Ayeti: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayeti: etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



30 Eylül 2017 Cumartesi

Bakara s. 41. Ayeti: İsrailoğulları Kur'an'ı İnkar Edenlerin İlki miydi? Evvele Kelimesinin Çevirilerinde Ortaya Çıkan Bir Müşkil

Kur'an meallerinde bazı kelimelerin konu bütünlüğüne uygun şekilde çevrilememesinden dolayı meydana gelen sıkıntılar, Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek cüretinde bulunan bazı kimselerin elinde koz olarak kullanılmaktadır. Kur'an içinde geçen kelimelerden birisi olan Evvele, bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir kelimedir. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetlere verilen, ve bu kelimenin anlamlarından birisi olan ilk şeklindeki anlam, bazı meal okuyucularında soru işaretlerine sebep olabilmektedir. Yazımızda bu kelimenin çevirisinin İlk olarak yapılmasından dolayı ortaya çıkan soru işaretlerini ele alarak uygun çevirilere örnekler vermeye çalışacağız.

Evvele kelimesine El Müfredat'ta verilen anlamlar şöyledir;

1- Zaman bakımından önce gelen.
2- Bir şeye başkanlık etme, başkasının kendisini örnek alması, kendisine uyması bakımından önde gelen.
3- Konum ve nispet bakımından önde gelen.
4- Yapılış düzeni bakımından önde gelen. 

Bu kelimenin Kur'an içinde ağırlıklı olarak 1. 2. anlamlarının kullanıldığını görebiliriz. Ancak ayetlerde hangi anlamın uygun olabileceği konusu vereceğimiz örneklerde daha kolay anlaşılacaktır. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetler, kelimenin 1. anlamına uygun bir durumdadır. Fakat bütün ayetlerde 1. anlamını vermek maalesef uygun düşmemektedir. Biz, yazıyı uzatmamak adına, 2. anlamın uygun düştüğü ayet örneklerini vermekle yetineceğiz.

                                                        Bakara s. 41. ayeti.

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde bir anlam verildiğini görmekteyiz. 

Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın!Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun.

Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına haklı olarak"Bu ayet Medine'de indiğine ve İsrailoğullarına hitap ettiğine, Kur'an ise daha önce Mekke'liler tarafından inkar edildiğine göre, neden böyle bir hitapta bulunulmaktadır?

Halbuki ayet içinde geçen Evvele kelimesi, 2. anlamı gözetilerek çevrilmiş olsaydı, kafalarda herhangi bir soru işaretinin oluşmasına gerek kalmazdı.

Muhammed Esed
Muhammed Esed:
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!

Ayetin bu şekildeki bir anlamı, Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudilerin Medine'de Kur'an'ı inkar edenlere öncülük yapmamasının emredildiği olarak anlaşılabilir.

                                                       Enam s. 14. ayeti

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde anlam verildiğini görmekteyiz.

De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim! De ki: Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! (denildi).

Bu şekilde yapılmış bir meali okuyan kimse haklı olarak "Daha önce hiç mi Müslüman yoktu?" sorusunu sorabilir. Ancak ayetin şu şekilde yapılan çevirileri böyle bir sorunun sorulmasına mahal bırakmayacaktır.

Muhammed Esed
De ki: “Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan O dururken göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'tan başka birini mi dost edineceğim?” De ki: “Ben, Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasında bulunmakla değil”

                                                         Şuara s. 51. ayeti

Firavun sihirbazlarının iman etmelerinin ardından, Firavun'un ölüm tehditlerine karşı verdikleri cevap olan ayetin yapılan çevirileri şu şekildedir. 

«Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını ummaktayız.»

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, "Musa, Harun ve onlara iman edenler olduğu halde, onlardan sonra iman eden bu sihirbazlar neden böyle bir söz sarf etmektedirler?" sorusunu haklı olarak soracaklardır. Halbuki ayetin şu şekilde yapılan bir çevirisi bu tür soruların önüne geçebilecektir. 

Suat Yıldırım
“İman edenlerin öncüleri olduğumuzdan ötürü umarız ki Rabbimiz günahlarımızı affeder. ”

Firavun sihirbazlarının söylediği sözü bu şekilde çevirmek, daha önce iman etmiş olanların var olduğunu, fakat bu sihirbazların iman etmiş olmaları, kendilerinin durumunda olan ve Firavun baskısı altında inleyen halkın, onun korkusundan dolayı iman edememe korkusunu delerek, onlara önder ve yol gösterici olmaları şeklinde bir anlam kazandırmaktadır.


                                                        Enam s. 163. ayeti

Muhammed Esed
ki O'nun uluhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir: Ben böyle emrolundum; ve ben benliklerini Allah'a teslim edenlerin [daima] öncüsü olacağım”

                                                         Araf s. 143. ayeti 

Ali Fikri Yavuz
Mûsa, kendisiyle konuşacağımızı vâdettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız olarak) söyledi. (Mûsa) şöyle dedi: “- Rabbim! Cemâlini bana göster, sana bakayım.” Allah: “-Beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün.” buyurdu. Nihayet Rabbi, o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Mûsa da bayılarak yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi: “- Allah'ım! Seni tenzih ederim. (Dünyada seni görmeyi istemekten) tevbe ettim ve ben, mü'minlerin (buna inananların) ilkiyim.”

                                                       Zümer s. 12. ayeti

Muhammed Esed

ve Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla
                                                        
Sonuç olarak; Evvele kelimesinin ilk, öncü, önder gibi anlamlara sahip olması, kelimenin geçtiği ayetlerde hangi anlamın kullanılması gerektiği meselesini beraberinde getirmiştir. Kelimenin geçtiği bazı yerlerde Öncü, Önder anlamının yerine, İlk  anlamının kullanılması, bazı soruları beraberinde getirmiş, bazı kimselerin ise Kur'an'da çelişki olduğu iddialarına mesnet olarak kullanılmaya çalışılmıştır. 

Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinde Evvele kelimesinin İlk olarak çevrilmesi sonucunda bazı sıkıntılar ortaya çıkmakta, kelimeye Öncü, Önder anlamı verilmesi, bu sıkıntıları bertaraf edebileceğini düşünmekteyiz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
                                                       

12 Eylül 2017 Salı

Müddessir s. 48. Ayeti: Şefaatçilerin Şefaatinin Fayda Sağlamaması Ne Anlama Gelmektedir?

Kur'an'ın bir müşrik inancı olarak ret ettiği, fakat ilerleyen zamanlarda İslam inancının amentüsü haline getirilmiş olan şefaat, sadece Allah'tan beklenmesi gereken bazı şeylerin kullardan da beklenerek bugün bir çok Müslümanın kula kul olmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın yarattıklarından medet ummak anlamına gelen şefaat konusu nuzül dönemi arka planı bilinmeden asla doğru anlaşılamayacak olan bir konudur. Nuzül öncesi Arap müşriklerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak kabul etmeleri, şefaat konulu ayetlerin anlaşılmasında anahtar rol oynamaktadır.

Şefaat konulu ayetleri alt alta koyup okuduğumuzda bir gurup ayetlerin şefaati kesin olarak ret ettiğini, bir kısım ayetlerin ise şefaati izne ve istisnaya bağladığını görebiliriz. Şefaati kesin olarak ret eden ayet gurubu üzerinde herhangi bir tahrifat yapılamamasına karşın, izin ve istisna gurubundaki ayetler üzerinde anlam ve yorum tahrifleri ile şefaat ayetleri çarptırılmıştır. Bu yazımızda Müddessir s. 48. ayetini ele alarak bu konuda yanlış anlamaya kapı açabilecek olan ayet üzerinde durmaya çalışacağız.

[074.048] Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Müddessir s. 48. ayeti, hesap gününde müşrik Arapların şefaatçi olarak gördükleri putlarının onlara faydası olmayacağını haber vermektedir. Bu ayet hesap gününde Allah dışında herhangi bir şefaatçi olduğunu, o şefaatçilerin kafir olarak ölenlere herhangi bir faydası olmayacağı şeklinde bir bilgi vermemektedir.

Bu ayeti yerleşik şefaat algısına göre yorumlanacak olursa ki tefsirlerde bu şekilde yorumlanmaktadır, şefaatin kafirlere fayda etmeyeceği, bu ayetin şefaatin kafirler dışındakiler yani Müslümanlar için fayda edeceğine delil teşkil ettiği ileri sürülmektedir. 

Halbuki yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi, şefaat konusunu nuzül dönemi müşrik Araplarının şefaat algılarına göre okuduğumuz zaman ayetin böyle bir delil teşkil etmeyeceği görülecektir. 

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Zümer s. 43. ve 44. ayetleri müşrik Arapların şefaat algılarının arka planını bildiren ayetlerden birisidir. Bu ayet Allah'tan başka şefaatçilerin olduğuna inanan bir topluma, şefaatin tümünün Allah'a ait olduğunu, yani onun dışında bir şefaatçi olmadığını hatırlatmaktadır.

[010.018]  Allahı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremiyecek şeylere tapıyorlar, ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar, de ki: siz Allaha Göklerde ve Yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ o onların isnad ettikleri ortaklıklardan münezzeh sübhan, yüksek çok yüksektir

Yunus s. 18. ayeti, müşrik Arapların şefaat algısını net biçimde ortaya koyan bir ayettir. Bu ayet Arap müşriklerinin Allah ile beraber kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak gördüklerini, ve böyle bir inancın onlara Allah tarafından indirilen bir inanç olmadığı açık ve net bir şekilde beyan edilmektedir.

[036.023]  «Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.»

Yasin s 23. ayeti, konumuz olan Müddessir s. 48. ayetini anlamakta yardımcı olacak ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet müşrik Arapların yerleşik şefaat algısını dile getirmektedir. Ayette konuşan kişi kavmine bu ayette zımnen, Sizin şefaatçi olarak gördüğünüz putlarınız şayet Allah size bir zarar verecek olduğunda, o putların bu zararı önlemeye asla güçleri yetmez demektedir.

[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

[026.096-102] Orada birbirleri ile çekişirken şöyle derler « Tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!» «Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu. «Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!» «Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!»

[030.012-13] O saat çattığı gün mücrimler her ümidi keserler. Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkar ederler.

[006.094] Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) ' bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri dikkatli okunduğunda, müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarının ret edildiği açık ve net olarak görülmektedir. Ayetlerin tamamı, şefaatçi olarak görülen putların ihtiyaç anında yanlarında olmayacağı, onlara hiç bir şekilde yardım edemeyeceği haber verilmekte, ihtiyaç anında yanımızda kim olacak ise şefaatçinin de o olacağı haber verilerek, Allah dışındaki şefaatçi sanılanların acziyetleri ortaya dökülmektedir.

[006.051]  Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Öyleki, kendileri için O'nun huzurunda ne bir dost ne de bir şefaatçı vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

[006.070] Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.

[032.004] Allah, o ki Gökleri ve Yeri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur, sizin için ondan başka ne bir veliy vardır, ne bir şefi', artık düşünmez misiniz?

[040.018] Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

[002.048]  Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

[002.123]  Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

Yukarıdaki ayet meallerini müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarını dikkate alarak okuduğumuz zaman, onların Allah'ın bu konuda herhangi bir bilgi indirmemiş olmalarına rağmen, kendi yanlarından ihdas ettikleri yanlış inançlarının, hesap gününde onlara fayda etmeyeceği haber verilmektedir. 

Şimdi sorarız, şefaat konulu ayetlerin şefaate izin ve istisna getiren ayetlerin, Allah'ın dilediği kimseye şefaat yetkisi verebileceği şeklinde anlaşılabilmesi mümkün müdür?.

Bu soruya evet anlaşılması mümkündür şeklinde verilebilecek bir cevap, Kur'an'a çelişki yüklemek anlamına gelecektir şöyle ki;

Allah (c.c) bazı ayetlerinde şefaatin tümünün kendisine ait olduğunu, hesap gününde kimsenin kimseden bu konuda herhangi bir fayda göremeyeceğini haber vermesine rağmen, şefaate izin ve istisna getiren bazı ayetlerin kendisinden başka kimselere böyle bir yetki verilebileceğini iddia etmek, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına gelecektir. 

Çünkü Kur'an içinde şefaat konulu ayetler parçacı mantıkla değil, bütüncül mantıkla okunması gerekmektedir ki , öncelikle şefaat konusunun çıkış kaynağının müşrik Arap inancı olduğu anlaşılmalı, ondan sonra şefaat konulu bütün ayetlerin, yanlış olan bu müşrik Arap inancını ret ettiği anlaşılabilsin. Şefaat konusunda düşülen en büyük hata, bu inancın arka planının göz ardı edilmesi ve sadece belirli ayetlerin okunması, o ayetlerin de metin ve yorum tahrifi yapılarak okunarak Müslüman inancı haline sokulmaya çalışılmasıdır. 

Sonuç olarak; Kendisinin yanında hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi ortak olarak tanımayan, kullarından da böyle bir yaşam sürmelerini isteyen Allah (c.c), Kur'an'ın inmeye başladığı Arap toplumundaki Allah'a ortak koştukları putlarına yükledikleri aracılık yani şefaat inancını kesinlikte ret ederek, kimseye ve hiç bir nesneye böyle bir yetki vermediğini beyan etmektedir. 

Bu yönde anlaşılması gereken şefaat ayetleri zaman içinde İslam inancı haline dönüşmüş, Allah'ın En büyük zulüm olarak nitelediği Şirk şefaat inancı ile İslam düşüncesinin içine sokulmuştur. Bugün nuzül öncesi Arap toplumunda yerleşik olan şefaat inancı ile İslam inancı içine sokulan şefaat inancı arasında tek fark, müşrik Arapların taştan tahtadan putlara verdiği yetkinin, bizim cenahta etten kemikten yapılmış olan insanlara verilmiş olmasıdır. 


Allah (c.c) nin sakınmamızı emrettiği şirk, içimize şefaat inancı ile girmiş, bir çok Müslüman bu inancı ret etmenin şirk olduğuna inanarak kabullenerek geçmişteki müşrik Arapların yolunu izlemeyi dinimizin bir gereği olarak görmektedir. Bu yolla bir çok Müslüman maddi ve manevi olarak sömürülmekte, kendilerine hesap gününde şefaat edeceklerine inandıkları kerameti müritlerinden menkul din baronlarının elinde oyuncak haline gelerek onların kapılarında kul olmaktadırlar.

Hesap gününde Allah dışında edindikleri şefaatçilerin kendilerine fayda vermediğini görenler, hayatta iken bu ayetlerin sadece Arap müşriklerini ilgilendirdiğini düşünerek, kendilerine dair mesajları olmadığına inandıklarından dolayı pişman olacaklardır.

Şefaat konusu Kur'an merkezli anlaşılmadan bu sömürü kapısının kapanması da mümkün olmayacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Muhammed s. 7. Ayeti: Allah'ın Kullarına Yardımının Şartı

Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisine dua ederek yardım isteyen kullarına yardım edeceğini vaat etmiş, vaadinden asla dönmeyeceğini haber veren Rabbimiz, ancak bu yardım vaadini şarta bağlamıştır. Muhammed s. 7. ayetine baktığımızda, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartını bildirdiğini görebiliriz. 

[047.007] Ey inananlar! Siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.

Muhammed s. 7. ayeti, Allah'ın yardım etmesini ve kullarının ayaklarının sabit kalmasını, onların Allah'a yardım etmesi şartına bağlamaktadır. Peki Allah'a biz nasıl yardım edebiliriz?.

Bu ifade öncelikle, Allah'tan istenilen herhangi bir isteğin onun tarafından yerine getirilmesinin, önce bizler tarafından yerine getirilmesi gereken belirli bir karşılığın sonucu olduğunu bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına göre, kendisinden yardım görmeyi önce kendisine yardım edilmesine bağlaması, kendisinin kulları tarafından haşa bir emir eri gibi görülmesini istemediğini, bizlerin bilmesi gereğini öne çıkarmaktadır. 


Dua deyince aklımıza ilk olarak, kulun isteğini Allah'a duyurması için yaptığı sesli bir istek eylemi gelmektedir. Ancak biz Müslümanların bir çoğu tarafından, dua etmenin sadece sesli istek beyanı olduğu zannedilerek, bu isteğimizin gerçekleşmesi için çalışmak ve gayret etmek gerektiği maalesef unutulmaktadır. Duanın Kavli şeklinde olanı biz Müslümanlar tarafından en çok uygulanan kısmı olmasına rağmen, asıl önemli olan duanın Fiili olanını terk etmek sureti ile dualarımızın kabulü beklentisi içine girmek, bizlerin yaptığı en büyük hatalardan birisidir.

Kur'an bir çok yerinde, Allah'ın kullarına vaat ettiği yardımın nasıl gerçekleştiğini, yaşanmış örneklerle sunmasına rağmen, bu örnekler bizler tarafından sanki masal anlatılıyormuş gibi anlaşıldığı için, bu anlatımlardan bize dönük gerekli mesajlar maalesef alınamamaktadır. Dua etmeyi Fiili ve Kavli olarak ikiye ayırdıktan sonra, hangi duanın öncelikli olması gerektiğini bizlere yine Kur'an öğretmektedir.

Düşman karşısında Allah'tan yardım isteyenlerin Rabbimiz Ayaklarımızı sabit kıl şeklinde dua ettiklerini, bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan şartın ise Allah'a yardım etmek olduğu Muhammed s. 7. tarafından beyan edildiğini görmüştük. Allah'a nasıl yardım edilebileceğini ise yine Kur'an içinden okumak mümkündür.

[002.250] Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: «Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!»

Bakara s. 250. ayetinde Talut'un komutasında Calut ve ordusuna karşı çıkan İsrailoğullarının Allah'a yaptıkları yardım çağrısını görmekteyiz. İsrailoğulları tarafından yapılan bu çağrının ne zaman yapıldığı, Allah'ın yardımını hak etmenin geçmiş topluluklarda nasıl gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir. 

Bakara s. 246. ayetinden itibaren anlatılma başlayan Talut kıssasında, İsrailoğullarının yurtlarından çıkarıldığı yani büyük bir sıkıntı içinde oldukları dikkat çekmektedir. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu ise kendilerini yurtlarından çıkaran düşmanları ile savaşarak, çıkarıldıkları yurtlarına tekrar geri dönmektir. Savaşmak, bu noktada FİİLİ DUA yerine geçmekte, ve KAVLİ DUAdan önce gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. İsrailoğulları, önce savaşmak için gerekli olan alt yapıyı oluşturmak, yani ordu hazırlamak sureti ile fiili duayı yerine getirmiş, ondan sonra kavli duayı yaparak Allah'ın yardımını istemişler ve yardımı hak etmişlerdir.

[003.146] Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.

Al-i İmran s. 146. ve 147. ayetlerinde de aynı durumu görmekteyiz. Savaşmak sureti ile fiili dua yapanlar, bunun yanında kavli duayı eksik bırakmamışlar, ikisini bir arada yerine getirmek sureti ile, Muhammed s. 7. ayetindeki Allah'a yardım edilmesinin gereğini yerine getirmişler, bu suretle Allah'ın yardımını hak etmişlerdir.

[022.040] Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.

Hac s. 40. ayetinde yurtlarında çıkarılanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönebilmelerinin, kendilerini yurtlarından çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını, bu durumu ise Allah'a yardım etmek olarak beyan etmektedir. Bu ayetleri ilk muhatapların içinde bulunduğu durum dahilinde değerlendirdiğimizde, Mekke'den çıkarılarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönmelerinin ancak onları çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını bildirmektedir. 

Kur'an'ın nuzül sürecine baktığımızda genel olarak müşrik ve kafirlerle çatışma ve savaş ortamı hakim olmasından ötürü, inen ayetler bu durumlarda Müslümanların nasıl davranış sergilemesi gerektiğini, geçmişlerin yaşantılardan örnekler vermek sureti ile, öğretmek yoluna gitmiştir. Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalar tarihin her devrinde kimse için değişmeyeceğine göre, verilen örnekler önce ilk muhataplara, sonra da onlardan sonra gelecek nesillere nasıl davranılması gerektiğini öğreten evrensel mesajlar olarak okunması gerekmektedir.

Toparlayacak olursak, Allah (c.c) kullarına yardım etme şartını önce onların kendisine yardım etmeleri şartına bağlamış, Bakara, Al-i İmran ve Hac surelerinde verdiğimiz ayet örneklerinde ise, Allah'a yardım etmenin nasıl gerçekleşebileceğini geçmişlerden canlı örnekler vermek sureti ile beyan etmiştir. Yani Allah'a yardım etmek demek, önce fiili dua etmek sureti ile sıkıntılardan kurtulmanın yolunu aramak, ondan sonra yine Allah'ı unutmamak sureti ile onun yardımını kavli dua ile talep etmektir.

Peki biz bugün Müslümanlar olarak bu Ayetlerin neresindeyiz?. 




Yukarıdaki resimdeki kitaplar ve bir çok benzerleri, sorumuzun cevabını veren acı bir gerçek olarak, dini kitap satan kitapçıların raflarını süslemektedir. Ayağına diken batsa dahi onu çıkarmak için uğraşmayıp dua ederek dikenin çıkacağına inanabilecek kadar cahil bir topluluğun sırtından para kazanmak için yazılan dua kitapları içinde bulunan çeşitli dualar, bırakın bizleri sıkıntılardan kurtarmak, içinde bulunduğumuz batağa daha fazla gömülmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi nasıl değişmez bir yasa yani Sünnetullah ise, bu yardımın işlemesi için gerekli olan çalışma ve gayretin gerekliliği de değişmez bir yasa, yani Sünnetullah'tır.

Bugün Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları topraklarda, kendilerini Dünya'nın sahibi zanneden müstekbirlerin yol açtıkları kan, gözyaşı, zulüm, kitlesel katliamları sadece üzülerek seyretmekten başka bir şey yapamadığımız üzücü bir gerçektir. Bugün bizlerin içinde bulunduğumuz durumun bir benzerini yukarıda verdiğimiz Bakara ve Al-i İmran surelerindeki ayetlerde görmekteyiz. O ayetler sadece geçmişlerin başlarından geçenleri anlatmamakta, geçmişte yaşamış toplulukların, içine düştükleri sıkıntılardan nasıl kurtulduklarını anlatarak, Allah'ın kullarına yardım etme yasasının işleyişini gösteren mesajlar içermektedir.

O ayetlerde önce fiili duanın, sonra kavli duanın, akabinde ise, Allah'ın yardımının geldiğini görmekteyiz. Bugün biz Müslümanlar ise, duanın fiili kısmını terk ederek, sadece kavli duaya yönelmek sureti ile Allah'ın yardımını talep ettiğimiz için, beklediğimiz yardım gelmemektedir. Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaları, biz Müslümanlara torpil geçerek değişmeyeceğine göre, Allah'ın kazanmak için Muhammed s. 7. ayeti gereğince, önce bizim ona yardım etmek, yani fiili duanın gereğini yerine getirmek mecburiyetinde olduğumuz unutulmamalıdır.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak için önce fiili duanın yapılması yardımı hak etmek için şarttır. Hasta isek tedavi imkanlarını araştırmak fiili dua, bu dua ile birlikte Allah'tan şifa istemek kavli duadır. Yazdıkları dua kitapları ile bütün hastalıkların tedavisi için dua icat eden din tüccarlarının ağına düşen umut arayıcıları bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Hangi dua kitabı olursa olsun, hangi şahıs yazarsa yazsın hastalıklardan kurtulmak için önce kavli dua değil fiili dua yani tedavi imkanlarını araştırmak şarttır. 

Umutlarını yalan ve iftiralarla bezenmiş olan dua kitaplarında arayanların bu umutları, sadece umut tüccarlarının biraz daha palazlanmasından başka bir işi yaramamaktadır. Özellikle bazı televizyon kanallarında boy gösteren, şeytanlıklarını dini olduğu zannedilen bazı kisveler giyerek örtmeye çalışarak kitap, muska gibi hurafeler pazarlamaya çalışan bu tüccarlara çok dikkat edilmelidir. Duanın kabulünün şartının önce Kur'an'dan öğrenilmesi, bundan sonra kitabın gösterdiği yol gereğince dua edilmesi, bu tür şarlatanların ekmek kapılarının kapanmasını da sağlayacaktır.

Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz, iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere yol gösterici olmasını, yaşadığımız hayata pratize edememiş olmamızdır. Kur'an'ı Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğini beyan eden bir kitap olarak, ve bu yasaların değişmezliğini dikkate alarak, geçmişlerin yaşadıkları sıkıntıların yaşadığımız zaman ile ilgisini kurarak okumaya çalıştığımızda, mevcut sorunlarımızdan kurtulmanın yollarını bu kitabın içinde bulmamız mümkündür. 

 Sonuç olarak; Kullarının dualarına icabet edeceğini, onlara yardım edeceğini müteaddit ayetlerde vaat eden Allah (c.c), bu yardımını önce bizlerden gelecek bazı karşılıkların neticesinde gerçekleştireceğini bildirmektedir. Bizlerin dua konusunda yaptığı yanlışlıklar, maalesef duaların kabulüne engel olmaktadır. Fiili dua deyimi biz Müslümanların hayatına pratik olarak girmediği müddetçe, sadece kavli dua ile yetinerek dualarımızın kabul edileceğini beklemek, kurumuş çeşmeden su akmasını beklemekten farklı olmayacaktır. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki fiili dua kavli duadan önce gelmekte, ve fiili dua olmadan yapılan yapılan kavli dualar, dualarımızın kabulü için yeterli gelmemektedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Ağustos 2017 Perşembe

Zuhruf s. 61. Ayeti: İsa (a.s) Ansızın Geleceği Bildirilen Kıyametin Nasıl Habercisi Olur?

İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya döneceği inancı, İslam düşüncesinde bir çok kişi tarafından kabul gören, ve bu düşüncenin ret edilmesi halinde kişiyi Kafir durumuna düşüreceğine kesin olarak bakılan, fakat Kur'an ile sağlamasını yaptığımızda maalesef doğru olmadığı gördüğümüz Hristiyanlardan devşirilmiş bir inançtır.

Bu inancın kökleşmesi için bir takım rivayetler uydurulmuş, hatta Kur'an ayetleri dahi bu inancı tasdik ettirmek uğruna tahrif edilmekten çekinilmemiştir. Tahrife uğratılan ayetlerden birisi konumuz olan Zuhruf s. 61. ayeti olup, bazı meallerde parantez açılmak sureti ile, hatta bazı meallerde paranteze dahi gerek duyulmadan bu tahrif yapılmak sureti ile, kıyamete yakın bir zamanda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceği Kur'an'a söylettirilmiştir.

Yazımızda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğini haber veren rivayetlerin tercih edilerek, bu konuda Kur'an'ın verdii haberlerin arkaya atılmasının doğuracağı itikadi sıkıntılara, Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali düşülen bir duruma dikkat çekmeye çalışacağız. 

Malum olduğu üzere Kur'an'ın kıyamet ile ilgili verdiği haberlere baktığımızda herhangi tarih, veya yaklaşmadan önce olabilecek muhtemel bazı olaylar hakkında, Olacak olan bu olaylar kıyametin artık yaklaştığının alametidir şeklinde hiç bir surette bilgi verilmemektedir.

[006.031] Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki saat onlara ansızın gelince, ağırlıklarını arkalarına yüklenerek, «Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize» derler. Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür!

[007.187] Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.» Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.»

[012.107] Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken saattin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular?.

[016.077] Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) bir göz çarpması gibidir, veya daha yakındır. Şüphe yok, Allah her şeye güç yetirendir.

[022.055]  O küfredenler de kendilerine o saat ansızın gelinceye veya akîm bir günün azâbı gelinceye kadar ondan bir şekk içinde kalır giderler.

[031.034]  Saatin bilgisi şüphesiz ki Allah katındadır, yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini de bilmez. Muhakkak ki Allah; Alim'dir, Habir'dir.

[033.063]  O nâs sana saatten soruyor, de ki: onun ılmi Allahın nezdindedir ve ne bilirsin belki o saat yakında olur

[043.066]  Onlar, kendilerine farkında olmadıkları halde ansızın gelecek olan o saatten başkasını mı gözlüyorlar?

[047.018] Artık onlar, saatin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? dolaşacağınız yeri de bilir, konaklama yerinizi de.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerine bakıldığında, kıyamet saatinin ansızın olacağı, ve zamanın sadece Allah'ın bildiği beyan edilmektedir. Kur'an'ın kıyamet ile ilgili bilgilerinin merkezinde, bu zamana her zaman hazırlıklı olunması, her an için dünyanın son bulabileceği inancı içinde bir yaşantının sürülmesi gerektiği mesajları olmasına rağmen, rivayetlerdeki bilgiler bu mesajların aksine, bizlerin bu zaman için daha erken olduğu gibi bir düşünce içine girmemize sebep olmaktadır.

Rivayetlerdeki kıyamet ile ilgili bilgilere baktığımızda özellikle İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya geleceğine dair bilgilerde, onun hala gelmemiş olması, kıyametin şu anda kopmayacağına dair bizler için bir garanti sayılmaktadır şöyle ki; 

İsa (a.s) kıyamet öncesi yeniden dünyaya geleceğine, ve o şu anda gelmediğine göre, kıyamet için daha vakit var demektir. Bu duruma kıyamet öncesi olacak bazı olaylar ile ilgili rivayetleri de eklediğimizde kıyametin her an kopması gibi bir inanç içinde olmamıza da gerek yoktur.

Allah (c.c) kulu ve elçisi olan İsa (a.s) ı kıyamete yakın bir zamanda yere indireceğine, ve kıyamet saati bu inişten önce gerçekleşmeyeceğine göre, öyleyse Allah (c.c) Kur'an içinde kıyamet ile ilgili bir çok ayeti neden indirmiştir?. Madem İsa (a.s) gelmeden önce kıyamet kopmayacak, bize neden her an kopacakmış gibi yaşayın demektedir?. Çünkü bizler şayet bu konuda rivayetleri esas alacak olursak kıyametin henüz kopması asla mümkün değildir.

İsa (a.s) ın kıyamet öncesi yeniden geleceğine inanmak demek, kıyametin her an kopacağına dair ayetlerin arkaya atılması anlamına gelir ki, bu kişilerin akidelerinde büyük yaraların açılması anlamına gelecektir. Bu konudaki rivayetler ile Kur'an içindeki bilgiler taban tabana zıt olduğu için, kişiler her iki bilgiden birisini seçmek zorunda kalacaklardır. 

Bu noktada Zuhruf s. 61. ayetinin anlamı ve bu ayetin nasıl anlaşılması gerektiği gelecektir. 

Bu ayetin Zuhruf s. 57. ayetinden gelen bir bağlamı bulunmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin asıl mesajının onun beşer bir elçi olduğu hatırlanacak olursa, bu ayetlerde aynı mesajı taşımaktadır. 

Bazı meallerde rivayetlerin esas alınarak yapılan çeviriler sonucu ayetin tahrif edildiğini tekrar hatırlatarak, ayetin Arapça orjinal metninde İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğine dair herhangi bir cümle veya kelime bulunmadığını önemle hatırlatmak isteriz.

وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ

[043.061]  Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur.  

Ayet içindeki إِنَّهُ  edatındaki hu zamirinin bazı kimselerce Kur'an'a raci olduğu iddia edilmesine rağmen, zamirin İsa (a.s) a raci olması dahi isabetli görünmektedir. Bu noktayı hatırlattıktan sonra, İsa (a.s) ın saat için bilgi olmasının ne ifade edebileceği üzerinde kısaca durabiliriz.

Allah (c.c) nin beşer içinden seçtiği elçilere indirdiği vahyin ortak noktaları, kıyamet saatinin geleceği, insanların yeniden dirileceği, kurulacak mahkeme sonrasında herkesin hak ettiği mekana yerleştirileceği gibi haberlerdir. Bütün elçiler kavimlerine bu haberleri getirerek, insanların yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemişlerdir. 

İsa (a.s) ın Hristiyanlar tarafından ilah seviyesine çıkarılmasını ret eden Kur'an ayetlerinin ışığında bu ayeti okumaya çalıştığımızda, yine İsa (a.s) ın beşer bir elçi olması nedeniyle diğer elçilerin getirdiği kıyamet haberini getiren bir elçi olduğunun vurgusu yapıldığını anlamak mümkündür.

Yani İsa (a.s) diğer elçiler gibi bir elçidir, ve onların getirdiği kıyametin kopacağını ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini kavmine haber vermek üzere gönderilmiştir. Zuhruf s. 61. ayeti İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceğini değil, diğer elçiler gibi kıyametin haberini getiren bir elçi olduğunu haber vermektedir.

Sonuç olarak; İslam düşüncesinde rivayet merkezli bilgilerin akide oluşturmuş olması, hele bu akidenin Kur'an ile çelişmesi, büyük sıkıntılar doğurmaktadır. İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya geri döneceğine dair olan inancın akide haline getirilmiş olması, bu akidenin Kur'an ile çelişki arz etmesi, Müslümanların ya rivayetlerdeki  ya da Kur'an'daki bilgilerden birisi arasında seçim yapmak zorunda bırakmaktadır.

İsa (a.s) ın kıyamete yakın geri döneceği inancını kabul ettiğimiz takdirde bu sefer, Kur'an'daki kıyamet ile ilgili bilgileri ret etmek durumuna düşmek gibi bir tehlike içine düşüleceği dikkate alınarak, rivayetlerdeki bu konuda mevcut bilgilerin yenide gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. İsa (a.s) ın yeniden dünyaya gelişini ret eden kimseleri Kafir olarak görenlerin bu konuda bir kez daha düşünmeleri gerekmekte, çünkü ortaya attıkları yafta kendi boyunlarına yapışmaktadır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar

Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.

أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ

Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.

[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde  maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.

[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.

[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.

[025.003]  O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.

[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.

[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.

[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için  El Melik  isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.

Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.

Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.

Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.

Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.

İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.

Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.

İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir. 

Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye  çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır. 

Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır. 

Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.

İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

12 Haziran 2017 Pazartesi

Furkan s. 33. Ayeti: Kur'an'ı Allah (c.c) mi Tefsir Eder?

Kur'an'ın bağlam ve bütünlük gözetilerek okunması, bu kitabın doğru anlaşılması için olmazsa olmazlardan bir tanesidir. Bu yöntem dikkate alınmayarak yapılan okumalar maalesef, yanlış sonuçlar çıkarılmasına, ve Kur'an'ın gündem edilmesine alerji duyan bazı kimselerin ellerine koz geçmesine sebep olmaktadır. Yazımızda Furkan s. 33. ayetini konu ederek, bağlam gözetilmeden yapılan bir çıkarıma dikkat çekmek istiyoruz.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Bazı kimseler Kur'an ile ilgili yazılmış olan tefsir kitaplarının gereksizliğini, hatta daha ileri giderek, böyle bir çalışmanın Şirk ve Küfür olduğunu öne sürerek, bu ayeti delil olarak getirmekte, bu ayete göre tefsir yapma hakkının sadece Allah'a ait olduğunu öne sürmektedirler. Biz tefsir kitaplarını savunmak veya Kur'an'ın tefsir kitapları olmadan anlaşılamayacağını iddia etmek adına böyle bir eleştiri yapmadığımızı hatırlatarak, asıl sıkıntının ayetin bağlamı dikkate alınmadan yorum yapılmasından kaynaklandığını hatırlatmak istiyoruz.

Furkan s. 3. ayetinde Allah (c.c) birilerinin Muhammed (a.s) a bir mesel ile geldiklerini söylemekte, ona getirilen bu mesele karşı en güzel cevabı ise, Allah (c.c) nin verdiği haber verilmektedir. Muhammed (a.s) a kimin nasıl bir mesel geldiğini ise, bir önceki ayette görmekteyiz.

[025.032]  İnkar edenler: «Kuran ona bir defada indirilmeliydi» derler. Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk.

Bu ayette, Kur'an'a iman etmemek için bazı nedenler ortaya koyan inkarcıların Kur'an'ın parça parça indirilmesini dillerine doladıklarını görmekteyiz. Kur'an eğer bir defada inmiş olsa bile gene iman etmeyecek olan bu kimseler bu sefer de, neden parça parça inmedi diyerek bir şekilde iman etmemek için gerekçeyi bulacaklardı. 

İnkarcıların "Kuran ona bir defada indirilmeliydi" sözlerine karşı Allah (c.c) neden böyle bir indirme şekli tercih etmediğini" Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirdik ve onu ağır ağır okuduk." şeklinde bir cevap ile  beyan etmektedir

Furkan s. 33. ayetinde Allah (c.c), işte inkarcıların bu iddialarına bir önceki ayette verdiği cevabı pekiştirmektedir.

[025.033] Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki mutlak biz sana hakkı ve tefsirin en güzelini getirmiş olmayalım.

Mesel; Ayağa kalkıp dikilmek anlamında , Tefsir ise açıklamak, beyan etmek, ortaya çıkarmak anlamında bir kelimedir. Kafirlerin mesel ile gelmesi demek, Kur'an'ın karşısına dikilmek için bu şekilde bir bahane üretmesi anlamına gelmektedir. Allah (c.c) zımnen, "o inkarcılar senin karşısına dikilmek için nasıl bir bahane üretirlerse üretsinler, biz onların Kur'an'a karşı getirdiği bahanelerine karşı en iyi cevabı veririz" demektedir.

Görülmektedir ki, Allah (c.c) nin tefsiri Kur'an ile ilgili değil, inkarcıların Kur'an hakkında ortaya attıkları bir iddianın reddi ile ilgilidir. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan Furkan s. 33. ayeti, maalesef bazılarının elinde bir kılıca dönüşerek, tefsir çalışmalarının gereksizliği veya küfrü gerektiren bir durum olduğu şeklinde bir yoruma dönüşebilmektedir.

Kur'an'ın bağlam gözetilerek okunması, bu gibi yanlışlara düşme ihtimalini en aza indirdiği gibi, Kur'an'ın din konusunda merkeze alınmasından rahatsız olanların eline herhangi bir koz geçmesine de engel olacaktır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



30 Mayıs 2017 Salı

Kehf .s 105. Ayeti: Kafirler İçin Kıyamet Gününde Terazi Kurulacak mı Kurulmayacak mı?

Kur'an'ın en büyük haberlerinden bir tanesi ölümden sonra yeniden diriliş, ve sonrasında dünya hayatında yapılan amellerin karşılığının alınması için hesap görülmesidir. Kur'an kıyamet sonrası hesabın görülmesi anında olacakları birçok ayetinde beyan ederek, bizleri o günün şiddetinden sakınmaya çağırmaktadır.

Yine Kur'an hesap gününde, amellerin karşılığının verilmesi ile ilgili olarak, hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacağını bir çok yerde beyan etmektedir. Kur'an bu durumu bizlere ifade ederken, bizlerin dünya hayatında adalet sembolü olarak bildiğimiz Terazi kelimesini kullanmaktadır. 

Bu ayetlerin literal anlamda okunmasının sonucunda bazı anlama problemleri ortaya çıkmakta, bu durum ise kalbinde hastalık olan bir takım kimseler tarafından istismar edilerek, Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak gösterilmektedir. Bu yazımızda, kafirler için terazi kurulmayacağını haber veren Kehf s. 105. ayeti ile, kıyamet gününde terazi kurulacağını haber veren ayetler arasındaki müşkül durumu nasıl okuyabileceğimiz konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[017.035]  Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun, doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak, sonuç itibariyle daha güzel ve daha iyidir.
[006.152] Yetim malına, erginlik çağına erişene kadar en iyi şeklin dışında yaklaşmayın; ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Konuştuğunuzda, akraba bile olsa sözünüzde adil olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere baktığımızda terazi adı ile bildiğimiz ölçü aletinin insanlar arasında hak ve adaleti sağlaması açısından kabul gördüğünü anlamaktayız. Kur'an'ın gaybe dair olan bilgileri, bizlerin dünya hayatında tecrübe alanımızın içine giren bilgi ve objelerle anlatma üslubu dahilinde konuyu anlamaya çalıştığımızda, hesap gününde herkese adil şekilde davranılacağının bilinmesi için amellerin terazi ile ölçüleceğinin, yani kimseye haksızlık yapılmayacağının bildirilmekte olduğunu söyleyebiliriz. 

[007.008] O gün tartı haktır. Kimin tartıları ağır basarsa, işte kurtulanlar onlardır.
[007.009] Kimin de tartıları hafif kalırsa, bunlar da ayetlerimize zulmedegeldiklerinden dolayı nefislerini hüsrana uğratanlardır.

[021.047] Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz.

[023.101] Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de bir şey soramazlar.
[023.102] Tartıları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa ermiş olanlardır.
[023.103] Tartıları hafif gelenler, işte onlar, kendilerine yazık edendir, cehennemde temellidirler.

[101.006] İşte o zaman tartıları ağır basan kimse,
[101.007] artık hoşnut olacağı bir hayat içindedir o.
[101.008] Fakat tartıları hafif gelen kimse.
[101.009] O vakıt onun anası haviyedir

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler, kıyamet günü dünya hayatında yapılanların karşılığını doğru ve adil biçimde verileceğini bildiren,ve ölçü birimi olarak bildiğimiz terazi kelimesinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetlerin bizlere gaybe dair bir olayı anlattığını dikkate alarak okunması önem arz etmektedir. Literal olarak okuduğumuzda, örneğin günah tarafı 100 kg, sevap tarafı 99 kg olan birisinin cehenneme, veya günah tarafı 99 kg, sevap tarafı ise 100 kg gelen birisinin cennete gönderileceği anlaşılmamalıdır.

Burada amellerin terazi ile ölçüleceğinin haber verilmesinden anlaşılması gereken asıl mesaj, kimseye haksızlık yapılmadan yaptıklarının karşılığının verileceğidir. Bundan sonra Kehf s. 105. ayetini okuduğumuz zaman, ortada çelişki gibi görünen herhangi bir durumun olmadığı da anlaşılacaktır.

[018.100] Ve cehennemi o gün kâfirlere öyle bir göstereceğiz ki!
[018.101]  Onların gözleri Bizim öğüdümüze karşı kapalıdır ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemezler.
[018.102] Küfre sapanlar, beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten biz cehennemi kâfirler için bir durak olarak hazırlamışız.
[018.103] De ki: «Size amellerce en ziyâde hüsrâna düşmüş olanları haber vereyim mi?»
[018.104] Onlar ki; güzel iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir.
[018.105] İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.
[018.106] İşte, inkâr ettikleri, âyetlerimi ve resûllerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.

Yukarıdaki ayet meallerini okuduğumuzda, 104. ve 105. ayetlerde kafirlerin amellerin boşa çıktığı haber verilmektedir. Tartı kurulmamasını kafirlerin amellerinin boşa çıkmasının haber verilmesini dikkate alarak okunması, bize bu ayeti anlamayı kolaylaştıracaktır. Kehf s. 105. ayeti, kafirlerin yaptığı amellerin boşa çıkmasından ötürü, onların tartılacak herhangi bir amelleri olmadığını bu şekilde haber vermektedir.

Ali Fikri Yavuz 
Bunlar, işte o kimselerdir ki, Rab’lerinin âyetlerini ve ona (hesap için) kavuşmayı inkâr etmişlerdi de (hayır diye) yaptıkları bütün ameller boşa çıkmış oldu. Artık onlar, için kıyamet günü, hiç bir terazi tutmayız (çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartılacak makbul şeyleri kalmamıştır).

Suat Yıldırım
İşte onlar Rab’lerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmiş, bu yüzden de yaptıkları iyi işler boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık tartı âleti koymayacağız.

Yukarıda verdiğimiz meal örnekleri, konumuz olan ayetin daha iyi anlaşılmasını sağlayan meal örnekleridir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) gaybi alana dair haberleri, bizim zihin dünyamızın şahit olduğu ve bildiği alana benzeterek anlatması çerçevesinde, kıyamet günü insanların dünya hayatında yaptıklarının karşılığını haksızlık edilmeden verileceğini bizim dünyamızda hak ve adaletin sembolü olan terazi kelimesi ile anlatmaktadır. Konu ile alakalı ayetlerin arasında çelişki varmış gibi bir durumun düşünülmesi, konu ile ilgili ayetlerin literal anlamda okunmasından doğan anlayışın sonucudur.

Konu ile ilgili ayetler hesap gününde dünya hayatında yapılanların kimseye haksızlık edilmeden verileceğini haber veren ayetler dikkate alınarak okunduğunda, ortada herhangi bir müşkül durum olmadığı anlaşılacaktır. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kehf s. 25. Ayeti: Kehf ve Rakım Ashabı Mağaralarında Kaç Yıl Uyutuldu?

Kehf ve Rakım ashabı adı ile anlatılan kıssa bilindiği üzere, müşrik olan toplumlarına karşı çıkan, ve sayısını Allah (c.c) nin bildiği bir kaç gencin mağarada yıllarca uyutulduktan sonra uyandırılmasını anlatmaktadır. Her kıssada olduğu gibi bu gençlerin kıssası da bir çok ibretli mesaj taşımakta, onların kıssaları bir çok alt başlıkta okunarak bize dair neler söylemiş olabileceği konusunda fikir yürütülmeye müsait bir kıssadır.

Biz bu yazımızda, bu gençlerin mağaralarında kaç yıl uyutulduğu üzerinde yapılan yorumların üzerinde durarak, bu konuda hangi yorumun daha doğru olabileceğini anlamaya çalışacağız. Bu gençlerin kaç yıl uyumuş olduğu belki önemsiz ve tali bir konu olarak görülebilir, fakat bizim böyle bir konuyu ele alma sebebimiz, son yıllarda ortaya çıkan farklı Kur'an algılarının bazı kıssalarda anlatılan olayların vaki olmadığı, bu anlatımların mecazi bir anlatım olduğu yönündeki düşünceler ortaya atması çerçevesinde , Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kalış süresi hakkında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmasından dolayıdır

Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis'â(tis'an).

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar,

Kehf s. 25. ayetinde böyle bir süre verilmiş olmasına rağmen, bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! İnsanların O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz." buyurulmuş olması, bu gençlerin mağaralarında kaldığı sürenin Allah (c.c) tarafından bildirilmiş bir süre olmadığı, 25. ayette verilen sürenin başkaları tarafından ortaya atılmış bir iddia olduğu, 26. ayette bu iddianın ret edilerek, bu gençlerin mağaralarından kaç yıl kaldığı konusunda herhangi bir bilgi verilmemiş olduğu iddia edilmektedir. 

Yani Kehf ve Rakım ehlinin mağaralarında kaç yıl kaldığı konusunda iki farklı yaklaşım bulunmakta olup, bir yaklaşım onların mağaralarında 309 yıl kalmış olduğunu iddia ederken, diğer yaklaşım ise bu sürenin kaldıkları süreyi değil, başkaları tarafından ortaya atılan iddialar olduğunu kabul etmektedir.

Bu gençlerin mağaralarında kaldığı süre hakkında ortaya atılan yaklaşımların her ikisinin de doğru olması mümkün görülmemekle birlikte, bizlerin bu konuda yapabileceğimiz tek şey, farklı yaklaşımların bir tanesini doğru olarak kabul etmek olacaktır. İki farklı yaklaşımdan birini kabul ederken, kabul etmediğimiz diğer yaklaşımı yanlış olarak mahkum etmenin, ilmi bir yaklaşım olmayacağını da şimdiden hatırlatmak isteriz. 

Bundan önce yazdığımız bir yazımızda, Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış çevirilerini ele alarak, onların Kehf s. 25. ayetine yaptığı çevirilerin yorum farkından dolayı kabul edilen anlayışın, ayete söylettirilmesi olduğuna dikkat çekerek, bu tür yapılan çeviri yönteminin yanlışlığını ifade etmeye çalışmıştık.

Bazı Kur'an ayetlerinin farklı yorumlara açık olması bir realite olmakla birlikte, farklı yorumlardan birisinin kesin doğru kabul edilerek, diğer yorumun kesin yanlış olarak görülmesi pek doğru bir yaklaşım değildir. Ayetlerin yapılan yorumları şayet, ayet metninde tahrif yapılmak sureti ile varılan bir sonuç değil ise, yapılan yorumları kabul etmesek dahi onu mahkum etmek hakkımız olmadığını önemle vurgulamak istiyoruz. 

Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kalış süreleri ile ilgili olarak varılan iki farklı sonuç, ayetin tahrif edilerek varılan bir sonuç olmamasından ötürü kabul edilmeyen yoruma saygı duyulması gerektiğini hatırlatmak isteriz. 

Bizim bu konuda nasıl düşündüğümüze gelince ise, şunları söyleyebiliriz;

Kehf s. 11. ayetine baktığımızda şöyle buyurulmaktadır;

Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ(adeden).

Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk.


Bu ayet gençlerin mağarada kalış süreleri hakkında net bir süre vermemekle birlikte, gençlerin yıllarca mağarada kaldıklarını haber vermektedir. Bu ayetin Kehf s. 25. ve 26. ayetleri nasıl anlayabileceğimiz konusunda da ipi ucu verdiğini düşünmekteyiz.

Ayrıca kıssayı okuduğumuzda, mağaraya sığınan gençlerin mağaraya sığınması ile, uyanarak şehir halkı tarafından bulunması arasında uzun bir zaman geçtiğini anlayabiliriz. Bütün bunları bir araya getirmek sureti ile Kehf s. 25. ayetini okuduğumuzda, bu ayetin gençlerin mağarada 309 yıl olarak geçen kalış süresini haber verdiği yönünde yapılan yorumların daha isabetli olabileceğini göstermektedir. 

Ayrıca surenin 22. ayetinde Kehf ve Rakım ashabının sayıları hakkında fikir yürütenler hakkında Allah (c.c) nin "Karanlığa taş atar gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir» derler, yahut, «Beştir, altıncıları köpekleridir» derler, yahut «Yedidir, sekizincileri köpekleridir» derler. De ki: «Onların sayısını en iyi bilen Rabbim'dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez.» Bunun için, onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma." buyurmuş olması, 25. ayeti anlamamızda bize ışık tutacaktır.

İnsanların bu kimselerin sayıları hakkında 22. ayette ortaya attıkları iddiayı onaylamayan Allah (c.c), şayet bu insanların mağarada kalış süreleri olan 309 yılı kendisi değil de, o insanlar ortaya atmış olsaydı, 22. ayette buyurduklarını bu ayette de buyurarak, onların karanlığa taş atarak mağarada kaldıkları süre hakkında olur olmaz sözler ettiklerini beyan ederdi. "Karanlığa taş atar gibi mağaralarında 309 yıl kaldılar derler" şeklinde bir beyanın olmaması, gençlerin mağarada kalış sürelerinin 309 yıl olarak Allah (c.c) tarafından beyan edilmiş olması bizce daha makul bir yaklaşım olarak görülmektedir.

Sonuç olarak; Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kaç yıl kaldıkları konusunda yapılan iki farklı yorumdan birisini kabul etmek demek, diğer yorumu ret etmek anlamına gelmektedir. Bu tür yoruma açık ayetlerde dikkat edilmesi gereken nokta, bir yorumu kabul ederken diğer yorumu kesin yanlış olarak görmemek olmalıdır.

Kanaat olarak Kehf s. 25. ayetinin, gençlerin mağarada 309 yıl kaldıklarını haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu düşünmüş olmamız, diğer yorumu yanlış olarak mahkum ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Yazımızda asıl bu konu üzerinde durmaya gayret ederek, yoruma açık olan bazı ayetlerde, kabul ettiğimiz yorumu mutlak ve nihai doğru olarak görmemek gerektiğini, diğer yorumu kabul etmemiş olsak dahi saygı duymak gerektiğinin önemi üzerinde durmaya çalıştık. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Yusuf s. 37. Ayeti: Yusuf (a.s) ın Zindan Arkadaşları İle Yaptığı Konuşma Üzerine Bir Mülahaza

Yusuf s 37. ayetini okuyan bir çok kimse, o ayette Yusuf (a.s) tarafından yanındaki zindan arkadaşlarının ona sorduğu soruya verdiği cevap ile ne demek istediği konusunda tereddüte düşecektir. İlgili ayetin mealini vererek konuyu biraz daha açtığımızda, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Kâle lâ ye’tikumâ taâmun turzekânihî illâ nebbe’tukumâ bi te’vîlihî kable en ye’tiyekumâ, zâlikumâ mimmâ allemenî rabbî, innî terektu millete kavmin lâ yu’minûne billâhi ve hum bil âhiretihum kâfirûn(kâfirûne).

[012.037] Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Bu; Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terkettim. Hem onlar, ahireti inkar ederdi

Yusuf s. 37. ayeti ile ile ilgili yapılan çevirilere baktığımızda, ağırlıklı olarak yukarıda verdiğimiz çevirilerin benzerleri göze çarpmaktadır. Bu tür yapılmış çevirileri okuyanlar, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek olan yemeğin ne olduğunu daha onlara o yemek gelmeden önce haber verebileceğini söylemek istediğini anlayacaklardır. Halbuki ayetin bağlamını dikkatli okuyan bir kimse, bu tür çevirilerde bir problem olduğunu hissedecek, ve Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşları tarafından kendisine sorulan sorunun yorumunumu, yoksa gelecek olan yemeğin yorumunumu yapacağını söylemek istediğini anlamakta zorluk çekeceklerdir.

Bu noktada ortaya çıkabilecek olan problemin aşılabilmesi için, bir önceki ayete bakmak yeterli olacaktır. Kur'an okumaları yapanların bu türden ortaya çıkabilecek bazı problemlerle karşılaşmaması için, Arapça metin ile birlikte okuma yapması daha sağlıklı olacaktır. Çünkü bazı ayet meallerindeki kapalılıklar, ayetin Arapça metni ile birlikte okunduğunda, ve bağlama dikkat edildiğinde kendiliğinden çözülebilecektir. Arapça bilinmese dahi ayet içindeki ortak ibareler anlaşılmayı sağlayacaktır



[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.

Yusuf s. 36. ayetinde zindan arkadaşları Yusuf (a.s) a gördükleri bir rüyanın yorumunu sormaktadırlar. Bu sorunun Arapça metindeki karşılığı Nebbi'na bi te'vilihi (Bunun yorumunu bize haber ver) şeklindedir. Aynı ibareyi 37. ayette de görmekteyiz, ve bu ibare, 37. ayetin çevirilerinde görünen bir problemin aydınlanmasını da sağlayacaktır.

Yusuf s. 37. ayetinde "Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm." cümlesinin içinde geçen İlla nebbe'tüküma bi te'vilihi ibaresinden, Yusuf (a.s) ın gelecek yemeğin yorumunu değil, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyayı yorumlayacağı anlaşılabilir. Konu bütünlüğüne dikkat ettiğimizde 36. ve 42. ayetler arası olduğu görülecek, 41. ayette Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarının rüyasını yorumladığı görülecektir.

[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.

Dolayısı ile Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyanın yorumunu dikkate alan çevirilerin daha isabetli, ve okuyucuların kafasında oluşabilecek tereddütleri giderici olacağını söyleyebiliriz.

[012.037]  Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” (Mustafa Öztürk meali)

Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına neden yemekten önce rüyalarını yorumlayabileceğini söylediği de akla gelebilecek sorulardandır.

Bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar olmakla birlikte, doğruluğu üzerinde şüphe uyandıran yorumlardır. Bu konuda söylenebilecek her söz neticede bir yorum olacağından, her yorumun doğru veya yanlış olma ihtimali bulunacağından ötürü, onun böyle bir şey söylemiş olmasını, onlara söyleyeceklerini sahip olduğu bilginin sayesinde kısa bir zamanda anlatacağını,  bu şekilde ifade etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Ayrıca yine 37. ayet içinde geçen ve Yusuf (a.s) tarafından söylenen "Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terk ettim." cümlesinden, sanki Yusuf (a.s) ın önce Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinine iman ettiği, fakat sonra bu inancı terk ettiği gibi bir anlam çıkarılabilir. Yusuf (a.s) ın şirk ile önce veya sonra herhangi bir ilişkisi olamayacağını düşündüğümüzde, bu cümlenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunun cevabı aranacaktır.

Yusuf (a.s) ın kullandığı terk ettim kelimesi, önceden içinde bulunduğu bir hali değil, böyle bir şeye asla bulaşmadığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yani Yusuf (a.s) kendisinin Allah'a ve ahirete iman ettiğini, böyle bir inanca sahip olmayanlardan beri olduğunu ifade etmektedir.

Yusuf (a.s) böyle bir giriş yapma ihtiyacını neden duymuştur? diye soracak olursak şunları söyleyebiliriz;

Yusuf (a.s) konuşmaya böyle bir giriş yapmak ile, kendisinin nasıl bir inanç içinde olduğunu zindan arkadaşlarının da bilmesi, onların kendisine sorduğu sorunun cevabını verirken, bu inancını dikkate aldığını, kendisinin bir kahin veya cinlerden haber aldığını iddia eden bir kimse olmadığının bilinmesini istediğini, onların gördükleri ile ilgili yaptığı yorumun hevasından kaynaklı bir yorum olmayacağını bilmelerini sağlamak, aynı zamanda onları bu inanca davet etmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz.

İlgili ayetlerin konu bütünlüğü dahilindeki mealleri şöyledir;

[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.

[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” 
[012.038]  «Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lutfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler.»

[012.039] «Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?»

[012.040]  «Sizin Allah'ın aşağısından olan taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı-delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.»

[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.

[012.042]  İkisinden kurtulacağını, sandığı kişiye dedi ki: «Efendinin katında beni hatırla.» Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.

Sonuç olarak; Kur'an çevirilerinde karşımıza çıkan sorunlardan bir tanesi, çevirisi yapılan ayetin bağlamına dikkat edilmemesidir. Bağlamına dikkat edilmeyerek çevrilen ve birden fazla anlama sahip olma ihtimali olan bir ayetin, hangi anlama sahip olabileceği noktasında, okuyucular tarafından bir takım tereddütlerin oluşması muhtemeldir. Herhangi bir tereddüt oluşmaması için ayetin konu bütünlüğüne dikkat edilmesi, ve konu bütünlüğü dahilinde bir anlam verilerek, bunun ilgili ayetin çevirisine yansıtılması gerekmektedir. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek yemeğin yorumunumu, yoksa gördükleri rüyanın yorumunumu yapacağını söylediğinin belirtilmemesi sonucunda okuyucular ikilemde kalabilemektedir. Ayetlerin konu bütünlüğüne dikkat ederek okuduğumuz zaman, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına onlara gelecek olan yemeğin değil, gördükleri rüyanın yorumunu yapacağını söylediği anlaşılmaktadır. 

Bu şekildeki bir anlamın ilgili ayete yansıtılması, okuyucuların ikilemde kalmamasını sağlaması açısından daha doğru olacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Hud s. 1. Ayeti: Kitabın Ayetlerinin Muhkem Olması Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrılmış olduğu düşüncesi, Al-i İmran s. 7. ayetinden çıkarılmış olup, bu kitabın ayetlerinin hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu konusunda herhangi bir fikir birliği bulunmamaktadır. Bırakın fikir birliği bulunmasını, müteşabih ayetin tarifi konusunda dahi problemler bulunmaktadır. 

Kitabın içindeki ayetlerin böyle bir tasnife tutulmasının pek doğru bir yaklaşım olmadığını, kitabın bütün ayetlerinin muhkem olduğunu, müteşabih ayetlerin ise, Allah (c.c) nin indirdiği diğer kitaplar olan Tevrat ve İncil'de olduğu konusundaki düşüncelerimizi, bundan önceki bir yazımızda paylaşmıştık. Bu yazımızda, Hud s. 1. ayeti çerçevesinde kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. 

Hud s. 1. ayeti doğru anlaşılacak olursa, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama geldiği de anlaşılacaktır.

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِي
أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ

[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından ayırt edilmiştir.
[011.002] Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.

Hu s. 1. ayetinde, kitabın ayetlerinin muhkem ve ayrıntılı (fussilet) kılındığı, 2. ayetinde ise, bunun sebebi açıklanmaktadır. Önce kısaca Fussilet kelimesi üzerinde durmaya çalışacak olursak bu konuda şunları söyleyebiliriz; 

Fussilet; Aralarında belirli bir aralık oluşuncaya kadar, iki şeyden diğerinin birbirinden ayırmak anlamına gelen El Faslu kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ne anlama gelebileceğini ise, Fussilet suresinden anlayabiliriz.

[041.003] Bu, Arapça bir Kur'an olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilmiş (fussilet) bir kitaptır.

[041.044] Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri ayırt edilmeli (fussilet) değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?» De ki: «O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.

Fussilet s. 44. ayeti, bu kelimenin muhataplarının anlamamasından ayrılmış yani, muhataplarının anlayabileceği bir dilde indiğini bildirmektedir.

Şimdi gelelim, asıl konumuz olan kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerine bir tefekkürde bulunmaya çalışmaya;

Uhkimet; Islah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek anlamına gelen Hakeme den türemiştir. 

Muhkem; Bir işi sağlam yapmak, onun bozulmasını engellemek  anlamına gelmektedir. Bir şeyin muhkem olması demek, onun dış etkilere karşı dayanıklı olmasını ifade etmektedir. Muhkem Kale veya Muhkem Duvar denildiği zaman, kalenin ve duvarın dayanıklı olması, dış etkilere ve düşman saldırılarına karşı dayanıklı olmasını ifade ettiği bilinmektedir.

Muhkem Ayet deyimini, kelimenin bu anlamından hareketle anlamaya çalışmanın, bizi daha sağlıklı bir düşünce sahibi yapacağını düşünmekteyiz. Klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin, kelimenin bu anlamı ile örtüşmediğini düşünerek, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde şunları söyleyebiliriz;

Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünenlerin bu kelimenin geçtiği Hac s. 52. ayeti üzerinde hiç tefekkür etmediğini görmekteyiz. Halbuki bu ayet bizlere, Kur'an ayetlerin muhkem kılınmasının ne anlama geldiğini bildirmektedir. Hac s. 52. ve bu ayet ile ilgili olan diğer ayetleri dikkate alan bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin hiç de öyle olmadığı görülecektir.

[022.052] [E0] Hem biz senden evvel ne bir Resul ve ne bir Nebiy göndermedik ki bir temenni kurduğu vakıt Şeytan onun ümniyyesine bir ilka yapmış olmasın, bunun üzerine Allah Şeytanın ilka ettiğini derhal nesheder de sonra Allah, âyetlerini muhkemler (yuhkimu) ve Allah, alîmdir, hakîmdir

Hac s. 52. ayeti, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olan bütün Resul Nebilere inen vahye, Şeytan tarafından bir ilka yapılmaya yeltenildiğini, fakat Şeytan'ın bunu asla başaramadığını, bütün elçilere inen vahyin Şeytan'ın karıştırmasına karşı korunmuş olduğunu beyan etmektedir.

Hac s. 52. ayetinin Muhkem Ayet deyiminin anlaşılmasında anahtar konumda olmasını dikkate alarak, bu ayetin mesajının daha net anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Kur'an'a baktığımız zaman Allah (c.c) yerdeki beşer elçiye vahyini ulaştırmada Melek Elçi kullandığını görmekteyiz (Nahl s. 2- Şura s. 51- Hac s. 75). Melek elçinin ontolojik mahiyetinin olup olmadığı, ne veya nasıl olduğu konusunda bizler tarafından herhangi bir yorum yapmanın mümkün olmadığını, beşer elçilere neden böyle bir yol ile vahyedilmiş olduğu üzerinde düşünebileceğimiz konusunda, daha önce yazmaya çalıştığımız yazılar mevcuttur.

Kur'an'ın Allah (c.c) den  Melek Elçiye, ondan da  Beşer Elçiye ulaştırılmış olduğu konusundaki, ve bu yolda vahye herhangi bir Şeytan karıştırmasının meydana gelmediğini beyan eden bazı ayetler, Hac s. 52. ayetini anlama konusunda kolaylık sağlayacaktır.


[015.016-8]  Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için yıldızlarla süsledik. Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar.

[037.006-9]  Muhakkak ki, Biz yakın olan göğü ziynet ile yıldızlar ile bezedik. Ve hem her isyankar şeytandan muhafaza ettik. Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.

[072.008-9] «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.» Doğrusu biz; göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, teşbihi bir anlatım üslubu dahilinde, vahyin beşer elçiye ulaşmasında ona herhangi bir yol kazası olmadığını, herhangi bir dış müdahele olmadığını, vahyin Allah (c.c) den beşer elçiye sağlam bir şekilde geldiğini haber vermektedir.

Hac s. 52. ayetinde, Şeytan'ın tasallutuna karşı Allah'ın ayetlerinin MUHKEM kılınmış olması, bu kelimenin Dış etkilere karşı dayanıklılık anlamını dikkate aldığımızda, daha net anlaşılacak, KUR'AN'IN BÜTÜN AYETLERİNİN DIŞ ETKİLERE KARŞI KORUNMUŞ, YANİ MUHKEMLEŞTİRİLMİŞ AYETLER olduğu anlaşılacaktır.

Bu ayetleri dikkate alarak yapacağımız Muhkem Ayet tarifi, artık klasik tefsir anlayışındaki tarif ile farklılık arz edecektir. Klasik tefsir anlayışında hakim olan, Kur'an ayetlerinin Muhkem Ayet ve Müteşabih Ayet olduğu şeklinde yapılan bir ayrım, Kur'an'ın muhkem olmadığı, yani müteşabih olduğu iddia edilen ayetlerinin dış etkilerden korunmadığı gibi bir anlayış ortaya koyma ihtimalinden dolayı, sakıncalı bir ayrımdır. 

Muhkem ve Müteşabih ayet ayrımını kabul edenlerin hiç birisinin, Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin dış etkilerden korunmamış olduğunu iddia ettiklerini söylemek istemediğimizi, fakat böyle bir ayrım yapmanın sakıncasını ortaya koymak açısından bunları söylediğimizi önemle hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde kategorize edildiği, ve bu ayrımın kemikleşmiş bir düşünce olduğu bilinmektedir. Fakat bizim düşüncemiz bu ayrımın, Muhkem kelimesinin anlamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması sonucu yapıldığı yönündedir.

Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olmasını, bütün ayetlerinin dış etkilerden korunmuş vaziyette Muhammed (a.s) a ulaşmış olması şeklinde anladığımız zaman, Kur'an'ın bütün ayetlerinin MUHKEM AYETLER  olduğu anlaşılacak, Müteşabih Ayetlerin Kur'an içinde olduğu düşüncesinden vazgeçilmek zorunda kalınacaktır.

Bu iddiamızın başkaları tarafından kabul görmesinin elbette zor olduğunu bilmekteyiz. Yüzyıllardır Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrıldığına dair olan düşüncenin bir anda yıkılması zaten beklenemez. Ancak Muhkem kelimesinin anlamını dikkate alan Kur'an merkezli bir okuma yaparak konuyu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza bu durum çıkacaktır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.