bize etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bize etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2018 Pazar

Bakara s. 134. ve 141. Ayetlerinin Bize Dönük Mesajı Üzerine

Kur'an ayetlerinin Medine'de inen büyük bir kısmı, Yahudi ve Hristiyanları muhatap almakta, onların yaptıkları yanlışlara dikkat çekerek, yanlışın yerine doğruyu ikame etmektedir. Onlar ile ilgili ayetlerin sadece ilk muhataplar ile sınırlı olduğunu düşünmek, eksik bir anlama yöntemi olacaktır. Şayet o ayetlerin onlara ne dediği doğru anlaşılacak olursa, onların düştüğü aynı hatalara Müslümanlar olarak bizlerin de düştüğünü görebilir, o ayetler ile bizlerin de muhatap olduğunu anlayabilir, hatalarımızı yeniden gözden geçirmek ihtiyacını duyabiliriz.

Yazımızda, birbirinin aynısı olan Bakara s. 134. ve 141. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar çıkarılabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Bu ayetlerin son cümlesi olan وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ  ibaresinin çevirisinin ekseriyetle "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde yapıldığını, fakat bu çevirinin bağlam ile pek uyuşmadığına, bundan önceki bir yazımızda değinmeye çalışmış, aşağıdaki şekilde bir anlam vermeye çalışmıştık. Bu yazının konusu ise, ilgili ayetlerin mesajı üzerinde durmaya çalışmaktır.

---Bakara s. 134-141  Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.

Ayet içindeki Onlar ifadesinden, ayetin önceki ayetler ile bir bağlantısı olduğu anlaşılmakta, ve ayetlerin bu bağlantı dikkate alınarak okunması gerekmektedir. Yahudi ve Hristiyanların İbrahim (a.s) ve onun neslinden gelen elçileri sahiplenerek onların kendilerinden oldukları iddiaları bu ayetler ile yakından alakalıdır.

Bakara 132- İbrahim, sahip olduğu bu inancı oğullarına da öğütleyerek, aynı yolu takip etmelerini tembihledi. (İbrahim'in yolunu izleyen torunu) Yakup'ta aynı şekilde bu inancı oğullarına öğütleyerek, "Ey oğullarım Allah muhakkak sizin için bu dini seçti, siz asla ona teslim olmuşlardan başka bir inanca sahip olarak can vermeyin(diye oğullarını tembihledi).

---Bakara 133- (Ey Yahudi ve Hristiyanlar) Yoksa siz Yakub'un ölümü anında onun yanında mı idiniz? (de onun sizin gibi inandığını söylüyorsunuz). Yakup oğullarına "Ben öldükten sonra da kime kulluk etmeye devam edeceksiniz?" dediğinde, oğulları ona "Senin ilahına, ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın ilahına, bir tek ilah olarak onu tanıyarak ona kulluk etmeye devam edecek, ve sadece ona teslim olacağızdediler.

---Bakara 134- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.

---Bakara 135- (Yahudiler ve Hristiyanlar) "Yahudi ve Hristiyan olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız"  dediler. (Onlara) De ki: Hayır söyledikleriniz doğru değil, Doğru yolu bulmak Hanif ve Allah'a ortak koşmayan İbrahim'in tabi olduğu yaşam tarzına uymak ile mümkündür.

---Bakara 136- (Sizi kendilerine çağıran Yahudi ve Hristiyanlara) Şöyle deyin: Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve Nebilere Rablerinden verilenlere inandık. Onların aralarında (sizin yaptığınız gibi) ayrım yapmayız (hepsine inanırız). Bizler Allah'a teslim olanlarız.

---Bakara 137- Onlar Allah'a, sizin inandığınız gibi inanırlar ise, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer (böyle inanmak yerine) yüz çevirecek olurlarsa size muhalefet etmişlerdir. (Sana düşmanlık edecek olurlarsa) Allah, onların düşmanlıklarına karşı sana kafi gelecektir. O işiten ve bilendir.

---Bakara 138- Allah'ın dini, dini Allah'tan daha güzel olan kimdir?. Biz sadece ona kulluk edenleriz (deyin).

---Bakara 139- (Yahudi ve Hristiyanlara) De ki: Allah sizin de bizim de Rabbimiz olduğu halde, onun (elçilerini kimlerden seçeceği) hakkında mı tartışıyorsunuz?. Bizim yaptıklarımızın karşılığı bize, sizin yaptıklarınızın karşılığı sizedir. Biz dinimizi sadece ona has kılanlarız.

---Bakara 140- Yoksa siz İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunları Yahudi veya Hristiyan idi mi diyorsunuz?. (Onlara) De ki: (Onların ne olduklarını) siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah'mı (daha iyi biliyor)?. Kendisinde mevcut olan saklanmaması gereken bir bilgiyi, Allah'tan gizleyen bir kimseden daha zalim kim olabilir?. 

---Bakara 141- Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız.


Yahudi ve Hristiyanlar, İbrahim (a.s) ve onun zürriyetinden gelen elçilerin, kendileri ile aynı inanca sahip olduklarını iddia etmekte, fakat Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların, o elçilerin taşıdıkları inanç ile alakaları olmadığını bildirmektedir. Bu topluluklar sahip oldukları yanlış inanca bu elçileri ortak ederek, bir şekilde onlara iftira atmakta idiler. 

Çünkü bir yanlışı insanlara empoze edebilmenin en etkili yollarından birisi, o yanlışa o toplumun sevdiği ve saygı duyduğu insanların da sahip çıktığı şeklinde yapılan propagandadır. Cahil halk kesimi, bu tür propagandalara çabuk inanmakta, "Onlar inanıyorsa veya öyle diyorsa vardır bir bildikleri" diyerek, yanlışa kolayca teslim olmaktadır.

Ayetler, Yahudi ve Hristiyanların bu elçilere sözde tabi olduklarını iddia ederek, özde tabi olunmamasını eleştirmekte, göstermelik bir tabi olmanın, ahirette herhangi bir getirisi olmayacağını, elçilerin yaptıklarının kendilerine hayır getireceğini, bu elçilerin yaptıklarından kendilerine herhangi bir pay olduğuna inananların, bu inançlarının boşa çıkacağını hatırlatmaktadır. Ahirette iyi bir paya sahip olmanın yolunun, elçilerin kendilerinden oldukları gibi sözlerle avunmaktan değil, o elçilerin yolunu takip etmekten geçtiği özellikle vurgulanmaktadır.

Ayetler, elçileri sahiplenmenin doğru adresini kendi indi kabulleri doğrultusunda değil, Allah'ın gösterdiği doğrular olarak göstermektedir. Elçileri kuru kuruya sahiplenmenin kimseye bir faydası olmadığı, onlara tabi olmanın, onların gönderiliş amaçlarına uygun olarak şekillenmesi gerektiğini bildirmektedir. Ayetlerde zikri geçen ve geçmeyen bütün elçilerin ortak paydası, insanları yalnız Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmeye çağırmaları, ve onlara bu konuda önderlik yapmalarıdır. Bu önderlikleri dikkate alınmayan elçilere tabi olduğunu iddia etmek, kuru laftan başka bir anlam taşımayacaktır. 

İbrahim (a.s) ın müşrik olmadığının bir çok yerde hatırlatılması, elçilerin gerçek inancı ile onları sahiplenenler arasında bir alaka olmadığına dikkatleri çekmeyi amaçlamakta, asıl olanın elçilerin sahip olduğu inancı benimsemek olduğu özellikle vurgulanmaktadır.

Hülasa, Yahudi ve Hristiyanların eleştirilen yönleri, elçileri örnek alan bir hayatı tercih etmeleri gerekirken, elçilerin geliş amaçlarını boşa çıkaran bir hayatı tercih etmeleridir. 

Bu ayetlerin Müslüman hayatındaki yeri nedir? sorusu sorulduğunda ise, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır;

Bilindiği üzere hadis literatürümüzde Uydurma Hadis olarak bildiğimiz bir hadis türü vardır. Bu kategoride değerlendirilen hadislerin Muhammed (a.s) a ait olmadığı, onun adına yalan olarak uydurulduğu bilinmektedir. Bu konuda asıl mesele Müslümanların neden böyle bir yalan üretmek ihtiyaç hissettiği, yani neden Muhammed (a.s) ın adını kullanarak yalanlarına onu da alet ettikleridir.

Malum olduğu üzere Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bir takım saikler sonucunda Müslümanlar farklı fırkalara bölünmüş, birbirleri ile kanlı bıçaklı olmuşlardır. Bu fırkaların her biri kendisinin haklı olduğunu ileri sürmekte, bu haklılığının ise dini bir temele dayandırarak insanları ikna etme yoluna gitmekteydi. Her fırka kendi haklılığına, düşman fırkanın ise haksızlığına, dini bir kılıf uydurmak amacıyla Muhammed (a.s) ı alet ederek, onun adına bir takım sözler uydurmuştur. 

Bu durumun konumuz olan ayetleri ile ilgisi nedir? diye sorduğumuzda, fırkaların Muhammed (a.s) a tabi olmak yerine, Muhammed (a.s) ı kendilerine tabi kılmak gibi bir düşünce içinde oldukları cevabını verebiliriz. Bu durum ise, konumuz olan ayetlerdeki Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı takındıkları tavır ile eşdeğerdir. Nasıl ki Yahudi ve Hristiyanlar, elçilere tabi olmak yerine, elçileri kendilerine tabi kıldırmak yolu ile onları istismar etmek yolunu seçmişlerse, Müslümanlarda aynı yolu izleyerek, Muhammed (a.s) ı sanki kendi fırkalarının mensubu bir kişi olarak göstermişler, aynı yöntem bugün de sürmektedir.

Bugün de günümüzde Müslümanların fırka fırka oldukları bir gerçektir. Bu fırkaların hemen hemen tamamının, Kur'an'a ve Muhammed (a.s) a iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, Kur'an ve Muhammed (a.s), maalesef Müslümanların hayatında olması gerektiği yerde değildir. Özellikle Muhammed (a.s) bu fırkaların tamamı tarafından sahiplenilmekte, her fırka Muhammed (a.s) ı görmek istediği şekilde görerek, mensup olduğu hizbin sanki bir ferdi haline sokmaktadır.

Muhammed (a.s) ile ilgili sohbetler bütün fırkaların meclislerinde başı çekmekte, fakat bu fırkaların sohbetlerindeki peygamber, ömrü boyunca şirke karşı sanki hiç mücadele etmemiş, hayatı namaz kılmak ile geçmiş, işi gücü mucize göstermek olan, ümmetine nasıl bevl edeceğini, yemeği hangi elle yiyeceğini, sarığı, sakalı, misvağı öğreten bir şahsiyet haline getirilmiştir. 


Bugün bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş olan böyle bir peygamber algısının, gerçek Muhammed (a.s) ile zerre kadar alakası yoktur. Bugün onun menkıbeleri ile vakit geçirerek onu andıklarını, onun yolundan gittiklerini zannedenler maalesef, geçmişte Yahudi ve Hristiyanların uğradığı eleştirilerin birebir muhatabıdır.

Gerçek Muhammed (a.s) yaşamı boyunca şirke karşı mücadele eden, insanların sadece Allah'ı İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini tebliğ eden ve bu yönde onlara örneklik eden bir kişidir. Onun bu kişiliği maalesef gündem edilmemekte, suya sabuna dokunmamış bir peygamber kişiliği öne çıkarılmak sureti ile örnekliği buharlaştırılmaktadır.

Eğer bugün Muhammed (a.s) konuşulacak ise onun Nebi Resul kimliği yaptığı ve bize dair örneklik taşıyan yaptıkları konuşulmalı, ve bu konuşmaların amacı ise onu yüceltmek amacına değil, onun örnekliğini içselleştirmeye dair olmalıdır. Aksi takdirde Yahudi ve Hristiyanların düştüğü durumdan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

Sonuç olarak: Allah (c.c) elçilerini bizlere doğru yolu göstermeleri için göndermiş olmasına rağmen , insanlar onların öğretileri terk ederek, o elçileri kendi ürettikleri indi düşünceleri doğrultusunda yürüyen kişiler haline getirmiştir. Kur'an, Yahudi ve Hristiyanları bu yaptıklarından ötürü eleştirmekte, aynı hataya bizlerin de düşmüş olabileceği çoğumuzun aklına dahi gelmemektedir. Şu anda bir çok Müslümanın zihninde yaşayan peygamber portresi maalesef Kur'an'ın peygamberi değil, fırkaların ürettiği masal kahramanı bir peygamber portresidir.

Böyle bir peygamber portresinin asla kabul edilebilir olmadığını, Kur'an Yahudi ve Hristiyanların elçilere karşı yaptığı yanlış tasarruflar üzerinden göstermekte, bizleri de aynı yanlışa düşmememiz konusunda uyarmaktadır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Şubat 2018 Perşembe

Bakara s. 61. Ayeti: Tek Çeşit Yemeğe Katlanamayan İsrailoğulları'nın Karşılaştığı Toplumsal Yasanın Bize Dönük Mesajı üzerine

Bakara s. içinde geçen bazı ayetlerde, Firavun zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın yaşadıkları hayattan bazı kesitler sunulmaktadır. Kur'an içinde İsrailoğulları ile ilgili olarak yapılan bu anlatımlar, sadece tarihi bir olayı anlatmayı değil, toplumsal yasaların yeryüzünde nasıl işlediğini canlı örnekler olarak görmemizi ve ibret almamızı amaçlamaktadır.

Bakara s. 61. ayetinde İsrailoğulları'nın tek çeşit yemeğe dayanamayacaklarını Musa (a.s) a şikayet ederek, ondan başka yiyecekler vermesi için Allah'a dua etmesini istediklerini, bu isteklerinin sonucunda onların ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen bir duruma düştüklerini görmekteyiz. Onların düştükleri bu durumun dikkatlice irdelenmesi, aynı zamanda biz Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumun sebebinin de ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Çünkü İsrailoğulları'nın düştüğü durum, SÜNNETULLAH olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olup, bu yasalar sadece özel bir toplum için değil, bütün toplumlar için geçerlidir. 

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra yerleştiği coğrafyanın nasıl olduğunu yine Bakara suresi içindeki ayetlerinden öğrenmek mümkündür.

----Bakara s. 57- (Güneşin yakıcılığından koruması için) bulutu üzerinize gölge yaptık. Kudret helvası ve Bıldırcın ikram ettik. Size rızık olarak verdiğimiz bu güzel ve hoş şeylerden yiyin (dedik). (Verdiğimiz bunca ikrama karşılık şükretmek yerine nankörlük etmeyi seçtiklerinde) yaptıkları yanlış bize değil, kendilerine karşı yaptıkları bir yanlış oldu.

----Bakara s. 60- Bir zaman Musa kavminin su ihtiyacını temin etmek istemişti. Ona, "Asanı kayalığa vurdedik. Bunun üzerine on iki gözeden su fışkırdı. Kavminin on iki kola ayrılmış olan insanları su içecekleri yeri bildi. Allah'ın size verdiği rızık olarak (çıkan suyun yetiştirdiklerinden) yiyin ve için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, İsrailoğulları'nın yerleştiği topraklar, güneşin yakıcı sıcağının bol, ve suyun kıt olduğu bir konuma sahiptir. 

Bakara s. 60. ayetinde İsrailoğulları'nın suya nasıl kavuştuğu anlatılmakta, bu kavuşmalarının ise, Musa (a.s) ın asasını kayalara vurması neticesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk bakışta asanın sihirli bir değnek vazifesi gördüğü gibi bir anlayış ortaya çıksa da, asanın sembolik anlamını dikkate aldığımızda, su arayışının bir gayret ve çalışma neticesinde olduğu anlaşılabilir şöyle ki;

Asa olarak bildiğimiz obje, herkesin malumunca yönetim sahiplerinin elinde bulunmakta ve onların gücüün temsil etmektedir. Musa (a.s) bulunduğu toplumun lideri olması nedeniyle toplumunu su bulmak için yönlendirmekte, su arayışı için onların çalışmasını sağlamaktadır. Bu durumu dikkate aldığımızda, suyun bulunmasının Musa (a.s) ın liderliğinde o toplumun bireylerinin su için toprağı kazmaları neticesinde olduğu anlaşılacaktır.

Suyun kıt olduğu bir zamanda buldukları Men ve Selva olarak isimlendirilen yiyeceklere ilaveten, suyun bol olduğu topraklarda yetişen sebzeleri yetiştirebilme imkanına kavuşan İsrailoğulları, bu imkanı kullanmak yerine tembellik ederek, bu yiyecekleri kendilerine Allah'ın vermesini istemekle toplumsal bir yasanın üzerlerinde işlemesine sebep olmanın adımını atmaktadırlar.

----Bakara s. 61- Bir zaman, "Ey Musa, biz her gün (Kudret helvası ve Bıldırcın gibi) aynı yiyecekleri yemeye asla tahammül edemeyiz, Rabbine bizim için dua et de toprakta yetişen sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan (gibi yiyecekler) çıkarsın" demiştiniz. (Musa bu isteğinize karşılık size), "Daha hayırlı olan (özgürlüğü), daha aşağı olan (esaret, soykırım ve zulüm) ile mi değiştirmek istiyorsunuz?. (Esaret, soykırım ve zulüm gördüğünüz) Mısır'a geri dönün orada bu istediklerinizi bulabilirsiniz" Dedi. (Yaptıkları bu nankörlüğün ve tembelliğin karşılığı olarak) onlar aşağılık ve fakir hale düşerek, düşmanlarının esareti altında yaşamaya mahkum ve Allah'ın gazabına layık bir duruma düştüler. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar, nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürüyorlardı.

Halbuki asıl yapmaları gereken şey, toprağı gereği gibi ekip biçmek sureti ile istedikleri yiyecekleri kendilerinin yetişmeleri iken, bunu yapmayarak tembellik etmeleri ve bu isteklerinin Allah tarafından karşılanmasını istemeleri, onların Allah'ı haşa IRGAT olarak görerek, büyük bir hata işlemelerine sebep olmuştur.

Allah (c.c) yeryüzüne koyduğu yasa, toprağın ekip biçilerek insanların yiyeceklerini kendilerinin temin etmeleridir. Allah (c.c) sadece bu iş için gerekli olan suyu onlara gökten indirmek sureti ile yardım eder. Kendisi inerek kulları için asla ırgatlık yapmaz. Misal gerekirse, unu yağı şekeri kullarının önüne koyar, helva yapmalarını onlardan ister, kendisi kulları için helva yapmaz. 

İsrailoğullarının yaşadığı bu olay sadece tarihte geçmiş yaşanmış bitmiş olay olarak bizlere anlatıldığı sanılıyor ise, Kur'an'ın yaşanan hayatlara dair olan mesajı gereğince anlaşılmamış olacaktır. Kur'an bizlere böyle bir olayı anlatmakla zımnen, "Sizler de böyle yapmayın Allah'ı ırgat ve yanaşma olarak görmeyin, onun size sunduğu imkanları kullanarak çalışın gayret edin bu yolla başarıya ulaşın" demektedir.

Bizler bu olayı okuyarak şöyle bir mesajı çıkarmak, ve bu mesajı hayatımız ile ilgili bütün durumlarda uygulamak zorundayız.

Allah (c.c), içinde bulunduğumuz bazı sıkıntılı durumlardan kurtulmamız için, çalışmayı ve gayret etmeyi şart koşmuştur. Sadece el açıp kuru kuru dua etmek, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmamız için yeterli değildir. Öncelikle Fiili Dua olarak niteleyebileceğimiz çalışmak ve gayret etmek, sonrasında ise Kavli Dua yapılmalıdır.


                                 "Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
                                  Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 
                                                                                      Mehmet Akif Ersoy

Fiili duayı terk ederek sadece kavli duaya yönelmenin karşılığı Kur'an içinde ZİLLET ve MESKENET olarak bildirilmektedir. Bugün biz Müslümanların düştüğü durumun nedenlerine dikkat ettiğimizde, geçmişte tembellik ederek Allah'ı ırgat olarak gören İsrailoğulları'nın düştüğü durumun nedenlerinin aynısının yattığını görebiliriz.

Yine Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri içinde bulunduğumuz içler acısı durumu veciz biçimde anlatmaktadır;

“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!(… hizmetçin iken)
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! (Senin işlerini yapan Allah değil mi…)
Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!(Onun nimetler hazinesi senin veznendir)
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek! (… kâfirleri yerle bir edecek)
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
” Yetiş!” de kendisi gelsin, ya Hızr´ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O´na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; (….. veznedarın O)
Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı O. (Aile doktoru, …)
Ya sen nesin? Mütevekkîl! Yutulmaz artık bu!Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete… Ha?
Kur'an eğer iman edenlerin hayatlarını yönlendiren bir kitap olarak görülse idi, bizden önceki nesillerin başlarına gelen olaylar masal olarak değil, ibretli yaşam gerçekleri olarak görülür, ve ona göre bir yol haritası çizilebilirdi. Fakat öyle olmamış, Kur'an raflara çıkarılmış belirli gün ve gecelerde hayata dair ne söylediği umursanmayacak bir kitap haline düşürülmüştür.

Bugün Müslümanların bir çoğu, içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulmanın yolunun Allah'ın bir ırgat ve yanaşma gibi görülen bir kişi mesabesine konulmasından geçtiğini zannederek, yattığı yerden ona emretmektedir. Kalın kalın dua kitaplarını, cüppeli sakallı din baronlarının sırlı, zırhlı, meşhur dualar olarak söylediği duaları okumak maalesef hiç bir fayda sağlamamakta, sadece bu kitapları basanlar için maddi bir sömürü aracı olmaktadır.

İçinde bulunduğumuz zillet ve meskenet durumundan kurtulmanın yolu, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların bütün kişi ve toplumlar üzerinde eşit olarak işlediğinin, kimliğimizin Müslüman olmasının bizlere, Allah katında torpilli kul muamelesi yapılmasını gerektirmediğinin bilinmesi, atılacak adımların ilki olmalıdır.

Sonuç olarak;  
ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen sosyal, siyasal, iktisadi, askeri ve ekonomik yönden zayıf duruma düşmek, kişi ve toplumların yaptığı yanlışların sonucu olup, dün İsrailoğulları üzerinde işleyen yasalar, bugün biz Müslümanlar üzerinde işlemektedir. İçinde bulunduğumuz sıkıntı ve ihtiyaçlarımızın giderilmesinin yolu, o sıkıntıların giderilmesi yolunda adımlar atmaktan başka değildir. Adım atmadan sadece oturduğumuz yerden Allah'ın yardımını talep etmek, beyhude bir yorgunluktan başka bir şeye yaramayacaktır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



29 Eylül 2017 Cuma

Allah'ın Adem'e İsimleri Öğretmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasında, Allah (c.c) Adem'i yarattıktan sonra ona isimlerin tümünü öğrettiğini bildirmektedir (bakara s. 31. ayet). Adem ve İblis kıssası direk olarak bütün insanları ilgilendirmesi nedeniyle, bu öğretmenin bizler için ne anlam ifade edebileceği bu yazımızın konusu olacaktır.

 Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesinin anlamını, insanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan tüm temiz fıtri bilgiler olarak tarif edebiliriz. Ancak burada Öyleyse Allah (c.c) nin bir çok ayette insana iki yol göstermesini, ona fücuru ve takvayı ilham etmesini beyan etmiş olmasını nasıl anlayabiliriz? sorusu sorulabilir.

Evet, Allah (c.c) insanı iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapıda yaratmıştır. Ancak insanın kötülüğe meyyal tarafının baskın gelmesi, Adem ve İblis kıssasının en önemli aktörü olan Şeytan'ın insan üzerindeki etkisi nedeniyledir. Allah (c.c) insana fesat ve bozgunculuk yapmasını gerektirecek isimler öğretmemiştir. 

Allah (c.c) nin insana kötülük ile ilgili isimleri öğretmediğini nasıl ve nereden anlıyoruz?.

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasına baktığımızda surenin 30. ayetinde Allah (c.c) meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" dediğinde, melekler bu söze karşılık "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?" demekte, meleklerin bu sözlerine karşılık ise Allah (c.c) onlara "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek, yaratacağı insanın yeryüzünde fesat çıkaran ve kan dökücülüğü öğretmediği birisini olacağının işaretini vermiştir.

Allah (c.c) Adem'i yaratıp ona isimlerin tümünü öğrettikten, Adem ise öğrendiği bu isimleri meleklere haber verdikten sonra, Allah (c.c) nin meleklere "Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?" demiş olması, meleklerin fesat ve kan dökücülük isnat ettiği insana, bu fiilleri işleyebilecek yeteneğe sahip olacağı isimleri Allah'ın öğretmediğini göstermektedir.

Peki, Allah'ın fesatçılık ve kan dökücülük öğretmediği insana bu fiilleri kim öğretti?.

Bu sorunun cevabını, İblis'in Ademe secde etmemesi neticesinde huzurdan kovulması, Allah'tan insanları onun öğrettiği isimlere aykırı davranışlar sergilemelerini iğva etmek için kıyamete kadar mühlet istemesinde, ve bu mühletin ona verilmesinde bulmaktayız.

İşte Allah'ın insana öğrettiği isimler içinde bulunmayan Fesatçılık, ve Kan dökücülük olarak gördüğümüz olumsuz davranışların kaynağı Allah değil Şeytan'dır. Allah bu noktada insana iki yol göstermiş, bu iki yolun hangisini seçerse bu seçimlerinin onlara ne gibi karşılığı olacağını bildirmiş, seçimi hangisi olursa olsun ona müdahale etmeden seçtiği yolu ona açmaktadır.  Adem ve İblis kıssası içinde geçen ayetlerde, Şeytan'ın onlara düşman olduğu haber verilerek, ona uydukları takdirde başlarına gelecek olanın haber verildiği ayetlerde de görmekteyiz. Allah Adem ile eşine yolu göstermiş, fakat seçimlerinde onlara müdahale etmemiş, onları seçimlerinde serbest bırakmıştır.

Allah Adem ile eşine, onlara öğrettiği isimler dahilinde bir yaşam sürdükleri takdirde cennette kalabileceklerini haber vermiştir. Fakat Şeytan devreye girerek, onlara öğretilen bu temiz öğretilerin aksine kirli öğretileri onlara süslü göstermek sureti ile onların ayaklarını kaydırmıştır.

İnsanın olumsuz tarafı olarak fesatçılık ve kan dökücülüğünün öne çıkması, Bakara suresinin diğer ayetlerde gördüğümüz İsrailoğullarının yaptıkları yanlışlar ile ilgilidir. Bakara suresi içinde anlatılan İsrailoğulları ile ilgili ayetlerde, onların fesatçılık ve kan dökücülüklerinin öne çıktığı dikkat çekmekte, onların bu yanlışlarının sebebinin ise, Allah'ın öğretilerini bırakarak Şeytan'ın öğretilerine tabi olmaları neticesinde olduğu anlatılmak istenmektedir. Adem ve İblis kıssasının hemen arkasından uzun bir bölüm İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin gelmesi dikkat çekicidir.

[007.071]  «Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil indirmediği, isimlerini de siz ve babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.


[012.040]  Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

[053.023] Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!

[013.033] Böylece herkesin bütün kazancım gözetim altına alan zat (Allah) hiç inkar edilir mi? Tuttular Allah'a ortaklar koştular. De ki: «Söyleyin bakalım onların isimlerini!» O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz, yoksa anlamı olmayan sadece kuru bir laf mı? Doğrusu küfre saplananlara hileleri hoş gösterildi ve doğru yoldan saptırıldılar. Allah her kimi saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur!

Yukarıdaki ayetleri dikkatle okuduğumuz zaman, şirk konusunda insanların düştükleri yanılgılarda, Allah'a rağmen insanların yaşamları konusunda isim koyma yetkisini kendilerinde görmesinin rol oynadığını görmekteyiz. Çünkü Allah'ın insana öğrettiği isimlerde onu şirke düşürecek herhangi bir bilgi yoktur. Şirk, insanın fıtratında bulunan bir özellik değil, sonradan oluşan yani Şeytan olgusunun devreye girmesi ile meydana gelen arızi bir durumdur. İnsanın şirke düşmesi kendi fıtratına yüklenmiş olan temiz bilgiyi terk ederek, Şeytan tarafından empoze edilen kirli bilgiyi tercih etmesi, bu bilgilerin gösterdiği doğrultuda isimler edinmesidir.


Bu noktada Şeytanın kimliği gündeme gelecektir. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki insan kendisinin şeytanı olabilir. Onun fücura yönelmeye olan itiyadı, içindeki şeytanın harekete geçmesi ile gerçekleşmektedir. Şeytan olarak bildiğimi şey, kafasında boynuz elinde iki uçlu mızrak ile karikatürize edilen korkunç bir yaratık değildir. İnsannın kendi cinsinden olan yakınları da onun şeytanı olabilir. Hülasa şeytanı, İnsanın ayağının cennetten kaymasına sebep olan her şey olarak tarif etmek mümkündür.

Ütopik (imkansız) olsa da, olayın daha net anlaşılabilmesi için şöyle kurgu bir hayat sunabiliriz;

Bir kişi dünyaya gelir ve yaşamında sadece kendisine öğretilen temiz bilgileri uygulama alanına koyar, kendisine içinden seslenen kötü duygulara asla prim vermez, yaşadığı hayat içinde karşısına çıkan kişiler ve olaylar hakkındaki yaklaşımını Allah'ın kendisine öğrettiği isimlerin gösterdiği yönde değerlendirir. İşte böyle bir insan tipinin ahiret karşılığı cennet olacaktır. Ancak başta da söylediğimiz gibi bu imkansız bir olay olup, yaşama alanına çıkan her insan bir takım tehlikeler ile karşı karşıya mutlaka kalacaktır.
Bu noktada devreye Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar girmektedir.

Zaman içinde şeytan iğvası ile bozulan insanların imdadına elçiler ve kitaplar yetişmekte, insanın unuttuğu temiz duyguları ve yaşamı onlara tekrar hatırlatmakta, onların fabrika ayarlarına geri dönmeleri konusunda uyarılar ve hatırlatmalarda bulunmaktadırlar.

Sonuç olarak; Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesi, onun fıtratına temiz bilgileri yerleştirmesi anlamında olup, bu temiz bilgiler şeytan tarafından bozulmadığı sürece insanı cennete taşıyacaktır. Ancak şeytan insanın hiç bir zaman rahat bırakmamakta, onun ayağını kaydırmak için fırsat kollamaktadır. 

Allah'ın insana öğrettiği isimler kullanılarak yaşanan hayatlar, insanı cennete taşırken, Allah'ın dışındakilerin öğrettiği isimler insanı cehenneme taşıyacaktır.


                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Adem İle Eşinin Cennette Yerleştirilmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Adem ve İblis kıssasının, yaratılmış bütün insanları direk olarak ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle, Kur'an içindeki kıssaların en önemlisi (diğer kıssaların önemsiz olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) olduğunu söyleyebiliriz. Kıssa içinde geçen Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi ile ilgili olarak tefsirlerde tartışılan konulardan bir tanesi de, onların yerleştikleri cennetin nerede olduğu yönündedir. 

Bu gibi soruların, kıssayı anlamaktan daha çok anlamamayı, yani kıssadan hisse alamamayı beraberinde getirmesi bakımından vakit kaybından başka bir şey olmadığını düşünmekteyiz. Halbuki, Bu kıssa bize dönük ne gibi mesajlar içeriyor olabilir? sorusu sorularak, bu sorunun cevabı aranmaya çalışılmış olsa idi, bu gibi soruların cevaplarını aramaya çalışmakla vakit kaybedilmeyerek kıssadan hisse alınması mümkün olabilirdi.

Biz bu yazımızda, Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi bize dair neler söylemektedir? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Bu sorunun cevabını bulabilmek için, Bakara s. içindeki kıssada geçen Ademin yaratılışı ile ilgili ayetler, bize yol gösterecektir.

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bakara s. 30 ayetinde geçen Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? cümlesi, fıtratına uygun davranmayan insanın bozguncu yönünü göstermesi bakımından dikkat çekici bir cümledir.

[002.031] Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: «Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin» dedi.

Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesini, İnsanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan doğuştan sahip olduğu tüm fıtri bilgi ve yetenekler olarak okumak mümkündür.

[002.032] Dediler ki: «Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim'sin».

Bu ayette meleklerin söylediği "Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur" cümlesi. Bilginin öğrenilmesi gereken adresi göstermesi açısından önemli bir cümledir. Alim ve Hakim olan Allah'ın öğrettiği bilgiden başka bilgiler ve öğreticiler aramak, arayanları hüsrana düşürecektir. Kıssada Adem'in düştüğü yanlış, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgiyi terk ederek, Şeytanın iğvasını tercih etmiş olmasıdır.

[002.033] (Allah:) «Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver» dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: «Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.»

Ademin isimleri haber vermesi, bu isimleri öğrendiğini göstermektedir. Bu durum bize bütün insanların yaşamlarında doğru biçimde ilerlemelerini sağlayacak olan bilgiler ile mücehhez olduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda Allah'ın Ademi yaratacağı zaman meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" şeklindeki itirazlarının yersiz olduğu, Ademe Allah'ın kan dökücülüğü ve fesat çıkarıcılığı öğretmediği anlaşılmaktadır. 

Bu noktada, İnsan fesadı ve kan dökücülüğü Allah'tan öğrenmedi ise o zaman kimden öğrendi? sorusu akla gelecek, bu sorunun cevabı ise kıssa içinde önemli bir aktör olan İblis'in ağzından dökülen insana ne gibi kötülükler yapacağını vaat eden sözlerden öğrenilebilecektir.

Bundan sonraki olaylar, Adem'in şahsında yaşamı için gerekli olan fıtri bilgileri donanmış olan insanın, mükellef bir varlık olarak hayat sahasına atılması, ve bu yolda önüne çıkan en büyük engel olan Şeytan tarafından nasıl tökezlenebileceğini gösterecektir.

[002.034] Meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.

Tüm meleklerin Adem'e secde etme emrine karşı gelen İblisin, secde etmeme gerekçesini ve kendisine mühlet verildiği takdirde insana ne gibi kötülükler yapabileceğini, bu kıssanın geçtiği diğer suredeki ayetlerde görmekteyiz. Şeytan artık bundan sonra insanın kıyamete kadar en büyük düşmanıdır, ve bu düşman insana en büyük kötülüğü onu cennetten çıkararak yapmış, ve halen de yapmakta, kıyamete kadar da yapacaktır.

[002.035] Dedik ki; «Ey Adem, sen ve eşin Cennette yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.»

Adem yaratılmış, akabinde meleklerin ona secde etmesi emredilmiş, İblis hariç bütün melekler secde etmiş, bundan sonra İblis artık Şeytan olarak anılmaya başlanmış, insana kıyamete kadar düşman olacağını ilan etmiştir. Şeytan Adem'in şahsında bütün insanlar için artık amansız bir düşmandır.

Bakara s. 35. ayetine gelince Allah (c.c) Adem ve eşini bir ağaç haricinde oradaki bütün nimetlerden faydalanabileceklerini söyleyerek cennette yerleştirmiştir. Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere bakıldığında yapılan yorumların Adem ile eşinin yerleştirildiği cennetin, ahiretteki cennet mi yoksa dünya üzerindeki bir bahçe mi olduğu tartışılmış, ve bu tartışma halen yapılmaktadır. Biz bu tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı hatta bu tartışmaların gereksiz olduğunu yeniden hatırlatarak, bu yerleştirilmenin bizim için ne ifade edebileceğini düşünmeye çalışacağız.

Allah (c.c) Adem'e isimleri öğretmesini, onun yaşamı içinde ona gerekli olan fıtri bilgilere sahip olması olarak okumak gerektiğini merkeze aldığımızda, Adem ve eşi Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenmiş olan fıtri bilgileri taşıdığı sürece cennette kalacaklardır. Bu durumu bizler için düşündüğümüzde şunları söyleyebiliriz.

Bütün insanlar tıpkı Adem gibi yaşamları içinde kendilerinin doğru yolda yürümelerini sağlayacak olan fıtri bilgileri mücehhez olarak yaratılmışlardır. İnsan şayet hayatı boyunca bu fıtri bilgileri kendisine rehber edinerek hayat yolunda yürüdüğü zaman, bu yolun sonu ebedi cennete varacaktır. Adem ile eşinin cennette yerleştirilmiş olması işte bu durumu ifade etmektedir. Adem ve eşi şayet Allah (c.c) tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayatlarında tatbik ettikleri sürece cennette kalacaklardır. 

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağına çelme takmak için her an tetikte beklemektedir. Ona yüklene fıtri bilgileri ona unutturmak, insanın unuttuğu fıtri bilgiden doğan açığı, kendisinin iğva ettiği bilgi ile doldurmak, onun ana görevidir.

Her insan yaratıldığı andan itibaren potansiyel cennet adayı bir birey olarak doğmaktadır. Allah (c.c) bütün insanların fıtratlarına yükledikleri bilgiyi yaşamları boyunca herhangi bir dış faktörün etkisi altına girmeden pratiğe aktardıkları sürece, sahip oldukları fıtri bilgiler onları cennete taşıyacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen insanın yeryüzünde fesat çıkarıcılığı ve kan dökücülüğü, Allah'ın ona öğrettiği isimleri, yani Allah'ın ona öğrettiği doğru fıtri bilgileri kullanmayarak, başkaları tarafından öğretilen isimlere yani fıtratını bozacak bilgilere yönelmesi, insanı fesada ve kan dökücülüğe yöneltmektedir. İnsanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olması, fıtratındaki bilgileri başka bilgiler ile değiştirmek neticesinde meydana gelmektedir.

[002.036] Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara «Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz» dedik.

Şeytanın Adem ile eşine ne gibi vesveseler vererek onların ayaklarını cennetten kaydırdığına dair ayetler, kıssanın diğer surelerindedir. Adem ile eşi, şayet Allah tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayata geçiren bir yaşam sürmüş olsalardı, böyle bir cezaya çarptırılmayacaklardı. Fakat insanın ebedi düşmanı Şeytan onu hiç bir zaman yalnız bırakmamakta, Allah'ın onlara öğrettiği isimleri, yani fıtri bilgileri unutan bir hayat sürmeleri için, onlara her zaman iğvada bulunmaktadır.

[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Şeytanın iğvası sonucu hata yapan insanın, bu hatasından tevbe ederek dönmesi mümkündür. Adem'in Şeytanın iğvası sonucunda düştüğü hatanın telafisi bu şekilde mümkün olmuştur. İnsan şayet yaşadığı hayat içinde böyle bir hataya düşecek olursa, yaptığı hatadan dönme imkanı bulunmaktadır. 

Allah'ın Adem ile eşine yasakladığı ağaç bizim için ne ifade etmektedir?.

Allah (c.c) Adem ile eşine yasakladığı ağaç, onun bize emrettiği yasakları sembolize etmektedir. Allah kullarının hayatlarına bir takım yasaklar koymak sureti ile müdahale etmekte, onun tarafından konulan bu yasaklar insan tarafından elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda bulunmakta, bu yasaklar insan fıtratı ile herhangi bir uyumsuzluk arz etmemektedir. Şeytan insana olan düşmanlığını onlara bu yasakları çiğnetmek sureti ile gerçekleştirmekte, bu yasakları çiğnetirken ise, bu yasakları onlara güzel göstermektedir.

Burada insana düşen görev, Allah (c.c) ona neyi yasaklamış ise, o yasakların delinmesi için yapılan hiç bir tavsiyeye prim vermemesi olmalıdır. Şeytan denilince aklımıza, bizim ayağımızı cennetten kaydırmak için çalışan her türlü kişi, kuruluş, düşünce gibi şeyler geldiği zaman, bu kavramın anlamı daha net anlaşılacaktır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Adem kıssası bütün insanları birebir ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmesi, insanın doğuştan sahip olduğu fıtri bilgileri kullanan bir hayat sürdüğü takdirde potansiyel bir cennet adayı olması anlamına gelmektedir.

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağını cennetten kaydırmak amacı ile ona her türlü iğvayı yapmaya çalışmaktadır. Şeytanın iğvasına kapılan insan için bu hatasından dönme imkanı bulunmakta, tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olmaktadır.

Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesini hangi cennette yerleştirilmiş olabileceği üzerinden yapılan tartışmalar, kıssanın bize dair ne gibi mesajları olabileceğini anlamaktan uzak tartışmalar olması nedeniyle bu tür kısır tartışmalardan uzak durulması daha doğru olacaktır. 

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


29 Nisan 2017 Cumartesi

Firavun Sihirbazlarının Kıssası ve Onların Bize Verdiği Ders

Musa (a.s) kıssası Kur'an içinde en fazla yer tutan bir kıssa olması, ve bu kıssa içinde bize yönelik bir çok mesajlar olması bakımından göze çarpan bir kıssadır. Onun kıssası içinde geçen sihirbazlarla olan karşılaşmasının anlatıldığı ayetler, ayrı başlıklar altında okunmaya müsait bir bölümdür. Bu yazımızda, sihirbazların Firavun ile olan konuşmaları, Musa (a.s) a yenilmelerinin ardından ona iman etmeleri, Firavunun ölüm tehdidine karşı söylediklerinin, bize dair nasıl mesajlar içermiş olabileceği üzerinde tefekkürde bulunmaya çalışacağız.

Bilindiği üzere Musa (a.s) Medyen'den ayrıldıktan sonra, Tuva vadisinde risalet görevini almış, tuğyan içinde olan Firavun'a gitmesi istenmiştir. Firavun ile olan karşılaşmasında, onun bilgin bir sihirbaz olduğunu iddia eden Firavun ve etrafındaki melesi ona, Musa ile karşılaşma yapmaları için ülkenin en mahir sihirbazlarını toplamasını söylerler.

[007.113]  Sihirbazlar Firavun'a geldi ve dediler ki: Eğer galibler biz olursak; şüphesiz bize bir ücret var, değil mi?.

[026.041]  Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a «Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır, değil mi?» dediler.

Sihirbazlar Firavun'a geldiklerinde onunla olan konuşmalarında galip geldikleri takdirde bunu karşılığını almak istediklerini söylemektedirler. 

[007.114] Dedi ki: «Evet. Ve şüphe yok siz (o zaman) en yakınlardansınız (El Mukarrabine)

[026.042] Dedi ki: «Evet. Ve o vakit elbette siz, en yakınlardansınız (El Mukarrabine)

Firavun'un sihirbazlara karşılık olarak verdiği El Mukarrabin den olacaksınız cevabı, bir insana verilebilecek olan en yüksek derecedeki mükafatı ifade etmesi açısından önemli bir kelimedir. Bu kelime Kur'an içinde başka ayetlerde de geçmektedir. 

[056.011-2] İşte onlardır Allah’a en yakın olanlar (El Mukarrebune). Naîm cennetlerindedir onlar.

[083.028] Bir kaynak ki, yakınlaştırılmış (El Mukarrebune) olanlar ondan içer.

[056.088-9] Ama eğer ölen kimse Allah’a yakın olanlardan (El Mukarrebine) ise, onun için rahatlık, güzel nasip ve naîm cenneti var.

El Mukarrebune olarak tanımlanan insanlar, Allah'a olan bu yakınlıklarının karşılığını cennet ile almakta, dolayısı ile en yüksek derecede ödüle hak kazanmaktadırlar. 

Firavun, sihirbazlarına galip geldikleri takdirde geçici dünya menfaatini vaat ederken, Allah (c.c) ebedi cenneti vaat etmektedir. Musa (a.s) ın karşısında yenilen sihirbazların secdeye kapanarak, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik demelerinin ardından, Firavun onları ölüm ile tehdit eder. Firavun'un ölüm tehdidine karşı sihirbazların Firavun'a karşı verdikleri cevap dikkat çekicidir. 

[007.125-6] Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al, dediler.

[020.072-73]  Dediler ki; «Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz. Vereceğin hükmü ver. Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilir»«Doğrusu biz hem günahlarımıza, hem bizi zorladığın sihre karşı, bizi bağışlasın diye, Rabbimize iman ettik. Allah (sevabça senden) daha hayırlı ve (azab verme bakımından da) daha devamlıdır.»

[026.050-1] (İman eden sihirbazlar): «Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimize doneceğiz; inananların ilki olmamızdan ötürü, Rabbimizin kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız» dediler.

Firavun'a iman ederek hayatta kalmak veya Allah'a iman ederek ölmek arasında tercih yapmak zorunda kalan sihirbazlar, geçici hayatın menfaatlerini değil, ebedi hayatın nimetlerini tercih ederek, böyle durumlarda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğine dair canlı ve yaşanmış örneği oluşturmuşlardır. 

[003.014] Kadınlarından oğullarından, kantar kantar altın ve gümüşten, nişanlı atlardan, develerden ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük; insanlar için süslenip hoş göründü. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.

İnsan yaratılışı gereği dünya hayatına ve onun geçici menfaatlerini seven bir itiyada sahiptir. Ancak Allah (c.c) dünya hayatının geçici menfaatlerinin ahiret hayatına tercih edilmemesi gerektiğini, defaatle hatırlatmaktadır. Her insan yaşadığı hayat içinde dünya veya ahireti tercih etme noktasında seçim yapmak zorunda kalabilir veya bırakılabilir. Kur'an bize böyle bir durumda kaldığımız zaman, nasıl bir davranış sergilememiz konusunda Firavun'un sihirbazları örneği üzerinden canlı ve yaşanmış hayat örneği sunmaktadır.

Musa (a.s) ile karşılaşana kadar Firavunu rab ve ilah olarak kabul eden sihirbazlar, gerçek rab ve ilahın Allah (c.c) olduğuna iman ettikten sonra, Firavun'un onlara vereceği azap ile, Allah'a iman etmemenin vereceği azabı mukayese ederek, doğru bir seçim yapmışlar, Firavun'un safında değil, Musa'nın safında olmayı yeğlemişlerdir.

Sonuç olarak; Bizler eğer Firavun'un sihirbazlarının yaptıklarını bir kahramanlık destanı şeklinde okuyarak, onların hayatlarının bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde herhangi bir tefekkürde bulunmayacak olursak, kıssa Firavun sihirbazlarının masalı haline dönüşerek, buharlaşacaktır. Ancak Kur'an böyle bir olayı anlatarak, dünya veya ahireti tercih etmek arasında kalanların şartlar ne olursa olursa olsun, hangi tarafı seçmelerinin daha hayırlı olduğunu yaşanmışlık üzerinden bize öğretmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


14 Mart 2017 Salı

Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması

Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik. 

Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir. 

[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.

[007.160]  Biz onları  ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.

Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir. 

[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.

Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.

Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır. 

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir. 

Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.

Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır. 

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası  olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.

İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.

[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet  dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.

İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır. 

Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.

[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

[045.016-17]  Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.

[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan  habersiz değildir.

Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40). 

İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).

Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.

Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;

Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.

Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.

İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen   çalışmaktayız. 

Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.

Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir. 

Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.

Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir. 

Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


26 Aralık 2016 Pazartesi

Aişe Validemize Atılan İftira İle İlgili Ayetlerin Bize Yönelik Mesajları

İslam tarihinde "İfk hadisesi" olarak bilinen , Aişe validemize yapılan zina isnadı üzerine inmiş olan ayetler Nur suresi içinde yer almaktadır. Bu olay ile alakalı siyer kaynaklarında bolca bilgi bulunmakta olup , yaşandığı zaman içinde geçen olay ve şahıslar hakkında bilgiler bu kitaplarda bulunmaktadır. Biz bu olayın yaşandığı zaman içinde geçenleri değil , konu ile alakalı ayetlerin bize dönük olarak neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

Konu ile alakalı ayet mealleri şu şekildedir ;

[024.011] Doğrusu uydurulmuş bir yalanla gelenler, içinizden bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günaha karşılık ceza vardır. En büyük azab da içlerinden elebaşılık yapanındır.
[024.012] Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: «Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür» demeleri gerekmez miydi?
[024.013] Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır.
[024.014]  Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.
[024.015] Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktü.
[024.016]  Onu işittiğiniz zaman: «Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. Seni bundan tenzih ederiz; bu, büyük bir iftiradır» demeniz gerekmez miydi?
[024.017] Eğer mü'min kişilerdenseniz; buna benzer bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah, size öğüt veriyor.
[024.018] Allah size ayetleri açıkça bildirir. Allah bilendir, Hakim'dir.
[024.019]  Mü'minler arasında kötülüğün ve hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette elim bir azab vardır ve Allah bilir, siz bilmezsiniz.
[024.020]  Ya üzerinizde Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı; bir de Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı!..
[024.021] Ey İnananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki, o, hayasızlığı ve fenalığı emreder. Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir ve bilir.
[024.022]  İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır.
[024.023]  İffet sahibi, bir şeyden habersiz, mü'min kadınlara (zina suçu) atanlar, dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azab vardır.
[024.024] O gün ki aleyhlerinde dilleri ve elleri ve ayakları yaptıklarına şehâdet edecektir
[024.025] O gün, Allah onlara hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve onlar da Allah'ın hiç şüphesiz hak olduğunu bileceklerdir.
[024.026]  Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar. İşte bunlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızık vardır.

Toplum içinde yaşayan fertlerin huzur ve düzenlerinin bozulma yollarından birisi , o toplum içinde yalan haberler yayılmak sureti ile fertlerinin birbirine düşürülmek sureti ile fesada yol açılmasıdır. Yalan ve aslı astarı olmayan haberler vasıtası ile birbirlerine düşman olan toplumun , bu zaafından en fazla o toplumun düşmanları fayda görmektedirler. 

[049.006] Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.

Hucurat s. 6. ayeti , bizlere bu konuda önemli bir yol göstericilik yapmakta , ve bize ulaşan haberlerin doğruluğunu araştırmamızı emretmektedir. Kitle iletişim araçlarının her geçen gün daha da yaygınlaşması , ve bu araçlar vasıtası ile insanlar üzerinde bir takım algı operasyonları yapılarak , zihinlerin istenilen doğrultuda yönlendirilme çalışmalarının, kasıtlı ve yalan haberler çıkartılarak yapılmakta olduğu herkesçe malumdur. 

Yaşadığımız bu şartlar altında, konu ile ilgili ayetlerin içselleştirilmesi, daha fazla önem kazanmaktadır. Aişe validemize atılan iftira ve bu iftiranın o günkü toplumdaki yansımalarını konu alan ayetler , sadece o güne has olarak değil , benzer durumlarda bizlerin nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğreten ayetlerdir.

Ayetleri sadece Aişe validemize atılmış bir iftira olarak değil , kadın veya erkek kim olursa olsun , yapmadığı , söylemediği , işlemediği bir şeyden ötürü , onlara atılan iftiranın , onlar üzerinde yaptığı olumsuz etkileri , ve mensup oldukları toplum içinde düşecekleri durumlar göz önüne alınarak okunması gerektiğini söyleyebiliriz.

Her toplum içinde "Münafık" olarak bildiğimiz insan tipleri bulunmakta ve bu kimseler , içinde bulundukları toplumu ifsat etmeyi kendilerine görev sayma bilinci içinde hareket etmektedirler. Bu kimseler ellerine geçirdikleri her fırsatı değerlendirerek , toplum içinde fitne ve fesadı yaymaya çalışmaktadırlar.

"Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O, sizin için hayırlı olmuştur." 11. ayet . 

Ancak bu kimselerin yaptıkları ifsat hareketi, ilk başta başarılı olmuş görünse de , bu türden olaylar, Mü'min bir topluluk içinde gerçeğin görülmesi, bu iftirayı atanların o toplum içinde belirlenerek , bundan sonra bu kimselerin attıkları adımların izlenmesi ve bir daha bu gibi işlere tevessül edememeleri ile sonuçlanacaktır. Çünkü gerçek er veya ortaya çıktığında, asıl suçlunun iftiraya kurban gidenler değil , iftirayı atanlar ve bu iftiraya inananlar olduğu görülecek , böylelikle toplumdaki safraların atılmasına sebep olarak , daha temiz bir toplumun oluşması  sağlanacaktır. 

[024.012] Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: «Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür» demeleri gerekmez miydi?

Nur s. 12. ayeti , iftira mahiyetinde bir olayın duyulduğu ilk anda , nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Bu gibi haberlerin doğru olma ihtimalinden önce, yalan olma ihtimali göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu tür olaylarda, hakkında haber çıkarılan kişiye değil , haberi çıkaran kişiye bakılarak karar verilmesi gerekmektedir. Çünkü bu tür haberleri ortaya atan kişiler , sağlıklı bir düşünce ve iman sahibi olmaktan yoksun kişilerdir.

Toplumun nefretini kazandıracak bir konuda, bazı şahıslar hakkında çıkarılan haberlerin , o kişi fiili işlemiş veya sözü söylemiş olsa bile , o kişiyi yıpratma amaçlı olarak çıkarılmakta olduğu göz önünde  tutulmalıdır. İyi niyetli olan bir kimse , eğer başka bir kimse de, toplumun nefretini kazanacak bir söz veya fiile şahit olmuşsa , bu kişinin yaptıklarının toplumu huzursuz edeceğini bilir , onu yaymak yerine örtmeye, ve o şahsı bu konuda doğrultmaya çalışır.

Toplumda çıkarılacak bir haberin, toplumun huzurunu bozacağını çok iyi bilen toplum mühendisleri , bırakın yapılan bir işi veya söylenmiş olan bir sözü yaymaya çalışarak dedikoduculuk yapmayı , yapılmamış , işlenmemiş , söylenmemiş şeyleri ortaya atarak, iftira suçunu işlemekte ve bu yolla toplum nezdinde sivrilmiş bazı kimseleri yıpratma kampanyalarına imza atmaktadırlar. Bunları önlemenin yolu , Hucurat s. 6. ayetini hayata aktarmak , ve bize gelen haberin doğruluğunu araştırmak olmalıdır. 

[005.008]  Ey İnananlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden Haberdar'dır.

Hakkında haber yapılan , dedikodu veya iftira çıkarılan kimseler , velev ki sevmediğimiz, düşüncelerini paylaşmadığımız kimseler olsa dahi , adaletin bir gün hepimize lazım olabileceğini akıldan çıkarmadan , herkes hakkında kim olursa olsun adaleti gözeterek hüküm vermek mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız.

Ortaya atılan bir suçun, şahitli delilli ispatı gereklidir (Nur s. 13). Delil ve şahit olmadan ortaya atılan suç isnadına, ceza uygulanması mümkün değildir. Delili veya şahidi olmayan bir kimsenin, bir başka kimse hakkında herhangi bir iddiada bulunması, havada kalan bir iddia olacaktır. Nur suresi ilk ayetlerinde , şahidi olmayan zina isnadına uygulanacak yönteme dikkat ettiğimizde bunu görebiliriz. Eşinin zina ettiğine tek başına şahit olan kimse , şayet eşi bu fiili işlemediğine dair gerekli olan yemini ettiği takdirde, cezadan muaf tutulmaktadır.

Bir kimse hakkında yürütülen iftira kampanyası , belki o kampanyayı açanlara bir takım getiriler sağlayabilir. Fakat bu kimseler, sadece kendi çıkarları için yaptıkları bu hatanın ne kadar büyük bir cürüm olduğunu, iftira atılan kimsenin kişilik haklarına saygı duyulması gerektiğini, attıkları iftiranın o kimse üzerinde oluşturabilecek olan tahribatı maalesef hesap etmemektedirler. (Nur s. 14-15)

Bir kimseye iftira atmanın dünyevi cezası, 80 değnek ve bir daha şahitliğinin kabul edilmemesidir (Nur s. 4). Fakat bu suç sadece dünyada ödenen bir ceza ile insanın yanına kar kalmamaktadır. Allah (c.c) iftira atmanın uhrevi cezası da olduğunu beyan ederek , insanların bu konuda daha dikkatli davranmasını , yaptıkları hatanın , hesap gününde büyük bir pişmanlık olarak onlara geri döneceğini hatırlatmaktadır. (Nur s. 17-18-19-23-24-25)

Sure içinde bir çok yerde "üzerinizde Allah'ın bol nimeti ve rahmeti olmasaydı" şeklinde buyurulmuş olması , yapılan bir hatadan geri dönüşün tevbe ile af edilme imkanı olduğu , yol yakın iken dönülmesinin kişiye fayda sağlayacağı , hesap gününde son pişmanlığın fayda etmeyeceği hatırlatmalarıdır.

Allah (c.c), kullarının yapacak olduğu bazı hataların hesap gününde kendilerine ateş azabı olarak geri döneceğini hatırlatarak , dünya hayatı içinde bazı hatalar yapmalarını engellemektedir.Ahirete inancı olan bir kimse , dünya hayatı içinde yapabilecek olduğu bazı yanlışların, kendisine hesap gününde geri döneceği bilincine sahip olduğu için kendisini frenleyebilir. Allah (c.c) dünya hayatında yapılan bütün amellerin , eksiltilmeden , unutulmadan , haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini beyan ederek , kullarının vicdanlarının harekete geçmesini , bu şekilde insanların kendilerinin polisi olmalarını sağlamaktadır.

Bir toplum içinde münafık karakterli kişilerin bozgunculuğa sebep olmalarının önlenme yollarından birisi , onların toplum içinden tecrit edilmeden , düzeltilmeye çalışılması olduğunu , sure içindeki 22. ayetten anlamaktayız. O kişiyi geri kazanmak , tamamen toplum dışına itmek sureti ile onun düşmanlığını kazanmaktan daha iyi ve toplum menfaatine daha uygun olandır. 

Kişinin söylemiş olduğu bir sözün içinden bazı kelimeleri cımbızlayarak , veya söylediği sözü işine gelecek şekilde yorumlayarak "Bak falan kimse böyle dedi" şeklindeki ifadelerle , kişinin kast etmediği bazı sözleri ona isnat etmek , iftiranın bir başka türüdür. Bu yeni tür iftira metodu , sıkça kullanılmakta ve kişiler bu yolla yıpratılmaya çalışılmaktadır. Bu yöntem birbirleri ile aralarında düşünce farkı bulunan Müslümanlar arasında hayli yaygındır.

Kim olursa olsun adaleti gözetmek sorumluluğumuz , bu gibi söylentileri bırakın yaymayı , yaymaya çalışanları dahi engellemeyi gerektirmektedir. Fakat hakkında söylenti yayılan bir kimse, eğer bizim gibi düşünmeyen bir kimse ise , mal bulmuş mağribi misali o söylenti yayılmaya çalışılmaktadır. 

Dünya hayatı içinde yaptığımız ve bazı kimselerin yıpranmasına sebep olduğunu düşündüğümüz dedikodu ve iftiralar , en fazla dedikodu yapanlara zarar vermektedir. Bu kimseler bu tür yanlışları yapmakla asıl karakterlerin ortaya koyarak , toplum içinde güvenilmez bir kimse olduklarını kendi elleri ile tescil ettirmektedirler. 

Yapılan bu yanlışların elbette uhrevi cezası da bulunmaktadır. Ahirete iman ettiğini iddia eden bir Müslüman , eğer gerçek bir iman sahibi ise , böyle bir yola başvurmak konusunda daha dikkatli davranması gerekmektedir. Yaptığımız bu yıpratma kampanyaları , suçu bizim gibi düşünmemek olan birisine karşı asla meşru bir mazeret olamaz. 

Düşündüklerinin doğru olduğunu savunmak, elbette herkesin hakkıdır. Bu savunmayı yaparken , kendisi gibi düşünmeyenlere karşı nasıl davranışlar sergilemesi gerektiğini , bize Kur'an beyan etmektedir. Bu beyanları terk ederek , hevamıza uygun davranışlar sergilemek , ahlaki ve Müslümana yakışan bir davranış değildir. Meşruiyetini Kur'an'dan almayan her türlü davranış yöntemi , bizlere dünya ve ahirette zarar olarak geri dönecektir. 

Sonuç olarak : İftira , bir kimsenin sevmediği kimseleri yıpratmak amacı ile kullandığı , dünya ve ahirette cezayı gerektiren gayri ahlaki bir yöntemdir. Bir insanın ne kadar çirkef bir hale gelebileceği , bir peygamber hanımı olan Aişe validemize yapılan iftira üzerinden bizlere anlatılmaktadır. 

Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin , bu tür bir yola başvurması kabul edilebilir bir durum değildir. Bu tür yola başvuranlar geçmişte İslam toplumu içinde "Münafık" olarak tanımlanan kimseler olup , bugün Müslümanlar hakkında bu tür yola başvuranlar , münafıkların bu iğrenç yöntemini izlemektedirler.

Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , sahip olunan düşüncenin bu yolla propagandasının yapılmasını kolay hale getirmiştir. Aynı araçlar maalesef yanlış yolda kullanım alanına da sahip olmakta , karşı düşünceyi mahkum etmek amacı ile de kullanılmaktadır. 

Herkesin kendi düşüncesinin reklamını yapmaya , karşı düşüncenin yanlışlarını ortaya koymaya hakları vardır. Ancak bu işlemler yapılırken ahlaki kurallara riayet etmek gereği bulunmaktadır. "Başarıya giden yolda her yöntem mübahtır" sloganı üzerinden , iftira türü yöntemlere başvurmak , iftira yapan ve uğrayanlara zarar veren bir davranıştır. Adaletin er veya geç ortaya çıktığında iftiraya uğrayan kişi temize çıkarken , iftira atan kimse toplum nezdinde ahlaksız , güvenilmez bir kimse olarak kar listeye alınacak ve bu listeden çıkması pek te mümkün olmayacaktır.

İftira kampanyaları kendimiz için yapıldığında bize ne kadar çirkin ve ahlaksızca geliyor ise , karşımızdaki insanlar için yapıldığında da aynı şekilde çirkin ve ahlaksız gelmediği müddetçe kamil bir insan olmak mümkün değildir. Erdemli bir insan olmanın öncelikli şartı , kendisi için istemediğini bakası için de istememektir.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.