nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nasıl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2016 Cumartesi

TEVBE s. 14. Ayeti : Allah Kafirleri Nasıl Cezalandırır? ,Onları Nasıl Rezil Eder ?

Bugün yeryüzünde en fazla zulme , ve baskıya maruz kalan topluluklarının başında biz Müslümanların geldiği acı bir gerçek olup , şu anda dünyanın bir çok yerinde yaşayan Müslüman coğrafyasında akan kan ve gözyaşı bu acı gerçeğe şahitlik etmektedir. Kafirler tarafından bize reva görülen bu zulüm ve göz yaşına sebep olanların, cezalandırılması , rezil edilmesi , bizi onlara galip kılması için , ve kalplerimizi ferahlatması için Allah (c.c) ye dualar etmekteyiz , fakat bu dualar kabule şayan olmamakta , Müslüman coğrafyasında kan , zulüm ve gözyaşı hız kesmek şöyle dursun , daha da artarak devam etmektedir.

Acaba nerede yanlış yapıyoruz ki , "Bana dua edenin duasına icabet ederim" (2.186) buyuran Rabbimiz , neden bizim bu dualarımıza icabet etmiyor ?. 

Bu sorumuza cevap olabilecek bir çok ayet mevcut olup , bu ayetlerden birisi Tevbe s. 14. ayetidir.

[009.014]  Onlarla SAVAŞIN ki, Allah sizin ellerinizle onları CEZALANDIRSIN; onları REZİL ETSİN; sizi onlara GALİP KILSIN ve mümin toplumun KALPLERİNİ FERAHLATSIN.

Tevbe s. 14. ayeti , Allah (c.c) ye yaptığımız , kafirleri cezalandırması , onları rezil etmesi , bizi onlara galip kılarak kalplerimize ferahlık vermesi yönündeki dualarımızın kabul edilmesinin şartını, ONLARLA SAVAŞMAK olarak belirlemiştir. 

[002.251]  Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. ŞAYET ALLAH'IN İNSANLARI BİRBİRİ İLE DEF EDİP SAVMASI OLMASAYDI YERYÜZÜ MUHAKKAK FESADA UĞRARDI. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[022.040]  Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. EĞER ALLAH İNSANLARIN BİR KISMINI BİR KISMI İLE DEF ETMESEYDİ İÇİNDE ALLAH'IN ADININ ANILDIĞI KİLİSELER, HAVRALAR, MESCİDLER, ELBETTE YIKILIRDI. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).

Bakara s. 251. ve Hac s. 40. ayetlerinde, yeryüzünden fesadın kaldırılmasının yollarından birisinin "Savaşmak" olduğu belirtilerek , bunun yapılmaması neticesinde , insanların en kutsal olarak bildikleri şeylerin bile ayaklar altında çiğneneceği beyan edilmektedir. 

İnsanların kutsal olarak bildikleri değerlerinin , bu kutsallara karşı saygıları olmayan,diğer insanlar tarafından ezilmesini , ayaklar altında çiğnenmesini önleme yollarından  birisi, silahlı mücadeledir.

Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların kutsal bildikleri değerler olan , kan , mal , can , ırz , namus , din, nesil , ibadethane gibi kutsal değerler , bu değerlere saygıları olmayanlar tarafından ayaklar altına alınmış vaziyettedir.

Bu durumdan olan rahatsızlığımızı Allah'a arz ederek , bizleri bu sıkıntılardan kurtarması için dualar etmekte fakat bu dualar kabul olmamaktadır. Bu duaların kabul edilmemesi bizleri ,  "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramaya çalışmamıza sevk etmesi gerekmektedir.

Nerede yanlış yapıyoruz ki yaptığımız dualar kabul olmuyor?.

Yaptığımız en büyük yanlış , bizim şu andaki başımıza gelenlerin bir benzerinin , bizden öncekilerin başlarından geçtiği zaman , onların bu sıkıntılardan kurtulma yollarının anlatıldığı ayetlerden ibret almayı amaçlayan bir okuma yapmamış olmamızdır.

Bakara s. 251. ayeti , 246. ayetten başlayan bir bağlam içinde okunması gereken bir ayet olup , İsrailoğullarının bizim şu anda içine düştüğümüz bataktan kurtulma yolu anlatılarak , bu anlatılanların bizlere örnek olması amaçlanmaktadır.

Yurtlarında sürülmüş , çocuklarından uzaklaştırılmış olan İsrailoğulları , uğradıkları bu zulümden Talut'un komutasında bir ordu ile , onları bu zulme uğratan Calut'a karşı savaşmışlar , neticede galip gelerek , bu zulme son vermişlerdir.

Kur'anın beyan etmiş olduğu bu durum , evrensel bir yasa olup , dün zulme insanların bu zulümden kurtulmak için yaptıkları , bugün , yarın ve kıyamete kadar zulme insanların uygulamaları gereken bir kural olup , bu kuralı uygulamayan hiçbir topluluk , içinde bulunduğu zulümden kurtulamaz.

[008.060]  Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı, sizin düşmanınız ve bunlardan başka sizin bilmeyip te Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size ödenir ve siz asla zulüm olunmazsınız.

Enfal s. 60. ayeti , savaşmak için gerekli olan şartın , zamanın en modern savaş gereçleri ile zulme karşı koymak olduğunu beyan etmektedir. Dün modern bir savaş gereci olan at , yerini daha modern , tank , top , uçak v.s gibi savaş araçlarına terk etmiştir. 

Bu araçların üretilmesi elbette , "Kevni Ayetler" dediğimiz Mushaf dışındaki ayetlerin okunması sonucunda mümkün olacaktır. Bugün , İslam dünyasında ağırlıklı olarak "Ayet" kelimesi telaffuz edildiğinde akla ilk  maalesef Kur'an ayetleri olup , Kur'an dışında yaratılmış olan ayetler akla gelmemektedir.

"Allah (c.c) her dert ve sıkıntı için çaresini yaratmıştır" sözünün, bugün biz Müslümanlar arasında karşılık bulma şekli , herhangi bir derdin şifa bulması için , herhangi bir ayet veya surenin okunması şeklindedir. Kur'an dertlere şifa sunan bir reçete olup , hiç bir hastalığın , sadece reçetenin okunması ile şifa bulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Hastalığın şifa bulması ancak ve ancak reçete içinde muhteviyatın tatbiki ile mümkün olacaktır.  

Kafirlerin İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları, kan gözyaşı ve zulme boğmuş olmasını bir HASTALIK veya DERT olarak değerlendirirsek , bu hastalık veya dert'ten kurtulmanın yolu , REÇETE OKUMALARI ile değil , REÇETE MUHTEVİYATININ TATBİKİ ile mümkün olacaktır.

"Kafirlerin helak edilmesi için yaptığımız dualar neden kabul edilmiyor?" sorusunun cevabı işte buradadır. Bizler kafirlerin helakı için gerekli olan reçeteyi tatbik yerine , reçete okumaları ile bu işin olacağı zannına kapıldığımız için , dualarımız kabul edilmemektedir.

Allah (c.c) , bizlerin "Kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemek" derdimize karşı şifa için yazdığı reçete SAVAŞMAK şeklinde olup , bizler bu reçeteyi tatbik etmek yerine sadece okumak şeklinde bir yol takip ettiğimiz için , bırakın dertlere deva olmak , dertler daha da müzminleşerek artmaktadır. 

Kafirlerin dünya üzerinde yapmış olduğu zulüm ve fesat hareketinin , önlenmesi onlardan teknolojik yönden daha ileri bir seviyede olmak ile gerçekleşecektir. Kafirlerin kevni ayetleri okumaları sonucunda elde ettikleri başarılar onları şımartarak, "Bizden büyük yok" vehmine kapılmalarına sebep olmuştur. 

Onlar kevni ayetleri okuyarak elde ettikleri teknolojik üstünlüğü , bu ayetlerin kullanma klavuzu olan "Kur'an" ile birlikte okumadıkları için , sadece dünya merkezli bir hayatın getirileri peşinde koşarak, bu konuda herhangi bir sınır tanımamaktadırlar. 

Kevni ayetlerin kullanma klavuzu olan Kur'an , insanın yaşadığı "Dünya Hayatı" nın geçici , ölüm sonrası yeniden diriliş sonrası başlayacak olan "Ahiret Hayatı" nın ebedi olduğunu hatırlatarak , insanların yapmış oldukları amelleri bu gerçeği hatırdan çıkarmadan yapmalarını, tarih boyunca gelen elçiler aracılığı ile bildirmiştir. 

Kafirlerin , kevni ayetleri okumaları sonuç elde ettikleri teknolojik başarıyı , kullanma klavuzu olan Kur'anın kevni ayetlerin nasıl okunması gerektiği dair olan bilgilerin göz ardı edilmesi sonucunda , kevni ayetler ile yapılan teknoloji ve onun ürünü olan silahlar , mazlumlar üzerinde ölüm kusan korkunç araçlar haline gelmişlerdir. 

Biz Müslümanların ise kevni ayetleri okumayarak sadece kitabı ayetleri okuma sonucu , geri kalmışlık içine girerek , bir tarafın sadece kevni ayetleri okumak , diğer tarafın ise sadece kitabı ayetleri okumak sonucu elde ettikleri sonuç , dünyanın şu andaki içinde bulunduğumuz durumu beraberinde getirmiştir.

Kafirler eğer , Allah (c.c) nin hem kevni hem de kitabı ayetlerini beraber okuyarak, elde ettikleri araçları nasıl kullanmaları gerektiği yönündeki verilen tarife göre bir kullanım içine girerek , hem "Kafir" isminden , hem de zulüm ve baskının önderleri olmaktan kurtularak , dünyayı barış içinde yaşanan bir yer haline getirir , biz Müslümanları ürettikleri silahların etki derecesini ölçtükleri bir kobay ,ve silah reklamı yapılan canlı hedefler haline gelmekten kurtarabilirdi.

Gelgelelim durum maalesef böyle olmamakta , petrol zengini halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri , bu silahları yapmaya gayret etmek şöyle dursun , ülke zenginliklerini bu kafirlerin ürettikleri silahlara akıtarak onların kasalarını doldurmalarına sebebiyet veren bir politika gütmektedirler.

"Dua" kelimesinin anlam alanı etrafında olması gerekenler ile , biz Müslümanların bu kelimenin anlam alanı etrafında yaptığı uygulama , Kur'an ile çeliştiği için , yaptığımız dualar karşılık bulmamaktadır. Eğer bizler dualarımızın karşılık bulmasını istiyor isek , Kur'anın bu konuda sunduğu reçeteyi aynen uygulamamız gerekmektedir.

Kur'anın kıssa yollu anlatımları , bir çok konuda olduğu gibi , dün zalimlerin baskılarından kurtulma yolunun nasıl olduğunu yaşanmış örnekleri ile anlatarak , bugün , yarın , kıyamete kadar bu yolun böyle olacağını ve olması gerektiğini bizlere mesaj olarak vermektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) kendisine düşman olan kafirlerin cezalandırılmasını , kendisine "Müslümanım" diyen kullarına bırakarak , bizleri de bir çeşit denemeye bu yolla tabi tutmaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için seçtiği bu yolu terk ederek , meydanı kafirlere bıraktığımızda , şu anda içinde bulunduğumuz durumlar meydana gelerek , dünya büyük bir fesadın içine düşecektir.

Bizler bu görevi , maalesef bize bu görevi verenin kendisine tevdi ederek bizden önceki İsrailoğullarının yaptığı olan "Bizim yerimize sen savaş" diyerek , onun gökten melekleri ile inmesini beklemekteyiz.

Sonuç olarak ; Bizler Müslümanlar olarak eğer içinde bulunduğumuz sıkıntıların en büyüğü olan , kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemekten kurtulmanın yolunun , sadece reçete okumaları yapmak değil , reçete muhteviyatını hayata tatbik etmekten geçtiğini asla unutmamalıyız.

"Sünnetullah" denen yasalar , yeryüzünde her kul için eşit şekilde tecelli ettiği için , bu yasalar bugün biz Müslümanların kafir çizmesi altında inlememizi gerektiren hak edişlerimizin bir sonucu olarak bizim üzerimizde işlemektedir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyorsak , Rabbimizin bizlere çizmiş olduğu yolun önce okunarak  içselleştirilmesi, sonra gereğinin yapılması için topyekün bir harekete girişilmesi gerekmektedir.

Bunun dışında yapılacak olan fiile dayanmayan ve sadece söze dayanan kuru dua seansları bizleri bu durumdan kurtarmayacak , aksine daha kötü durumlara düşürecektir. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Ocak 2016 Pazartesi

BAKARA s.153. Ayeti: SABIR ve SALAT İle Nasıl Yardım İstenir?

İnsanlar için hidayet yani yol gösterici olan Kur'an, başı dara düşen insanın bu darlıktan kurtulması için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini de beyan etmektedir. Kur'anın hayata dair sözü olduğu bilincinden uzak olarak yapılan okumalar sonucunda , bu yol göstericilik çerçevesinde beyan edilen ayetler ya gözden kaçırılmış , ya da ayetler içindeki kavramlar farklı yönlere çekilerek içi boşaltılmış bir hale dönüştürülmüştür.

Bakara s. 153. ve onun gibi sabır ile salatı emreden ayetler , sözünü ettiğimiz hataya kurban gitmiş ve başı dara düşene her konuda yol gösteren ayetler olarak, hayat içinde yerini bulmasını beklemektedir.

[002.153] Ey İnananlar! Sabır ve salatla yardım isteyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.
[002.045]  Bir de sabırla, salatla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.

Bu ayet içinde geçen "Salat" kelimesinin bir çok mealde "Namaz" olarak çevrilmesi ,kelimenin anlamının daraltılmasına sebep olduğunu düşünmekteyiz. Namaz , salat kavramının içinde bir cüz olmasına rağmen, bu kelimenin namaz olarak çevrilmesinin , verilmek istenen mesajın eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz. 

Yazımızın konusu , "Salat" kelimesinin anlamının namaz olduğunu veya olmadığını ispatlamak değil , bu kelimenin ifade ettiği anlam örgüsünün , filolojik tartışmaları geride bırakan ve daha geniş bir anlama sahip olduğunu ifade etmeye çalışmak olacaktır. Bizler maalesef kur'an kelimelerini sadece onların ifade ettiği sözlük anlamları etrafında okumaya çalışıp , bu kelimelerin anlam derinliğini göz ardı eden, mekanik ve hayat safhasında karşılığı olmayan okumalar yaparak , Kur'an okumalarını entellektüel bir faaliyet olmaktan öteye geçirmeyen çalışmalar yapmaktayız.

"Kur'anda en fazla yer tutan kelimelerden birisi olan "Salat" kelimesini , konumuz olan ayet çerçevesinde düşündüğümüzde , anlam daralmasına uğratılmış ve modernist okumalar yolu ile bu kelimenin ifade ettiği anlamın, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam arayışına gidilmediğini,  yapılan tartışmaların bu kelimenin anlam alanının kendi iddiamız doğrultusunda olduğunu ,veya karşı tarafın iddiasının doğrultusunda olmadığı ispatlamaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi , herhangi bir kelimenin anlamı etrafında bir düşünce sergileyerek , bu kelimenin ayet , sure , Kur'an ve yaşanan hayat bütünlüğü ile alakasını kurmadan okumak olduğunu söyleyebiliriz. "Salat" kelimesi ve türevleri, bu türden okumaların yoğunlaştığı bir kelime olarak karşımızda durmaktadır.

Kur'anın yaşanan hayata dair sözleri olan , yaşanan hayatları geçmiş hayatlardan örnekler vererek düzenleyen, bir kitap olduğunu, içindeki örneklerin entellektüel tartışmalara kurban edilemeyecek kadar hayat ile ilgili olduğunu "Salat" kelimesinin Kur'an içinde geçişleri sayesinde anlamaktayız. 

Konumuz olan ayetin hayat içinde ağırlıklı olarak pratize edilme şekli , başımıza gelen herhangi bir zorluğa karşı Allah (c.c) den namaz kılarak yardım istemek ile gerçekleşmektedir. İlmihal kitaplarının veya insanları sadece mistik duygularla uyutarak onların sırtından para kazanmayı amaçlayan T.V hocalarının anlattıkları din de, en alakasız konuların halli için , kaynağı hurafe olan namaz isimleri  belirlenerek cahil halk aldatılmaktadır.

Bu namazları kılarak isteğinin yerine gelmesini bekleyen cahil halk kesimi , isteğinin gerçekleşmediğini görünce, suçu kendisinde değil Allah (c.c) de arayarak bu sefer büsbütün dinden uzaklaşmaktadır. Halbuki Kur'anı doğru olarak okumuş olsalar veya Kur'anı doğru okuyanlar tarafında öğrenerek sıkıntıların nasıl bir yolla giderilebileceğini yaşanmış örnekler yolu ile öğrenseler , hem sahtekarların iplikleri pazara çıkmış , hem de isyan içine düşmemiş olacaklardı.

Konumuz olan ayet içinde geçen iki kavramın ,hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği , bu iki kavramı daha önce hayatlarına pratize edenlerin örnekleri okunarak anlaşılmaya çalışılacaktır.

"Sabır" , " Nefsin aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde tutulması" anlamında bir kelimedir.
Kur'anın bir çok ayeti Muhammed (a.s) a karşısına çıkan zorluklara sabretmesi gerektiği şeklinde emri kapsamaktadır. Muhammed (a.s) ın karşısındaki zorluklara sabretmesi, elini kolunu bağlayarak oturmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Onun sabrı, içinde bulunduğu durumu değerlendirerek ona göre strateji takip etmek şeklinde gerçekleşmiştir.

Yine bir çok ayet , iman edenlerin vasıflarını sıralarken , bu vasıflardan birisinin onların başlarına gelenlere sabrettikleri ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri olarak belirtilmiştir. iman edenlerin bu sabrı , oturup beklemekle değil , iman etmenin gereği olan görevlerini yerine getirirken, yolda başlarına gelen olaylara karşı gerektiği şekilde tavır almak şeklinde olması gerekmektedir.

Kur'an içinde en çok zikri geçen elçilerden birisi olan Musa (a.s) kıssasında onun Firavun ile yıllar süren mücadele sonunda İsrailoğullarını zulümden kurtarıp denizin karşı kıyısına geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Musa (a.s) İsrailoğullarına sabrı ve salatı emrederek, bunun etrafında bir mücadele ile Firavun zulmüne karşı koymuşlar ve neticede başarıya ulaşmışlardır. Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayeti , İsrailoğullarının mücadele stratejisini belirten ayetlerdir. 

Musa (a.s) ve İsrailoğulları tarafından ,"Sabır ve Salat  ile yardım istenilmesi gerektiğini beyan eden ayetlerin hayata pratize edilmesi , onların Firavun soykırımından kurtulmak , onun yıllar süren zulmüne karşı ayakta kalmak , onu ve ordusunu alt etmek için gerekli olan hazırlıkları yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu yapılanlar yıllar süren bir zaman aralığına yayılan bir direniş olup , Kur'an bu direnişi iki kelime ile yani "SABIR" ve "SALAT" kelimeleri ile özetlemiştir. 

Kur'an uzun cümleler ile anlatılabilecek sözleri ,  kelimeler ile ifade eden bir usluba sahip olan kitaptır. İsrailoğullarının yıllar süren mücadelesini harfi harfine anlatacak olsa, sadece o kısım ciltler dolusu hacme sahip olacaktır. Ancak yıllar süren mücadeleyi Yunus s. 87. ayetinde "Sabır - Salat- Kıble" kelimeleri ile özetleyerek başarıya giden yolu göstermiştir. 

Bizler başarıya giden yolun nasıl bir mücadele seyri izlediğini , bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar üzerinden Kur'an geneline bakarak okuyabilir ve bu örnekten yola çıkarak başımıza gelen bütün sıkıntıları aşmanın nasıl bir yol ile mümkün olacağını öğrenebiliriz. Çünkü bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulmakta olup, mekanik hayattan kopuk Kur'an çalışmaları ile yapılan tartışmalar sonucunda anlamlarına ulaşılamaz. 

Örneğin ; Hasta olduğumuz takdirde yapılacak olan şey , bu hastalıktan kurtulmak için namaz kılmak veya herhangi kitabın önerdiği duaları tekrarlamak değil , Allah (c.c) nin kevni ayetlerine müracaat etmek olmalıdır. Kitap içindeki herhangi bir ayet veya surenin , baş veya diş ağrısı , mide bulantısı , kanser v.s hastalıklar için okunmuş olması , hastaya hiç bir şekilde şifa vermeyecektir. Kur'an bedeni hastalıkların şifası için değil , şirk hastalığının şifası için reçeteler ihtiva etmektedir. 

Hastalıklar için Allah (c.c) nin yarattığı kevni ayetlere müracaat ederek bu ayetlerin gösterdiği yolda tedavi usulleri kullanmak, "Sabır ve Salat" ile yardım istemek anlamına gelecek ve kişiler zaman içinde sağlığına kavuşacaklardır. 

Örneğin ; Ticari hayatında bazı nedenlerden ötürü borçlu duruma düşmüş olan kimse , bu borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz namaz kılsa bu borçlar asla ödenmez , veya herhangi bir kimsenin kitabında yazan "Borç ödeme duası" gibi duaları sabah akşam tekrar etse, gökten para yağarak bu borçları ödenmesi mümkün değildir. Bu borçların ödenmesi, ticari hayatın gereği olan şartları yani evrensel ticaret yasalarını yerine getirerek mümkün olacaktır. 

Borçlu duruma düşen birisinin , bu borçtan kurtulmak için gerekli olan şartları yerine getirmesi , onun "Sabır ve Salat" ile yardım istemesi anlamına gelecek ve zaman içinde borçlarından kurtulacaktır. 

Örneğin ; Dünya yüzünde yaşayan biz Müslümanların bugünkü zelil halimizden kurtulması , gece gündüz namaz kılmak veya zalimlere beddua seansları ile değil , bu zalimlerden kurtulmanın yolları aranarak gerçekleşecektir. Musa (a.s) ve diğer elçilerin kıssaları içinde geçen mücadele örneklerini takip eden Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , hedeflerine bu yolla ulaşmışlardır.

Müstaz'af durumuna düşen insanların , müstekbirlerin elinden kurtulmalarının yolu , bizden öncekilerin izledikleri yolu takip etmekle mümkün olacaktır. Bu yolu izlemek , "Sabır ve Salat" ile yardım istenmesi anlamına gelerek , zaman içinde müstekbirler yenilgiye uğrayacaklardır.


"Salat" kelimesinin anlamlarından birisi olan "Dua" yı yardım istemenin bir şekli olarak düşündüğümüzde , ilk akla gelen dua şekli elleri havaya kaldırarak hacetimizi arz etme şekli olacaktır, ancak duanın, kavli ve fiili olarak iki şekli olduğunu unutmayalım . Kavli dua fiili dua ile desteklenmedikçe hacetimizin giderilmeyeceği, maalesef biz Müslümanların bir çoğu tarafından bilinmemekte ve bu işten para kazanmak isteyen din tüccarlarına gün doğmakta, piyasada satılan bir çok dua kitabı maalesef bizlerin cehaleti yüzünden kapış kapış satılarak din tüccarlarının keseleri bu yolla dolmaktadır.

Kur'anda Allah (c.c) den yardım isteyen elçilere icabet edilmesi , onların zorlu mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiş olması , bizlere duaların nasıl ve ne şekilde kabul edileceği konusunda bir ışık olması gerekmektedir.

Kur'anın yaşanmış hayatları örnek vererek, yaşanacak hayatları yönlendirme amacına dair ayetleri , yaşanmış hayatlardan kopuk bir biçimde okunduğu zaman , bu hayatları anlatan kelimelere yeniden bir anlam bindirmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. Salat kavramı , böyle bir kopukluk içinde okunarak, yeniden anlamlandırma çalışmalarına kurban giden bir kavramdır. 

Şuayb (a.s) ın kavminin ona söylediği "Taptıklarımızı terketmemizi sana salatın mı emrediyor" sözü etrafında yapılan tartışmalar genelde , bu kelimenin namazı ifade edip etmediği yönündedir. Halbuki bu kelime "Salat anlatılmaz yaşanır" şeklindeki bir sözün , Şuayb (a.s) tarafından hayata dökülmesini ifade etmektedir. Bize  buradan düşen hisse, salat namaz mı değil mi ? sorusunun cevabını aramak değil , bu kavramın yaşamın ta kendisi olduğunu, yaşanmış örneği üzerinden okumak olmalıdır. Şuayb (a.s) kıssası , Allah (c.c) nin "Sabır ve Salat ile yardım isteyin" emrini hayatında pratiğe dökmüş bir örnek bir örnek olarak anlaşılmayı beklemektedir. 

Salat kavramı bugün iki aşırı uç olarak ifade edebileceğimiz , bir kısım kimsenin sadece namaz olarak , diğer bir kısım kimsenin namazla alakası olmayan bir kavram olarak anladığı bir kavram olarak yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu kavram diğer Kur'an kavramları gibi , bütün insanlık tarihi dikkate alınarak , etimolojik tartışmaları aşan ve Kur'an bütünlüğünü gözeten bir şekilde okunmadığı müddetçe, havanda su dövmek misali tartışmaların arkası gelmeyecektir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın odak kavramlarından olan "Sabır ve Salat" ın Müslüman hayatında nasıl pratiğe aktarıldığı , bizden önceki yaşanmış hayatlardan örnekler sunularak bizlere gösterilmektedir. Bizlere düşen görev bu örnekleri masal niyetine okumak değil , Allah (c.c) nin bizlere dair olan vaadinin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgi sahibi olmak ve bu bilgileri hayata aktarmaktır. 

Salat, geniş anlamı olan bir kelime olmasına rağmen , sadece namaza indirgenen boyutunun hayata yansıtılmış , bu boyutunda için boş bir ritüele döndürülmüş olması, maalesef acı bir gerçektir. Salat ile yardım istemenin anlamı , namaz ile yardım isteyeme dönüştürülerek , secdeden başını kaldırmayan fakat yinede istekleri yerine gelmeyen Müslümanların , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya acilen yöneltmesi gerekmektedir.

Yine tekrarlıyoruz ; Bu yazının amacı namazı ret etmek değil , salat ile yardım istemenin anlamının sadece namaz ile yardım istemek olmadığını ifade etmeye çalışmaktır. Salat kelimesini sadece etimolojik anlamı üzerinde tartışmalar yaparak anlamaya çalışmak, yazımıza konu  ettiğimiz ayetleri anlamakta yardımcı olacağını düşündüğümüzü söylemek zordur. Bu kelimenin anlamı hayatın ta kendisini tarif etmekte olup , "SALAT ANLATILMAZ YAŞANIR" şeklinde özetleyebiliriz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Kasım 2015 Perşembe

Bakara s. 214 Ayeti :Allah'ın Yardımı ve Cennet Nasıl Hak Edilir ?

Cennet , Allah (c.c) nin dünya hayatında iman edip salih amel işleyenlere ahirette vereceğini vaad ettiği bir karşılık olup , cenneti hak etmenin yolunu , kitabında bir çok ayet içinde beyan etmektedir. Gelgelelim kitap harici ortaya atılan bilgiler , cennete gitmenin yolunu Kur'an ın beyan ettiği şartlar haricine bağlayıp , bu şartları yerine getirenlerin cenneti hak edeceğini söyleyerek insanları aldatmaktadırlar. Bu yazımızda her Müslümanın hayali olan cennet'in, bu kadar ucuz olup olmadığını , aramızdaki ihtilaflarda tek hüküm kaynağı olan Kur'ana bakarak okumak istiyoruz.

[002.214] Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.

Cennet yolunun kimlere ve nasıl açılacağı beyan eden sadece bu ayet olmayıp ,Kur'an geneline yayılmış bir çok ayet , dünya hayatında nasıl bir yaşam karşılığında bu cennetin hak edileceğini beyan etmektedir. 

[003.142] Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
[009.016] Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
[029.002-3] And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.

Bu konudaki ayetlerin geneline baktığımızda , cennet halkından olmak için gerekli olan ameller, iman ve salih amel çerçevesinde özetlenen bir hayat sürmekten geçmektedir. Kur'an , iman ve salih amel ile ifade edilen yaşamın nasıl olmasını gerektiğini bir çok yerde beyan etmiş , ayrıca bu yaşamı canlı bir şekilde hayatlarına geçiren elçiler ve onunla birlikte olan iman edenlerin hayatlarını kıssa olarak anlatarak canlı modelleri bizlere sunmuştur.

Ancak delillerini Kur'ana dayamayan kitaplara baktığımızda , iman'ın tarifi sadece "dil ile ikrar kalb ile tasdik" kuralına bağlanarak, amel bu kuralın dışında bırakılmıştır. Cennet ehli olmak için yapılması gerekenler dil ile tekrarlanan kelimelere bağlanmış , ancak bu kelimenin hayat sahasına geçirilmesi için çalışma şartı gibi bir şart, maalesef konulmamıştır. 

Kur'anda geçen yaşam örneklerine baktığımız zaman , bütün mücadelenin o kelimeyi hayat sahasına indirmek isteyenler ile , indirmek istemeyenler arasında geçtiğini hatırlayacak olursak , hayatın anlamını Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için yapılan bir mücadele içinde olmak şeklinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bakara s. 214. ayetine baktığımızda , cennet talibi olanların başlarına gelenler hatırlatılarak bu olayları yaşamadığımız müddetçe, bizimde cennete giremeyeceğimiz beyan edilmektedir. 

Peki bu ayette anlatılan olaylar iman edenlerin başlarına neden gelmiştir ? , böyle olaylar hepimizin başına gelmek zorunda mı? , böyle şeyler başımıza gelmeden cennete girmek imkanı yokmu dur ?. 

Bu soruların cevabının verilebilmesi için , insanın yaratılış gayesini ve bu gayenin yolunu tıkamak isteyen unsurları dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

[051.056] Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Zariyat suresindeki bu ayet, insanın yaratılış gayesini anlatmaktadır. Hayatın, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek isteyenler ile, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek istemeyenlerin arasında sürüp giden bir mücadeleden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durumun Kur'anda nasıl anlatıldığını görmek için Bakara s. 213. ayetini okumak gerektiğini düşünüyoruz. 

[002.213] İnsanlar bir tek ümmet oldu. Bunun üzerine, Allah nebileri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir.

İnsanlar yaratılış gayelerini unutarak , Allah (c.c) dışında tabi olunacak başka merciler bulmaya çalıştığı zaman, arz üzerinde fesat meydana gelmektedir. Allah (c.c) insanlara yaratılış gayelerini hatırlatmaları için nebiler ve onlarla birlikte kitaplar göndererek , insanların bu kitabın belirlediği kurallara uymalarını istemiştir. Ancak bazı insanlar bu kurallara uymayı red ederek , hayatlarını başkalarının belirlediği kurallara göre yönlendirmek istediklerini beyan ederek, elçi ve kitaplara karşı savaş açmıştır. 

İnsanlar, elçiye tabi olanlar ve karşı olanlar olmak üzere 2 guruba ayrıldığında, bu iki gurup arasında çekişmeler kaçınılmaz olarak başlamaktadır. İman ettiğini iddia edenlerin elçi ve kitaplara karşı olanlara nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiği, yaşanmış örneklerle karşımızda durmaktadır.

Bakara s. 213. ayeti mucibince , müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son nebi Muhammed (a.s) da, kendisinden önceki elçilerin başına gelenlerin bir benzeri ile karşılaşmıştır. Allah (c.c) , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara , kendilerinden önceki elçi ve onlara tabi olan mü'minlerin başlarından geçenleri "Kıssa" şeklinde anlatarak , vahye karşı çıkanlar ile nasıl bir mücadele yolu izleneceğini canlı örnekleri ile anlatmıştır.

Bu mücadeleler anlatılırken , Allah (c.c) elçi ve iman edenlere yardım ettiğini ve böyle bir yardımın kendi üzerine borç olduğunu bildirmektedir.

[012.110]  Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.
[030.047]  Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.
[006.034] Andolsun senden önce de peygamberler yalanlandı; onlara yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkları ve eziyete uğratıldıkları şeye sabrettiler. Allah'ın sözlerini (va'dlerini) değiştirebilecek yoktur. Andolsun, gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.

Allah (c.c) kendisinin elçi ve iman edenlere yardım edeceğine dair olan vaadinin gerçekleşmesini belirli kurallara bağlamış ve bu kurallar dün nasıl işlediyse , bu , yarın ta ki kıyamete kadar hiç değişmeden işleyecektir. 

Bakara s. 214. ayetine baktığımızda Allah (c.c) nin yardımının ne zaman geldiği anlatılmaktadır "Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır." cümlesi Allah (c.c) nin yardım yasasının nasıl ve ne zaman işlediğini anlatmaktadır.

Yaşanan hayat içinde , Allah (c.c) nin yasalarının belirleyici olmasını istemeyenler , isteyenlerden sayı ve güç olarak her zaman fazla olmuşlar ve bu güçlerini iman edenleri sindirmek için kullanmışlardır. İman edenler sayı ve güç bakımından az olsalar bile , yılmadan çalışmış gayret etmişler, ve bu gayretlerini güçlerinin son haddine kadar sürdürmüşlerdir. İman edenlerin bu gayretleri Allah (c.c) nin vaadi olan yardım yasalarının işlemesine neden olarak, iman edenler kafirlere galebe çalmışlardır. 

Bu örnekleri çok iyi okuyan Muhammed (a.s) ve ona tabi olan ashabı 23 yıl süren mücadele sonunda çıkarıldıkları şehir olan Mekke ye muzaffer olarak geri dönmüşlerdir. Bu geri dönüşe zemin hazırlayan ayetler, Allah (c.c) nin onlardan öncekilere nasıl ve ne zaman ve hangi şartlar altında kaldıklarında yardım vaadinin nasıl işlediğini çok iyi okuyarak içselleştirdikleri ayetlerdir. 

Bu ayetleri bugün okuduğumuzda bizlere nasıl bir mesaj vermektedir ?   

Hayatın akışı dün nasıl cereyan etmiş ise , bugün de aynen devam etmektedir. Kul olma gereğini Allah (c.c) ye hasretmek isteyenler ile , bu gereği başkalarına hasretmek isteyenler arasındaki mücadele , dün olduğu gibi bu gün , yarın ta ki kıyamete kadar sürecektir. 

Bizler eğer kul olma sorumluluğunu, Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinden yaşanan bir hayat içinde devam ettirenlerin tarafında olmak istiyorsak ki cennete giden kapının anahtarını böyle bir yoldan gitmek açacaktır , o zaman bu yürüyeceğimiz yolun işaret taşları Kur'an içinde bizleri beklemektedir.

Cennet yolu güllük gülistanlık bir yol değildir. Hele rivayet ve hurafelerle bezenmiş , Kur'an ayetlerinin yer bulmadığı kitaplarda anlatıldığı gibi , günde bilmem kaç defa çekilen tesbih , salavat , nafile namaz gibi mekanik ritüelleri yaparak bol hurili bir cennet, ancak rüyamızda göreceğimiz bir cennet olacaktır.

"İman ve salih amel" çerçevesinde olması gereken bir hayatın sadece "iman" kısmını alarak , bu kısmı da sadece dil ile ikrar düzeyinde bırakan bir yaşam , "salih amel" olarak yapılan kısmı sadece tapınaklarda icra edilen dini bir hayat olarak görmenin bizlere cennet kapısını ne kadar açabileceğini hesap günü göreceğiz.

Bizler , "Allah (c.c) nin yardımı" denildiği zaman , aklımıza ilk gelen şey Bedir harbinde Meleklerin elinde kılıç ile inerek müşrik ordusunu hak ile yeksan ettiği şeklindeki düşüncelerdir. Bu anlayış bizleri, Kur'an ile uzaktan yakından alakası olmayan bir yardım anlayışı içine sokarak , Meleklerin hala inerek bizim yerimize savaşmasını beklemekteyiz. 

Allah (c.c) ne Bedir de, ne başka bir savaş meydanında, gökten melekleri indirerek onları savaştırMAmıştır. Bu düşünce, tamamen tefsir kitaplarında Bedir harbi ile ilgili ayetlerin, Sünnetullah yasalarının doğru okunmadan yorumlanması sonucunda yapılan, uydurma yorumlardan başkası değildir. Bu aptalca inancın tezahürü , Çanakkale ve Kıbrıs harbinde de ortaya çıkarak , orada yeşil sarıklı dedelerin veya Meleklerin savaştığına dair masallar hala köy kahvelerinde, veya masallara meraklı tarikat erbabı tarafından anlatılmaktadır. 

Elçi kıssalarına baktığımızda , elçi ve iman edenlere olan yardımın, onların güçlerinin son haddine kadar çalışıp gayret etmeleri sonucunda geldiğini görürüz. Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı bu kıssaları sadece sohbet malzemesi yaparak , deniz yarılıp yarılmadı mı ? şeklinde sabahlara kadar süren tartışmalar yaptıklarını söylemek mümkün değildir.

Muhammed (a.s) ve ashabı Musa (a.s) kıssasını, onun Firavun'a karşı nasıl bir mücadele yöntemi izlediğini öğrenerek , aynı yolu izlemek için okumuş ve o mücadele örneği , onlara yol göstermiştir. 

Bu gün aynı kitabı okuduğunu iddia edenlerin bir kısmı , Musa (a.s) ın kıssasını masal tadında okuyarak hoşça vakit geçirmek , bir kısmı ise kafasına göre bir sünnetullah tarifi ortaya atarak deniz'in yarılmasını te'vil edebilmek için sabahlamaktadır. 

Musa (a.s) kıssasının ,Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunduğunda , bu mücadelenin yıllarca sürdüğünü görürüz . İsrailoğullarının Mısır'ı terketmelerine kadar olan süreç, onların var güçleri ile Firavun ve ordusuna karşı koymaya çalışarak ayakta kaldıklarının bir kanıtıdır. Bu sürecin devamı olan Mısır dan çıkmak için deniz kıyısına varmak, artık yapılacakların son haddine kadar yapıldığı ve insan olarak onların elinden bir şeyin gelemeyeceği bir an dır.

"Nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."

Bu cümlenin tecelli ediş şekli en açık ve net bir biçimde Musa (a.s) kıssasının , deniz yarılması ile ilgili anlatımlarında görülmektedir. Bizler hala bunların olup olmadığı üzerinde vakit geçire duralım , elin oğlu dünya üzerinde her türlü fesadı yaparak mazlumların ensesinde boza pişirmektedir.

Sonuç olarak ; Cennet , her Müslümanın hayalini kurduğu bir yer olup , bu yerin hak edilmesi belirli şartları yerine getirmeye bağlanmıştır. Hurafelerle doldurulmuş sayfaları halka okuyan vaizlerin ağzına düşen cennet'in yolu onlara göre , belirli sayıda yapılan virdler , ne kadar çok nafile namaz o kadar huri , hatim seansları ile hayata geçirilen bir dini yaşantıdan geçmektedir.

Fakat Allah (c.c) cennete gitmenin yolunu , bu kitaplarda yazanın aksi bir şekilde beyan etmektedir. Hayat içinde tek ilah olarak Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için çalışılan bir hayat, cennetin garantisi olarak bizlere beyan edilmektedir. Bu hayat tarzının kolay olmadığı Kur'anın bir çok ayetine yayılmış olan yaşantı örnekleri ile anlaşılmaktadır. 

Allah (c.c) bu zorlukların , kendisi tarafından gelecek olan yardımlarla aşılacağını vaad etmektedir. Ancak bu yardımların nasıl ve ne şekilde yürütülen bir mücadele sonunda geleceği de aynı ayetlerin içinde yer almaktadır. Bizler Müslümanlar olarak , sadece  Allah (c.c) nin yardım edeceği vaadinin olduğu ayetleri okuyup , bu yardımın nasıl geleceğini bildiren ayetleri okumadığımız için , "Armut piş ağzıma düş" tarzı bir hayat yaşayarak , bizim yerimize Allah (c.c) nin savaşmasını beklemekteyiz.

Allah (c.c) nin böyle bir yardım sünneti olmadığını hala bir çoklarımız anlamış değildir. Bizler , Bakara s. 213. ayetinin beyanı gereğinde , aramızdaki ihtilafların kitap rehberliğinde çözüleceği bir hayatın ikamesi için çalışmak ve gayret etmek ,bu uğurda can ve malı esirgememek ile mükellef olduğumuzun önce bilincine varmak zorundayız. 

Bu bilinç içinde olanlar , kendilerinden önce aynı bilince sahip olanların izledikleri yolu izleyerek , bu yolda önlerine çıkan engelleri aşacaklardır. Bu engelleri aşmak mutlaka kolay olmayacaktır. Allah (c.c) nin iman edip salih amel işleyenlere vaad ettiği nimetler dünya hayatında yattığımız yerden kazanılmadığını bilmek her iman iddiasında olan kişi için bilinmesi gereken en önemli bilgi olmalıdır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Ekim 2015 Salı

Şura s. 51-52. Ayeti : Allah (c.c) İnsanla Nasıl Konuşur ?

İlah ve Rab olmanın gereklerinden bir tanesi , İlah ve Rab olduğunu iddia eden kimsenin , İlahlık ve Rablik iddia ettiği varlıklar üzerine dair kurallar ve yasalar koyarak, onlar üzerindeki gücünü gösterebilmesidir. 

 [007.148]  Ve Mûsa'nın kavmi, O'ndan sonra ziynet takımlarından bir buzağı böğürmesi olan bir heykel edindiler. Onlar görmediler mi ki, o kendileriyle konuşamaz ve onlara bir yol gösteremezdi. Onu (ilâh) edindiler ve zalimler oluverdiler.
[037.092-3]  Neyiniz var konuşmuyorsunuz? diyerek yaklaşıp onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

İsrailoğullarının buzağıyı ilah edinmeleri ile ilgili olan bu ayette , ilah olmanın gereklerinden birisinin konuşabilmesi ve bu konuşması sonucu, o ilaha kul olduğunu iddia edenlere doğru yolu gösterebilmesidir. Böyle bir konuşmayı, gerçek İlah ve Rab olan Allah (c.c) den başkasının yapması asla mümkün değildir. Allah (c.c) yarattığı ve yaratacağı tüm varlıklara konuşarak onlar üzerindeki yasalarını bildirendir.

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz insanlar için uyulması gerekli bir takım kurallar vaz ederek , yaşadığımız dünya hayatında bu kurallara uygun bir yaşam sürmemizi istemektedir. Bu kuralları bildirme yolunu , bizim insanlarla anlaşma yolumuz olan "Konuşma" olarak niteleyen rabbimiz, yarattığı bütün insanlarla konuşmaktadır , ancak bu konuşmanın keyfiyetini Şura s. 51. ayetinde görmekteyiz. 

Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).

[042.051]  Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.

Ayetin beyanına göre Allah (c.c) insanla 1- vahy ile , 2- perde arkasından , 3- gönderdiği elçinin ona vahyetmesi ile konuştuğunu bildirmektedir. 

Ayette geçen bu konuşmaların nasıl olabileceğini, yine Kur'an içindeki beyanlardan öğrenmeye çalışalım. 

1- Vahy ile

Vahy ; "Süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır. Allah (c.c) ile insan arasındaki ontolojik mahiyet farkından dolayı , insanlarla olan konuşma şekli için bu kelime kullanılmaktadır. 

Allah (c.c), bu konuşma örneklerini şu ayetlerde bizlere sunmaktadır.

[012.015]  Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yusuf'a: Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar  farkına varmadan, kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik.
[020.038] [ «Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik,»Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize  bırak; deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın.  ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.
[028.007]  O sırada Musa'nın annesine: «Onu emzir; ona zarar gelmesinden bir korku hissettiğinde, kendisini denize bırakıver ve artık korkup üzülme! Biz, muhakkak onu sana iade edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.» diye vahyettik.

Yusuf (a.s) kuyuya atıldığı zaman ona vahyedilmesi , elçilere vahyedilen şekli ile değil , "ilham" olarak bildiğimiz bir duygu iledir. Musa (a.s) ın annesine vahyedilmesi de aynı şekilde olup , anne olmanın verdiği fıtratından gelen şefkat duygusu ile , yavrusunun bu şekilde kurtulabileceğini ona ilham ederek ona göre hareket etmiştir.

[006.121]  Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına vahyederler, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.
 [006.112]  Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.

 İnsanın içinde iyiliğe teşvik eden duygular olduğu gibi , kötülüğe teşvik eden duygular da vardır , bu duyguların kaynağının şeytanların vahyetmesi olduğu bildirilmektedir.

 [016.068] Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin.
[041.012]  Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir.

Rabbimizin bal arısına ve göklere vahyetmesi , yaratmış olduğu her şeyin üzerine "Kader" denilen ölçü ve yasalar koymuş olduğu ve bu yasaların koyulmuş olduğuna dair iki örnektir.
Bal arısına vahyederek ona fıtri yasalar koyduğunu beyan eden Rabbimiz , insan için fıtri yasalar koyduğunu beyan ederek yarattığı ve yaratacağı bütün insanlarla nasıl konuştuğunu Araf s. 172-173. ayetlerinde beyan etmiştir. Allah (c.c) bütün insanların fıtratına kendisini Rab olarak bilmeleri şeklinde bir fıtri bilgi koyduğunu hatırlatmaktadır.

[007.172-73] Hani Rabbın; ademoğullarının sülbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahid tutmuş. Ben, sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdiki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz. Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.

Allah (c.c) yarattığı ve yaratacağı tüm insanlarla ilham ve fıtri olarak ona verdiği hasletlerle konuşmakta olup , bu konuşmanın daha özel bir durumu , insan içinden seçilmiş olan beşer elçilerle yapılmaktadır. Şura s. 51. ayet içinde beyan edilen 3 türlü konuşma şeklinin 2. ve 3. şıkları bu konuşmanın nasıl bir yolla olduğunu beyan etmektedir.

2- Perde arkasından

"Verai Hicabin" deyimi mecaz bir anlatım olup, bu deyimin hakiki kullanılışı , Ahzab s. 33. ayetinde Peygamber eşlerinden bir şey istenirken yüz yüze gelinmemesi istenerek, arada engel  olması gerektiğini ifade eden aynı deyim kullanılmıştır. Bu deyimin kullanılması , Allah (c.c) nin seçtiği elçi ile aracısız ama konuşanın görülmemesini ifade etmekte olup , bu tür bir aracısız konuşma örneği Musa (a.s) ile yapılmıştır.

[002.253]  İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh- ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.
[004.164]  Ve sana daha önceden gerçekten haberlerini aktarıp-verdiğimiz peygamberler ile sana haberlerini aktarıp vermediğimiz peygamberlere de (vahyettik) . Allah, Musa ile de konuştu.
[007.143-44]  Musa ta'yin ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbı onunla konuşunca; dedi ki: Rabbım; bana, kendini göster. Sana bakayım. Buyurdu ki: Beni kat'iyyen göremezsin. Ama dağa bak; eğer o yerinde kalırsa, sen de Beni görürsün. Rabbı dağa tecelli edince; onu paramparça etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Tenzih ederim Seni, Sana tevbe ettim ve ben, mü'minlerin ilkiyim.Verdiklerimle ve seninle konuşmamla seni insanlar arasından seçtim; sana verdiğimi al ve şükret» dedi.

Musa (a.s) ile olan konuşmaya bire bir şahid olmadığımız için ,biz verilen bilgi ile yetinerek bu konuşmanın detaylarını bilmemiz mümkün değildir , böyle bir mecburiyetimiz olsa idi Rabbimiz bize bu konuda da bilgi verebilirdi. Biz verildiği kadarı ile yetinip , diğer surelerde Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmalarda verilmek istenen mesajı okumak durumundayız. Allah (c.c) ile kulu Musa (a.s) arasında geçen konuşmanın keyfiyeti sadece ikisi arasında olup , biz üçüncü şahısların bu keyfiyet üzerinde değil, konuşulanların üzerinde fikir yürütmek zorunda olduğumuzu hatırlatalım.

3-Elçi göndererek vahyetmek

Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3. şekli olan , elçi göndermek sureti ile konuşmasının en son örneği kendisine bu yolla Kur'an indirilmiş olan Muhammed (a.s) dır. Allah (c.c) Muhammed (a.s) ve önceki elçilere vahy ederken bizlere şöyle bir yol kullandığını beyan etmektedir.

[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.
[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»

Allah (c.c) bu ayetlerinde , insanlardan seçtiği elçilere meleklerden seçtiği elçiler ile vahyettiğini beyan etmektedir. Böyle bir yolu neden seçtiğini beyan etmesi hususunda ona herhangi bir soru sormak gibi bir lüksümüz maalesef yoktur , ancak böyle bir yol seçtiğini beyan etmesinin hikmeti üzerinde düşünebiliriz. 

"Melek" adı ile zikredilen varlıklar konusunda bizlerin bilgisi , Kur'an ile sınırlı olup, onları göz ile görebilmemiz mümkün değildir. "Allah (c.c) yarattığı tüm insanlarla "vahy" ile konuştuğuna göre , elçi olarak seçilen insanlara neden elçi aracılığı ile konuştuğunu beyan etmektedir?" sorusu zihinlerde cevabını bekleyen sorulardandır. 

Allah (c.c) nin meleklerden elçiler seçerek insanla konuştuğunu beyan etmesi ile ilgili ayetleri literal bir okumaya tabi tuttuğumuzda , Allah (c.c) seçtiği meleğe " al şu vahyimi Muhammed kuluma vahyet" demiş gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Bu yol bizim bildiğimiz anlamda bir hükümdar'ın fermanını iletme yolu olup, Allah (c.c) nin mota mot böyle bir yol izlediğini düşünmek doğru olmayacaktır . 

Neden Allah (c.c) elçi kullanarak beşer elçi ile konuştuğunu beyan etmektedir?.

Kur'an bilindiği gibi Allah (c.c) nin kelamı olup, bu kelam insanın algı düzeyine uygun biçimde bir anlatım üslubu taşımaktadır. Allah (c.c) nin aşkın bir varlık olması , algıları sınırlı olan biz insanların, onun hakkında bilgi sahibi olmamızı imkansız kılmaktadır. Allah (c.c) bu durumun izalesi için bizim algı alanımız dışında cereyan eden olayları bize anlatmak için , algı alanımız içinde cereyan eden olaylara benzeterek anlatma yoluna gitmektedir , bu anlatım tarzına "Teşbihat" denilmektedir.   

Allah (c.c) Kur'an da kendisini bizlere "Hükümdar" tasviri çerçevesinde çizilen bir portreye benzeterek anlatmaktadır. Bu teşbihi anlatım Allah (c.c) nin elçi göndermesini anlamakta bizlere yardımcı olacaktır. Bir hükümdar tebasına olan emirlerini, elçileri vasıtası ile iletmektedir. Hacc s. 75. ayeti ve Nahl s. 2. ayetinin beyanını bu doğrultuda anlamak gerekmektedir. Elçi seçmesi ile ilgili ayetleri bu elçilerin ne liği veya nasıllığı üzerinden okumaya çalışmanın bizlere herhangi getirisi yoktur. Bize getirisi olan okuma, o elçiler vasıtası ile inen beyanın içindeki muhteviyattır. 

[002.097-98]  De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
[016.101-2]  Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini  en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»
[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.
[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.
[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.


Yukarıda ayetlerde  geçen, "Cibril" - "Ruhu'l Kudus"- "Ruhu'l Emin" - "Şedidu'l Kuva" - Resulin Kerimin" gibi isimler , elçi gönderen bir hükümdarın gönderdiği elçinin, onun gücünün ve mülkünün bir göstergesi olmasından yola çıkılarak okunabilecek ve anlaşılabilecek terimlerdir. Allah (c.c) en yüce hükümdar olarak kullarına gönderdiği elç,i onun yüceliğinin göstergesi olan terimlerle ifade edilmektedir.

Bizler bu terimler ile ifade edilenleri , teşbih tarzı anlatım metodu dahilinde anlamadığımız takdirde , geleneksel tefsirlerde yapılan meleklerin kaç kanatlı olduğu, şekli şemali üzerinde bize herhangi faydası olmayan tartışmalar ile vakit kaybederiz. Tefsirlerdeki hatayı fark ederek, bu terimlere farklı anlamlar yüklemeye çalışan ve bu çalışmaları, ilgili ayetler üzerinde oynamalar yapmak sureti ile yapanların , eski tefsirlerde meleklerin kanatları ile uğraşan zevattan daha az hata içinde olmadıklarını söylemek isteriz. 

Bizler Allah (c.c) nin elçilerle nasıl konuştuğu üzerinde değil , bu konuşmanın elimizde canlı örneği olan vahiy üzerinde konuşarak bilgi ve düşünce üretmek zorundayız. "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali yorumlar, bizleri hevamızın ürünü olan bazı düşünceler üretmeye, veya heva ürünü bazı düşünceleri taklit etmeye yöneltecektir.

[042.052]  Ve işte sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettirdik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ama Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz. Ve emin ol sen de (insanları) doğru bir yola çağırıyorsun.

Şura suresinin 52. ayeti Allah (c.c) nin elçi göndererek vahyetmesinin sebebini beyan etmektedir. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın bir rehberi olarak "Nur" olarak vasıflandırılan bu vahiy,bizlerin hayatlarını düzene sokmaya yönelik emirler ihtiva etmektedir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c)  gerçek İlah ve Rab olmasının bir tezahürü ve yarattığı her şeyi bir düzene koymasının sonucu olarak, biz insanların hayatlarını düzene sokmak amacına matuf olan ilahi fermanının, yani bizlerle olan konuşmasının 3 şekilde cereyan ettiğini beyan etmektedir. Bu konuşmanın 3. şekli olan elçi göndermek sureti ile vahyedilmesinin son örneği Muhammed (a.s) ve ona vahyedilen Kur'andır. Kur'anın Muhammed (a.s) a vahyedilme şeklinin beyan edilme hikmeti , bu vahyin herkese özel bir durum değil , sadece seçilen elçilere has olduğunun vurgulanmasına matuf olduğunu düşünmekteyiz.

Muhammed (a.s) dan sonra 3. şekil ile vahyetme artık olmayacak, ancak 1. şekil vahyetme türü son insana değin sürecektir. Muhammed (a.s) a gelen vahyin geliş şekli konusunda ortaya konulmaya çalışılan bazı mülahazalara baktığımızda, bu vahyin 1. şekil gibi olduğu noktasında yaklaşımlar sergilenmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu çalışmaların, ilgili ayetlerin anlamını tahrif etmeye kadar varmış olması, bu noktada yapılan çalışmaların Kur'an onayından geçmemesi nedeniyle , Kur'ana zorla onaylatılma çabaları olarak gördüğümüzü söylemek istiyoruz. 

Allah (c.c) seçtiği beşer elçiye , bir başka elçi ile vahyettiğini beyan etmesi , bizi bu elçinin ne liği ve nasıllığı konusunda tartışma açmaya değil , neden böyle bir yol izlendiğinin hikmetini konuşmaya sevk etmelidir. Resulluğu kendinden menkul sahte resulleri gördükçe bunun hikmetinin daha iyi anlaşılması gerektiğini ifade etmek isteriz şöyle ki; 

Allah (c.c) nin kulları ile olan konuşmasının 1. şekli bütün kullar için geçerlidir demiştik . Eğer Kur'anın bize bu 1. şekil ile geldiğini ,yani elçi aracılığı ile gelmediğini iddia edecek olursak , ortalık nebiliği kendinden menkul sahte nebilerden geçilmeyecektir. Eline Kur'anı alan bazı kimselerin "Ben resulum" demesine ilave olarak , eline Kur'anı alan bazı kimselerin "Ben hem nebi hem resulum banada vahyediliyor" diyerek alternatif kuranlar üretmesine kapı açacak yaklaşımların başlangıcının 3. şekil konuşmanın kaldırılması veya 1. şekil ile aynileştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz , bize düşen elimizde olan son vahye ve son elçiye tabi olarak bir hayat sürmek ve böyle absürt yaklaşımlarda bulunmamaya dikkat etmektir.

RABBİMİZ BİZLERİ SON VAHYE VE SON ELÇİYE TABİ OLANLARDAN KILSIN.

29 Eylül 2015 Salı

Eyyub (a.s)' a Şeytan'ın Dokunmasını Nasıl Okuyalım ?

Kur'an; kıssa yollu anlatım üslubu ile geçmiş yaşantılardan kesitler sunarak, bizlere o yaşantılardan örnekler çıkarmamızı ve yaşadığımız hayatı bu örnekler dahilinde şekillendirmemizi istemektedir. Elçi kıssaları bu noktada önemli bir örneklik olup, o kıssalar içindeki doğru ve yanlışların anlatılması, bizlerin yürüdüğü yolda o doğruların alınmasını, o yanlışların tekrarlanmaması amacına matuftur.

Eyyub(a.s); Kur'an'da zikri geçen elçilerden birisidir. Bu elçinin kıssasında; kavmi ile olan bir mücadelesinin anlatımı değil, onun hastalık ile olan mücadelesinin anlatımını görmekteyiz. Bu yazımızda onun kıssasının bize dönük nasıl bir okumaya tabi tutulabileceğini ele almaya çalışacağız.

[021.083-4] Ve Eyyûb'u da (an) o vakit ki, Rabbine nidâ etti, (dedi ki:) «Şüphe yok, beni zarar kapladı, ve Sen rahmet edenlerin en merhametlisisin.» Böylece onun duasına icabet ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ona katımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir zikir olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir katını daha verdik.

[038.041-4] Kulumuz Eyyub'u da an; Rabbine: «Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi» diye seslenmişti. «Ayağın ile vuruver, işte bu, soğuk, yıkanılacak ve içilecek bir su.»Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar ailesini ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik.Ey Eyyüb: «Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma» demiştik. Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi

Görüldüğü gibi Eyyub(a.s)'ın kıssası iki sure içinde kısaca anlatılmaktadır. Kıssada onun sağlık yönünden sıkıntıya düştüğü anlatılarak ENBİYA Suresi'nde onun isyan haline girmediği, Rabbi'ne dua ederek O'ndan şifa istediği, SAD Suresi içindeki kıssada ise onun nasıl bir tedavi yöntemi kullandığı anlatılmaktadır. Bu iki sure içindeki ayetlerin bize dönük mesajını okumaya çalıştığımızda şunları söylemek mümkündür;

Bizlerin yaşadığımız hayat içinde sağlık ve sıhhat yönünden bazı aksaklıklar yaşamamız olağan bir durumdur. Öncelikle sağlık ve sıhhat yönünden sıkıntıya düşmemek için gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini hatırlattıktan sonra, böyle bir sıkıntıya düştüğümüzde nasıl bir yol izlemek gerektiği bizlere Eyyub(a.s) üzerinden öğretilmektedir.

Kıssanın ENBİYA Suresi içindeki ayetlerinde, Eyyub(a.s)'ın Rabbi'ne sığındığı, isyan haline girmediği, bunun sonucunda eski sağlığını tekrar geri kazandığı anlatılmakta, SAD Suresi içindeki ayetlerde ise bu sağlığını geri kazanmak için uyguladığı yolu görmekteyiz.

Bu sığınmanın nasıl olduğunu görmek için önce «Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi» cümlesini tahlil etmemiz gerekmektedir. Eyyub(a.s); başına gelen hastalığı "Şeytan dokunması" şeklinde bir deyim ile ifade etmesini, "Şeytan"dan Allah(c.c)'ye sığınılması gereken ayetlerinin ışığında okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

[007.200-1] Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye bir kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler.

[041.036] Şeytan seni dürtecek olursa Allah'a sığın; doğrusu O, işitendir, bilendir.

[023.097-98] De ki: «Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım.»«Rabbim! Yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım.»

İnsanın başına gelen maddi bir sıkıntının "Şeytan dokunması" olarak deyimlendirilmesi, bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunun Allah(c.c)'ye sığınmaktan geçtiğini hatırlatmak amacına matuf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Esas mesele; bu sığınmanın nasıl olması gerektiğinde olup, bu dokunmadan kurtulmak için üfürükçü hocalar veya sırlı dualar türü kitaplarda yazanlardan mı, yoksa Allah(c.c)'nin ayetlerinden mi yardım isteneceğindedir.

Cevabın "Allah(c.c)'nin ayetlerinden yardım isteneceği" şeklinde olacağı muhakkaktır ancak bu ayetlerin hangi ayetler olduğu konusunda biz Müslümanların büyük bir yanlış içinde olduğunu söylemek istiyoruz.

SAD 42 ayetinde "Ürkud bi riclike" (Ayağın ile yere vuruver) ibaresindeki "Urkud" kelimesi "Ayakla yere vurmak" anlamında bir kelime olup, yayaya nisbet edildiğinde "Yeri ayakla basıp çiğnemek" yani "YÜRÜMEK" anlamına gelir.

Allah(c.c), kulu ve elçisi Eyyub(a.s)'a içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulması için yürüyerek yani Allah(c.c)'nin yarattığı kevni ayetleri arayıp bularak çare aramasını öğütlemektedir. Bu öğüt ne bizler için ne anlama gelmektedir?

Bugün birçok Müslümanın herhangi bir hastalık yüzünden sıkıntıya düştüğü zaman, mushaf içindeki ayetlerin okunarak şifaya kavuşabileceği gibi bir zan içinde olduğu hepimizce bilinen bir olgudur. Bu zan öyle bir sektör meydana getirmiştir ki, hangi duanın hangi hastalığa iyi geldiği şeklindeki bilgileri kapsayan kitaplar, din istismarcılarının en büyük rant sağladıkları alan oluşturmuştur.

Alllah(c.c); Eyyub(a.s)'a "Yürü" diye emrederek, hastalığı için kevni ayetlerden şifa aramasını istemiştir. Bu yol bizler için önemli bir örnek teşkil etmesi gerekmektedir. Eyyub(a.s) bir elçi olduğu ve şifa aramak için yollara düştüğü halde, kerameti müritlerinden menkul bazı hoca kılıklı şeytanların, yaptıkları dua ile kişilerin kurtululacaklarını vehmettirmeleri hangi ayete, hangi kitaba sığar?

[026.080] Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.

İbrahim(a.s)'ın bu sözünü, hasta olan bir kişinin şifa bulmasının yolunun, derdine çare aramaksızın yattığı yerden sadece dua ile gerçekleşeceği düşüncesi içinde okursak büyük bir yanılgı içine düşmüş oluruz. Bu sözü "Hastalandığım zaman O'nun yarattığı ayetler yardımı ile bana şifa veren O'dur" şeklinde okumak Kur'an'ın genel mantığına daha uygundur.

[016.068-9] Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.

NAHL Suresi'ndeki bu ayetlerde, arı tarafından yapılan balın şifa olduğu haber verilmektedir. Bugün bile balın çeşitli hastalıklara nasıl bir şifa kaynağı olduğunu bilmeyen yoktur. Bal örneği Allah(c.c)'nin yarattığı kevni ayetlerden birisi olup, bu tür ayetlerin okunarak dertlere şifa aranması gerekmektedir.

[010.057] Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalblerde olana şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir.

[017.082] Kuran'dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır.

[041.044] Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab'a yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor.

Kur'an "Şirk"i bir hastalık olarak göstererek, bu hastalığın şifasının Kur'an'da olduğunu, yani şirkin ilacının "Tevhid" olduğunu beyan etmektedir. Gel gelelim zaman için değişen bakış açıları, Kur'an ayetlerinin okunup hastaya üflenerek hastanın iyileşeceği zannı hakim olmuş ve istismarcıların elinde büyük bir sektör haline gelmiştir.

Müslümanlar olarak yüzyıllardır en büyük eksikliğimiz "Ayet ve Kitap" kelimelerinin çağrıştırdığı anlamın sadece "Kur'an" için geçerli olduğu zannıdır. "Ayet" denildiği zaman Allah(c.c)'nin yaratmış olduğu her şey, "Kitap" denildiği zaman Allah (c.c) nin ayetlerinin içinde bulunduğu kainat aklımıza gelmiş olsaydı, herhangi bir hastalığa duçar olduğumuz zaman mushaf içindeki ayetleri okumak yerine Allah(c.c)'nin "Kainat Kitabı" içindeki "Ayet"lerinden yardım alarak tedavi yollarını aramak, Allah(c.c)'nin elçisine tavsiye ettiği, dolayısı ile bizlerin de böyle bir tavsiyeye uyarak aynı yolu takip etmemiz gerektiği yönündeki öğütler olarak okumak gerekmektedir.

"Ayağın ile vuruver, işte bu, soğuk, yıkanılacak ve içilecek bir su"

Allah(c.c); Eyyub(a.s)'a üfürükçü hocalara gitmesini veya din simsarlarının yazdıkları "Sırlı dualar" gibi aldatıcı isimler altında yazılmış olan kitapları alarak onların içinde yazanları okuyarak iyileşebileceğini asla SÖYLEMEMİŞTİR. Ona yürümesini yani tedavi usullerini aramasını emrederek, bir tedavi usulu ve kevni bir ayet olarak yerden fışkıran kaplıca veya termal su ile tedavi olmasını emretmiştir.

"Eline bir demet sap al, onunla vur,"

Bu cümle maalesef kainat ayetlerinden yardım almak şeklinde değil, İsrailiyyat kaynaklı bilgiler baz alınarak, Eyyub(a.s)'ın karısını dövmek için yemin ettiği, bu yeminini yerine getirmesi için ona bir tür "ŞER'İ HİLE" öğretildiği şeklinde okunarak, haşa Allah(c.c)'yi aldatmak isteyen bazı şarlatanların delil ayeti haline getirilmiştir.

Eyyub(a.s)'ın karısını dövmek için yemin etmiş olduğu düşüncesi Kur'an kaynaklı değil, Tevrat kaynaklı olup, bunun güvenilirliğinin olması mümkün değildir. Kafaları düzenbazlığa ayarlanmış olan bir takım zevat tarafından, bu düzenbazlıklarını Kur'an'a onaylattırmak gibi bir düşünce içinde okunan ayetler, maalesef bizlerin hilebaz ve düzenbazlıklarının desteğini Kur'an'da aramak gibi gayri ahlaki bir durum içine itmiştir.

Ayet içinde geçen "Dığsen" kelimesi "Yaş ile kurusu birbirine karışmış demet halindeki ot" anlamındadır. Allah(c.c), Eyyub(a.s)'a hastalığının tedavisi için "Kevni ayetler" grubuna giren "Su" ve "Bitki" kullanarak derdine şifa aramasını emretmektedir.

Su ve bitkilerden oluşan tedavi yöntemleri ve bu yöntemler ile gelişen tıp ilmi Allah(c.c)'nin "Kevni ayetler" grubuna dahil olan ayetlerinden olup, hastalıkların tedavisi bu ayetler grubunun okunarak şifa aranması gerekmektedir. Allah(c.c)'nin ayetlerini sadece Kur'an içindeki ayetler zannederek, bu ayetleri okuyarak veya okutarak hastalıklarına çare bulacaklarını zannedenler, şifa yerine ancak maddi ve manevi hastalıklarını artırmaktadırlar.

Bize ne oluyor ki; Allah(c.c)'nin elçisi olan bir zat, sadece "Kavli dua" yöntemini tercih etmeyerek, "Fiili dua" yöntemi ile derdinin çaresini aramak için yollara düşüp "Kevni ayetler"i okuyarak hastalığının tedavisini yaparken, bizler üfürükçü hocalardan veya din simsarlarının yazdığı dua kitaplarındaki yazılanları okuyarak dertlerimize çare bulmaya çalışıyoruz?

Sonuç olarak; kıssaların geçmiş yaşantılardan örnekler vererek, yaşanan güne dair bir mesaj olarak okunması gerektiğine dair düşüncelerimizi, Eyyub(a.s)'ın kıssası bazında değerlendirmeye çalıştığımız zaman, onun başına gelen hastalıktan nasıl bir yolla kurtulduğunu öğreten ayetleri okumaya çalıştığımızda karşımıza şunlar çıkmaktadır;

Hastalık, kişinin yaşadığı hayat içinde mutlaka başına gelen bir durum olup, öncelikle isyan etmeyerek bu hastalıktan kurtulmanın yolunu araması gerekmektedir. Hastalıktan kurtulmak için her konuda olduğu gibi bu duruma düşen birisinin yapması gereken şey; Allah(c.c)'ye sığınmaktır. Bu sığınmanın nasıllığı bizlere Eyyub(a.s) kıssasında anlatılmakta olup "Kevni ayetler" yardımı ile meydana getirilmiş ilaçların kullanılması Allah(c.c)'ye sığınmanın bir yoludur. Mushaf içindeki ayetleri hastalıklardan şifa bulmak için okuyanlar, bu hastalıklarına şifa bulmak şöyle dursun, hastalıklarına hem maddi, hem de manevi olarak yeni ilave hastalıklar eklemekten başka bir işe yaramayacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Mart 2014 Pazar

Şeytan Cennete Nasıl Girdi ?

Adem ve iblis kıssası Kur'an da 7 adet sure içinde anlatılan bir kıssa olup, sadece yaşandığı zaman ve mekan açısından değerlendirilmeye tabi tutulduğu, Kur'an muhataplarına nasıl bir mesaj içeriyor? sorusunun cevabı aranmadığı müddetçe sorulan soruların cevabını doğru olarak almakta sıkıntıların çıkması kaçınılmazdır. Bu yazımızda ele almaya çalışacağımız konu kıssanın yaşandığı zaman ve mekan içinde okunmaya çalışılıp mesajının ne olduğu düşünülmeden sorulmuş sorulardan biri olan şeytanın cennete nasıl girdiği konusudur. 

Kıssayı önce kısaca hatırlayalım; Allah cc Adem'i yaratmış ve bütün Meleklere onun için secde etmelerini emretmiş ve İblis secde etmeyerek kafirlerden olmuş ve huzurdan kovulmuştu. Bunun üzerine Allah cc ye Cennet'e yerleştirmiş ve onlara sadece oradaki bir ağaca yaklaşmamalarını emretmiştir. Şeytan Adem ile eşine vesvese vererek onların Cennet'ten çıkmalarına sebeb olmuştur. Kıssa ile ilgili yorumlara baktığımızda Şeytan'ın cennete nasıl girdiği ve onları nasıl isyana teşvik ettiği sorusu sorulmuş farklı cevaplar verilerek sorunun cevabı aranmaya çalışılmıştır. 

Bu sorunun cevabını bulmak için önce Şeytan'ın nasıl bir varlık olduğunun cevabını bulmak zorundayız, bu cevabı bulmak için kur'anın anlatım uslublarından olan temsili anlatım uslubunu anlamak zorundayız. 

Adem ve iblis kıssası'nın yaşandığı zaman ve mekan açısından gaybi bir durum arzettiği malumdur. Kur'anın anlattığı diğer kıssalar gibi zaman ve mekan olgusu bu kıssada görülmez. Görsel anlatım metodu muhataplara verilmek istenen mesajın zihinlerde kalıcı olmasını ve anlamayı kolaylaştırma açısından kullanılan bir metod olup kur'anında pek çok yerde kullandığı bir metod'tur. 

Önce iblis sonra Şeytan adı ile anılan varlığın bizler için önemli olan yönü onun ontolojisi  yani var olup olmadığı değil bizleri vesvese yolu ile saptırmasının Adem as üzerinden görsel bir metod ile anlatılması mesajının iyice kavranması olmalıdır.

Bu kıssayı'da görselleştirilerek anlatım metodu'nun kullanılmış olmasını düşünerek okumak, verilmek istenen mesajın ne olabileceği şeklinde bir sorunun cevabını aramak durumundayız. Allah cc ile şeytan  arasında geçen konuşmaları birebir yaşanmışlığı içinde anlamaya kalkmaktan ziyade şeytan'ın insana nasıl oyunlar oynayacağının bilgisi olarak şeklinde kıssayı okumak gerekmektedir. 

Adem ve iblis kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa değil kıyamete kadar dünyaya gelen her insanın yaşadığı bir kıssa olup bizlerin kıssası olduğu özellikle araf s. 11 . de "andolsun sizi yarattık, size suret verdik sonra meleklere Adem' secde edin dedik" şeklindeki cümleden anlamaktayız. Özellikle kıssanın araf suresindeki anlatımları bu kıssanın bütün insanların kıssası olduğunun çok veciz bir anlatımıdır.

[007.020]  Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
[020.120]  Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. 

Bu iki ayete dikkat edecek olursak şeytanın vesvese ile onların ayağını kaydırması anlatılmakta olup gözle görünen 3. bir şahıs olarak Adem ile eşinin karşısına çıkması şeklinde bir durum söz konusu değildir. Vesvese kelimesi ; "kalpte meydana gelen şüphe tereddüt vehim" anlamında kullanılan bir kelimedir. Şeytan vesvese ile yani kalplerinde şüphe ve tereddüt doğurarak Adem ile eşini bu şekilde ayartmıştır. Şeytan Adem'e yukardaki sözleri söylerken Adem tarafından ona herhangi bir karşılık verilmemesi şeytanın Adem ile eşinin karşısına gözle görünür bir varlık olarak çıkmadığının bir delili olarak düşünülebilir. 

Şeytan'ın Cennet'e nasıl girdiği konusu aslında Adem ile eşinin konulduğu söylenen Cennet'in Allah cc nin mü'minlere vaad ettiği ahirette'ki cennet zannedilmesi sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Halbuki kıssanın mesajını anlamak için bu Cennet'in nerede olduğu konusu çok fazla bir önem arz etmemektedir.

Adem ile iblis kıssasında Şeytan'ın Adem'den daha fazla sahnede görünmesi ve onunla ilgili anlatımların daha fazla olması kıssanın mesajının şeytan denilen olgu'nun bizler için kıyamete kadar sürecek olan bir düşmanlığı olması ve bizimde onun düşmanlığına karşı almamız gereken tedbirlerin neler olduğunun bilgilerinin verilmesidir.

Kıssa'da önce "İblis" adı ile anılan sonra şeytan adı ile anılmaya başlaması şeytan kelimesinin daha genel bir kullanımı olduğu sadece iblis'in bu işi üstlenmediği onun iğvasına kapılıp insanı hak yoldan ayırmaya çalışan her kişi , kurum vs. onun askeri olan herkesin şeytan vasfını alabileceğini unutulmamalıdır. 

Sonuç olarak; Adem ile eşini ayartarak onların Cennet'ten kovulmasına sebeb olan Şeytan'ın oraya nasıl girdiği konusu kıssanın mesaj içerikli okunmaması neticesinde akla gelen sorulardan olup , kıssa ile ilgili ayetlerde okuduğumuz gibi Adem ile eşinin karşısına gözle görünen bir varlık şeklinde değil onlara vesvese vererek onların ayağını kaydırmıştır. Şeytan adı anılan olgu bizlere bu şekilde kıyamete kadar vesvese vererek bizi haktan saptırmak için elinden geleni ardına koymayacak olup bizlerinde ona dost olmamak için Allah cc nin bizlere indirmiş olduğu vahiyde ondan korunma yollarını öğrenip hayatımızda tatbik etmemiz gerekmektedir.

                                                EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.


20 Haziran 2013 Perşembe

Ölüm İle Yeniden Diriliş Arasını Kur'an Nasıl Anlatıyor?

Allah cc son elçisi muhammed as vasıtası ile indirdiği kitabında bizleri imtihan için yarattığını ilk ölümümüzün ardından kıyamet sonrası yeniden dirilirek dünyada işlemiş olduklarımızın karşılığının ebedi cennet veya cehennem olark verileceğini bildirmektedir. Ölüm ile yeniden diriliş arasındaki zaman ile bilgi kur'anda açık ve net  olmasına  rağmen rivayetlerin gölgesi altında kalarak anlaşılma çabaları bu konuyuda kur'an dışı bilgilerle örtmüş ve rivayetleri kur'ana uydurma amaçlı olarak sadece bir ayet üzerinden kabir azabının varlığına delil çıkarılmaya çalışmıştır. Biz bu yazımızda kur'anın ölüm ile yeniden diriliş arasındaki geçen zamanı kıyamet sonrası yeniden dirilenlerin aralarındaki konuşmalarının geçtiği ayetleri alarak konuyu aydınlatmaya gayret edeceğiz. Ama önce mü'min s. 46. ayeti üzerinde kısaca durmak istiyoruz.   

Kabir azabının olduğunu iddia eden kitaplara baktığımız zaman ölüye yapılan azabın onun bedenine değil ruhuna olduğu şeklinde ibarelere rastlamaktayız. Kur'anın insan için ruh ve beden ayrımı yapmadığı göz önüne alınacak olursa bu konunun baştan sakat bir konu olduğu açıktır.Kabir azabını müdafaa eden görüşe göre beden ölmekte fakat ruh ölmemekte dolayısı ile azab gören ruhtur. Bu görüş beraberinde problemleri getiren bir görüştür, bilindiği gibi ahirette yeniden diriliş dünyada iken olan halimizin aynısı olarak gerçekleşecektir, kur'an buna ölümden sonra yeniden diriliş der, eğer ruh ölmüyorsa ve kabirde azab gören ruhsa yeniden dirilip hesaba çekilmenin ne anlamı olabilir?. Bazı islam filozofları yeniden dirilişin bedenen olacağını bu yüzden red etmişlerdir. Onun için insanın beden ve ruh şeklinde bir ayrımına gidilerek azab görenin beden değil ruhudur denilmesi ayrı bir çelişki olup ölmeyen şey tekrar nasıl dirilir diye itiraz etmişlerdir. İnsanın kıyamette bedenen dirilerek hesap göreceği konusu kur'anın net beyanı olmasına rağmen dirilişten önce kabirlerde azab görmesi görmesi konusu çelişkili bir konu olup madem ruh asıl ise ve ölmüyor ise yeniden dirilip hesaba çekilmenin anlamı nedir? diye haklı olarak sorulmaktadır.   

Eğer bu konuya sadece kur'an ne diyor diye bakılmış olsaydı kabirde ruh azab görüyor diye bir iddia ortaya dahi atılmaz ve bu tür tartışmalara mahal bile kalmazdı . Biz yazımızın iesas amacı olan ölüm sonrası yeniden dirilişe kadar geçen zamanın yeniden dirilenler arasındaki konuşmaların yansıması ile nasıl anlatıldığını gösteren ayetlere geçelim.  

-----17.052   O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
-----020.103-104 Onlar, aralarında: «On günden fazla durmadınız.» diye gizli gizli konuşacaklar. Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: «Siz yalnızca bir gün kaldınız» derler.
-----023.112-113-114 Allah onlara yine: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız» der.«Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» derler.Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
-----030.055-56 Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.Kendilerine ilim ve iman verilenler; «And olsun ki, siz Allah'ın yazısında mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, fakat sizler anlamıyordunuz» derler.
-----010.045 Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
-----046.035 O halde üstün irade sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedilik etme! Onlar, kendilerine va'dedilen acıyı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir. Bu yeterli bir tebliğdir. Demek ki, helak edilecekler, başkası değil, ancak itaattan çıkmış fasıklar topluluğudur!
-----079.046 Onlar, onu (kıyameti) görecekleri gün, sanki bir akşam veya bir kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
----- 036.052  «Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?» derler. Onlara: «İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi» denir.
-----037.019-20-21İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.Şöyle derler: «Vay bize! İşte bu ceza günüdür.»Onlara: «İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür» denir.
-----054.007-8 Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----070.043-4 O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!    

Yukarda meallerini vermiş olduğumuz örnek ayet meallerinden görüleceği üzere ölümden sonra yeniden dirilenlerin birbirlerine sormuş oldukları sorular onların azab görmüş olduğuna dair hiç bir şekilde bilgi içermemektedir. Birçok ayete rağmen sadece mü'min s. 46. ayetine dayanarak kabir azabına delil getirmeye çalışmak "kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak" metodu ile yapılan bir çalışma olup ön kabulleri kur'ana tasdik amacından başka bir şey değildir.    

Bazı ayet meallerine baktığımız zaman kabirlerinden çıkanların birbirlerine sormuş olduğu sorulardan olan "ne kadar kaldınız" sorusuna "dünyada" ilavesi yapılarak sanki ayet metnindenmiş gibi bir hava oluşturularak kabir azabına kur'ani delil çıkarma yoluna gidildiğine şahid olmaktayız.  
----- 002.259 Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? «Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?» dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, «Ne kadar kaldın?» dedi, «Bir gün veya bir günden az kaldım» dedi, «Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz» dedi; bu ona apaçık belli olunca, «Artık Allah'ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum» dedi.
-----018.019 Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.
Bakara s. 259 ve kehf s. 19. ayetlere bakacak olursak yeniden dirilişin dünyada iken canlı provası diyebileceğimiz ayetlerde kaldıkları süre olarak dünyada kaldıkları süre olarak "bir gün veya daha az" demeleri uykuda ve ölüm halinde kaldıkları süredir.    

 -----043.077] Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin! diye seslenirler. Mâlik de: Siz böyle kalacaksınız! der.
Zuhruf. 77. ayetinde cehennemde azab gören birisinin cehennem bekçisine olan feryadı dile getirilerek o kişinin ölümü istediği görülmektedir. Eğer bu kişi ölümden önce kabirde bir azab görmüş olsaydı ölümü istermiydi? çünkü ölüm sonra beklediği kabirdede azab görmüş olsaydı böyle bir istekte bulunmazdı.   

-----040.011] Onlar: «Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmağa yol var mıdır?» derler.
 Mü'min s. 11. ayetinde yine cehennem ehlinin feryadı dile getirilmekte ve onlar rablerinden onun öldüren ve dirilten kudretini dile getirerek artık ölümü istemektedirler, aynı şekilde ölüm sonrası yeniden dirilişe kadar herhangi bir azab görmüş olsalardı acaba ölümü isterlermiydi?

Sonuç olarak, kabir azabı konusu kur'anın ortaya attığı bir konu olmayıp aksine kur'ana rağmen ortaya atılan konulardan olup rivayetleri kur'ana uydurma amaçlı olarak sadece tek bir ayetten yola çıkılarak delil  getirilmeye çalışılmış bir konu olup bu şekilde getirilen delilde insanı beden ve ruh şeklinde yine kur'andan onay almayan bir ayrıma gidilerek yapılmıştır. İnsanın beden ve ruh şeklinde bir ayrımı sadece kabir azabını doğrulamak için yapılan bir ayrım olup buda ayrı bir sorunu beraberinde getirerek haklı olarak bazı filozofların bedenen dirilişi inkarına kadar götürmüştür. Kabir azabı etrafında çerçevesindeki bu tür konular kur'anı rehber edinerek çıkarılmayan hükümlerin beraberindeki getirebileceği sorunlarada bir  örnektir. İnsan kur'anın ifadesi ile bedenen ölür ve kıyamete kadar kabirlerde bekler ve o zaman içinde herhangi bir hesap sonucu cennet bahçesi veya cehennem çukuru şeklinde bir mekana sahip olmaz, çünkü hesaplar yeniden diriliş sonucu olacak ve herkes yapmış olduğu amelleri neticesinde ebedi mekanına kavuşacaktır.   

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Ekim 2012 Çarşamba

"Allah'a ve Resulune İtaat Edin" Ayetlerini Nasıl Anlamalıyız?

Allah azze ve celle kulu ve elçisi muhammed sav e indirdiği alemler için rahmet ve hidayet olan kitabı, kur'anı kerim deki birçok ayette bizlere "Allah'a ve resulune itaat edin" şeklinde emirler vermektedir (3.132/4.59/5.92/8.46/24.56/47.33/58.13/64.12) . Bu  ayetler üzerinde düşünce üreten insanların bir kısmı bu ayetleri , " Allah'a itaat kitabına itaat, elçisine itaat hadislere itaattır" şeklinde anlayarak müslümanlar arasında telafisi güç fikir ayrılıkları meydana getirmiştir.

Müslümanların tamamı , "Allaha itaat kitabına itaattır" sözü üzerinde herhangi bir ihtilaf içinde olmamışlar , olmalarıda mümkün değildir. Ancak, "resulune itaat hadislere itaattır" düşüncesi üzerinde haklı olarak ihtilaf içindedirler. Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın tahrif ve değişime uğramadan elimizde olduğu muhakkaktır. Onun elçisi muhammed sav in bizlere "hadis" adı altında ulaşan sözlerinin sahih olup olmadığı üzerinde müslümanların tamamının aynı düşüncede olmaması hasebiyle kendilerine gelen bir hadisi bir kısım müslümanlar "sahih" olduğu  gerekçesiyle kabul ederken bir kısım müslümanlar aynı hadisi "sahih olmadığı" gerekçesi ile red etmişlerdir. İslam dünyasının hadisler üzerindeki geçerli olan durumunun özeti kısaca bu haldedir.

Durum böyle iken önlerine gelen herhangi bir  hadisi kendi oluşturdukları yöntemler ile  red edenlerin , "elçiye itaat hadislere itaattır" söylemine göre durumları nedir? sorusu akla gelmektedir. Allah cc bizlere "elçiye itaat edin" emrinden kastının "onun söylemiş olduğu sözlere itaat edin" şeklinde anlayanlara göre bazı hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile kabul etmeyenlerin durumu "elçiye itaat etmemesidir". Elçiye itaat edilmemesinin sonucu kur'ana göre küfür sayıldığı için bir kısım hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile red edenler ile aynı hadisi sahih olduğu gerekçesi ile kabul edenlere göre, o hadisi kabul etmeyenin kafir olduğuna hükmetmeleridir. İşte durum islam dünyasında telafisi güç olan bir yara açmış olup hala kapatılmamakta direnilmektedir.

Kur'anın bir çok ayetinde Allah cc bizlere birlik ve beraberliğin önemini ve gerekliliğini vurgulamasına rağmen, "elçiye itaat hadislere itaattır" iddiasının bir sonucu olarak birine göre sahih olan bir hadisi kabul etmeyen bir kişinin durumu onun kafir olmasını gerektirir . Bu iddianın savunucuları bile bugün "hadis"adı altında elimizde olan sözlerin tamamını sahih olarak görmemekte olup kendi söylemleri ile kendilerini kafir ilan etmektedirler. Bu yaman bir çelişki olup aşılması gereken bir durumdur. Bugün herhangi bir dayanağı olmadan oluşturulmuş olan "ehli sünnet" inancı adı altında yine hiçbir dayanak olmadan üretilmiş olan "4 hak mezhep!!" savunucularının dayandıkları farklı mezhebi görüşlerinin temelleri kendilerine gelen hadisleri kabul veya red ederek oluşturdukları düşüncelerdir. Misal vermek gerekirse şafii mezhebinde namazın ruünlerinden biri olan "ref'ul yedeyn" (ruku' a giderken ve kalkarken elleri kaldrımak) hanefi mezhebinde uygulanmamaktadır. Bu gibi misallere çoğaltmak mümkündür, o zaman şunu sormak gerekmektedir şafiinin mezhebinde resul sav in yaptığı bir sünnet ebu hanifenin mezhebinde uygulanmaması ebu hanifenin bu konuda elçiye itaat etmemesi demektir öyleyse ebu hanifenin durumu nedir? sorusunun cevabı nasıl verilecektir.

Ebu hanifenin hadisler konusundaki düşünceleri bilindiği gibi"hadis ehli" fırkası tarafından şiddetli bir biçimde tenkid edilmiş olup onların sahih olarak kabul ettikleri bazı hadisleri kabul etmemiş olması dolayısı ile kafir olduğu ve tevbeye davet edildiği bir gerçektir. Ebu hanifenin hadis anayışı hakkında kendisinden naklediliği söylenen şu sözler bizler içinde geçerli olmasının gerektiğini düşünmekteyiz.

"“Ebu Hanife: “Eğer bir kimse, ‘Peygamber (a.s.)in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız (cevren) konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse, bu, onun, Peygamber’i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala, “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız” (Hakka 44-47), sözüne uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah’ın Resûlünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur. ( el-Alim 26-27) s.84-85

Resule itaat meselesi müslümanlar arasında telafisi güç ayrılıklar meydana getirmiş olmasına rağmen bu ayrılıkların en aza indirilmesi imkansız değildir. Bu ayrılıkları en aza indirmek için bütün müslümanların üzerinde ihtilaf etmedikleri tek kaynağın yani kur'anın hakemliğine başvurulması gerekmektedir.

Öncelikle kur'anın, muhammed sav e nasıl bir konum verdiği üzerinde fikir birliği sağlanması gerekmektedir.Bir çok kendisine vahyedilen uyması ve kendisininde ben bana vahyedilene uyarım şeklindeki ayetlerden bizler için ölçü olması gerekli olan kıstasın ne olduğu ortaya çıkmaktadır (6.50/7.203/10.15/33.2/38.70/46.9/53.4) kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas yine kur'andan başka bir şey olamaz.

Kur'anın hiçbir ayeti Allah ile elçisini ayırarak "Allah ayrı ,elçisi ayrı hüküm verebilir" dememiştir. Kur'an ayetlerinde "elçiye itaat edin" emri o elçiyi gönderen rabbe yani onun mesajına itaat edin şeklinde anlaşılmak durumundadır. Elçi olmak demek birisinin mesajını birisine ulaştırmak demek olduğuna göre muhammed sav elçi olarak Allah cc den aldığı mesajı kullarına iletmek o mesajları yaşamak zorundadır.   İsa as ın , al-i imran s. 50 . ayetindeki şu sözleri  elçinin görevini açıklaması bakımından önemlidir . "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim.. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.» İsa as için geçerli olan bu durum muhammed sav içinde geçerlidir , bir resul Allah cc nin kulları için neyi helal ve haram kıldığını ancak getirdiği ayetle onun kullarına tebliğ eder.

------[004.100]  Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve resulune hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.
------[048.010]  Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.

Nisa s. 100. ayetinde  Allah'a ve resulune hicret etmenin nasıl olacağı sorusuna Allah ve resulunun arasını ayırarak cevap verecek olursak Allah'a hicret etmenin nasıl olacağı cevabını ne şekilde verebiliriz? . Fetih s. 10. ayetinde resule biat edenlerin Allah'a biat etmiş olacağı,resul ile ahid yapanların Allah ile ahid yapmış sayıldığını görmekteyiz. yine nisa s. nin 80. ayeti Alah ve resule itaat ayetlerinin ne şekilde anlaşılması gerektiğini bizlere öğreten bir ayettir.
-----[004.080]  Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Bu ayet bizlere, Allah cc nin kendisine itaat edilmesi amacı ile elçi göndermiş olduğunu ona itaatın resule itaat edilmesi yani ona gönderdiği mesaja itaat edilmesinden geçtiğini bildirmektedir.

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.