Dönük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dönük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2018 Pazar

Bakara s. 134. ve 141. Ayetlerinin Bize Dönük Mesajı Üzerine

Kur'an ayetlerinin Medine'de inen büyük bir kısmı, Yahudi ve Hristiyanları muhatap almakta, onların yaptıkları yanlışlara dikkat çekerek, yanlışın yerine doğruyu ikame etmektedir. Onlar ile ilgili ayetlerin sadece ilk muhataplar ile sınırlı olduğunu düşünmek, eksik bir anlama yöntemi olacaktır. Şayet o ayetlerin onlara ne dediği doğru anlaşılacak olursa, onların düştüğü aynı hatalara Müslümanlar olarak bizlerin de düştüğünü görebilir, o ayetler ile bizlerin de muhatap olduğunu anlayabilir, hatalarımızı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duyabiliriz.

Yazımızda, birbirinin aynısı olan Bakara s. 134. ve 141. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar çıkarılabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Bu ayetlerin son cümlesi olan وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ  ibaresinin çevirisinin ekseriyetle "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde yapıldığını, fakat bu çevirinin bağlam ile pek uyuşmadığına, bundan önceki bir yazımızda değinmeye çalışmış, aşağıdaki şekilde bir anlam vermeye çalışmıştık. Bu yazının konusu ise, ilgili ayetlerin mesajı üzerinde durmaya çalışmaktır.

---Bakara s. 134-141  Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.

Ayet içindeki Onlar ifadesinden, ayetin önceki ayetler ile bir bağlantısı olduğu anlaşılmakta, ve ayetlerin bu bağlantı dikkate alınarak okunması gerekmektedir. Yahudi ve Hristiyanların İbrahim (a.s) ve onun neslinden gelen elçileri sahiplenerek onların kendilerinden oldukları iddiaları bu ayetler ile yakından alakalıdır.

Bakara 132- İbrahim, sahip olduğu bu inancı oğullarına da öğütleyerek, aynı yolu takip etmelerini tembihledi. (İbrahim'in yolunu izleyen torunu) Yakup'ta aynı şekilde bu inancı oğullarına öğütleyerek, "Ey oğullarım Allah muhakkak sizin için bu dini seçti, siz asla ona teslim olmuşlardan başka bir inanca sahip olarak can vermeyin(diye oğullarını tembihledi).

---Bakara 133- (Ey Yahudi ve Hristiyanlar) Yoksa siz Yakub'un ölümü anında onun yanında mı idiniz? (de onun sizin gibi inandığını söylüyorsunuz). Yakup oğullarına "Ben öldükten sonra da kime kulluk etmeye devam edeceksiniz?" dediğinde, oğulları ona "Senin ilahına, ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilahına, bir tek ilah olarak onu tanıyarak ona kulluk etmeye devam edecek, ve sadece ona teslim olacağızdediler.

---Bakara 134- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.

---Bakara 135- (Yahudiler ve Hristiyanlar) "Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız"  dediler. (Onlara) De ki: Hayır söyledikleriniz doğru değil, Doğru yolu bulmak Hanif ve Allah'a ortak koşmayan İbrahim'in tabi olduğu yaşam tarzına uymak ile mümkündür.

---Bakara 136- (Sizi kendilerine çağıran Yahudi ve Hristiyanlara) Şöyle deyin: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve Nebilere Rablerinden verilenlere inandık. Onların aralarında (sizin yaptığınız gibi) ayrım yapmayız (hepsine inanırız). Bizler Allah'a teslim olanlarız.

---Bakara 137- Onlar Allah'a, sizin inandığınız gibi inanırlar ise, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer (böyle inanmak yerine) yüz çevirecek olurlarsa size muhalefet etmişlerdir. (Sana düşmanlık edecek olurlarsa) Allah, onların düşmanlıklarına karşı sana kafi gelecektir. O işiten ve bilendir.

---Bakara 138- Allah'ın dini, dini Allah'tan daha güzel olan kimdir?. Biz sadece ona kulluk edenleriz (deyin).

---Bakara 139- (Yahudi ve Hristiyanlara) De ki: Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde, onun (elçilerini kimlerden seçeceği) hakkında mı tartışıyorsunuz?. Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızın karşılığı sizedir. Biz dinimizi sadece ona has kılanlarız.

---Bakara 140- Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunları Yahudi veya Hristiyan idi mi diyorsunuz?. (Onlara) De ki: (Onların ne olduklarını) siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah'mı (daha iyi biliyor)?. Kendisinde mevcut olan saklanmaması gereken bir bilgiyi, Allah'tan gizleyen bir kimseden daha zalim kim olabilir?. 

---Bakara 141- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.


Yahudi ve Hristiyanlar, İbrahim (a.s) ve onun zürriyetinden gelen elçilerin, kendileri ile aynı inanca sahip olduklarını iddia etmekte, fakat Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların, o elçilerin taşıdıkları inanç ile alakaları olmadığını bildirmektedir. Bu topluluklar sahip oldukları yanlış inanca bu elçileri ortak ederek, bir şekilde onlara iftira atmakta idiler. 

Çünkü bir yanlışı insanlara empoze edebilmenin en etkili yollarından birisi, o yanlışa o toplumun sevdiği ve saygı duyduğu insanların da sahip çıktığı şeklinde yapılan propagandadır. Cahil halk kesimi, bu tür propagandalara çabuk inanmakta, "Onlar inanıyorsa veya öyle diyorsa vardır bir bildikleri" diyerek, yanlışa kolayca teslim olmaktadır.

Ayetler, Yahudi ve Hristiyanların bu elçilere sözde tabi olduklarını iddia ederek, özde tabi olunmamasını eleştirmekte, göstermelik bir tabi olmanın, ahirette herhangi bir getirisi olmayacağını, elçilerin yaptıklarının kendilerine hayır getireceğini, bu elçilerin yaptıklarından kendilerine herhangi bir pay olduğuna inananların, bu inançlarının boşa çıkacağını hatırlatmaktadır. Ahirette iyi bir paya sahip olmanın yolunun, elçilerin kendilerinden oldukları gibi sözlerle avunmaktan değil, o elçilerin yolunu takip etmekten geçtiği özellikle vurgulanmaktadır.

Ayetler, elçileri sahiplenmenin doğru adresini kendi indi kabulleri doğrultusunda değil, Allah'ın gösterdiği doğrular olarak göstermektedir. Elçileri kuru kuruya sahiplenmenin kimseye bir faydası olmadığı, onlara tabi olmanın, onların gönderiliş amaçlarına uygun olarak şekillenmesi gerektiğini bildirmektedir. Ayetlerde zikri geçen ve geçmeyen bütün elçilerin ortak paydası, insanları yalnız Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmeye çağırmaları, ve onlara bu konuda önderlik yapmalarıdır. Bu önderlikleri dikkate alınmayan elçilere tabi olduğunu iddia etmek, kuru laftan başka bir anlam taşımayacaktır. 

İbrahim (a.s) ın müşrik olmadığının bir çok yerde hatırlatılması, elçilerin gerçek inancı ile onları sahiplenenler arasında bir alaka olmadığına dikkatleri çekmeyi amaçlamakta, asıl olanın elçilerin sahip olduğu inancı benimsemek olduğu özellikle vurgulanmaktadır.

Hülasa, Yahudi ve Hristiyanların eleştirilen yönleri, elçileri örnek alan bir hayatı tercih etmeleri gerekirken, elçilerin geliş amaçlarını boşa çıkaran bir hayatı tercih etmeleridir. 

Bu ayetlerin Müslüman hayatındaki yeri nedir? sorusu sorulduğunda ise, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır;

Bilindiği üzere hadis literatürümüzde Uydurma Hadis olarak bildiğimiz bir hadis türü vardır. Bu kategoride değerlendirilen hadislerin Muhammed (a.s) a ait olmadığı, onun adına yalan olarak uydurulduğu bilinmektedir. Bu konuda asıl mesele Müslümanların neden böyle bir yalan üretmek ihtiyaç hissettiği, yani neden Muhammed (a.s) ın adını kullanarak yalanlarına onu da alet ettikleridir.

Malum olduğu üzere Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bir takım saikler sonucunda Müslümanlar farklı fırkalara bölünmüş, birbirleri ile kanlı bıçaklı olmuşlardır. Bu fırkaların her biri kendisinin haklı olduğunu ileri sürmekte, bu haklılığının ise dini bir temele dayandırarak insanları ikna etme yoluna gitmekteydi. Her fırka kendi haklılığına, düşman fırkanın ise haksızlığına, dini bir kılıf uydurmak amacıyla Muhammed (a.s) ı alet ederek, onun adına bir takım sözler uydurmuştur. 

Bu durumun konumuz olan ayetleri ile ilgisi nedir? diye sorduğumuzda, fırkaların Muhammed (a.s) a tabi olmak yerine, Muhammed (a.s) ı kendilerine tabi kılmak gibi bir düşünce içinde oldukları cevabını verebiliriz. Bu durum ise, konumuz olan ayetlerdeki Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı takındıkları tavır ile eşdeğerdir. Nasıl ki Yahudi ve Hristiyanlar, elçilere tabi olmak yerine, elçileri kendilerine tabi kıldırmak yolu ile onları istismar etmek yolunu seçmişlerse, Müslümanlarda aynı yolu izleyerek, Muhammed (a.s) ı sanki kendi fırkalarının mensubu bir kişi olarak göstermişler, aynı yöntem bugün de sürmektedir.

Bugün de günümüzde Müslümanların fırka fırka oldukları bir gerçektir. Bu fırkaların hemen hemen tamamının, Kur'an'a ve Muhammed (a.s) a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, Kur'an ve Muhammed (a.s), maalesef Müslümanların hayatında olması gerektiği yerde değildir. Özellikle Muhammed (a.s) bu fırkaların tamamı tarafından sahiplenilmekte, her fırka Muhammed (a.s) ı görmek istediği şekilde görerek, mensup olduğu hizbin sanki bir ferdi haline sokmaktadır.

Muhammed (a.s) ile ilgili sohbetler bütün fırkaların meclislerinde başı çekmekte, fakat bu fırkaların sohbetlerindeki peygamber, ömrü boyunca şirke karşı sanki hiç mücadele etmemiş, hayatı namaz kılmak ile geçmiş, işi gücü mucize göstermek olan, ümmetine nasıl bevl edeceğini, yemeği hangi elle yiyeceğini, sarığı, sakalı, misvağı öğreten bir şahsiyet haline getirilmiştir. 


Bugün bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş olan böyle bir peygamber algısının, gerçek Muhammed (a.s) ile zerre kadar alakası yoktur. Bugün onun menkıbeleri ile vakit geçirerek onu andıklarını, onun yolundan gittiklerini zannedenler maalesef, geçmişte Yahudi ve Hristiyanların uğradığı eleştirilerin birebir muhatabıdır.

Gerçek Muhammed (a.s) yaşamı boyunca şirke karşı mücadele eden, insanların sadece Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini tebliğ eden ve bu yönde onlara örneklik eden bir kişidir. Onun bu kişiliği maalesef gündem edilmemekte, suya sabuna dokunmamış bir peygamber kişiliği öne çıkarılmak sureti ile örnekliği buharlaştırılmaktadır.

Eğer bugün Muhammed (a.s) konuşulacak ise onun Nebi Resul kimliği yaptığı ve bize dair örneklik taşıyan yaptıkları konuşulmalı, ve bu konuşmaların amacı ise onu yüceltmek amacına değil, onun örnekliğini içselleştirmeye dair olmalıdır. Aksi takdirde Yahudi ve Hristiyanların düştüğü durumdan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Sonuç olarak: Allah (c.c) elçilerini bizlere doğru yolu göstermeleri için göndermiş olmasına rağmen , insanlar onların öğretileri terk ederek, o elçileri kendi ürettikleri indi düşünceleri doğrultusunda yürüyen kişiler haline getirmiştir. Kur'an, Yahudi ve Hristiyanları bu yaptıklarından ötürü eleştirmekte, aynı hataya bizlerin de düşmüş olabileceği çoğumuzun aklına dahi gelmemektedir. Şu anda bir çok Müslümanın zihninde yaşayan peygamber portresi maalesef Kur'an'ın peygamberi değil, fırkaların ürettiği masal kahramanı bir peygamber portresidir.

Böyle bir peygamber portresinin asla kabul edilebilir olmadığını, Kur'an Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı yaptığı yanlış tasarruflar üzerinden göstermekte, bizleri de aynı yanlışa düşmememiz konusunda uyarmaktadır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Şubat 2018 Perşembe

Bakara s. 61. Ayeti: Tek Çeşit Yemeğe Katlanamayan İsrailoğulları'nın Karşılaştığı Toplumsal Yasanın Bize Dönük Mesajı üzerine

Bakara s. içinde geçen bazı ayetlerde, Firavun zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın yaşadıkları hayattan bazı kesitler sunulmaktadır. Kur'an içinde İsrailoğulları ile ilgili olarak yapılan bu anlatımlar, sadece tarihi bir olayı anlatmayı değil, toplumsal yasaların yeryüzünde nasıl işlediğini canlı örnekler olarak görmemizi ve ibret almamızı amaçlamaktadır.

Bakara s. 61. ayetinde İsrailoğulları'nın tek çeşit yemeğe dayanamayacaklarını Musa (a.s) a şikayet ederek, ondan başka yiyecekler vermesi için Allah'a dua etmesini istediklerini, bu isteklerinin sonucunda onların ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen bir duruma düştüklerini görmekteyiz. Onların düştükleri bu durumun dikkatlice irdelenmesi, aynı zamanda biz Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumun sebebinin de ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Çünkü İsrailoğulları'nın düştüğü durum, SÜNNETULLAH olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olup, bu yasalar sadece özel bir toplum için değil, bütün toplumlar için geçerlidir. 

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra yerleştiği coğrafyanın nasıl olduğunu yine Bakara suresi içindeki ayetlerinden öğrenmek mümkündür.

----Bakara s. 57- (Güneşin yakıcılığından koruması için) bulutu üzerinize gölge yaptık. Kudret helvası ve Bıldırcın ikram ettik. Size rızık olarak verdiğimiz bu güzel ve hoş şeylerden yiyin (dedik). (Verdiğimiz bunca ikrama karşılık şükretmek yerine nankörlük etmeyi seçtiklerinde) yaptıkları yanlış bize değil, kendilerine karşı yaptıkları bir yanlış oldu.

----Bakara s. 60- Bir zaman Musa kavminin su ihtiyacını temin etmek istemişti. Ona, "Asanı kayalığa vurdedik. Bunun üzerine on iki gözeden su fışkırdı. Kavminin on iki kola ayrılmış olan insanları su içecekleri yeri bildi. Allah'ın size verdiği rızık olarak (çıkan suyun yetiştirdiklerinden) yiyin ve için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, İsrailoğulları'nın yerleştiği topraklar, güneşin yakıcı sıcağının bol, ve suyun kıt olduğu bir konuma sahiptir. 

Bakara s. 60. ayetinde İsrailoğulları'nın suya nasıl kavuştuğu anlatılmakta, bu kavuşmalarının ise, Musa (a.s) ın asasını kayalara vurması neticesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk bakışta asanın sihirli bir değnek vazifesi gördüğü gibi bir anlayış ortaya çıksa da, asanın sembolik anlamını dikkate aldığımızda, su arayışının bir gayret ve çalışma neticesinde olduğu anlaşılabilir şöyle ki;

Asa olarak bildiğimiz obje, herkesin malumunca yönetim sahiplerinin elinde bulunmakta ve onların gücüün temsil etmektedir. Musa (a.s) bulunduğu toplumun lideri olması nedeniyle toplumunu su bulmak için yönlendirmekte, su arayışı için onların çalışmasını sağlamaktadır. Bu durumu dikkate aldığımızda, suyun bulunmasının Musa (a.s) ın liderliğinde o toplumun bireylerinin su için toprağı kazmaları neticesinde olduğu anlaşılacaktır.

Suyun kıt olduğu bir zamanda buldukları Men ve Selva olarak isimlendirilen yiyeceklere ilaveten, suyun bol olduğu topraklarda yetişen sebzeleri yetiştirebilme imkanına kavuşan İsrailoğulları, bu imkanı kullanmak yerine tembellik ederek, bu yiyecekleri kendilerine Allah'ın vermesini istemekle toplumsal bir yasanın üzerlerinde işlemesine sebep olmanın adımını atmaktadırlar.

----Bakara s. 61- Bir zaman, "Ey Musa, biz her gün (Kudret helvası ve Bıldırcın gibi) aynı yiyecekleri yemeye asla tahammül edemeyiz, Rabbine bizim için dua et de toprakta yetişen sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan (gibi yiyecekler) çıkarsın" demiştiniz. (Musa bu isteğinize karşılık size), "Daha hayırlı olan (özgürlüğü), daha aşağı olan (esaret, soykırım ve zulüm) ile mi değiştirmek istiyorsunuz?. (Esaret, soykırım ve zulüm gördüğünüz) Mısır'a geri dönün orada bu istediklerinizi bulabilirsiniz" Dedi. (Yaptıkları bu nankörlüğün ve tembelliğin karşılığı olarak) onlar aşağılık ve fakir hale düşerek, düşmanlarının esareti altında yaşamaya mahkum ve Allah'ın gazabına layık bir duruma düştüler. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar, nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürüyorlardı.

Halbuki asıl yapmaları gereken şey, toprağı gereği gibi ekip biçmek sureti ile istedikleri yiyecekleri kendilerinin yetişmeleri iken, bunu yapmayarak tembellik etmeleri ve bu isteklerinin Allah tarafından karşılanmasını istemeleri, onların Allah'ı haşa IRGAT olarak görerek, büyük bir hata işlemelerine sebep olmuştur.

Allah (c.c) yeryüzüne koyduğu yasa, toprağın ekip biçilerek insanların yiyeceklerini kendilerinin temin etmeleridir. Allah (c.c) sadece bu iş için gerekli olan suyu onlara gökten indirmek sureti ile yardım eder. Kendisi inerek kulları için asla ırgatlık yapmaz. Misal gerekirse, unu yağı şekeri kullarının önüne koyar, helva yapmalarını onlardan ister, kendisi kulları için helva yapmaz. 

İsrailoğullarının yaşadığı bu olay sadece tarihte geçmiş yaşanmış bitmiş olay olarak bizlere anlatıldığı sanılıyor ise, Kur'an'ın yaşanan hayatlara dair olan mesajı gereğince anlaşılmamış olacaktır. Kur'an bizlere böyle bir olayı anlatmakla zımnen, "Sizler de böyle yapmayın Allah'ı ırgat ve yanaşma olarak görmeyin, onun size sunduğu imkanları kullanarak çalışın gayret edin bu yolla başarıya ulaşın" demektedir.

Bizler bu olayı okuyarak şöyle bir mesajı çıkarmak, ve bu mesajı hayatımız ile ilgili bütün durumlarda uygulamak zorundayız.

Allah (c.c), içinde bulunduğumuz bazı sıkıntılı durumlardan kurtulmamız için, çalışmayı ve gayret etmeyi şart koşmuştur. Sadece el açıp kuru kuru dua etmek, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmamız için yeterli değildir. Öncelikle Fiili Dua olarak niteleyebileceğimiz çalışmak ve gayret etmek, sonrasında ise Kavli Dua yapılmalıdır.


                                 "Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
                                  Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 
                                                                                      Mehmet Akif Ersoy

Fiili duayı terk ederek sadece kavli duaya yönelmenin karşılığı Kur'an içinde ZİLLET ve MESKENET olarak bildirilmektedir. Bugün biz Müslümanların düştüğü durumun nedenlerine dikkat ettiğimizde, geçmişte tembellik ederek Allah'ı ırgat olarak gören İsrailoğulları'nın düştüğü durumun nedenlerinin aynısının yattığını görebiliriz.

Yine Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri içinde bulunduğumuz içler acısı durumu veciz biçimde anlatmaktadır;

“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!(… hizmetçin iken)
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! (Senin işlerini yapan Allah değil mi…)
Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!(Onun nimetler hazinesi senin veznendir)
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek! (… kâfirleri yerle bir edecek)
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
” Yetiş!” de kendisi gelsin, ya Hızr´ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O´na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; (….. veznedarın O)
Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı O. (Aile doktoru, …)
Ya sen nesin? Mütevekkîl! Yutulmaz artık bu!Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete… Ha?
Kur'an eğer iman edenlerin hayatlarını yönlendiren bir kitap olarak görülse idi, bizden önceki nesillerin başlarına gelen olaylar masal olarak değil, ibretli yaşam gerçekleri olarak görülür, ve ona göre bir yol haritası çizilebilirdi. Fakat öyle olmamış, Kur'an raflara çıkarılmış belirli gün ve gecelerde hayata dair ne söylediği umursanmayacak bir kitap haline düşürülmüştür.

Bugün Müslümanların bir çoğu, içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulmanın yolunun Allah'ın bir ırgat ve yanaşma gibi görülen bir kişi mesabesine konulmasından geçtiğini zannederek, yattığı yerden ona emretmektedir. Kalın kalın dua kitaplarını, cüppeli sakallı din baronlarının sırlı, zırhlı, meşhur dualar olarak söylediği duaları okumak maalesef hiç bir fayda sağlamamakta, sadece bu kitapları basanlar için maddi bir sömürü aracı olmaktadır.

İçinde bulunduğumuz zillet ve meskenet durumundan kurtulmanın yolu, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların bütün kişi ve toplumlar üzerinde eşit olarak işlediğinin, kimliğimizin Müslüman olmasının bizlere, Allah katında torpilli kul muamelesi yapılmasını gerektirmediğinin bilinmesi, atılacak adımların ilki olmalıdır.

Sonuç olarak;  
ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen sosyal, siyasal, iktisadi, askeri ve ekonomik yönden zayıf duruma düşmek, kişi ve toplumların yaptığı yanlışların sonucu olup, dün İsrailoğulları üzerinde işleyen yasalar, bugün biz Müslümanlar üzerinde işlemektedir. İçinde bulunduğumuz sıkıntı ve ihtiyaçlarımızın giderilmesinin yolu, o sıkıntıların giderilmesi yolunda adımlar atmaktan başka değildir. Adım atmadan sadece oturduğumuz yerden Allah'ın yardımını talep etmek, beyhude bir yorgunluktan başka bir şeye yaramayacaktır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



14 Mart 2017 Salı

Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması

Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik. 

Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir. 

[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.

[007.160]  Biz onları  ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.

Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir. 

[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.

Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.

Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır. 

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir. 

Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.

Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır. 

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası  olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.

İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.

[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet  dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.

İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır. 

Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.

[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

[045.016-17]  Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.

[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan  habersiz değildir.

Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40). 

İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).

Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.

Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;

Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.

Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.

İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen   çalışmaktayız. 

Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.

Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir. 

Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.

Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir. 

Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


30 Nisan 2016 Cumartesi

Dağların ve Kuşların Davud (a.s) İle Birlikte Tesbih Etmesinin Günümüze Dönük Mesajı

Davud (a.s) , kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş elçilerdendir. Onun böyle bir güce sahip olmasının Kur'an içinde anlatılmasının sebebi , kendisinden sonra gelen elinde mülk ve güç bulunduranların, bu gücü nasıl kullanmaları gerektiğine dair örneklik teşkil etmesidir. 

Davud (a.s) ın kıssası içinde , dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih ettiğinden bahsedilmektedir. Onların bu tesbihi nasıl yaptığı konusunda tefsirlerde malumatlar olmasına rağmen , mesaj içerikli bir okuma yapılmadığı için , maalesef masal ve israiliyyat kaynaklı bilgiler verildiğini görmekteyiz. Yazımızda , Kur'anın bu anlatımının , bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[021.079]  Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.
[034.010]  Andolsun ki; Davud'a, katımızdan lutuf ihsan ettik. Ey dağlar; onunla birlikte siz de yönelin ve kuşlar da. Ona demiri yumuşak kıldık.
[038.017-19]  Onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi.Biz dağları onun emrine vermiştik, akşam ve işrak vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi.Kuşları da toplu olarak. Her biri ona yönelmişti.

"Tesbih" ; Se-be-ha kökünden türeyen ve "Havada ve suda hareket etmek" anlamında bir kelimedir. Terim anlamı olarak , "Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin onun koyduğu kurallar ve  yasalar çerçevesinden dışarı çıkamaması" anlamındadır. 

[024.041] Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.
[017.044]  Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır.

Dağların ve kuşların tesbih etmesi , onların yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam sürmesi, Allah (c.c) nin onlar için belirlediği yasalar dahilinde hayatiyet sürmeleri anlamındadır. Dağları ve kuşları , insan dışındaki canlı hayatının sembolize edilmiş ismi olarak okumaya çalıştığımızda , Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmelerini şu şekilde anlamak mümkündür; 

Davud (a.s) kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş bir hükümdar olarak, dünya üzerindeki geniş bir kara parçası üzerinde hakimiyet sahibidir. Onun öncelikle Allah (c.c) nin bir kulu olması , bu kulluğunun gerektirdiklerini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Hükümdar bir kul olması ise , elinde bulundurduğu yönetim gücünü ona emredildiği şekli ile yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. 

Elinde yönetim gücü bulunan bir kimse , bu gücünü hakka uygun bir biçimde kullanarak , mülkü altında yaşayanlara zulmetmemek , onları hak ve adalete uygun bir biçimde yönetmek zorundadır. Davud (a.s) böyle bir yönetici portesine sahip, hak ve adalete uygun yönetim sergileyen bir hükümdar örneği ile karşımızda durmaktadır. 

Davud (a.s) hem kul , hem de yönetici olması nedeniyle , kulluğunun ve yöneticiliğinin gereklerini, hak ve adalet dairesinde uygulayarak, tesbihini yerine getirmektedir. Davud (a.s) ın mülkü içinde yaşayanlar sadece insanlar değildir. Onun mülkü içinde , insan emrine musahhar kılınmış olan dağlar ve kuşlar ismi ile sembolize edilmiş , insanın yaşamı için gerekli olan nimetler de bulunmaktadır.

[031.020] Görmez misiniz ki; Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da size müsahhar kılmıştır. Gizli ve açık olarak nimetlerini size bolca vermiştir. İnsanlar arasında hiç bir bilgisi olmadan, hiç bir rehberi ve aydınlatıcı kitabı yokken Allah hakkında tartışanlar vardır.
[014.032]  Allah, o dur ki , gökleri ve yeri yarattı; yukarıdan su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı; emri gereği denizde seyretmesi için size gemileri hizmetinize sundu; nehirleri de size musahhar kıldı.
[045.013]  Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini sizin için, tarafından musahhar kıldı. Şüphe yok ki, bunda düşünecekler olan bir kavim için elbette alâmetler vardır.

İnsanlar , Allah (c.c) tarafından kendilerine verilen bu nimetleri , nankörce , hoyratça , müsrifçe harcamayarak , bu nimetlerin kendilerine emanet verildiğini , bu nimetlerin kendilerinin ihtiyaçları olduğu gibi , kendilerinden sonra gelecek kuşakların da ihtiyaçları olduğunu , dolayısı ile yeryüzünden olan nimetlerin kullanım hakkına riayet edilmesi gerektiğini bilmek zorundadırlar.

İnsanlar yeryüzünde sadece kendilerinin değil , kendilerinin yaşamı için gerekli olan , kendilerinin dışındaki diğer varlıkların da yaşama hakkı olduğunu bilmek, ve ona göre davranmak zorundadırlar. Davud (a.s) kıssasında "Dağlar ve Kuşlar" ismi ile sembolize edilen, insan dışındaki varlıkların yaşam hakkına saygı duymak, yani onların da tesbih etmelerini sağlamak , insanların en temel görevlerinden birisidir.

[030.041]  İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde Fesad belirdi. Ki yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki dönerler.

Daha çok yemek , kazanmak , eğlenmek için, başkalarının hakkına tecavüz etmekten çekinmeyen insan , emrine müsahhar kılınan, "Kevni Ayetler" olarak da ifade edebileceğimiz , yeryüzünde olan her şeyi ifsad etmekten çekinmemektedir. 

İnsan , kendisinin yaşamını sürdürebilmesi için , kendisinin dışında yaratılmış olan ve kullanımına sunulan nimetleri ölçülü ve dengeli bir biçimde kullanmak zorundadır. Sadece kendisini düşünerek , gelecek nesillerin haklarını gasp eden bir kullanımda bulunmaya kalktığında, yeryüzünde büyük bir fesat meydana çıkacaktır. 

Bugün yeryüzünde yaşadığımız ve adına "Çevre sorunları" , "Çevre Felaketleri" denilen bir çok sıkıntı , bizden öncekilerin bizlerin haklarını düşünmeyerek yaptığı hoyratça kullanımın bir neticesidir. Maalesef şimdiki yaşan insanlar da, aynı yolu izleyerek sorunları azaltmak amaçlı değil,  sorunların üzerine  sorun ilave etmek amaçlı kullanımlar yaparak , yeryüzünü büyük bir felakete doğru sürüklemektedirler.   

İnsanlığın kadim bir sorunu olan , kendisini düşünmek sureti ile başkalarının hakkına saygı göstermemek hastalığı , ve bu hastalığa karşı önlem alan bir yönetici hükümdar portresi olarak , kuşların ve dağların Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmesinin anlamı şimdi daha kolay anlaşılacaktır.


Davud (a.s) hem kul hem yönetici olarak , mülkü altında bulunan insanların dışında olan ve Kur'anın "Dağlar ve Kuşlar" olarak genellediği , diğer yaşam sahiplerinin yaşama hakkına saygı duyan ve mülkü altında yaşayan insanların da bu yaşamlara saygı duymalarını sağlayan bir yönetim sergilemektedir.

Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, sadece yönetimi altındaki insanlar ile sınırlı değildir. Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, insanlar ve o insanların yaşamları için gerekli olan bitki ve hayvan neslini korumaktır. Bitki ve hayvan nesli yok olmaya başladığı zaman , insan nesli de yok olmaya başlayacaktır. İnsanlar hayatiyetini devam ettirebilmesi için , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. 

İnsanlık eğer , yaşamı için gerekli olan unsurları kendi eliyle yok etmeye başladığı zaman , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, yok olma sürecine girecektir. Bugün dünyanın bir çok yerinde yaşanan çevre sorunları, bu yok oluşun bir habercisidir.

Kendisi dışındaki canlı hayatını koruma noktasında herkes , kendi çapında sorumluluk sahibi olup , yönetici konumunda olan kimselerin sorumluluk alanı ise , gerekli kural ve yönetmelikleri hazırlayarak , insan dışındaki canlı hayatının tesbihlerinin devam etmesini sağlamak olmalıdır.

Yönetici konumunda olan kimseler , böyle bir yönetim örneği sergileyerek , aynı zamanda kendilerinin de bu konuda tesbih etmiş olmalarını sağlayacaklardır. Çünkü insanın tesbih görevlerinden birisi de , kendisinin dışındaki hayatlara saygı duyan bir yaşam sürmesidir. 

Davud (a.s) , işte böyle bir yönetici hükümdar portesi çizerek , hem insan hayatına , hem de insan dışındaki hayatlara yaşama hakkı sunan bir yönetim sergilemiş , ve kendisinden sonra gelen yöneticilere örneklik teşkil edecek bir yönetim tarzı miras bırakmıştır. 

Kur'an , insan hayatı dışındaki canlılara saygı göstermemenin insanlığı nasıl bir sona götüreceğini Salih (a.s) kıssası örneğinde göstermiştir. 

İnsan dışındaki canlı hayatını sembolize eden "Dişi Deve" yi ayet olarak Semud kavmine gönderen Allah (c.c) , Semud kavminden bu deveye gereken saygının gösterilmesini istemiştir.

Fakat Semud kavmi deveye gereken saygıyı göstermeyerek helaka uğramıştır. Biz bu kıssayı okurken sadece devenin kayadan çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine , mesaj içerikli bir okuma gerçekleştirdiğimiz takdirde , evrensel bir mesaj olarak insan dışındaki hayatlara saygı göstermemenin neticesini okuyabiliriz. 

İnsanlık her çağda Davud (a.s) gibi yöneticileri kendisine  örnek alan yöneticilere muhtaçtır. Bir yönetici düşünelim ki , kendisinin kul olduğunu bilir ve ona göre davranır , yöneticilik gücünü sadece hak ve adalet yolunda kullanır , mülkü altında bulunan bütün insanlara zulmetmeyen bir yönetim sergiler, mülkü dahilinde bulunan insan harici bitki ve hayvan neslinin yaşama hakkına saygı gösteren kararlar alır ve bunları uygular , böyle bir yöneticinin yönetimi altında yaşayan insanlar ve çevre nasıl bir durumda olacaklardır ?.

Sonuç olarak ; Davud (a.s) , kendisine mülk verilmiş bir elçi olarak , elinde yönetim gücü bulunduranlara üsvetün hasene (en güzel örnek) olan bir kimsedir. Mülkü altında bulunan dağlar ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesini , onun gür sesli birisi ve okuduğu ilahileri dağlar ve kuşlar ile birlikte okuduğu şeklinde okumak yerine , evrensel mesajlar olarak okuduğumuz zaman , Davud (a.s) kıssası masal olmaktan çıkarak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak bizlere dönecektir. 

İnsan ve onun dışındaki canlı hayatı, etle tırnak misali birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde sürmektedir. Bitki ve hayvan nesli olmadan , insanın yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan , kendisinin yaşam hakkı kadar , kendisinin dışındaki canlılarında yaşam hakkı olduğunu düşünmeden yaşayarak , kendi dışındaki canlı hayatı yan ekolojik dengeyi yok ettiğinde ,kendisini de yok etmiş olacaktır.

İnsan hayatının var olması , kendi dışındaki canlıların da var olması ile mümkün olduğuna göre , yaşadığımız dünyada onların da yaşam hakkına saygı duyan yönetimler olması ve bu yönde kurallar ihdas ederek , onların hayatlarını garanti altına almak sureti ile , bizlerin de hayatlarını garanti altına almayı sağlamak , yönetimler asli görevi olmalıdır.

İnsan dışındaki canlı hayatının tesbihini sürdürebilmesi , biz insanların elinde olup , insan olarak tesbih etme görevlerimizden birisi de , bizim dışımızdaki canlı hayatına saygı duymaktır. Bu yönde bir yaşam sergileyen insanlar ve onları yönetenler , yükümlü oldukları tesbih görevini yerine getirmiş sayılacaklardır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Şubat 2016 Perşembe

Kur'an Kıssalarındaki Anlatımların Bize Dönük Mesajlarını Okumak

Kur'an içinde geçmiştekilerin başlarından geçenlerin anlatıldığı "Kıssa" denilen anlatımlar, önemli bir yer tutmaktadır. Geniş bir hacme sahip olan bu anlatımlar, sadece geçmişte yaşananları anlatmak amacına dönük değil , geçmişte yaşanan hayatlardan,  sonraki gelecek olanların ibretler çıkarmasına yöneliktir.

[011.120] Sana resullerin haberlerinden -kalbini kendisiyle sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.

Ne yazıktır ki , Kur'an içinde yapılan bu anlatımların , bize dair söylediklerinin ne olabileceği konusunda , tefsir kitaplarında doğru bir yaklaşım görebilmek neredeyse mümkün olmamaktadır. Geçmiş tefsirlere bakıldığında kıssalar konusunda ağırlıklı yaklaşımın , kıssanın sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alan , "İsrailiyat" denilen hurafe yığınları ile örülmüş , "Laf olsun sayfa dolsun" kabilinden anlatımlar olduğunu görmekteyiz. 

Klasik tefsirlerde genel durumun bu olmasına karşın , bu tefsirlerdeki anlatımlara tepki olarak çıkan modernist yaklaşımların, eski tefsirlerdeki kıssa anlayışından pek farklı olmadığını görmekteyiz. Modernist yaklaşımın kıssa anlayışı , "Mucize" ve "Helak" olarak nitelenen bazı olayların gerçekte  olmadığını öne sürerek , bunları tevil etme yoluna gitmesi şeklinde kendisini göstermektedir.

Klasik ve modernist tefsir çalışmalarının birleştiği ortak nokta, kıssayı sadece yaşanmışlığı dahilinde okumaya , "Kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir edebileceğimiz bu okumalar sonucundaki çıkarımları sonucunda yorum yapmaya çalışmaları olduğunu söyleyebiliriz. Bu yöntem, kıssadan bize dönük mesajlar çıkarılmasına engel olan bir okumadır

Kıssaları nasıl bir okuma yöntemi takip ederek okumalı ki , Kur'anın o kıssa ile anlatmak istedikleri anlaşılabilsin ?.

Öncelikle okuduğumuz kıssanın, bize dair bir mesajı olduğu yönünde bir bakış açısı ile kıssaya yaklaşılmasının gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssa içinde anlatılan olay ve kişilerin sadece , anlatıldığı zaman ve mekan içine hapsedilmemesi , olay ve kişiler üzerinden verilmek istenilen bir mesajın olması gerektiği düşünülerek okunmalıdır.

Kıssalardaki anlatımların en önemli yanı , kavimlerin helak edilmesi ile biten bir sonuca sahip olmasıdır. Bizler, kavimlerin helak olmasına sebep olan nedenlere dikkat eden bir okuma yaparak kıssaları okuduğumuzda , dün o kavimlerin yıkımına sebep olan nedenlerin , yaşadığımız zaman ve mekan dahilinde olup olmadığına dikkat ederek , aynı yıkımın bizler içinde gerçekleşebileceğini okuyup , onların işledikleri hataları düşmekten kendimizi koruyabiliriz.

"Sünnetullah" (Allah (c.c) nin izlediği yol) , Kur'anın anahtar kavramlarından birisi olarak , kıssaları okumada dikkat etmemiz gereken en önemli bir kavramdır. "Sünnetullah" , Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasaların işlemesi anlamında bir kavram olup , kavimlerin helak olması , bu yasanın işlemesi sonucunda gerçekleşmektedir. 

Kavimlerin helak edilmesini , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler çerçevesinde okumaya çalıştığımız , ve bu değişmemenin bir yasa ve kıyamete kadar geçerli olduğunu düşündüğümüzde , kavimlerin helak olmasına SEBEP olan fiillerin işlenmesi , aynı helakın, bugün , yarın , ta ki kıyamete kadar gerçekleşmesi SONUCUNU doğuracağı unutulmamalıdır.

Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi yine ,"Sünnetullah" adı verilen yasalar dahilinde gerçekleşmektedir. Müşrik olan kavimlerin halklarının helak olması , o kavimleri terk eden elçi ve beraberindeki iman edenlerin kurtulması anlamına gelmektedir.

Allah (c.c) kullarına yardım etmenin, kendisine ait bir görev olduğunu beyan etmektedir. Ancak bu görevin yerine gelmesi , kendisi tarafından belirlenen bir takım kuralların kulları yerine getirilmesi ile gerçekleşeceğini de beyan etmektedir. Kullara yardım sözünün yerine getirilmesi , onların bu yardımı hak edecek fiilleri yapmasının sonunda, yani yardımı hak etmesinin sonunda gelmektedir.

Kur'an kıssaları, Allah (c.c) nin "Helak" ve "Yardım" yasalarının, helak olmayı veya yardımı hak edecek amelleri işlemeleri neticesinde gerçekleştiğinin, canlı ve yaşanmış örnekleri ile gösterilmesi bakımından önemli bir yere sahiptir. 


İnsanların , özellikle bugünkü Müslümanların hazırcı ve kolaya talip olmaları nedeniyle, Allah (c.c) nin yardım etmesi konusunu yanlış anlayarak, "Armut piş ağzıma düş" misali bir yardım talebinde bulunduklarını görmekteyiz. Hak ediş yasalarına tabi olmadan bu yardımın asla gelmeyeceği , bir çok Kur'an ayeti , yaşanmış örnekleri ile canlı olarak sunulmuş olmasına karşın , Kur'anı masal kitabı olarak okuma hatasına düşen biz Müslümanlar , hala Bedirdeki melekleri bekleyerek , bizim yerimize  Allah (c.c) nin kafirleri yok etmesini beklemekteyiz. 

Kıssalar içinde geçen ve "Mucize" olarak adlandırılan , denizin yarılması , ateşin İbrahim (a.s) ı yakmaması , balığın Yunus (a.s) ı yutması gibi anlatımlar , geçmişte hurafeler ile örtülmüş masallara çevrilmesine karşın , modernist okumalarda bu olayların gerçek olarak olmasının "Sünnetullah" yasalarına göre imkansız olduğu iddiası dile getirilmektedir.

Kıssalarda anlatılan bu olayların "Sünnetullah" a aykırı olduğu gerekçesi ile , gerçek olmadığını iddia etmenin , aslında Sünnetullah ın ne olduğunu bilmemekten kaynaklandığını söylemek istiyoruz.

Kur'an kıssalarında anlatılan bu olayların ortak tarafı , Allah (c.c) nin sünneti olan hak eden kullarına yardım vaadinin yerine gelmiş olduğunu göstermektir. Bu yardımın yerine gelmesinin anlatım şekli, eğer olması mümkün olmayan imkansız şeyler olduğu düşünülür ise ,  Allah (c.c) nin bu sözü tutmadığı gibi bir iddianın ortaya atılması anlamına gelecektir. 

Kıssalarda anlatılan bu olaylara bakış açımızın olayın NASILLIĞININ yani sonucunun değil , NEDENLİĞİNİN yani sebebinin üzerinde yoğunlaşmak şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin zor durumda kalan kuluna bu şekil bir yardım etmesi , o kulun böyle bir yardımı hak edecek sebepleri yerine getirdiğini göstermektedir.

Allah (c.c) elçilerine olan yardım vaadini yerine getirirken NEDEN bizim için imkansız görülen , aklımızın hafsalamızın almadığı , anlamakta zorlanacağımız bir yol kullandı?.


Bu sorunun cevabını, kulların artık ellerinden geleni yaptıktan sonra , yapacak bir şeyleri kalmaması ve "Allah'ın yardımı ne zaman?" (2.214) diyecek hale gelmelerinin ardından, yardımın geldiğini düşündüğümüzde bulabiliriz. Artık kendisine Allah (c.c) den başkasının yardım edemeyeceğine inananlar , hak etmeleri sonucunda gelen bu yardımın , Allah (c.c) dışında kimseden gelmesinin imkansız olduğunu görerek , ondan yardım istemekte ne kadar haklı olduklarını gerçek bir şekilde görmüşlerdir.

Kıssalarda anlatılan yardım vaadinin , Allah (c.c) dışında kimsenin gücünün yetmediği bir noktada gelmiş olduğunu gösteren denizin yarılması , ateşin söndürülmesi , balığın karnından kurtarılması gibi anlatımları , herhangi bir kul için imkan dahilinde olmayan bir gücün , sadece Allah (c.c) nin elinde olduğunun anlatılarak , ondan başka bir yardımcının olmadığının gösterilmesi açısından okumak , anlatımların yaşanmışlığını ret etmeden , bize dönük mesajlar olarak okumayı sağlayacaktır.

Kur'an kıssalarının baş aktörleri olan elçiler , bizler için "Üsvetün Hasenetün" (En güzel örnek) rol model kimselerdir.

Hadis - Sünnet tartışmalarının her zaman gündemde olduğu İslam düşüncesinde , bu tartışmaların önünün alınarak , doğru bir dün anlayışına sahip olmanın yolu , Kur'an içinde geçen elçilerin mücadelelerinin okunmasından geçecektir. 

"Sünnet" (İzlenen yol) kavramının , Muhammed (a.s) ile ilişiklendirilmesi , yani onun örnekliğinin hayata aktarılması , sakal , sarık , misvak ile değil , şirke karşı olan mücadelesinin okunması sonucunda öğrenilebilir. 

Kur'anın ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar olduğunu düşündüğümüzde , Muhammed (a.s) a okunan kıssalar , onun kafirler ile olan mücadelesinin yolunu aydınlatmıştır. Kendisinden önceki elçilerin başlarından geçenlerin anlatılması , onun bu yolda yalnız olmadığını , kendi başına gelenlerin öncekilerin başına da gelmiş olduğu anlatılarak , o elçilerin dik duruşları ona örnek olmuştur. Yani Muhammed (a.s) , kendisinden önceki elçilerin sünnetini izleyerek , o izleri takip eden bir yol üzerinde yürümüştür.

"Sünnet" kavramını "Muhammed (a.s) ın sünneti" şeklinde bir terkip ile kullanacak ve bu terkibin en doğru halini nereden öğrenebiliriz diyecek olursak , bu adres sadece Kur'an olacaktır. Muhammed (a.s) ın tek sünneti vardır o sünnette ŞİRK İLE OLAN MÜCADELESİ olup , onun elçilik hayatı bu mücadele etrafında yapıp ettiklerinden ibarettir. Bizler eğer onun sünnetine tabi olmaktan bahsedecek olursak , bu sünnete tabi olmak , onun sakalı , sarığı , misvağı , uyuma şekli değil, onun MÜŞRİKLER İLE OLAN MÜCADELEDE İZLEDİĞİ YÖNTEM olmalıdır.

Kur'an kıssaları bizlere hayatın anlamını ve bu anlam çerçevesinde yapılmış olan mücadeleleri anlatarak , bizlere yol haritası çizen anlatımlardır.

Kendisinden başkasının kurallarının hayata hakim kılınmaması isteyen Rabbimizin, bu emrine karşı çıkan sahte ilah ve rablerin karşısına çıkan elçiler, tarih boyunca bu gerçeği haykırarak , örnek bir yaşam sergilemiş , ve bizlere yol gösteren EN GÜZEL ÖRNEK ler olmuşlardır. 

Kıssalar ile anlatılan bu mücadelenin bizlere örnek olması gerektiğine inananlar , kıssaları "Geçmişlerin masalları" olma anlayışından çıkararak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak okuyarak DİRİ BİR KUR'AN ortaya çıkarabilirler.

Kur'an kıssalarının mesaj içerikli okunması , Kur'anı ÖLÜLERE OKUNAN BİR KİTAP olmaktan çıkararak , DİRİLERE ÖĞÜTLERİ OLAN BİR KİTAP haline gelmesini sağlayacaktır.

Kur'an kıssaları , yaşanan hayatlardaki aksaklıkları vahyin doğrultusunda düzeltmeye çalışanların verdiği mücadelelerden kesitler sunmaktadır. Bu demek oluyor ki ; Vahiy hayata müdahil olan , hayatlardaki yanlışları düzelten , yanlışlar yerine doğru teklifler sunan bir bilgi kaynağıdır.

Eğer Kur'an bu doğrultuda okunmuş olsaydı , yaşanan hayatların yanlışlığını düzeltmeye çalışmanın ve bozuk gidişe "Dur" demek ile görevli olduğumuzu anlar , bozuk gidişin içinde rol alan veya o gidişi devam ettirmeye çalışan insanlar olmazdık. 

Kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , o elçilerin kavimlerine sağ ayakla tuvalete girmeyi , sağ elle yemek yemeyi , sakalı , sarığı , misvağı v.s yi tebliğ için gönderilmediklerini , Kur'an literatüründe "ŞİRK" olarak genellenmiş olan , yaşanan hayatlardaki ekonomik , sosyal ve ahlaki sapmalara karşı seslerini yükselten ve bu yolda canları ve malları ile çalışmaya örnek olmak için gönderilmiş insanlar olduğunu görürüz.

Bu insanları örnek alan Muhammed (a.s) a atfedilen ve "Tabi olana 100 şehit sevabı" olduğunu vaat ettiği !!! sünnetlerinde Mekkelilerin yaşadığı hayatlardaki yanlışlarına dair yapıp ettikleri yani ŞİRKE KARŞI MÜCADELESİ asla yoktur. 

Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , geçmişteki yaşantılardan , bize ibret olması ve örnek alınması gereken anlatımlar olarak anlaşılmaya çalışılmadan okundukça "Eskilerin masalları" olarak kalacak ve Kur'anın önemli bir bölümünü kaplayan bu ayetler, otomatikman neshedilmiş olacaktır.

"Kıssa içinde dönüp dolaşmak" yöntemi olarak ifade edebileceğimiz kıssa okumalarında , sadece yaşanan zaman ve mekana dair yorumlar yapılarak , bizlere dönük mesajlarının olup olmaması tarafı pek gündeme getirilmemektedir. Bu yöntemin klasik ve klasik tefsirlere karşı olmak adına ortaya çıkan modernist tefsir anlayışlarında da geçerli olduğu görülmektedir.

Kıssalar , vahyi teorik bilgiler manzumesi olmaktan çıkararak , pratik hayata dair çözümler üreten bilgiler olduğunu gösteren en önemli delillerdendir. Vahyin hayata dair olan söylemleri evrensel söylemler olup , kıssalarda yaşanan ekonomik , sosyal ve ahlaki sorunların tamamı aynen bugün de yaşanmaktadır. 

Bizler bugün yaşanan bu sorunlara vahyin rehberliğinde üretilmiş olan çözümleri insanlara önererek , "Çaresiz değiliz" mesajını vermek durumundayız. Bu mesajı verebilmek ise , önce bizlerin elinde olan bu kitabın bu çareleri sunmuş olduğu gerçeğini görüp anlamaktan geçecektir. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.