3 Kasım 2015 Salı

Bakara s. 1-5. Ayetleri : Hidayet Üzerinde Olmanın ve Felaha Ermenin Yolu

Bakara s. Medine'nazil olan surelerden olup , 286 ayetlik bir suredir. Bu yazımızda surenin ilk 5. ayeti üzerinde tefekkür etmeye çalışacağız. 

 [002.001]  Elif, Lam, Mim.

Sure , "Hurufu Mukattaa" denilen kesik harfler ile başlamaktadır, tefsirlere baktığımız zaman, bu harfler ile ilgili olarak bir çok yoruma rastlamaktayız. En makul yorum olarak , sure başlangıcının belli olması , sonraki gelecek ayetlere dikkat çekmek için kullanılmış olması , arap alfabesinin harfleri olması nedeniyle , inen ayetlerin bu harflerin oluşturduğu , kelime , cümle , ayet ,surelerden oluşarak muhataplarının anladığı bir dil üzere olduğu gibi yapılan yorumları burada serdedebiliriz. İbrahim ve Şura surelerindeki ayetler, bu harfleri anlamayı kolaylaştırmakta ve bu harfler üzerinde gereksiz spekülasyonlar yapılmasını önlemektedir. 

 [014.004] Biz hiç bir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[042.001-3]  Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf.Güçlü olan, Hakim olan Allah, sana da, senden öncekilere de böyle vahyeder.

Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne).
[002.002]  İşte bu kitab, onda hiç bir şüphe yoktur, müttekiler için hidayettir.

Dikkatli bir okuyucunun  "İşte bu kitab" ibaresini okuduğunda , "Daha Kur'anın inişi devam ettiği halde neden kitap ifadesi kullanılıyor?" şeklinde bir sorunun aklına gelmesi gayet mantıklıdır. Bu sorunun cevabı için , "Kitap" kelimesinin arap dilindeki anlamının bilinmesi, sorunun cevabını da beraberinde getirecektir. 

"Kitab" kelimesi ; "İki deriyi birbirine eklemek" anlamındaki "Elketbü" kelimesinden türemiş, yaygın dilde "Harfleri birbirine eklemek" anlamında kullanılmıştır. Ağızdan çıkan lafızların da birbiri ardında dizilerek , birbirine eklenmesi, yazılarak veya konuşularak ortaya konan kelimelerin, "Kitap" şeklinde bir anlam olarak ifade edilmesini beraberinde getirmiştir. 

Bu anlamı dikkate aldığımız zaman, inmesi devam eden ve bildiğimiz anlamda henüz kitap haline sokulmamış ayetlerin , Muhammed (a.s) ın ağzından birbirine eklenerek muhataplara iletilmesi "Kitap" anlamını taşımaktadır.

Allah (c.c) nin , "La raybe fihi" ( Onda şüphe yoktur) şeklindeki beyanının ne anlama gelebileceğini , Kur'an içindeki ayetler de görmekteyiz.

[010.037]  Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
[032.002]  Bu Kitab'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.

Allah (c.c), bu kitabın kendisinin katından olduğundan asla şüphe edilmemesi gerektiğini beyan ederek , böyle bir şüphede bulunanların , bu kitaba emsal bir kitap ortaya koymalarını aynı surenin 23. ayetinde şöyle beyan etmektedir; 

 [002.023]  Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydin ona benzer bir sure getirin. Allah'dan başka şahidlerinizi de çapırın; eğer doğru sözlüler iseniz...

Kitabın "Müttakiler için hidayet" olması ne anlama gelmektedir ?. 

"Hüden" kelimesi ; "dalal" yani yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermek , ona doğru yolu tarif etmek" anlamındadır. Bu kelimeye Ku'ran, teknik yani ıstılahi bir anlam yükleyerek , "Küfr'ün karanlığında kalarak yolunu kaybetmiş olanlar için doğru yolu göstermek" anlamında kullanmıştır. 

 "El vikaye" kelimesi ; "Bir nesneyi ,kendisine eza, ve zarar verecek şeylerden korumak" anlamındadır. "Takva" ise , "nefsi kendisinden korkulan şeyden koruma içine almak" anlamındadır.

"Müttaki" , kendisi için tehdit edilen şeylerden korunan ve sakınanlara verilen bir isimdir.

Yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız bir konu olan , Kur'anın önyargılardan arınmış bir kafa ile okunmasının ne kadar önemli olduğu konusuna burada bir istisna getirerek , Kur'an okumalarında olması gereken tek önyargının, bu kitabın Allah (c.c) katından olduğundan asla şüphe edilmemesi , okurken bize problem gibi gelen ayetlerin anlaşılmasından kaynaklanan problemin haşa Allah (c.c)den asla kaynaklanmayacağı , şayet problem olarak gördüğümüz bir ayet varsa bu problemin bizden kaynaklandığı , Allah (c.c) nin ayetlerinde asla ve asla bir çelişki olamayacağı ön yargısı olmalıdır. 

Ancak böyle bir ön yargı ile okunan kitap bizler için doğru yol rehberi olabilir , aksi takdirde anlamadığımız bir ayet hakkında bu ayetin Kur'andan olmadığı gibi hezeyanlar ortaya atmak cesaretini gösterenlerin düştüğü küfür karanlığına düşmekten kurtulamayız.

[004.082]  Onlar hala Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı.

Bakara s. 3. ve 4. ayetleri , müttaki vasfına nasıl sahip olunacağını bildirmektedir.

Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).
[002.003] Ki onlar, gayba inanırlar, salatı ayakta tutarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.

Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne).
[002.004]  Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş kitaplara da imân ederler ve onlar ahirete de yakînen kani olurlar.

1- Gayb'a veya gayben iman , 2- Salatı ayakta tutmak , 3- Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek , 4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman , 5-Ahirete iman , şeklinde sıralanan, müttaki olmanın şartları biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz ;

1- Gayb'a veya gayben iman 

"El ğaybu" kelimesi ; Güneş veya başka bir şeyin gözden saklı hale gelmesi , gizlenmesi anlamına gelen "Ğabe" fiilinden türemiştir. Bu kelime , algıdan ve insanın bilgisine saklı kalan şeylerle ilgili kullanılır. 

Gayb'a veya gayben iman'ın ne demek olduğunu bir kaç örnek ayet vererek öğrenmek mümkündür.

[005.094]  Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.

Bu konu ile ilgili ayetler, çevirilerin bütününde "Gayb'a iman" şeklinde çevrilmiştir. Ancak aşağıda vereceğimiz ayetler bizi "Gayben iman" şeklinde bir çevirinin daha doğru olabileceği görüşüne sevketmiştir.

Maide s. 94. ayetinde , Allah (c.c) nin diğer zamanlar helal olan avlanmayı , hac zamanında yasakladığını görmekteyiz. Bu yasağın sebebi ise kendisinden gıyaben kimin korktuğunu bilmesi için olduğunu beyan etmektedir. Allah (c.c) kimsenin başına polis dikmeden sadece onun bize olan "Avlanmayın" emrini yerine getirmiş olmamız, ve hayatımızın her anında bu bilinç içinde olarak yaşamamız , bizim onu görmediğimiz halde yanımızda ve bizi her an gözlediğinin bilinci içinde olmanın adı "GAYBEN İMAN"dır.

[012.052] (Yusuf), «Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı» dedi.

Yusuf (a.s) bilindiği gibi kendisi ile zinaya yanaşmadığı için , kendisine vezir'in karısı tarafından iftira atılarak yıllarca zindanda kalır. Suçsuz olduğu anlaşıldığı zaman söylediği bu sözler bizlere, bir şeyden korkmak için illaki tepemizde bir bekçi olması gerekmediğini , bizden istenen bir şeyin bizim hakkımız olmadığını bilmemiz ve bu hakkımız olmayan şeyi yapmamak için vicdanımızın sesini dinlemek gerektiğini öğretmekte, vezir'in yokluğunu fırsat bilerek , o kadının ahlaksız teklifini ,yıllarca hapis yatmayı göze alarak red ederek bize örneklik etmektedir.

[019.061] Rahman'ın kullanna gıyaben söz verdiği Adn cennetlerine, şüphe yok ki, O'nun verdiği söz, daima yerine getirilmiştir.
[021.049] O takva sahipleri için ki, gıyabında Rablerinden korkarlar ve kıyamet endişesiyle titrer dururlar.
[035.018] Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmiyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmiyecek, isterse bir yakını olsun, fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki gaybde rablarının haşyetini duyarlar, salatı ayakta tutarlar, temizlenen de sırf kendisi için temizlenir, nihayet gidiş Allahadır

Bizler Allah (c.c) nin yaptıklarımıza karşılık vereceğini vaad ettiği , cennet veya cehenneme göz ile görerek iman etmiş değiliz, sadece Allah (c.c) öyle dediği için buna inanmaktayız. Bu iman herhangi bir laboratuar raporu sonucu elde edilmiş bir şey değildir. Allah (c.c) nin sözüne olan güvenimizden dolayı, gözümüz ile şahid olmadığımız bazı şeylere o var dediği için gözümüz ile görmüş gibi iman etmekteyiz. Gayba iman etmek , veya gıyaben iman etmek dediğimiz şey , iman etmeyenlerin anlayamacağı , hatta iman edenleri alaya aldıkları bir iman şeklidir. 

Gayb'a veya gıyaben iman sahibi olan bir kimse , tepesinde polis olmasa dahi , yapacağı herhangi yanlış bir amelin karşılığının asla en küçük zerresine kadar karşılıksız kalmayacağını bilerek yaşar. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun böyle bir imanı gerçek bir biçimde hayatına yansıttıklarını düşündüğümüzde , dünyadaki insanların birbirlerine karşı olan tutumlarında inanılmaz değişiklikler olacak ve dünya cennete dönecektir. 

Maalesef, bırakın dünya nüfusunun bir çoğunu , kendisini müslüman olarak tanımlayanlar bu imanı gerçek olarak içselleştirseler diğer insanlara örnek bir hayat yaşayarak dünyaya önemli katkılarda bulunabilirler. İman ettiğimizi söylediğimiz şeylerin bir çoğu sadece dil ile ikrar dan öteye geçmeyerek amele yansımamaktadır.

2- Salatı ayakta tutmak. 

Maalesef bu ibare geçtiği tüm ayetlerde "Namazı dosdoğru kılmak" şeklinde çevrilerek , ve dini hayat "Kıl beşi bitir işi" mantığında yaşandığı için camiye hapsedilmiş ve onun dışında yaşanmayan bir din ortaya çıkmıştır. Namazı dosdoğru kılmaktan anlaşılan şey elin , belin , ayağın, milimetrik olarak ilmihal bilgileri doğrultusunda ayarlanması anlaşıldığı için ,elini göbekten aşağı koyanlar ile , göbekten yukarı koyanlar arasında büyük kavgalar çıkmaktadır. 

Salat kelimesi , Kulun hayatının bütünün Allah'a has kılması anlamında bir kelime olup , namaz bu kelimenin bir bütününü değil sadece bir cüz'ünü karşılamaktadır. Salatın ayakta tutulması yani yere hiç düşürülmemesi emri , hayatın amacı olup kulun 24 saatini kapsaması gerekmektedir. Kul yaşamı içinde karşılaştığı olaylara Allah merkezli bir bakış ile bakıyorsa işte o kul salatı ayakta tutan birisidir.

3-Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek.

"Kendilerinin kazandıklarından infak etmek" buyurmayıp , kendilerine rızık olarak verdiklerimizden" buyurulması bizler için önemli bir uyarıdır. Hayat içinde sahip olduğumuz  şeyler bizim değil , bize geçici bir süre için verilen emanetlerdir. İnsanoğlu kendisinin olmayan bu malı infak ederek, dünya hayatında sosyal dengesizliklerin dengeye oturmasını sağlar. Şayet mal ve servet , zenginler arasında dolaşan bir metaya dönüşürse, dünyadaki  gelir dağılımı büyük bir ekonomik ve sosyal felakete yol açacaktır. Dünya nüfusunun en zengin % 1 lik kesiminin , dünya gelirinin % 50 , dünya nüfusunun en fakir %50 sinin ise % 1 pay aldığı yapılan istatistiklerde görülmektedir. 

Bu durum zengin ile fakirin arasında inanılmaz bir uçurum olduğunu göstermektedir. Bu zengin kesimin , zenginliğinin kaynağının fakir kesimin yaşadığı topraklardaki sömürdükleri doğal kaynaklar olduğunu düşündüğümüzde , zenginlerin acımasız bir canavar haline dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Kendi ülkelerinin dışındaki topraklardaki doğal kaynakları ve insan kaynaklarını acımasızca sömüren batılı ülkeler, bu gün elde ettiği zenginliğin kaynağını sömürdükleri afrika ve asya kıtalarındaki ülkelere ve insanlara borçludurlar. 

Başka insanların üzerinde yaşadıkları topraklarda hak iddia edecek kadar zalimleşen bu ülkeler ve zenginler , bu servetin kendi hakları olduğunu düşünerek Allah (c.c) den rol çalmaya kalkmakta ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar. Sünnetullah gereği kıyamet öncesi bu ülkeler ve kişiler mutlaka yıkıma uğrayacaklardır , ancak bu yıkımın mehdi eliyle gerçekleşeceğini inanan bizler, yattığımız yerden gelecek olan mehdinin bizim için savaşmasını beklemekten başka bir şey yapmamaktayız.

4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman

Allah (c.c) elçi ve "Kitap" göndererek, yaşayan insanların hayatlarını bu kitapların esaslarına göre düzenlenmesini istemektedir. Bu zincirin son halkası olan Muhammed (a.s) ın Medineli muhataplarının arasında, kendilerinin İncil ve Tevrat'a iman ettiği iddiasında olan Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Bu kitapları da kendisinin göndermiş olduğunu beyan eden Rabbimiz , bu zincirin son halkasının Kur'an olduğunu beyan ederek bu kitapların tamamına iman edilmesi gerektiğini bildirmektedir. 

Kitaplara iman esası kişilerin hayatında nasıl gerçekleşir?.

Kitaba iman demek, kitap içinde olan muhteviyatı hayata geçirerek onu yaşamak anlamındadır. Dil ile yapılan bir iman sözü yeterli değildir. Allah (c.c) o kitapları bize göndererek  yaşamımızda esas alacağımız kriterleri belirlememizi istemektedir. Kitap sadece sayfaları kutsansın , anlaşılmadan okunsun , sevap makinesi haline dönüşsün amacı ile gönderilmemiştir.

Kitap, ebedi olan hayata geçiş yeri olan dünya hayatında yaşayan insanların , kul oldukları bilinci içinde yaşayarak , İlah olan Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinde yaşamanın gereğine binaen indirilmiş olup, dünya ve ahiret mutluluğu için bu esaslar üzerinde bir hayat sürülmesi gerekmektedir. 

5-Ahirete iman 

Ahirete iman esası , gayb'en iman esasının içinde sayılabilecek bir iman esasıdır. Kur'anın ahiret hayatı ile ilgili bilgileri , gözle görerek inandığımız bir şey değildir , sadece Allah (c.c) Kitabında bizlere,"ölümden sonra sizin başınıza şunlar gelecek" buyurduğu için bizler ahiret hayatına iman etmekteyiz. 

Ahiret hayatı ile ilgili bilgilerin , biz insanların dünya hayatında, yaptıkları iyi ve kötü amellerin ödeneceği bir yer olmuş olması , iyilikleri teşvik edici , kötülükleri önleyici bir fonksiyonu vardır. Dünya hayatını yaşayan bir kişinin, yaptığı iyiliğin kat ve kat karşılığının verilecek olması , kişiyi iyiliklere teşvik edici , yapılan kötülüğe karşı acı bir azap olduğunun haber verilmesi ise , kötülükleri önleyici bir fonksiyona sahiptir. 

Dünya hayatını yaşayan insanların böyle bir hayatın varlığına gerçek olarak iman ettiğini düşündüğümüzde , dünya bir cennete dönüşerek , iyilik yapılmak için yarışılan , kötülüklerden kaçmak için delik aranan bir yer haline gelecektir.

Ayetin sonunda, ahirete "Yakin olarak inanmak" ifadesi , inanıyormuş gibi yapmak değil , bu imanın gereğini hayat içine yansıtmak, "müttaki" vasfını almanın bir gereği olarak beyan edilmektedir. Biz müslümanların bu esasa iman ettiğimizi dil ile beyan ederek , fiili bir biçimde hayata yansıtmıyor olmamız , "yakin" kelimesinin içerdiği anlamı göz ardı etmek anlamına gelmektedir.

Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
[002.005]  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara s. 3. ve 4. ayetlerde sayılan esasları hayatları içinde pratiğe dökerek uygulayanların , doğru bir yol üzerinde oldukları , kurtuluşa ermenin yolunun bu esaslar üzerinde bir hayat tesis edilme şartına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır. 

Sonuç olarak ; Allah (c.c) elçileri aracılığı ile bizlere , ebedi olan ahiret hayatını mutlu , mesut ve bahtiyar bir halde geçirmemiz için gerekli olan şartların , "dünya hayatı" denilen ilk hayat içinde yaptığımız amellere bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu amellerin nasıl bir esasa dayanması gerektiğini ise Kitabının pek çok yerinde beyan etmektedir. Allah (c.c) nin biz kulları için beyan ettiği kurallar , bizlerin dünya ve ahiret hayatını cennete çevirme esasına dayalı olup , bu esaslar dışında bir hayat dünya ve ahiret hayatının cehenneme çevrilmesi anlamını taşır. 

Bu gün etrafımıza baktığımızda , dünyada kan gözyaşı selinin durmadan akıyor olması , Allah (c.c) nin bizlerin yaptıkları her an gözlüyor olması haberlerini es geçmek yani "Gıyaben iman" esasını red etmek , yaşadığımız bütün zaman içinde Allah (c.c) merkezli bir hayat sürmemek yani "Salatı ayakta tutMAmak" ,  dünyanın bütün doğal kaynaklarının , mal ve servetinin sadece kendimize ait olduğunu zannederek "rızıklandırıldığımız şeylerden infak etMEmek" , Allah (c.c) nin indirdiği kitapları red ederek başka kitaplara iman ederek hayatımızı bu kitaplar üzerine oturtmak , yaptığımız kötülüklerin cezasız kalacağı zannı ile ahiret yokmuş gibi yaşadığımız içindir. 

Rabbimiz bizleri, bu esaslar üzere bir hayat süren , ve bütün insanların böyle bir hayatı tesise yönelik çalışmaları için gayret eden , bu yolda ömrünü tüketen kullarından kılsın.  

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


31 Ekim 2015 Cumartesi

Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : Allah'ın Orduları

Allah (c.c) nin bizlere kendisini tanıtırken kullandığı ifadeler , bizlerin gözümüzün ve zihnimizin algılarına hitap eden teşbihi yani benzetme yollu ifadelerdir. Allah (c.c) bizlere kendisini yüce , güçlü ve yenilmez "Hükümdar" a benzetip kendisinin emrinde ordular olduğunu bildirerek , kimsenin kendisine karşı gelmemesini aksi takdirde onları bozguna uğratacağını hatırlatmaktadır.  

Askeri güç kullanarak , karşısındaki düşmanı bozguna uğratmak şeklindeki bilgiler , insanın şahid olduğu alana dair bilgiler olup , Allah (c.c) nin kendisine düşman olanlara karşı böyle bir güç kullanarak bozguna uğrattığı veya uğratacağı şeklindeki ayetler ,Allah (c.c) nin yenilmez bir güce sahip olduğunun bilinmesi için , bizlerin şahid olduğu alana dair bilgilere benzetilerek anlatılmasıdır.

"Cünd" kelimesi ; "Askerlerden müteşekkil bir topluluk" anlamındadır. Allah'ın orduları deyiminin ne ifade ettiği , bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetlere baktığımızda anlaşılacaktır. 

[002.249]  vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»
[027.017]  Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.
[027.037] (Süleyman dedi ki ) Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zilletler içinde hor, hakıyr oldukları halde çıkarırım
[051.039-40]  Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; «sihirbazdır veya delidir» dedi.Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.

Talut , Süleyman (a.s) ve Firavun ordularından bahseden ayetlerde , karşılarında düşman olarak gördükleri topluluğu alt etmek için her hükümdarın ordu beslediğini görmekteyiz. Allah (c.c) kendisine düşman olanları alt etmek için ordu kullandığını beyan etmesini , bizim anladığımız anlamda elinde kılıç ile gökten meleklerin inerek savaşması şeklinde anlamak doğru bir yaklaşım değildir. 

Biz insanların, bir şeye inanmak ve güvenmek için elle tutulur gözle görülür somut bir delile olan ihtiyacına binaen , Allah (c.c) kendisi ile ilgili bu tür bilgileri bizlere somutlaştırarak anlatmaktadır. Ordu ve askerler , İnsanın zihni algısında güç ve karşısındaki düşmana karşı koyan onu zarara uğratan bir unsur olarak yer etmiştir. Allah (c.c) insan zihninde yer etmiş olan bu bilgileri kullanarak ,kendisinin orduları olduğunu bu ordular ile düşmanlarını yerle bir edeceğini bildirmektedir. 

Bizler bu tür anlatımları literal bir okumaya tabi tutarak , bu orduların mahiyeti hakkında fikir yürütmeye kalktığımız zaman , yaptığımız işin adı "Gaybı taşlamak" olup bu tür fikir yürütmelerinin bizlere herhangi bir getirisi olmayacaktır. Bizler verilmek istenen mesajı okuyarak , bu tür ayetlerin mesajının Allah (c.c) ye düşmanlık etmenin sonucunun, darmadağın olarak ebedi cehenneme yuvarlanmak olduğunu bilmemiz yeterlidir. 

Bir ülkenin sahip olduğu ordu ve askerler , o ülkeye düşman olanlar için caydırıcı bir unsur olup , ordu sahibi bir ülkeye saldırmak , ordusu olmayan veya güçsüz olan bir ülkeye saldırmaktan daha zor ve düşündürücüdür. Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu ve bu orduların yenilmesinin asla mümkün olmadığını bizlere hatırlatarak , kendisine savaş açanları bir kere daha düşünmeye davet etmektedir.

[067.020] Yoksa sizin için kimdir o Rahmân'ın berisinde size yardım edecek ordunuz! Kâfirler ise ancak bir gurur içindedirler.
[019.075]  Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.»

Kafirlerin Allah (c.c) ye karşı kendilerini koruyacaklarını zannettikleri ordularının hiç bir işe yaramayacağı Firavun ve ordusunun helak edilmesi ile gerçek olarak gösterilmektedir.

[044.024]  «Denizi sakin iken geride bırak, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.»
[085.017-8]  Sana o orduların haberi geldi mi? Fir'avun ile Semûd'un (haberi)?
[010.090]  Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun) : «İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım» dedi.
[020.078]  Derken Firavun ordularıyla onları takip etti; denizden kendilerini saran sarıverdi.
[028.039-40]  Ve o da (Fir'avun da) askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler, ve sandılar ki, onlar Bize döndürülmeyeceklerdir. Biz de onu ve ordularını tuttuk denize fırlatıverdik. Bak şimdi o zalimlerin sonu nasıl oldu?

Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu , ve bu orduların asla yenilmeyeceği , galip gelen tarafın kendi ordusu olacağını ve olduğunu beyan etmektedir. 

[037.173] Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
[009.026] Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur.
[009.040] Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
[033.009]  Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[048.004]  İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
[048.007]  Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır. Hakim olandır.
[074.031]  Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkar edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: «Allah bu misalle neyi muradetti?» desinler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.

Bu ayetlere baktığımızda Allah (c.c) , bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri desteklediğini beyan etmektedir. Bu orduların Bedir savaşında iman edenlere yardım ettiğini beyan eden ayetler , tefsir kitaplarında gerçek olarak yorumlanmış elinde kılıç olan sarıklı meleklerin gökten inerek savaştığı gibi düşünceler hakim olmuş , ve bu düşünceler maalesef bizleri tembelliğe götürerek , sıkıştığımız anda gökten savaşçı meleklerin inerek bizim için savaşacakları düşüncesi hakim olmuştur.

[3.123-26] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.

[008.012]  Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.

Allah (c.c) orduları ile iman edenleri destekleyeceğine dair olan vaadinin Bedir'de gerçekleşip , Uhud'da gerçekleşmemesinin sebebi, Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadinin bir yasaya göre işlediği içindir. Allah (c.c) gökten eli kılıçlı melekler indirerek iman edenlere hiç bir zaman yardım etmez. Böyle yardım iddiaları ancak hurafe ve palavralar ile din anlatan masalcı dedelerin anlatımlarıdır. Urfadaki balıklı göldeki balıkların kıbrıs savaşına katılarak orada yaralandıkları iddiaları hala dillerde destan olarak gezmesi bizlerin bu konularda nasıl hurafe meraklısı olduğumuzun traji komik bir göstergesidir.

Allah (c.c) kullarına olan yardım sözünden asla caymaz , ancak bu sözünün yerine gelmesi için, kullarının bu yardımı hak etmesi gereklidir. Allah (c.c) hiç bir kuluna hak etmediği bir yardımı asla yapmaz. Allah (c.c) yardım konusunda mü'min -kafir ayrımı da yapmaz, bu durumu Uhud savaşında açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Bedir savaşında yardımı hak eden müslümanlar , aynı yardımı Uhud savaşında hak edememişler ,bu yardımı müşrik ordusu hak etmiştir.

Sonuç olarak ; İnsan zihninde mevcut olan ,askeri güç ile düşmanları alt etme yöntemi bilgisi , Allah (c.c) tarafından benzetme uslubu ile kullanılmaktadır. Allah (c.c) bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri destekleyerek , kendisine düşman olanları bozguna uğrattığını ve uğratacağını beyan etmektedir. Bu konuda bize düşen kısım , bu orduların mahiyetinin ne veya nasıllığı değil , Allah (c.c) nin yenilmez olduğu , kimsenin ona karşı efelenmeye kalkmaması , böyle bir efelenmenin sonucunun hüsran olacağıdır. 

Ayrıca Allah (c.c) nin orduları ile iman edenlere yardım edeceği vaadi, belirli bir yasaya tabi olup , yattığımız yerden el açıp dua etmekle bu yardım yasası asla işlemez. Bu gün biz müslümanların içinde olduğu zilletin baş müsebbibi , Allah (c.c) nin bizlere istediğimiz zaman gökten ebabil veya melekler ile yardım edeceği zannıdır. Bu zan bizleri dünyanın en tembel bir topluluğu haline getirerek her şeyi bizim yerimize Allah (c.c) nin yapacağı gibi bir hava oluşturmuş ve kendimizi seçilmiş kullar zannı hakim olmuştur. 

İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kul olarak görmeleri defaatle red edilerek, "sizde kullardan bir kulsunuz" denilmesi bizlere örnek olmamış , bizlerde kendimizi seçilmiş kullar olarak görerek , Allah (c.c) haşa bir ırgat olarak görmeye başlamış ve bunun sonucunda büyük bir zillet içine girerek hala böyle yaşamaktayız.

Evet Allah (c.c) orduları ile yardım eder ama bu yardımı kim hak ederse ona eder. Dün Bedir'de bu yardımı hak eden iman edenlerin , Uhud'da hak edememiş olmalarını çok iyi okuyarak bunu sebeblerini bilmek ve bu sebebin "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işlemesi neticesinde olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Ekim 2015 Perşembe

Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : "Mele-i A'la" (Yüce Topluluk)

Kur'an içindeki ayetleri guruplandıracak olursak , 1- gözle görülen aleme dair ayetler , 2- gözle görülmeyen aleme dair ayetler, olmak üzere 2 ye ayırmak mümkündür. 1. gruba dahil olan ayetlerin anlaşılması, okuyucu için herhangi bir sorun etmez iken , 2. guruba giren ayetler bizim müşahade alanımız sınırları dışında olması ve zihni kapasitemizin algılamasının mümkün olmaması nedeniyle, Kur'an bu alana dair bilgileri teşbih yani benzetme yolu ile bizlere anlatmaktadır. 

Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeni ile, bizlerin müşahede alanının sınırları kalmakta olup , onun ile ilgili bilgiler müşahede alanımıza ait bilgilere benzetilerek verilmektedir. Bu merkezde Allah (c.c) kendisini bizlere müşahede alanımız dahilinde olan hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmaktadır. 

[023.116] Hak hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.

Hükümdar ile özdeşleşmiş olan "Arş" (Taht) kelimesi ,yine bizlerin zihninde hükümdarlık ile bağlantılı bir kelimedir. Kur'anda 2 yerde geçen Mele-i Ala (Yüce topluluk) terimi , Kur'anın benzetme yolu ile yaptığı anlatım uslubu çerçevesinde anlaşılabilecek bir terimdir. 

 [037.008]  Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
 [038.069]  «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

 "Mele" kelimesi ; Bir düşüncede , görüşte veya inançta birleşenlerin oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu kelime ağırlıklı olarak, gönderilen elçilere karşı gelen kavimlerin önde gelenleri olarak kullanılmaktadır. 

[007.060] Kavminin önde gelenleri (Elmeleu): «Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz» dediler.

Musa ve Süleyman (a.s) kıssası içinde de kullanılan bu kelime, konumuz ile ilgili olan deyimi anlamamızda yardımcı olacaktır. 


[027.038] (Süleyman) Dedi ki: Ey ileri gelenler (Elmeleu); kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?
[027.029] (Sebe hükümdarı) Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler (Elmeleu) bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.032] (Sebe hükümdarı) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! (Elmeleu)Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
[007.127]  Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki (Elmeleu): «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»

 Bu ayetlerde , Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarı ve Firavun , yanında olanlara "Mele" şeklinde hitab etmektedirler. Hitab edilen bu kişiler, her hükümdarın yanında bulunan ve onların işlerini danıştıkları , fikir aldıkları , işlerini gördürdükleri kimselere verilen bir isimdir. 

Allah (c.c) nin "Mele-i A'la" deyimini kullanma sebebinin, tabiki böyle bir ihtiyaca binaen olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah (c.c) nin böyle bir deyimi kullanması yanında danışmanları olduğu anlamında değil , hükümdar tasviri içinde yapılan bir anlatımın sonucudur. Allah (c.c) yapacağı herhangi bir iş için kimseye danışmaz veya yapacağı için nasıl bir sonuç doğuracağı konusunda kimseden talimat veya fikir almaz.

Allah (c.c) gaybi aleme ait verdiği bilgileri somut bir hale sokarak bizlerin algı dünyasına hitap etmektedir. Hükümdarlara has bir olgu olan "Mele" terimini kullanması, onun kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmasının bir sonucudur. Bizler ilgili ayetleri okurken Allah (c.c) nin yanındaki mele nin nasıllığı veya ne liğini değil, onun yüce bir hükümdar olarak bizlerin onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir. 

Allah (c.c) nin melesinin "A'la" olarak vasıflandırılması , bir hükümdarın yanında bulunanların o hükümdarın haşmeti , azameti , büyüklüğü ile orantılı olması gerektiği için , onun yanında bulunanların , kendisinin azameti ,büyüklüğü ve yüceliğine yakışır olduğunun bilinmesi içindir.

Saffat suresi içinde geçen, Mele-i A'la teriminin öncesi ve sonrası ayetlerine baktığımızda , vahyin Muhammed (a.s) a ulaşması yolunda herhangi bir kazaya uğramadığının teşbihi bir yolla anlatıldığını görmekteyiz.  

[037.006]  Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[037.007] Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.
[037.008]  Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[037.009]  Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
[037.010] Ancak çalıp çırpan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.

Sad suresi içinde geçen bu terimin öncesi ve sonrası ayetlerinin bağlamı ise , Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin ona verilen vahyin muhteviyatı ile sınırlı olduğu anlatılmakta ,  70. ayet sonrası , ona ve bizlere gerektiği kadar bilgi verilmektedir.

[038.069]  «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
[038.070]  «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»

Sad s. 70. ayet sonrasında Adem'in yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmektedir. Adem kıssasının Bakara suresi içinde anlatılan ayetlerine baktığımız zaman , Allah (c.c) ile Melekler arasında bir konuşmanın anlatıldığını görmekteyiz. Allah (c.c) arz üzerinde bir halife kılacağını Meleklere haber ettiği zaman , Meleklerin bu habere itiraz ettiğini görmekteyiz. Allah (c.c) ye karşı bir itirazın mümkün olmadığını düşündüğümüzde , böyle bir konuşmanın temsili bir anlatım olabileceği , Meleklerin "Mele-i A'la" yani yüce topluluk olarak ifade edilenler olduğunu anlamak mümkündür. 

Sad s. 70. ayetinden , Muhammed (a.s) ın gayba dair olan bilgilerinin Allah (c.c) den aldığı vahy ile sınırlı olduğu, bunun dışında ona herhangi bir gaygi bilgi verilmediği , onun gaybi aleme dair olan bilgisinin elimizde olan Kur'an ile sınırlı olduğu , bunun dışında onun adına atfedilen gayba dair bilgilerin güvenilmez bilgiler olduğunu anlayabiliriz.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin gayba dair olan bilgileri , bizlerin anlayışına somutlaştırarak sunmasına örnek olarak, Kur'anda geçen "Mele-i A'la" deyimi ile ne kast edilebileceği  doğrultusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda ,bu ve benzeri deyimlerin anlaşılabilmesi için , Allah (c.c) nin kendisi için kullandığı "Hükümdar" benzetmesi dahilinde olan bilgileri dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü ifade etmeye çalıştık. Gayba dair olan bilgilerin ne veya nasıl oldukları konusunda bizlere verilen bilginin amacının , Allah (c.c) nin gücü ve kudretinin anlaşılması ve o güç ve kudret sahibi olana kul olmak gerektiğinin hatırlatılması olduğu , bunun dışında varılmaya çalışılan bazı sonuçların gaybı taşlamak sayılabileceği için dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.                          

20 Ekim 2015 Salı

Şura s. 51-52. Ayeti : Allah (c.c) İnsanla Nasıl Konuşur ?

İlah ve Rab olmanın gereklerinden bir tanesi , İlah ve Rab olduğunu iddia eden kimsenin , İlahlık ve Rablik iddia ettiği varlıklar üzerine dair kurallar ve yasalar koyarak, onlar üzerindeki gücünü gösterebilmesidir. 

 [007.148]  Ve Mûsa'nın kavmi, O'ndan sonra ziynet takımlarından bir buzağı böğürmesi olan bir heykel edindiler. Onlar görmediler mi ki, o kendileriyle konuşamaz ve onlara bir yol gösteremezdi. Onu (ilâh) edindiler ve zalimler oluverdiler.
[037.092-3]  Neyiniz var konuşmuyorsunuz? diyerek yaklaşıp onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

İsrailoğullarının buzağıyı ilah edinmeleri ile ilgili olan bu ayette , ilah olmanın gereklerinden birisinin konuşabilmesi ve bu konuşması sonucu, o ilaha kul olduğunu iddia edenlere doğru yolu gösterebilmesidir. Böyle bir konuşmayı, gerçek İlah ve Rab olan Allah (c.c) den başkasının yapması asla mümkün değildir. Allah (c.c) yarattığı ve yaratacağı tüm varlıklara konuşarak onlar üzerindeki yasalarını bildirendir.

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz insanlar için uyulması gerekli bir takım kurallar vaz ederek , yaşadığımız dünya hayatında bu kurallara uygun bir yaşam sürmemizi istemektedir. Bu kuralları bildirme yolunu , bizim insanlarla anlaşma yolumuz olan "Konuşma" olarak niteleyen rabbimiz, yarattığı bütün insanlarla konuşmaktadır , ancak bu konuşmanın keyfiyetini Şura s. 51. ayetinde görmekteyiz. 

Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).

[042.051]  Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.

Ayetin beyanına göre Allah (c.c) insanla 1- vahy ile , 2- perde arkasından , 3- gönderdiği elçinin ona vahyetmesi ile konuştuğunu bildirmektedir. 

Ayette geçen bu konuşmaların nasıl olabileceğini, yine Kur'an içindeki beyanlardan öğrenmeye çalışalım. 

1- Vahy ile

Vahy ; "Süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır. Allah (c.c) ile insan arasındaki ontolojik mahiyet farkından dolayı , insanlarla olan konuşma şekli için bu kelime kullanılmaktadır. 

Allah (c.c), bu konuşma örneklerini şu ayetlerde bizlere sunmaktadır.

[012.015]  Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, biz Yusuf'a: Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar  farkına varmadan, kendilerine haber vereceksin, diye vahyettik.
[020.038] [ «Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik,»Musa'yı sandığa koy; sonra onu denize  bırak; deniz onu kıyıya atsın da, benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın.  ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.
[028.007]  O sırada Musa'nın annesine: «Onu emzir; ona zarar gelmesinden bir korku hissettiğinde, kendisini denize bırakıver ve artık korkup üzülme! Biz, muhakkak onu sana iade edeceğiz ve kendisini peygamberlerden biri yapacağız.» diye vahyettik.

Yusuf (a.s) kuyuya atıldığı zaman ona vahyedilmesi , elçilere vahyedilen şekli ile değil , "ilham" olarak bildiğimiz bir duygu iledir. Musa (a.s) ın annesine vahyedilmesi de aynı şekilde olup , anne olmanın verdiği fıtratından gelen şefkat duygusu ile , yavrusunun bu şekilde kurtulabileceğini ona ilham ederek ona göre hareket etmiştir.

[006.121]  Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına vahyederler, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.
 [006.112]  Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.

 İnsanın içinde iyiliğe teşvik eden duygular olduğu gibi , kötülüğe teşvik eden duygular da vardır , bu duyguların kaynağının şeytanların vahyetmesi olduğu bildirilmektedir.

 [016.068] Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin.
[041.012]  Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azîz, alîm Allah'ın takdiridir.

Rabbimizin bal arısına ve göklere vahyetmesi , yaratmış olduğu her şeyin üzerine "Kader" denilen ölçü ve yasalar koymuş olduğu ve bu yasaların koyulmuş olduğuna dair iki örnektir.
Bal arısına vahyederek ona fıtri yasalar koyduğunu beyan eden Rabbimiz , insan için fıtri yasalar koyduğunu beyan ederek yarattığı ve yaratacağı bütün insanlarla nasıl konuştuğunu Araf s. 172-173. ayetlerinde beyan etmiştir. Allah (c.c) bütün insanların fıtratına kendisini Rab olarak bilmeleri şeklinde bir fıtri bilgi koyduğunu hatırlatmaktadır.

[007.172-73] Hani Rabbın; ademoğullarının sülbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahid tutmuş. Ben, sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdiki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz. Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.

Allah (c.c) yarattığı ve yaratacağı tüm insanlarla ilham ve fıtri olarak ona verdiği hasletlerle konuşmakta olup , bu konuşmanın daha özel bir durumu , insan içinden seçilmiş olan beşer elçilerle yapılmaktadır. Şura s. 51. ayet içinde beyan edilen 3 türlü konuşma şeklinin 2. ve 3. şıkları bu konuşmanın nasıl bir yolla olduğunu beyan etmektedir.

2- Perde arkasından

"Verai Hicabin" deyimi mecaz bir anlatım olup, bu deyimin hakiki kullanılışı , Ahzab s. 33. ayetinde Peygamber eşlerinden bir şey istenirken yüz yüze gelinmemesi istenerek, arada engel  olması gerektiğini ifade eden aynı deyim kullanılmıştır. Bu deyimin kullanılması , Allah (c.c) nin seçtiği elçi ile aracısız ama konuşanın görülmemesini ifade etmekte olup , bu tür bir aracısız konuşma örneği Musa (a.s) ile yapılmıştır.

[002.253]  İşte şu peygamberler. Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik, O'nu Ruh- ul Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah öyle dileseydi, bu peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah öyle dileseydi, onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.
[004.164]  Ve sana daha önceden gerçekten haberlerini aktarıp-verdiğimiz peygamberler ile sana haberlerini aktarıp vermediğimiz peygamberlere de (vahyettik) . Allah, Musa ile de konuştu.
[007.143-44]  Musa ta'yin ettiğimiz vakitte gelince ve Rabbı onunla konuşunca; dedi ki: Rabbım; bana, kendini göster. Sana bakayım. Buyurdu ki: Beni kat'iyyen göremezsin. Ama dağa bak; eğer o yerinde kalırsa, sen de Beni görürsün. Rabbı dağa tecelli edince; onu paramparça etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca dedi ki: Tenzih ederim Seni, Sana tevbe ettim ve ben, mü'minlerin ilkiyim.Verdiklerimle ve seninle konuşmamla seni insanlar arasından seçtim; sana verdiğimi al ve şükret» dedi.

Musa (a.s) ile olan konuşmaya bire bir şahid olmadığımız için ,biz verilen bilgi ile yetinerek bu konuşmanın detaylarını bilmemiz mümkün değildir , böyle bir mecburiyetimiz olsa idi Rabbimiz bize bu konuda da bilgi verebilirdi. Biz verildiği kadarı ile yetinip , diğer surelerde Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmalarda verilmek istenen mesajı okumak durumundayız. Allah (c.c) ile kulu Musa (a.s) arasında geçen konuşmanın keyfiyeti sadece ikisi arasında olup , biz üçüncü şahısların bu keyfiyet üzerinde değil, konuşulanların üzerinde fikir yürütmek zorunda olduğumuzu hatırlatalım.

3-Elçi göndererek vahyetmek

Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3. şekli olan , elçi göndermek sureti ile konuşmasının en son örneği kendisine bu yolla Kur'an indirilmiş olan Muhammed (a.s) dır. Allah (c.c) Muhammed (a.s) ve önceki elçilere vahy ederken bizlere şöyle bir yol kullandığını beyan etmektedir.

[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.
[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»

Allah (c.c) bu ayetlerinde , insanlardan seçtiği elçilere meleklerden seçtiği elçiler ile vahyettiğini beyan etmektedir. Böyle bir yolu neden seçtiğini beyan etmesi hususunda ona herhangi bir soru sormak gibi bir lüksümüz maalesef yoktur , ancak böyle bir yol seçtiğini beyan etmesinin hikmeti üzerinde düşünebiliriz. 

"Melek" adı ile zikredilen varlıklar konusunda bizlerin bilgisi , Kur'an ile sınırlı olup, onları göz ile görebilmemiz mümkün değildir. "Allah (c.c) yarattığı tüm insanlarla "vahy" ile konuştuğuna göre , elçi olarak seçilen insanlara neden elçi aracılığı ile konuştuğunu beyan etmektedir?" sorusu zihinlerde cevabını bekleyen sorulardandır. 

Allah (c.c) nin meleklerden elçiler seçerek insanla konuştuğunu beyan etmesi ile ilgili ayetleri literal bir okumaya tabi tuttuğumuzda , Allah (c.c) seçtiği meleğe " al şu vahyimi Muhammed kuluma vahyet" demiş gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Bu yol bizim bildiğimiz anlamda bir hükümdar'ın fermanını iletme yolu olup, Allah (c.c) nin mota mot böyle bir yol izlediğini düşünmek doğru olmayacaktır . 

Neden Allah (c.c) elçi kullanarak beşer elçi ile konuştuğunu beyan etmektedir?.

Kur'an bilindiği gibi Allah (c.c) nin kelamı olup, bu kelam insanın algı düzeyine uygun biçimde bir anlatım üslubu taşımaktadır. Allah (c.c) nin aşkın bir varlık olması , algıları sınırlı olan biz insanların, onun hakkında bilgi sahibi olmamızı imkansız kılmaktadır. Allah (c.c) bu durumun izalesi için bizim algı alanımız dışında cereyan eden olayları bize anlatmak için , algı alanımız içinde cereyan eden olaylara benzeterek anlatma yoluna gitmektedir , bu anlatım tarzına "Teşbihat" denilmektedir.   

Allah (c.c) Kur'an da kendisini bizlere "Hükümdar" tasviri çerçevesinde çizilen bir portreye benzeterek anlatmaktadır. Bu teşbihi anlatım Allah (c.c) nin elçi göndermesini anlamakta bizlere yardımcı olacaktır. Bir hükümdar tebasına olan emirlerini, elçileri vasıtası ile iletmektedir. Hacc s. 75. ayeti ve Nahl s. 2. ayetinin beyanını bu doğrultuda anlamak gerekmektedir. Elçi seçmesi ile ilgili ayetleri bu elçilerin ne liği veya nasıllığı üzerinden okumaya çalışmanın bizlere herhangi getirisi yoktur. Bize getirisi olan okuma, o elçiler vasıtası ile inen beyanın içindeki muhteviyattır. 

[002.097-98]  De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
[016.101-2]  Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini  en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»
[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.
[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.
[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.


Yukarıda ayetlerde  geçen, "Cibril" - "Ruhu'l Kudus"- "Ruhu'l Emin" - "Şedidu'l Kuva" - Resulin Kerimin" gibi isimler , elçi gönderen bir hükümdarın gönderdiği elçinin, onun gücünün ve mülkünün bir göstergesi olmasından yola çıkılarak okunabilecek ve anlaşılabilecek terimlerdir. Allah (c.c) en yüce hükümdar olarak kullarına gönderdiği elç,i onun yüceliğinin göstergesi olan terimlerle ifade edilmektedir.

Bizler bu terimler ile ifade edilenleri , teşbih tarzı anlatım metodu dahilinde anlamadığımız takdirde , geleneksel tefsirlerde yapılan meleklerin kaç kanatlı olduğu, şekli şemali üzerinde bize herhangi faydası olmayan tartışmalar ile vakit kaybederiz. Tefsirlerdeki hatayı fark ederek, bu terimlere farklı anlamlar yüklemeye çalışan ve bu çalışmaları, ilgili ayetler üzerinde oynamalar yapmak sureti ile yapanların , eski tefsirlerde meleklerin kanatları ile uğraşan zevattan daha az hata içinde olmadıklarını söylemek isteriz. 

Bizler Allah (c.c) nin elçilerle nasıl konuştuğu üzerinde değil , bu konuşmanın elimizde canlı örneği olan vahiy üzerinde konuşarak bilgi ve düşünce üretmek zorundayız. "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali yorumlar, bizleri hevamızın ürünü olan bazı düşünceler üretmeye, veya heva ürünü bazı düşünceleri taklit etmeye yöneltecektir.

[042.052]  Ve işte sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettirdik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ama Biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz. Ve emin ol sen de (insanları) doğru bir yola çağırıyorsun.

Şura suresinin 52. ayeti Allah (c.c) nin elçi göndererek vahyetmesinin sebebini beyan etmektedir. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın bir rehberi olarak "Nur" olarak vasıflandırılan bu vahiy,bizlerin hayatlarını düzene sokmaya yönelik emirler ihtiva etmektedir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c)  gerçek İlah ve Rab olmasının bir tezahürü ve yarattığı her şeyi bir düzene koymasının sonucu olarak, biz insanların hayatlarını düzene sokmak amacına matuf olan ilahi fermanının, yani bizlerle olan konuşmasının 3 şekilde cereyan ettiğini beyan etmektedir. Bu konuşmanın 3. şekli olan elçi göndermek sureti ile vahyedilmesinin son örneği Muhammed (a.s) ve ona vahyedilen Kur'andır. Kur'anın Muhammed (a.s) a vahyedilme şeklinin beyan edilme hikmeti , bu vahyin herkese özel bir durum değil , sadece seçilen elçilere has olduğunun vurgulanmasına matuf olduğunu düşünmekteyiz.

Muhammed (a.s) dan sonra 3. şekil ile vahyetme artık olmayacak, ancak 1. şekil vahyetme türü son insana değin sürecektir. Muhammed (a.s) a gelen vahyin geliş şekli konusunda ortaya konulmaya çalışılan bazı mülahazalara baktığımızda, bu vahyin 1. şekil gibi olduğu noktasında yaklaşımlar sergilenmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu çalışmaların, ilgili ayetlerin anlamını tahrif etmeye kadar varmış olması, bu noktada yapılan çalışmaların Kur'an onayından geçmemesi nedeniyle , Kur'ana zorla onaylatılma çabaları olarak gördüğümüzü söylemek istiyoruz. 

Allah (c.c) seçtiği beşer elçiye , bir başka elçi ile vahyettiğini beyan etmesi , bizi bu elçinin ne liği ve nasıllığı konusunda tartışma açmaya değil , neden böyle bir yol izlendiğinin hikmetini konuşmaya sevk etmelidir. Resulluğu kendinden menkul sahte resulleri gördükçe bunun hikmetinin daha iyi anlaşılması gerektiğini ifade etmek isteriz şöyle ki; 

Allah (c.c) nin kulları ile olan konuşmasının 1. şekli bütün kullar için geçerlidir demiştik . Eğer Kur'anın bize bu 1. şekil ile geldiğini ,yani elçi aracılığı ile gelmediğini iddia edecek olursak , ortalık nebiliği kendinden menkul sahte nebilerden geçilmeyecektir. Eline Kur'anı alan bazı kimselerin "Ben resulum" demesine ilave olarak , eline Kur'anı alan bazı kimselerin "Ben hem nebi hem resulum banada vahyediliyor" diyerek alternatif kuranlar üretmesine kapı açacak yaklaşımların başlangıcının 3. şekil konuşmanın kaldırılması veya 1. şekil ile aynileştirilmesi olduğunu söyleyebiliriz , bize düşen elimizde olan son vahye ve son elçiye tabi olarak bir hayat sürmek ve böyle absürt yaklaşımlarda bulunmamaya dikkat etmektir.

RABBİMİZ BİZLERİ SON VAHYE VE SON ELÇİYE TABİ OLANLARDAN KILSIN.

19 Ekim 2015 Pazartesi

Ruh Kavramı Üzerinde Bir Düşünce Denemesi

"Ruh" kavramı , önemli  kavramlardan birisi olarak Kur'an da yerini almıştır. Bu kelime , nuzül öncesi arap dilindeki kullanımı ile birlikte , anlam genişlemesine uğrayan kelimelerden olup, günlük dilde kullanılan anlamına ilave olarak izafi bir anlam kazanmıştır. Kur'anın nazil olması ile teknik bir anlam yüklenmiş olan kelimelerin anlaşılabilmesi , bu kelimenin nuzül öncesi arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalıdır. "Ruh" kelimesinin anlaşılabilmesi , bu kelimenin arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalı olup , Kur'anın sıkça kullandığı "Teşbih" yani benzetme metodu, bu kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmasında da kullanılmıştır.

Yazımızda bu, kelimenin Kur'anda geçişlerinin, önce günlük dilde kullanıldığı anlam ile ilgili olan ayetlerini sonra , bu kelimeye Kur'an tarafından katılan anlam üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

"Rihu" kelimesi , etkisi hissedilen fakat gözle görülemeyen kuvvet , rüzgar , esinti , koku gibi anlamlara gelmektedir. Rüzgara bu adın verilmesi , gözle görülmediği , fakat insan üzerinde etkisi hissedildiği ve bir şeyin hareketlenmesine sebeb olduğu içindir. Ruh kelimesini bu anlam üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Önce bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri görerek , konumuz olan kavramın anlaşılmasını kolaylaştıralım.

[016.005-6] Allah davarları da yarattı. Bunlarda sizi soğuktan koruyan (deri, yün, kıl gibi) maddeler ve birçok faydalar vardır. Hem onların etlerini ve ürünlerini de yersiniz. Akşam getirir (turihune), sabah salarken onlarda sizin içîn bir cemal de vardır.

Ayet içinde geçen "Turihune" kelimesi , serinlik ve rüzgarın daha etkin olduğu akşam vaktini ifade etmek için kullanılmıştır. 

 [034.012]  Süleymana da rüzgâr (errihe): sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü (revahuha)bir ay, erimiş bakır menbaını da ona seyl gibi akıttık, hem rabbının iznile elinin altında Cinnîlerden de çalışan vardı, onlardan da her kim emrimizden inhiraf ederse ona Saîr azâbını tattırırız.

[012.087]  Ey oğullarım haydi gidiniz de Yusüfle kardeşinden bir tahassüste bulununuz ve Allahın revhınden (ravhillahi) ye'se düşmeyiniz, çünkü Allâhın revhınden ye'se düşen Ancak kâfirler güruhudur

[056.089] Ferahlık (fe ravhun), hoş kokular (reyhanun) ve bol nimetli cennet onu bekliyor

Vakıa suresinin bu geçen "reyhan" kelimesi , etkisi hisedilen fakat kendisi gözle görülmeyen temel anlamından hareketle "hoş koku" anlamındadır.

[003.117]  Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın (rihin) durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
 [007.057]  Rüzgârları (erriyahe)rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.
[008.046]  Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (rihukum) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
[010.022]  Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla (rihin tayyibetin) götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, «Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz» diye O'na yalvarırlar.
[012.094]  Kafile daha Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, öteden babaları: «Şayet ‘Bunadı’ demezseniz, doğrusu, ben Yusuf’un kokusunu(rihi yusufe) alıyorum!» dedi.
 [002.164]  Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları (erriyahi)ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[014.018]  Rabblerini inkâr edenlerin durumu tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın(errihu) şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte asıl uzak sapıklık budur.
 [015.022]  Rüzgarları (erriyahe)aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız.
[017.069]  Yoksa sizi tekrar oraya iade etmesinden, sonra da üzerinize şiddetli bir rüzgar (qasıfen min errihi) gönderip de sizi küfrettiğinizden dolayı garkedeceğinden emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için Bize karşı intikam alacak da bulamazsınız.
 [018.045] Onlara dünya hayatinin misalini şöyle ver (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki. onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış, nihayet rüzgarların(erriyahu) savurup götürdüğü bir çöp kırıntısı olmuştur. Allah herşeye muktedirdir.
[021.081] Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı (errihi asıfeten), onun buyruğuna verdik. Biz herşeyi biliyorduk.
[022.031] Allah'ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O'na ortak koşmayınız. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr (errihu) tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.
 [025.048]  Rüzgarları (erriyahe)rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O'dur.
[027.063]  Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bolduran ve rahmetinin önünde rüzgarları(erriyahe) müjdeci olarak gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir ilah mı? Allah; onların koştukları ortaklardan münezzehtir.
[030.046] Rahmetinden size tattırmak, emriyle gemiler aksın, lütfundan arayıp kazanmanız için ve belki, şükredersiniz diye, rüzgarları (erriyahe) müjdeleyiciler olarak göndermesi de O'nun ayetlerindendir.
[030.048]  Allah O'dur ki, rüzgârları (erriyahe) gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken, Allah onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverirler.
 [030.051] Bir rüzgar (rihen)göndersek de yeşilliklerin sarardığını görseler hemen nankörlüğe başlarlar.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar(rihen) ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[035.009]  Rüzgarları (erriyahe) gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.
[038.036]  Bunun üzerine ona rüzgârı (errihe) müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi
Rüzgarın Süleyman (a.s) emrine müsahhar kılınması ile ilgili ayetlerin ne anlama ayrı bir konu başlığı altında değerlendirilebilecek ayetler olup , bu kelime mecaz anlamda " güç kuvvet" anlamında kullanılmış ve Süleyman (a.s) ın hakimiyet alanının genişliği vurgulanmaktadır.
 [041.016]  Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir rüzgâr (rihen sarsaren)gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.
[042.033] Eğer dileyecek olsa rüzgarı (erriha) durdurur. Artık onun (denizin)sırtı üzerine durakalırlar. Şüphe yok ki, bunda elbette âyetler vardır, her ziyâde sabreden, ziyâde şükreden kimse için.
 [045.005]  Gece ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, gökten, Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla, ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarları (erriyahe) yönetmesinde, akleden kimseler için dersler vardır.
[046.024]  Nihayet onu, vâdilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgârdır!(rihun)
[051.041] Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı (rihel aqıme)göndermiştik.
[054.019]  Biz onların üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr(rihen sarsaren) gönderdik.
[055.012]  Yapraklı daneler ve hoş kokulu (erreyhanu) bitkiler vardır.
[069.006] Ad'a gelince; onlar da uğultulu, azgın bir fırtına(rihin sarsarin atiyetin) ile helak edildiler.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri "Rih" kelimesinin ,etkisi hissedilen fakat göz ile görülmeyen , rüzgar , esinti , harekete geçirmek ,  koku  anlamında kullanıldığı ayetlerdir. "Ruh" kelimesini de , etkisi hissedilen fakat göz ile müşahede edilemeyen , hareket ve canlılık kazandıran şey olarak bir anlam etrafında düşünebiliriz.

"Ruh" kelimesinin geçtiği ayetleri okumaya , Adem , İsa ve Meryem'e ruh üflendiğini beyan eden ayetler ile başlayabiliriz.

[032.007-9] Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen (ve nefeha fihi min ruhihi) Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalbler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
[015.028-9]  Rabbin meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde(ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın» demişti.
[038.071-2] Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman (ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın.»

[021.091] Mahrem yerini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş (fenefahna fihe min ruhina), onu ve oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.
[066.012] Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik(fenefahna fihi min ruhina; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.
[004.171]  Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.(ve ruhun minhu) Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde, Allah (c.c) Adem ve İsa Meryem'e "ruh" üflediğini beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin ,  "bir şeyin harekete geçmesi , canlılık kazanması" anlamını dikkate aldığımızda , Allah (c.c) yaratıcı gücü ile biz insanlara hayatiyet kazandırdığını beyan etmektedir. Adem 'in şahsında biz bütün insanlara hayat kazandıranın kendisi olduğunu beyan ederek , gerçek İlah olmanın gücünü , İsa ve Meryem'in ondan bir ruh olması ise , onlarında aynı Adem gibi onun yarattıklarından iki insan olduğu , dolayısı ile ilahlıktan herhangi bir payları olmadığını beyan etmektedir. 

Bir şeyin üflenerek yerinden oynatılması hareketlikve canlılık kazanmasını düşündüğümüzde , Allah (c.c) benzetme metodunu kullanarak , "ruh üfledim" demesi insana kazandırdığı canlılığın anlatılmasıdır.

[017.085]  Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir
[040.015] O, dereceleri yükselten, arş sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşetini haber vermek için, kullarından dilediğine emrini tebliğ için rûhu indirir.
[042.052]  İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.
[016.002]  O, kullarından dilediği üzerine kendi emrinde Ruh ile melekleri indirir ki, korkutunuz. Şüphe yok ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Benden korkunuz.

Bu ayetlerde "Ruh" kelimesinin ,iman edildiği takdirde , ölü insanı canlandıran , ona hayatiyet kazandıran "vahiy" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Kur'anda bir çok ayette , ölü ile diri nin bir olmadığı , vahye iman etmeyenlerin ölüler ile bir tutulduğu ayetleri göz önüne aldığımızda "Ruh" kelimesinin vahiy anlamında kullanılmasının hikmeti daha kolay anlaşılacaktır. 

[002.087]  Andolsun, biz Musa'ya Kitap verdik ve ardından peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Demek, size ne zaman bir peygamber nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?
[002.253] İşte bu peygamberler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudûs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet) ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi de küfretti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır.
[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Bakara ve Maide surelerindeki ayetlerde , İsa (a.s) ın "Ruhul Kudus" ile desteklenmiş olduğu beyan edilmektedir. Bu desteklemeden bahsedilme sebebi , onun Hıristiyanların iddia ettiği gibi ilahlıktan bir payı olmadığını vurgulamak amacına dayalı olup , onun kul ve elçi olduğu , Allah (c.c) nin beşer içinde seçtiği elçilere , yine meleklerden seçtiğini beyan ettiği elçiler vasıtası ile vahyetmesinin bir sonucu olarak ona da bu yolla vahyedilerek elçi seçildiği beyan edilmektedir. 

"Ruhul kudus" terkibi , Nahl s. 102. ayetinde yine karşımıza çıkmakta ve kim veya ne olduğu bir tarafa , Muhammed (a.s) a Kur'anın Ruhul kudus tarafından indirildiği bildirilmektedir. Dolayısı ile İsa (a.s) ile Muhammed (a.s) ın durumları , aynı görevi yüklenen kul ve elçiler olmaları nedeniyle bu noktada aynilik kazanmaktadır.  

[016.102]  De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak gereğince indirdi.»

[026.192-93] Muhakkak ki o  âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruhu'l-Emin indirdi.

Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anın "Ruhu'l Emin"in indirdiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) nin seçtiği beşer elçiye , keyfiyetini ve mahiyetini bilmediğimiz "melek elçi" ile mesajını iletmesi ile ilgili bilgileri göz önünde tutarak bu ayeti okuduğumuzda "emin" (güvenilir) ibaresini, Kur'anın indirilmesi ile bilgileri içeren tekvir s. 21. ayetinde görmekteyiz. Tekvir s. 19. ayetinde "Kerim elçi" olarak bahsedilen kişiden , 21. ayette "Eminin" (güvenilir) olarak bahsedilmektedir. 

Allah (c.c) nin beşer elçiye vahyi iletmekle görevlendirdiği melek elçi den "emin" olarak bahsedilmesinin , Şuara s. 193. ayette ki "Ruhu'l emin" terkibi ile ve Meryem s.17. ayetinde Meryem'e gönderilen elçiden "Ruh" olarak bahsedilmesinin ilişkisini kuracak olursak , Tekvir s. 19. ayetinde bahsedilen "Kerim elçi" ile aynı kişi olduğu anlaşılacaktır.

[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi

Meryem s. 17. ayetinde , Allah (c.c) nin Meryem'e "ruh" gönderdiğini ve bu ruh'un Meryem'e "düzgün beşer" şeklinde temessül ettiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) Meryem'e erkek bir çocuğunun olacağını haber vermek için, seçmiş olduğu elçiyi insan kılığında birisi olarak Meryem'e göndermiştir. Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anı Muhammed (a.s) a indiren den "Ruh" olarak bahsedilmesini dikkate aldığımızda , Meryem'e gelen beşer kılığındaki elçi Allah (c.c) nin elçilere gönderdiği vahiy elçisidir. 

[058.022]  Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.

Mücadele s. 22. ayetinde , Allah (c.c) nin iman edenleri "ruh" ile desteklediği beyan edilmektedir.Bu desteğin ne olduğu Fussilet s. 30-31. ayetlerinde anlatılmaktadır.

[041.030-1]  Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.

Allah (c.c) nin iman edenlere olan desteği , elle tutulur gözle görülür bir şey olmayıp soyut bir şeydir . Allah (c.c) soyut olan bir şeyi bizim zihnimizde somutlaştırmak için "melek" ile bizleri desteklediğini bildirmektedir. Melekler ile desteklemek demek , Allah (c.c) nin iman edenler üzerinde olan gözetim ve kollamasının somutlaştırılmış bir tezahürü olup , Mücadele s. 22. ayeti bu durumu beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin sıcak bir iklimde serinliğe hasret olarak yaşayan insanlar nezdindeki değerini düşündüğümüz zaman , "ruh" kelimesi ile ifade edilen kelimenin anlamının , Allah (c.c) nin iman edenlere verdiği ferahlık ve rahatlama daha kolay anlaşılacaktır.

[070.004]  Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.
[078.038]  O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.
[097.004]  Melekler ve Ruh, o gece Rabblarının izniyle her iş için iner de iner.

Bu ayetlerde ki "melek ve ruh" u anlamak için, Kur'anda geçen "Mele i Ala" terkibi ile kast edilmek istenileni anlamak gerekmektedir. 

[037.008] Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Kur'an'a  baktığımızda , Allah (c.c) nin aşkın bir varlık olması nedeniyle bize kendisi ile ilgili olan bilgiyi , zihni kapatisitemizin sahip olduklarına benzeterek anlattığını görürüz. Allah (c.c) kendisini bizlere tanıtmak için "Hükümdar" tasvirini kullanmaktadır. Bizler "Hükümdar" denildiği zaman , tahtı , hazinesi , elçileri , orduları , mele yani yakın çevresi gibi kendisine has olguları zihnimizde canlandırırız. 

Allah (c.c) kendisini "Hükümdar" olarak tanıtması çerçevesinde, etrafında "melei ala" (yüce topluluk) olduğunu bildirmektedir. Bizler bu topluluğun nasıllığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. "Melek" kelimesi ile bahsedilen varlıklar , böyle bir teşbih sonucu Allah (c.c) nin hükümdarlığının bir uzantısı olarak , bizlere bazı şeyleri anlatmak için kullanığı bir anlatım uslubunun somutlaştırılmış halidir. 

"Melek" denilince bizler onların ontolojik olarak nasıllığını değil , Allah (c.c) nin yüce bir hükümdar olması hasebiyle , onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlarız. Bu hükümdar, mesajını bildirmek için yeryüzünde yaşayan hükümdarler nasıl elçi kullanırsa kendi hükümdarlığını hatırlatmak için "elçi" kullandığını beyan eder. 

Allah (c.c) bu elçileri "İnsan ve Melek" lerden seçtiğini bildirir. İnsan elçiler gözümüzün gördüğü nesneler olup, beşer elçilere mesaj ulaştıran "Melek elçi" lerin mahiyeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Bizlerin "Melek" kavramını , sadece soyut bir şeyi bizim gözümüzde somutlaştırmak için kullanılan bir isim olarak bilmemizin yeterli olduğunu düşünmekteyiz.  

Kur'anın "Ruh" kavramı etrafında bizlere vermek istediği mesajı , öncelikle bu kelimenin "Etkisi hissedilen fakat gözle görülmeyen şey" temel anlamından hareketle rüzgar , koku gibi anlamı olan "Rih" kelimesi ile aynı kökten olduğunu gördük. Rüzgar estiği zaman , esintisi gözle görülmez fakat etraftaki nesnelerin hareketlenmesinden , veya bizleri ferahlatmasından bu olayı anlarız. 

Kur'anın ilk muhataplarının sıcak bir bölgede yaşayan insanlar olduğunu düşünecek olursak , tatlı bir esintinin onlar için ne kadar faydalı ve ne kadar rahatlatıcı olmasından hareketle inen vahiy, "Ruh" kelimesi üzerinden tasvir edilerek, o bölgede yaşayan insanlar için , onları rahatlatan , canlılık kazandıran bir rüzgara benzetilmiştir. 

Bereketli yağmurların gökten inerek, ölü bir beldeyi canlandırması ile ilgili ayetleri dikkate alarak , yağmurun ölü beldeyi canlandırması ile ilgili yapılan anlatımları , vahyin ölüleri canlandırmış olması ile birlikte düşündüğümüz zaman , yağmurların müjdecisi olarak , yağmurdan önce esen rüzgarlar yani "Riyah" , nasıl yağmuru taşıyorsa , vahyin taşıyıcılığını yapanların yani beşer elçiye ulaştıranın da "Ruh" olarak tanımlanmasının ne demek olduğu daha kolay anlaşılacaktır.

Sonuç olarak ; Kur'an , "Ruh" kavramının ne olduğunu anlatmak için, bir çok yerde kullandığı "Teşbih" yani benzetme uslubunu kullanmaktadır. Etkisi hissedilen fakat kendisi gözle müşahede edilmeyen bir şey olan rüzgar'ın, arapçada ki karşılığı olan "Rih" kelimesinin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri dikkate alarak, bu kavramın bizler için ne ifade ettiğini anlamak kolaylaşacaktır.

Bu kelime , 1- Allah (c.c) nin yarattığı insana "Ruh" üflemesinden bahsettiği ayetler bağlamında , "Rih" kelimesinin insan zihninde hatırlattığı anlama uygun olarak , insana hayatiyet kazandırılması , canlılık verilmesi  , Allah (c.c) nin yaratıcı gücünün bir tezahürü olarak , 2- rüzgarın esmesi ile durağan bir şeyin hareket eder hale gelmesi gibi , vahyin inmesi ile ölülerin canlılık kazanması hayatı canlandırmasına benzetilerek "vahiy" olarak , 3- yağmur öncesi rüzgarlar nasıl taşıyıcılık yapıyor ve yağmur vahiy gibi ölü beldeyi diriltiyor ise vahyin taşıyıcılığını yaparak  beşer elçiye getirilmesi de "Ruh" kelimesi ile ifade edilmiştir. 

Vahyin taşıyıcılığını yaptığı ifade edilen "Ruhu'l kudus" , "Ruhu'l emin" gibi terimlerin ifade ettiği anlamlar bizlere soyut olan şeyleri somutlaştırmak amacı ile kullanılmış terimlerdir. Melek kavramı ile bütünleşen bu terimler bizlerin şahid olamadığı bir alan ile ilgili bilgileri , şahid olduğumuz alana ait bilgilere benzetilerek anlatılmasından ibaret olup , ne veya nasıl oldukları konusunda gaybı taşlamak diyebileceğimiz yorumlardan uzak durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu anlatımların asıl amacı , vahyin Allah (c.c) katından olduğunun beyan edilmesi olup , bize düşen onu getirenlerin nasıllığı veya ne liği değil , gelen vahyin okunup , hayata pratize edilmesidir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Tevbe s. 84. Ayeti : Üzerine Salat Edilecek Cenazenin Vasıfları

               "Her nefis ölümü tadıcıdır sonra bize döndürüleceksiniz" Ankebut s. 57

Geçici olan Dünya hayatlarını yaşayan insanların , ebedi olan hayatlarını yaşamak için geçecekleri ahiret hayatının merhalelerinden bir tanesi de "Ölüm" dür. Doğan her insan bu merhaleden geçerek, hesap günü yeniden dirilecekleri zamana kadar kabirlerde bekleyeceklerdir. Ölüm , Dünya üzerinde yaşayan bütün insan toplulukları için , önemli bir olay olup, her topluluk kendi inançlarına uygun olarak, ölen insan için bir takım törenler düzenlerler. 

Törenler , kişilerin aidiyet duygularını pekiştirmek için yapılan toplantılar olup, her inanç mensubu birlikteliklerini açığa vurmak , kendisinin bir yere ait olduğunu göstermek için bu tür törenlere katılır. Ölen kişiler için yapılan törenler genelde böyle bir amaca yönelik olarak yapılmaktadır.

Biz müslümanlar , Dünya üzerinde yaşayan topluluklardan birisi olarak , ölen birisi için bir takım törenler düzenleyerek onu toprağa veririz. Bu törenlerden birisi,  "Cenaze namazı" olarak bildiğimiz , fakat bilinen namazla alakası olmayan bir törendir. Bu yazımızda bu konu ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Ölen birisi ile ilgili olarak bir müslümanın yapması veya yapmaması gerekenleri , Tevbe suresi 84. ayetinde görmekteyiz. 

 Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrih(kabrihi), innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn (fâsikûne).

Onlardan ölen hiç bir kimseye ebedî düâ etme (Defn veya ziyaret için) kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allâhı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, onlar faasık (adam) lar olarak öldüler. (Hasan Basri Çantay meali)

Bu ayetin çevirilerine baktığımız zaman "Ve la tusalli" ibaresinin bir çok mealde , "Namazını kılma" şeklinde çevrilmiş olduğunu gördük. Çevirilerde büyük bir sıkıntı kaynağı olan , "Salat" kelimesinin geçtiği ayetlerin, "Namaz" olarak çevrilme hatasına burada da düşüldüğünü görmekteyiz. Verdiğimiz ayet meali yıllar önce yapılmış bir meal olup ibareyi doğru bir biçimde çevirdiği için o meali kopyaladık.

Tevbe s. 84. ayeti , adına "Münafık" denilen gurup ile ilgili olarak bir bağlam içindedir. Biz bu ayetin sebebi nuzulü ile ilgili rivayetleri buraya alarak hacmi doldurmak istemediğimiz için ayetin özel hitabını dikkate alarak , genel hitabı okumaya çalışacağız. 

Tevbe s. 84. ayetinde Rabbimiz , elçisi Muhammed (a.s) a Medine'de ölen münafıklar için ne yapmaMAsı gerektiğini beyan etmektedir. Bu kişi yaşadığı hayat boyunca Allah ve elçisini inkar eden bir hayat yaşayarak "FASIK" olarak ölmüşler dolayısı ile onların müslümanlar tarafından sahiplenerek üzerine dua edilir vaziyette gömülmesine gerek olmadığını hatırlatmaktadır. 

Bu ayet bize şöyle bir mesaj vermektedir ; Müslüman bir toplum içinde yaşayıp , bu toplumun inanç değerlerine aykırı ameller yaparak yaşayan ve o halde ölen birisi  , müslümanlara tarafından asla sahiplenilmeyecek , asla onun üzerine asla dua edilmeyecek.

Birisi öldüğü zaman, neden ona dua edilir ?. 

Bilindiği üzere , yaşayan bir kişi yaşadığı zaman zarfı içinde , yaptığı herhangi bir günahtan dolayı tevbe ettiği takdirde , Allah (c.c) bu tevbeyi kabul edeceğini , ölüm anında yapılan tevbenin kabule şayan olmadığını beyan etmektedir. Burada "ölen kişi için yapılan dua onun günahının affına sebeb olur mu ?" sorusu gündeme gelmektedir. 

[009.080] Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de Allah onları bağişlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkar etmelerindendir. Allah; fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.

Ölen kişi eğer hayatını , fısk içinde geçirmiş ise öldükten sonra onun için yapılan bağışlama isteklerinin geri çevrileceğini Rabbimiz beyan etmektedir. Ölen kişi eğer hayatını iman ve salih amel içinde geçirmiş , yaşadığı hayatta eğer hatası olmuş ise bunu bilip hatadan zaten dönmüştür. Kısacası , ölen kişi kafir ise onun için yapılan dua kabul edilmez , eğer müslüman ise zaten onun böyle bir duaya ihtiyacı yoktur. 

"Salat" kavramı ,Kur'anın en önemli kavramlarından birisi olup , hayat bu kavramın üzerine kurulmuş ve bu kavram etrafında devam etmesi gerekmektedir. Bu kavram maalesef Kur'anda geçen ayetlerde "namaz" olarak çevrilerek anlamı daraltılmış bir kavram haline sokulmuştur. 

"Salat" kavramı,insanların birbirlerine olan birlik ve beraberlik duygularını açığa vurdukları bir kavram olarak hayat içinde yerini almıştır. Ölen birisi için salat'ın anlamı ise , onun vesilesi ile bir araya gelmek , onun müslüman toplumun bir ferdi olduğunu göstermek , cenaze sahiplerinin acısını paylaşmak , varsa ihtiyaçlarını gidermek, onun vesilesi ile Allah'a olan kulluğumuzu hatırlamaktır.

Ölen kişi için yapılan dua , toplumun aidiyet ve sahiplenme duygularının bir gereği olarak yapılmaktadır. Müslüman olmamız hasebiyle ölen bir kişiye karşı sahiplenmemizi ve onun bize ait bir kişi olduğuna dair olan duygularımızı açığa vurmak için kullandığımız yöntem , onu dua ederek uğurlama yöntemidir. Bu yöntemin adına "Cenaze salatı" diyebiliriz , çünkü "salat" kelimesinin anlamları içinde "dua etmek" anlamı da mevcuttur.

[009.099]  Bedevilerden, Allah'a ve ahiret gününe inanan, sarfettiğini, Allah katında ibadet ve Peygamberin dualarına (salavatirresuli )nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.

Müslümanların bir araya geldiği zaman yapacakları en güzel ve doğru şey Rablerine olan kulluklarını göstermektir , cenazelerde de bunları yaparak , hem kendi kulluklarını hatırlarlar , hem de ölen kişiye karşı olan sahiplenmelerini ve ölen kişinin nereye ait olduğunu gösterirler. 

Konumuz olan ayette olduğu gibi ölen kişi eğer iman etmiş bir kişi değilse , müslümanların onu sahiplenmesi, onun vesilesi ile aidiyet gösterisi yapmaları doğru bir tutum olmayıp Allah (c.c) böyle bir törenin kesinlikle YAPILMAMASINI emretmektedir.

Bu uygulamanın günümüzde yapılışına gelince !!!!!......

Öncelikle "Cenaze namazı" şeklinde bir terimin hatalı bir kullanım olduğunu söylemek isteriz. Bu terim , "salat" kelimesinin sadece namaz olarak anlaşılmasının bir tezahürü olarak literatürümüze girmiştir. Onun yerine "Cenaze duası" terimini kullanmak "salat" kelimesinin anlamına uygun bir kullanım olacaktır . Bu arada "salat" kelimesinin dua anlamında olduğunu söylemek bildiğimiz namaz diye bir şeyin olmadığını iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir.

Bilindiği üzere günümüzde ölen bir kişi, şayet kimliğinin din hanesinde "İslam" yazıyor ise doğru camiye getirilir ve "Cenaze namazı" adı altında yapılan törenle toprağa verilir. Bu kişinin nasıl bir hayat yaşadığı, kimsenin umurunda bile olmadan musalla taşına konur , eğer fısk üzere bir hayat yaşamışsa , kara gözlüklerini takmış vaziyette camiye gelen yakınları kenarda bekler halde , günlük cami cemaati bunun için safa durur ve dua eder. 

Günümüzdeki camilerin, gerçek bir salatın yapıldığı merkez olmadığı , sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş bir namazın eda edildiği yerler ve bu namazı kıldıran kişilerin bir çoğunun bu işi sadece maaşlarını düşünerek yaptığını düşünecek olursak , önüne gelen cenazenin kim olduğuna bakmadan yaptıkları duayı çok görmemek gerektiğini düşünüyoruz. 

Eğer günümüz camileri , gerçek salat mekanlarına dönüştürüldüğü takdirde , bu camilerde kılınan namazlar sadece yatıp kalkmaya endeklenen sportif faaliyetler olmaktan çıkarak, tevhidi bir kulluk gösterisine dönüşecek ve bu camilerde yapılan cenaze törenleri bu günkü yapılanın aynısı olmayacaktır. Camiye getirilen bir kişi eğer hayatı boyunca müslümanlara kin ve öfke duyan bir kişi olarak yaşamış ve öyle öldüğü biliniyorsa bu kişinin cami kapısından içeri sokulmasına izin verilmeden , ömrünü nerede geçirdi ise cenazenin de oradan kaldırılması istenerek geri çevrilecektir.

Böyle bir hayat yaşamış olan kişiye , onun cenazesini camiye getirmek , müslümanları aptal ve enayi yerine koymak anlamına gelecektir. Kendisine yakın olan kişiler cami duvarına yaslanarak bekler vaziyette taziyeleri kabul edecekler , günlük cami cemaati "Farzı kifaye dir bari sevap kazanalım" diyerek ömrünü fısk fücur içinde geçirmiş birisi için Allah'tan mağfiret isteyecek . Böyle bir görüntünün, salatın gerçek işlevinin şuuruna varmış olan müslümanların camilerinde asla yeri olamaz.

İbadetleri mekanik bir hale sokarak şekle indirgeyen ve bu şekiller ile ilgili olarak bir sürü hüküm ihdas eden ilmihal kitaplarında , "Cenaze namazı" başlığı altında açılan bahislerde , bu namazın nasıl kılınacağına dair üretilen bir sürü lüzumsuz bilgiye karşılık, bir tek yerde "Kimlerin namazı kılınmaz" başlığı altında bir tek bahis bulunmamaktadır. Ölmeden önce , "Benim cenazemi camiye götürmeyin" diye vasiyet eden kişilerin dahi , bu vasiyetleri hiçe sayılarak camiye getirilerek , onların üzerine dua ettirilmesi olayın trajikomik yönünü gözler önüne sermektedir.

Bizler camilerin işlevlerinin farkına varamadığımız müddetçe , bu mekanlar hıristiyan kilisesinden farksız bir işlev yerine getirmeye devam ederek , bu tür olumsuzluklar yapılmaya devam edecektir. 

CAMİLERİN GERÇEK BİR SALAT MEKANI OLMASI İÇİN ÇABA SARFEDENLERE SELAM OLSUN.

16 Ekim 2015 Cuma

Al-i İmran s. 103. Ayeti: Birlik Olmanın Adresi

Biz Müslümanlar, yeryüzünde yaşayan topluluklardan olarak , aralarında en fazla ihtilaf olan guruplarının başında gelmekteyiz. Aralarında ihtilaf olan müslümanların  hepsi,  bu ihtilaflardan rahatsız olduğunu beyan ederek ,vahdet'in yani birliğin gerçekleşmesini istemektedir. İstemesine istemektedirler ancak, vahdet'in gerçekleşmesi için verdikleri adres, kendi fırkalarının bayrağının altıdır. Yani bütün hizipler kendilerini "Fırkai naciye" ilan ederek , vahdet'in kendi hiziplerinin altında gerçekleşmesi gereğini öne sürmektedirler. 

Bu duruma Kur'an ne diyor , adres olarak nereyi gösteriyor ?. 

[003.103]  Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

Allah (c.c) birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekerek "ve la teferrequu" (ayrılmayınız , fırkalaşmayınız) buyurarak , birlik ve beraberliğin tek adresinin "Hablilllahi" (Allah'ın ipi) olduğunu hatırlatıp, aynı surenin 105. ve 106. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır. 

[003.105-6]  Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Bir takım yüzlerin ağaracağı ve bir takım yüzlerin kararacağı günde büyük azab onlaradır. Yüzleri kararanlara: «İnanmanızdan sonra inkar eder misiniz? İnkar etmenizden dolayı tadın azabı» denecektir.

Maaleseftir ki , biz Müslümanlar bu gün sanki,"Topluca Allah'ın ipine sarılMAyın , Ayrılın" şeklinde bir emir almışçasına bir hareket içine girerek , olanca gücümüzle fırkalaşmaya devam etmekteyiz. Bütün fırka mensuplarının iman ettiğini iddia ettiği kitap içindeki bu ve benzeri ayetler, hayat içinde pratize edilmekten nesh edilmiş bir vaziyette atıl olarak bırakılmıştır. 

Bir topluluğu topluluk yapan en önemli unsur, topluluk içinde olan insanların birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleridir. Bu durum toplulukların ayakta kalmasına sebeb olan en önemli faktör olup , Müslümanlar olarak bizlere inandığımız kitabın bir çok yerinde birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan ayetler hepimizin dilindedir.

Maaleseftir ki bu gün bir çok Müslüman , birlik ve beraber olmanın luzumunu , kendi fırkası haricinde olanların yanlış yolda olduğu ve doğru yola girerek kurtulmaları için kendi fırkasının şemsiyesi altında toplanılması gerektiğini savunmakta , "vahdet'e evet ama benim fırkam altında olması gereklidir" diyerek, vahdet isteği altında, ayrılıkların daha da körüklenmesine sebeb olmaktadır.

Halbuki Allah (c.c) adresi açık ve net olarak beyan etmiştir . 

[003.064] De ki: «Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin». Eğer yüz çevirirlerse: «Bizim müslüman olduğumuza şahid olun» deyin.

Tüm insanların arasında müşterek olması gereken sözler 1- sadece Allah'a kulluk, 2- ona hiç bir şeyi ortak koşmamak , 3- Allah'tan başka rabler benimsememek. 

Biz bu durumun kapsamını biraz daraltarak , olayı biz müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , fırkalaşmanın nedenleri açıkça ortaya çıkmaktadır. 3. sıradaki, Allah dışında rabler edinilmesi durumu maalesef , biz müslümanların hayatlarında yer ederek, mensubu olduğu fırkanın , kitabı , büyüğü , prensipleri , Allah (c.c) nin kitabından öne geçmiştir. 

Allah (c.c) kendisinin ipine sarılarak ateş çukurundan kurtulmanın yolunu bizlere göstermiştir. Bu ipi sarılmayarak başka iplere sarılmak , başka rabler edinmek ve kişiyi ateş çukuruna götürmesi anlamına gelecektir.

[023.053]  Ama insanlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular. Her bölük kendi tuttuğu yoldan memnundur.
[030.032] Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.

Yukarda verdiğimiz ayetler , Müslümanlar olarak durumumuzu gayet net bir şekilde ifade etmektedir. Her hizip kendisini temsil eden , kitap , kişi , objeyi sahiplenerek onlar üzerinden aidiyetlerini yansıtarak dinlerini oluşturmuş bundan herhangi bir rahatsızlık duymadan günlerini geçirmektedirler.

Müslümanların bu gün birleşerek , fırka ve hiziplerini arkaya atıp vahyin belirleyeciliğinde birleşmeleri için , böyle bir gerekliliğini olduğunun şuuruna varmaları gerekmektedir.Maalesef bu gün bir çok müslüman bir başka müslüman kardeşini gördüğü zaman , aklına  ilk gelen şey onunla hangi konularda ihtilaf içinde oldukları olup, bu ihtilafları öne çıkararak birbirlerini usul , uslup , edep gözetmeden tekfir etmeleri olağan bir durum haline gelmiştir.

Müslümanların birbirleri ile bazı konularda ihtilaf etmeleri doğal olup , bu ihtilafların tefrikaya dönüşmemesi gerekmektedir. Üzücü olan şey bu ihtilafların özellikle tefrikaya dönüşmesi için elimizden gelen gayreti gösteriyor olmamızdır. 

Kur'anın belirleyiciliğini kabul etsek bile, yine bu kitabın içindeki ayetleri hazmederek karşımızdaki farklı düşüncelere karşı bu kitabın bize öngördüğü usulu kullanmaktan geri kaçarak, Kur'anı birleştirici değil ,ayırıcı bir kitap konumuna sokmaktayız.İnancını ve düşüncesini Kur'anın belirlediğini iddia eden bazı kimselerde gördüğümüz yanlış şu dur;

Geleneksel islam düşüncesi ile , Kur'anın önerdiği düşünce arasında büyük bir uçurum olduğu herkesin malumudur. Kendisini Kur'an nisbet ederek bu yanlışlara dikkat çeken kimselerin çoğunda usul ve uslup hatası bulunmaktadır. Kendisinin geleneksel din inancı içinde olmadığını dikkat çekmek için bazılarımızın, karşısındaki kimseye "Ben sizden farklıyım" şeklinde bir mesaj vermeye çalıştığını görmekteyiz. 

Karşısındaki kişiyi ötekileştirmek diyebileceğimiz bu uslubun kullanılması , diyalog imkanını ortadan kaldırmaktadır. "Ötekileştirmek" şeklindeki yaklaşımlar , müslümanlar olarak yaptığımız en önemli hatalardan birisidir. Bu durum bazılarımızda öyle bir boyuta gelmiştir ki, geleneksel inanç içinde yer alan ve doğru olan bazı konular bile , sadece muhalefet olsun diye eleştiriye tabi tutulmakta ve red edilme yoluna gidilmektedir. 

Birlik olmanın adresini Kur'anda görerek güzel bir nokta yakaladığmızı zannettiğimiz bazı kimselerdeki ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının, geleneksel din inancına sahip olanlardan daha yanlış ve ifrata varan düşünceler olduğunu gördükçe, birlik konusunda çok geride olduğumuzu görmekteyiz. 

Yüzlerce yıldır , müslümanların uygulaya geldikleri namaz , hacc , kurban gibi ibadetlerin , gelenekten gelen bazı yanlışlarla bezenerek icra edilmesi , bazılarımız tarafından bu ibadetlerin red edilmesine sebeb olmaktadır. Kur'an nazil olmaya başladığı zaman , bu gibi ibadetler şirk bulaştırılarak icra edilmekte olduğu yine Kur'an içindeki ayetlerden bilinmektedir. Kur'an bunları toptan kaldırmak yerine doğru olan boyuta getirmek için gerekli olanları vaaz etmiştir. 

Bizler bu usule dikkat ederek , müslümanların çoğunun yanlış içinde olmasını kalkan edinerek bunları red yoluna gitmek yerine , doğrusunun ne olduğu Kur'an içinde açık ve net bir şekilde edildiğini yanlış yaptığını iddia ettiklerimize anlatmak zorundayız. Kur'anın hayatında belirleyici kitap olduğunu iddia ederek , inancını , düşüncesini, karşısındaki insana olan tavrını, bu kitaptan almayan birisinin okuduğu kitap, maalesef boşa vakit harcamaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Birlik olmanın gerekliliğini ve bu birlikteliğin adresinin Kur'anda olması gerektiğini kavramış insanlara, bu konularda önemli roller düşmektedir. Öncelikle kendimizi ciddi biçimde eğitimden geçirmenin ilk şartı olduğunu söylemek , Kur'an adına konuştuğunu iddia eden bazılarımızda arız olan hataları gördükçe, bu şartın ne kadar gerekli olduğunu bize gösterecektir.

Bir şey red etmekteki kriterimiz , o şeyin müslümanlar tarafından yanlış bilinip ve uygulanması olmamalıdır. Eğer ortada bir yanlışlık varsa bunu Kur'ana mal etmek büyük bir hatadır. Yapılması gereken yanlış bilinen ve uygulanan şeyin doğrusunun ne olduğunu öğrenip bu doğruyu önce kendimiz uygulayıp , sonra yanlış uygulama içinde olanlara uygun bir dil ile aktarmak olmalıdır. 

Bir şeyi kabul etmekteki kriterimiz , bu şeyin geleneğin aksini iddia etmesi olmamalıdır. Gelenek içinde bazı bilgiler doğru olup bu doğrular hurafeler ile üzeri örtülü bir hale düşürülmüştür. Dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesi, her devirde ortaya çıkan ve kendilerini içimizden birisi gibi gösterip , kaleyi içerden yıkma faaliyetlerine girişmiş kişilerdir. Bu tür kişiler , özellikle Kur'anı öncelleyen insanlar arasında bulunarak , bizlerin geleneğe karşı olan tutumumuzdan faydalanarak , gelenekteki yanlışları göstererek , kendi yanlışlarının içine samiri misali bir avuç doğru katarak , zehiri bal şerbeti diye bizlere sunmaktadırlar.

Kimsenin kalbini yarıp içinde ne gibi duygular taşıdığını bilmemiz mümkün değildir , ancak bakış açımızı , ortaya atılan bir düşüncenin kimin ekmeğine yağ sürdüğünü , kime faydası,kime zararı olduğunu noktasında düzenleyerek söylenen sözü değerlendirmemiz mümkündür . 

Bilerek veya bilmeyerek , biz gibi düşünmeyen insanlara karşı olan tutumumuz eğer onları , dışlayıcı , diyalog ortamından koparıcı bir uslup ise eğer bu bilinerek yapılıyorsa ihanet , eğer bilinmeden yapılıyorsa cehalettir.

Bu gün müslümanlar olarak , en fazla ihtiyaç duyuduğumuz şey aramızda birlik ve beraberliğin tesis edilmesi olup , bunun tesis edilmemesi için çalışanlar olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Aradaki birliğin kurulmaması için çalışanlar "kafir" diye bildiğimiz insanlar olsa işimiz daha kolay olurdu , ancak birlik ve beraberliğin kurulmaması için çalışanlar maalesef bizden daha uyanık olup bu isteklerini aramıza soktukları truva atları ile gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler.

Özellikle inanç değerlerini Kur'andan aldıklarını iddia eden insanların arasına sızmış olan bu insanlar , Kur'anın birleştiriciliğini gündem etmek yerine , gelenekten gelen yanlışları devamlı körükleyerek , bu yanlışları yapanları doğruya çağırmak şeklinde bir uslubu değil , onları tekfir eden bir söylem kullanmaktadırlar. 

Gerçekten bilgi sahibi ve samimi bir müslüman , karşısındaki kişilerin yanlış düşüncelerine nefsinin verdiği vesveseler ile değil , Kur'anın ona önerdiği yol ile yaklaşmasını bilecektir. Musa (a.s) dan, Firavuna dahi yumuşak söz kullanmasını isteyen Rabbimizin bu isteği bizlere de örnek olmalı değil midir ?.

Birlik olmanın olmazsa olmaz bir şart olduğu , bu gün yer yüzünde acı çeken , zulüm gören toplulukların başında bizlerin gelmekte olduğumuzu göz önüne aldığımızda ,durumun aciliyeti gözler önündedir. Bizler ferdi olarak vazifemizi yapmaya çalıştığımızı düşünür ve her fert bu vazifeyi yerine getirmek için çalışırsa , kitlesel anlamda birlikte hareket eden insanlar ortaya çıkacak ve kafirlerin korkulu rüyası , müslümanların umudu olacaktır. 

Tek şartımız , Allah (c.c) nin ipine birlikte sarılmak olup , bu ipin gerçek mesajını doğru biçimde anlamak ve hayata geçirmeye çalışmak gerekmektedir. Bize pratik hayat içinde herhangi bir getirisi olmayan suni gündemler oluşturarak , bizleri bu suni gündemler etrafında kavga ettirerek purolarını tüttürenlerin alay konusu olmamalıyız. 

Kur'anın gerçek gündemini yakalayarak bunun etrafında bir söylem geliştirmek en çok kimin konforunu bozacak ise , bu gün bizleri gerçek gündem etrafından alarak gereksiz gündemler etrafında vaktimizi ve çalanlar aynı kadrolardır. Çünkü müstekbirlerin saltanatını yıkmak için ortaya atılan gündemler , zamanla aksiyon haline dönüşerek , bazılarının sömürü güçlerinin ellerinden gitmesine sebeb olacaktır.  

Kur'anda birlik olmanın önemini kavramış olan insanlar arasında önemli olan sorunlardan bir tanesi "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabıdır. 

Hangi Kur'an bizleri, bu gün içinde bulunduğumuz zelil ve hakir durumdan çıkarak mazlumların umudu haline getirebilir ?.

Tarih boyunca gelen elçilerin , ne uğurda mücadele ettiklerini anlatan , bu elçiler ve onlarla birlikte olanların , Allah (c.c) yolunda bıkmadan , usanmadan , korkmadan malını ve canını feda etmekten çekinmediklerini anlatan, Nisa s. 69. ayetinde bahsedilen kişilerle birlikte olmaya teşvik eden bir Kur'an bizleri zelil ve hakir durumdan çıkararak , yarınların umudu haline gelmiş insanlar haline getirebilir.

                     GAYRET BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) KATINDANDIR.
 

15 Ekim 2015 Perşembe

Al- i İmran s. 59. Ayeti : İsa nın Meselinin Adem in Meseli Gibi Olması

Okunan bir ayetin doğru anlaşılma yollarından bir tanesi , o ayette zikredilen kişi veya konunun , o topraklar üzerinde yaşayan kişiler tarafından sahip oldukları bilginin arka planının bilinmesidir. Kur'anın nazil olmaya başladığı zaman ve mekanda yaşayan insanların sahip olduğu bilgiler göz ardı edilerek okunan ayetler, bağlamdan kopuk okunacağı için bizlerin doğru bilgiler sahibi olmamızı güçleştirecek hatta imkansız kılacaktır. 

Bilindiği üzere Kur'an, Adem'in topraktan yaratıldığını beyan etmektedir. Bu yaratılış onun anne ve baba nın ilişkisi sonucu meydana gelen bilindik bir yaratılmadan farklılık arz ettiğini göstermektedir. 

Al-i İmran s. 59. ayetinde " Doğrusu Allah ındinde İsa meseli Âdem meseli gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona «ol!» dedi, o halde olur" buyurulması ile verilmek istenen mesajı anlamak için önce Adem'in meseli ile kast edilmek istenilenin ne olabileceği üzerinde düşünmek gerekmektedir. 

Bu ayet ile ilgili yapılan meallere baktığımız zaman , ayet içinde geçen "mesel" kelimesinin çevirisinin "durum" şeklinde yani "İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Bu tür çevirilerin bazı kimselerde haklı olarak kafa karışıklığı meydana getirerek , "Adem anne babasız yaratıldı , İsa ise babasız yaratıldı ama annesi vardı o zaman aynı durumda olmak bunun neresinde?" şeklinde sorulara kapı açmaktadır , dolayısı ile "mesel" kelimesinin "durum" şeklinde çevrilmesi pek oturmamaktadır. 

"Mesel" kelimesi ; Biri diğerini açıklasın tasvir etsin diye , aralarındaki bir benzerlikten hareketle, bir şeyle ilgili başka bir şeyle ilgili söylenen söze benzer bir söz söylemeyi ifade eder. 

Mesel kelimesi, ayetin anahtar kelimesi olup , İsa nın kim ve ne  olduğunu açıklamak için Adem ile aralarındaki benzerlik kullanılmaktadır. Burada esas bakılması gereken taraf onların ebeveynleri meselesi değil, Adem ile aralarında nasıl bir benzerlik kurulduğudur.

[032.007-9]  Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalbler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
[015.028-9] Rabbin meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın» demişti.
[038.071-2]  Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.»
[038.075] Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.

Adem'in yaratılışını anlatan bu ayetlerin merkezinde Allah (c.c) nin ilahlığının bir yansıması olan onun yaratma gücünün Adem üzerinde nasıl tecelli ettiği anlatılmaktadır. Adem , Allah (c.c) nin yarattığı bir kul olup , onun "ol" demesi ile meydana gelmiştir. Burada "Kün feyekün" ifadesinin ne anlama geldiği de önem arz etmektedir. 

Allah (c.c) bir çok ayette bu ifadeyi kullanmakta olup , bunun sebebi onun biz insanlar gibi herhangi bir şeyi meydana getirmek için güç , kuvvet , zaman , para gibi şeyler harcamak veya başkalarının yardımına ihtiyaç duymak durumunda olmadığının ifade edilmesi içindir. 

Özet olarak; Adem , Allah (c.c) nin gücünün kudretinin bir yansıması olarak onun "ol" demesi ile yani ilahlığının tezahürünün tecelli etmesi ile yarattığı bir kuludur. 

Gelelim İsa (a.s) a

İsa (a.s) Kur'an da zikri geçen elçilerden olup, konumuz olan ayetin anlaşılabilmesi için önce onun kıssasının doğru anlaşılması , nuzül dönemi muhatapları olan Hıristiyanların onun hakkındaki inanç arka planlarının bilinmesi, ilgili ayetlerin doğru ve daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. 

[005.116] [ Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
 [005.072]  Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; «Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.»
[005.073]  «Allah, üçün üçüncüsüdür.» Diyenler elbette kafir oldu. Oysa, bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kafir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir azap dokunacaktır.

Bu ayetler , İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından ona yüklenen ilahlık ve rablik yakıştırmasını anlatmakta olup , Kur'anın İsa (a.s) hakkındaki bütün ayetleri onun böyle bir durumu olmadığını red etmek merkezine kurulmuş anlatımlardır. 

[005.075] Meryemin oğlu Mesîh başka bir şey değil, sade bir Resuldür, kendisinden evvel de bir çok Resuller geçti, anası da gayet doğru bir kadın, ikisi de yemek yerlerdi, bak biz âyetlerimizi onlara nasıl açık anlatıyoruz? Sonra da bak onlar nasıl çeviriliyorlar?

Acıkmak ve yemek , insana has bir özellik olup ilahi vasıflar yüklenen İsa (a.s) ve annesinin , acıktığı için yemek yedikleri , dolayısı ile "insan" oldukları beyan edilerek onların ilahlıktan herhangi bir payı olmadığı hatırlatılmaktadır.

[004.171]  Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu (OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberine inanınız; «üçtür» demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Nisa s. 171. ayetinde , İsa (a.s) ın ondan bir ruh olması , aynı Adem gibi canlılığı ondan verilen yani onun yarattığı bir kul olmasını anlatmaktadır. 

Sonuç olarak ; Tamamı ilahlıktan bir payı olduğuna dair olan inançları red etmek merkezinde olan İsa (a.s) ile ilgili ayetlerden olan Al-i İmran s. 59. ayeti , İsa ile Adem (a.s) arasında ikisininde Allah (c.c) nin yarattığı kullarından olması noktasında bir bağ kurarak , "Adem nasıl bir kul ise , İsa da kul dur" buyurarak , yanlış inançları red eden bir ayet olarak Kur'an da yerini almıştır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.