yolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2017 Salı

Fussilet s. 34-36. Ayetleri: İnsanları Kazanmanın Yolu Sabır ve Tatlı Dil

İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.

Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.

Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.

[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.

[041.035]  Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.

[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.

Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.

Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir. 

Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.

Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır. 

Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir. 

İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.

Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.

Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.

Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.

                             İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.

Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.

Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.

[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.

Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.

Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.

Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.

Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır. 

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Haziran 2016 Çarşamba

Süleyman (a.s) Örneğinde Bir Devletin Cinleri ve Şeytanları Kontrol Altında Tutmasının Yolu

Kur'an kıssaları geçmiş yaşantılardan kesitler sunarak , gelecek olan yaşantılara örnekler veren anlatımlardır. Süleyman (a.s) kıssası , kendisine yönetim gücü ve servet verilenlerin , bu gücü nasıl kullanmaları gerektiği dair bilgiler ihtiva etmektedir. Onun kıssasında geçen, Cinler ve Şeytanların onun emrine verilmiş olmasının bizlere dönük nasıl bir mesaj taşıyabileceğini konu etmeye çalışacağımız bu yazımızda , konumuz ile ilgili ayetlerin mealleri şöyledir; 

[034.012]  Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik) ; erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık.
[034.013]  Onlar, ona mihraplar, heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için çalışın! Kullarım arasında şükreden azdır.

[038.036-8] Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.

Süleyman (a.s) çok geniş bir coğrafi alana yayılmış toprakları ve bu geniş alanda yaşayan kalabalık bir insan nüfusunu yöneten bir hükümdardır. Bu coğrafi alandaki insanları yönetmek , yönetim gücü ve kabiliyeti gerektirmektedir. 

Meallerini verdiğimiz ayetler, onun yönetimi altındaki insanları nasıl yönettiğine dair anlatımlar olup, bu ayetlerin bir devlet içindeki insanların nasıl yönetilmesi gerektiği dair mesajlar içermekte olduğunu söyleyebiliriz . Süleyman (a.s) kıssası okunurken onun hükümdar olması dikkate alınarak okunmaya çalışıldığında , kıssa masal olmaktan çıkarak, güncel hayata dair mesajlar olmaya başlayacaktır.

"Cinler" ve "Şeytanlar" olarak ifade edilenlerin kim oldukları noktasında söyleyeceklerimiz , bazı kimselerden tarafından yadırganabilir. Böyle bir ifadenin kullanılmış olması , Kur'anda bu isimle anılan varlık guruplarının isyankar , bozguncu , insanları ayartan v.s gibi vasıflara sahip olması olup , bu vasıflara sahip olan veya bu vasıflara sahip olma potansiyeli bulunan insan guruplarının , bir devlet yönetimi altında nasıl kontrol altında tutulabileceğini yukarıdaki ayetlerden okumak mümkündür. 

Süleyman (a.s) kıssası genellikle hayat içinden kopuk bir anlayışla okunduğu için, kıssa içinde geçen bazı anlatımların gerçek hayata dair mesajlar olarak okunmaya çalışılmaması sonucunda , kıssanın doğru mesajı maalesef okunamamaktadır. Kıssa genellikle "aya değil parmağa bakmak" yöntemi ile veya kerameti müritlerinden menkul din baronlarının sahtekarlıklarına payanda olması amacına dönük okunduğu için , asıl mesaj ıskalanarak , bize herhangi bir faydası olmayacak kısır tartışmalar içinde buhar olup gitmiştir. 

Yine tekrarlamak isteriz ki ; Biz, ayetlerde geçen "Cinler" ve "Şeytanlar" ifadeleri ile onların ontolojik kimliklerini değil , Kur'anda bu kimlikler üzerinden ifade edilenlerin Kur'an geneline baktığımızda olumsuz bir anlamda kullanılmış olmasından hareketle , Süleyaman (a.s) kıssası içindeki anlatımlar ile, bir devlet çatısı altında bu vasfa veya potansiyele sahip insanların nasıl yönetilebileceği yazının konusu olacaktır.

Bir ülke toprakları içinde yaşayan insanların, bir takım etnik farklılıkları olması bir realitedir. Din , dil , ırk , kavim , renk vs. gibi farklılıkları taşıyan insanlar, aynı ülke ve devlet çatısı altında birlik , beraberlik ve huzur içinde nasıl yaşaması gerektiğini bize yine Kur'an öğretmektedir.

Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen cin ve şeytanları , o ülkede yaşayan etnik azınlık veya ülke içinde yaşayan diğer insan gurupları ile birbirleri arasında husumet olan insanlar olarak okumaya çalıştığımızda , kıssanın güncel mesajını okumak kolaylaşacaktır. 

Her ülke ve devlet içinde, etnik farklılıkları olan insan gurupları mutlaka bulunur , asıl olan bu farklılıkların, o insanlar arasında kin ve düşmanlık vesilesi değil , Hucurat s. 13. ayeti gereğince, birlik ve beraberlik vesilesi olarak görülmesini sağlamak , bir devletin asli vazifesi olmalıdır. Devletin yönetim modeli , o devlet içinde yaşayan insanlar üzerinde önemli bir paya sahiptir.

Bir devletin topraklarına göz koymuş, bir başka düşman ülke, tarih boyunca var olmuş , her zaman da var olacaktır. Bu devletler, topraklarına göz koydukları devletleri ele geçirebilmek için, bu gibi etnik ayrılıkları fırsata dönüştürmek gayesi ile , halkın içinde fitne ateşini körükleyerek devletleri güçsüz bırakma yollarını denemektedirler.  

Devletler , düşmanlarının ellerine koz vermemek için , kendi içlerinde mevcut olan, bu gibi farklı guruplara mensup olan insanlar arasında ayrım yapmamak ve onları adalet anlayışına uygun bir biçimde yönetmek zorundadırlar. 

Süleyman (a.s) ın yönetimi, bu noktada örnek bir yönetim modeli olarak bizlerin karşısındadır. Cinler ve şeytanlar olarak ifade edilen insan guruplarını çalıştırmak sureti ile öncelikle onların ekonomik olarak sıkıntı içine düşmemelerini hem de böyle bir mekanizma içinde yer alarak , Süleyman (a.s) ın yönetimi ile barışık olmalarını sağlamıştır.

 "Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra(boyun eğdirdik)"

Bu cümle Süleyman (a.s) ın geniş bir coğrafya üzerinde hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Ayeti lafızcı bir anlam ile okuduğumuzda rüzgarların esmesini kontrol altında tutması gibi bir anlam çıkar ki böyle bir anlam yanıltıcı olacaktır. Rüzgarın Süleyman (a.s) a boyun eğmesinin ne anlama gelebileceğini, Enfal s. 46. ayetine baktığımızda daha kolay anlayabiliriz. 

[008.046]  Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da zaafa düşerseniz ve rüzgarınız gider. Sabredin, muhakkak ki Allah; sabredenlerle beraberdir.

Bu ayette "Rüzgarınız gider" şeklinde kullanılan deyimin anlamı , bir topluluğun birbiri ile çekiştiği zaman , sahip oldukları gücün ellerinden gitmesi anlamında olup , Süleyman (a.s) ın rüzgarını da bu anlamda okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Yani Süleyman (a.s) çok geniş coğrafyaya hükmeden güçlü bir hükümdardır.

"erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık

Bir devletin güçlü ve kuvvetli olması için askeri ve teknolojik bakımdan üstün bir güce sahip olması gerekmektedir. Başkalarına bağımlı olarak yaşayan devletler , hiç bir zaman güçlü bir devlet olamazlar. Halkı için gerekli olan maddeleri temin etmekte dışa bağımlı olan devletler , hele hele stratejik önemi olan maddeleri temin etmekte dışa bağımlı olan ülkeler , yeri geldiğinde ambargoya maruz kalarak elleri kolları bağlanarak dış devletlerin kölesi durumuna geleceklerdir.

Bu cümle, Süleyman (a.s) ın askeri ve teknolojik bakımdan büyük bir üstünlüğe sahip olduğunu ifade etmektedir. 

"Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı."
"bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,"
"Onlar, ona mihraplar, heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlardı.

Süleyman (a.s) ın elinin altında cinler ve şeytanların olmasını , gaybi varlıkların elinde olması olarak değil , ülkesinin içinde farklı insan guruplarının olması şeklinde anlamanın daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Bu gurupları ülke içinde kullanarak onları ekonomik ve sosyal yönden ülkeye katkı vermelerini sağlamış , hem yönetim için tehlike oluşturmalarının önüne geçmiş hem kendileri için çalışma imkanı sağlamış , günümüz tabiri ile onlara iş , aş ve ekmek vermiştir. 

Süleyman (a.s) ın tebası üzerinde uyguladığı yönetim modeli onların karnını doyurarak aç bırakmayan yani onları ekonomik yönden destekleyen bir yönetim modeli olup , bu modelin ip uçlarını, emrinde çalışanlara yaptırdığı "Çanaklar" ve "Sabit kazanlar" olarak ifade edilen kelimelerde görebiliriz. Emrinde çalıştırdıklarına yaptırdığı bu eşyalarla hem onlara hem iş güvencesi sağladığını, hem de tebası altındaki insanları aç bırakmayan bir yönetim sergilediğini okuyabiliriz. Çünkü yapılan eşyalar ile onu yapanlar iş sahibi olurken , yapılan eşyalar ile insanlar karnını doyurmaktadırlar. 

Bir devlet , tebasının tamamını kucaklayan bir yönetim , hem de onların tamamının geleceklerini ekonomik ve sosyal açıdan garanti altına aldığı zaman, her türlü iç ve dış tehlikeden emin olacaktır. Devletlerin dış düşmanları , o devleti ele geçirmek için o devletin tebasına yaptığı zulmü koz olarak kullanarak  tebasını, o devlete isyan etmesi için kışkırtamayacaktır.

Bir devlet yönetimi altında yaşayan halk , o devletin kendisine karşı uyguladığı yönetim modelinden memnun olduğu müddetçe , o devlete isyan etmesi için herhangi bir sebep olmayacağı gibi , dış düşmanların ellerinde halkı kışkırtmak için bir kozları da olmayacaktır. 

" demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik.

Süleyman (a.s) yönetiminin , acziyet gösteren bir yönetim olmadığını bu cümleden anlamaktayız. Bir devlet güvenliği için sosyal ve ekonomik önlemlerin yanı sıra , her türlü asayiş olayları için polisiye tedbirleri almak zorundadır. İnsan unsurunun olduğu her yerde suç işleme potansiyelinin her zaman muhtemel olduğu düşünüldüğünde sert tedbirlerin alınması gayet makul ve gereklidir.

"Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık."

Bir devlet , halkının mutlu ve müreffeh yaşaması için gerekli olan her türlü sosyal ve ekonomik önlemleri alarak , halkının ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile onları memnun eden bir yönetim tarzı sergilemek zorundadır . Yönetim sahiplerinin , halktan gelecek olan her türlü şikayet ve isyan yollarını kapattıktan sonra , böyle bir yönetime karşı isyan sergileyenler için sert önlemler almaları artık zaruret haline gelmiş demektir. 

Karnı tok sırtı pek olan ve devlet tarafından her türlü ihtiyacı karşılanmış olan halkın isyan etmesi için geçerli bir sebep artık yokken , hala isyan hareketleri içinde olanlar her türlü şekilde bertaraf edilmesi gerekecektir.

Bir devlet içinde, kıssada "Cinler" ve "Şeytanlar" olarak ifade edilen ve başkaları tarafından istismar edilmeye açık olan unsurların , önce devlet tarafından ekonomik ve sosyal bakımdan gerekli olan ihtiyaçları karşılanarak , muhtemel olan her türlü kalkışmalarının önüne geçilmelidir. 

Adil bir devlet önce suça giden yolları kapatarak , halkının suç işlemesine ihtiyaç bırakmayacak her türlü sosyal ve ekonomik tedbirleri alması gerekmektedir. Her türlü tedbiri alarak şuça giden yollar tıkandıktan sonra , hala suç işleyen olursa o suçun bir daha işlenmemesi için sert önlemler almak devletin hakkı ve vazifesidir. 

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) geniş bir coğrafyaya yayılmış bir devletin yönetiminin başıdır.

Süleyman (a.s) böyle bir coğrafi alana yayılmış ülkenin geleceğinin sağlam zemine oturması için gerekli olan askeri ve teknolojik ihtiyacı dışa bağımlı olarak değil , kendi iç imkanları ile sağlamaktadır. 

Süleyman (a.s) ın yönetimi altında cinler ve şeytanlar ifade edilen isyan etme potansiyeli olan insan gurupları vardır. 

Süleyman (a.s) bu gibi insan guruplarını dışlamak yerine , onları ekonomik ve sosyal içine alarak , onlara iş ve aş sağlayarak isyan etmelerini önleyecek tedbirler almaktadır.Süleyman (a.s) yönetim konusunda zaafiyet göstermeyen bir hükümdardır. Hükümranlığı altında yaşayan insanların , isyan etme sebeplerini ortadan kaldırdıktan sonra,yine isyan edecek olurlarsa onları bu yaptıklarına pişman edecek güce sahiptir.

"Bu kıssada Süleyman (a.s) tarafından yapılan yönetim modeli eğer , günümüz Türkiyesinin kuruluşundan beri uygulanarak bir kavmi üstün tutan , diğer kavmi aşağılayan bir yönetim sergilenMEmiş olsaydı acaba  şu anda içinde yaşadığımız günlere gelinirmiydi ?" sorusunun cevabı herhalde koskoca bir "HAYIR" olacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Kasım 2015 Salı

Bakara s. 1-5. Ayetleri : Hidayet Üzerinde Olmanın ve Felaha Ermenin Yolu

Bakara s. Medine'nazil olan surelerden olup , 286 ayetlik bir suredir. Bu yazımızda surenin ilk 5. ayeti üzerinde tefekkür etmeye çalışacağız. 

 [002.001]  Elif, Lam, Mim.

Sure , "Hurufu Mukattaa" denilen kesik harfler ile başlamaktadır, tefsirlere baktığımız zaman, bu harfler ile ilgili olarak bir çok yoruma rastlamaktayız. En makul yorum olarak , sure başlangıcının belli olması , sonraki gelecek ayetlere dikkat çekmek için kullanılmış olması , arap alfabesinin harfleri olması nedeniyle , inen ayetlerin bu harflerin oluşturduğu , kelime , cümle , ayet ,surelerden oluşarak muhataplarının anladığı bir dil üzere olduğu gibi yapılan yorumları burada serdedebiliriz. İbrahim ve Şura surelerindeki ayetler, bu harfleri anlamayı kolaylaştırmakta ve bu harfler üzerinde gereksiz spekülasyonlar yapılmasını önlemektedir. 

 [014.004] Biz hiç bir peygamberi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[042.001-3]  Hâ, Mîm. Ayn, Sîn, Kâf.Güçlü olan, Hakim olan Allah, sana da, senden öncekilere de böyle vahyeder.

Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh(fîhi), huden lil muttekîn(muttekîne).
[002.002]  İşte bu kitab, onda hiç bir şüphe yoktur, müttekiler için hidayettir.

Dikkatli bir okuyucunun  "İşte bu kitab" ibaresini okuduğunda , "Daha Kur'anın inişi devam ettiği halde neden kitap ifadesi kullanılıyor?" şeklinde bir sorunun aklına gelmesi gayet mantıklıdır. Bu sorunun cevabı için , "Kitap" kelimesinin arap dilindeki anlamının bilinmesi, sorunun cevabını da beraberinde getirecektir. 

"Kitab" kelimesi ; "İki deriyi birbirine eklemek" anlamındaki "Elketbü" kelimesinden türemiş, yaygın dilde "Harfleri birbirine eklemek" anlamında kullanılmıştır. Ağızdan çıkan lafızların da birbiri ardında dizilerek , birbirine eklenmesi, yazılarak veya konuşularak ortaya konan kelimelerin, "Kitap" şeklinde bir anlam olarak ifade edilmesini beraberinde getirmiştir. 

Bu anlamı dikkate aldığımız zaman, inmesi devam eden ve bildiğimiz anlamda henüz kitap haline sokulmamış ayetlerin , Muhammed (a.s) ın ağzından birbirine eklenerek muhataplara iletilmesi "Kitap" anlamını taşımaktadır.

Allah (c.c) nin , "La raybe fihi" ( Onda şüphe yoktur) şeklindeki beyanının ne anlama gelebileceğini , Kur'an içindeki ayetler de görmekteyiz.

[010.037]  Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
[032.002]  Bu Kitab'ın, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olduğunda asla şüphe yoktur.

Allah (c.c), bu kitabın kendisinin katından olduğundan asla şüphe edilmemesi gerektiğini beyan ederek , böyle bir şüphede bulunanların , bu kitaba emsal bir kitap ortaya koymalarını aynı surenin 23. ayetinde şöyle beyan etmektedir; 

 [002.023]  Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydin ona benzer bir sure getirin. Allah'dan başka şahidlerinizi de çapırın; eğer doğru sözlüler iseniz...

Kitabın "Müttakiler için hidayet" olması ne anlama gelmektedir ?. 

"Hüden" kelimesi ; "dalal" yani yolunu kaybetmiş bir kimseye yolunu göstermek , ona doğru yolu tarif etmek" anlamındadır. Bu kelimeye Ku'ran, teknik yani ıstılahi bir anlam yükleyerek , "Küfr'ün karanlığında kalarak yolunu kaybetmiş olanlar için doğru yolu göstermek" anlamında kullanmıştır. 

 "El vikaye" kelimesi ; "Bir nesneyi ,kendisine eza, ve zarar verecek şeylerden korumak" anlamındadır. "Takva" ise , "nefsi kendisinden korkulan şeyden koruma içine almak" anlamındadır.

"Müttaki" , kendisi için tehdit edilen şeylerden korunan ve sakınanlara verilen bir isimdir.

Yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız bir konu olan , Kur'anın önyargılardan arınmış bir kafa ile okunmasının ne kadar önemli olduğu konusuna burada bir istisna getirerek , Kur'an okumalarında olması gereken tek önyargının, bu kitabın Allah (c.c) katından olduğundan asla şüphe edilmemesi , okurken bize problem gibi gelen ayetlerin anlaşılmasından kaynaklanan problemin haşa Allah (c.c)den asla kaynaklanmayacağı , şayet problem olarak gördüğümüz bir ayet varsa bu problemin bizden kaynaklandığı , Allah (c.c) nin ayetlerinde asla ve asla bir çelişki olamayacağı ön yargısı olmalıdır. 

Ancak böyle bir ön yargı ile okunan kitap bizler için doğru yol rehberi olabilir , aksi takdirde anlamadığımız bir ayet hakkında bu ayetin Kur'andan olmadığı gibi hezeyanlar ortaya atmak cesaretini gösterenlerin düştüğü küfür karanlığına düşmekten kurtulamayız.

[004.082]  Onlar hala Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı.

Bakara s. 3. ve 4. ayetleri , müttaki vasfına nasıl sahip olunacağını bildirmektedir.

Ellezîne yu’minûne bil gaybi ve yukîmûnes salâte ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).
[002.003] Ki onlar, gayba inanırlar, salatı ayakta tutarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.

Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne).
[002.004]  Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş kitaplara da imân ederler ve onlar ahirete de yakînen kani olurlar.

1- Gayb'a veya gayben iman , 2- Salatı ayakta tutmak , 3- Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek , 4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman , 5-Ahirete iman , şeklinde sıralanan, müttaki olmanın şartları biraz açacak olursak şunları söyleyebiliriz ;

1- Gayb'a veya gayben iman 

"El ğaybu" kelimesi ; Güneş veya başka bir şeyin gözden saklı hale gelmesi , gizlenmesi anlamına gelen "Ğabe" fiilinden türemiştir. Bu kelime , algıdan ve insanın bilgisine saklı kalan şeylerle ilgili kullanılır. 

Gayb'a veya gayben iman'ın ne demek olduğunu bir kaç örnek ayet vererek öğrenmek mümkündür.

[005.094]  Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.

Bu konu ile ilgili ayetler, çevirilerin bütününde "Gayb'a iman" şeklinde çevrilmiştir. Ancak aşağıda vereceğimiz ayetler bizi "Gayben iman" şeklinde bir çevirinin daha doğru olabileceği görüşüne sevketmiştir.

Maide s. 94. ayetinde , Allah (c.c) nin diğer zamanlar helal olan avlanmayı , hac zamanında yasakladığını görmekteyiz. Bu yasağın sebebi ise kendisinden gıyaben kimin korktuğunu bilmesi için olduğunu beyan etmektedir. Allah (c.c) kimsenin başına polis dikmeden sadece onun bize olan "Avlanmayın" emrini yerine getirmiş olmamız, ve hayatımızın her anında bu bilinç içinde olarak yaşamamız , bizim onu görmediğimiz halde yanımızda ve bizi her an gözlediğinin bilinci içinde olmanın adı "GAYBEN İMAN"dır.

[012.052] (Yusuf), «Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı» dedi.

Yusuf (a.s) bilindiği gibi kendisi ile zinaya yanaşmadığı için , kendisine vezir'in karısı tarafından iftira atılarak yıllarca zindanda kalır. Suçsuz olduğu anlaşıldığı zaman söylediği bu sözler bizlere, bir şeyden korkmak için illaki tepemizde bir bekçi olması gerekmediğini , bizden istenen bir şeyin bizim hakkımız olmadığını bilmemiz ve bu hakkımız olmayan şeyi yapmamak için vicdanımızın sesini dinlemek gerektiğini öğretmekte, vezir'in yokluğunu fırsat bilerek , o kadının ahlaksız teklifini ,yıllarca hapis yatmayı göze alarak red ederek bize örneklik etmektedir.

[019.061] Rahman'ın kullanna gıyaben söz verdiği Adn cennetlerine, şüphe yok ki, O'nun verdiği söz, daima yerine getirilmiştir.
[021.049] O takva sahipleri için ki, gıyabında Rablerinden korkarlar ve kıyamet endişesiyle titrer dururlar.
[035.018] Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmiyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmiyecek, isterse bir yakını olsun, fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki gaybde rablarının haşyetini duyarlar, salatı ayakta tutarlar, temizlenen de sırf kendisi için temizlenir, nihayet gidiş Allahadır

Bizler Allah (c.c) nin yaptıklarımıza karşılık vereceğini vaad ettiği , cennet veya cehenneme göz ile görerek iman etmiş değiliz, sadece Allah (c.c) öyle dediği için buna inanmaktayız. Bu iman herhangi bir laboratuar raporu sonucu elde edilmiş bir şey değildir. Allah (c.c) nin sözüne olan güvenimizden dolayı, gözümüz ile şahid olmadığımız bazı şeylere o var dediği için gözümüz ile görmüş gibi iman etmekteyiz. Gayba iman etmek , veya gıyaben iman etmek dediğimiz şey , iman etmeyenlerin anlayamacağı , hatta iman edenleri alaya aldıkları bir iman şeklidir. 

Gayb'a veya gıyaben iman sahibi olan bir kimse , tepesinde polis olmasa dahi , yapacağı herhangi yanlış bir amelin karşılığının asla en küçük zerresine kadar karşılıksız kalmayacağını bilerek yaşar. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun böyle bir imanı gerçek bir biçimde hayatına yansıttıklarını düşündüğümüzde , dünyadaki insanların birbirlerine karşı olan tutumlarında inanılmaz değişiklikler olacak ve dünya cennete dönecektir. 

Maalesef, bırakın dünya nüfusunun bir çoğunu , kendisini müslüman olarak tanımlayanlar bu imanı gerçek olarak içselleştirseler diğer insanlara örnek bir hayat yaşayarak dünyaya önemli katkılarda bulunabilirler. İman ettiğimizi söylediğimiz şeylerin bir çoğu sadece dil ile ikrar dan öteye geçmeyerek amele yansımamaktadır.

2- Salatı ayakta tutmak. 

Maalesef bu ibare geçtiği tüm ayetlerde "Namazı dosdoğru kılmak" şeklinde çevrilerek , ve dini hayat "Kıl beşi bitir işi" mantığında yaşandığı için camiye hapsedilmiş ve onun dışında yaşanmayan bir din ortaya çıkmıştır. Namazı dosdoğru kılmaktan anlaşılan şey elin , belin , ayağın, milimetrik olarak ilmihal bilgileri doğrultusunda ayarlanması anlaşıldığı için ,elini göbekten aşağı koyanlar ile , göbekten yukarı koyanlar arasında büyük kavgalar çıkmaktadır. 

Salat kelimesi , Kulun hayatının bütünün Allah'a has kılması anlamında bir kelime olup , namaz bu kelimenin bir bütününü değil sadece bir cüz'ünü karşılamaktadır. Salatın ayakta tutulması yani yere hiç düşürülmemesi emri , hayatın amacı olup kulun 24 saatini kapsaması gerekmektedir. Kul yaşamı içinde karşılaştığı olaylara Allah merkezli bir bakış ile bakıyorsa işte o kul salatı ayakta tutan birisidir.

3-Kendilerine rızık olarak verilenden infak etmek.

"Kendilerinin kazandıklarından infak etmek" buyurmayıp , kendilerine rızık olarak verdiklerimizden" buyurulması bizler için önemli bir uyarıdır. Hayat içinde sahip olduğumuz  şeyler bizim değil , bize geçici bir süre için verilen emanetlerdir. İnsanoğlu kendisinin olmayan bu malı infak ederek, dünya hayatında sosyal dengesizliklerin dengeye oturmasını sağlar. Şayet mal ve servet , zenginler arasında dolaşan bir metaya dönüşürse, dünyadaki  gelir dağılımı büyük bir ekonomik ve sosyal felakete yol açacaktır. Dünya nüfusunun en zengin % 1 lik kesiminin , dünya gelirinin % 50 , dünya nüfusunun en fakir %50 sinin ise % 1 pay aldığı yapılan istatistiklerde görülmektedir. 

Bu durum zengin ile fakirin arasında inanılmaz bir uçurum olduğunu göstermektedir. Bu zengin kesimin , zenginliğinin kaynağının fakir kesimin yaşadığı topraklardaki sömürdükleri doğal kaynaklar olduğunu düşündüğümüzde , zenginlerin acımasız bir canavar haline dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Kendi ülkelerinin dışındaki topraklardaki doğal kaynakları ve insan kaynaklarını acımasızca sömüren batılı ülkeler, bu gün elde ettiği zenginliğin kaynağını sömürdükleri afrika ve asya kıtalarındaki ülkelere ve insanlara borçludurlar. 

Başka insanların üzerinde yaşadıkları topraklarda hak iddia edecek kadar zalimleşen bu ülkeler ve zenginler , bu servetin kendi hakları olduğunu düşünerek Allah (c.c) den rol çalmaya kalkmakta ve ilahlık iddiasında bulunmaktadırlar. Sünnetullah gereği kıyamet öncesi bu ülkeler ve kişiler mutlaka yıkıma uğrayacaklardır , ancak bu yıkımın mehdi eliyle gerçekleşeceğini inanan bizler, yattığımız yerden gelecek olan mehdinin bizim için savaşmasını beklemekten başka bir şey yapmamaktayız.

4- Muhammed (a.s) a ve ondan önce indirilmiş olan kitaplara iman

Allah (c.c) elçi ve "Kitap" göndererek, yaşayan insanların hayatlarını bu kitapların esaslarına göre düzenlenmesini istemektedir. Bu zincirin son halkası olan Muhammed (a.s) ın Medineli muhataplarının arasında, kendilerinin İncil ve Tevrat'a iman ettiği iddiasında olan Hıristiyan ve Yahudiler de bulunmaktaydı. Bu kitapları da kendisinin göndermiş olduğunu beyan eden Rabbimiz , bu zincirin son halkasının Kur'an olduğunu beyan ederek bu kitapların tamamına iman edilmesi gerektiğini bildirmektedir. 

Kitaplara iman esası kişilerin hayatında nasıl gerçekleşir?.

Kitaba iman demek, kitap içinde olan muhteviyatı hayata geçirerek onu yaşamak anlamındadır. Dil ile yapılan bir iman sözü yeterli değildir. Allah (c.c) o kitapları bize göndererek  yaşamımızda esas alacağımız kriterleri belirlememizi istemektedir. Kitap sadece sayfaları kutsansın , anlaşılmadan okunsun , sevap makinesi haline dönüşsün amacı ile gönderilmemiştir.

Kitap, ebedi olan hayata geçiş yeri olan dünya hayatında yaşayan insanların , kul oldukları bilinci içinde yaşayarak , İlah olan Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinde yaşamanın gereğine binaen indirilmiş olup, dünya ve ahiret mutluluğu için bu esaslar üzerinde bir hayat sürülmesi gerekmektedir. 

5-Ahirete iman 

Ahirete iman esası , gayb'en iman esasının içinde sayılabilecek bir iman esasıdır. Kur'anın ahiret hayatı ile ilgili bilgileri , gözle görerek inandığımız bir şey değildir , sadece Allah (c.c) Kitabında bizlere,"ölümden sonra sizin başınıza şunlar gelecek" buyurduğu için bizler ahiret hayatına iman etmekteyiz. 

Ahiret hayatı ile ilgili bilgilerin , biz insanların dünya hayatında, yaptıkları iyi ve kötü amellerin ödeneceği bir yer olmuş olması , iyilikleri teşvik edici , kötülükleri önleyici bir fonksiyonu vardır. Dünya hayatını yaşayan bir kişinin, yaptığı iyiliğin kat ve kat karşılığının verilecek olması , kişiyi iyiliklere teşvik edici , yapılan kötülüğe karşı acı bir azap olduğunun haber verilmesi ise , kötülükleri önleyici bir fonksiyona sahiptir. 

Dünya hayatını yaşayan insanların böyle bir hayatın varlığına gerçek olarak iman ettiğini düşündüğümüzde , dünya bir cennete dönüşerek , iyilik yapılmak için yarışılan , kötülüklerden kaçmak için delik aranan bir yer haline gelecektir.

Ayetin sonunda, ahirete "Yakin olarak inanmak" ifadesi , inanıyormuş gibi yapmak değil , bu imanın gereğini hayat içine yansıtmak, "müttaki" vasfını almanın bir gereği olarak beyan edilmektedir. Biz müslümanların bu esasa iman ettiğimizi dil ile beyan ederek , fiili bir biçimde hayata yansıtmıyor olmamız , "yakin" kelimesinin içerdiği anlamı göz ardı etmek anlamına gelmektedir.

Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
[002.005]  İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.

Bakara s. 3. ve 4. ayetlerde sayılan esasları hayatları içinde pratiğe dökerek uygulayanların , doğru bir yol üzerinde oldukları , kurtuluşa ermenin yolunun bu esaslar üzerinde bir hayat tesis edilme şartına bağlı olduğu hatırlatılmaktadır. 

Sonuç olarak ; Allah (c.c) elçileri aracılığı ile bizlere , ebedi olan ahiret hayatını mutlu , mesut ve bahtiyar bir halde geçirmemiz için gerekli olan şartların , "dünya hayatı" denilen ilk hayat içinde yaptığımız amellere bağlı olduğunu beyan etmektedir. Bu amellerin nasıl bir esasa dayanması gerektiğini ise Kitabının pek çok yerinde beyan etmektedir. Allah (c.c) nin biz kulları için beyan ettiği kurallar , bizlerin dünya ve ahiret hayatını cennete çevirme esasına dayalı olup , bu esaslar dışında bir hayat dünya ve ahiret hayatının cehenneme çevrilmesi anlamını taşır. 

Bu gün etrafımıza baktığımızda , dünyada kan gözyaşı selinin durmadan akıyor olması , Allah (c.c) nin bizlerin yaptıkları her an gözlüyor olması haberlerini es geçmek yani "Gıyaben iman" esasını red etmek , yaşadığımız bütün zaman içinde Allah (c.c) merkezli bir hayat sürmemek yani "Salatı ayakta tutMAmak" ,  dünyanın bütün doğal kaynaklarının , mal ve servetinin sadece kendimize ait olduğunu zannederek "rızıklandırıldığımız şeylerden infak etMEmek" , Allah (c.c) nin indirdiği kitapları red ederek başka kitaplara iman ederek hayatımızı bu kitaplar üzerine oturtmak , yaptığımız kötülüklerin cezasız kalacağı zannı ile ahiret yokmuş gibi yaşadığımız içindir. 

Rabbimiz bizleri, bu esaslar üzere bir hayat süren , ve bütün insanların böyle bir hayatı tesise yönelik çalışmaları için gayret eden , bu yolda ömrünü tüketen kullarından kılsın.  

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


17 Temmuz 2014 Perşembe

Meal ve Tefsir Yolu ile Kur'ana İstediğini Söyletmek

Kur'anın iniş dili arapça olması nedeniyle bu dilinde başka dili konuşanların bu kitabı anlamaları , arapçayı öğrenmek veya arapçayı bilen birisinin yaptığı çeviriyi okumaktır. Tefsirler ise kur'an ayetlerinin daha açık ve geniş olarak yorumlanması olarak tarif edebileceğimiz bir çalışma türü olup, insanların kur'anı öğrenmeleri için önlerine konulmuş hazır lokma diyebileceğimiz kitaplardır. 

Yazımızın amacı hiç bir meal ve tefsiri mahkum etmek amacı taşımamakla birlikte , bunlardaki bazı sorunlara dikkat çekmek amaçlıdır. Din konusunda yazılmış eserlerin okunarak bilgi sahibi olunması doğal, hatta kaçınılmaz bir durumdur. Yanlış olan durum , okunan bu eserlerin göklere çıkarılma derecesine varıp nihai düşünce veya bunun üzerine başka düşünce asla olamaz vs gibi bir seviyede görülmüş olmaya başlanılmasıdır. Din konusunda yazılmış eserler, yazan kişinin yorumu olup hata olma ihtimali taşıması bu eserlerin yüceltilerek temel eser haline getirilmemesini gerektirir. Müslümanlar olarak başta gelen yanlışlarımızdan biri olarak bu durum karşımızda durmakta ve , herhangi bir şahsın din konusunda yazdığı eserler onu sevenleri tarafından neredeyse putlaştırılmış ve Allah cc nin kitabının önüne geçirilmiştir. 

Bu yanlışı ortadan kaldırmanın şu an içinde bulunduğumuz duruma göre kolay bir  olmadığı görülmektedir. Herkesin kendi yanında olan kitapla din konusunda karşısındakine galebe çalmaya çalışması, haliyle fırkacılığı beraberinde getirmiştir. Bunu tamamen ortadan kaldırmak mümkün görülmemekle beraber en aza indirmek gibi bir çalışma içine girilebilir. 

Din konusunda en temel eseri, Allah cc nin kitabı olarak görmediğimiz, din konusunda yazılan eserlerin hepsinin yazan kişinin düşüncesinin yansıması olduğunu kabul etmediğimiz , yazılan bu eserleri kur'an ile uyum sağlayıp sağlamadığı konusunu gözden ırak tutmadığımız müddetçe aramızdaki ayrılıklar hiç bir zaman azalmaz , aksine dahada derinleşerek devam eder. Kur'an tefsiri adı ile yazılan eserlerde yapılan tefsirin , kişisel görüş olduğu hiç bir zaman unutulmadan, yazılmış olan tefsiri Allah cc nin murat ettiği anlam olarak görmek bizleri yanlış düşüncelere sevkedebilir. Tefsir okuyucusu , okuduğu tefsirdeki ayet yorumlarını Allah cc nin dediği şeklinde anlamak yerine , kişisel yorum olduğunu hatırdan çıkarmaz ve yapılan yorumda hata olma ihtimalini göz ardı etmeden okur ise o tefsiri, kur'an gibi görmek tehlikesine düşmemiş olur.

Aynı durum kur'an çevirileri içinde geçerlidir,son yıllarda hayli çoğalan kur'an çevirilerine baktığımızda benzer sorunlarla karşılaşılmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek isterizki herhangi bir şahsın mealini yüceltmek,herhangi bir şahsın mealini kötülemek gibi bir niyet ile kaleme alınmış bir yazı değildir, ancak her fırkanın kendi mealini oluşturup başka mealleri kabul etmemek gibi bir duruma düşülmüş olması işin vehametinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. 

Kur'anın fırka ,mezhep,meşrep vs gibi ayrılıkları tasvip etmeyen ayetlerinin okunarak fırkalara özel meal yapılmış olmasının bu mealleri yapanların , öncelledikleri konunun ayetin doğru çevirisinden çok tabi olduğu mezhebin veya meşrebin görüşlerine uygun olması şeklinde bir ön kabulden yola çıkarak meal yapması kabul edilebilir bir şey değildir.

Bu mealleri yapanlar israiloğulları ile ilgili ayetlerdeki onların tevrata yapmış oldukları muameleyi okuyup aynı muameleyi endirek olarak kur'ana yapmalarının vebali büyük olup hesab günü bunun hesabını vermeleri kolay değildir. İsrailoğulları kendi kitaplarını metin olarak tahrif ederek bu işi yapmışlar , müslümanların bir kısmı metni korunan kitaplarını mealler üzerinden tahrif ederek anlamını çarpıtmışlar , o meali okuyan kişi çarpıtılmış meali sanki Allah cc nin kelamı gibi kabul etmiş, okuduğu çeviriyi asli çeviri zannedip, bir başka mealdeki farklı çeviri doğru olsa bile kabul etmeme durumuna düşmüştür. 

Yazmızda yapılmış olan yanlış meallerden örnekler vererek o meali yapan kişileri zan altında bırakmaktan ziyade genel durum tesbiti yaparak , bu sağlıksız durumu nasıl ortadan kaldırabiliriz ? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. 

Kur'an meali yapmaya soyunan kişinin sadece arapçayı bilmesi yeterli değildir, sadece arapça ile iş bitseydi bütün arapların en iyi müfessir olması gerekirdi. Meal hazırlama iddiasında olan kişinin "kur'an bütünlüğü" deyiminin içini çok iyi doldurması ve kur'ana hakimiyeti son derece yüksek olmalı ve ayetler arasındaki bağlantıyı çok iyi kavrayabilmelidir. Gördüğümüz meallerde yapılan bu tür hatalar, kur'an bütünlüğü dediğimiz şeyin ,ayetler arası anlam birliği konusundaki yapılan yanlışları gördükçe bunun olmazsa olmazlardan olduğunun bilinmesinin ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkarmıştır. 

Kur'an meali yapmaya soyuna kişinin , fırka mezhep , meşrep görüşlerini baz alarak kur'an meali yapması demek kur'anın tahrifi tehlikesini beraberinde getirmesi tehlikesini taşıması açısından dikkat edilmesi bir durumdur. İşin vehameti o kadar büyük boyutlara ulaşmıştırki her fırkanın büyüğü o fırkanın okuyacağı bir meal yapmış ve o fırka bu meali en doğru meal olarak görmekte ve hata payı asla bırakmamaktadır. Bu tür hatalarını somut örnekler ile vermeye kalkmak yazının hacmini büyültmesi ve kişiselleştirme açısından olaya yaklaşmadığımız için genel durum değerlendirmesi yapmakla yetineceğiz.

Mezhep ve meşrep taassubu ile yapılan mealler öyle bir kural tanımazlık şeklinde yapılır olmuşki ne gramer kaideleri , nede kur'an bütünlüğüne uyup uymaması gibi düşünce içinde olamadan yapılır olmuştur, masum okuyucu böyle yapılan bir kur'an ayeti çevirisini kur'andan zannedip okur olmuştur. 

Yorumu merkeze alan kur'an çevirileri bu konuda biraz daha geniş davranma yetkisini aldıklarını  zannederek ayetin orjinal metni üzerinden değilde , orjinal metinden anladıklarını meal adı altında yazıp neredeyse tefsir yapacak kadar uzun ayet mealleri yapmış olmaları dikkat çekicidir. Bu tür meallerin tamamını red etmesekte tasvip ettiğimizide söyleyemeyiz , çünkü bazılarının elinde çok tehlikeli bir silah olarak kullanılma ihitmali yüksek olan bir meal tarzı olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. Metne sadık kalarak yapılan kur'an meallerinin gramer kaideleri ve kelimenin aslına sadık kalınarak yapılması açısından saha sağlıklı olduğunu ,yorum merkezli meal çevirilerine göre çeviriyi yapan kişinin kişisel tercihinin ikinci planda kaldığı bir meal türü olması nedeni ile meal okuyucularına tavsiye etmekteyiz. 

"Kur'anın ne söylediği değil ne söylemek istediği önemlidir" sloganı , kur'ana istediğini söyletmek isteyenlerin elinde önemli bir slogan haline gelmiştir. Kendi düşüncesini, "kur'an bunu demek istiyor" şeklinde lanse edenlerden özellikle kaçınılmasını tavsiye etmekteyiz, çünkü bu tür insanların istisnası olmakla bir çoğu kendi yanlış düşüncelerinin insanlar tarafından kabul görmesi için böyle bir slogan arkasına saklanmaktadırlar.

Kişisel yanlışları ortaya koymak tek taraflı bir gerçeği ortaya çıkarmış olmanın yanısıra çare sunmanın gereğininde unutulmamasını gerektirir, herkes bir şekilde yaptığı hatadan dolayı eleştiriye tabi tutulabilir ama doğru olduğu düşünülen şeyin ne olduğu ortaya konulmaldırki okuyucu iki arada bir derede misali ortada kalmasın. Yapılan meallerden sonra , bu mealleri okuyanlar nasıl bir gözle mealleri okumalıdırlarki , bilerek yada bilmeyerek yapılan yanlışlar görülebilsin , yapılan ayet meali kişinin o ayet ile ilgili anlayışının bir sonucu olduğu düşünülüp hata ihtimali her zaman akılda tutulsun . 

Kur'ana hakimiyet , illaki kur'anı defalarca okumak ile elde edilelebilecek bir şeydir, okunurken tek bir mealden değil farklı meallerden okunarak elde edilen  bir hakimiyet, yapılan farklı ayet meallerindeki hatayı ortaya çıkarması açısından doğru bir yoldur. Kur'anı anlamaya soyunan bir kişi önce kendi kafasındaki ön kabulleri atarak okumaya başladığı bir kur'anın onu ne kadar değiştireceği görecek ve fırkacılık taassubu içinde yapılan meallerdeki cinayetleri görerek , dün o fırkanın yılmaz bir savaşçısı olan kişinin , bugün o ve benzeri bütün fırkalara düşman bir savaşçı olduğunu kendi üzerinde görecektir.

Kur'an kendisini anlama metodunu yine kendi içinde anlatan bir kitabtır , kimsenin "kur'anı anlama metodu" başlığı altında metodlar sunarak okuyucuları kendi anlayışını kur'an zannettirmeye hakkı yoktur. Bu yazıyı yazan kişi dahil herkes bir şekilde kur'an adına söz söyleyemeye soyunabilir , ancak hiç kimse kendi anlayışını "kur'an işte bunu diyor" şeklinde dikte etmeye hakkı yoktur. Kişiler okudukları ayetler ile ilgili yorumlarda bulunma hakkına sahip olmakla birlikte okudukları ayetlerdeki yorumların kendilerini bağladığını karşısındaki insanların bu yorumlara katılmak veya katılmamak gibi bir hakları olduğunu asla unutmamalıdır.

Müslümanlar olarak kendimiz hakkında bir öz eleştiri yapacak olursak ; genelde okumayı araştırmayı sevmeyen bir topluluk olmamız , bizim yerimize bir başkasının okuyup araştırmış olması , bizim o araştırmayı sahiplenerek kendi görüşümüz olarak sunmamız yani kolay olanı seçmemiz bizlerin müritlik psikolojisinden kurtulamadığımızı göstermektedir. Bu açığı gören bazı uyanıklar müritlik itiyadında olan bazılarımızı rahatlıkla elde edebilmekte ve onları çeşitli yollarla etkileyerek kendilerinin her dediğini onlara yutturabilmektedirler. Bu durum kur'anı öncellediğini ve şeyh mürit ilişkisinin hakim olduğu tasavvufa soşiddetli bir biçimde karşı çıkanlar içinde bir tehlike olarak karşımızdadır.  

Kur'anı okuyarak bir şekilde düşünce sahibi olan zevatın bir kısmı bu düşüncelerini satmak için bir çeşit şeyhliğe soyunmakta , kur'an hakkında orjinal!! düşünce arayan bir takım saf müslümanlarda bu düşüncelerin doğruluğunu araştırmadan sahiplenerek kraldan fazla kralcı bir yaklaşım sergileyerek modern bir tarikat yapısı oluşturmaktadırlar.

Kur'an anlayışları açısından kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan bir halde olmamız en çok bu konuda kararsız ve araştırma evresinde olanları sıkıntıya sokmaktadır, farklı yorumlar karşısında ne yapacağını ve hangi yorumu kabul edeceğini şaşırmış olan insanlara yol göstermek maksadı ile , şuraya,buraya veya bana gel demek yerine ona başkalarının düşüncelerinden arınmış olarak kur'ana yaklaşmalarını karşısına çıkan düşüncelerin hepsinin kendi okuması sonucu elde ettiği bilgi birikimi ile karşılaştırmasını tavsiye etmekteyiz. Her gün bir balık vererek kişileri kendisine muhtaç bırakmak yöntemi ile müritlerinden ayrılmak istemeyenlere karşı , balık tutmasını öğreterek kimseye muhtaç olmayan bir talebe neslinin yetişmiş olması en çok kerameti kendinden menkul şeyh efendileri rahatsız edecektir.

Misalen; benim okuduğum kur'an anlayışına göre karşısındaki düşünceyi karşılaştıran kişi ,eğer benim düşüncemde bir hata var ise o hataya göre karşılaştırma yapacağından doğru bir sonuca varamaz, başkasının okuduğu kur'an anlayışı ile karşısındakini karşılaştırmakta aynı sonucu getirecek olup , kişinin kendi okuduğu kur'an sonucunda vardığı karar ile karşısındakinin düşüncesini değerlendirmesi kişiyi bağımlı haline getirmekten kurtaracaktır. Bu durumun daha fazla farklı anlayışlara yol açma tehlikesi olduğu düşünülmemeli aksine , kur'an içinden çıkarılmış bir düşünce metodu ile okunan kur'anda kişisel farklı düşüncelerin en aza indirgendiği görülecektir.

 Sonuç olarak; Allah cc nin dinini öğrenerek hayatına yansıtmak isteyen kişi bu dini öğrenmek için , dinin temel kaynağı olan kur'an ile ilgili yapılmış olan tefsir ve mealleri okuyacak olması bu bilgi kaynakları konusunda ön fikir sahibi olmasını gerektirmektedir. Fırka taassubu içinde yapılan meal ve tefsirler okuyucunun dinin öğrenmesini değil dinin yanlış öğrenmesine sebeb olacak eserler olması tehlikesinin iyi bilinerek bu düşünce içinde yapılmış olan meal ve tefsirler ile kafaların doldurulmaması gerekmektedir. Meal ve tefsir kirliliği içinde bir durumda olduğumuz unutulmadan , kişiler aşağılama ve yüceltme gibi işlemlere tabi tutulmadan din hakkında yazdıkları , her türlü kirlilikten arınmış saf bir kur'an anlayışı ile okunup iyice tetkik edilmelidir.Yazımızın amacı bütün meal ve tefsirleri mahkum etmek amaçlı olmayıp meal ve tefsirlerdeki bu tür yaklaşımlara dikkat çekmek amaçlıdır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.