30. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Kasım 2018 Pazar

İslamoğlu ve Esed Tarafından Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. Ayetine Verilen Anlamın Ahzab s. 50. Ayeti Bağlamında Değerlendirilmesi

Kur'an'ın bazı ayetlerinin, oluşturulmuş ön yargılar, veya bazı kimselerin Kur'an hakkında ortaya attıkları olumsuz iddiaları bertaraf etmeye çalışmak maksadı ile yapılan çevirileri, Kur'an'ın kendi içinde sahip olduğu anlam örgüsü tarafından ret edilecek, yapılan hatalı ve yanlı çeviriler, tabiri caiz ise kabak gibi sırıtacaktır. Bu türden yapılan hatalı ve yanlı çeviri örneklerini önceki bazı yazılarımızda paylaşmış, bu yazımızda ise bir yenisini paylaşmaya çalışacağız.

Bu yazımızın konusu, Mü'minun s. 6. ayeti ile, Mearic s. 30. ayetlerinin Mustafa İslamoğlu ve Muhammed Esed tarafından çevirileri olacaktır.  

Mümi'nun s. 6. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri:

إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar(meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanmazlar. 

Muhammed Esed: Eşleri - yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar(eşleriyle olan ilikişkiden dolayı) kınanmazlar.

Mearic s. 30. ayetinin Arapça metni ve İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirileri: 

إِلَّا عَلَىٰ أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ

Mustafa İslamoğlu: Ancak eşleri, yani meşru şekilde hakkını vererek sahip oldukları kimseler müstesna: zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar. 


Muhammed Esed: Eşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleyenler,) çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar.

Bu ayetler, mü'minlerin vasıflarını sıralayan bir bağlama sahiptir. Ayetlerin İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan çevirilerine dikkat edildiğinde, Arapça metinde bulunan أَوْ edatına, bu ayet ile ilgili yapılan aşağı yukarı bütün meallerde verilen, ve doğru olduğunu düşündüğümüz anlam olan "veya, yahut, ya da" şeklinde değil de, "yani" anlamının verildiği görülmektedir. Bu şekilde verilen bir anlam ise, maalesef bu iki ayetin anlamını ters yüz etmeye yetmektedir. 

Nasıl mı?
Çünkü ayetler içinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesi, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu, مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ kelimesi ise, sosyal statü olarak ayrı bir kadın gurubunu işaret etmektedir. Nuzül dönemi mevcut Arap toplumunun sosyal yaşantısında kadınlar Hür ve Köle olarak iki farklı sosyal statüye sahip olup, Kur'an, Arap toplumunda mevcut olan bu statüyü dikkate almıştır. Yani kadınlar ile ilgili olan bu statüyü direk olarak ret etmemiştir.

İslamoğlu ve Esed, geçmişte bu konunun istismar edilmiş olmasına istinaden, kendilerine göre haklı gerekçeler ile maalesef, bu iki ayrı sosyal gurubu Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerine verdikleri anlam ile tek guruba indirmiş, bu suretle ilgili ayetlerin anlamının ters yüz olmasına sebebiyet vermişlerdir.

Kölelik ve cariyelik konusunun ne Müslümanlar tarafından istismar edilmiş olması, ne de İslam düşmanları tarafından bir koz olarak kullanılması, ilgili ayetlerin anlamının ters yüz edilmesine asla gerekçe teşkil edemez.

Yazımızın başında, Kur'an'ın kendi içinde bir anlam örgüsüne sahip olduğunu, bir ayetin yapılan hatalı çevirisinin Kur'an içinde karşımıza çıkan başka bir ayet ile, kabak gibi sırıtacağını söylemiştik. Şimdi Ahzab s. 50. ayetini ele alarak, bu çevirilerin nasıl hata barındırdığını görmeye çalışalım.

Mustafa İslamoğlu:
fakat kendi eşleri, yani meşru olarak sahip oldukları müstesna; zaten onlar (meşru eşleriyle paylaştıkları cinsellikten dolayı) kınanamazlar.
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَحْلَلْنَا لَكَ أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ وَبَنَاتِ عَمِّكَ وَبَنَاتِ عَمَّاتِكَ وَبَنَاتِ خَالِكَ وَبَنَاتِ خَالَاتِكَ اللَّاتِي هَاجَرْنَ مَعَكَ وَامْرَأَةً مُؤْمِنَةً إِنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِلنَّبِيِّ إِنْ أَرَادَ النَّبِيُّ أَنْ يَسْتَنْكِحَهَا خَالِصَةً لَكَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ ۗ قَدْ عَلِمْنَا مَا فَرَضْنَا عَلَيْهِمْ فِي أَزْوَاجِهِمْ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ لِكَيْلَا يَكُونَ عَلَيْكَ حَرَجٌ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا

Önce bu ayete İslamoğlu ve Esed tarafından verilen anlamları aşağıya paylaşalım:

Mustafa İslamoğlu: 
Sen ey Peygamber! Biz sana mehir bedellerini verdiğin eşlerini; savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunan kimseleri; seninle birlikte göç etmiş bulunan amca ve hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını; ve kendilerini Peygamber`e (mehir bedeli istemeksizin) sunan ve peygamberin de kendilerini nikahlamayı kabul ettiği mü`min kadınları -ki bu yalnızca sana hastır, diğer mü`minler için değildir- helal kıldık. Doğrusu onlara eşleri ve sağ elleri altında bulunanlar konusundaki talimatlarımızı bilmekteyiz; ne ki bununla amaçlanan, senin zor durumda kalmamandır: zaten Allah tarifsiz bir bağışlayıcıdır, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.

Muhammed Esed:
Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini ve Allah’ın sana bahşettiği savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunanları sana helal kıldık. Ve seninle birlikte (Yesrib’e) göç etmiş olan amcalarının ve halalarının kızlarını, dayılarının ve teyzelerinin kızlarını; ve kendilerini Peygamber’e özgür iradeleriyle teklif eden, Peygamber’in de almak istediği mümin kadınları (da sana helal kıldık): (bu sonuncusu) yalnız sana özgü bir imtiyazdır, öteki müminler için değil, (zaten) onlara eşleri ve sağ ellerinin altında bulunanlar konusunda yapmaları gerekeni bildirdik. (Ve) artık sen (gereksiz) bir endişeye kapılmamalısın, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.

Ahzab s. 50. ayetine bakıldığında, bu ayet içinde iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Ayet içinde geçen أَزْوَاجَكَ اللَّاتِي آتَيْتَ أُجُورَهُنَّ  (mehirlerini verdiğin eşlerin) ifadesi ile, وَمَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ مِمَّا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَيْكَ(Allah'ın sana bahşettiği savaş esirleriifadesinin arası, وَ ile ayrılmaktadır. Çünkü bu ifadeler, hür ve köle olmak üzere, iki ayrı sosyal statüye sahip olan kadın gurubunu işaret etmektedir. Ahzab s. 50. ayeti Kur'an içinde 15 yerde geçen مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesini anlamanın anahtar ayetidir. Kur'an içinde geçen bu ifadelerin hepsinin, nuzül dönemi Arap toplumunda mevcut olan hür ve köle ayrımı dikkate alınmak sureti ile sureti ile çevrilmesi gerekmektedir. 

Kölelik ve cariyelik konusunun bazı kesimler tarafından eleştiri ve istismar konusu olmuş olması, maalesef bazılarımızı savunma psikolojisi içine sokmakta, bundan dolayı nuzül dönemi Arap toplumunda mevcut bulunan bu sosyal sistem maalesef es geçilebilmektedir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki: Kölelik ve cariyelik kurumu İslam tarafından ihdas edilmiş bir kurum değil, nuzül öncesi Arap toplumu içinde yerleşik bulunan bir kurumdur. Kur'an'ın doğru anlaşılması için nuzül öncesi Arap toplumunun sosyal şartlarının göz önünde bulundurulması, olmazsa olmazlardan olup, bu şartı göz ardı ederek yapılan çevirilerde maalesef çeviri sahiplerinin çelişkili anlamlara imza atması kaçınılmazdır.

Biz burada أَوْ edatının Kur'an'da geçtiği bütün yerlerde "veya, yahut, ya da" şeklinde anlama sahip olduğunu, bu edatın "yani" anlamına da sahip olduğu iddiasının tahrife kadar varabilecek bir zorlama olduğunu bile konuşmadan, Kur'an'ın kendi içindeki anlam örgüsü ile, hatalı bir çeviriyi nasıl ret ettiğini göstermeye çalıştığımızı tekrar hatırlatmak istiyoruz. 

Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerinde, Ahzab s. 50. ayetinde gördüğümüz iki gurup kadından bahsedilmektedir. İslamoğlu ve Esed, bu iki gurubu tek guruba indirmek sureti ile, izahı zor bir hataya imza atmışlardır. İslamoğlu ve Esed tarafından yapılan bu hatalı çeviriyi ise Ahzab s. 50. ayeti ortaya çıkarmaktadır. 

İslamoğlu ve Esed'in tutarlı ve çelişkisiz olmak açısından, Ahzab s. 50. ayetinde geçen وَ edatına, burada daأَوْ edatına verdikleri anlam gibi "yani" anlamında çevirerek, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetleri ile herhangi bir çelişkiye mahal bırakmamaları gerekirdi. Fakat Ahzab s. 50. ayetine böyle bir anlamın verilmesinin imkansız olduğunu çok iyi bildikleri için, böyle yapmamışlar, Esed bu ayetteki وَ edatına "Ve" anlamı verirken, İslamoğlu bu edatın anlamını, çeviriye dahi koymamak sureti ile, zannımızca düştüğü çelişkiyi örtmeye çalışmaktadır. Yaptığı Kur'an mealinde Muhammed Esed'den büyük ölçüde yararlanmış olan İslamoğlu'nun bu ayet içinde Esed'den yararlanmamış olması dikkat çekicidir.

Şeşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frenleimdi de  مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ ifadesinin, أَوْ edatı ile birlikte geçtiği Nisa s. 3. ayetine bakalım.

Nisa s. 3. ayeti:
eşleri -yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünk
eşleri -yani, (evlilik yoluyla) meşru olarak sahip oldukları insanlar- dışında (kimsede arzularına doyum aramazlar): çünkü onlar (eşleriyle olan ilişkilerinden dolayı) kına
eşleri; yani (nikah yoluyla) meşru şekilde sahip oldukları dışında (isteklerini frوَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَىٰ فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَىٰ وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ ۖ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ۚ ذَٰلِكَ أَدْنَىٰ أَلَّا تَعُولُوا

Mustafa İslamoğlu: 
Ve eğer yetimlere, adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle; ama onlara da adil davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir taneyle ya da meşru olarak sahip olduklarınızla (yetinin)! Bu, altına girdiğiniz sorumluluğu ihlal etmemeniz açısından daha uygundur.

Muhammed Esed: 
Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin -(hatta) ikisi, üçü veya dördü (ile); ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman (sadece) bir tane ile- yahut meşru şekilde sahip olduklarınız ile (evlenin). Bu, doğru yoldan sapmamanız için daha uygundur.
İslamoğlu ve Esed Nisa s. 3. ayetinde geçen أَوْ edatına, Mümi'nun s. 6 ve Mearic s. 30. ayetinde verdikleri "Yani" anlamı yerine, "ya da, yahut" anlamı vermişlerdir. Bu da demektir ki İslamoğlu ve Esed, Nisa s. 3. ayetinin iki farklı statüye sahip olan kadınlardan bahsettiğini kabul etmektedirler Ayetin mealinde geçen " o zaman size helal olan diğer kadınlardan biriyle evlenin; (hatta) ikisi, üçü ve dördüyle;" cümlesi, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetlerinde geçen أَزْوَاجِهِمْ kelimesine tekabül etmektedir. İslamoğlu ve Esed'in Nisa s. 3. ayetinde gördükleri أَوْ edatı ile ayrılan iki farklı statüye sahip olan kadını, Mü'minun ve Mearic surelerinde gör(e)memiş olmaları düşündürücüdür. 

Sonuç olarak: İslamoğlu ve Esed, Mü'minun s. 6. ve Mearic s. 30. ayetini nuzül döneminde mevcut olan sosyal statüyü dikkate almak yerine, Elalem ne der kaygısını dikkate alarak çevirmiş, bu suretle tahrif denilebilecek bir hataya imza atmışlardır. 

Yazımızın amacı sadece İslamoğlu ve Esed'in yaptığı hatalı bir çeviriye dikkat çekmek değildir. Asıl amacımız, ön yargılı çevirilerin Kur'an'ın kendi anlam örgüsü içinde nasıl ret edildiğinin İslamoğlu ve Esed çevirileri örneğinde görülmesidir. Kur'an üzerinde çeviri çalışmaları yapanların dikkat etmeleri gereken önemli hususlardan birisi, bu anlam örgüsünü hiçbir zaman gözden ırak tutmamaları gerektiğidir. Çünkü yaptıkları çevirilerde, anlam örgüsüne dikkat etmemeleri, çelişkili anlamlara imza atarak, sorumluluk altına girmelerine sebep olmaktadır.

İlgili ayetlerde geçen  أَوْ edatına, aşağıdaki gibi verilen bütün meallerin doğru olarak çevrilmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

 "Ancak eşleri VE YA sağ ellerinin sahip olduklarına karşı (tutumları) hariç; bu konuda onlar, kınanmış değillerdir."

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Ağustos 2018 Cuma

Ölmediğine İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 30. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak

Bugün İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların ekseriyetinde yerleşik bulunan elçi inancı, Kur'an'ın ortaya koyduğu elçi inancı ile taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. İsa (a.s) ı ilah konumuna yükselten Hristiyanlara dahi parmak ısırttıracak şekilde aşırılık içeren elçi inancı maalesef Müslümanlarda itikadi sorunlar oluşturmaktadır. Bu yazımızda, yine Kur'an ile zıtlık arz eden bir inanç olan, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğuna dair olan inancı ele almaya çalışacağız. 

Bugün din hakkındaki bilgilerini Kur'an'dan değil de, bazı kişilerin anlattıkları hurafelerden veya rivayet kitaplarından alan kişilere şayet, "Muhammed (a.s) ölü mü dür yoksa diri mi dir?" şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevap onun ölü olmadığı diri olduğu yönünde olacaktır. Çünkü peygamber sevgisi adına, Muhammed (a.s) ın ölü olduğunu söylemeye dilleri varmamakta, onun ölü olduğunu söylemenin kişiyi sanki ona küfür ve hakaret etmek gibi bir duruma düşüreceği zannedilmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizden umre ve hac ibadeti için gidenlere verilen siparişlerin başında, onun diri olduğuna inanan Müslümanlarca Muhammed (a.s) a selam söylenmesi gelmektedir. Gönderilen bu selam, maalesef onun ölü olmadığı inancının bir yansımasıdır. Özellikle "Ehli sünnet itikadi" adı altında anlatılan Muhammed (a.s) ın ölü olmadığına dair iddialar, bizim buraya alıntı yapmaya dahi haya edebileceğimiz derecede çirkinlik arz etmekte, fakat bu çirkinlikler özellikle tasavvuf kesiminde bir hayli alıcı bulmaktadır.

Biz, bu konuda Kur'an'ın söyledikleri üzerinde düşünmeye davet ederek, bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışa dikkat çekmeye çalışacağız. Din konusunda bizlere yol göstermesi ve hakem olması gereken yegane kaynağın Kur'an olmalıdır. Şayet din konusunda gelen bir bilgi Kur'an tarafından onay almıyorsa, o bilginin hiçbir değeri olamaz.

[Al-i İmran s.144] Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce de resuller geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.

[Enbiya s.034]  Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?

[Ankebut s.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.

[Zümer s.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

Konuyu, bu ayetler ışığında düşündüğümüzde, "Muhammed (a.s) da ölmemiştir kabrinde diridir" gibi sözler etmek, Kur'an tarafından artık onay almayacaktır. Ancak yine Kur'an tarafından onaylanmayan bir düşünce olan kabirlerdeki insanların ceza veya mükafat gördüğü inancını kabul edenler tarafından, bu ayetler maalesef kabul görmeyecek, "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" şeklinde itirazlar yükselecektir.

Muhammed (a.s) ın diri olduğu iddiası, Bakara ve Al-i İmran surelerinde geçen, Allah yolunda öldürülmüş olanlar ile ilgili ayetler ile desteklenmek istenilmektedir. 

[Bakara s.154] Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.

[Al-i İmran s.169] Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.

"Mecaz, cahilin elinde hakikate dönüşür" sözüne bir kelime ilave ederek, "Mecaz, cahilin ve ön yargılı olanın elinde hakikate dönüşür" şeklinde söylediğimizde, bu ayetlere istinaden Muhammed (a.s) ın ölmediğini iddia etmek, ancak ön yargılı bir düşüncenin eseri olabilir. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı bilindiği gibi yatağında ölmek şeklinde gerçekleşmiştir, yani Allah yolunda öldürülmek gibi bir durumu yoktur. Ancak bu duruma da bir kılıf bulunmuş, Hayber'de yediği yemekten dolayı zehirlenmiş olduğu ve bu durumun onun vefatına sebep olduğu iddiası, onun Allah yolunda öldürülmüş olduğuna kanıt olarak sunulmaktadır. 

Allah yolunda öldürülmüş olanların ölü olmadığı, diri olduğu şeklindeki beyan, hakikat değil mecaz bir ifadedir. Bu beyan Allah yolundaki ölümün boşa gitmediği, ve bu şekildeki ölümün teşvik edildiği şeklinde anlaşılması daha makul bir yaklaşımdır. Şayet bu ifadenin hakiki olduğunu düşündüğümüzde, bu şekilde öldürülmüş olan bir kişi şayet evli ise, onun geride bıraktığı eşi halen onunla evli sayılacak, ve başka birisi ile asla evlenemeyecektir. Çünkü kocası ölü değil diridir ve kocası ölmemiş birisinin başka birisi ile evlenmesi onu boşamadığı sürece asla mümkün değildir.

Muhammed (a.s) ın ölmediği kabrinde diri olduğu iddiası bilindiği gibi tasavvuf ekolünde daha fazla rağbet görmektedir. Bunun sebebi ise, türbelerde bulunan ölülerden medet ummak gibi bir şirk içine düşmüş olanların türbelerde yatan bu kişilerin diri olmaları gerektiği düşüncesine binaen, önce Muhammed (a.s) ın diri olması gerektiğidir. Yani önce onun diri olması gerekmektedir ki, sonra türbelerde yatan kişilerin de ölü olmadığı inancı daha kolay alıcı bulabilsin.  

"Esselamu aleyke ya resulullah" şeklinde yapılan hitap,  ölmemiş olduğuna inanılan elçiye karşı yapılan bir hitap olarak, bir çok Müslümanın dilinde dolaşmaktadır. Namazlarda okunan tahiyyat duasında geçen bu hitabın yerine, "Esselamu alennebiyyü" veya "Esselamu alel enbiyai" sözlerini kullananın daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca minarelerden okunan selalardaki ölmemiş elçiye yapılan hitap tarzı, itikadi açıdan büyük sıkıntılar doğurmasına rağmen, sanki İslami bir şiar gibi muamele görmektedir.

Muhammed (a.s) ın bugün nasıl bir durumda olduğu şayet Kur'an kaynaklı bir bakış açısı ile değerlendirilmiş olsaydı, bugün onun ölü mü yoksa diri mi olduğu gibi tartışmalar asla olmayacak, bu türden ihtilaflar gündemde bile olmayacaktı. Ancak aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olan bu gibi düşünceler Müslümanlar arasında yer etmiş olduğu için, bu gibi düşünceler yaygın olarak kabul görebilmektedir.

Bu konuda da Müslümanlar iki yoldan birisini seçmek durumundadır.

Bazı kimseler Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı şeklindeki Kur'an ile çelişen düşünce ile, Kur'an tarafından beyan edilen Muhammed (a.s) ın ölü olduğu beyanı arasında tercih yapmak durumundadır. Çünkü Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı iddiası beraberinde akidevi sorunları da getirmektedir. Çünkü o atfedilen bazı özellikler onu Allah ile denk bir duruma getirmekte, bu denklik iddiası ise, iddia sahiplerini şirk batağına düşürmektedir.

Muhammed (a.s) a sevgi adına yapılan bu tür aşırılıklar, Allah'ı kulun seviyesine indirmek, veya kulu Allah'ın seviyesine indirmek anlamına gelmektedir. Onun beşer oluşu gerçeği hiç bir zaman gözden ırak tutulmamalı, onu beşer üstüne çıkarmanın akidevi sorunları da beraberinde getirdiği gerçeği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) bir beşerdir ve her beşer gibi ölümü tatmış, yine her beşer gibi kabrinde yeniden dirileceği günü beklemektedir. Bu süreç zarfında hiçbir şeyden haberi yoktur, ne kabrine gelenleri, ne de kendisine gönderilen selamları işitir. Hele hele Allah (c.c) ile bizim aramızda aracılık yapması gibi bir durumu da yoktur. Kim ki böyle bir inanç içindedir, bu inancın literatürdeki adı apaçık şirktir.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


7 Haziran 2017 Çarşamba

Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da,  gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.

Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.

[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.

Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir. 

Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.

Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır. 

Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır. 

Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir. 

Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır. 

Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


4 Mayıs 2017 Perşembe

Tevbe s. 30. Ayeti: Üzeyr ve İsa'yı Allah'ın Oğlu, Muhammed'i Allah'ın Habibi Yapan Yahudi Hristiyan ve Müslümanlar

Kur'an'daki bazı ayetler, Yahudi ve Hristiyanların yapmış olduğu bazı yanlışlara dikkatimizi çekmektedir. Kur'an'ın, bu toplulukların yaptıkları yanlışlara dikkatimiz çekme sebeplerinden birisi, o yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaya yöneliktir.

[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.

Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.

İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.

Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.

Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler. 

Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.

[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.

Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.

Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.

Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir. 

Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da  ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.

[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir. 

Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

5 Mart 2017 Pazar

Fecr s. 27. ve 30. Ayetleri: Ey Mutmain Nefs Hitabı Kime Yapılmaktadır ?

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında , okunan ayetlerin sure içi bağlam bütünlüğünün göz önünde bulundurulması, ve ön yargılardan arınmış bir bakış açısı çok önemlidir. Bağlamdan kopuk ve ön yargılı okumaların getirdiği sorunlar ,ve bu türden yapılan okumaların yol açtığı farklı fikir ve düşünceler , bizlerin hizip ve cemaatlere bölünmek sureti ile ayrışmalar yaşamamıza sebep olmaktadır. 

Fecr s. 27. ve 30. ayetlerinde , Ey mutmain nefs şeklinde yapılan hitabın kime olduğu konusunda, tefsirlerde yapılmış yorumlarının sure bütünlüğü ile alakasız olduğu dikkatli Kur'an okuyucularının gözünden kaçmamaktadır. Yazımızda bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunu ele almaya çalışacağız.

Fecr s. 27. ayetinde Ey mutmain nefs şeklindeki hitap ile ilgili olarak tefsirlerde , bu hitabın cenneti hak etmiş kişiye yapıldığı şeklinde yorumlar yapılmaktadır. Ancak bu ayeti sure ve Kur'an bütünlüğünü dikkate alarak okuduğumuzda, bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunda farklı bir düşünce ortaya çıkacak , tefsirlerde yapılan yorumların isabetli olmadığı görülecektir. 

Öncelikle surenin tamamının mealini paylaşarak konuyu sure bütünlüğünü dikkate alarak anlamaya çalışalım. 

[089.001]  Fecre and olsun,
[089.002]  Ve on geceye,
[089.003]  Çifte ve tek'e,
[089.004]  Gitmekte olan geceye.
[089.005]  Bunda akıl sahibi için bir yemîn yok mudur?
[089.006]  Görmedin mi rabbın nasıl yaptı Ade?
[089.007]  Sütunlar sahibi İrem'e?
[089.008]  Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı.
[089.009]  Vâdide kayaları yontan Semud kavmine?
[089.010]  Kazıklar sahibi Firavun'a,
[089.011]  Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.
[089.012]  Böylece oralarda fesadı 'yaygınlaştırıp-arttırmışlardı.'
[089.013] Onun için de Rabbin üzerlerine bir azap kamçısı yağdırdı.
[089.014] Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.
[089.015]  Ama insan, Rabbi onu her ne zaman imtihan edip de kendisi de ikramda bulunur, nimetler verirse: «Rabbim bana ikram etti.» der.
[089.016]  Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: «Rabbim bana ihanette bulundu.» der.
[089.017]  Hayır hayır doğrusu siz yetîme ikram etmiyorsunuz
[089.018]  Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özendirmiyorsunuz.
[089.019]  Mirası hak gözetmeden yersiniz.
[089.020]  Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.
[089.021]  Ama yer; parça parça dağıtıldığında.
[089.022]  Rabbinin gelip melek sıra sıra dizildiği zaman,
[089.023]  O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?
[089.024]  Der ki, «Keşke hayatım için (güzel ameller) takdim etmiş olsa idim.»
[089.025]  Artık o gün O'nun yapacağı azabı bir kimse yapamaz.
[089.026]  O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.
[089.027]  Ey mutmain  nefis,
[089.028]  Dön Rabbına. Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak.
[089.029]  Artık kullarımın arasına gir.
[089.030]  Gir, cennetime.

Sureyi kısaca özetleyecek olursak ; İlk ayetler yemin ile başladıktan sonra (1-5) devamında , yeryüzünde fesat çıkarmak sureti ile tuğyan eden önceki kavimlerin helak edildikleri haber verilmektedir (6-14). Surenin devamında Mekke'li inkarcılara yönelerek onların yaşamları içinde yaptıkları fesat ve tuğyan dile getirilmektedir (15-20). Devam eden ayetlerde ise kıyamet , hesap , ve yeryüzünde fesada ve tuğyana koşanların hesap günündeki akıbeti haber verilmektedir (21-26).

Surenin 27-30. ayetleri arasındaki yapılmış olan hitabın sure bütünlüğü ile uyumlu bir anlama sahip olması gerektiği halde , tefsirlere bakıldığında bu ayetler , sure bağlamından kopuk bir şekilde okunmak sureti ile cenneti hak etmiş olan kimseye yapılmış bir hitap olarak anlaşılmış ve o şekilde yorumlar yapılmıştır. Halbuki Fecr s. 27-30. ayetleri , surenin önceki ayetlerinde yeryüzünde fesat ve tuğyana koşanlara karşı yapılmış bir hitap olarak okunduğunda, sure bütünlüğüne daha uygun bir anlama sahip olmuş olacaktır. Çünkü yapılan hitap , hesap gününde cenneti hak etmiş bir kimseye değil , halen yaşayan dünya hayatını fesat ve tuğyan içinde yaşayanlara yönelik bir hitaptır. 

Mutmain nefs deyiminin,  hitap edilen bu kimseler ile ilgili bir anlama sahip olması gerektiğini düşünmekteyiz. Tefsirlerde bu konuda yapılan yorumlar , sure bütünlüğü dikkate alınarak değil , tasavvuf düşüncesindeki nefsi mutmainne terimine verilen anlam dikkate alınarak verilmiştir. 

Tasavvuf kültüründe Nefsi Mutmainne şu şekilde tarif edilmektedir ; Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan , itmi'nan-ı kalp ile Allah'ı Rab kabul edip , onun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve ona ulaşan insanın nefsi.

Bu tarife delil olarak Fecr suresi 27-30. ayetleri delil getirilmiş olmasına karşın , bu ayetleri sure ve Kur'an bütünlüğünde okuduğumuzda bu delilin tutarlı olmadığı görülecek , bu ayetlerde geçen bazı kelimeleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımız zaman , söylemek istediklerimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

Mutmainne ; Huzursuz , rahatsız edildikten sonra sakinleşmek , rahatlamak , huzur bulmak anlamına gelen El İtminanü ve Ettumaninetü kelimesinin , sakinleşmiş , rahatlamış , huzur bulmuş anlamında kullanılmasıdır. 

Bu kelimenin konumuz ile bağını kurabileceğimiz Kur'an içinde geçtiği ayetler şunlardır;

[022.011] İnsanlardan öyleleri de vardır ki; Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır (etmaenne) . Başına bir bela gelirse; yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte apaçık kayıp budur.

[010.007]  Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatı ile mutmain olanlar (vetmaennu) ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar;

[016.112-113] Allah size güven ve huzur içinde olan (mutmainneten) bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı. And olsun ki, aralarından kendilerine bir peygamber gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederlerken azaba uğradılar.

Nahl s. 112 ve 113. ayetlerinde verilen kasaba meselinde kendilerine verilen dünya malı ile mutmain bir halde yaşayan , bu nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen bir toplumun , başına gelenler anlatılarak , ilk muhataplar olan Mekkelilere gönderme yapılmaktadır. Fecr suresinin 6. ve 14. ayetleri arasına baktığımızda nimet içinde yüzen şehirlerin isimleri verilerek , bu şehirlerde yaşayan toplulukların helak edildiklerini görmekteyiz. 

Kur'an kendilerinden önce helak edilmiş kavimleri örnek vererek , o kavimlerin Mekkelilerden kat be kat güçlü oldukları halde helak edildiklerini bir çok yerde haber vermektedir. 

[034.045]  Ve onlardan evvelkiler de tekzîp etmişlerdi. Halbuki onlar, ötekilerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Resûllerimizi tekzîp ettiler. Artık bak, Benim (onları) inkârım nasıl oldu?.

Fecr suresi içinde kendilerine verilenler ile mutmain olmuş ahireti unutarak tuğyan içinde koşmalarının bedelini helak ile ödeyen kavimler ile Mekkelilerin onlardan aşağı kalmayan bir yaşam sürdükleri hatırlatılarak uyarılmaktadır. Ey mutmain nefs şeklinde Fecr s. 27. ayetinde yapılan hitabın , huzuru ve tatmini kendilerine verilen nimetlere karşı tuğyan etmek yolu ile bulanlara karşı olması , konuyu Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımızda daha isabetli olarak görülmektedir.

Fecr s. 28. ayetindeki ircii (dön) emri , sure ve Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunduğunda, bu emrin halen dünya hayatını yaşayan kimseye yapılmış bir hitap olduğu anlaşılacaktır. Dünya hayatını yaşayarak ölmüş olan bir kimse için böyle bir emir , o kişinin ölmek sureti ile zaten Rabbine dönmüş olmasından dolayı söz konusu olamaz. Yani Allah (c.c) kıyamet gününde bir kuluna Rabbine dön şeklinde bir emir vermez ,çünkü kul Rabbine dönmüştür.


[041.050]  Başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak: «Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum. RABBİME DÖNDÜRÜLÜRSEM, O'nun katında and olsun ki, benim için daha güzel şeyler vardır» der. İnkar edenlere, işlediklerini, and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun ki çetin bir azap tattıracağız.

[002.028]  Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda ONA DÖNECEKSİNİZ; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?

[002.281] ALLAH'A DÖNECEĞİNİZ ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.

[010.056] Dirilten ve öldüren O'dur. ONA DÖNECEKSİNİZ.

Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri , dünya hayatını yaşayan halen ölmemiş olan insana yapılmaktadır. Dolayısı ile Fecr s. 28. ayetindeki Rabbine dön emri , halen yaşayan insana yapılan bir hitap olup , ölmüş ve görülen hesabı sonucunda cenneti hak etmiş insana yapılan bir hitap değildir. 

Fecr s. 28. ayetindeki radiyeten merdiyeten (sen ondan razı o senden razı olmuş) cümlesi , insana rabbine nasıl bir halde dönmesi gerektiğini beyan etmektedir. Kulun dünya hayatında Rabbini razı edecek ameller işlemesi , Rabbinin o kulundan razı olmasını , kulun Rabbinden işlediği amellerinin karşılığında alacakları ise , o kulun Rabbinden razı olmasını beraberinde getirecektir.

[005.119]  Allah dedi ki: «Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.»

[009.100] (İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.

[098.008] Onların Rableri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.

Yukarıdaki ayetler dünya hayatlarını Rablerini razı etmek doğrultusunda geçirenlerin , Rableri tarafından razı edileceğini haber vermektedir. Fecr s. 29. ve 30. ayetleri de bu sonucu haber vermektedir. 

Sonuç olarak ; Fecr s. 27-30. ayetlerinde Ey mutmain olan nefs hitabının kime yapılmış olduğunu doğru biçimde anlayabilmek , ilgili ayetlerin sure bütünlüğü ile bağının kurulması ile mümkündür. Bütünlük gözetilerek yapılan bir okumada , yapılan hitabın huzuru , mutluluğu ve tatmini, yaşadıkları dünya hayatında sahip oldukları nimetlere nankörlük etmekte bulan , yaşadıkları beldelerde fesat ve tuğyanı çoğaltanlara ikaz olarak yapıldığı görülecektir. 

Bu ayetlerin tefsirlerinde , yapılan hitabın cenneti hak etmiş olan kişilere olduğu yönündeki yorumlar , surenin bağlamından kopuk bir okumanın sonucudur.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Ekim 2016 Çarşamba

Furkan s. 30. Ayeti : Muhammed a.s Kimleri Şikayet Edecek ?

"Resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş  olarak edindiler." mealindeki Furkan suresinin 30. ayeti , Kur'an merkezli düşünceye sahip olanların , rivayet merkezli düşünceye sahip olanlara karşı , onların Kur'anı merkeze almamaları nedeni ile, kıyamet günü Muhammed a.s tarafından Allah c.c ye şikayet edileceklerine dair ortaya koydukları bir ayettir.

Kur'an'ın rivayetlerin gerisinde bırakılarak "Mehcur" (terk edilmiş) bir halde bırakılması elbette kabul edilir bir şey değildir ve Kur'anın önüne kişi , kitap ,ideoloji v.s türünden  hiç bir şey asla geçirilmemelidir. Kur'anın mehcur bırakılmaması gerektiği noktasındaki düşünceler doğrultusunda sözler söylenirken, delil ortaya konan bazı ayetlerin, yazımıza konu etmeye çalıştığımız Furkan s. 30. ayeti gibi maalesef doğru bir delil olarak görmediğimizi söylemek istiyoruz. şöyle ki : 

Furkan suresi 30. ayetinde geçen konuşma, kıyamet sonrası meydana gelecek bir sahneyi anlatmaktadır. Muhammed a.s o sahnede "Kavminin Kur'an'ı mehcur bıraktığını" söylemektedir. Burada dikkat edilmesi gereken "Kavmim" kelimesidir. Muhammed a.s bütün ümmetini değil sadece içinde yaşadığı kavmini şikayet etmektedir. Ümmetini şikayet etmesi gibi bir durum zaten söz konusu olamaz.

Muhammed a.s ın şikayetçi olduğu kimseler , yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olup , vefatı sonrası gelecek olanlar ile ile ilgili olarak herhangi şahitliği olamayacağı için , dolayısı ile şikayetçi de olamayacaktır. 

Bu yazıyı yazma amacımız bir kaygımızı dile getirmeye çalışmak amaçlıdır şöyle ki : Muhammed a.s ın kıyamet günündeki şikayeti olan ayetin, bugün Kur'anı terk edenler için delil olarak sunulması , Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin sürüyor olması iddiasını da beraberinde getirecektir. Böyle bir iddianın temelinde rivayet kültürünün ürettiği , onun ölmediği , kıyamete kadar hayatiyetinin devam ederek , ümmeti üzerinde gözcülüğünün devam edeceği düşüncesi yatmaktadır.

Kur'an merkezli düşünce sahipleri olarak , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmak demek , bir bakıma rivayet kültürünün üretmiş olduğu , Muhammed a.s ın ölmediği düşüncesini kabul etmek anlamına gelecektir. 

Bu kaygıya binaen , Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin , bugün Kur'anı terk edilmiş bırakan insanlara karşı bu ayeti delil olarak sunmalarının yanlış olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Çünkü Muhammed a.s ın şikayet edeceği kimseler "Kavmim" olarak ifade ettiği insanlar olup , yaşadığı zaman ve mekan içinde muhatap olduğu kimselerdir. 

Böyle bir düşünce serdetmiş olmamız , bizim tarihselcilik düşüncesine sahip olup olmadığımız sorusunu akıllara getirebilir. Tarihselcilik veya Evrenselcilik adlı ideolojilerin hiç birinin taraftarı olmadığımızı hatırlattıktan sonra , Kur'anın bazı ayetlerinin doğru anlaşılması ilk önce o ayetlerin tarihsel bağlamının anlaşılmasından geçtiğini söylemek isteriz. Tarihsel bağlamı göz önüne alındıktan sonra o ayetin bize dair bir mesajı olup olmadığı konusu üzerinde konuşulabilir. 

Eğer bir ayet bugün bizim için herhangi bir mesaj içermiyor ise , o ayeti evrenselcilik adına illaki bugün içinde geçerli olması gibi zorlama te'vil içine sokmanın gereği de yoktur . Furkan s. 30. ayeti , Muhammed a.s ı yaşadığı hayat içinde muhatap olduğu ve Kur'ana iman etmeyen kişiler hakkında böyle bir şikayette bulunacaktır. Bu ayeti evrenselleştirmek adına, şikayetin tüm zamanlarda yaşayan Kur'anı terk edilmiş bırakanlara dair olacağı düşüncesi başka yanlışları beraberinde getirmesi gibi bir sakınca ortaya çıkardığı için , bu ayetin bugün rivayet kültürünü öncelleyen insanlara karşı bir silah olarak kullanılmasının yanlış bir delillendirme olacağını söylemek istiyoruz. 

Sonuç olarak : Muhammed a.s ın kıyamet gününde , kavmini Kur'anı mehcur bıraktığı gerekçesi ile şikayet edeceğini beyan eden Furkan s. 30. ayetinin bugünkü tartışmalarda kullanılması bir takım problemleri beraberinde getirmektedir. Muhammed a.s ın şikayetinin evrensel bir zaman için geçerli olduğunu iddia etmek anlamına gelen bu ayetin bugün kullanılması , Muhammed a.s ın şahitliğinin bizleri de kapsadığını iddia etmek anlamına gelecektir. 

Muhammed a.s ın şahitliğinin kıyamete değin olduğu düşüncesi , rivayet kültürünün üretmiş olduğu ve Kur'an'dan onay almayan bir düşüncesi olması nedeniyle , Kur'an merkezli düşünce sahipleri tarafından bu şahitliğin bizler içinde geçerli olduğu düşüncesini taşıması açısından , Furkan s. 30. ayetinin bazı kimselerin elinde silah olarak kullanılması, bu silahın geri teperek sahibini vurması anlamına gelecektir. Bu ayetteki şikayetin bugüne de şamil olduğunu düşünmek Muhammed a.s bizleri de gördüğü , işittiği anlamına gelecektir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.