olan bir yöneticinin bahane olarak , aldatıldığını veya baştan bilemediğini öne sürerek yapılan yanlışı örtme yoluna gitmesi ise "Özrü kabahatinden büyük" deyimi ile ifade edilebilir.

İslamı referans alan hareket içinde münafıkların yer almaması , o hareketin İslamı sözde değil , özde referans alması ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde o hareketin içine giren münafıklar çeşitli yollarla o hareketi asıl amacından sapmasına sebep olacak yönlendirmede bulunabilir. Medinede bulunan İslam devletinin içine sızmış olan münafıkların bertaraf edilmesinde en önemli nokta, bu hareketin vahyi merkeze alması ve vahiyden kaynaklanan hareket metodunu hayata pratize etmesi önemli rol oynamıştır.


Sonuç olarak ; "Münafık" adı ile bildiğimiz insan karakteri , bir toplum içindeki en zararlı karakter olup "Kafir" olarak bilinen insanlardan daha zararlı bir guruptur. Kur'anın Medinede inen ayetlerini guruplandıracak olursak , ilk sırada münafıklar ile ilgili ayetler gelmektedir. 

Bu ayetlerin daha fazla olmasının sebebi, münafık karakterinin ne kadar zararlı ve içten kemiren bir gurup olduğunun bilinmesinin zor olduğu , fakat bilinmesinin de o kadar elzem olduğu içindir. Münafık karakterli insanlar sözleri ile değil, eylemleri ile kendilerini belli ederek, ne olduklarını bu şekilde ortaya koymaktadırlar.

Bu karakterin bilinme ve tanınma yolları Kur'anın bir çok yerinde beyan edilmesine karşın , bu karakter sahibi olan kişi ve cematininin Türkiye boyutunda sebep olduğu olaylar, münafık karakterinin önceden bilinmesi ve tespit edilmesi yönünde Kur'an tarafından verilen bilgilerin göz ardı edildiğini göstermektedir. 

Eğer bu karaktere sahip olan kişi ve cemaati , baisret ve feraset sahibi yöneticiler tarafından çok önceden bilinip ve önlem alınsa idi , bu cemaatin sebep olduğu olayların boyutu bu kadar acı olmadan önlem alınacak ve zararları daha az olarak atlatılmış olacaktı.