Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Haziran 2018 Pazartesi

Bakara s. 243. Ayeti: Allah İsrailoğullarını Öldükten Sonra Nasıl Diriltti?

Arapça orjinal metni, أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَهُمْ أُلُوفٌ حَذَرَ الْمَوْتِ فَقَالَ لَهُمُ اللَّهُ مُوتُوا ثُمَّ أَحْيَاهُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ olan, Türkçeye yapılan çevirileri ise, "Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi. Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez." olarak yapılan Bakara s. 243. ayeti, içinde Ölüm ve Diriliş kelimelerini barındırmasından dolayı, bu kelimelerin hakiki anlama mı, yoksa mecazi anlama mı sahip oldukları konusunda üzerinde düşünülmesi gereken bir ayettir. 

Bu ayeti okuyan bir kimse, ayet içinde geçen ölüm ve dirilişin keyfiyetini merak edecek, bu olayın nasıl gerçekleştiği konusundaki sorularına cevap arayacaktır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, Ölüm ve Diriliş kelimelerinin hakiki anlamlara sahip olduğu şeklindeki yorumlar ağırlık kazanmakta, fakat bu ayeti tek bir ayet olarak okuyup anlamaya çalışmak yerine, devam eden ayetlerde anlatılan Talut kıssası ile birlikte bütüncül olarak okuduğumuzda, bu kelimelerin hakiki anlamdan ziyade, mecazi bir anlam taşıdığı görülecektir. 

[002.246] Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Nebilerinden birine: «Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım» demişlerdi. «Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?» dedi. «Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?» dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.

Bakara s. 243. ayetinde geçen, binlerce oldukları halde ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları, 246. ayet ile birleştirerek okuduğumuzda, binlerce kişinin yurtlarından çıkma sebebinin, düşmanlarının onlara karşı galip gelmesi neticesinde olduğunu görmekteyiz. 243. ayette onların bu durumları Ölüm olarak tasvir edilmektedir. Talut kıssasını okuduğumuzda ise, İsrailoğullarının Talut'un komutası altında Calut ve ordusuna karşı savaşarak, yeniden yurtlarına döndüklerini görmekteyiz. Talut'un komutası altında Calut ve ordusuna karşı savaşarak galip gelen İsrailoğullarının yurtlarına geri dönmesi ise Diriliş, yani yeniden hayata dönüşleri olarak tasvir edilmektedir.

243. ayeti Talut kıssası ile bağlantılı okuduğumuzda, ayet içinde geçen Ölüm kelimesini Esaret, Diriliş kelimesini ise Özgürlük ile eşitlemenin daha isabetli bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz.

Bakara s. 243. ayetinde topluluğun adının zikredilmemiş olmasına rağmen, bu topluluğun İsrailoğulları olması, ilerleyen ayetler ile bağını kurmaya çalıştığımızda daha muhtemel olduğu görülmektedir. Fakat ayetlerin daha önemli tarafı ise, olayın sadece tek bir topluluğu değil, geçmiş ve gelecek olan bütün toplumları ilgilendirmesidir. Çünkü ayetler, düşmanları tarafından esaret altına alınan bir topluluğun özgürlüklerine nasıl kavuşabileceğini, yaşanmış bir örnek olarak İsrailoğullarının başlarından geçen bir olay üzerinden anlatmaktadır. Bu kıssa aynı zamanda, tüm zamanlarda bu durum ile karşılaşacak olan topluluklara bir mesaj vermektedir.

Bütüncül bir okuma sonucunda Bakara s. 243. ayetinin, Talut kıssasının sonuç ayeti olduğu görülmektedir. Ayet içinde geçen Ölüm ve Diriliş kelimelerinin ise bu bağlamada mecazi bir anlama sahip olduğu daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. 

Bakara s. 243. ayetine verilecek olan anlamın, Talut kıssası dikkate alınmak sureti ile yapılmaya çalışılması, ayet içinde geçen Ölüm ve Diriliş kelimelerinin üzerinden verilmek istenilen mesajın daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. 

Bu ayet ile ilgili olarak bizim yapmaya çalıştığımız anlam çalışması şu şekildedir:

Bakara s. 243- Binlerce kişilik kalabalık topluluk olmalarına rağmen (düşmanları ile savaşmanın verdiği) ölüm korkusu ile yerlerinden yurtlarından çıkanları görmedin mi?. (Düşmanları ile savaşmaktan korkmalarından dolayı yerleri yurtları istila edilerek zelil duruma düştükleri için) Allah onlara Ölün * dedi, sonra onları (düşmanlarına karşı galip getirmek sureti ile yeniden kaybettikleri yurtlarını geri kazandırarak) hayata döndürdü. Allah insanlara lütufkar olmasına rağmen, insanların çoğu buna karşı nankörce davranırlar.

(*) Buradaki Ölün emri, hakiki anlamda bir ölüm değil toplumların düşman istilası karşısında maruz kaldıkları zelil durumu tasvir eden mecazi anlamda bir kullanımdır. Çünkü devamında gelen Talut kıssasındaki hayata döndürülme işlemi de aynı şekilde mecazi anlam taşımaktadır.

Sonuç olarak: Düşmanları tarafından galebe çalınarak yerlerinden ve yurtlarında çıkarılmak sureti ile esaret altına alınan yani ölen bir topluluğun özgürlüğüne kavuşmasının, yani dirilmesinin yegane yolu, düşmanlarına karşı savaşarak galip gelmek sureti ile olacaktır. Esaretin ölüm ile eşitlendiğini dikkate aldığımızda, bugün İslam coğrafyasının bazı bölgelerinin işgal altında olmasının ne kadar acı bir durum olduğu da ortaya çıkacak, bu esaretten kurtuluşun Kur'an'da verilen reçetesi ise, tatbik edilecek günleri beklemektedir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

7 Haziran 2017 Çarşamba

Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi

Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da,  gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.

Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.

[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.

Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir. 

Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.

Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.

Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır. 

Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır. 

Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir. 

Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır. 

Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


5 Mayıs 2017 Cuma

Tevbe s. 40. Ayeti: Üzülme Allah Bizimledir Diyen Resulün, Üzülme Gavslar Kutuplar Bizimledir Diyen Ümmeti

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçileri ve kitapları aracılığı ile, insanlara kendisinden başkasının İlah ve Rab olarak tanımayan bir hayat sürmelerini hatırlatmış, bu hatırlatmalara kulak asmayanları ise ebedi cehennem ile tehdit etmiştir. Kuran içindeki bir çok kıssa ile, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatı içinde nasıl yer bulduğunu canlı örneklerle göstererek, bu toplumların dünya hayatındaki feci akıbetlerini bildirerek, aynı sona uğramamamız için bizleri uyarmıştır. 

Bunca uyarıya rağmen şirk bir çok Müslümanın hayatında yer bulmuş, özellikle tasavvuf merkezli İslam anlayışının temelini bu kavram dahilinde yapılan yanlışlar oluşturmuştur. Tasavvuf merkezli din anlayışında temel nokta, ölü veya diri kişilerden medet beklemek şeklinde gerçekleşmektedir. Şirk olgusu tasavvuf içinde öyle kemikleşmiş bir hal almıştır ki, tevhidin dışlandığı, şirk'in hakim olduğu bir anlayış Gerçek Din bu dur şeklinde insanlara sunulmaktadır. 


Abdülkadir Geylani ismi, bu noktada zirve yapmış bir isim olarak tasavvuf merkezli şirk anlayışının merkezine oturtulmuş, Yetişşşşş Yaaaa Geylaniiiii denildiğinde her ne olunursa olunsun müritlerinin yardımına koştuğu inancı yerleştirilmiştir. Bizlere her konuda örnek olması gereken Muhammed (a.s) ın başı dara düştüğünde ne yaptığı masal haline getirilerek insanlara anlatılmak sureti ile, asıl önemli olan Allah'ın kullarına olan yardımı atlanmıştır. 

 [009.040] Eğer siz ona  yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına «Üzülme Allah bizimledir.» diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.

Tevbe s. 40. ayeti, Muhammed (a.s) Mekke'den Medine'ye hicret ederken saklandığı mağaradaki bir olayı anlatmaktadır. Mağarada sıkıntılı anlar geçiren Muhammed (a.s) ve arkadaşı, sığınılacak tek mercinin Allah (c.c) den başkası olmadığını bilerek arkadaşına Üzülme Allah bizimledir diyerek ona moral vermektedir. Muhammed (a.s) ın bu sözü, başı dara düşenlerin kimden yardım istemeleri gerektiği konusunda çok önemli mesajlar vermektedir. 

[001.005] Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.

Namazlarda defalarca tekrar edilen bu ayet, maalesef bir çok Müslümanın hayatında yer bulmamakta, başı dara düşene tabi oldukları Gavsların ve Kutupların yardım edeceği inancı yerleştirilerek, şirk batağının tam ortasına düşürülmüştür. Abdülkadir Geylani'yi çağırmak için icat edilmiş duaların bile olması, şirk maskaralığının nasıl zirve yaptığının bir göstergesidir.

Bu noktada adı geçen bu isimlerin yardımının Allah'ın izni ile olduğu gibi ortaya atılacak iddia ve itirazlar, yine şirk inancını savunmak anlamına gelmekten öteye geçmeyecektir.  Hiç bir kulu ile yetki paylaşımı yapmayacağını, kullarına kendisine dua ettiklerinde icabet edeceğini bildiren Rabbimiz, neden bazı kullarını araya sokarak ondan yardım talep etmemizi istesin?. Bir çok Kur'an ayeti, Allah ile kul arasına sokulan aracıların insanları şirke düşürdüğünü haber vermek sureti ile bizleri bunlardan men etmektedir. 

[039.003] [E0] İyi bil ki Allahındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım veliylere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ıbadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şübhe yok ki Allah onların aralarında ıhtilâf edip durdukları şeyde hukmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz

Buradan, Gavs, Kutup, Şeyh lakaplı ölü veya diri olan insanların başı dara düşenlere Yetişşş yaaa ........ denildiğinde yetiştiğine inanan, ve böyle nidalarla seslenerek yardım isteyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.

Sizlere Gerçek Din bu dur diyerek, başınız dara düştüğünüzde bazı kimselerden medet istenilebileceğini söyleyen kimseler, sizlere yalan söylemektedirler. Eğer böyle bir yol doğru ve gerçek olsaydı, Muhammed (a.s) hiç çalışmaz, çabalamaz oturduğu yerden her şeyi halledebilirdi. Mekke ile Medine arasında günlerce yol kat etmez, sıkıntılar çekmez bir anda uçar ve Medine'ye varırdı. 

İşin kötüsü, içinde bulunduğunuz ve doğru zannettiğiniz inanç, apaçık bir şirk inancı olup, hayatta iken tevbe edip dönülmediği takdirde, ahiretteki karşılığın ebedi cehennem olduğunu gördüğünüz anda, geri dönüş artık mümkün olmayacaktır. Amacımız, bu düşüncelere sahip olanları Kafir, Müşrik olarak tekfir ve tahkir etmek değildir. Amacımız, içinde bulunduğunuz yanlışa dikkat çekerek şirk işlemekten dönmenize vesile olmaya çalışmaktır. 

[032.012]  Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken bir görsen!

[023.099-100] Onlardan birine ölüm gelince: «Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim» der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.

Rabbimiz bizleri, hayatta iken yaptıklarından pişmanlık duyarak, dünyaya geri dönmek isteyen kullarından kılMAsın.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Maide s. 12-13. Ayetleri: Allah Nasıl Kullarının Yanında Olur? Onları Nasıl Terk Eder?

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili yaptığı anlatımlar, Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumlar yasaların, bu kavmin Kur'an içinde anlatılan pratikleri üzerinden nasıl işlediğinin anlaşılması olarak olarak okunduğu zaman, bu kavim ile ilgili ayetler sadece belirli bir zamanda yaşayan bir kavme has ayetler olmaktan çıkarak, kıyamete kadar bütün topluluklara mesajları olan ayetlere dönüşecektir.

Maide s. 12. ve 13. ayetlerini okuduğumuz zaman, İsrailoğullarından alınan bir söz ve onların verdikleri sözlerini bozmalarından bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu söz, sadece onlardan değil, kitaba ve elçiye iman ettiğini iddia eden herkesten alınan bir söz, ve bu bozulduğu zaman ortaya çıkacak durum ise, evrensel bir yasa olarak tüm zamanlarda ve tüm topluluklar için geçerlidir.

[005.012]  And olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan oniki reis seçtik. Allah: «Ben şüphesiz sizinleyim,salatı ikame ederseniz, zekat verirseniz, resullerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir borç verirseniz, and olsun ki kötülüklerinizi örterim. And olsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur» dedi.

[005.013]  Sözlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik, kalblerini de katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine öğretilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı müstesna daima hainliklerini görürsün. Sen; onları affet ve geç. Muhakkak Allah; ihsan edenleri sever.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin İsrailoğullarının yanında olmasını bazı şartlara bağladığını görmekteyiz.

1- Salatı ikamet etmek.
2- Zekatı vermek.
3-Resullere inanmak ve onlara yardım etmek.
4- Allah'a güzel borç vermek (Karzen Hasenen)

Kur'an'ın geneline bakıldığında, bu emirlerin sadece İsrailoğullarına has olmadığı, bu emirler ile biz Müslümanların da muhatap olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu emirler, gereğince yerine getirildiği takdirde, bizlere dünya ve ahirette bir takım vaatlerin verildiğini görmekteyiz. Bu emirlerin yerine getirilmediği takdirde, doğru yoldan sapılmış olacağı, doğru yoldan sapan bir topluluğun ise dünya ve ahirette sıkıntılı bir hayat geçireceği bildirilmektedir.

Müslümanlar olarak yaşadığımız sıkıntılı hayatın en temel sebebi, Allah (c.c) nin biz kullarına vermiş olduğu emirlerin, yaşam içinde yerine getirilmemesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İsrailoğullarının Kur'an içinde anlatılan tarihine bakıldığında, yaşadıkları inişli ve çıkışlı hayatın sebebinin, kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri ve getirmedikleri zaman aldıkları karşılıklar olduğu görülecektir.

Kur'an'ın temel kavramlarından olan Salat'ın  anlam alanının daraltılması sonucunda sadece namaza indirgenmesi, namaz ibadetinin ise sadece tapınaklarda icra edilen bir ritüele dönüşerek, Müslüman hayatının sadece bir kaç dakikalık zamanı içinde yer bularak diğer zamanlarda yer bulmaması, başta gelen sorunlardandır. Halbuki bu kavram, namazı da içine alan daha geniş bir anlam alanına sahip olup, hayatın her anını ve alanını ilgilendirmektedir.

Müslümanlar olarak Din kavramını sadece kulun hayatının belirli zamanlarında ve belirli yerlerde yaptığı bir takım ritüel ibadetler olarak görmüş olmamız, yaptığımız en büyük hatalardandır. Halbuki bu kavram, kulun bütün yaşamını ilgilendiren bir kavram olarak görüldüğü ve anlaşıldığı zaman, Allah (c.c) nin bizler için seçip beğendiği, ve sadece ondan razı olacağını beyan ettiği İslam Dini'nin  ne demek olduğu, bizler için hayat içinde ne anlama gelmesi gerektiği anlaşılacaktır. 

Allah (c.c) nin bütün elçileri aracılığı ile gönderdiği hayat sisteminin adının İslam Dini  olduğunu dikkate aldığımız zaman, İsrailoğullarının başlarına gelen sıkıntıların kaynadığında kendileri için seçilmiş ve beğenilmiş olan İslam'ı terk ederek, beşeri kaynaklı sistemleri hayatlarına geçirmiş olmalarını gösterebiliriz. Maide s. 13. ayeti, İsrailoğullarının kendilerini İslam'dan nasıl soyutladıkları anlatılmakta, aynı soyutlama yönteminin biz Müslümanlar tarafından da uygulandığını görmekteyiz.

Maide s. 13. ayeti içinde, İsrailoğulları tarafından yapılan "Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" şeklinde ifade edilen bir eylemden bahsedilmekte, bu eylemin ne olduğu, nasıl gerçekleştiği ve biz Müslümanların kelimeleri yerlerinden oynatmasını yaşamları içinde nasıl gerçekleştirdikleri üzerinde durmak istiyoruz. 

Tevrat'ın tahrifinin nasıl gerçekleştiği konusu, Müslüman alimler tarafından tartışılan bir konudur. Bu tahrifin metin olarak mı yoksa anlam olarak mı olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki Allah'ın kitaplarının anlam olarak tahrifi geçmişte nasıl yaşanmış ise, halen aynı tahrif işlemi Kur'an içinde geçerlidir. Kur'an metin olarak tahrife uğramamış olsa da, onun anlam olarak tahrifi yapılarak, Kitaba değil kitabına uydurmak dediğimiz cinsten yapılan çalışmalar sonucunda, din adına bir sürü asılsız iddialar ortaya atılmaktadır. 

Bazı Müslümanların dünyevileşmenin getirdiği yaşam tarzına ayak uydurmaya çalışmaları, onların bu seküler yaşamlarını İslami bir yaşam gibi göstermek ihtiyacını doğurmuştur. Örneğin; Lüks tüketime ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyaçlarını banka kredisi ile karşılamak isteyenler, faiz vermenin haram olmadığını, veya bankalardan alınan kredilerin faiz olmadığını Kur'an ayetlerini delil olarak öne sürmek sureti ile, yaptıkları hatalardan çıkış yolu aramakta, yoğun iş yaşamı arasında namaza vakit bulamayanlar ise, bazı kimselerin ortaya attığı Kur'an'da namaz olmadığı iddiasına can simidi gibi yapışmakta, vicdanlarını bu şekilde rahatlatma yoluna gitmektedirler. 

Allah'ın kitabına karşı yapılan Kelimelerin yerinden oynatılması işleminin biz Müslümanlar tarafındaki yansıması, kitaba uymak yerine, kitabı kendisine uydurmak sureti ile yapılmakta, böylelikle insanlar, kitaba uyduklarını zannederek kitapsız bir hayata entegre olmaktadırlar. Kısacası, İslami kuralları yine İslami bir kılıf giydirmek sureti ile çiğnemeye çalışan Müslüman tipolojisi, son yıllarda dikkatleri çekmeye başlamıştır.

Allah'ın kitabından kopuk yaşamanın dünya hayatında elbette bir bedeli olacak ve bu bedel farkında olmasak dahi biz Müslümanlar tarafından şu anda ödenmektedir. Lüks hayata ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyacı bankalardan faizli krediler ile karşılamak durumunda olan bir çok kişinin bu borcu ödemekte zorlanması, kredi kartı kullanmak sureti ile hayatı borç ödemek ile geçen insanların yaşadıkları trajediler, Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bir bedeli olup, bu hayatın ahiret bedeli daha korkunçtur.

Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bedelinin ne olduğunu görmek için, İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki çöküşünün boyutlarını görmek yeterli olacaktır. İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu durum, Allah'ı terk eden bir yaşam olmasından dolayı, Allah'ta kendisini unutanları terk etmiş, onları şeytanları ile baş başa bırakmıştır.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin kullarının yanında olması için koyduğu şartlar olan ZEKAT ve KARZI HASEN (Güzel borç) kavramlarının toplum hayatındaki rolleri ve bu kurumların ortadan kalktığı zaman, meydana gelecek olan durumu özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz;

Zekat; Temizlenmek anlamında bir kelime olup, bu kelime nefsin ve malın temizlenmesi anlamında Kur'an içinde geçmektedir. Malın temizlenmesi demek, kişinin elinde olan malda başkalarının da hakkı olması demek ve bu hakkı gerekli yerlere teslim etmek demektir. Eğer bu hak, hak sahiplerine teslim edilmeyecek olduğunda, zengin ile fakir arasındaki makas açılacak ve toplumsal bir kargaşa meydana gelecektir.

Karzı Hasen; Güzel Borç anlamında bir deyim olup, bu deyimi Allah (c.c) tarafından haram kılınan Faiz ile alakasını kurarak anlamaya çalıştığımız zaman, anlamı daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Nisa s. 160 ve 161. ayetlerde, Allah (c.c) Yahudilerin yasaklandıkları halde faiz aldıklarından ve bu yanlışları sonucunda onlara bazı yaptırımlar getirildiğinden bahsetmektedir. İnsanların birbirleri ile her konuda olduğu gibi, maddi konularda da yardımlaşma içine girmeleri, toplumun ayakta kalması için önemli bir etkendir. Toplum bireylerinin birbirlerine sadece menfaatleri için yanaşmaları, menfaatleri olmadığında birbirlerine selam dahi vermemeleri, o toplumun geleceğini olumsuz yönde etkileyecektir.

Maddi ihtiyaç içine düşen bir kimseye, ihtiyacını karşılaması için ödünç para vermek insani ve erdemli bir davranıştır. Bu tür erdemli davranışların toplum içinde yok olması, maddi ihtiyaç içine düşen insanların ihtiyaçlarını karşılamak için faiz karşılığında ödünç para veren kişi ve kurumların kucağına itilmesi anlamına gelecektir. 

İhtiyacı olana Karzı Hasen  (Güzel Borç) vermek, yani ona verilen borcun karşılığını o kişiden maddi bir fazlalık olarak beklemek yerine, onun karşılığını Allah (c.c) den beklemek, toplumun selameti için önemli bir davranıştır. Karzı Hasen deyiminin önemini, faiz batağının toplumda sebep olduğu maddi ve manevi yıkımları dikkate alarak düşündüğümüzde, bu deyimin önemi daha kolay anlaşılacaktır. Karşılık ve fazlalık istemeden verilen Güzel Borç  deyiminin zıttı ise, Çirkin Borç deyimidir. Bu deyim yapılan bir iyiliğe karşı beklenti içinde olmak ve yapılan iyilikten maddi bir fazlalık yani faiz beklemek anlamındadır.

Sonuç olarak; Allah'a inanan her kişi ve toplum, onun her şeye gücünün yettiğini bildiği için, onun yanında olmasını, onun gücüne güç katmasını, onu her alanda galip getirmesini ister. Ancak Allah (c.c) kullarının yanında olmasını belirli şartlara bağlayarak bu şartlar yerine getirilmeden onların yanında olmayacağını bildirmektedir.

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, Allah (c.c) nin kullarının yanında ne zaman olacağını ve olmayacağını pratik uygulamalar üzerinden öğrenmek ve ibret almak bakımından okunduğunda, o topluluk ile ilgili ayetler Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların önceki toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin gösterilmesi açısından hayati önem arz ettiği anlaşılacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Aralık 2016 Pazartesi

Bakara s. 30. Ayetindeki Allah İle Melekler Arasındaki Konuşma Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an anlatım üslubu itibarı ile, insana aşina olan edebi sanatları kullanan bir kitaptır. Temsili anlatım üslubu , anlatılan bir olayı görsel hale sokarak anlaşılmasını muhatap açısından kolay kılması bakımından, bu kitap içinde yerini almıştır. Bu anlatım üslubunun en önemli özelliği, oluşturulmuş aktörler ve olaylar üzerinden muhataplara mesaj vermek olup , bu üslup dahilinde yapılan bir anlatımda aktörlere ve olaya değil , aktörler ve olay üzerinden verilmek istenilen mesaja dikkat çekilmektedir.

Kur'an'ın bu anlatım üslubunu kullanarak vermek istediği mesajlar , mesaja değil aktörler ve olaylara odaklanan bir okuma yöntemi takip edilerek okunmaya çalışıldığı için , maalesef bazı sorular ortaya çıkmakta , ortaya çıkan sorulara ise , aktörler ve olaylar merkeze alınarak cevap verilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen Adem ve İblis kıssası temsili anlatım üslubunun kullanıldığı bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Bu kıssa Adem , İblis ve Meleklerden oluşan bir aktör kadrosuna sahip olarak bizlere anlatılmakta, ve bunlar üzerinden bizlere bir takım mesajlar verilmektedir. Ancak kıssa genelde mesaj değil , aktörler ve kıssa içinde anlatılan olay merkeze alınarak okunmaya çalışıldığı için, bu kıssa ile ilgili bir çok soru ortaya çıkmış , verilmeye çalışılan cevaplar ise mesaj değil , aktörler ve olay merkeze alınarak verilmeye çalışılmıştır. 

Yazımızda bu kıssanın mesaj içerikli okunmaması sonucu ortaya çıkan sorulardan birisi olan , Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmada , insanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin nasıl bildikleri üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

[002.030]  Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; (Allah) «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.


Bakara s. 30. ayetinde geçen Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı, Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde cevap vermeleri , insanın yer yüzünde kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin, insan daha var edilmeden önce nasıl bildiği sorusu sorulmuş, ve bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar yapılarak, bir takım cevaplar verilmeye çalışılmıştır.

Bizim tefsirlerde yapılan bu yorumları "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde bir ifade ile mahkum etmediğimizi baştan hatırlatarak , yapılan yorumların Kur'an'ın temsili anlatım üslubu dahilinde yapılmaması sonucunda kısır tartışmalara dönüştüğünü söylemek istiyoruz. Bizim yapacağımız yorumların "Kesin doğrular" olduğunu iddia etmediğimizi baştan hatırlatarak , Bakara s. 30. ayetindeki konuşma ile ilgili yorumlarımıza geçmek istiyoruz.

Yoruma geçmeden önce bu kıssanın "Temsili bir kıssa" olduğunu iddia etmemiz , dolayısı ile gerçekte yaşanmadığını iddia etmek anlamına gelecek, ve bir kısım kimse haklı olarak "Ne yani Allah bize yalan mı söylüyor?" şeklinde itirazlar yükselebilecektir.

Temsili anlatım üslubu, verilmek istenilen mesajın insan zihninde daha kolay anlaşılmasını ve kalıcı olmasını sağlaması açısından kullanılan bir yöntemdir. Örneğin tarihi bir karakterin canlandırıldığı bir sinema veya tiyatroya giden kimse, o karakteri canlandıran kişi için "Ya bu adam yalancı aslında bu gerçek hayatta doktor veya başka bir meslek sahibidir" şeklinde bir söz asla kullanmaz. Tarihi karakteri canlandıran aktörün gerçek kişiliğini bir tarafa bırakarak, o kişinin canlandırdığı tarihi karakteri izlemeye çalışır. 

Kur'an'da anlatılan bir kıssanın temsili olduğunu iddia etmek (Bütün kıssaların temsili olduğu iddiasında olmadığımızı hatırlatırız) , Allah (c.c) nin haşa bize yalan söylediğini iddia etmek anlamına gelmez. Allah (c.c) biz kullarına yönelik olan mesajlarını iletmekte temsili anlatım üslubu kullanarak, vermek istediği mesajın daha kolay ve net anlaşılmasını sağlamaktadır. 

Allah (c.c) ile Kur'an'da yer , gök , dağlar ile konuştuğunu beyan eden ayetler bulunduğu (41.11 - 33.72) herkesin malumudur. Biz bu ayetleri okurken nasıl konuşmanın nasıl cereyan ettiğini değil , o konuşma üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışırız. Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı, böyle bir düşünce içinde değerlendirmeye çalışacağız. 

Kur'an'ın gayb alanına dair olan konuları bize teşbih (benzetme) yolu ile anlattığı malumdur. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması ve bizim onu gerçek olarak algılama imkanlarından yoksun olmamız nedeniyle, bizlere kendisini insanların tarafından bilinen, "Hükümdar" tasviri üzerinden anlatmaktadır. Yani Kur'an bilinmeyen gaybi alemi , şahit olduğumuz alemin bilinenlerine  benzeterek anlatma yolunu kullanan bir üsluba sahiptir. Allah (c.c) kendisi için eli , gözü , arşı olduğunu beyan ettiği ayetleri, gerçek biçimde anladığımız takdirde ortaya bir çok problem çıkmakta , bu problemler bu gibi ifadelerin benzetme içermiş olması düşüncesi ile aşılmaktadır. 

Mele ; Bir hükümdarın yanında bulunan danışman kadrosu için kullanılan bilinen bir terim olarak, Kur'an'da bildiğimiz hükümdarlar olan Yusuf kıssasında (12.43) , Süleyman (a.s) (27.38), Sebe melikesi (27.29), ve Firavun (28.38) ile ilgili anlatımlarda, gerçek anlamda kullanılmaktadır. 

Aynı kelime "Mele-i Ala"  (Yüce Topluluk) terkibi şeklinde, Saffat s. 8 , Sad s. 69. ayetinde geçmektedir. Mele-i Ala , kendisini bize bir hükümdar tasviri dahilinde anlatan Allah (c.c) nin teşbihi anlatım dahilinde kullandığı bir terkiptir. Yani bize kendisini  hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin, etrafında hükümdar danışmanı olarak bu benzetmeye uygun olarak , Meleklerden oluşan bir kadrosu bulunmaktadır. Hükümdar teşbihi dahilinde bizlere kendisini tanıtan Rabbimizin , Bakara s. 30. ayetinde geçen Melekler ile konuşmasını izah etmek bundan sonra biraz daha kolaylaşacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşma , bize kendisini bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin ,  yanında olan danışman kadrosuna verdiği isim olan Mele-i Ala ile aralarında geçen temsili ve teşbihi anlatım dahilinde bir konuşmadır.

Mele-i Ala yani Melekler , Allah (c.c) "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" dediği zaman , cevaben "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" diyerek bir nevi onun yapacağını beyan ettiği iş hakkında bir nevi ona danışmanlık yaparak, bunun uygun olmayacağını beyan etmektedirler.

Yaptığından sorulmayacağını (21.23) beyan eden Rabbimizin yapacak olduğu bir şey konusunda Meleklerin onu sorgulamasını nasıl izah edebiliriz ?.

Allah (c.c) nin Melekler ile olan konuşması kendisini hükümdar olarak tanıtmış olmasının bir gereği olarak , hükümdarların yanında bulunan danışman kadrosu ile yapılmış temsili bir anlatım olarak görülmelidir. Yani konuşma gerçek olarak yapılmış bir konuşma değildir. Gerçek bir konuşma olarak anlaşıldığı takdirde Meleklerin Allah (c.c) ye nasıl itiraz edebildiği konusunda bir takım spekülasyonlara gitmek gerekecektir. Bu konuşmanın temsil içerdiğini düşündüğümüz zaman bu tür sorulara da gerek kalmayacaktır. 

Bu konuda ortaya çıkan sorular ve yapılan yorumlar , Allah ile Melekler arasında geçen konuşmanın gerçekte birebir yapılmış karşılıklı bir konuşma olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki yapılan konuşma temsili bir anlatım üslubu üzerinden yapılmış olan bir konuşma olarak anlaşılmış olsaydı, bu tür soruların ne kadar gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.

Burada asıl bakılması gereken nokta, konuşma içinde geçen "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" cümlesidir. Melekler halife olarak var edilecek insanın yeryüzünde fesat çıkarıcı ve kan dökücü özelliğe sahip olacağını nereden bilmektedirler? sorusunun cevabı ,yine aynı sure içinde bulunmaktadır. Bu noktada sorulması gereken , "Melekler insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olacağını nereden biliyorlardı ?" sorusu değil "Melekler neden insan için fesat çıkarıcı ve kan dökücü vasfını öne çıkarmaktadırlar?" sorusudur. 

Bakara suresinin ayetlerine dikkat edilirse ağırlıklı olarak İsrailoğulları ile ilgili olup , kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık  özellikleri bu kavim ile ilgili anlatımlarda öne çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara geçilmeden bu kıssanın anlatılmış olması dikkat çekicidir.

[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak ıslah edicileriz» derler. Haberiniz olsun; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.

[002.027]  Allah'ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

[002.204-205]  İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.O, dönüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.

[002.084-85]  Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz. Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Verdiğimiz ayet meallerine dikkat edildiğinde insanın kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık özelliği, İsrailoğulları örneğinde ortaya çıkmaktadır. Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" sözleri İsrailoğulları tarafından yapılan fesat ve kan dökücülüğe bir işaret ve onların yaptığı bu hataların Melekler üzerinden dile getirilmesidir. 

Muhammed (a.s) ın Medineye hicret etmesi sonucunda , daha önceden elçi ve kitap ile tanışmış bir topluluk olan İsrailoğulları ile ilişkilerinin anlatıldığı Bakara suresindeki ayetler , bu kavmin iman etmemesi sonucunda düştüğü durumu Meleklerin lisanı üzerinden aktarmaktadır. 

Melek ve Şeytan kavramları, insan için iyiliği ve kötülüğü sembolize eden kavramlardır. İyi birisi için "Melek gibi insan" , kötü birisi için "Şeytan gibi insan" deyimlerini hepimiz kullanırız. İsrailoğulları Muhammed (a.s) a iman etmemek sureti ile Şeytan olmayı tercih eden bir kavim olarak bizlere anlatılmaktadır.

Peki neden Meleklerin konuşması üzerinden böyle bir şeye işaret edilmektedir ?.

Melekler halife kılınacak olan insanın "Fesat çıkarıcı ve kan dökücü" özelliğini ortaya koyarken, kendilerinin özelliklerini de "Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde ifade etmektedirler. Bu ifadeler aslında Allah (c.c) nin yarattığı kullarda hasıl olan  iki ayrı vasıftır. Kul , ya yaratanını överek yücelten ve onu devamlı takdis eden bir hayat üzere , ya da fesat çıkarıcı ve kan dökücü bir hayat üzere yaşamını idame ettirmektedir.

Allah'ı övmek , yüceltmek takdis etmek, yani ona İMAN üzerine dayalı bir yaşam ile , kan dökücülük ve fesat çıkarmaya yönelik yani KÜFÜR üzerine dayalı bir yaşam, yaşam sahasına gelmiş ve gelecek olan bütün insanların taşıyacakları iki ayrı vasıftır. Dünyaya gelen insan ya iman üzere , ya da küfür üzere bir hayat yaşayacaktır. İnsandaki iki zıt vasıf melekler üzerinden anlatılmaktadır.

[002.034]  Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem'e secde ediniz.» Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yanlız İblîs  kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.

Ademe secde etme olayını, bu anlattıklarımız üzerinden devam ettiğimiz takdirde, anlamak daha kolaylaşacaktır. Secde eden Melekler ile secde etmeyen Melek olan İblis , aslında insanın kendisini ifade etmektedir. Kendisine iki yol gösterilerek , ya takva ya da fücur yoluna gitme , ya şükredici ya da küfredici olma itiyadında yaratılan insan , Allah'a secde etmeyen bir yaşamı seçtiğinde "Şeytan" vasfını almaktadır. Kendisinde bulunan fücur ve küfür özelliklerini öne çıkaran bir yaşam ve bu yaşamın içselleştirilmesi insanın şeytan haline gelmesini beraberinde getirmektedir. 

Tefsirlerde yapılan İblis'in Melek'mi yoksa Cin'mi olduğu yönündeki tartışmalar , kıssanın yaşanmış ve İblis'in gerçek bir şahsiyet olduğundan yola çıkarak yapılmış tartışmalara örnektir. Bu tartışmalar hala sürmekte olup , kıssanın temsili anlatım , İblis'in temsili bir şahsiyet olduğunu hesaba katarak okuduğumuz zaman , bu tartışmaların ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır.

Bu noktada kıssanın temsili bir kıssa olarak değil , gerçekte yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan okuma sonucu ortaya çıkan meselelerden olan,Meleklerin Ademe secde etmesi de anlaşılacaktır. Allah (c.c) Ademi yarattıktan sonra onu Meleklerin karşısına dikerek , ona secde etmelerini emretmemiştir. Olay insan fıtratında olan iyilik ve kötülüğün ortaya çıkmasıdır. İçindeki iyilik duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde yani itaat ederken , içindeki kötülük duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde etmemekte yani isyan etmektedir.

Yine bu noktada , Ademe şeytanın yaklaşmasını da anlamak mümkün olacaktır. Bu kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan tefsirlerinde , Şeytan'ın cennete nasıl girdiği sorusu sorulmaktadır. Halbuki Şeytan Adem'e canlı bir kişilik olarak yaklaşmamıştır. Adem'in kandırılması , içindeki kötülük duygularının dışa yansıması sonucunda kendisine yasaklanan ağaca kendi hür iradesinin verdiği karar doğrultusunda hareket ederek yaklaşması sonucunda meydana gelmiştir. İnsan hür iradesi ile yaptığı kötülükler kötülük sembolü olan Şeytan ile özdeşleştirilerek , yaptığı amelin sonucu anlatılmaktadır.

Adem,  iyilik ve kötülük vasfını içinde taşıyan bütün insanları temsil eden prototip bir kişidir. İçinde bulunan iyilik ve kötülük melekeleri ile hayata başlamış , kendisine Allah tarafından bir yol haritası çizilmiş , gitmesi ve gitmemesi gereken yol gösterilerek hayat alanına çıkarılmıştır. Günlerden bir gün , içindeki kötülük melekeleri ağır basarak kendisine yasaklanan ağaca yaklaşarak Allah'a isyan etmiştir. Fakat iyilik melekeleri bu sefer ağır basarak yaptığı hatayı anlamış ve hatasından tevbe ederek geri dönmüştür.

Sonuç olarak : Adem ve İblis kıssası gerçek yaşanmış bir kıssa değil , temsili bir kıssadır. Bu kıssanın temsili olduğunu iddia etmek , Kur'an'ı ret etmek anlamında değildir. Kur'an temsili anlatım üslubunu kullanan bir kitap olarak , bu anlatım üslubunu Adem kıssasında kullanmaktadır. Temsili anlatım üslubu bazı kişi ve olaylar üzerinden mesajı okumaya dayalı bir anlatım üslubudur. 

Allah (c.c) kendisini bize hükümdara benzeterek anlatmasından dolayı , bir hükümdarın etrafında bulunan ve "Mele" olarak bildiğimiz danışman kadrosunu , teşbihi bir anlatım dahilinde "Mele-i Ala" şeklinde kendisi için kullanmaktadır. 

Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmanın teşbihi anlatım dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin verdiği bir karara kimsenin itiraz etme yetkisi olamayacağına göre Meleklerin böyle bir itiraz yapması , mümkün değildir. Yapılan bu konuşma birebir gerçekleşmiş bir konuşma da değildir.

Meleklerin konuşması üzerinden verilen bilgiler insanın, iyi ve kötü yönünü ifade etmekte olup , bu ifade temsili bir anlatım üslubu içinde bizlere sunulmaktadır. Biz bu anlatımda mesaja odaklanarak bize asıl gerekli olanı almaya çalışmak yerine , anlatımın kendisi üzerine odaklanarak olayın gerçekliği üzerinden bir okuma yapmak sureti ile bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktayız. 

Eğer kıssa temsili anlatım üslubunun özelliklerini kullanmış olduğundan yola çıkılarak daha kolay anlaşılır , kısır tartışmalar yerine mesajı anlamaya merkezli tartışmalar yapılabilirdi. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Yunus s. 18. Ayeti : "Bunlar Bizim Allah Katında Şefaatçilerimiz" Diyen Müslümanlar

Allah (c.c) tarih boyunca indirdiği kitap ve gönderdiği elçiler ile , insanların sadece kendisini ilah ve rab olarak tanımaları gerektiğini ve yaşamlarını bu  esas üzerine temellendirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Son kitabın indiği Mekke  bilindiği üzere , Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı bir çok inanç ve ameli işleyen insanların oluşturduğu bir şehir idi. Bu şehirde yaşayan insanların bir çoğu, "Put" olarak tanımlanan, kimseye herhangi bir zarar veya faydası olmayan şeylere kulluk etmekte,  bunları Allah ile aralarında aracı olarak görmekte idiler. Onların "Şirk" olarak tanımlanan bu düşünceleri ,Yunus s. 18. ayetinde şu şekilde haber verilmektedir. 

[010.018]  Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.

Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir. 

Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.

Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.

Şefaat düşüncesinin altında karşılıklı menfaatler yattığı için , insanları sömürmenin en kolay yollarından birisi olan dini alanda hayli rağbet görmektedir. Şefaat edileceğine inanan kişi, kendisine Allah katında birisinin aracı olacağına inanmakla, ahiretini garanti altına aldığını düşünerek ömrünü rahat bir biçimde geçirmekte , şefaat edeceğine inanan kimse ise , kendisinden şefaat bekleyenler sayesinde , onların sırtlarından hem maddi , hem de manevi olarak kazanç sağlayarak ömrünü rahat bir biçimde geçirmektedir. "Alan memnun satan memnun" esasına dayanan bu sektörün alıcı ve satıcıları İslam dünyası içinde büyük bir yer kaplamaktadır.

Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.

Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz. 

[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.

Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir. 

Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) ,  rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.

Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır. 

İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile ,  kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların ,  etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.

Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.

[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

[050.016]  And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.

Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.

[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160]  Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054]  Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111]  O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071]  Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062]  Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.

Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir. 

Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.  

Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır. 

Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.  

Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz. 

Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.

Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.

Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.  

Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak  herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır. 

Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.

Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.

Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır. 

Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.

Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.  

Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Şubat 2016 Cumartesi

TEVBE s. 14. Ayeti : Allah Kafirleri Nasıl Cezalandırır? ,Onları Nasıl Rezil Eder ?

Bugün yeryüzünde en fazla zulme , ve baskıya maruz kalan topluluklarının başında biz Müslümanların geldiği acı bir gerçek olup , şu anda dünyanın bir çok yerinde yaşayan Müslüman coğrafyasında akan kan ve gözyaşı bu acı gerçeğe şahitlik etmektedir. Kafirler tarafından bize reva görülen bu zulüm ve göz yaşına sebep olanların, cezalandırılması , rezil edilmesi , bizi onlara galip kılması için , ve kalplerimizi ferahlatması için Allah (c.c) ye dualar etmekteyiz , fakat bu dualar kabule şayan olmamakta , Müslüman coğrafyasında kan , zulüm ve gözyaşı hız kesmek şöyle dursun , daha da artarak devam etmektedir.

Acaba nerede yanlış yapıyoruz ki , "Bana dua edenin duasına icabet ederim" (2.186) buyuran Rabbimiz , neden bizim bu dualarımıza icabet etmiyor ?. 

Bu sorumuza cevap olabilecek bir çok ayet mevcut olup , bu ayetlerden birisi Tevbe s. 14. ayetidir.

[009.014]  Onlarla SAVAŞIN ki, Allah sizin ellerinizle onları CEZALANDIRSIN; onları REZİL ETSİN; sizi onlara GALİP KILSIN ve mümin toplumun KALPLERİNİ FERAHLATSIN.

Tevbe s. 14. ayeti , Allah (c.c) ye yaptığımız , kafirleri cezalandırması , onları rezil etmesi , bizi onlara galip kılarak kalplerimize ferahlık vermesi yönündeki dualarımızın kabul edilmesinin şartını, ONLARLA SAVAŞMAK olarak belirlemiştir. 

[002.251]  Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. ŞAYET ALLAH'IN İNSANLARI BİRBİRİ İLE DEF EDİP SAVMASI OLMASAYDI YERYÜZÜ MUHAKKAK FESADA UĞRARDI. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.

[022.040]  Onlar «Rabbimiz Allah'tır» demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. EĞER ALLAH İNSANLARIN BİR KISMINI BİR KISMI İLE DEF ETMESEYDİ İÇİNDE ALLAH'IN ADININ ANILDIĞI KİLİSELER, HAVRALAR, MESCİDLER, ELBETTE YIKILIRDI. Şüphesiz Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok izetlidir (her şeye galiptir).

Bakara s. 251. ve Hac s. 40. ayetlerinde, yeryüzünden fesadın kaldırılmasının yollarından birisinin "Savaşmak" olduğu belirtilerek , bunun yapılmaması neticesinde , insanların en kutsal olarak bildikleri şeylerin bile ayaklar altında çiğneneceği beyan edilmektedir. 

İnsanların kutsal olarak bildikleri değerlerinin , bu kutsallara karşı saygıları olmayan,diğer insanlar tarafından ezilmesini , ayaklar altında çiğnenmesini önleme yollarından  birisi, silahlı mücadeledir.

Bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların kutsal bildikleri değerler olan , kan , mal , can , ırz , namus , din, nesil , ibadethane gibi kutsal değerler , bu değerlere saygıları olmayanlar tarafından ayaklar altına alınmış vaziyettedir.

Bu durumdan olan rahatsızlığımızı Allah'a arz ederek , bizleri bu sıkıntılardan kurtarması için dualar etmekte fakat bu dualar kabul olmamaktadır. Bu duaların kabul edilmemesi bizleri ,  "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sorarak, bunun cevabını aramaya çalışmamıza sevk etmesi gerekmektedir.

Nerede yanlış yapıyoruz ki yaptığımız dualar kabul olmuyor?.

Yaptığımız en büyük yanlış , bizim şu andaki başımıza gelenlerin bir benzerinin , bizden öncekilerin başlarından geçtiği zaman , onların bu sıkıntılardan kurtulma yollarının anlatıldığı ayetlerden ibret almayı amaçlayan bir okuma yapmamış olmamızdır.

Bakara s. 251. ayeti , 246. ayetten başlayan bir bağlam içinde okunması gereken bir ayet olup , İsrailoğullarının bizim şu anda içine düştüğümüz bataktan kurtulma yolu anlatılarak , bu anlatılanların bizlere örnek olması amaçlanmaktadır.

Yurtlarında sürülmüş , çocuklarından uzaklaştırılmış olan İsrailoğulları , uğradıkları bu zulümden Talut'un komutasında bir ordu ile , onları bu zulme uğratan Calut'a karşı savaşmışlar , neticede galip gelerek , bu zulme son vermişlerdir.

Kur'anın beyan etmiş olduğu bu durum , evrensel bir yasa olup , dün zulme insanların bu zulümden kurtulmak için yaptıkları , bugün , yarın ve kıyamete kadar zulme insanların uygulamaları gereken bir kural olup , bu kuralı uygulamayan hiçbir topluluk , içinde bulunduğu zulümden kurtulamaz.

[008.060]  Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanı, sizin düşmanınız ve bunlardan başka sizin bilmeyip te Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size ödenir ve siz asla zulüm olunmazsınız.

Enfal s. 60. ayeti , savaşmak için gerekli olan şartın , zamanın en modern savaş gereçleri ile zulme karşı koymak olduğunu beyan etmektedir. Dün modern bir savaş gereci olan at , yerini daha modern , tank , top , uçak v.s gibi savaş araçlarına terk etmiştir. 

Bu araçların üretilmesi elbette , "Kevni Ayetler" dediğimiz Mushaf dışındaki ayetlerin okunması sonucunda mümkün olacaktır. Bugün , İslam dünyasında ağırlıklı olarak "Ayet" kelimesi telaffuz edildiğinde akla ilk  maalesef Kur'an ayetleri olup , Kur'an dışında yaratılmış olan ayetler akla gelmemektedir.

"Allah (c.c) her dert ve sıkıntı için çaresini yaratmıştır" sözünün, bugün biz Müslümanlar arasında karşılık bulma şekli , herhangi bir derdin şifa bulması için , herhangi bir ayet veya surenin okunması şeklindedir. Kur'an dertlere şifa sunan bir reçete olup , hiç bir hastalığın , sadece reçetenin okunması ile şifa bulması gibi bir durum asla söz konusu değildir. Hastalığın şifa bulması ancak ve ancak reçete içinde muhteviyatın tatbiki ile mümkün olacaktır.  

Kafirlerin İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanları, kan gözyaşı ve zulme boğmuş olmasını bir HASTALIK veya DERT olarak değerlendirirsek , bu hastalık veya dert'ten kurtulmanın yolu , REÇETE OKUMALARI ile değil , REÇETE MUHTEVİYATININ TATBİKİ ile mümkün olacaktır.

"Kafirlerin helak edilmesi için yaptığımız dualar neden kabul edilmiyor?" sorusunun cevabı işte buradadır. Bizler kafirlerin helakı için gerekli olan reçeteyi tatbik yerine , reçete okumaları ile bu işin olacağı zannına kapıldığımız için , dualarımız kabul edilmemektedir.

Allah (c.c) , bizlerin "Kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemek" derdimize karşı şifa için yazdığı reçete SAVAŞMAK şeklinde olup , bizler bu reçeteyi tatbik etmek yerine sadece okumak şeklinde bir yol takip ettiğimiz için , bırakın dertlere deva olmak , dertler daha da müzminleşerek artmaktadır. 

Kafirlerin dünya üzerinde yapmış olduğu zulüm ve fesat hareketinin , önlenmesi onlardan teknolojik yönden daha ileri bir seviyede olmak ile gerçekleşecektir. Kafirlerin kevni ayetleri okumaları sonucunda elde ettikleri başarılar onları şımartarak, "Bizden büyük yok" vehmine kapılmalarına sebep olmuştur. 

Onlar kevni ayetleri okuyarak elde ettikleri teknolojik üstünlüğü , bu ayetlerin kullanma klavuzu olan "Kur'an" ile birlikte okumadıkları için , sadece dünya merkezli bir hayatın getirileri peşinde koşarak, bu konuda herhangi bir sınır tanımamaktadırlar. 

Kevni ayetlerin kullanma klavuzu olan Kur'an , insanın yaşadığı "Dünya Hayatı" nın geçici , ölüm sonrası yeniden diriliş sonrası başlayacak olan "Ahiret Hayatı" nın ebedi olduğunu hatırlatarak , insanların yapmış oldukları amelleri bu gerçeği hatırdan çıkarmadan yapmalarını, tarih boyunca gelen elçiler aracılığı ile bildirmiştir. 

Kafirlerin , kevni ayetleri okumaları sonuç elde ettikleri teknolojik başarıyı , kullanma klavuzu olan Kur'anın kevni ayetlerin nasıl okunması gerektiği dair olan bilgilerin göz ardı edilmesi sonucunda , kevni ayetler ile yapılan teknoloji ve onun ürünü olan silahlar , mazlumlar üzerinde ölüm kusan korkunç araçlar haline gelmişlerdir. 

Biz Müslümanların ise kevni ayetleri okumayarak sadece kitabı ayetleri okuma sonucu , geri kalmışlık içine girerek , bir tarafın sadece kevni ayetleri okumak , diğer tarafın ise sadece kitabı ayetleri okumak sonucu elde ettikleri sonuç , dünyanın şu andaki içinde bulunduğumuz durumu beraberinde getirmiştir.

Kafirler eğer , Allah (c.c) nin hem kevni hem de kitabı ayetlerini beraber okuyarak, elde ettikleri araçları nasıl kullanmaları gerektiği yönündeki verilen tarife göre bir kullanım içine girerek , hem "Kafir" isminden , hem de zulüm ve baskının önderleri olmaktan kurtularak , dünyayı barış içinde yaşanan bir yer haline getirir , biz Müslümanları ürettikleri silahların etki derecesini ölçtükleri bir kobay ,ve silah reklamı yapılan canlı hedefler haline gelmekten kurtarabilirdi.

Gelgelelim durum maalesef böyle olmamakta , petrol zengini halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri , bu silahları yapmaya gayret etmek şöyle dursun , ülke zenginliklerini bu kafirlerin ürettikleri silahlara akıtarak onların kasalarını doldurmalarına sebebiyet veren bir politika gütmektedirler.

"Dua" kelimesinin anlam alanı etrafında olması gerekenler ile , biz Müslümanların bu kelimenin anlam alanı etrafında yaptığı uygulama , Kur'an ile çeliştiği için , yaptığımız dualar karşılık bulmamaktadır. Eğer bizler dualarımızın karşılık bulmasını istiyor isek , Kur'anın bu konuda sunduğu reçeteyi aynen uygulamamız gerekmektedir.

Kur'anın kıssa yollu anlatımları , bir çok konuda olduğu gibi , dün zalimlerin baskılarından kurtulma yolunun nasıl olduğunu yaşanmış örnekleri ile anlatarak , bugün , yarın , kıyamete kadar bu yolun böyle olacağını ve olması gerektiğini bizlere mesaj olarak vermektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) kendisine düşman olan kafirlerin cezalandırılmasını , kendisine "Müslümanım" diyen kullarına bırakarak , bizleri de bir çeşit denemeye bu yolla tabi tutmaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için seçtiği bu yolu terk ederek , meydanı kafirlere bıraktığımızda , şu anda içinde bulunduğumuz durumlar meydana gelerek , dünya büyük bir fesadın içine düşecektir.

Bizler bu görevi , maalesef bize bu görevi verenin kendisine tevdi ederek bizden önceki İsrailoğullarının yaptığı olan "Bizim yerimize sen savaş" diyerek , onun gökten melekleri ile inmesini beklemekteyiz.

Sonuç olarak ; Bizler Müslümanlar olarak eğer içinde bulunduğumuz sıkıntıların en büyüğü olan , kafirlerin zulüm ve baskıları altında inlemekten kurtulmanın yolunun , sadece reçete okumaları yapmak değil , reçete muhteviyatını hayata tatbik etmekten geçtiğini asla unutmamalıyız.

"Sünnetullah" denen yasalar , yeryüzünde her kul için eşit şekilde tecelli ettiği için , bu yasalar bugün biz Müslümanların kafir çizmesi altında inlememizi gerektiren hak edişlerimizin bir sonucu olarak bizim üzerimizde işlemektedir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyorsak , Rabbimizin bizlere çizmiş olduğu yolun önce okunarak  içselleştirilmesi, sonra gereğinin yapılması için topyekün bir harekete girişilmesi gerekmektedir.

Bunun dışında yapılacak olan fiile dayanmayan ve sadece söze dayanan kuru dua seansları bizleri bu durumdan kurtarmayacak , aksine daha kötü durumlara düşürecektir. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Ocak 2016 Cumartesi

Tevbe s. 29. Ayeti : Allah ve Elçisinin Haram Kılması, "VE" Bağlacının Kullanıldığı Ayetler

Muhammed (a.s) ın ,Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisinin olduğu inancı , "Ehli hadis" düşüncesinde imanın şartı haline gelmiş bir konudur. Bu fırkaya mensup olanlar , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını iddia edenleri , kafir , zındık , hadis sünnet inkarcısı v.s gibi yaftalarla tekfir ederek , bu düşüncenin kuvvetlenmesi yönünde büyük bir cihada !! girişmişlerdir. Tekfirci tayfaların daha fanatikleri , konumuz olan ayeti delil sayarak, böyle bir düşünceye sahip olmayanların öldürülmesi gerektiğini iddia edecek kadar kendilerinden geçmiş bir vaziyette bu düşünceyi savunmaktadırlar. 

Kur'anın oluşturulmuş olan ön yargıların kabul ettirilmesine dönük okuma biçimi , "Ehli hadis" fırkasının da başvurduğu yöntemlerden birisi olup , tasavvuf ehlinin "Muhammed =Allah" söyleminin değişik bir versiyonu olan "Hadisler vahiydir" söylemi, tasavvuf ehlini her fırsatta tekfir etmekten geri durmayan "Selefiyye" nin bir öne çıkan söylemlerinden birisi olarak dile getirilmektedir. Birbirine düşmanlıklarını her fırsatta dile getirmelerine rağmen , her iki gurubun da , sadece beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkarmak şeklinde ortak bir söyleme sahip olmaları , birbirlerinden herhangi bir farkları olmadığını göstermektedir. 

Konumuz olan ayetin meali şöyledir;

[009.029] Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşürülmüşler olarak cizyeyi kendi elleriyle verinceye kadar savaşın.

Ayete baktığımızda , "Kitap ehli" olarak ifade edilen Yahudi ve Hıristiyanlar ile yapılması istenen bir savaştan bahsedilmektedir. Ayeti önce nuzül zaman ve mekanı bağlamında okuyarak anlaşılması , her aklı başında ve ön yargısız olarak Kur'ana yaklaşan her Müslümanın ortak fikri olması gerekmektedir. Çünkü bu ayet ilk hitap olarak ,Medine de artık askeri yönden güçlü bir duruma gelen Müslümanlara hitap eden bir ayettir. 

Bu ayetin bizlere dönük nasıl bir mesajı olabileceği sorusunun cevabı ise , konumuz olan ayetin iniş zamanındaki konjonktürel durumun aynısının bu gün bizlerin de sahip olunduğu zaman bu ayetin emri uygulama alanına sokulabilir. 

Aynı surenin 5. ayetinde "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" ayeti gibi, konjoktürel durum ve şartların göze alınarak okunması gereken bir ayet olan 29. ayet , sadece içinden "Resulünün haram kıldığını haram tanımayan" cümlesi alınarak , Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olmadığını savunanların katledilmesi gerektiği yönündeki düşüncelerin delil ayeti !! sayılmıştır. 

Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisine sahip olduğuna dair getirilen delil, "Allah VE Resulü" şeklinde kullanılan cümlenin içindeki, "VE" bağlacının Allah'ı ve resulünü birbirinden ayırdığı, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da aynı Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisi olduğu şeklindedir.

Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi haram  koyma yetkisi olduğunu iddia edenler şu noktayı görmezlikten gelmektedirler ; Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin seçmiş olduğu bir ELÇİdir , o dahil bütün elçiler , almış oldukları vahyi muhataplarına tebliğ etmek ile görevlidirler. Onların bu görevleri sadece iletmekle yani bir nevi postacılık ile sınırlı olmayıp , aldıkları vahyin de muhatabı olup , bu vahyi hayatları ile pratize etmek gibi bir zorunlulukları da vardır.

"Elçi" demek , mesajını ilettiği kişinin adına konuşmak anlamına gelip , böyle bir görev üstlenmiş kişilerin , o kişinin mesajına ilave etmek gibi bir yetkisi yoktur. Mesaja ilave etmek demek , mesajını getirdiği kimsenin yetkilerini kendisinde de görmek gibi bir anlama gelip , bu hiç bir elçi böyle bir suça asla yeltenmez. 

Muhammed (a.s) nasıl haram koyar?.

Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle , mesajını ilettiği Allah (c.c) nin, "Haram" olarak beyan ettiklerini okuyarak haram koyar. Allah (c.c) nin ona vahyettiğinin dışında "Bu haramdır" şeklinde herhangi bir beyanda bulunmaz. Burada karıştırıldığını veya gözden uzak tutulduğunu düşündüğümüz bir nokta vardır; 

Muhammed (a.s) Mekke de sadece "Elçi" iken , Medine de "Elçi ve Devlet başkanı" olarak 2 görev yüklenmiş bir vaziyettedir. Onun elçilik ve devlet başkanlığı görevlerinin birbirinden ayrı olarak düşünülmemiş olması , onun "Devlet başkanı" sıfatı ile koymuş olduğu bir takım yasaklamaların , sanki elçilik vazifesi dahilinde konulmuş gibi bir algı oluşturulması neticesinde böyle bir düşünce kökleşmiştir.

[069.044-47]  O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,Elbette ki onu sağ tarafından yakalardık. Sonra O'ndan yürek damarını kesiverirdik.Sizden kimse de buna mani olamazdı.

Hakka suresindeki bu ayetler , Muhammed (a.s) görev ve yetkilerinin sınırlarını belirlemesi bakımından önemli işaretler taşımaktadır. Kendisine vahyedilen harici herhangi bir sözü veya yasaklamayı "Bu Allah'ın sözüdür veya yasaklamasıdır" şeklinde bir ifade ile sahabeye aktarması mümkün değildir. Ancak "Devlet başkanı" sıfatı ile yapmış olduğu bir takım tasarruflar ki onun böyle bir tasarruf etme hakkı mutlaka vardır, elçi olması ile ilgili görevlerinden ayrılarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

"Allah VE Resulü" şeklinde geçen ibarelerin , Allah ve elçisini aynı konuma getirdiği iddiası , bu ibarelerin geçtiği diğer ayetleri örnek olarak verdiğimizde , bu ayetlerdeki aynı konuma getirmenin nasıl olabileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir. 

Şimdi "VE bağlacının geçtiği diğer ayetleri okuyarak, bazı sorular sorarak bu konuyu biraz aydınlatmaya çalışalım;

[005.055-56]  Sizin velîniz ancak Allah'dır. Ve O'nun resulüdür ve imân etmiş olanlardır. O imân edenler ki, salatı ikame ederler ve zekâtı verirler ve onlar rükua varanlardır.Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve iman edenleri veli edinirse, hiç şüphe yok, galib gelecek olanlar Allah'ın taraftarlarıdır.

Maide s. 55. ayetinde veli olarak Allah VE resulu VE iman edenler olarak bir sıralama görmekteyiz. Burada Allah ve resulüne ilave olarak mü'minler de görülmektedir. Bu iddia sahipleri bu ayetteki "Mü'minler" ifadesini Allah (c.c) ile nasıl aynı konuma getirebilirler?.

[009.003]  Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara duyurulur ki; «Allah ve resulü ile müşrikler arasında her türlü ilişki kesilmiştir. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha yararlıdır. Eğer sırt çevirirseniz Allah'ın yapacaklarına engel olamayacağınızı biliniz. Ey Peygamber, kâfirleri acıklı bir azapla müjdele!»

Tevbe s. 3. ayetine baktığımızda , "Büyük hacc günü Allah ve resulü tarafından tüm insanlara duyurulur ki;" ifadesinde Resul , Allah'ın ayetlerini insanlara okuyarak ilişiğin kesildiğini ifade etmektedir. Bu iddia sahipleri "ve" bağlacının kullanılmasını dikkate alarak  , "Allah (c.c) ayrı , resulü ayrı bir duyuru yaptığı için böyle bir ayrım kullanılmış , yoksa resül Allah (c.c) adına konuştuğu için mi böyle kullanılmış?" diye sorduğumuza nasıl bir cevap verebilirler ?.

[009.059]  Ne olurdu bunlar, Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da «Bize Allah yeter. Allah bize lütuf ve ihsanından yine lutfeder, verir. Bizim bütün rağbetimiz Allah'adır» deselerdi.

Tevbe s. 59. ayetinde , ganimet dağılımı ile ilgili bir olarak "Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalar da" cümlesinde, resulün Allah (c.c) adına bir paylaştırma yaptığını görmekteyiz. Allah (c.c) ayrı , resül ayrı bir şekilde okuduğumuz zaman bu ayeti nasıl anlayacağız ?.

[009.062] Sizi hoşnut kılmak için Allah'a yemin ederler; oysa mü'min iseler, hoşnut kılınmaya Allah ve Resulü daha layıktır.
[009.074] And olsun ki, müslüman olduktan sonra inkar edip küfür sözünü söylemişler iken, söylemedik diye Allah'a yemin ettiler, başaramayacakları bir şeye giriştiler; Allah ve peygamberi bol nimetinden onları zenginleştirdi ve öç almaya kalktılar. Eğer tevbe ederlerse iyiliklerine olur; şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve ahirette can yakıcı azaba uğratır. Ve onlar için yeryüzünde bir dost ve yardımcı yoktur.
[009.094]  Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size özür beyan edecekler. De ki: «Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin durumunuzdan haberler verdi». Bundan sonra da Allah ve Resulü yaptıklarınızı görecektir. Daha sonra da gizliyi ve âşikârı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O vakit O, size neler yapmış olduğunuzu tek tek haber verecektir.
[009.105]  De ki: İşleyiniz, Allah ve Resulü ve mü'minler işlediklerinizi görecektir. Ve görüleni de, görülmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O, size neyi işlediğinizi bildirecektir.
[024.050] Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zalim olanlardır.
[033.012]  Hani, münafık olanlar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: «Allah ve Resulü, bize boş bir aldanıştan başka bir şey vadetmedi» diyorlardı.
[033.022]  Mü'minler düşman ordularını gördükleri zaman; Bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir» dediler. Bu, onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.»

[033.036]  Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman; ne mü'min erkekler için ne de mü'min kadınlar için artık işlerinde bir seçme hakkı olamaz. Kim de Allah'a ve Resulüne isyan ederse; şüphesiz ki apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.

Ahzab s. 36. ayetinde "Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman" cümlesinin arapça orjinal metni " İze gadallahü ve resuluhu" olup , eğer Allah ve elçisi birbirinden ayrı olarak hüküm koyuculuğu kast edilmiş olsaydı "gada" kelimesi tekil olarak değil, ikili bir kullanım olması gerekirdi.

[002.279]  Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a ve Rasulüne karşı savaş-açtığınızı bilin. Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne de zulme uğratılmış olursunuz.

Faiz konusu ilgili olan ayetin devamı olan bu ayette Allaha savaş açmanın anlamı, onun resulü aracılığı ile bildirdiği faizin haram olduğu beyanına aykırı işlem yapmak değil midir?.

[004.100] Her kim, Allah yolunda hicret ederse; yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur. Allah'a ve Rasulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse; onun ecrini vermek Allah'a düşer. Ve Allah, Gafur'dur, Rahim'dir.

Nisa s. 100. ayetinde " Allah'a ve Rasulüne hicret ederek" ifadesinde , Allah'a hicret etmenin keyfiyetini bu iddia sahipleri acaba nasıl açıklayacaklardır?. "Resule hicret" Medine ye hicret olarak izah edilebilir , ancak "Allah'a hicret" i nasıl açıklayacağız?.

[004.136]  Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.
[009.001]  Müşriklerden muahede yaptıklarınıza; Allah ve Rasulünden bir ihtardır:
[009.024]  De ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihd etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.
[009.065]  Onlara sorarsan, andolsun: «Biz dalmış, oyalanıyorduk» derler. De ki: «Allah ile, O'nun ayetleriyle ve Resulüyle mi alay etmekteydiniz?
[009.080]  Sen, ister onlar için bağışlanma dile ya da istersen onlar için bağışlanma dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah'a ve Resulüne (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez.
[009.084] Onlardan ölen hiçbir kimsenin üzerine salat etme ve kabri başında dua etmek üzere durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar ve yoldan çıkmış olarak öldüler.
[009.091]  Allah'a ve Resulüne karşı 'içten bağlı kalıp hayra çağıranlar' oldukları sürece, güçsüz-zayıflara, hastalara ve infak etmek için birşey bulamayanlara bir sorumluluk (günah) yoktur. İyilik edenlerin aleyhinde de bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

[024.048]  Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir grup yüzçevirir.
[024.051]  Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü: «İşittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.

"Nur s. 48. ve 51. ayetinde hüküm için Allah'a ve resule çağrılmanın keyfiyeti nasıl olacaktır ?" , sorusunun cevabı, "Onun elçisine indirdiği kitabın hükmüne çağrılmaktır" şeklinde bir cevaptan başka bir şey olabilir mi ?.

[024.062]  Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resulüne iman edenler, onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah'a ve Resulüne iman edenlerdir. Böylelikle, senden, kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan dilediklerine izin ver ve onlar için Allah'tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
[033.031]  Sizden her kim de Allah'a ve Rasulüne boyun eğip salih amel işlerse; onun mükafatını da iki kat veririz. Hem Biz, ona cömertçe bir rızık da hazırlamışızdır.
[048.009]  Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.
[048.013]  Kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki Biz kâfirlere alevli ateşler hazırladık.

[049.001] Ey imân etmiş olanlar! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz ve Allah'tan korkunuz. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bihakkın işiticidir, bilendir.

Hucurat s. 1. ayetinde Allah'ın ve resulünün önüne geçmeyin emrinde , Allah'ın önüne geçmemek nasıl gerçekleşecektir?. Allah'ın önüne geçmemek , Kur'anın önüne geçmemek , resulün önüne geçmemek hadisin önüne geçmemek şeklinde mi değerlendirilecektir?.

[057.007]  Allah'a ve Resulüne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Sizden, inanan ve harcayanlar için büyük mükafat vardır.
[058.004]  Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resulüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.
[061.011]  Allah'a ve O'nun Resulüne iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.

[064.008]  Artık Allah'a ve O'nun ResûIüne ve indirmiş olduğumuz nûra imân ediniz ve Allah yapar olduğunuz şeylerden haberdardır.

Teğabun s. 8. ayetine baktığımızda , Allah-resulü-nur şeklinde "ve" bağlacı ile ayrılmış olan 3 tane iman edilmesi gereken şey görmekteyiz. bunlar saç ayağı gibi birbirleri ile bağlı olan 3 şey olup , birbirlerinden ayrı değillerdir. Allah , resulü aracılığı ile bizlere nur indirerek doğru yolu bulmamızı sağlamaktadır. Resul burada , inen nur'un tebliğ edicisidir

[007.158]  De ki: ey insanlar! Haberiniz olsun ben size, sizin hepinize Allahın Resulüyüm, o Allah ki bütün Semavat-ü Arzın mülkü onun, ondan başka ilâh yok, hem diriltir hem öldürür, onun için gelin iyman edin Allaha ve Resulüne, Allaha ve Allahın bütün kelimatına iyman getiren o ümmî nebiye, ve ittiba' edin ona ki bu hidâyete erebilesiniz

[004.013]  İşte bunlar; Allah'ın hudududur. Kim, Allah'a ve O'nun elçisine itaat ederse; Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. İşte bu; en büyük kurtuluştur.

[004.014]  Ve kim de Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu tecavüz ederse onu da içinde ebedî kalmak üzere bir ateşe sokar ve onun için zillet verici bir azab vardır.

Nisa s. 14. de " Allah'a ve resulüne isyan eder, hududunu tecavüz ederse" cümlesinde "Hududehu" kelimesi Allah ile sınırlandırılmıştır. Eğer Muhammed (a.s) ın yasa koyuculuk gibi bir yetkisi olsaydı "hududehu" yerine, ikili bir kullanım olan "hududehüma" kullanılması gerekirdi.

[005.033]  Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların ve yer yüzünde bozgunculuğa çaba harcayanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (o) yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyadaki aşağılanmadır, ahirette de onlar için büyük bir azab vardır.
[008.001]  Sana savaş-ganimetlerini sorarlar. De ki: «Ganimetler Allah'ın ve Resulündür. Buna göre, eğer mü'minlerseniz Allah'tan korkup-sakının, aranızı düzeltin ve Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz.»
[008.012-13]  Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi. Bu, tartışmasız, onların Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırmaları dolayısıyladır. Kim Allah'a ve Resulüne karşı baş kaldırırsa, hiç şüphesiz Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.

[008.020]  Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Siz de işitiyorken, ondan yüz çevirmeyin.

Enfal s. 8. ayetinde Allah ve resulüne itaat emredildikten sonra "o ikisinden" anlamına gelecek herhangi bir ifade bulunmamaktadır , "Anhü" (ondan) denilerek "Allah'tan yüz çevirmeyin" denilmektedir. Burada elçi , Allah adına konuşan kişi olduğu için resule itaatsizlik, ondan yüz çevirmek anlamına gelmektedir.

[008.046]  Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da zaafa düşerseniz ve rüzgarınız gider. Sabredin, muhakkak ki Allah; sabredenlerle beraberdir.
[009.063]  Bilmezler mi ki: Kim, Allah'a ve Rasulüne karşı koymaya kalkışırsa; muhakkak ona, içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük rüsvaylıktır.
[009.071]  Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliğe emreder, kötülükten sakındırırlar, salatı ikame ederler, zekâtı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.090]  Bedevilerden özür bahane edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturdular kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara acıklı bir azap isabet edecektir.
[009.107]  Zarar vermek, küfrü (pekiştirmek), mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah'a ve Resulüne karşı savaşanı gözlemek için mescid edinenler ve: «Biz iyilikten başka bir şey istemedik» diye yemin edenler (varya,) Allah onların şüphesiz yalancı olduklarına şahidlik etmektedir.

[024.052] Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse ve Allah'tan korkup O'ndan sakınırsa, işte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler bunlardır.

Nur s. 52 de , Allah ve resule itaat emrinden sonra " o ikisinden sakınırsa" değil de , "ondan sakınırsa" ifadesi, resulun Allah adına konuşan birisi olduğunu göstermektedir.

[033.029] «Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır.»
[033.033] Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları) nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın , salatı ikame edin, zekâtı verin, Allah'a Resulü'ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.

[033.057] Gerçek şu ki, Allah'a ve Resulü'ne eziyet edenler; Allah, onlara dünyada da, ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azab hazırlanmıştır.

Ahzab s. 57. ayetinde , resulü inkar ederek ona eziyet etmek , Allah'a eziyet etmek ile birlikte anılmaktadır. Bir insan Allah'a eziyet edemeyeceğine göre , resule yapılan yanlışlıklar Allah'a yapılmış olmaktadır.

[033.071]  Tâ ki, sizin için amellerinizi ıslah etsin ve sizin için günahlarınızı yarlığasın ve her kim Allah'a ve resûlüne itaat ederse muhakkak ki, pek büyük bir zafere ermiş olur.
[048.017]  Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acıklı bir azap ile azaplandırır.
[049.014] Bedeviler, dedi ki: «İman ettik.» De ki: «Siz iman etmediniz; ancak «İslâm olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Resulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.»
[058.005]  Allah’a ve resulüne karşı çıkanlar, kendilerinden önce böyle yapanlar, nasıl helâk edilmişlerse öylece helâk edilirler. Halbuki Biz onlara apaçık âyetler de indirmiştik. Kâfirler için zelil ve perişan eden bir azap vardır.
[058.013]  Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden ürküntü mü duydunuz? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin Allah, yapmakta oldularınızdan haberdar olandır.
[058.020] Allah'a ve resulune düşman olanlar, işte onlar en aşağıların arasındadırlar.
[058.022]  Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah'a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda ebedi olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.
[059.004]  Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.008]  Bir de göç eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.
[072.023] Benim vazifem; ancak Allah katından olanı ve O'nun risaletlerini tebliğ etmektir. Kim, Allah'a ve Rasulüne isyan ederse; muhakkak ki onun için, cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.

"Allah ve resulü" şeklinde geçen ayetlerin hangisini okusak , "Elçi" sıfatına sahip kişinin , yer yüzünde Allah'ın mesajlarını ileten kimse olması nedeniyle , ona itaat etmek Allah'a itaat etmek ile aynileştirilmiştir. 

Muhammed (a.s) ın devlet başkanı veya ordu komutanı sıfatına sahip olması nedeniyle koyduğu hükümlerin, aynı Allah (c.c) nin  koyduğu hükümler ile aynı derecede olduğu gibi bir düşünce oluşturulmamış  olsaydı , yüzyıllardır süren ve sürecek olan bu fikir kargaşasının önü alınmış olabilirdi.

[004.080]  Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!

Nisa s. 80. ayeti , "Allah ve resul" ibaresinin birlikte geçtiği bütün ayetlerin anahtar ayeti mahiyetinde olup , bu ayette resule itaatin, Allah'a itaat olarak ifade edilmiş olması , "Resul" (elçi) sıfatına sahip kimselerin konumu hakkında bizlere bilgi vermektedir.

Allah (c.c) yer yüzünde insanlar içinden seçtiklerine , mesajını vahyederek, bu mesajı diğer kullarına iletmesini istemesi , bu elçilerin esas görevini oluşturmaktadır. Son elçi Muhammed (a.s) bu göreve sahip olanların sonuncusu olarak , kendisinden önceki elçilerin konumuna sahip bir kişidir. Biz Müslümanların , onun bu konumunu azımsayarak daha yukarılara çıkarma  arzusunun bir tezahürü olan, onun haram koyma yetkisinin olduğu düşüncesi , onun elçilik görevini hiçe sayarak ilah pozisyonuna sokmak anlamına gelmektedir.

Yaşayan insanlar üzerinde dini anlamda hüküm koymak, "İlahlık" yetkisine sahip olanın hakkıdır?.

"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü her Müslümanın ağzında dolaşmasına rağmen, bu sözün gereği maalesef bir çok Müslüman tarafından hayata geçirilmemiş bir halde dillerde dolaşmaktadır. Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu unutularak veya göz ardı edilerek , onun koymuş olduğu bir takım yasaklamaların aynı Allah (c.c) nin yasakları gibi olduğu düşüncesi , onu Allah (c.c) nin yanına ek ilah olarak oturtmak anlamına gelecektir.

"Ve" bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı iddiası ,bu bağlacın kullanıldığı ayetleri  "Elçi" ve "İlah" kavramlarını dikkate alarak okuduğumuz zaman yapılan hatanın vehameti, açık ve net olarak ortaya çıkacaktır. 

Çünkü "Allah ve resulü" şeklinde yapılan bir kullanımın , amacı "Resul" sıfatına sahip olan bir kimsenin , yer yüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimse anlamına gelmektedir. Bunun anlamı , Allah (c.c) nin bildirilerini onun adına, beşer cinsinden olan bir kimsenin tebliğ etmesidir. 

Bir çok ayette "Allah'a ve resulüne itaat edin" emrinin , "Resule itaat" kısmı bu gün "Hadislere itaat" şeklinde anlaşılmaktadır. Bu düşünce beraberinde bir çok problemi taşıması açısından hatalar içermektedir şöyle ki;

Hadisçiler arasında dahi bir hadisin sahih olup olmaması, kişisel krtierlere göre belirlenmekte olup , "A" hadisçisine göre sahih olan bir hadis , "B" hadisçisine göre sahih olmamaktadır. Eğer "Resule itaat hadislere itaat tir" dersek , bir hadisçinin sahih olarak gördüğü , diğer hadisçinin red etmesi onun resule itaat etmeyerek "Hadis inkarcısı" olması durumuna düşürecektir.

Muhammed (a.s) ın haram koyma yetkisi olduğu savunanlar , böyle bir yetkinin ona verilmediğini iddia edenleri tekfir ederek , onları "Kafir" olarak yaftalamaktadırlar. Eğer bir kimseyi "Kafir" olarak yaftalamak gerekirse, bu yetkinin ona verilmediğini iddia edenlerin değil , aksine bu yetkinin ona verildiğini iddia edenlerin bu yaftaya daha hak kazandığını söyleyebiliriz. Çünkü , ilah olarak sadece Allah (c.c) nin elinde olan bazı yetkileri elçisine vererek , elçiyi elçi olmaktan çıkararak , ilah seviyesine çıkaran bir düşünceye sahip olmak , bu düşünce sahiplerinin akidesini zedeleyecektir.

"Ve" bağlacının Allah ve Resulünü ayırdığını iddia edenlere şu ayetteki "Ve" bağlacının nasıl bir ayırıcılığa sahip olduğunu sorarız ; 

[029.015] Böylece biz onu da, gemi halkını da kurtardık (fe enceynahu VE eshabessefineti)ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış oldu.

Ankebut s. 15. ayetine baktığımız Nuh VE gemi ashabının kurtarıldığını haber veren cümledeki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabından ayırmaktadır. Nuh (a.s) da geminin içinde olduğu halde o da gemi ashabından dı , hiç kimse kalkıp "Ve bağlacı ile ayrıldığına göre Nuh ayrı , gemi ashabı ayrı" diyemeyeceğine göre buradaki "Ve" bağlacı Nuh'u gemi ashabının dışına atan bir işleve sahip değildir. Dolayısı ile nasıl ki "Ve" bağlacı Nuh ve gemi ashabını birbirinden ayırmıyor ise , "Allah VE resülü" şeklindeki ifadelerdeki ve bağlacı da ayırıcı bir işleve sahip değildir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) kendi yetkisi dahilinde olan , kullarının nasıl bir düzen içinde yaşama gereğini , elçileri vasıtası ile bizlere bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , kendisinden önceki diğer elçilerin yüklendiği vazifenin aynısını yüklenmiştir. Onun vefatından sonra onun bu konumu yerine , "Ehli hadis" fırkasının elçiyi yüceltme tezahürünün bir yansıması olarak , onun Allah (c.c) gibi haram koyma yetkisine sahip olduğu görüşü ortaya atılmıştır. 

Bu görüşün sağlamlaşması için bazı ayetler, bu düşünceyi tasdik edecek biçimde yorumlanarak bu düşünceye Kur'andan destek aranmasına gidilmiştir. "Allah VE resulü" şeklinde gelen ayetlerde ki "VE" bağlacının , bu düşüncenin destekçisi olduğu savunularak , "Allah ayrı resul ayrı hüküm koyabilir" denilmektedir. Bu düşünce ,"Elçi" olmak demenin ne anlama geldiğini bilmemenin bir tezahürü olarak ortaya atılmış bir düşünce olup , beraberinde bu söylemi destekleyenleri itikadi açıdan tehlikeli duruma düşürmektedir. 

Bu söylemin destekçilerinin , hadis kitaplarına verdikleri değeri gördüğümüzde , söylemek istediklerimiz daha net anlaşılacaktır. Rivayetlerin ayetleri gölgede bırakan bir şekilde öne çıkmış olması , "Hadisler vahiydir" söyleminin bir neticesi olup , belirleyici olarak ayet değil rivayetlerin dikkate alınması , ayetlerin bu rivayetleri destekler mahiyette te'vil edilmeye çalışılması bu düşüncenin geldiği boyutu göstermektedir.

Bu tür hatalı görüşlerin izale edilmesi , Kur'anın ön yargısız bir okumaya tabi tutulmasından geçmektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.