İnsanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2017 Pazartesi

Kendilerinin İnsanlar Üzerine Hafiz ve Vekil Olarak Gönderildiklerini Zanneden Müslümanlar

İnsanlar sahip oldukları dini inançlarının diğer insanlar tarafından da kabul edilmesi isteyerek , bu isteklerini çeşitli yollarla diğer insanlara iletmeye çalışırlar. Olayı biz Müslümanlar bazında değerlendirdiğimizde , sahip olduğumuz İslam inancının diğer insanlar tarafından bilinmesi , tanınması ve kabul edilmesi için yaptığımız ameliyenin adına Tebliğ, İslam adına sahip olduğumuz inancın başkaları tarafından kabul edilmesi için kullanılan yönteme ise Tebliğ Metodu denilmektedir.

Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir. 

Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.

Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar. 

Allah (c.c)  elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.

[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.

[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.

[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.

[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.

[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.

[042.006]  Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.

[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.

İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir  (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir. 

Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.

İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.

Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır. 

Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.

Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.

Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır. 

İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.

Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse ,  öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.

Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.

Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz. 

Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.

Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN  olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır. 

İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir. 

[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.

Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.

Sonuç olarak ; Müslümanlar din adına sahip oldukları görüşlerin başkaları tarafından kabul edilmesini istemek hakkına elbette sahiptir. Ancak bu hakkı onlardan talep ederken onlara karşı kullandıkları dil önemlidir. Müslümanların birbirlerine karşı olan ilişkilerinde öne çıkarmaya çalışmaları gereken dil Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ dili olmalıdır.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır. 

İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.

Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

13 Ocak 2017 Cuma

Zümer s. 49-52. Ayetleri : Varlık İle İmtihan Edilen İnsanlar

Allah (c.c) bir çok ayette , dara düştüğünde kendisine yalvaran , darlıktan kurtulduğunda ise kendisini unutan insan tiplerinden örnekler vererek , böyle bir kul tipi istemediğini beyan etmektedir. İnsanın yaşadığı hayat içindeki her türlü durumunun imtihan olarak değerlendirilerek , bu imtihanı başarılı olarak geçmek için gayreti sarf etmesi gerektiğini hatırlatan Rabbimiz , imtihanı geçemeyen kullarının başlarına gelenleri ve gelecek olanları hatırlatarak , bizlere nankör bir kul olmaktan sakınmayı tavsiye etmektedir.

[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.

Zümer s. 49. ve 52. ayetler arasında , nankör bir insan portresi çizilmekte olup , daha önce yaşamış bu gibi insanların başlarına gelenler gösterilerek , söylediklerinin onlara neye mal olduğu hatırlatılmakta , aynı akıbetin bu yolu izleyen insanların da başlarına geleceği tehdidi yapılmaktadır.

[039.049]  İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, «Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir» der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.

[039.050] Bunu onlardan öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.

[039.051]  Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir.

[039.052] Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve (dilediğine) kısar da. Şüphesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

Zümer s. 49. ayetinde zarara uğradığı zaman Allah'a kendisini bu zarardan kurtarması için dua eden , fakat Allah onu bu zarardan kurtardığında, ona karşı nankörlük eden bir insan tipi görmekteyiz. 50. ayette ise , bu sözlerin öncekiler tarafından da söylenmiş olduğu beyan edilerek , öncekilerden hata yapanların başlarına gelenler haber verilerek , sonraki gelenlerden hata yapanların da aynı akıbete uğrayacakları haber verilmektedir. 

"Bu sözleri acaba kim söylemiştir?" diye düşündüğümüz zaman, bu sorunun cevabını Kasas suresinde bulmaktayız.

Bu insanın zarardan kurtulduğu zaman söylediği , 49. ayetteki "İnnema ütiytuhu ala ılmin"  (Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir) sözünün benzeri , Kasas suresinde anlatılan kıssasında , Karun'un ağzından dökülmektedir. 

[028.078]  Dedi ki: «Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir(İnnema ütiytuhu ala ılmin indi). O bilmedi mi ki, Allah ondan evvelki nesillerden daha kuvvetli ve daha ziyâde cemiyetli kimseleri helâk etmiştir ve mücrimler günahlarından sorulmaz.


Karun, içinde bulunduğu hayatın kendisi için bir imtihan olduğunu ret eden bir hayat tarzı sürmüş , sahip olduğu malın kendisine Allah tarafından verildiğini değil, kendi emek ve bilgisi sayesinde kazandığını iddia etmiş , ve neticede helak edilerek , tüm zamanlarda gelecek mal ve servet sahiplerine , aynı yolu izledikleri takdirde , onların da başlarına gelecek akıbeti gösteren bir kıssanın baş aktörü olarak , tüm zamanlarda anılacak sembol bir isim haline gelmiştir.

"Bundan öncekiler" derken , Karun'un başına gelenler hatırlatılarak , yaşamları Karun gibi olanların , sonlarının da Karun gibi olacağı hatırlatması yapılarak, "Karun gibi olmayın" denilmektedir.

51. ayet , bu gibi insanları "Zalim" olarak nitelemekte , ve bu zalimlerin kazandıklarının karşılıkları olan hazin son dan kurtulamadıkları , başkalarının da aynı yolu izledikleri takdirde onların da hazin son dan asla kurtulamayacakları beyan edilmektedir. 

Yeri gelmişken Zümer s. 51. ayetinin meali üzerinde durmak istiyoruz. Ayetin Arapça metni şu şekildedir ; 

"Fe esabehum seyyiatu ma kesebu vellezine zalemu min heulai seyusibuhum seyyiatü ma kesebu ve ma hum bimucizine"

Bu ayetin bazı meallerde "Bunun için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar." şeklinde yapılmış olduğunu görmekteyiz.

Ayetin son cümlesi olan "Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar" şeklinde yapılan çevirinin , Arapça metindeki karşılığı "Ve ma hum bimucizine" cümlesidir. Fakat ayetin Arapça metni ile meali karşılaştırdığımızda, konu bütünlüğüne dikkat edilmeyen bir anlam verilmiş olduğunu görmekteyiz. Mealdeki  "Allah" kelimesi, Arapça metinde bulunmamasına rağmen , meal içine konularak , Arapça metin ile meal arasında uygunluk olmayan (yanlış olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz)bir anlam verilmiştir.

Bu ayete merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından verilmiş olan , "Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir" şeklindeki mealin, konu bütünlüğüne daha yakın bir anlam olduğunu söyleyebiliriz.

51. ayet , 49. ve 50. ayetlerde, kendisine dokunan zarardan sonra feraha çıkarak nankörleşen "Bu, ancak bende olan ilim sebebiyle bana verilmiştir" sözünü söyleyenlerin, kendilerinden önce aynı sözü söyleyerek, bu yönde amel işleyenlerin düştükleri akıbete düşecekleri beyan edildikten sonra , bu gibi kimselerin başına işlediklerinin sonuçlarının isabet ettiğini haber vermekte , ve ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklerin varlıktan şımarmış mütreflerini tehdit etmektedir.

"Min heulai" (Şunlardan) ibaresi , ilk muhataplar olan Mekkeli müşriklere işaret etmektedir. Ellerindeki mal ve çocuklarına güvenerek , Allah'a ve elçisine kafa tutmaya kalkan Karuncukların , önceki atalarının başlarına gelen ile cezalanacaklarını haber vererek , bu cezanın öncekilerin başına nasıl geldi ise , bunlara da uğrayacağı haber verilmektedir. Yani Karun'un başına gelen son , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işleyişi sonucunda olmasından dolayı , aynı yasalar işleyişini sürdürerek , Mekkeli Karuncuklar için de işleyecektir. 

51. ayetin sonundaki "bimucizine" kelimesi , "Bir şeyden geride arkada olmak , bir nesneyi yapmada eksik gelmek , aciz kalmak , güç yetirememek anlamında olan "Aczün" kelimesinden türemiştir.

Mekkeli müşrikler için söylenen "Seyusibuhum seyyiatu ma kesebu" sözü , kazandıkları kötülüklerin cezasının onlara mutlaka isabet edeceğini beyan etmekte , "Ve ma hum bimucizine" ifadesi ise , bu cezanın onlara isabet etmesinde herhangi bir eksiklik , acizlik , güçsüzlük olmayacağını , değişmez yasanın işleyeceğini beyan etmektedir.

             Sebebin hususi olması , hükmün umumi olmasına engel değildir.

Bu ayetlerin ilk muhatapları Mekkelilerdir. Fakat bu ayetlerin hükmü Mekkeliler ile sınırlı kalmayacaktır. Her insanın başına, yaşadığı hayat içinde bir takım sıkıntılar gelebilir. Sağlığı sıhhati yerinde olan bir kimse sağlığını , işi gücü yerinde olan bir kimse ise, işini gücünü kaybederek muhtaç duruma düşebilir. 

Sıhhatimizi ve işimizi gücümüzü yeniden kazanmak için yaptığımız her türlü sözlü veya fiili amel "Dua" yerine geçecektir. Sıkıntılı zamanlarımızda , bizleri bu sıkıntılardan kurtulmamız için dua ettiğimiz Allah (c.c) ye karşı , bizim sıkıntılarımızı giderdiği andan sonra, eğer tekrar nankörlük yapacak olursak, öncekilerin cezası ile karşılık bulacağımız kaçınılmaz bir gerçektir. 

Hasta bir kimse hastalığından ilaçlar ile gördüğü tedavi sonrasında kurtulur iken , işini gücünü kaybetmiş bir tüccar , işlerinin yeniden açılması ile sıkıntıdan kurtulabilir. İnsanlar sıkıntılardan kurtulduktan sonra sanki hiç sıkıntıya düşmemiş gibi , bir hayat sürdükleri takdirde , imtihanı kaybetmiş olacak ve önceki nankörlerin akıbetine uğrayacaktır.

[017.067]  Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.
[017.068]  Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.
[017.069] Yoksa sizi tekrar denize döndürüp, üzerinize ortalığı yıkan bir fırtına gönderip, inkarlarınızdan ötürü sizi suda boğmasından güvende misiniz? O zaman bize soru soracak bir yardımcı da bulamazsınız.

Yukarıda meallerini verdiğimiz İsra suresi ayetleri , nankör insan tipini canlandırmaktadır.İsra s. 69. ayet özellikle , sıkıntı sonrası nankörlüğe dönenlere bir hatırlatma yaparak , "Yaşadığınız hayat içinde her an yeniden sıkıntılar ile karşı karşıya kalabilirsiniz , bir sıkıntıdan kurtulmuş olmanız , sizin tekrar başka bir sıkıntı içine düşmemeniz anlamına gelmez" şeklinde bir mesaj vermektedir. 

Allah işi bozuk tüccar kuluna gökten para yağdırmak sureti ile yardım etmez. O kuluna ticaret hayatının kuralları gereğince yardım ederek o kulunun işlerinin açılması sureti ile sıkıntılarını giderir. Kul eğer Karun misali "Ben sıkıntılarımı işlerimin açılması ile giderdim" dediği anda Karunlaşmış olacak , ve içinde bulunduğu imtihanı kaybetmiş olacaktır. 

Veya hasta bir kul , sağlığına kavuştuğu anda , "Ben X ilaç sayesinde , veya X doktor sayesinde sağlığımı kazandım" dediği anda o da imtihanı kaybederek Karunlaşmış olacaktır. Allah (c.c) kendisi inerek o kulunu elbette tedavi etmeyecek , ona ilaç veya doktorlar ile tedavi imkanı sunarak , iyileşmesini sağlayacaktır.

52. ayetteki , Allah (c.c) nin rızkı dilediğine yayıp , dilediğine kısması , rızk konusunda hiç bir kulun Allah'tan bağımsız olmadığını , mülkün tamamının Allah'ın elinde olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı sözleri Karun kıssasının anlatıldığı Kasas s. 82. ayetinde de görmekteyiz.

[028.082] Daha dün onun yerinde olmayı dileyenler: «Demek Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar başarıya eremezler» demeye başladılar.

Sonuç olarak ; Kur'an , dünya hayatı içinde sahip olunan imkanların , kişilere Allah tarafından verilmiş olan bir imtihan vesilesi olduğunu bir çok ayetinde hatırlatmaktadır. Aynı Kur'an bu imtihan konusunda yaşanmış örnekler vermek sureti ile örnek ve nankör davranışlar sergileyenleri bizlere anlatarak , hangi tercihte bulunursak , tercihlerimizin karşılığının dünya ve ahirette bizlere verileceğini beyan etmektedir. 

Dara düştüğünde Allah hatırına gelerek ona yalvaran , dardan kurtulduğunda ise onu unuturak nankörlüğe geri dönen tipleri bir çok yerinde örnekler vererek , bizlere "Onlar gibi olmayın" mesajı veren Kur'an , onlar gibi olunduğunda ne gibi durumlarla karşılacağımızı da haber vererek sakınmamızı öğütlemektedir. 

Salih bir kul için asıl olan , elindekinin kendisine Allah tarafından verilmiş bir imtihan vesilesi olduğunu bilen ve nankörlük yapmayan bir hayat sürmesi olup , bu kullar için de ne gibi karşılıklar olduğu yine bir çok yerde haber verilmiştir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Bakara s. 125. Ayeti : El Beyt'in (Kabe) İnsanlar İçin Mesabe Kılınması

Allah (c.c) nin bizim için razı olduğu (5.3) , ve ondan başkasının bizden kabul edilmeyeceği (3.85) din'in bir rüknü  olan Hac ibadeti , diğer rükünlerin mekanik ve ruhsuz bir hale getirilmesine paralel olarak, aynı şekilde ruhsuz ve mekanik bir hale getirilmiştir. Tevhidi bir yaşamın, sembollerle ile ifadesi olan bu ibadet , amacından uzak bir şekilde ifa edilerek , tamamen ilmihal bilgileri etrafında oluşturulmuş kuralların ifa edilmesi ile "Hacı bey" veya "Hacı abla" lakabını almaya yönelik bir ibadet haline getirilmiştir. Bu yazımızda , Bakara s. 125. ayeti etrafında bu ibadetin nasıl bir maksadı olduğunu okumaya ve anlamaya çalışacağız. 

Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz. 

"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır

Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).

[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.

Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır. 

"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı  Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır. 

[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16]  Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.

Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.

İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne  anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir. 

Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.

Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.

El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ; 

Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır. 

"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.

Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak  "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
 
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir. 

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.

El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;


[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.

Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma  durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.

Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır. 

Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir. 

Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir. 

Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın  küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.

İbrahim'in makamından salatgah edinmek ; 

Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım. 

 "Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.

Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.

İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir. 

Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.

Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel  haline gelmiştir. 

Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ; 

Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.

"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır. 

Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.

Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.

"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır. 

Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz. 

Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir. 

[022.027-8]  İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.

Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir. 

Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır. 

Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak; 

İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir. 

Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır. 

Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz. 

Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.

El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır. 

Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir. 

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir. 

Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate  alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz. 

Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.