Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2016 Perşembe

ZÜMER s. 45. Ayeti : Allah (c.c) yi Tek Olarak An(a)mayan Müslümanlar

Şirk kavramı, Kur'anın odak kavramlarından olup, "Allah (c.c) nin hükümranlık alanına giren konularda onun dışındakilerin hükmüne tabi olmak" anlamına gelmekte ve bu cürmü işleyerek ölmeden evvel bu cürümden dönmeyenlerin ebedi cehennem ile cezalandırılacağı haberi bizlere aynı kitap içinde müteaddit defalar haber verilmektedir. 

Bu kavramın ifade ettiği anlamlar , maalesef bir kısım Müslümanın hayatı içinde yer almakta ve kendisine "Ben Müslümanım" diyen bir çok Müslüman, şirk içinde bir hayat geçirmekte , ve bu şirklerinden haberleri olmadan vefat etmektedirler. 

Yazının amacı ,kimseyi tekfir etmeye yönelik olmayıp , Zümer s. 45. ayeti örneğinde şirk'in Müslüman hayatında nasıl yer aldığına dikkat çekmeye çalışarak , bundan sakınılmasına yönelik bir hatırlatmadır.

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044]  De ki: «Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.»
[039.045]  Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.

Ayetin ilk muhatap kitlesi Mekkeli müşriklerdir. Biz bu ayeti "sadece onlara hitap ediyor" diyerek tarihe gömmek yerine , bu ayetin içerdiği mesajı dikkate alarak , aynı durumun Müslümanlardaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

Bilindiği üzere bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların inançlarının kaynağı vahiyden değil, rivayetlerden beslenmektedir. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen bazı olaylar , Müslümanları "Vahiy merkezli din" den , "Elçi merkezli din" e yöneltmiş ve bu yönelimin yol açtığı itikadi bozukluklar ile bugüne bu şekilde gelinmiştir.

Vahyin elçisi olan Muhammed (a.s) a, Allah (c.c) tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" payesi bizlere az gelerek , onu daha yukarı taşıma emareleri, daha ilk yıllardan itibaren Müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamış , ve neticede Muhammed (a.s) nin ismi, Allah (c.c) nin ismi ile birlikte anılmaya başlamıştır. 

Bilindiği üzere onun sözlerinin aynı Kur'an gibi yani vahiy olduğu şeklinde yerleştirilmiş olan inanç , maalesef İslam dünyasının çoğunluğunda kabul gören bir anlayıştır. Böyle olunca Onun sözleri Kur'anın önüne geçmiş , ve rivayet merkezli bir dinin temelleri bu yolla atılmıştır. 

İlerleyen zamanlarda , Muhammed (a.s) a yüklenen misyon öyle bir hale gelmiştir ki , onun ismi anılmadan Allah isminin anılması sanki günhamış bir bir algı oluşturulmuş ve Hristiyanların teslis (üçleme) akidesine karşılık bizde de tesniye (ikileme) akidesi oluşturulmuştur.

Bugün bir çok Müslümanın ağzında "Ya Rabbim Ya Resulullahım" , "Ya Allah Ya Muhammed" , "Kur'an ve Sünnet" gibi ikilemeler, dindarlık ifadesi olarak dolaşmakta , böylelikle Zümer s. 45. ayetinin haber verdiği durumun bir benzeri, biz Müslümanlarda bu şekilde yaşanmaktadır. 

Fatiha okunmadan önce "El fatiha meassalavat" şeklinde komut verilerek , fatihaya başlanmadan evvel salavat okunması gerektiği düşüncesi , bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş doğru bilinen yanlışlar serisindendir. 

Duaya başlanmadan evvel salatü selam okunarak başlanması gerektiği düşüncesi , edilen duaların önce Muhammed (a.s) a uğrayarak oradan Allah (c.c) ye çıktığı inancının kişinin itikadında derin bir yara açtığı bilinmeden , duaların kabulü için ne kadar bol salavat okunursa o kadar iyidir düşüncesi ile salavat kampanyaları dahi yapılmaktadır.

Dünyanın her neresinde bir camiye gitsek , oralarda "Allah" ve "Muhammed" isimlerinin yan yana olduğunu müşahede edebiliriz. Dahası , 4 halife ve aşere i mübeşşere olarak bilinen 10 sahabenin isimleri duvarları kaplamaktadır. 

Yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kullanan bir Müslümana , bunları kullanmanın yanlış olduğu söylense, bir çoğu karşı çıkarak bu yanlışlığı hatırlatan kimse , "Sen peygambere düşman mısın?" şeklinde sert bir tepki ile karşılaşacaktır.

Bir çok Müslümanın algısında peygamber sevgisi demek , onun ismini Allah (c.c) ile birlikte anarak onun şefaatine nail olmak ve böylece cehennemden azat olmak anlamına gelmektedir. 
Başlı başına garabet bir düşünce olan şefaat düşüncesi , Kur'anın bir çok yerinde müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilmişken , nasıl olmuşsa olmuş bu inanç biz Müslümanlarda akide konusu haline getirilmiştir.

Bugün bir çok Müslümanın Allah inancında büyük problemler olup , bu problemlerin Kur'anın gösterdiği ışığın izinde çözülmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin kim olduğu , onun elçisi de olmuş olsa bir beşere hiç bir şekilde kendisine ait olan yetkilerden bir kısmını devretmesinin imkansız olduğu inancı kökleşmeden gerçek bir peygamber sevgisi asla oluşamaz.

Şirk kavramının geçmişte kalmış veya bizim dışımızda olanlar ile sınırlı bir kavram olmadığı , bizlerinde her an bu tehlike ile karşı karşıya kalabilmesi muhtemel olduğu düşüncesi Müslümanlarda yaygınlaşmadan , bu gibi yanlışların önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin ismini söylerken , Muhammed (a.s) ın isminin anılması sanki farzmış gibi bir algı sahibi olanlara , böyle bir durumun olmadığını , aksine böyle bir ikileme kullanmanın kişiyi şirk'e düşürme tehlikesi olduğunu anlatmanın kolay olmadığını da bilmekteyiz. 

Dinlerini kerameti müritlerinden menkul şeyh efendilerden öğrenenler için , bunları anlaması zor hatta imkansız gibidir. Bu gibi kimselerin hatalarını yumuşak bir dille anlatmaya çalışmak gerekmektedir. Onlar sert dil kullansa dahi, bizlerin aynı sert üslubu onlara karşı kullanmadan doğru bildiklerimizi anlatmak zorundayız. Kimseye kendi düşüncemizi dikte ettirmek gibi bir vazifemiz olmadığı da asla unutulmamalıdır. 

Kişi merkezli din anlayışı içinde olan tasavvuf kesimi için bu tehlikenin daha büyük olduğunu söylemek isteriz. İsimleri meşhur olan ve "Gavs" , "Kutub" , "Evliya" ,  "Sadat" v.s olarak bilinen kimseler üzerinden yapılan şirk içeren ifadeler , maalesef bir çok cahil müridin ağızlarında "Yetişşşş yaaaa ......." , "Medet yaaaa....." şeklinde dolanmaktadır. 

Allah (c.c) nin isminin yanına başka isimler koymanın tezahürleri çok geniş bir alanın konusu olmakla birlikte , biz sadece Müslümanların Muhammed (a.s) a yükledikleri yarı ilah misyonunun sözel kesime yayılmış şeklindeki yanlışa dikkat çekmeye çalıştık. Bu cürmün cezası ise şu şekilde beyan edilmektedir. 

[040.012]  Bunun sebebi şudur ki, «Siz tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz, O'na ortak koşulduğunda da inanıyordunuz, işte hüküm O ulu, O büyük Allah'ındır.»

Sonuç olarak ; Dini Kur'andan öğrenmemenin açık bir tezahürü olan ve vahyin yerine kişiyi merkeze alan bir inancın göstergesi olan Allah (c.c) nin isminin yanına peygamberin ismini koymak yanlış bir inanç olup, kişiyi şirke götürebilir.

Muhammed (a.s) ı  sevmek elbette her Müslümanın görevidir , ancak bu sevginin aşırısı nasıl Hristiyanları şirk'e götürdü ise , Müslümanları da şirk'e götürebilir. Vahiy , bu konuda da bizlere sınırlarımızı göstermekte , şirk'e düşmeden bir sevgi nasıl gösterilir onu en sahih biçimde öğretmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) isminin yanına hiç bir ismi bu elçisi olmuş olsa da kabul etmez. Bizlerin peygamber sevgisi adına yaptığımız bazı hatalar bizlerin ebedi olarak cehenneme sevk edilmemize sebep olabilecektir. Yapılan bu tür yanlışları ikaz etmek peygamber düşmanlığı değil , aksine bu gibi yanlışları yapanlar bilerek veya bilmeyerek Allah ve peygambere düşmanlık yapmaktadırlar

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Haziran 2016 Cumartesi

NUR s.41. Ayeti : Kuşların Tesbihi ve Salatı, İnsanın Tesbihi ve Salatı

"Tesbih" ve "Salat" , Kur'anın odak kavramlarından ikisidir. Kur'anın bir çok yerinde geçen bu iki kavram aynı zamanda, üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılarak, kafalardaki ön yargının kabulü noktasında anlam bindirilmeye çalışılan kavramlardır. 

"Tesbih" kavramı , elde 99 veya 999 luk ipe dizilmiş boncuklar ile bazı tarikatlar tarafından belirlenmiş virdlerin çekilmesi noktasında istismar edilirken , "Salat" kavramı ise , bir çok mealde sadece namaza indirgenmiş bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılmasına karşın , namaz karşıtları tarafından ise, başta konumuz olan ayet delil gösterilerek "Kuşlar nasıl namaz kılar demek ki salat namaz değilmiş" denilerek namazın olmadığına dair delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır. 

Şunu hatırlatmak isteriz ki ; Kur'anı okuma ve anlama yöntemimiz , kafamızdaki ön yargıları bu kitaba onaylatmak amaçlı değil , bu kitap içindeki kavramların ifade ettiği anlamları, Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak , anlamak ve hayata aktarmak olmalıdır. 

Bu yöntem dahilinde , Nur s. 24. ayetini okumaya çalıştığımızda , "Tesbih" ve "Salat" kavramlarının en geniş anlamda kullanılmasını , aynı zamanda bu anlamı daraltmak veya başka anlamlara çekmenin yanlışlığını görebiliriz.   

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

[024.041] Görmedin mi ki; göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah' ı tesbih etmektedir. Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah; onların yaptıklarını bilendir.

Ayetin "Görmedin mi" diye bir soru ile başlaması , kuşların hayatı örnek gösterilerek , bu örnekten insanın ibret alması gerektiği vurgusu yapılmakta, onların bu yaşantıları tesbih ve salat kavramları özdeşleştirilerek , insanın nasıl bir tesbih ve salat yapması gerektiği gösterilmektedir.

Peki bizlerin, kuşların yaşantılarından ne gibi ibret almamız gerekmektedir ?. Kuş bilimciliğine soyunmak gibi bir iddia sahibi olmadığımızı hatırlatarak kısaca, her sade insanın kuşlar üzerinde gözlemlediği bilgilerin, onların tesbih ve salatı olduğunu söyleyebiliriz.

Kuşlar yaratılışlarından beri havada uçmakta , "Göçmen Kuşlar" olarak bilinen kuşlar ise , her sene sıcak mevsimlerde , serin bölgelere , soğuk mevsimlerde ise daha sıcak bölgelere göç etmekte , yaratılışları gereği bunu her sene tekrarlayarak , " bu mevsimde yerimizde kalalım" veya "Uç uç nereye kadar artık biraz da yerde kalalım" dememekte , yani Allah (c.c) nin onlar için yazmış olduğu yaratılış kaderini harfi harfine yerine getirmektedirler.

Rabbimiz, kendisinin kuşlar üzerinde koyduğu yaratılış kanunlarına yani fıtrata dikkat çekerek , biz insanlara "Kuşlar kadar mı olamayacaksınız" mesajını vermektedir. 

"Tesbih" kelimesi ; "Yüzmek" anlamında olup , terim olarak , Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin belirlenmiş bir yaratılış kanunu çerçevesinde hayatiyetini devam ettirmek zorunda olduğu , bu çerçeve dışına çıkmak gibi bir lüksleri olmadığı anlamındadır. 

Kur'anın bir çok yerinde "Yerde ve gökte olanların hepsi Allah'ı tesbih ederler" şeklindeki ayetler, bu gerçeği haber vermektedir. Yani Allah (c.c) nin mülkü dahilinde olan her ne varsa onun koyduğu yaratılış yasalarına tabi olmak zorundadırlar , bu yasaların dışına çıkmaları asla mümkün değildir. 

Kısaca kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için tayin ettiği bir yaşam dairesi içinde hayatiyetlerini sürdürmek mecburiyetindedirler. Bu dairenin adı TESBİH , daire içinde yaptıkları ise onların SALATlarıdır. Bu kavramların insan ile ilgili olan kısmını bu ayet üzerinden okuyabilmek mümkündür.

Burada çok önemli bir noktaya temas etmek istiyoruz ; Eğer kuşlar fıtratları gereğinin dışına çıkacak olurlarsa onların neslinin helak olması mukadderdir. Örneğin ; Soğuklar başladığı zaman sıcak iklimlere göç etmeyerek yerlerinde kaldıkları takdirde sonları ölüm olacak ve nesilleri tükenecektir. 

İnsan da aynı şekilde kendisine yüklenen tesbih ve salat görevinin dışına çıktığı zaman , onların bu çıkışları da helak ile sonuçlanacaktır. Kur'an içinde zikri geçen elçi kıssalarındaki kavimlerin helakına baktığımızda, onların tesbih ve salatlarını terk ettikleri , ve bunun sonucunda da helak olduğunu görürüz.

Allah (c.c) kuşları işaret ederek insana " Ey insan, sende kuşlar gibi benim mülküm de yaşayan bir varlık olman nedeniyle , benim senin üzerine koyduğum yasalar dahilinde hayat sürmek zorundasın" demektedir. 

İnsan nasıl tesbih ve salat eder ?. 

İnsanın tesbih etmesini ikiye ayırarak anlamak mümkündür.

İnsan bedenindeki , göz , kulak , kalp , mide , ciğer vs. gibi azalar , Allah (c.c) nin koyduğu çalışma yasalarına uygun olarak insanın ölümüne kadar çalışmalarını sürdürürler. Bu durum insan azalarının tesbih etmesi demektir. İnsan bedeninin tesbihi insan iradesinin dışında bir durum sergilemekte olup , insan iradesinin dahilinde olan tesbih , onun kulluk ile ilgili  vazifeleri noktasındadır. Konumuz olan kavramları , insanın iradesi dahilinde olan kısmı ilgilendirmektedir. 

Bir de insanın mükellef bir varlık olması nedeniyle yaşadığı hayat içinde tabi olması gereken kulluk yasaları bulunmaktadır. İnsan , Allah (c.c) nin mülkünde yaşayan bir varlık gurubu olması nedeniyle , onun kendisi için koyduğu yasalara tabi olmak zorundadır. 

[091.008] Sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene,

İrade sahibi olması nedeniyle insan , Allah (c.c) tarafından kendisi için konulan kurallara uymak veya uymamak noktasında serbest bırakılmıştır. Bedeni, kendi iradesi dışında olarak Allah'ı koyduğu tesbih yasalarına uyan insan , serbest iradesi ile üzerine vazife olan Allah'ı tesbih etme noktasında acze ve isyana düşmektedir. 

Tarih boyunca gelen elçiler , insanın üzerine vazife olan kulluk görevlerini yani salat ve tesbihi onlara hatırlatmaya çalışmışlar , bu  vazifelerin nasıl yerine getirileceği konusunda önder olmuşlardır. 

İnsanın tesbih ve salatını en geniş anlamda düşünecek olursak , kuşların fıtratları gereği yapması gerekenleri yerine getirmesi demek olmasından hareketle , insanın tesbih ve salatı da aynı şekilde fıtratları gereği olarak Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen vazifeleri yerine getirmeleri insanın salatı ve tesbihidir. 

İnsanın fıtratı gereği karşı cinsle evlilik yolu ile ilişki kurması onun TESBİH ve SALATIdır. (Lut (a.s) kıssası örneği)

İnsanın fıtratı gereği muhtaç olanlara yardım ve infak etmesi onun TESBİH ve SALATIdır. (Bahçe sahipleri kıssası örneği) 

İnsanın karşısındakinin hakkına riayet ederek ölçü ve tartıda hile yapmaması onun TESBİH ve SALATIdır. (Şuayb (a.s) kıssası örneği)

İnsanın kendi dışındaki canlı hayatına saygı duyarak bitki ve hayvan neslini yani ekolojik hayatı koruması onun TESBİH ve SALATIdır. (Salih (a.s kıssası örneği) 

İnsanın Allah (c.c) dışındaki ilah ve rablara kulluk etmemesi onun TESBİH ve SALATIdır. 
(İbrahim (a.s) kıssası örneği) 

İnsanın çoluk çocuğuna Allah'a karşı olan vazifelerin öğretmesi onun TESBİH ve SALATIdır. 
(Lokman ve İmran ailesi örneği)

İnsanın Allah'a karşı yapılan şirk , isyan , zulme karşı baş kaldırması onun TESBİH ve SALATIdır.

İnsanın fıtratı gereği , kulluğunu ameli ve şekli olarak göstemesi onun TESBİH ve SALATIdır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , elçiler insanlar tarafından unutulan bu tesbih ve salatı onları hatırlatmak için gönderilmişlerdir. Bu örneklere dikkat edecek olursak , kendilerinin vazifeleri olan kulluk görevlerinin dışına çıkan topluluklar Sünnetullah gereği helak edilmişlerdir. 

Kuşlar nasıl fıtratları dışına çıkacak olduklarında helak olacak iseler , insanlar da fıtratları dışına çıkarak Allah'a olan tesbih ve salatlarını yerine getirmedikleri takdirde helak olarak , yer yüzünden silineceklerdir , bunun canlı örnekleri Kur'an içinde mevcuttur. 

Sonuç olarak ; Kuşların tesbih ve salatının nasıl olduğunu merkeze alarak , insanın tesbih ve salatının nasıl olması gerektiği yönünde şunları söylemek mümkündür. Kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için çizdiği yaşam dairesi içinden çıkmayarak yaşamlarını ve nesillerini sürdürmektedirler. 

İnsan da , Allah'ın kendisi için çizdiği yaşam dairesinin çıkmadığı müddetçe yani tesbih ve salatını Allah'a göre yaptığı müddetçe hayatiyetini devam ettirecektir. Aksi takdirde geçmiş kavimlerin örneğinde yok olup gidecektir. 

SALAT ve TESBİH , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam sınırları olup , bu sınırların aşılması neticesinde bizleri dünya ve ahirette acı bir son beklemektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


6 Mayıs 2016 Cuma

Hud s. 53. Ayeti : Hud (a.s) Kavmine Beyyine İle Gelmedi mi ?

"Müşkilül Kur'an" , tefsir usulü ile ilgili kitaplarda yer alan , ayetler arasında çelişki olduğu gibi bir durum oluşmasına sebep veren bazı durumlarda , bu durumun nasıl çözülebileceğine dair bilgileri kapsayan bir bölümdür. Kur'an ayetleri arasında bir çelişki olmadığına göre (4.82) , çelişki gibi görünen ayetlerin arasındaki işkal'in nasıl giderilebileceği , bu bölüm altında verilen bilgiler ile anlatılmaktadır. 

 Bu yazımızda böyle bir işkal olduğunu düşündüğümüz Hud s. 53. ayetini ele alarak ,  ayette ki işkal'in nasıl giderilebileceği üzerine düşüncemizi paylaşacağız. 


[011.053] «Ey Hûd» dediler. «Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.»

Kavmi Hud (a.s) a bu ayette beyyine getirmediği için , ilahlarını terke etmeyecekleri söylemektedirler. Oysa başka ayetlerde Ad kavmine beyyine gelmiş olduğunu haber vermektedir. 

[009.070] Onlara, kendilerinden öncekilerin Nuh, AD, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? ONLARA RESULLERİ BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmetmektelerdi.

[014.009] Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, AD ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. RESULLERİ ONLARA BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: «Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırmakta olduğunuz şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.» 

Hud s. 53. ayetinde Ad kavminin Hud (a.s) a "Bize beyyine ile gelmedin" demelerine karşılık , Tevbe s. 70. ve İbrahim s. 9. ayetlerinde Ad kavmine de beyyine geldiği haber verilmektedir. Dikkatli bir okuyucunun, bu ayetlerde ortaya çıkan durumu nasıl okumak gerektiğine dair kafa karışıklığı yaşaması muhtemeldir

Tefsir usulünde "İşkal" olarak isimlenerek ortaya çıkan durum , bir ayette beyyinenin gelmediği , diğer ayette ise beyyinenin geldiğinin verilmiş olması ile ortaya çıkan çelişkili durumdur. 

Kur'andan çelişki asla olmayacağına göre Hud s. 53. ayetindeki işkal  nasıl çözülebilir ?.

Kur'an okumalarında en önemli husus olan , bir konu ile ilgili  ayetlerin Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunması, burada önem kazanmaktadır.

Hud s. 53. ayetini , Enfal ve İbrahim surelerindeki Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğunu dikkate alarak okumak gerekmektedir. 

Hud s. 53. ayeti , konu ile alakalı olan diğer iki ayet dikkate alınarak nasıl okunabilir ?. 

Enfal ve İbrahim surelerinde kendilerine beyyine gelmiş olduğunu öğrendiğimiz Ad kavmi , elçileri olan Hud (a.s) a söyledikleri "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" sözünü , aslında Ad  kavmine  beyyinenin gelmiş olduğu , fakat Ad kavminin kendilerine gelmiş olan bu beyyineyi "Yok" hükmünde sayarak kabul etmediklerini ifade etmek için kullandıkları şeklinde okumak gerekmektedir.  

Yani Hud (a.s) Ad kavmine beyyine ile gelmiş , fakat Ad kavmi kendilerine gelen bu beyyineyi onun elçiliğinin bir kanıtı olarak kabul etmedikleri için kabul etmemişler , Hud (a.s) ile kendilerine gelmiş olan beyyineyi kabul etmediklerini ifade etmek için "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" demektedirler. 

Sonuç olarak ; Kur'an okumalarında önemli bir usul olan Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak prensibi uygulandığında , iki ayet arasında çelişki gibi bir görünün durumun nasıl çözülebileceğine örnek olması için Hud s. 53. ayetini ele almaya çalıştık. Şurası unutulmamalıdır ki , ayetler arasında çelişki gibi görünebilen bir durumda , çelişkiyi çözmek için Kur'anın bütününe hakim olan bir okuma yapmak gereklidir. Bütünlük gözetilmeden yapılan okumalarda, bazı işkallerin ortaya çıkması muhtemel olup , bu işkaller konu ve Kur'an bütünlüğü ile kolayca çözülebilir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
                  

20 Şubat 2016 Cumartesi

NİSA s. 65. Ayeti : Resul'ün Günümüzdeki Hakemliği Buhari ve Müslim İle mi Gerçekleşir?

Kur'anın bir çok ayetinde geçen "Allah'a ve onun Resulüne itaat edin" şeklindeki emirlerin , "Resulüne itaat edin" emrinin nasıl gerçekleşeceği  üzerinde yapılan tartışmalarda , bu itaat emrinin yerine gelmesinin , Muhammed (a.s) ın artık hayatta olmaması nedeniyle , onun sözlerinin yer aldığı kitaplardaki rivayetlere itaat edilmesi ile gerçekleşeceği, "Ehli Hadis" fırkasının en önemli argümanı olarak , bu günlerde her zamankinden daha fazla dile getirilmeye başlandığını görmekteyiz.

Bu fırka genel olarak "Allah'a ve Resulüne itaat edin" şeklindeki ayetlerdeki "VE" bağlacının, Allah ve Resulünü ayırdığını , dolayısı ile Resulün de dinde ayrı bir teşri sahibi olduğu iddiasını bu şekilde delillendirmeye çalıştıkları bilinmektedir. Bu konu ile ilgili olarak "Ehli Hadis" fırkasının, bu düşüncesine delil saydığı ayetleri teker teker ele alarak , bu görüşün ne kadar doğru olabileceği üzerindeki görüşlerimizi paylaştığımız yazılarımız mevcut olup , bu yazımızda Nisa s. 65. ayetinin bu konuda delil olarak ileri sürülmesinin ne kadar gerçekçi olabileceğini ele almaya çalışacağız.

فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا

[004.065]  Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem ta'yin edip sonra haklarında verdiği hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar.

Bugün, içinde Nisa s. 65. ayetinin de bulunduğu bir takım ayetler gurubu dile getirilerek , Resule itaatın, kendisi aramızda olmaması , ve bu ayetlerinde kıyamete kadar geçerli olması nedeniyle ,  başta Buhari ve Müslim olmak üzere hadis kitaplarına uymakla gerçekleşeceği Allah adına yemin dahi edilerek dile getirilmektedir.

Kur'anın doğru anlaşılma yollarından birisi, kafadaki ön kabulleri tasdik ettirmeye yönelik bir okuma yapılmaması , ve ilgili ayetin bağlamının dikkate alınma gereğidir. Nisa s. 65. ayeti, böyle bir okuma ve ayetin bağlamının gözetilmemesi sonucunda istenilen amaca hizmet ettirilmeye çalışılan bir ayet olarak, "Ehli Hadis" fırkasının dilinde gezmektedir.

Ayeti önce bağlamı ve nuzül dönemi muhataplarına olan ilk hitabını gözeterek okumaya , sonra bize dönük mesajını anlamaya çalışacağız. 

[004.060]  Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.
[004.061] Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin , denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.
[004.062]  Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir musibet geldiğinde, nasıl hemen sana geldiler de; gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi, diye yemin ediyorlar.
[004.063]  Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle.
[004.064]  Biz, hiçbir resulü Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir gaye ile göndermedik. Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve resul de onlara mağfiret dileseydi elbette Allah'ı Tevvab ve Rahim olarak bulacaklardı.
[004.065]  Hayır, Rabbına andolsun ki; aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem ta'yin edip sonra haklarında verdiği hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan kendilerini tamamen teslim etmedikçe iman etmiş olmazlar.
[004.066]  Şayet onlara «Kendinizi öldürün» yahut «Memleketinizden çıkın» diye emretmiş olsaydık, pek azından başkaları bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı onlar için daha iyi ve daha sağlam olurdu.
[004.067]  O zaman elbette kendilerine nezdimizden büyük mükâfat verirdik.
[004.068] Ve onları dosdoğru bir yola iletirdik.
[004.069]  Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!
[004.070]  Bu nimet, Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.

Görülmektedir ki Nisa s. 65. ayeti , Nisa s. 60. ve 70. ayetler arası bir bağlama sahip bir ayettir. Eğer bu ayet doğru bir biçimde anlaşılmak isteniyor ise , önce bağlamının gözetilmesi , sonra ilk  hitabının kimlere olduğuna dikkat edilmelidir.

Ayetler , Medine de Müslümanlar arasına çöreklenmiş olan "Münafık" olarak vasıflandırılmış olan kimselerin , iman ettiklerini iddia ettikleri kitap ve elçinin hakemliğine itiraz etmelerini ele almaktadır. 

İlgili ayetlerin tarihselci bir bakış ile okunarak , bizlere dair mesajları olmadığı gibi bir iddia içinde olmadığımızı hatırlatarak , bu ayetlerin bize dönük mesajlarının okunabilmesi için , Muhammed (a.s) ın "KUL" ve "RESUL" statüsüne tabi olduğunun , kesinlikle unutulmaması gerektiği hatırda tutulmalıdır.

Beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) , Allah (c.c) den bağımsız bir teşri yetkisine haiz olabilmesi için , Allah (c.c) ile denk bir konuma sahip olması gerekir ki ,böyle bir yetki ve görevi olabilsin. Böyle bir durum imkansız olduğuna göre , onun beşer bir elçi olmasından başka bir görev ve yetkisi olmadığı bilincinde olunarak , "Allah VE Resulü"  ayetlerinin , onu Allah (c.c) den ayırmadığı , aksine ona bağlı kıldığı , ondan bağımsız hareket imkanı olmadığı şeklinde bir ön kabul içinde okunması gerekmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin elçisi sıfatına sahip bir kişi olarak , kendisine indirilen kitap ile insanlar arasında hüküm vermek zorunda idi. Onun insanlar arasında nasıl ve ne ile hükmetmesi gerektiği, bir çok ayet içinde beyan edilmektedir. 

[005.048] Kuran'ı, önce gelen Kitap'ı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.
 [005.049]  O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kuran'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.
[004.105]  Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap'ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.
[042.010] Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim.
[006.114]  «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Muhammed (a.s) yaşayan bir elçi olarak , yaşadığı zaman ve mekan dahilinde çıkan sorunlara karşı çözümleri vahyin rehberliğinde üreten bir kimse olup, onun ürettiği çözümlerde herhangi bir hata olduğu zaman , bu hatanın yeni vahiy ile düzeltilmesi mümkün idi. 

"Resul", Allah (c.c) nin hükümlerini insanlara bildirmesinde aracı olan kimsedir. Resul vasfına sahip olan bir kimsenin bu hükümlere herhangi bir eksiltme veya artırma gibi bir müdahale yetkisi yoktur. Kur'an içinde geçen "Allah VE Resulü" şeklinde geçen ayetlerdeki "Ve" bağlacı, sanki böyle bir yetkiyi tanıyormuş gibi bir düşünce etrafında okunarak , Resul vasfına sahip bir kul olan Muhammed (a.s) , Allah (c.c) ile yetki paylaşımında bulunan birisi haline getirilmiştir. 

Bu düşünce etrafında gelişmiş olan resul algısı , vefatı sonrası onun hüküm koyma yetkisinin devam ettiği düşüncesinden yola çıkılarak , bu hükümlerin yazılı olduğu iddia edilen hadis kitaplarının , vefatından sonraki "Resule itaat" emrini yerine getiren hüküm kitapları olması gerektiği iddiası dile getirilmeye başlanmıştır.

"Resule itaat" emrinin bugünkü gerçekleşme şeklinin hadis kitaplarına itaat olduğunu iddia eden zihniyet , bu kitaplar üzerinde oluşabilecek olan bazı soru işaretlerini ortadan kaldırmak için bu kitapların üzerine "Korunmuş Kitap" kılıfı giydirerek , bu kitapların sorgulanma yolunu ve imkanını baştan kapatmışlardır.

Şurası bir gerçektir ki ; Din konusunda hakemlik yapan ve hüküm vermekte kullanılacak olan kaynağın "La raybe fihi" (Şüphe olmayan) vasfına sahip bir konumda olması gerekmektedir. Bu vasfa sahip olarak birden fazla kitabı ortaya koyduğunuzda çıkacak durumun "Kaos" olacaktır. 

"La raybe fihi" olan Kur'ana karşı , aynı vasfa sahip başka kitaplar ortay koyduğunuz zaman , "Bu kitaplardaki birbiri ile uyuşmayan bilgilerin doğruluğu hangi kaynağa göre belirlenecektir ?" sorusu gündeme gelmektedir. Bu sorunun cevabını, "Ehli Hadis" düşüncesine mensup olanlar "Buhari ve Müslime göre" şeklinde cevaplamaktadırlar. 

Bilindiği üzere, bu kitaplarda Kur'an ile uyuşmayan bir çok bilgi ve haber bulunmakta olup , bütün kavga, bu bilgi ve haberlerin yanlışlığının ortaya çıkarak , Buhari ve Müslim adlı kitapların "Dinde belirleyicilik" vasfının ortadan kalkarak , rivayetler üzerine kurulu din anlayışının yıkılma korkusudur.

Hem "Kur'anın Allah (c.c) nin kitabı olduğuna iman ediyorum" diyeceksiniz , hem de bu kitaba karşı nazire kitaplar getireceksiniz , yapılan bu ameliyenin adı Nisa s. 65. ayetinde beyan edilen kişiler ile aynı kategoriye düşmenin adından başka bir şey değildir.

Nisa s. 65. ayetinde beyan edilen "Münafık" karakterindeki insanların yapmış olduğu , Muhammed (a.s) ın , Allah (c.c) nin kitabı ile yapmış olduğu hakemliği , ve onunla verdiği hükmü kabul etmeyerek , işlerine gelen başka kaynak ile hakemlik yapılması ve hüküm verilmesi idi. Bugün Allah (c.c) nin kitabı ile değil de başka kitaplar ile hüküm verilmesini isteyenlerin adı "Münafık" tan başka bir şey olabilir mi ?.

Sahih olup olmadığı, kişilerin belirlediği kriterler dahilinde şekillenen hadislerin toplandığı , Resulün hakem olmasının bugünkü karşılığı olduğu iddia edilen rivayet kitaplarına giydirilen "La raybe fihi" (Asla şüphe olmayan) kılıfı , sadece ve sadece Kur'an için geçerli olup , onun dışında hangi kitaba böyle bir kılıf giydirilmeye çalışılsın , o kitap Kur'ana denk bir kitap haline getirilerek , "Kulların Kitabı" ile "Allah'ın Kitabı"nın aynı seviyeye çekilmesi anlamına gelir.

Buhari , Müslim gibi kitapların "Kul Kitabı" olmaktan çıkarılarak , Kur'an gibi bir kutsiyet yüklenmesi sonucunda "Eleştirilemez ve sorgulanamaz bir kitap" statüsüne tabi tutulduktan sonra , Muhammed (a.s) ın vefatı ile boşalan yerin, bu kitaplar tarafından doldurulduğu iddiaları daha kolay bir şekilde kabul ettirilmiştir.

Nisa s. 65. ayetinin içindeki "seni hakem ta'yin edip  sonra haklarında verdiği hükümden" cümlesinin ne anlama geldiği noktasında oluşacak olan doğru bir anlayış , Buhari ve Müslim gibi kitapları Kur'an ile denk tutma şirk'ini de ortadan kalkmasına zemin hazırlayacaktır.

Ayet içindeki "HAKEM" ve "HÜKÜM" kelimelerinin Muhammed (a.s) ın hayatında nasıl bir uygulama alanına sahip olması gerektiğini ona Kur'an öğretmektedir.

[006.114]  «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir HAKEM mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Enam suresi 114. ayetinden anlaşılacağı üzere , Nisa s. 65. ayetindeki "Resulün hakem olması", onun kendisinin değil KUR'ANIN HAKEM OLMASI anlamına gelmektedir. Çünkü "Resul" görevini yüklenmiş olan kişi , insanların aralarındaki olan ihtilafları kendisini gönderenin verdiği karar doğrultusunda çözmeye çalışmak ile görevlidir.


[004.105]  Doğrusu, insanlar arasında ALLAH'IN SANA GÖSTERDİĞİ GİBİ HÜKMEDESİN diye Kitap'ı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.

[042.010] Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde HÜKÜM VERMEK, ALLAH'A MAHSUSTUR. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim.

 [005.049]  O halde, ALLAH'IN İNDİRDİĞİ KİTAP İLE ARALARINDA HÜKMET, Allah'ın sana indirdiği Kuran'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.

Verdiğimiz ayet meallerinde ki altını çizdiğimiz cümlelere dikkat edecek olursak , Muhammed (a.s), insanlar arasında kendisine indirilen ile HÜKMEDEREK , HAKEMLİK yapmaktadır.


Nisa s. 65. ayetinden, insanlar arasında HAKEM olup , onların aralarında HÜKÜM verirken , başvurduğu şeyin, ALLAH (C.C) NİN KİTABI OLAN KUR'AN OLDUĞU AÇIK VE NET BİR BİÇİMDE ANLAŞILMAKTADIR. 

Muhammed (a.s) ın hayatta iken yapmış olduğu hakemlik ve hüküm vermekte, Allah (c.c) nin kitabını kullanmış olması gerçeğini göz ardı ederek ,bugün bu hakemliğin yerini "Buhari ve Müslim" gibi kitapların alması gerektiğini iddia edenler , Bu kitaplara iman etmenin Allah (c.c) nin emri olduğunu söyleyerek insanlar üzerinde, yalan ve iftira üzerine kurulmuş bir din algısını yaymaya çalışmaktadırlar . Bu düşünce , Allah'a atılmış büyük bir iftira olup , iddia sahiplerini ve bu iddialara inananları KÜFÜR ve ŞİRK batağına sokmaktadır.

Muhammed (a.s) hayatta iken "Resul" vasfını taşıyan bir kimse olarak , insanlar arasında din ile ilgili meselelerde kendi insiyatifini kullanarak hakemlik yapıp hüküm veren biri olmamıştır. Böyle olduğunu iddia etmek , Allah'a ve ona atılmış büyük bir yalan ve iftira olacaktır. 

Hal böyle iken ; Hayatta iken din ile ilgili meselelerde Allah (c.c) nin kitabı ile hüküm veren bir elçinin , vefatından sonra neden aynı kitap ile hakemlik yapılıp , hüküm verilmesinde bir sakınca görülerek , Kur'anın yerini Buhari ve Müslim'in aldığı gibi bir iddia da bulunulmaktadır?. 

Muhammed (a.s) ın hakemlik ve hüküm vermede kullandığı Allah (c.c) nin kitabının yerini ne oldu da bugün Buhari ve Müslim gibi rivayet kitaplarının alması gerektiği düşüncesi oluştu?.


Bu düşüncenin oluşmasına en büyük sebep , Muhammed (a.s) ın dindeki konumunun, aynı Allah (c.c) gibi eşit durumda olduğu düşüncesidir. Bilindiği üzere, onun söylediği rivayet edilen sözler, "Gayri Metluv Vahiy" adlı bir kategoriye dahil edilerek Kur'an ile aynileştirilmiştir. Hadis literatüründe , "Erike Hadisi" olarak bilinen bir uydurma rivayet ile , kendisine Kur'an ile bir misli daha verildiği söyletilerek , hadislerin aynı Kur'an gibi kendisine indirilmiş olduğu iddiasının pekiştirilmeye çalışılmakta olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. 

Kur'anın eksik olduğu , ve bu eksikliği hadislerin doldurduğu iddiası , bu kitapların dinde belirleyici olması gerektiği düşüncesine sahip olanların iddialarından bir tanesidir. Muhammed (a.s) ın dinde eksikliği giderici bir konuma sahip olduğunu iddia edenlerin bu iddiaları , haşa Allah (c.c) nin "Kemale erdirdim" dediği dinine karşı , "Hayır eksik bıraktın" şeklinde bir itiraz getirilerek , ona karşı yalan ve iftira atmak anlamına gelmektedir. 


Buhari ve Müslim gibi kitapların dinde hakem olması düşüncesi , bu iddian sahiplerinin akidesinde derin yaralar açan bir düşüncedir. Kur'anın beşer mahsulü olan kitaplara denk tutulması demek , beşer mahsulü kitaplara ilahi bir anlam yüklemek , bu kitapların sahiplerini de ilahlaştırmak anlamına gelmektedir. 

Buhari ve Müslim gibi kitaplar , dinde belirleyicilik gibi bir vasfa asla sahip olamazlar. Bu kitapların İslam düşüncesi içinde olması gereken yer Kur'anın önünde değil , geçmiş yaşantılardan örnekler olarak okunabilecek bir siyer kitapları mesabesinde olmalıdır. 

Sonuç olarak ; "Resul" sıfatına sahip birisi olarak , insanlar arasında Allah (c.c) nin ona indirdiği ile hakemlik yapmak ve hüküm vermekle yükümlü olan elçinin vefatından sonra ortaya atılan yanlış mülahazalar sonucunda , artık bu hakemlik ve hüküm verme görevi , ona isnat edilen sözlerin yer aldığı rivayet kitaplarına düştüğü dile getirilir olmuştur.

Yaşadığı hayat içinde kendisine indirilen "La raybe fihi" (Şüphe olmayan) kitap ile hakemlik yapan ,ve onunlar hüküm veren bir bir elçi olan Muhammed (a.s) ın bıraktığı tek sahih kaynak olan Kur'ana denk olarak getirilmeye çalışılan kulların kitapları üzerine "Şüphe olmayan kitap" kılıfı giydirilerek , korunmuş olduğunu iddia etmek "Küfür" ve "Şirk" ten başka bir şey değildir. 

Yavuz hırsız olan bu kitapların müdafilerinin , kendi görüşlerine uymayanları aynı yafta ile suçlamalarına karşı , asıl küfür ve şirk suçunu bu kitapları Allah (c.c) nin kitabına denk tutmakla kendileri işlemektedirler.

RABBİMİZ BİZLERİ , DİNDE HAKEM VE HÜKÜM KAYNAĞI OLARAK KULLARININ KİTAPLARINI DEĞİL , KENDİ KİTABINI SAVUNAN KULLARINDAN KILSIN.

19 Ocak 2016 Salı

ARAF s. 46. Ayeti : Araf Üzerindeki Adamlar Kim ?

Kur'anın herhangi bir konu ile ilgili bilgi verirken kullandığı metotlardan birisi, olayı görsel bir hale sokarak anlatmasıdır. Bizler bu yol ile anlatılan ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışarak , hisse almaya yönelik okumalar gerçekleştirmek gereğini çoğu zaman unutarak , yapılan anlatımın içinde kalan bir okuma yaparak , verilmek istenilen mesajı çoğu zaman ıskalayabiliyoruz.

Yazımıza başlık olarak aldığımız ayetin , böyle bir okumaya tabi tutularak verilmek istenilen mesajı okumaya yönelik olmaktan çok , o ayet içinde bahsedilen kişilerin kim olduklarına dair yapılan tartışmaların yoğunlaştığı bir okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Biz bu ayeti, "Bize dönük nasıl bir mesaj içermektedir?" sorusunun cevabına yönelik bir okuma yapmaya çalışacağız.

Konumuz olan ayetin , Araf s. 35. ve 53. ayetler arasındaki bir bağlam dahilinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

[007.035]  Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak resuller gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036]  Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.

Bu ayette , Allah (c.c) bizlere bütün elçileri ile yaptığı ortak bir çağrıyı hatırlatmaktadır , ne var ki bu ayet farklı bir bakış açısı üzerinden okunarak , resullerin devam edip etmediği noktasındaki tartışmalara kurban edilmeye çalışılmaktadır. Konumuz resullüğün devam edip etmemesi olmadığı için bu konuya burada değinmeyeceğiz. 

[007.037]  Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince, «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler.

Allah (c.c) , Ademoğullarına göndermiş olduğu elçilerini ve onlarla birlikte göndermiş olduğu ayetleri inkara dayalı bir hayat sürenleri "Zalim" olarak niteleyerek , bunların akıbetlerinin "Kitap" ta yani "Levhi Mahfuz" olarak ta bildiğimiz Allah (c.c) nin ilminde belirlenmiş olduğunu , ve bu belirlenen hükme göre onlara yer ayrılacağını beyan etmektedir. Zalimlerin can vermeleri anında artık elleri kolları bağlanır bir hale düşerek ölüme teslim oldukları yine görsel bir anlatım tarzı ile anlatılmaktadır.

[007.038]  (Allah onlara) «Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!» dedi. Cehenneme giren her ümmet kendi  kardeşine lanet etti. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında dediler ki: «Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver». Allah dedi ki: «Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz».
[007.039]  Öncekiler sonrakilere, «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın» derler.

Cehennem ehlinin birbirlerini yemelerini tasvir eden bu ayetlerin benzerlerini, başka surelerde de görmekteyiz.

[007.040]  Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız.
[007.041]Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.

"Gök kapılarının açılmaması", inkar edenlerin Allah (c.c) tarafından bir rahmete erişemeyeceklerini ifade eden bir deyimdir. Deve veya halat'ın iğne deliğinden geçmesinin imkansız olduğundan hareketle , bu kişilerin cennete girebilmeleri , deve veya halat eğer iğne deliğinden geçerse onlar da o zaman cennete girebilir denilmektedir , yani bizdeki deyimler ile örnekleyecek olursak , "Kırmızı kar yağarsa" veya "Çıkmaz ayın son çarşambası" gibi.

[007.042]  İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar - ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.
[007.043]  Onların içlerinde kin namına ne varsa hepsini söküp atmışızdır, altlarından ırmaklar akar. Onlar: «Hamdolsun bizi buna eriştiren Allah'a. O, bize doğru yolu göstermeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamız mümkün değildi. Gerçekten Rabbimizin resulleri bize gerçeği getirdiler!» demektedirler. Onlara: «İşte bu gördüğünüz, yaptığınız iyi işler karşılığında mirasçısı olduğunuz cennettir.» diye seslenilmektedir.

35. ayete dönecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikatı kabul eden bir hayat sürenlerin , ahiretteki karşılıklarının ebedi cennetler olduğu bildirilmektedir. 35. ve 43.ayetler arasını özetleyecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikate uygun bir hayat sürmeyenler ile sürenlerin alacakları karşılıklar bu ayetlerde bildirilmektedir.

[007.044] Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
[007.045]  Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.

Ayetleri ilk okuyuşta , Cennet ve Cehennem ehlinin birbirleri ile olan konuşmalarının nasıl gerçekleştiği düşünülebilir. Ayetler , sanki iki komşunun birbiri ile olan konuşması gibi bir çağrışım yapmaktadır. Biz konuşmanın nasıllığına değil , o konuşmanın içeriğine odaklanan bir bakış açısı ile ayetlere baktığımızda , bu konuşmanın nasıl gerçekleştiği sorusu önemini kaybedecektir. 

Bizler bu konuşmalardan , Allah (c.c) nin elçiler ve kitaplar aracılığı ile bize olan dünya hayatımızda yaptıklarımızın karşılığının Cennet veya Cehennem olarak karşılık görecek olmamız vaadinin, her iki taraf ehlinin konuşturulması üzerinden gerçek olduğunun beyan edilerek , daha hayatta olan bizler ,yani Cennet veya Cehennem adayları için , bu vaadin yalan olmadığı gösterilmektedir.

[007.046]  İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: «Selâm size!» diye seslenirler.
[007.047] Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: «Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber bulundurma» derler.

Yazımızın ana konusunu teşkil eden bu ayette Cennet ve  Cehennem ehlinin arasındaki engel üzerinde bir takım adamlardan bahsedilerek , bunların daha cennete giremeyen fakat oraya girmeyi uman insanlar olduğu ve bunların cennet ehline seslendiklerini görmekteyiz. 

Tefsirlere baktığımızda , bu adamların kim olduklarına dair uzunca malumatların olduğunu görmekteyiz. Bu malumatların hepsinin ortak yönünün , anlatım içinde kalarak ayeti anlamaya yönelik yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu yorumlara sebep olan bakış açısından farklı bir bakış açısı sergileyerek , bu adamların kim olduklarından ziyade sözlerini dikkate alan bir okumaya yapmaya çalışacağız. Kim oldukları üzerinde yorum yapmak gerekirse , bu yorumumuz da bizi ilgilendiren bir bakış açısı olacaktır.

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki ; Kur'anın gaybi alem ve varlıklar için kullandığı dil "Teşbihi Dil" yani benzetme dilidir. Gaybi alana dahil olan bilgiler, bizim zihni kapasitemizin algılayamayacağı bir konuma sahip olduğu için , bu bilgiler bizim yaşadığımız hayat içinde sahip olduğumuz bilgilere benzetilerek anlatılır. Bu ayet ile ilgili anlatımın, benzetme kullanılarak yapılmış bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu benzetmeyi daha iyi anlamak için önce , konumuz olan ayetler ile bağlantısı olduğunu düşündüğümüz Hadid s. 12. ve 15. ayetler arasını okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

[057.012]  O gün mümin erkeklerle, mümin kadınları önlerinden ve sağ taraflarından nurları koşarken göreceksin: «Bu gün müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İçlerinde ebedi olarak kalacaksınız.» (denir). İşte büyük kurtuluş budur!
[057.013]  Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
[057.014]  Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler de) derler ki: Evet ama, siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı!
[057.015]  Bugün sizden ve inkar edenlerden fidye kabul edilmez; varacağınız yer ateştir, layığınız orasıdır; ne kötü bir dönüştür!

Yukarıdaki ayetlere baktığımızda Cennet ve Cehennem için , nuzül dönemi insanının bilgileri dahilinde olan "Kale" şeklinde bir benzetme kullanıldığını görmekteyiz. İman edenlerin ebedi kalacakları yerin adı olan "Cennet" , "Kale" olarak bilinen , ve duvarlar ile çevrilerek dışarıdan gelecek olan herhangi bir tehlike için sığınılacak bir yer ve insanların rağbet ettiği korunaklı bir mekan olarak dünyada bilinen bir yapıya benzetilmiştir.

"Cehennem" ise , bu kalenin dışarısı için kullanılmış olup , kalenin dışında kalmanın , her türlü tehlikeye açık bir durum teşkil etmesi açısından , insanların rağbet etmeyeceği bir alan olarak bilinmesinden yola çıkılarak , kimsenin kalmak istemediği bu alana benzetilmiştir.

"Araf" kelimesi anlam olarak , yüksek mekanlara verilen isim olan "Urf" kelimesinin çoğuludur. 


Bu yüksek mekanı, kalenin düşmanları gözlemek için yapılmış olan yüksek kısımları ile ilişkilendirdiğimiz zaman , Araf s. 46. ayetinde anlatılan konu biraz daha aydınlanacaktır. Bu adamlar yüksek bir yerde olup kalenin içindekileri yani "Cennet Ehli" ni , kalenin dışında kalanları yani  "Cehennem Ehli" ni görmektedirler. Bize burada lazım olan taraf, bu adamların konuşmalarından çıkarılacak olan bize düşen hisse olmalıdır. 

[007.048]  A'raf ehli yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle derler: «NE TOPLULUĞUNUZ , NE DE BÜYÜKLÜK TASLAMANIZ, size hiç bir yarar sağlamadı».

Araf ehlinin , kalenin dışında yani Cehennemde kalanlara söyledikleri söz dikkat çekicidir. Bu sözlerin bir benzerini yine Kur'anın diğer ayetlerinde görmekteyiz.Kendilerine verilmiş olan servet ve çokluk ile övünerek Allah'a isyan etmenin bedelinin Cehennem olacağını vaat eden ayetlerde, bu tiplerin akıbeti hatırlatılmaktadır.


[003.010]  İnkar edenlerin malları ve çocukları, Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
[003.116]  İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler.
[058.017]  Malları ve çocukları, onlara, Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
[060.003]  Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah işlediklerinizi görendir.
[063.009] Ey inananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.

Bu ve benzeri bir çok ayet , inkar edenlerin yapmış olduklarına karşılık onlara cehennemi vaat etmektedir. Araf ehlinin sözleri işte bu vaadin gerçek olduğunun bir ifadesi ve inkarcıların inkarlarının sonucu olarak aldıkları karşılığı göstermektedir.

[007.049]  Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?»  «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .

İnkar edenlerdeki gurur ve kibir onlarda, iman etmiş olanlara karşı aşağılamayı beraberinde getirmekteydi. 

[006.052-53] Sabah akşam, Rabblerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.Böylece, «Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?» demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah şükredenleri iyi bilen değil midir?
[038.008]  «Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?» (dediler).Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.
[011.027]  Kavminden, ileri gelen inkarcılar: «Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz» dedi.

Araf ehlinin bu hitabı , dünya hayatında iman edenlere karşı aşağılayıcı bir tavır takınarak onları hor ve hakir görenlerin görecekleri karşılığı bizlere göstermektedir. Aynı ayet içindeki "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" ifadesinin , Araf ehli tarafından, cennet ehline söylendiği yönünde görüşler olup, bazı meallerin bu görüşler doğrultusunda  parantezler açılarak yapıldığını görmekteyiz. Bu görüşe katılmadığımızı baştan söyleyerek gerekçemizi şu şekilde ifade etmeye çalışalım ; 

Araf ehlinin bahsettiği kişiler zaten cennete girmiş olup ,"Cennet ehli" olarak nitelenmektedir. Bunlara yeniden "Girin cennete" demenin pek mantığı yoktur. O zaman bu hitap cennete henüz girmemiş olanlara yapılan bir hitap olmalıdır. 46. ayete geri dönecek olursak , o ayette "Araf ehli" olarak bahsedilenlerin henüz cennete girmediğini fakat umduğunu görmekteyiz. 49. ayette hazfedilmiş bir ibare olup , bu ibare araf ehline yapılmış bir hitaptır. Yani "Girin cennete" ifadesi araf ehline hitaben yapılmış , fakat bu hitabın onlara yapılmış olduğunu haber veren ibare hazf edilmiştir. Bu ayete takdir edilecek olan ibare "Araf ehline şöyle seslenilir" şeklinde olmalıdır.

[007.049]  Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?»  (Araf ehline şöyle seslenilir) «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .

[007.050] Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler.

Bu ayet sanki cennet ve cehennem ehlinin birbirleri ile komşu oldukları gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Ancak diğer ayetlerdeki cennet ve cehennem ehlinin yediklerinden bahsedilmesini dikkate aldığımızda , cehennem ehline yiyecek olarak verilenlerin ne kadar iğrenç oldukları , cennet ehline verilen yiyeceklerin ne kadar güzel ve tatlı oldukları görüldüğünde , onların bu istekleri anlaşılacaktır.

[056.051-55]Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;Sonra onun üzerine kaynar sudan içicilersiniz. Artık kendisine bir hastalık arız olmuş devenin içişi gibi içicilersiniz.
[038.056]  Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır! İşte kaynar su ve irin; tatsınlar onu.

[056.016-21]  Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır. Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır, Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. Beğendikleri meyvalar,Canlarının çektiği kuş etleri,

Araf s. 50. ayetini , aynı surenin 32. ayetinin sonuç ayeti olarak nitelemek mümkündür. 

[007.032]  De ki: «Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?» De ki: «Onlar, KIYAMET GÜNÜNDE SADECE KENDİLERİNE HAS OLMAK ÜZERE, dünya hayatında iman edenler içindir.» İşte bu şekilde ayetleri, ilim sahibi olanlar için ayrıntılarıyla açıklıyoruz.

32. ayette , Allah (c.c) nin kulları için yarattığı temiz rızıkların , kıyamet gününde sadece iman edenlere verileceği , bunun tersi olarak iman etmeyenlere ise bu temiz rızıkların onlara haram edileceği 50. ayette , cehennem ehlinin yalvarmalarından öğrenilmektedir.

Dünya hayatında iken hor ve hakir gördükleri insanlardan bir yudum su dilenmek , bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisidir. Dünya hayatını yaşarken ellerinde her türlü serveti tutanların , etrafında dönün hizmetçiler onlara su götürebilmek için yarışırken , kıyamet gününde bir bardak suya muhtaç kalmak gurur ve kibrin, kişileri ne hale düşürdüğünü anlatması bakımından ibretli bir görüntüdür.

[007.051]  O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.

51. ayet onların bu hale düşmelerine neden olan durumu ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dinini ciddiye almayarak, onu alay konusu edinenlerin kıyamet günü düşecekleri zavallı durum böyle haber verilmektedir. Allah (c.c) nin unutması gibi bir eksiklik mümkün olmadığına göre, burada bahsedilen unutma ifadesi , kafirlerin Allah'ın rahmetinden uzak bir hayat yaşamasını ifade etmektedir.

[007.052] Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.

Halbuki onlara yol gösterici ve rahmet olan kitaplar elçiler aracılığı ile gelmiş idi , fakat onlar bu kitaplara iman ederek , hayatlarını bu kitapların çerçevesinde yönlendirmeyi tercih etmeyip , başka kitaplar çerçevesinde hayatlarını yönlendirerek bu karşılığa hak kazandılar . Kitabın ilim üzere açıklanması , bu kelimenin zıddı olan cehalet kelimesini düşündüğümüzde anlaşılacaktır. Allah (c.c) nin kitap içinde bizlere beyan ettiği bilgilerin tamamı , insanın fıtri yapısına uygun olup , bunların hayata geçirilmesi neticesinde kişilerin dünya ve ahiret hayatları kurtulacaktır.


[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

Şimdiye kadar inkarcıların kıyamet günü düşecekleri durumu haber veren ayetler , geri dönüş yaparak dünya hayatını yaşayan inkarcılara dönmekte ve iman etmek için illaki vaat edilen haberin gerçekleşmesini beklememelerini haber vermektedir. Çünkü vaat edilen gün geldiği zaman yapılan iman artık fayda etmeyecektir.

"Müşriklerin sünneti" olarak ifade edebileceğimiz , son anda iman etmek durumu kişiden kabul edilmeyen bir imandır. Firavunun boğulacağı anda yapmış olduğu iman , kendisinden kabul edilmeyerek , kafir olarak can vermiştir. Yine bir çok ayet , müşriklerin helak anında imana döndüğünü beyan ederek , bu imanın bir faydası olmadığı , yol yakın iken dönmenin daha karlı olduğu bildirilmektedir.

[021.012-14] Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! Vay bizlere: bizler cidden zalimler idik dediler
[040.084-85]Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.» Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kullarına olan cennet ve cehennem vaadinin hak olduğu , kıyamet gününden sahneler ile bizlere anlatılmakta, bu anlatımlar yapılırken teşbihi anlatım üslubu kullanılarak , insanların dünya hayatlarında sahip olduğu bilgiler kullanılmaktadır. 

Tarihte kullanılan , "Kale" adındaki yapılar insanlara güvenli bir hayat sunması bakımından, geçmiştekilerin sıkça kullandıkları yapılardır. İşte bu yapılar üzerinden  bir benzetme yapılarak , cennet adlı mekan kalenin içi , cehennem adlı mekan ise kalenin dışı, olarak tasvir edilmektedir. Kale teşbihine uygun olarak kalelerin en yüksek yerlerinde her iki tarafı gören insanların dilinden , biz dünyada yaşayan ve halen cennet veya cehenneme aday olan insanlara canlı örnekler sunulmaktadır.

Bizler çoğunlukla bu tür teşbihi anlatımlardaki mesajlara değil , anlatımlardaki aktörlere takılı kalmış bir okuma üzerinde gittiğimiz için maalesef çoğu zaman özü kaçıran yorumlarla vakit geçirmekteyiz. Araf ehlini kıyamet gününden şu ana taşıyarak, onlar üzerinden bize verilmek istenilen mesajı okumakta mümkündür.

"Araf ehli bir bakıma dünya hayatında olan , kitap ve elçi ile tanışmış olan herkestir" , diye bir tarif getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Çünkü bizler kitap ile muhatap olmuş insanlar olarak cenneti ve cehennemi gören ve onlardan birisine gitmeye aday bir duruma sahibiz. Aklı selim sahibi herkes , kendisine gösterilen biri iyi olan , diğeri kötü olan seçeneklerin , kötü olanını asla seçmez.  Araf ehli olarak bahsedilen kişilerin kendileri için iyi olanı seçen aklı selim sahibi kişilere örnek olarak okumak ta mümkündür.   

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Aralık 2015 Salı

Haşr s. 7. Ayeti : Resul'un Verdiğini Almak Nehyettiğinden Sakınmak

Kur'an okumalarında yapılan en önemli hatalardan birisinin , ihdas edilmiş olan bir takım fikir ve düşüncelere bu kitap içinden delil bulmak maksadı ile yapılan okumalar olduğunu, bundan önceki bir çok yazımızda belirtmeye çalışarak bu yanlışları ortaya koymaya çalışmıştık. Bu yazımızda aynı yanlışa kurban gittiğini düşündüğümüz Haşr. 7. ayetinin üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin nasıl bir zemin üzerine oturtulması gerektiği konusu, yüz yıllardır biz Müslümanlar arasında ihtilaf edilen konulardan birisi olarak hala yerini korumaktadır. Ehli hadis düşüncesinin hakim olduğu Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat , Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi din konusunda hükümler vaaz edebilme yetkisine sahip olduğu , onun yasaklarının ve emirlerinin tıpkı Allah (c.c) nin emir ve yasağı gibi kabul edilmesi gerektiğidir. 

Bu düşüncenin oturtulması için gerekli zemin, bazı Kur'an ayetlerinin bu düşüncenin delili olarak sayılması şeklinde okunarak hazırlanmaya çalışılmış , bu çerçevede Haşr s. 7. ayeti içinden sadece bir cümle alınarak , "İşte bak delil" diye sunulduğu , konu ile ilgili olanların malumudur.

[059.007]  Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.

Muhammed (a.s) ın haram-helal koyma yetkisinin olduğunu iddia edenlerin dayandığı ayet bu olup sadece ayet içindeki "Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının." cümlesi alınarak konu ile alakalı bir delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır. 

Haşr s. 7. ayetinin , aynı surenin 2. ayetinden başlanarak 10. ayetine kadar giden bir bağlam dahilinde okunarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bağlam gözetilmeden sadece tek bir ayet içindeki cümle alınarak , delil olarak sunulması ilgili konuda yapılan ön yargılı bir okumanın örneğinden başka bir şey olamaz. 

Surenin 2. ayetinden başlayarak okuduğumuzda konu kendiliğinden aydınlanacaktır. 

[059.002]  Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003]  Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada başka şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş azabı vardır.
[059.004]  Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.005]  Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
[059.006] Onlardan Allah'ın resulune verdiği «fey'e» gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.
[059.007]  Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
[059.008]  Yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lutuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte bunlar, sadıkların kendileridir.
[059.009]  Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar; kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkarlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.
[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Ayetleri bu bağlam içinde okuduğumuzda , Müslümanların , Ehli kitaba mensup bir gurubu yurtlarından çıkararak , onlardan ele geçen ganimet mallarının kimlere dağıtılacağı konusundaki , Allah (c.c) nin dağıtım emrini görmekteyiz.

Ganimet paylaşımında, Mekke den sadece Allah (c.c) nin rızasını isteyerek, Medine ye hicret etmiş olanlara öncelik tanınması gerektiği, 7. ayet sonrasındaki ayetlerde göze çarpmakta olup , bu paylaşım konusunda Medineli Müslümanların örnek bir özveride bulunduklarını görmekteyiz. 

Mekke den her şeylerini geride bırakarak hicret ederek, ihtiyaç sahibi durumuna düşen muhacirler , bu galibiyet sonrası alınan ganimetlerden kendilerine öncelik tanınarak , Medineli Müslümanlardan biraz daha fazla pay almak sureti ile ekonomik olarak nefes alır duruma gelmişlerdir. 

[003.014]  Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

İnsanın mala olan düşkünlüğünün fıtri bir durum olduğu herkesin malumudur. Müslüman bile olsa , hak ettiğini düşündüğü bir malın başka birine verilmesi , kişiyi rahatsız edebilir. İşte bu durumu dikkate alarak 7. ayeti okumaya çalıştığımızda , Resulun yapacağı bu dağıtıma kimsenin itiraz etmemesi , ve onun yaptığı ganimet dağıtımının Allah (c.c) nin rızası dahilinde olduğu hatırlatılmaktadır. 

Mekkeli muhacirlere öncelik tanıyan ganimet dağılımı, her zaman olması gereken bir durum değil , gerektiğinde baş vurulması gereken bir yöntem olarak evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bizler ayetleri sadece rivayetleri kotarmak , veya Muhammed (a.s) a Allah (c.c) nin verdiği görev ve yetkiden fazlasını vermek için okumaya çalışırsak , Kur'an rahmet ve hidayet olmaktan çıkarak sadece noter haline gelmiş bir kitaba dönüşecektir.

Bizler ilgili ayetleri sadece içinden bir cümleyi almadan  ön yargısız , ve bize dönük nasıl bir mesaj taşımakta olduğu düşüncesi ile okuduğumuz zaman ayetlerden şu mesajı çıkarabiliriz ;

Ayetler içinden tek bir kelime alınarak okunması gerekirse o kelime 9. ayet içinde geçen "İsar" kelimesinden başka bir kelime olamaz. Çünkü bu kelime ilgili ayetlerin bel kemiğini oluşturmaktadır. Anlam olarak , "Kendisinin ihtiyacı olduğu halde , kardeşini önceleyerek özveri de bulunmak" anlamına gelen "İsar" kelimesi , bu özverinin Medineli ensar ile , Mekkeli muhacir arasında nasıl hayata yansıtıldığının örnekliğidir. 

Bu ayetler ile ,herhangi bir zaman ve mekanda ilgili ayetlerdeki durum karşımıza çıktığı takdirde , nasıl davranılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. Dün Medineli ve Mekkeli ler arasında oluşan bu kardeşlik duygusunun , gereğinin hayata geçirilmesi , bu gün yine gerekli bir durum iken, maalesef kavmiyet asabiyeti ortaya çıkarak bu yardımlaşma ve özveri gereği gibi yapılamamaktadır.

Dün Medine de hem elçi hem devlet başkanı olarak hayatta olan Muhammed (a.s) ın bu gün hayatta olmayışı, onun şimdi nasıl bir konumda olması gerektiği konusunda bir takım farklı anlayışları ortaya çıkarmıştır. Dün Medine de ganimet dağılımı konusunda ilk ağızdan ve herhangi bir rivayet zinciri olmadan verdiği talimatların uygulanması, onun ağzından çıkan sözlerin emir olarak telakki edilmesini gerektirmesine karşın , durum bugün farklılık arz etmektedir. 

Medine de Allah (c.c) adına konuşan bir elçi var iken , bu gün böyle bir elçinin yerine, onun söylediği rivayet edilen sözler bulunmakta olup , hayatta iken söylediği sözler ile , vefatından sonra onun söylediği rivayet edilen sözleri aynı kefeye koymak doğru bir yaklaşım değildir.

[004.059]  Ey iman edenler; Allah'a itaat edin. Rasule ve sizden olan emir sahiblerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve Rasulüne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.

Her toplulukta olduğu gibi , İslam toplumunda da kurallar üzerine yaşama şartı , yöneten ve yönetilen şeklinde bir tabakanın olmasını gerektirmektedir. Bir toplumdaki bütün insanlar ne sadece yönetici ne de sadece yönetilen olabilir, bir kısmı yönetici olan insanların , diğer bir kısmı yönetilen olarak, yöneticilerin koyduğu kurallara yönetenler de dahil olmak üzere tabi olmak zorundadır, bu zorunluluk toplumun selameti için gerekli bir durumdur.

Nisa s. 59. ayetinin bu durum dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz."Ulul emr" olarak ayette geçen sıfata sahip kişiler, toplumu Allah (c.c) nin emirleri ve yasakları doğrultusunda yönetmek , yönetilenlerin ise bu yönetime uymak zorunluluğu vardır. 

Muhammed (a.s) elçilik görevine ilaveten, emir sahibi olarak yaptığı göreve karşı , sahabenin tutumu bizler için örnek bir tutum olmalıdır. Muhammed (a.s) elçi olarak , Rabbi tarafından kendisine verilen görevi ifa etmesinin yanısıra , yaşadığı zaman içinde o toplumun başında bir emir sahibi olarak görev yapmakta idi. Onun Kur'an harici koymuş olduğu iddia edilen bir takım yasaklamalar , işte bu emir sahibi olmasından kaynaklanan tasarrufların neticesindedir. 

Mekkeli muhacirlerin ihtiyaçları dikkate alınarak , Medineli ensardan daha fazla ganimetten pay almaları emir sahibi olan elçinin emri ile gerçekleşmiş ve bu paylaşıma kimse itiraz edememiştir. Bu gün aynı durum hasıl olduğunda, böyle bir taksimatın yapılması gene gerekecek ve , "Ulul emr" sıfatına sahip bir yönetici tarafından yapılan taksimata asla itiraz edilmemesi gerekecektir. 

Muhammed (a.s) ın hayatta iken yapmış olduğu tasarrufların nasıl değerlendirilmesi gerektiği bu noktada önem arz etmektedir. Örneğin ; Hayber kuşatmasında ehli eşeklerin etinin yenmesini yasaklamış olduğuna dair getirilen rivayetlerin temelinde , ehli eşeklerin askeri nakliye amacıyla kullanılması ve bunların kesilerek yenmesi neticesinde, nakliye sorunları ile karşı karşıya kalınacağı tehlikesine binaen, böyle bir yasaklama getirilmiş olmasına rağmen , bu rivayette ki yasaklama, sanki Kur'anın yasağı imiş gibi algılanarak, ehli eşeklerin yenmesinin, kıyamete kadar sürecek bir haram olduğu zannı ortaya atılmıştır. 

Muhammed (a.s) Kur'an haricinde ve kıyamete kadar Kur'an gibi bağlayıcılığı olan hiç bir hüküm koymamıştır  koymaz da, koymuş olduğunu iddia edenler , Ya Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine , ya Allah (c.c) yi kul düzeyine indirmiştir , bunun 3. bir şıkkı yoktur.

"Resul" olmanın , Allah (c.c) ye denk bir konum olmadığı biz Müslümanlar anlaşılmadığı müddetçe , yüzyıllardır süren bu kavgaların arkası kesilmeyecek , daha da şiddetlenerek devam edecektir. Resul olmak demek,yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşan insan anlamında olup , bu insanlar kendi adlarına herhangi bir söz söyleme yetkisine sahip değillerdir.

Sonuç olarak ; Haşr s. 7. ayeti parçacı bir okumaya kurban edilerek , Muhammed (a.s) ın aynen Kur'an gibi haram-helal koyma yetkisinin olduğu yönünde oluşturulan bir algıya dayanak olarak sunulmuştur. Halbuki bağlam gözetilerek yapılan ön yargısız bir okumada , ganimet dağılımı konusunda Mekkeli muhacirlere tanınan önceliğin, Medineli ensar tarafından nasıl karşılandığı anlatılarak, evrensel bir örneklik olarak bizlere sunulmuş olması maalesef örtülerek farklı bir anlayış çıkarılmıştır. 

Kur'an kimilerinin, ön yargılarını kabul ettirmek için okumaya çalıştığı , ayetlerinin istenildiği yerden kesilerek okunduğu bir kitap olarak kaldığı müddetçe , onun mesajının anlaşılması ve hayata yansıtılması gibi bir durumun hasıl olması asla mümkün olmayacaktır. 

                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Kasım 2015 Perşembe

Bakara s. 214 Ayeti :Allah'ın Yardımı ve Cennet Nasıl Hak Edilir ?

Cennet , Allah (c.c) nin dünya hayatında iman edip salih amel işleyenlere ahirette vereceğini vaad ettiği bir karşılık olup , cenneti hak etmenin yolunu , kitabında bir çok ayet içinde beyan etmektedir. Gelgelelim kitap harici ortaya atılan bilgiler , cennete gitmenin yolunu Kur'an ın beyan ettiği şartlar haricine bağlayıp , bu şartları yerine getirenlerin cenneti hak edeceğini söyleyerek insanları aldatmaktadırlar. Bu yazımızda her Müslümanın hayali olan cennet'in, bu kadar ucuz olup olmadığını , aramızdaki ihtilaflarda tek hüküm kaynağı olan Kur'ana bakarak okumak istiyoruz.

[002.214] Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.

Cennet yolunun kimlere ve nasıl açılacağı beyan eden sadece bu ayet olmayıp ,Kur'an geneline yayılmış bir çok ayet , dünya hayatında nasıl bir yaşam karşılığında bu cennetin hak edileceğini beyan etmektedir. 

[003.142] Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
[009.016] Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
[029.002-3] And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.

Bu konudaki ayetlerin geneline baktığımızda , cennet halkından olmak için gerekli olan ameller, iman ve salih amel çerçevesinde özetlenen bir hayat sürmekten geçmektedir. Kur'an , iman ve salih amel ile ifade edilen yaşamın nasıl olmasını gerektiğini bir çok yerde beyan etmiş , ayrıca bu yaşamı canlı bir şekilde hayatlarına geçiren elçiler ve onunla birlikte olan iman edenlerin hayatlarını kıssa olarak anlatarak canlı modelleri bizlere sunmuştur.

Ancak delillerini Kur'ana dayamayan kitaplara baktığımızda , iman'ın tarifi sadece "dil ile ikrar kalb ile tasdik" kuralına bağlanarak, amel bu kuralın dışında bırakılmıştır. Cennet ehli olmak için yapılması gerekenler dil ile tekrarlanan kelimelere bağlanmış , ancak bu kelimenin hayat sahasına geçirilmesi için çalışma şartı gibi bir şart, maalesef konulmamıştır. 

Kur'anda geçen yaşam örneklerine baktığımız zaman , bütün mücadelenin o kelimeyi hayat sahasına indirmek isteyenler ile , indirmek istemeyenler arasında geçtiğini hatırlayacak olursak , hayatın anlamını Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için yapılan bir mücadele içinde olmak şeklinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Bakara s. 214. ayetine baktığımızda , cennet talibi olanların başlarına gelenler hatırlatılarak bu olayları yaşamadığımız müddetçe, bizimde cennete giremeyeceğimiz beyan edilmektedir. 

Peki bu ayette anlatılan olaylar iman edenlerin başlarına neden gelmiştir ? , böyle olaylar hepimizin başına gelmek zorunda mı? , böyle şeyler başımıza gelmeden cennete girmek imkanı yokmu dur ?. 

Bu soruların cevabının verilebilmesi için , insanın yaratılış gayesini ve bu gayenin yolunu tıkamak isteyen unsurları dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

[051.056] Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Zariyat suresindeki bu ayet, insanın yaratılış gayesini anlatmaktadır. Hayatın, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek isteyenler ile, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek istemeyenlerin arasında sürüp giden bir mücadeleden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durumun Kur'anda nasıl anlatıldığını görmek için Bakara s. 213. ayetini okumak gerektiğini düşünüyoruz. 

[002.213] İnsanlar bir tek ümmet oldu. Bunun üzerine, Allah nebileri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla birlikte hak Kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir.

İnsanlar yaratılış gayelerini unutarak , Allah (c.c) dışında tabi olunacak başka merciler bulmaya çalıştığı zaman, arz üzerinde fesat meydana gelmektedir. Allah (c.c) insanlara yaratılış gayelerini hatırlatmaları için nebiler ve onlarla birlikte kitaplar göndererek , insanların bu kitabın belirlediği kurallara uymalarını istemiştir. Ancak bazı insanlar bu kurallara uymayı red ederek , hayatlarını başkalarının belirlediği kurallara göre yönlendirmek istediklerini beyan ederek, elçi ve kitaplara karşı savaş açmıştır. 

İnsanlar, elçiye tabi olanlar ve karşı olanlar olmak üzere 2 guruba ayrıldığında, bu iki gurup arasında çekişmeler kaçınılmaz olarak başlamaktadır. İman ettiğini iddia edenlerin elçi ve kitaplara karşı olanlara nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiği, yaşanmış örneklerle karşımızda durmaktadır.

Bakara s. 213. ayeti mucibince , müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son nebi Muhammed (a.s) da, kendisinden önceki elçilerin başına gelenlerin bir benzeri ile karşılaşmıştır. Allah (c.c) , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara , kendilerinden önceki elçi ve onlara tabi olan mü'minlerin başlarından geçenleri "Kıssa" şeklinde anlatarak , vahye karşı çıkanlar ile nasıl bir mücadele yolu izleneceğini canlı örnekleri ile anlatmıştır.

Bu mücadeleler anlatılırken , Allah (c.c) elçi ve iman edenlere yardım ettiğini ve böyle bir yardımın kendi üzerine borç olduğunu bildirmektedir.

[012.110]  Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.
[030.047]  Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.
[006.034] Andolsun senden önce de peygamberler yalanlandı; onlara yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkları ve eziyete uğratıldıkları şeye sabrettiler. Allah'ın sözlerini (va'dlerini) değiştirebilecek yoktur. Andolsun, gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.

Allah (c.c) kendisinin elçi ve iman edenlere yardım edeceğine dair olan vaadinin gerçekleşmesini belirli kurallara bağlamış ve bu kurallar dün nasıl işlediyse , bu , yarın ta ki kıyamete kadar hiç değişmeden işleyecektir. 

Bakara s. 214. ayetine baktığımızda Allah (c.c) nin yardımının ne zaman geldiği anlatılmaktadır "Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır." cümlesi Allah (c.c) nin yardım yasasının nasıl ve ne zaman işlediğini anlatmaktadır.

Yaşanan hayat içinde , Allah (c.c) nin yasalarının belirleyici olmasını istemeyenler , isteyenlerden sayı ve güç olarak her zaman fazla olmuşlar ve bu güçlerini iman edenleri sindirmek için kullanmışlardır. İman edenler sayı ve güç bakımından az olsalar bile , yılmadan çalışmış gayret etmişler, ve bu gayretlerini güçlerinin son haddine kadar sürdürmüşlerdir. İman edenlerin bu gayretleri Allah (c.c) nin vaadi olan yardım yasalarının işlemesine neden olarak, iman edenler kafirlere galebe çalmışlardır. 

Bu örnekleri çok iyi okuyan Muhammed (a.s) ve ona tabi olan ashabı 23 yıl süren mücadele sonunda çıkarıldıkları şehir olan Mekke ye muzaffer olarak geri dönmüşlerdir. Bu geri dönüşe zemin hazırlayan ayetler, Allah (c.c) nin onlardan öncekilere nasıl ve ne zaman ve hangi şartlar altında kaldıklarında yardım vaadinin nasıl işlediğini çok iyi okuyarak içselleştirdikleri ayetlerdir. 

Bu ayetleri bugün okuduğumuzda bizlere nasıl bir mesaj vermektedir ?   

Hayatın akışı dün nasıl cereyan etmiş ise , bugün de aynen devam etmektedir. Kul olma gereğini Allah (c.c) ye hasretmek isteyenler ile , bu gereği başkalarına hasretmek isteyenler arasındaki mücadele , dün olduğu gibi bu gün , yarın ta ki kıyamete kadar sürecektir. 

Bizler eğer kul olma sorumluluğunu, Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinden yaşanan bir hayat içinde devam ettirenlerin tarafında olmak istiyorsak ki cennete giden kapının anahtarını böyle bir yoldan gitmek açacaktır , o zaman bu yürüyeceğimiz yolun işaret taşları Kur'an içinde bizleri beklemektedir.

Cennet yolu güllük gülistanlık bir yol değildir. Hele rivayet ve hurafelerle bezenmiş , Kur'an ayetlerinin yer bulmadığı kitaplarda anlatıldığı gibi , günde bilmem kaç defa çekilen tesbih , salavat , nafile namaz gibi mekanik ritüelleri yaparak bol hurili bir cennet, ancak rüyamızda göreceğimiz bir cennet olacaktır.

"İman ve salih amel" çerçevesinde olması gereken bir hayatın sadece "iman" kısmını alarak , bu kısmı da sadece dil ile ikrar düzeyinde bırakan bir yaşam , "salih amel" olarak yapılan kısmı sadece tapınaklarda icra edilen dini bir hayat olarak görmenin bizlere cennet kapısını ne kadar açabileceğini hesap günü göreceğiz.

Bizler , "Allah (c.c) nin yardımı" denildiği zaman , aklımıza ilk gelen şey Bedir harbinde Meleklerin elinde kılıç ile inerek müşrik ordusunu hak ile yeksan ettiği şeklindeki düşüncelerdir. Bu anlayış bizleri, Kur'an ile uzaktan yakından alakası olmayan bir yardım anlayışı içine sokarak , Meleklerin hala inerek bizim yerimize savaşmasını beklemekteyiz. 

Allah (c.c) ne Bedir de, ne başka bir savaş meydanında, gökten melekleri indirerek onları savaştırMAmıştır. Bu düşünce, tamamen tefsir kitaplarında Bedir harbi ile ilgili ayetlerin, Sünnetullah yasalarının doğru okunmadan yorumlanması sonucunda yapılan, uydurma yorumlardan başkası değildir. Bu aptalca inancın tezahürü , Çanakkale ve Kıbrıs harbinde de ortaya çıkarak , orada yeşil sarıklı dedelerin veya Meleklerin savaştığına dair masallar hala köy kahvelerinde, veya masallara meraklı tarikat erbabı tarafından anlatılmaktadır. 

Elçi kıssalarına baktığımızda , elçi ve iman edenlere olan yardımın, onların güçlerinin son haddine kadar çalışıp gayret etmeleri sonucunda geldiğini görürüz. Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı bu kıssaları sadece sohbet malzemesi yaparak , deniz yarılıp yarılmadı mı ? şeklinde sabahlara kadar süren tartışmalar yaptıklarını söylemek mümkün değildir.

Muhammed (a.s) ve ashabı Musa (a.s) kıssasını, onun Firavun'a karşı nasıl bir mücadele yöntemi izlediğini öğrenerek , aynı yolu izlemek için okumuş ve o mücadele örneği , onlara yol göstermiştir. 

Bu gün aynı kitabı okuduğunu iddia edenlerin bir kısmı , Musa (a.s) ın kıssasını masal tadında okuyarak hoşça vakit geçirmek , bir kısmı ise kafasına göre bir sünnetullah tarifi ortaya atarak deniz'in yarılmasını te'vil edebilmek için sabahlamaktadır. 

Musa (a.s) kıssasının ,Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunduğunda , bu mücadelenin yıllarca sürdüğünü görürüz . İsrailoğullarının Mısır'ı terketmelerine kadar olan süreç, onların var güçleri ile Firavun ve ordusuna karşı koymaya çalışarak ayakta kaldıklarının bir kanıtıdır. Bu sürecin devamı olan Mısır dan çıkmak için deniz kıyısına varmak, artık yapılacakların son haddine kadar yapıldığı ve insan olarak onların elinden bir şeyin gelemeyeceği bir an dır.

"Nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."

Bu cümlenin tecelli ediş şekli en açık ve net bir biçimde Musa (a.s) kıssasının , deniz yarılması ile ilgili anlatımlarında görülmektedir. Bizler hala bunların olup olmadığı üzerinde vakit geçire duralım , elin oğlu dünya üzerinde her türlü fesadı yaparak mazlumların ensesinde boza pişirmektedir.

Sonuç olarak ; Cennet , her Müslümanın hayalini kurduğu bir yer olup , bu yerin hak edilmesi belirli şartları yerine getirmeye bağlanmıştır. Hurafelerle doldurulmuş sayfaları halka okuyan vaizlerin ağzına düşen cennet'in yolu onlara göre , belirli sayıda yapılan virdler , ne kadar çok nafile namaz o kadar huri , hatim seansları ile hayata geçirilen bir dini yaşantıdan geçmektedir.

Fakat Allah (c.c) cennete gitmenin yolunu , bu kitaplarda yazanın aksi bir şekilde beyan etmektedir. Hayat içinde tek ilah olarak Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için çalışılan bir hayat, cennetin garantisi olarak bizlere beyan edilmektedir. Bu hayat tarzının kolay olmadığı Kur'anın bir çok ayetine yayılmış olan yaşantı örnekleri ile anlaşılmaktadır. 

Allah (c.c) bu zorlukların , kendisi tarafından gelecek olan yardımlarla aşılacağını vaad etmektedir. Ancak bu yardımların nasıl ve ne şekilde yürütülen bir mücadele sonunda geleceği de aynı ayetlerin içinde yer almaktadır. Bizler Müslümanlar olarak , sadece  Allah (c.c) nin yardım edeceği vaadinin olduğu ayetleri okuyup , bu yardımın nasıl geleceğini bildiren ayetleri okumadığımız için , "Armut piş ağzıma düş" tarzı bir hayat yaşayarak , bizim yerimize Allah (c.c) nin savaşmasını beklemekteyiz.

Allah (c.c) nin böyle bir yardım sünneti olmadığını hala bir çoklarımız anlamış değildir. Bizler , Bakara s. 213. ayetinin beyanı gereğinde , aramızdaki ihtilafların kitap rehberliğinde çözüleceği bir hayatın ikamesi için çalışmak ve gayret etmek ,bu uğurda can ve malı esirgememek ile mükellef olduğumuzun önce bilincine varmak zorundayız. 

Bu bilinç içinde olanlar , kendilerinden önce aynı bilince sahip olanların izledikleri yolu izleyerek , bu yolda önlerine çıkan engelleri aşacaklardır. Bu engelleri aşmak mutlaka kolay olmayacaktır. Allah (c.c) nin iman edip salih amel işleyenlere vaad ettiği nimetler dünya hayatında yattığımız yerden kazanılmadığını bilmek her iman iddiasında olan kişi için bilinmesi gereken en önemli bilgi olmalıdır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Bakara s. 125. Ayeti : El Beyt'in (Kabe) İnsanlar İçin Mesabe Kılınması

Allah (c.c) nin bizim için razı olduğu (5.3) , ve ondan başkasının bizden kabul edilmeyeceği (3.85) din'in bir rüknü  olan Hac ibadeti , diğer rükünlerin mekanik ve ruhsuz bir hale getirilmesine paralel olarak, aynı şekilde ruhsuz ve mekanik bir hale getirilmiştir. Tevhidi bir yaşamın, sembollerle ile ifadesi olan bu ibadet , amacından uzak bir şekilde ifa edilerek , tamamen ilmihal bilgileri etrafında oluşturulmuş kuralların ifa edilmesi ile "Hacı bey" veya "Hacı abla" lakabını almaya yönelik bir ibadet haline getirilmiştir. Bu yazımızda , Bakara s. 125. ayeti etrafında bu ibadetin nasıl bir maksadı olduğunu okumaya ve anlamaya çalışacağız. 

Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz. 

"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır

Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).

[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.

Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır. 

"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı  Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır. 

[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16]  Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.

Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.

İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne  anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir. 

Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.

Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.

El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ; 

Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır. 

"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.

Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak  "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
 
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir. 

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.

El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;


[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.

Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma  durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.

Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır. 

Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir. 

Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir. 

Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın  küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.

İbrahim'in makamından salatgah edinmek ; 

Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım. 

 "Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.

Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.

İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir. 

Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.

Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel  haline gelmiştir. 

Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ; 

Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.

"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır. 

Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.

Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.

"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır. 

Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz. 

Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir. 

[022.027-8]  İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.

Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir. 

Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır. 

Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak; 

İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir. 

Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır. 

Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz. 

Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.

El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır. 

Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir. 

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir. 

Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate  alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz. 

Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.