Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2015 Cumartesi

Hicr s. 89-91. Ayetleri: Semud Kavminin Devesi İle Kur'an Arasında Analojik Bir Bağ Kurma Çalışması


Kur'an'daki kıssa yollu anlatımların maksadı; bizden öncekilerin yaşadıkları hayat içindeki olumlu ve olumsuz örnekleri anlatarak, bu örneklerden bizlerin hisse almasına yöneliktir. Bu amaçla anlatılan Kur'an içindeki kıssalar doğru bir biçimde okunarak, gereken hissenin alınmasını beklemektedir.

Bu yazımızda HİCR 89 ve 91 ayetlerini ele alarak, o ayetlerdeki anlatımlardan Salih(a.s)'ın kavmine gönderilen ayet olan "Dişi Deve" ile Kur'an arasında analojik bir bağ yani benzerlik olduğundan yola çıkarak ve bu ikisi arasındaki bağı okuyarak, kıssadan hisse almaya yönelik anlatımları değerlendirmeye çalışacağız.

"Analoji"; iki farklı şey arasındaki benzerlikten yola çıkarak, birincisi için dile getirilen şeyin, diğeri için de söz konusu olduğunu ifade etmek için kullanılan bir kelimedir.

Ve kul innî enen nezîrul mubîn(mubînu).
[015.089] Ve de ki: «Ben, şüphesiz ben apaçık korkutucuyum.»

Ke mâ enzelnâ alel muktesimîn(muktesimîne).
[015.090] Muktesimlerin (yeminleşenlerin) üzerine indirdiğimiz gibi,

Ellezîne cealûl kur’âne ıdîn(ıdîne).
[015.091] Onlar ki; Kur'an'ı parçalara ayırmışlardı.

Bu ayetler Muhammed(a.s)'ın Mekkeli muhataplarına, kendilerinden önce yaşamış ve kendilerine gelen elçilere karşı çıkarak helak edilmiş kavimleri örnek gösteren ayetler özellikle Salih(a.s)'ın kavmi olan Semud, dikkate alınarak okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır.

"Nezir" kelimesi "içinde korkutmanın da olduğu bir haberi veren kimse" anlamında olup bu kelime Allah(c.c)'nin gönderdiği elçiler için kullanılmaktadır.

"Mübin" kelimesi "bir nesnenin örtüsünü kaldırıp açığa çıkarmak" anlamına gelen "beyan" kelimesinden türemiş olup "örtüsü kaldırılıp açığa çıkarılan şey" anlamındadır.

Muhammed(a.s)'a "Nezirün Mübin" olduğunun muhataplarına hatırlatmasının emredilmesi ise, kendisine indirilmiş olan vahye iman edilmemesi neticesinde Mekkelilerin helak edileceği tehdidinin daha önceki kavimlerde vaki olduğunu hatırlatması yani onları korkutması, kendisinden önce gelen elçilere inen vahye iman etmeyen kavimlerin helak edildiği haberinin "Mübin" yani gerçek olarak daha önce vaki olduğunu ona inen vahiy vasıtası haber vermesi anlamındadır.

Kur'an'da kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda, onların da aynı şekilde "Nezirün Mübin" olduğunu, yani kavimlerini tehdit ettikleri helak haberinin, kendilerinden önce yaşamış olan kavimler nezdinde gerçekleştiğini, kendileri için aynı helakın gerçekleşmemesi için hiçbir neden olmadığını haber vererek onları imana davet etmişlerdir. Hud(a.s) Nuh(a.s) kavminin helakını (7:69), Salih(a.s) da Hud(a.s) kavminin helakını (7:74) hatırlatarak, kavimlerini tehdit ettikleri helak haberinin gerçek olduğunu hatırlatmışlardır.

[009.070] Onlara kendilerinden öncekilerin: Nuh, Ad ve Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi? Bunların hepsine peygamberleri apaçık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

[014.009] Size, sizden önce gelip geçenlerin haberleri gelmedi mi? Nuh, Ad ve Semüd kavminin ve onlardan sonrakilerin ki, ayrıntılarını ancak Allah bilir! Onlara peygamberleri açık delillerle geldiler de onlar, ellerini ağızlarına ittiler ve: «Biz, sizinle gönderilen şeyi tanımıyoruz ve biz, bizi davet ettiğiniz şeyden kuşkulu bir şüphe içindeyiz.» dediler.

[041.013] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.»

Muhammed(a.s)'a indirilen Kitap'ın içindeki ayetlerden, kendisine iman edilmediği takdirde o kavmin başına gelecek olan tehdit haberinin daha önceki kavimlerin başına geldiğini öğrenmekteyiz.

90. ayette "muktesimin" olarak geçen ve "yeminleşmek" şeklinde çevirdiğimiz kelimenin anlamının meallerde genellikle, bu kelimenin "bölmek, dağıtmak" şeklindeki anlamının dikkate alınarak verildiğini görmekteyiz. Ancak aynı kelimenin "yemin etmek" anlamı da olup 90. ayetteki kelimenin bu anlamın dikkate alınarak "yeminleşmek" şeklinde çevirisinin yapılmasının daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Tetkik ettiğimiz meallerde, sadece Yaşar Nuri Öztürk ve "Ak evler Kur'an meali" adlı bir mealde bu şekil bir çeviri yapıldığını gördük.

"Yeminleşmek" şeklindeki anlamı tercih etme sebebimiz ise, 91. ayette geçen "cealu" kelimesinin geçmiş zaman sigası içinde kullanılmış olmasıdır. Bu kelimenin eğer Mekkeliler ile bir bağı olmuş olsaydı, şimdiki zaman kipi yani muzari sigasında kullanılması gerekirdi. Mazi sigasında kullanılmış olması, bizlere Mekkelilerden önce yaşamış olanlar ile ilgili olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

"Muktesimin" kelimesine "yemin etmek, yeminleşmek" şeklinde bir anlam verdiğimizde 90. ayetin çevirisi şu şekilde olmaktadır;

90 - Tıpkı yeminleşenler üzerine indirdiğimiz gibi.

Burada "yeminleşenler" olarak bahsedilen topluluğun kim oldukları sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bu sorunun cevabına geçmeden önce 89. ve 90. ayetlerinin anlamını hatırlayalım;

De ki; "Ben sizden önceki, yeminleşen üzerine, elçileri vasıtası ile inen vahiyde olduğu gibi helak tehdidi haberlerinin aynısını getirmiş olan apaçık bir korkutucuyum."

Şimdi "yeminleşenler" adı verilen verilen topluluğun kimler olabileceği üzerinde düşünebiliriz.

Salih(a.s)'ın NEML Suresi içinde geçen kıssasına baktığımızda bu topluluğun "Semud" kavmi olduğunu söyleyebiliriz.

[027.045-52] Andolsun ki; Semud'a da kardeşleri Salih'i; Allah'a ibadet edin, diye gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki grup oluverdiler. Dedi ki: «Ey kavmim, neden iyilikten önce, kötülük konusunda acele davranıyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz» Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık: O da: Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi. Şehirde dokuz kişi vardı ki; yeryüzünde bozgunculuk yapıyor ve ıslah etmiyorlardı. Allah'a YEMİNLEŞEREK (Tekasemu) birbirlerine şöyle dediler: «Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim.» Onlar bir düzen kurdular. Onlar farketmezlerken Biz de bir düzen kurduk. Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz; onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki bunda; bilen bir kavim için ayet vardır.

Salih(a.s) Semud kavmine, şirki terketmeleri için gönderilmiş olan "Nezirün Mübin"lerden bir tanesidir. Salih(a.s) aracılığı ile Semud kavmine, şirki terkedip tevhide dönmeleri için gerekli ikazlar yapılmış olup, Muhammed(a.s) da Salih(a.s) gibi Mekke toplumuna, kendisine iman etmedikleri takdirde Semud kavminin helakının bir benzerinin başlarına geleceğini haber vermektedir (41:13).

Şimdi burada haklı olarak, Semud kavminin Kur'an ile ne alakası olduğu sorusu akla gelecektir. Bu alakayı, Semudlular ile Mekkeliler arasında analojik bir bağ yani benzerlik kurarak anlamanın mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Kur'an; muhataplarına vermek istediği mesajı anlama kolaylığı sağlamak amacı ile bu tür analojiler kullanmaktadır.

Örneğin; NUH Suresi içinde gördüğümüz ve Nuh kavminin putları olarak sayılan Vedd, Suva, Yeuk, Yeğus ve Nesr adlı putlar, aslında Nuh kavminin putları değil, farklı Arap kabilelerinin tapmış olduğu putların adı olup, Nuh kavminin şirki ile Arap toplumunun şirki arasında analoji yani benzerlik kurularak, tapmış oldukları putların, tıpkı Nuh kavminin şirki ile aynı olduğu, bu sebepten ötürü Nuh kavminin uğradığı akıbetin bir benzerine uğrayabilecekleri tehdit edilmektedir.

Semud kavmine gönderilen ve "ayet" adı verilen "dişi deve"ye, Semud kavminin yaptığı muamele ile, Mekkelilere gönderilen "Kur'an" adlı ayete, Mekkelilerin yaptığı muamele arasındaki benzerliği kurmaya çalışalım.

[011.064-65] «Ey kavmim, size işte bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyetiy) le dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azab sarıverir.» Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih: «Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür» dedi.

[026.155-157] Dedi ki: İşte şu devedir. Su içme hakkı; belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir.Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir.Onlar ise onu kestiler de pişman oldular.

[007.073] Semûd kavmine de kardeşleri Salih Peygamberi, ey kavmim! Dedi: Allaha kulluk edin, ondan başka bir ilâhınız daha yok, işte size rabbınızdan açık bir ayet geldi, bu, Allahın nâkası size bir âyet, bırakın onu Allâhın Arzında otlasın, sakının ona bir fenalıkla dokunmayın ki sonra elîm bir azâba uğrarsınız

Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu ayete yani deveye iman etmek zorunda olan Semud kavmi, o ayeti yani deveyi inkar ederek keser, onların bu deveyi kesme fiilleri "Akaru" kelimesi ile ifade edilmektedir.

"Akaru" kelimesi "bir şeyin aslına vurmak, kökünü kazımak" anlamındadır. "Akartunnahle" (Hurma ağacını kökünden kestim), "Akartulbaire" (Deveyi boğazladım).

Semud kavminin kendilerine ayet olarak gönderilen deveyi boğazlamaları, onların Allah(c.c)'nin indirdiği ayete karşı olan cüretlerini göstermektedir. Aynı cüreti Mekkeliler de göstererek, Kur'an'a karşı olan inkarlarını ve elçiye karşı olan kinlerini her fırsatta dile ve fiile getirdiklerini yine Kur'an içindeki ayetlerden öğrenmekteyiz.

[008.030] Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da, onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzak kuruyordu. Öyle ya, Allah tuzakların en hayırlısını kurar.

NEML 49 ayetinde gördüğümüz Semud kavminin elçilerinin canına kast etme niyetlerinin, aynısı Mekkeliler tarafından Muhammed(a.s)'a karşı da planlanmaktaydı.

91. ayete baktığımızda; Semud kavminin kendilerine gönderilen elçi ve ayete karşı olan tutumları aynen Mekkelilerin elçi ve ayetlere karşı olan tutumları ile benzeştirilerek anlatılmaktadır.

[015.091] Onlar ki; Kur'an'ı parçalara ayırmışlardı.

Ayetin Arapça metni olan "ellezîne cealûl kur’âne ıdîn(ıdîne)" ibaresindeki "ceale" fiilinin, geçmiş zaman sigasında kullanılması maalesef birçok meal yapıcısı tarafından dikkate alınmayarak, Mekkeliler olarak anlaşılmıştır. Ayetin metnindeki "Kur'an" ifadesinin bu anlamı desteklediği düşünülerek, hiç tereddüt edilmeden Mekkelilerin yaptığı bir işlem olarak anlam verilmiştir. Evet Mekkeliler Elçi ve Kitap'ı inkar etmekteydiler ancak onların bu inkarları, Semud kavminin inkarı ile analojik bir bağ kurularak anlatılmaktadır. Maalesef bu nokta gözden kaçırılmıştır.

91. ayet içinde geçen "Idine" kelimesi "kırıldığı ve parçalandığı anda işe yaramayacak ve kullanılamaz hale gelecek olan değerli nesneler" için kullanılır. Bu kelime ile Semud kavminin ayeti yani deveyi kesmeleri için kullanılan "Akaru" kelimesi arasında "kesmek, parçalamak" anlamında bir anlam bağı vardır.

Aklımıza "neden her iki yerde de aynı kelime kullanılmamış?" şeklinde bir soru gelebilir. Buna cevap olarak "Akaru" kelimesi ile ifade edilen nesnelerin, kesildikten sonra yenilerek işe yaraması söz konusu olabilirken, "Idine" kelimesi ile ifade edilen Kur'an'ın parçalara bölünmesi halinde yani bir kısmına iman edilip, bir kısmına iman edilmemesi sonucunda hiçbir işe yaramayacağı ifade edilmektedir. Kur'an için böyle bir ifade kullanılması, böyle bir parçalamanın bize dönük mesajlarının okunmasını gerektirmektedir.

Buraya kadar yazılanları toparlayacak olursak; Mekkelilerin kendilerine gönderilen Kur'an'ı red etmeleri ile , Semud kavminin kendilerine gönderilen ayeti red etmeleri aynileştirilerek, onların deveyi yani ayeti red etmeleri, Kur'an'ı red etmeleri şeklinde analojik bir bağ ile beyan edilmektedir . Semud kavminin, ayeti yani deveyi red etmeleri sonucunda başlarına gelenler ile, Mekkelilerin ayeti yani Kur'an'ı red etmeleri sonucunda başlarına gelecek olanlar Semud kavmi örneğinde gösterilmektedir.

Buradan şunu anlamak mümkündür; Kur'an parçalanmadan yani hiçbir ayeti ötelenmeden hayat içinde bütüncül bir şekilde pratize edilmesi gereken bir hüküm kaynağıdır. Çoğumuzun yaptığı şekli ile namaz, oruç gibi ibadetleri Kur'an'dan alıp hayat içinde gerekli olan ibadet hükümlerini başka kitaplardan almanın adı, "Kur'an'ı parçalamak" anlamına gelecektir. Bu parçalama Semud kavmine gönderilen ayet olan devenin parçalanması ile aynı olup, devenin parçalanması sonucunda Semud kavminin başına gelen akıbetin benzeri, Kur'an'ı parçalayanların başına gelecektir. Bu konuyu daha etraflı bir biçimde "Semud Kavminin Helakının Örnekliğinde Helakın Evrenselliği" başlıklı bir yazıda ele almaya çalışmıştık.

Allah(c.c) göndermiş olduğu Elçi ve Kitaplar ile dünya hayatında yaşayan insanların tabi olacakları kuralların ana hatlarını belirlemiştir. İnsanlar, şayet bu kuralların yerine başka kurallar hayata geçirmeye kalktığı anda hayatın düzeni bozularak yer yüzünde fesat meydana gelecektir. Yaşanan bu fesat toplumları yıkıma götürerek onların helak olması anlamına gelir.

[017.058] Hiç bir ülke (veya şehir) olmasın ki, kıyamet gününden önce biz onu (ya) bir yıkıma uğratacağız veya onu şiddetli bir azabla azablandıracağız; bu (muhakkak) o kitapta yazılıdır.

Dünya tarihine baktığımız zaman, dünya sahnesine gelen birçok uygarlığın tarih sahnesinden silindiğini görürüz. Bu uygarlıkların tarih sahnesinden silinme sebebi, kendileri için belirlenen ilahi kurallar yerine beşeri kuralları yaşam alanına sokmalarıdır. Bu helak yasası kıyamete kadar geçerli bir yasa olup, beşeri kuralları benimseyerek, ilahi kuralları benimsemeyen bütün toplumlar tarih sahnesinden silinecektir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile bizden önceki yaşamlardan örnekler vererek, kıssadan hisse alınmasını amaçlamaktadır. Konumuz olan ilgili ayetleri bu kıssaların, özellikle Salih(a.s) kıssası içinde geçen anlatımlar örnek alınarak okunmaya çalışılmasının daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz. Yaptığımız çalışma "Deve" ve "Kur'an" kelimelerinin arasındaki ortak payda olan "Ayet" kavramı arasında analojik bir bağ kurarak ilgili ayetleri anlamaya çalışmaktır.

Yapılan meallerin bir çoğunun böyle bir analoji kurularak yapılmadığı için, Semud ile bağı kurulmamış bir halde anlam verilmeye çalışıldığını gördük. "Bizim yaptığımız doğrudur" demek istememekle birlikte, ilgili ayetlerin Salih(a.s) kıssası göz önünde bulundurularak okunduğunda, Kur'an'ın Kur'an ile tefsirinin daha isabetli yorumlar çıkaracağını söyleyebiliriz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme

Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz. 

Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz. 

Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.

Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.

Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. ayeti . 

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).

De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.

Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.

Sayın Aktaş çeviride , "O"  zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi. 

Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.

Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. 

De ki: «Cibril'e kim düşman ise,  gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.

Nahl s. 102. ayeti. 

 Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.

Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.

Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir. 

Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir. 

Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.

Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır. 

 De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»

Şuara s. 193. ayeti. 

Nezele bihir rûhul emîn(emînu).

Onunla er-ruh'ul emin indi.

Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.

Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.

Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.

19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.

Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.

5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.

Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir. 

Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.

Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır. 

Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.


Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. 

Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam ,  her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum. 

Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir. 

Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. 

Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).

Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.

Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50.  de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. 

Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık. 

Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek  bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


30 Eylül 2015 Çarşamba

Kur'an Muhammed (a.s) a Nasıl Ulaştı ?

Allah (c.c) sadece kendisine kul olmaları için yaratmış olduğu biz insanlara , bu kulluğun nasıl olması gerektiğini yine kendisi tarafından seçilen biz gibi insanlar aracılığı ile bizlere bildirmiş, bu bildirme şekline "Vahy" denilmiştir. Yazımızın konusu seçilen elçilere nasıl bir yolla vahyedildiği olup , Muhammed (a.s) a elimizdeki kitabın nasıl vahyedildiği hakkında olacaktır. 

[042.051] Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.

Şura s. 51. ayetinde Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 türü anlatılmakta olup , bizim konumuz "Elçi gönderme" yolu olarak bildirilen ve Muhammed (a.s) a gelen vahy'i de içine alan kısmı ile ilgili olacaktır. 

Öncelikle "Elçi" olarak çevrilen , " Resul" kelimesinin anlamı üzerinde durmak istiyoruz. 

"Raslün" sözcüğü ; "Acele etmeden gönderilmek , yollanmak" anlamındadır. 
"Negatün Rasletün" ; kolay ve yumuşak yürüyen dişi deve.
"İblün Merasilü" ; Kolay bir şekilde gönderilen develer.

"Resul" sözcüğü ıstılahi olarak ; "Başkalarına aktarılmak üzere söz yüklenen kişi " anlamındadır. (El Müfredat)

[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.

Hac s. 75. ayetinde , Allah (c.c) sözünü başkalarına aktarmak üzere "Melek" ve "İnsan" dan elçi seçtiğini beyan etmektedir. "Melek elçi" olarak tavsif edilenler , Allah (c.c) nin sözünü "Beşer elçi" olarak bildiğimiz insanlara aktarmak için seçilmiş elçiler olup, nasıllığı hakkında herhangi bir bilgi sahibi değiliz. "Melek" adı verilen her ne ise onun sadece gaybe ait bilgiler ihtiva ettiğini ve ne liği konusunda bizlere herhangi bir bilgi verilmediğine dikkat çekmek, vahyedilmenin keyfiyetini bilmek sadece elçilere has bir durum olup , bizlere bu konuda verilen bilgiler kadar yetinip, bunun ilerisine gitmenin doğru olmadığını hatırlatmak istiyoruz. 

[017.036] Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.
[017.085]  Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir

[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»

Hacc s. 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde, Allah (c.c) nin genel olarak vahyini ulaştırma yolu anlatılmaktadır. Bundan sonraki ayetlerde bu iki ayetin yol göstericiliğinde, vahyin Muhammed (a.s) a gelişi ile ilgili ayetler üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

[002.097-98]  De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.

Bakara s. 97 de , vahyi Muhammed (a.s) a indiren "Cibril" den bahsedilmektedir , bu Cibril kim veya nedir?.

Bakara s. 97. ayetinde "Cibril" ismi verilen şey, Hacc. 75 ve Nahl 2. ayetlerinden öğrendiğimiz , Allah (c.c) nin sözünü başkasına (Muhammed a.s) aktarmak ile görevli olan "Melek elçi" dir. Bu elçinin mahiyeti hakkında herhangi bir bilgi sahibi değiliz , bu elçiyi sadece göz ile (o da her defasında değil) Muhammed (a.s) görmüştür.

[016.101-2]  Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini  en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»

Nahl s. 102. ayetinde kitabın "Ruhul Kudüs" tarafından indirilmiş olduğu beyan edilmektedir. Bu terimin Allah (c.c) nin kendisini ifade ettiği şeklinde bir düşüncenin doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu terim ile ifade edilen her ne ise , Kur'anın Allah (c.c) den ona verilerek yani elçi seçilerek verildiği , onunda Muhammed (a.s) a getirdiği anlaşılmaktadır. Bu kimdir ? diye sorulacak olursa cevabımız , Hacc s. 75. ve Nahl s. 2. ayetlerde bahsedilen vahyi beşer elçiye aktarmakla yükümlü olan "Melek elçi" dir. Yine tekrar ediyoruz bu elçinin mahiyeti hakkında herhangi bir bilgi sahibi değiliz, bu elçinin ne liği konusu bizim için gayb olup üzerinde spekülasyonlar yapmak gaybı taşlamaktır.

[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.

Şuara suresindeki bu ayetlerde , Kur'anı Rabbimizin ve Ruhul emin'in indirdiğinden bahsedilmektedir. Ruhul emin terimi ile ifade edilen şey Allah (c.c) nin kendisi olarak okumanın doğru olmadığını söylemek istiyoruz. Bu ayeti de yine Hacc s. 75 , Nahl s. 2. ayetlerin delaletinde okumak bizleri doğruya götürecektir.

[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.

Necm suresi ayetlerinde , Muhammed (a.s) ın Mekkelilere okuduklarının kendi hevasından olmadığı, ona vahyedilenleri okuduğu belirtilmekte ,ilerleyen ayetlerde ona bu vahyin kim tarafından ilka edildiği anlatılmaktadır. Bu ayetler klasik tefsir algısında miraç baz alınarak okunmaya çalışılmış olup, olmayan bir olayın Kur'an tarafından onaylatılma ameliyesi her açıdan duvara toslamıştır. Vahyin gelişi ile ilgisi bakımından okuyanların bir kısmı "Melek Elçi" olgusunu göz ardı ederek onların da ayrı bir duvara tosladıklarını söyleyebilirz.

5. ayetteki "Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir." cümlesinde kast edilenin "Melek elçi" değil de , Allah (c.c) olduğunu iddia edenlerin bu iddialarının ne derece olduklarını onların söylediklerini doğru kabul ederek okumaya çalışalım.

Necm s. ayetinde "Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir." cümlesindeki öğretenin Allah (c.c) olduğunu varsayalım , 6-7-8-9. ayetlere baktığımızda Allah (c.c) ile Muhammed (a.s) ın arasının "İki yay aralığı" kadar olduğu söylenmektedir. 10. ayette vahyedenin Allah (c.c) olduğunu yine varsayalım, 11 ve 12. ayetlerde Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) yi gördüğü , 13. ayette Allah (c.c) yi bir başka inişinde yine gördüğü yani bu görüşün ilk olmadığı , 14-15-16-17. ayetlerde Allah (c.c) yi gördüğü yer ve görmesinin nasıl olduğu anlatıldıktan sonra , 18. ayette "Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü." buyurulmaktadır, yani Allah (c.c) kendi ayetlerinin en büyüğünü görmüş.

Bu ayetleri böyle okuduğumuz zaman ortaya şu sorular çıkıp, bunun cevabının verilmesi gerekmektedir. 

1- Allah (c.c) ile Muhammed (a.s) ın arasının "iki yay aralığı" kadar olmasını nasıl izah edebiliriz ?. 
2-Allah (c.c) yere inermi ?.
3-Muhammed (a.s) Allah (c.c) yi bir başka inişinde ne zaman görmüştür?.
4- Allah (c.c) kendi ayetlerinin en büyüğünü nasıl görür ?. 

Bu sorular , "Melek elçi" olgusunun göz ardı edilerek okunması sonucunda ortaya çıkmakta olup, bu iddiada olanlara bu soruları sorduğumuzda bataklığa düşmüş kimse misali debelendikçe battığını, vermeye çalıştığı cevaplar ile red ettikleri geleneksel anlayıştan daha beter yanlışlar içine girdiklerini maalesef gördük. 

İlgili ayetler şayet , Nahl s. 2 ve Hacc s. 75. ayetlerinin delaleti ile okunmaya çalışılsaydı böyle sıkıntılı bir durum içinde düşülmez ve ilgili ayetler daha doğru okunabilirdi.

[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

Tekvir suresindeki bu ayetlerde "Kerim elçi" olarak vasfedilen kişi Muhammed (a.s) değildir, ilerleyen ayetlerde bunun böyle olmadığı açıkça görülmektedir. Muhammed (a.s) ın onu yani "Kerim elçi" yi apaçık ufukta görmesinden bahsedilmekte ve bu görüşü , Necm suresindeki "Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu." mealindeki ayetlerden "Melek elçi" yi önceki görüşü anlatılmaktadır.

Tekvir s. 19. ayetinde geçen "Kerim elçi" ibaresi , Hakka s. 40. ayetinde de geçmektedir. Bu suredeki "Kerim elçi" Muhammed (a.s) olup ilerleyen ayetler bunu göstermektedir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) biz kullarına olan emir ve yasaklarını, seçtiği beşer elçilere vahyetmek sureti ile bildirmiştir. Muhammed (a.s) bu zincirin en son halkası olup , kendisine vahy edilen kitap, Allah (c.c) nin Nahl s. 2 ve Hacc s. 75. ayetlerinde buyurduğu şekli ile "Melek elçi" ile ona vahyedilmiştir. Bizler "Melek elçi" nin nasıllığı hakkında bir bilgi sahib olmadığımız için bu konuda herhangi bir yorumda bulunmak bizi yanlışa götürebilir. 

Bilmemiz gereken şey , Allah (c.c) nin yeryüzünde seçmiş olduğu beşer elçiye vahyetmek için melek elçi seçmiş olduğudur. Bu elçinin kimliği veya ne liği bizim için gayb olup , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl geldiği hakkındaki bilgiler bu kadardır. Sadece Muhammed (a.s) ın şahid olduğu bir durum olup böyle bir elçinin olmadığı iddiasında bulunmak bu konudaki ayetleri bütünlük içinde okuduğumuzda hatalı bir okuma yöntemi olacağını ifade etmek isteriz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Kur'an Arapça mıdır ? Yoksa Rabça mıdır?

Alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak inen Kur'anın muhteviyatındaki ayetlerin anlaşılması, indiği andan beri bir sorun olarak karşımıza çıkmış ve kıyamete kadar aynı sorun devam edecektir. Kendisine Kur'an inen Muhammed (a.s) hayatta iken ashabının yanlış anladığı bir konuda düzeltme yaparken , onun vefatı sonrasında genişleyen İslam toplumunda aynı ayet farklı olarak anlaşılmış , hala farklı anlamalar ve anlayışlar devam etmekte olup bu tür farklı anlamalar kıyamete değin sürecektir. 

Mesele ayetin farklı anlaşılmasından çok , anlayanların kendi anlayışlarını mutlaklaştırarak bu anlayışlarının tek doğru olduğu iddiasıdır. Kendi anlayışının doğru olduğu iddiasını dile getirenler bu düşüncelerini bir takım tezler üzerine temellendirerek, nihai doğrunun ancak kendi yorumları olduğunu dile getirerek , "Kargadan başka kuş tanımayanlardan" olma sevdasına düşmektedirler. 

Bu tezlerden bir tanesi , Kur'anın metninin ARAPÇA olduğu fakat manasının RABÇA olduğu iddiasıdır.  

Bu iddia ucu açık ve istismara çok müsait olup, bir takım tehlikeleri beraberinde getirmesi açısından yanlış bir söylemdir şöyle ki; 

[014.004]  Biz hiç bir resulu, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Dil, insanlar arasında iletişimin en önemli unsuru olup , Allah (c.c) kullarına olan emir ve yasaklarını onların konuştukları dil ve o dilin edebi usluplarını kullanan kitaplar vasıtası ile indirmiştir. İnen kitabı anlama konusunda ilk muhataplar içlerinde elçi olması nedeniyle herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamalarına rağmen, sonraki yıllarda "Kur'anın doğru anlaşılması" şeklinde bir mesele gündeme gelmiş ve gündem olmaya devam etmektedir. 

Farklı Kur'an anlayışlarının bir takım sebebleri olup , bu sebebleri irdelemek yazımızın konusu değildir , üzerinde durmaya çalıştığımız konu , bu farklılıklar değil herkesin kendi anlayışını tek doğru kabul etmesi meselesidir.

Kur'anı okuyup anladığını iddia edenler arasındaki en önemli sorun , anlayışlarını veya başkalarının yanlış anladığı iddiasını, ayet destekli bir iddiaya dayandırmaktan çok, kişisel karizma destekli bir düşünceye oturtmak istemeleridir. Kur'anı onların anladığı, çünkü Kur'an dilini herkesin anlayamayacağı gibi iddialara dayandırılarak, özellikle tasavvuf kesiminin argümanı olan Kur'anın Rabça olduğu, yani herkesin anlamadığı bir dile sahip olduğu bu dili anlayabilmenin Rabbin verdiği özel yetenekler ile mümkün olacağı iddiası, İslam toplumunda ciddi olarak alıcı bulan bir düşüncedir.

Kur'anın metni farklı, anlamı farklı mıdır?.

Kur'an indiği toplumun dilini ve o dilin edebi özelliklerini taşır demiştik. Arapça dili mecaz ,istiare , kinaye , mesel gibi edebi uslupları içinde barındıran bir dil olup, bu dilin özellikleri Kur'anda da yerini bulmuştur. Kur'an metnindeki bu tür edebi özellikleri taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılamayacağı aşikardır. Bir arap türkçe  kitap içindeki "Atı alan üsküdarı geçti" veya "Geçti borun pazarı sür eşeğini niğde ye" ifadesini türk dilindeki edebi özelliği bilmeden anlamaya kalkarsa gülünç bir anlam yükler veya maksadı anlayamaz. 

Arap dilinin  özelliklerini bilmeden, Kur'anda bu tür edebi özellikler taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılmayacağı açık olup bu tür okumaların yanlışlarını ümmet olarak hala çekmekteyiz.  Bu durum , "Kur'anı sadece belirli kişiler anlar ve diğerleri o belirli kişilerin yorumuna mahkum kalacaktır" anlamına asla gelmez ve gelmeMElidir.  

Bu tür edebi özelliklerin göz ardı edilmemesi gerektiği herkes tarafından kabul gören bir düşünce olup bu tür özelliklerin "Rabça" olduğunu iddia etmek mümkün değildir , çünkü edebi özellikler insanların aşina oldukları bir durum olup bunu özel kimselerin anlaması gibi bir şey sözkonusu değildir. 

Kur'anın dediği ile demek istediği farklı mıdır ?. 

Kur'an  farklı yorumlara açık bir kitap olup , bazı kimseler kendi düşüncesini kabullendirmek , karşı düşünceyi red etmek için kitabın ayetlerini diledikleri biçimde yorumlayabilir. Bunu yaparken "Kur'anın dediği ile demek istediği birbirini tutmaz" şeklinde bir ifade kullanarak gelebilecek itirazlara baştan set germektedirler. İstismara müsait olan bu söylem bazılarının elinde silah olarak kullanılarak , Kur'ana istediğini söyletme aracı haline gelmiştir.

Allah (c.c) nin konuştuğu bir dil var mıdır ? 

Dil insana has bir olgu olup , Allah (c.c) için böyle bir durum sözkonusu değildir ve onun kendine has bir dili yoktur. Allah (c.c) aşkın bir varlık olup kulları ile olan iletişimini , kullarını kendi seviyesine çıkararak değil , kendisini kullarını seviyesine indirerek kurar.  "Kur'an Rabça dır" ifadesi bu anlamda bazı tehlikeli iddiaları beraberinde getirmektedir.

Bu tehlike şu dur ; Allah (c.c) ye özel bir dil isnad edilmesi 

Geçmişte yapılan literal okumalar neticesinde , Allah (c.c) ye el , yüz , ayak v.s isnad edilerek onu bir beşer gibi görmek sapkınlığına düşüldüğü bilinmektedir. Haşeviyye , Mücessime gibi adlarla anılan bu guruplar, Allah (c.c) yi beşer gibi cisimlendirerek büyük bir hata içine girmişlerdir. Allah (c.c) ye dil isnad etmek geçmişte mücessime fırkasının düştüğü hatanın bir benzerine düşerek onu beşerleştirmek gibi bir duruma sokmaya sebeb olması açısından kabul edilir bir şey değildir.

Kur'anın sadece literal bir okumaya tabi tutulması ne kadar yanlışsa , batıni bir okumaya tabi tutulması da o kadar yanlıştır. Batıni okuma yöntemi kişisel karizma üzerine kurulmuş bir yöntem olup okunulanı değil, okuyanı öne çıkaran bir yöntemdir. Bu yöntemde öne çıkan söylem, Kur'anı herkesin anlayamayacağı , bazı kişilerin ve onlara verilen özel bilgiler sayesinde anlaşılacağı , diğerlerine bu kişilere ve okuduklarına tabi olmak gibi bir görev düştüğü şeklindedir.

Bu durum iddia sahibini Allah (c.c) nin dilini anladığı iddiasına götürür ki , ya Allah (c.c) nin kişinin seviyesine indiğini , ya da o kişinin Allah (c.c) nin seviyesine çıktığı anlamına gelir. Allah (c.c) zaten bir beşere kitap indirerek bizimle olan konuşmasını bizim anlayacağımız bir lisan üzerinden göndermiş olup bu lisan üzere inen kitabın anlaşılmaz olduğu gerekçesi ile ayrı bir lisan ile başkalarına açması gibi bir durum sözkonusu olamaz. 

Kur'anın Rabça olduğu iddiasını dillendiren kişi, okuduğu ayet hakkındaki yaptığı yorumun Rabbin kast ettiği mana olduğunu ve bunu kendisinin anladığını iddia etmesi anlamına gelir ki, bu iddia büyük bir cürümdür. Tasavvuf kesiminin elinde güçlü bir silah olarak kullanılan bu argüman , ayet hakkında konuşan kişinin dediklerinin nihai ve Allah (c.c) demek istediğini  o kişinin dile getirdiği iddiasını taşımaktadır. 

Bu tür iddiaların Kur'an merkezli düşünce adına yola çıkanlar tarafından dile getirilmeye başlanmış olması , Kur'anı din baronlarının tekelindeki bir kitap olmaktan çıkarmak adına yola çıkarak, kendi tekellerine alınan bir kitap haline getirmek isteyenlerin olduğunu göstermektedir.

Kur'anı merkeze aldığını iddia ederek yola çıkan insanların aynı ayetleri birbirlerinden farklı olarak anladıkları bir realitedir. Peki bu realite karşısında ne yapmak gereklidir ?. 

Öncelikle hoşumuza gitse de gitmese de, bu kitabı anlamanın herkesin hakkı ve vazifesi olduğunu hatırdan çıkarmamak zorundayız. Okuduğumuz bir ayeti bizden farklı anlayan ve bu anlayışının yanlış olduğunu düşündüğümüz kişiler var olacaktır ve de vardır , bu kişilerin ayet hakkında yaptıkları yorumun şayet yanlış olduğunu düşünüyorsak itiraz hakkımız elbette vardır. Bu itiraz yine ayet merkezli bir delil ile yapılmalı ve uygun bir dil ile aktarılmalıdır. 

Yorum sahipleri herhangi bir ayet hakkında yaptıkları yorumun nihai ve kesin bir yorum olduğunu söyleme hakları olmayıp , sadece bu konudaki fikirlerinin ve düşüncelerinin bu olduğunu söyleyebilirler. Herhangi bir ayet hakkında yapılan yorumun hata ve eksik barındırabileceği ihtimali üzerinden yapılan tartışmalar kişiler arasında gerginliği ve kavgayı en aza indirecektir.

Kişiler arasında yapılan tartışmalarda en büyük sıkıntı , herkesin kendi söyleminin nihai doğru olduğu kanısında olmasıdır. Bu kanı maalesef aradaki diyalog imkanını ortadan kaldırmakta ve ortak bir noktada buluşma imkanı bırakmamaktadır. 

Yazımızın konusu olan, kitabın farklı bir dili olduğu, bu dili herkesin anlayaMAyacağı iddiası işte bu merkezde , iddia sahibinin söyleminin tek doğru olduğunu karşısındakine kabul ettirme yöntemi olarak devreye girmektedir.  

Kur'anın Rabça olan anlamı !! nasıl öğrenilir veya onu kim,kimlere öğretir ?.

Kur'anın böyle bir anlamı olduğunu iddia eden kişinin bu sorulara cevap verme zorunluluğu vardır. Tasavvuf ehlinin bu soruya verdiği cevap bellidir . Kerameti müritlerinden menkul olan şeyh efendiler kalp gözleri açık !! olmaları nedeniyle gayb alemi ile her an iletişim halinde oldukları için bu anlamları anında öğrenip aktarabilmektedirler. 

Kendisini Kur'an merkezli bir söylem içinde ifade edenlerin böyle bir cevabı asla olmaz olamaz, o zaman bu anlamı onlar nasıl öğrenir?. 

Onların da, eleştirdikleri bir yöntem olan tekelcilik yöntemine düşerek , başkalarının tekelciliğine karşı kendi tekellerini oluşturmak için böyle bir söylemi dile getirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Kur'anı anlamak için herkesin bilgi ve seviyesi aynı olması gibi bir mecburiyet yoktur. Mecburiyet , kişinin ön yargıdan arınmış ve kitaba teslim olan bir zihne olmasıdır.

Sonuç olarak ; Kur'an indiği toplumun dil özelliklerini kullanarak inen bir kitaptır. Kur'anın Rabça olduğu iddiası, geçmişten gelen bir iddia olup, bazılarının elinde silah olarak kullanılan bir argüman haline dönüşerek , kişisel anlayışların Allah'a mal edilmesini beraberinde getiren bir söylem olması nedeniyle yanlış ve tehlikeli bir düşüncedir. Kişiler, bilgi birikimleri dahilinde okuduklarından bir yorum çıkarma hakkına sahiptirler. Hiç kimse , bu hakkı kimseden alma veya tekelinde tutmak gibi hakka sahip değildir. Yaptığı yorumun tek doğru yorum olduğunu ve herkesin bu yorumu kabul etmek zorunda olduğunu iddia eden kimsenin elinden derhal kitabı bırakıp bir doktora görünme zorunluluğu vardır. 

Müslümanlar ne çekmişlerse , kendilerini karizmatik bir yapıya büründürerek , "Ne derlerse doğrudur" - "Ne yaparlarsa bir hikmeti vardır" denilen adamlardan çekmiş , hala çekmektedirler. Bu karizmayı daha önce eleştirdikleri yapının bir benzerini kendileri üzerinde oluşturmak isteyen bazı Kur'an ehli olduğunu iddia edenlerinde kullanmak istemeleri bizleri derinden üzmektedir. 

Uzun lafın kısası , Kur'an Rabça bir kitap değil, Arapça bir kitap olup herkese açıktır ve hiç birimizin tekelinde değildir.


28 Temmuz 2015 Salı

Cuma s. 5-8. Ayetleri: Tevrat ve Kur'an Yüklenmenin Sorumluluğu

Allah (c.c) yaratmış olduğu insanlara yine onların içinden seçmiş olduğu insanlar vasıtası ile , Dünya hayatlarındaki yaşamlarında nasıl bir yol  izlemeleri gerektiğini vaaz etmiştir. Bu Elçiler ile birlikte gönderilen Kitaplar içindeki muhteviyat zaman içinde terk edilmiş ve yaratılmış olanların vaaz etmiş olduğu kitaplar hayat nizamı olarak seçilmeye başlanmıştır. 

Muhammed (a.s) ile gönderilmiş olan son Kitap olan Kur'an bizlere, bizden öncekilerin başlarından geçenleri hatırlatarak, onlar gibi olunmasını veya olunmaMAsını öğütlemektedir. Bu bağlamda,  "İsrailoğulları" olarak zikri geçen ve Kur'anda önemli bir yer tutan bu kavim ile ilgili anlatımların sadece onlar ile sınırlı kalan bir okumaya değil , onların üzerinden ibret mesajları olarak okumaya tabi tutularak, bizlerin o mesajlardan ibret alması amaçlanmaktadır. Bu bakış açısı içinde , İsrailoğulları ile ilgili anlatımlardan bize dönük mesajların ne olabileceği konusunda , onlarla ilgili Ayetleri okumaya çalışarak bize düşen hisseyi anlamaya bundan önceki yazılarımızda da çalışmıştık. Bu yazımızda Cuma s. 5-8. Ayetlerini ele alarak bunlardan bize düşen hissenin ne olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

[062.005]  Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.
[062.006]  De ki: «Ey Yahudi olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah'ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz  .»
[062.007]  Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla bunu hiç bir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir.
[062.008] De ki: «Hiç tartışmasız sizin kendisinden kaçmakta bulunduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah) a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.»

Ayetleri kısaca özetleyecek olursak ; Kendilerine Tevrat yüklenmiş olan İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş bir topluluk görmüş olmaları ve seçilmişliğin kendilerine Allah katında özel bir statü sağladığı zanları red edilmektedir. Bu konu ile ilgili bir kaç Ayeti paylaştığımızda ilgili Ayetler daha iyi anlaşılacaktır. 

 [005.018]  Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. «Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azabediyor? Bilakis siz O'nun yarattığı insanlarsınız» de, Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş O'nadır.

[002.080-82]  «Ateş bize sadece sayılı birkaç gün değecektir», derler; sor, «Allah katından siz söz mü aldınız?», eğer öyle ise Allah sözünden caymayacaktır. «Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?»Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.İman edip salih amellerde bulunanlar, onlar da cennet halkıdırlar, orada temelli kalıcıdırlar.

[002.094-96]  De ki, «Eğer ahiret yurdu Allah katında başkalarına değil de yalnız size mahsus ise ve eğer doğru sözlü iseniz, ölümü dilesenize!»Bunu, önceden işlediklerinden ötürü, asla dilemeyeceklerdir. Allah zalimleri bilir.And olsun ki, onların hayata diğer insanlardan ve hatta Allah'a eş koşanlardan da daha düşkün olduklarını görürsün. Her biri ömrünün bin yıl olmasını ister. Oysa uzun ömürlü olması onu azabdan uzaklaştırmaz. Allah onların yaptıklarını görür.

Dünya hayatına bu kadar meyyal olan bu insanları , istedikleri 1000 yıllık ömür verilmiş olsa dahi bu ömrün sona ereceği, Cuma s. 8. Ayetinde görüldüğü gibi hesap için Allah (c.c) döndürülecekleri beyan edilmektedir.

[022.047]  Senden, başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır. Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir.

Hac s. 47. Ayetine baktığımızda , kendilerine ne kadar uzun ömür verilmiş olursa olsun bu uzun ömrün Allah katında, bize kısa gelen bir gün kadar olduğu hatırlatılarak eninde sonunda Allah (c.c) nin karşısına hesap için çıkılacağı hatırlatılmaktadır. 

Tevrat yükletilip onu taşımamanın ne anlama geldiği , Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili Ayetlerinin geneline bakarak anlaşılabilir . Bakara , Nisa , Maide gibi surelere bakıldığında, İsrailoğullarının Elçilerine ve Kitaplarına karşı takındıkları olumsuz tavırlar eleştirilerek bu yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi öğütlenmektedir. 

Kitapta olmadığı halde "Bu Kitaptan dır" demeleri , dillerini kitaba eğip bükmeleri , elleri ile kitap yazmaları v.s gibi olumsuzluklar, İsrailoğullarının Kitaplarına karşı yapmış oldukları haksızlıklar olarak bizlere anlatılmaktadır. Bu olumsuz tavırlar Cuma s. 5. Ayetinde onların "Kitap taşıyan eşekler" olarak misallendirilmesine sebeb olmuştur. 

Onların böyle  bir mesel ile vasıflandırılma nedeni , Kitabı okuyup muhteviyatı ile amel etmemeleridir. Aynı durumu kendi açımızdan değerlendirdiğimizde ortaya çıkan tablo İsrailoğullarından farklı olmayıp, aksine onlardan daha çukur bir durumda olduğumuz malumdur. 

Müslümanlar olarak yaptığımız önemli yanlışlardan birisi , Kur'anda bizi ilgilendiren Ayetlerin sadece Cennet ve oradaki nimetler ile ilgili Ayetler olduğu , diğer Ayetlerin Müşrikleri , Kafirleri , Yahudileri , Hıristiyanları ilgilendiğidir. Ancak "Ey kitap ehli" diye başlayan ve sadece Yahudi ve Hıristiyanları ilgilendiğini düşündüğümüz Ayetlerin başına, bu gün yeni bir Elçi ile Kitap gelecek olsa değişen sadece hitap edilen topluluk olacak ve "Ey Müslümanlar" şeklinde aynı Ayetler yine inecektir. Dün Yahudi ve Hıristiyanların yapmış oldukları hataların aynısı , bu gün maalesef biz Müslümanlar tarafından icra edilmektedir.

Dün İsrailoğullarında olan "Seçilmiş kul" hastalığı , onlarla birlikte biz Müslümanlara da sirayet ederek Allah (c.c) nin has kulları olduğumuz inancı bizlerde de yerleşmiştir. Halbuki Allah (c.c) İsrailoğullarının bu düşüncelerini red ederek Maide s. 18 de " Bilakis siz O'nun yarattığı insanlarsınız" buyurarak böyle bir seçilmişliklerinin olmadığını beyan etmektedir. 

[002.111-112]  Bir de «yahudi ve hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek» dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; «Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi.»Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

Cennetin kendilerinden başkasına haram olduğunu iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların bu iddialarını Allah (c.c) red ederek , Cennete girmek için kimlik değil amel gerektiğini bir çok Ayette beyan etmesine rağmen , aynı hastalık biz Müslümanlara da sirayet ederek , Cennete sadece Müslüman olanların gideceği düşüncesi yer etmiştir. 

Bu gün bir Kitap gelmiş olsa Bakara s. 111. ve 112. Ayetlerinde "«yahudi ve hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek»"cümlesi yerine " müslümanlardan başkası asla cennete giremeyecek" iddiamızı red eden "«Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi.»Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır." aynı Ayetler nazil olurdu. 

Kur'anın bir çok yerinde sadece "İman ettim" demenin fayda getirmeyeceği bu imanın göstergesi olan Allah yolunda mal ve can ile cihad etmek gerektiğinin beyan edilmiş olması bizlere laf ile peynir gemisinin yürümeyeceğini açık seçik göstermektedir. "Ehli sünnet akaidi" adı altında yapılan iman tarifinin "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" ile sınırlı kalmış olması ve amele yansımaması bu hatanın akideleştiğini göstermektedir. "Ehli sünnet akaidi" adı altında Mü'min olmak için bu kadarlık bir şeyin yeterli olması bizleri büyük bir tembelliğe iterek bu günkü durumumuzu hazırlamıştır.

Müslümanlar olarak ahvalimize baktığımızda , geleneksel inancımızda Kur'an bir çoğumuz tarafından belirleyici olmaktan çıkarılmış rivayetleri onaylayan bir Kitap haline getirilmiştir. Bu yanlışa karşı çıkmak adına ortaya çıkan bir takım düşüncelerde Kur'an indiği zaman ve mekan bilgisi dahilinden koparılarak okunmaya çalışılmış ve bu çalışma sonunda bu gün inen bir Kitap muamelesine tabi tutularak nuzül öncesi bir takım bilgiler yok sayılmış ve kişiye özel çıkarımların yapılabildiği bir Kitap haline getirilmiştir. 

İşin daha vahim yönü , bir hayat rehberi olan Kur'anın bu özelliği artık unutulmuş ve entellektüel bir muhabbet malzemesi haline getirilmiştir. Sadece Allah (c.c) nin Rab ve İlahlığına dayalı bir sistemi öneren Kitap , başka rab ve İlahları onaylayan bir noter haline, "Şirk" e savaş açan bir Kitap , maalesef "Tevhid" e savaş açan bir Kitap haline getirilmiştir. 

Dün Tevrat'ı gereği gibi yüklenmeyerek "Kitap taşıyan eşek" mesabesine düşen İsrailoğullarına karşılık , bu gün Müslümanlar Kur'anı gereği gibi yüklenmeyerek "Kitap taşıyan eşek" mesabesine düşmüştür.

Sonuç olarak ; Konumuz olan Cuma s. 5. ve 8. Ayetleri arasının bize dönük mesajı nedir ? sorusunun cevabını şu şekilde vermek mümkündür. Allah (c.c) Elçileri ve Kitapları , yaratmış olduğu kullarının yaşadıkları hayat içinde sadece onu Rab ve ilah olarak tanıyan bir hayat sürmeleri amacı ile göndermiştir. Bu kitaplar zaman içinde işlevsizleştirilerek sadece adı var kendi yok mesabesine indirgenmiş ve sadece duvar süsü olarak evlerde yerini almıştır. Her gün milyonlarca kişi tarafından okunmasına , milyonlarca hafız olmasına rağmen Kur'an maalesef hayat içinde yerini bulan bir kitap olamamış , dolayısı ile onu yüklenenler bizler "Kitap taşıyan eşek" ler durumuna düşmüsüzdür. Bu durumdan kurtulmak , Kur'anın hayat için pratiği olan bir Kitap olduğunun önce bilincine varılması , sonra da bu bilincin pratize edilmesi için gerekli olan çabanın gösterilmesi ile mümkündür. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

12 Mayıs 2015 Salı

Kur'an Kavramlarını Kapitalist Sistem içinde Eritme Çalışmaları: Riba örneği

Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz en sıkıntılı durumlardan birisi , yaşadığımız topraklarda geçerli olan ekonomik sisteme ayak uydurarak kapitalizm'in çarkları arasında ezilmiş olmamızdır. Faiz bu sistemin bel kemiğini oluşturmakta olup , neredeyse hiç kimse bu tür işlemlerden kendisini dışarda bırakamamaktadır. 

İşin en sıkıntılı tarafı, içinde bulunduğumuz bu ekonomik sistem içinde Kur'anın yasakladığı ve "Riba" olarak kavramlaşan,  bu gün "Faiz" olarak gündemimizde bulunan işlemin yumuşatılma veya delme çabaları olarak ifade edebileceğimiz düşüncelerin içine girilmiş olunmasıdır. 

Kur'anda yasak edilen Riba ile şimdiki Faiz tanımının aynı olmadığı , yasaklanan Ribanın kat kat olan Riba olduğu , haram olan kısmın faiz almak olduğu vermenin haram olmadığı , mecbur kalma durumunda nasıl domuz veya şarap helal oluyorsa faiz almanın da böyle bir helallik dairesine girdiği gibi düşüncelerin dile getirildiğini görmekteyiz. Yazımızda önce Kur'anda geçen "Riba" kelimesinin anlamı ve geçtiği Ayetleri ele almaya çalışarak  bu konuda nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

"Erriba" kelimesi ; " Yüksek tepe" anlamına gelen "Rabvetün" kelimesinden türemiştir. Tepe nin kendi kendine arttığı yükseldiği için , ona bu ad verilmiştir. Buradan hareketle , "Arttı ve yükseldi" anlamında "Rabee" fiili kullanılmıştır. "Erriba" kelimesi , ana malın üzerinde artma , üzerine ekleme anlamında olup , İslam hukukunda ki kullanımı yalnızca , belirli bir şekilde olan artışa , eklemeye tahsis edilmiştir ( Elmüfredat). 

Bu kelimenin "Artma" , "Çoğalma" şeklinde sözlük anlamlarının geçtiği Ayetler  şunlardır.

[013.017] Gökten su indirir de dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan (Rabiyen)köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya yararlanmak için ateşle erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Böyle misal verir Allah hak ile batıl için. Köpük; uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle; Allah daha nice misaller verir.
[069.010]  Hep Rablerinin peygamberine karşı geldiler; o da onları gittikçe artan (Rabiyeten) bir tutuşla alıverdi.
[016.092]  İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok(Erba) olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette size beyan edecektir.
[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerini sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede (Rabvetin)bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görür.
[023.050]  Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepeye (Rabvetin) yerleştirdik.
[022.005]  Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmekten bir şüphede iseniz (düşününüz ki) Biz sizi topraktan, sonra safi bir sudan, sonra kırmızı bir kan parçasından, sonra da tam yaratılmış veya tam yaratılmamış bir et parçasından yarattık, size açıkça anlatalım (diye) ve dilediğimizi rahimlerde muayyen bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra da kemale eresiniz (diye yaşatıyoruz) ve sizden kimi vefat ettiriliyor, ve sizden kimi de ihtiyarlık çağına itiliverilir, tâ ki, bilgiden sonra birşey bilmez olsun. Ve yeryüzünü kurumuş bir halde görürsün. Vaktâ ki, onun üzerine suyu indiriveririz, harekete gelir ve kabarır (Rabet)ve her güzel çiftten otları bitirir.
[041.039]  Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması (Rabet), Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye kadir'dir.

Kelimenin sözlük anlamında kullanılan Ayet meallerini gördükten sonra , ıstılahi anlamda kullanıldığı Ayetleri görelim.

[030.039]  İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir riba Allah katında artmaz; fakat, Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka  böyle değildir. İşte onlar sevablarını kat kat artıranlardır.
 [003.130-131] Ey İnananlar! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa erişesiniz.İnkar edenler için hazırlanmış ateşten sakının.
[002.275]  Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, «Zaten alışveriş de riba gibidir» demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, ribayı haram kıldı. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de riba dan geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim ribaya dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[002.276]  Allah ribayı eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkarı sevmez.
[002.278] Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve eğer inanmışsanız, ribadan artakalanı bırakın.
[004.161]  ve nehyedildikleri halde riba almaları ve halkın malını haksızlıkla yemeleri sebebleriledir ki evvelce onlara halâl kılınmış bir çok pâk ve hoş ni'metleri kendilerine haram ettik ve kâfir kalanlarına elîm bir azab hazırladık

Ayetlere baktığımız zaman , yasaklanan riba'nın ne olduğu bilinmekte ve insanlar arasında yapılmakta olan bir işlemdir. Riba yani bu gün faiz olarak bildiğimiz işlemin , insanlar arasında malların "Hak" olarak yenildiği işlem olan "Ticaret" in dışında bir işlem olduğu ve bunun "Haram" kılındığı beyan edilmektedir. 

Kur'ana baktığımız zaman zaruret halinde bu faizli işlemin yapılabileceği gibi bir ruhsat görmemekle birlikte , bu gün içinde bulunduğumuz sistemin faize dayalı olmuş olması bizleri bu konuda kapı aralamaya veya yaptığımız faizli işlemlerin haram olmadığına inanmamızı sağlayacak teorilerin üretilmesi gerektiğine dair düşünceler içine girmemizin şart olduğu zannına kaptırmaktadır. 

"Faiz" veya Kur'an tabiri ile "Riba" kısaca, "alınan bir borç veya yapılan bir alışverişte bir tarafın lehine önceden şart koşulan ve karşılığı olmayan fazlalık" olarak tanımlanabilir. Meselemiz bu gün içinde yaşadığımız şartlarda bu tür işlemlerde yapılanın bu tanıma girip girmediğidir. 

Kur'anın tanımladığı faiz ile bu günkü faizin aynı şey olmadığı , Kur'anda tanımlanan ve haram olan faizin "Kat kat" şeklinde olan ve tefeci faizi olarak bildiğimiz işlem olduğu bu gün bankaların tüketicilerden aldıkları faizlerin bu tanıma dahil olmadığı ,olmaması gerektiği gibi sözleri özellikle düşüncelerini Kur'an nisbet eden insanlardan duymaktayız. 

 İşin daha ilginç düşüncesi , Kur'anda haram kılınan faizin "Almak" şeklinde gerçekleşen işlem olduğu , "Vermek" şeklinde gerçekleşen işlemin haram olmadığı gibi sözlere bile rastlamaktayız. Kısa ve net bir şey söylemek gerekirse faiz alıp vermek aynen zina gibi iki kişinin arasında olan ve her iki kişiyi de haram işlemiş hükmüne sokan bir fiil gibidir. Kadın veya erkekten birisinin zinaya mecbur kalmış olması yapılan zinayı asla meşru göstermez.

Zina eden kadın veya erkekten herhangi birini yaptığı zinadan ötürü mazur görecek hiç bir bahane olamaz. Faiz konusu da aynı bu şekilde olup , faizi alanın haram işlediği , verenin haram işlemediği gibi bir düşüncenin Kur'anın bu konudaki takip ettiği tedricilik metodunu okumamaktan ileri gelen veya yaptığı yanlışı doğru görmek şeklinde bir düşüncenin eseridir.
Bakara s. içinde geçen Ayetler bu konudaki nihai Ayetler olup , sadece Ali imran s. içinde geçen Ayetlere bakıp, "haram olan kat kat yemektir , oranı düşük olan faiz haram değildir" demek yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir. Kur'an, faizli olan en ufak bir işleme dahi cevaz vermemekte olup bu gün bu konuda aranmaya çalışılan faize cevaz bulma çalışmalarına Kur'an içinden delil bulmanın imkanı yoktur.



Günümüz şartları için bu haramlılığı değerlendirmeye kalktığımız zaman , kişinin darda kalması gibi bir durum ile karşı karşıya geldiği zaman ne yapabileceği sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle Türkiye geneline baktığımız zaman , faiz oranlarının düşük seyretmesi , bankaların kişileri faizli borç almaya özendirmesi , kişisel ihtiyaçların suni bir şekilde kabarmasına sebeb olmuştur. 

Bankaların işi azıtarak dini bayramları bile kullanarak "Geleneksel bayram kredileri" adı altında kişileri borca sokarak tatil yapmalarını teşvik etmeleri , veya arabalarının modelinin yükseltmeleri için düşük faizli krediler vermeleri bizleri öyle bir hale getirmiştir ki bu tür kredi almayanlar neredeyse aptal durumuna düşmüş gibi bir hava oluşturulmaktadır. 

İşin daha korkunç boyutları kredi kartları ile ilgilidir , Türkiye geneline baktığımızda "Kredi kartı mağdurları" adı altında bir insan topluluğu oluşmuştur. Bu mağdurlara!!! sanki bankalar silah zoru ile kredi kartı vermiş , ve yine silah zoru ile aşırı borçlandırmış , ve yine borcunu ödemek istedikleri fakat banka onlardan faiz almak için bu borcu kabul etmemiş gibi bir mağdurluk edebiyatı içine girilmiştir. 

Halbuki kredi kartı için bankaya müracaat eden kişi mağdurun !!! kendisi , kredi kartını bedava para gibi kullanan mağdurun !!! kendisi , suni ihtiyaçlar türeterek "illaki bunu almak zorundayım" diyen mağdurun !! kendisi , borcun zamanı geldiğinde ödeyecek parası olmadığı için bankaya kart borcunu ödemeyemeyen yine mağdurun !! kendisidir. 

Kısacası "Kredi kartı mağdurları" şeklinde ortaya çıkan ordunun neferleri mecbur kalmaktan çok , mecbur kaldığını sanan kişilerden oluşan bir ordudur. Dünyanın hiç bir yerinde , Dünyanın hiç bir kanunu ve Evrensel yasalar , ödemeye gücü olmadığını bile bile borç alan birisini hoş görmez. 

Yusuf (a.s) kıssasına baktığımız zaman , Mısırın kıtlık ekonomisini yönetme şekli , bollukta darlık zamanı için birikim yapmak gibi bir esasa daynamış olması evrensel bir iktisadi yasadır. Yusuf (a.s) şayet Mısırın iktisadını bu yasalar gereği gibi yönetmemiş olsaydı ülkenin açlıktan kırılması yine yasaların bir gereğiydi. Bu yönetim şekli kişisel ihtiyaçların savruk bir biçimde kullanılmamasından tutun devletlerin harcamalarına kadar geçerlidir. 

 [017.026-7]  Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
 [017.029]  Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.
[025.067]  Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

Bu gün içinde bulunduğumuz kapitalist sistem sadece tüketim odaklı olması nedeniyle insanları sadece tüketmeye teşvik etmekte bunu her türlü yayı organını devreye sokarak yapmakta , reklamı yapılan ürünü alamamayı eziklik gibi göstererek bu ezikliği yaşamamak için bilmem kaç taksitle o ürünü kişilere satmaktadır. Bu tür aldatmalarla gelirinden fazla borçlanan kişi borç yükü altına girmekte ve bunu ödemek için faize düşmektedir. 

Bu tür sıkıntılar maalesef Müslümanlar içinde geçerlidir , zorunlu ihtiyaç olduğunu düşünerek faizli kredi almak zorunda kaldığını hisseden Müslümanlardan bir kısmı , faizin haramlılık boyutunu bir şekilde kırmanın yolunu aramaya çalışmaktadırlar. İçkinin veya Domuz etinin, darda kalınması durumunda helal olduğundan yola çıkarak, yani bir nevi kıyas yaparak kendisini bu haramlıktan kurtarma yoluna gitmektedirler. 

İçki veya Domuz etinin yenilme ruhsatı ölüm ile karşıya karşıya gelindiği ve başka bir çare olmadığı an helal olup, bu şekil bir ruhsatı faizli bir işlem için kullanmanın asla imkanı olmadığını düşünmekteyiz. Faizli kredi alan bir kimse , kredi almak zorunda kalmasını başka bir çaresi olmadığı için değil, faizlerin düşük olması nedeniyle almaktadır , aksi takdirde ölüm ile burun buruna gelme durumuna düşmesi gibi bir zorunluluktan dolayı faizli kredi alan bir kişi olduğunu düşünmek zordur. 

Kapitalist sisteme entegre olmuş Müslümanların içinde oldukları bu durum maalesef içler acısıdır. Bir çok Müslüman gelirinden fazla yaptığı harcamalardan dolayı faiz batağına düşmüş ve bazıları bu batağa düşmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık dahi duymamaktadır. 

Gerçekten darda kalan birisine yardım etmeyi teşvik eden Ayetler maalesef işlevini yitirmiş durumda olup faizli kredi almaktan başka bir çaresi kalmayan Müslümanların o kişiye yardım etme zorunlulukları olduğu unutlmuş ve bankaların kucağına itilmiştir. 

Sonuç olarak ; "Müslümanlar olarak yaşadığımız sistem içinde nasıl hareket etmeliyiz ?" sorusu , yukarıda yazılanlardan sonra cevaplanması gereken bir sorudur. 

1- Faizli işlemlerin hiç bir şekilde , nasıl bir  durumda olursak olalım helal dairesi içinde değerlendirilmemesi faizli yapılan her türlü işlemin "Haram" olduğunu bilinmesi. 
 2- Evrensel iktisadi yasalar gereği , gelirinden fazla harcayan kişi ,aile , toplum , devletlerin batmaya mahkum olduğunun asla hatırdan çıkarılmaması , gelirimiz ne kadarsa asla onun üzerinde bir harcamaya gidilmemesi.

3- İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız olduğunu asla unutmadan bizlere suni ihtiyaçlar sunmalarına kanmamalıyız. 

 4- Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin yanlışlıklarını , Kur'andan delil aramaya kalkarak düzgün göstermeye çalışmamalıyız , şayet faizli bir işlem yapmak durumundaysak bunun yanlış olduğunu en azından bilerek yapmalıyız , doğru olduğunu düşünerek yapılan faizli işlemler kişilerin itikadı derinden yaralayacaktır. 
 5- Bizleri faizli işlem yapmaya zorlayacak harcamalardan ve tüketim alışkanlıklarından mümkün olduğunca geri durmalıyız.
6- Riba veya Faiz kelimeleri üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunmaya çalışmak Kur'ana teslim olmanın değil , Kur'anı teslim almaya yönelik çalışmaları olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
7- Dara düşen bir kişiye karşılığına sadece Allah (c.c) den bekleyerek yardım etmek.

                          EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Kur'an Kıssalarının Sünnetullah İle Olan İlişkisi

Kıssalar, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip olup  bu anlatımlar ile bizler , bizden öncekilerin yaşanmışlıklarından kesitleri okuyarak , Sünnetullah'ın nasıl tecelli ettiğini görmekteyiz. Kur'an kıssaları, klasik tefsirlerde sadece yaşanmışlık içine hapsedilerek israiliyyat dolu masallar olarak okunurken,  modernist okumalarda yaşanmışlık içinde anlatılan bazı sıra dışı olaylar red edilerek, yapılan anlatımların mecaz türünden anlatımlar olduğu düşüncesi öne çıkarılarak okunmaktadır.

Kıssaları modernist okumaya tabi tutanların öne çıkan söylemlerinde , Kur'anın bir çok yerinde "Allahın sünnetinde değişme olmadığı" şeklinde beyan edilen Ayetler delil gösterilerek , bazı sıradışı olayların gerçekleşmesinin mümkün olmadığı iddia edilmektedir. "Musa (a.s) kıssası içinde okuduğumuz , Asanın yılan olması , Denizin yarılması , İbrahim (a.s) kıssası içinde okuduğumuz, ateşin onu yakmaması şeklindeki anlatımlar ile nasıl bir mesaj verilmek istenmiştir?" sorusunun sorularak cevabının aranması şeklinde yapılacak bir okuma yönteminin daha doğru sonuçlar doğuracağını düşünmekteyiz. 

Klasik okuma ile modernist okumanın birleştiği ve hatalı bir okuma olduğunu düşündüğümüz nokta şudur; Her iki okuma şekli kıssaları sadece yaşanmışlığı içinde hapsederek okuyup, mesaj içerikli olması noktasında herhangi bir düşünce üretmeye çalışmaktan uzak bir anlayış içine girerek kıssaları okumaya çalışmaktadırlar. 

Halbuki kıssalarda öne çıkan ortak nokta , Elçilerin ve onlara inananların Tevhid mücadeleleri ve bu mücadele içinde inananlara yardım eden Allah (c.c) nin , inanmayanları helak etmesi şeklinde gerçekleşmesinin, sadece Elçilerin yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olmadığı , kıyamete kadar yaşanacak bir durum olması gerektiği düşünülecek olursa bu yardım ve helak sünnetinin her zaman işlemesi gerekmektedir. Kıssalardaki sıra dışı bir takım olaylara bu perspektiften baktığımız zaman ,yapılan anlatımın mecazi olduğu düşüncesi , onun gerçekleşmediği iddiası anlamına gelir ki , bu da Allah (c.c) nin hayata müdahelesinin söz konusu olmadığı düşüncesine götürür ve bu düşünce itikadi açıdan kişide problemlere yol açar.  
[055.029]  Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.

"Sünnetullah" terimini kısaca , "Allahın yarattıkları üzerindeki geçerli olan evrensel yasaları" biçiminde özetleyebiliriz. Bu terimi , tarih boyunca gelen Elçilerin mücadeleleri çerçevesinde okumaya çalıştığımız zaman , yasaların inananlar ve inanmayanlar üzerinde işleyişi olarak söyleyebiliriz. 

 [016.002]  Kullarından dilediğine, kendi emrini vahyile melekleri indiriyor ve: «Şu gerçeği bildirin ki, Benden başka ilah yoktur, o halde Benden korkun!» buyuruyor.

Allah (c.c) tarih boyunca Elçiler göndererek , sadece kendisinin İlah ve Rab olarak kabul edilmesi ve bu yönde bir hayat sürülmesini emretmiştir. Ancak bir çok kişi bu emri kabul etmeyerek Elçilere karşı çıkmış ve neticede helak edilmiştir. Bu helak ediliş Sünnetullah'ın tecellisi olup sadece geçmiştekiler için geçerli bir durum değildir. Elçilerin ve onunla birlikte olanların yaptıkları mücadelenin aynısını bu gün bizler yaptığımız takdirde , aynı kurallar bizler içinde geçerli olacak , bizler arz'a varis olacak , onlarda helak olacaklardır. 

[021.105]  Andolsun, biz Zikir'den sonra Zebur'da da: «Hiç şüphesiz Arz'a salih kullarım varis olacaktır» diye yazdık.
 
[040.082-85]  Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.Peygamberleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman, onlar, yanlarında olan ilimden dolayı sevinip-böbürlendiler de, kendisini alay konusu edindikleri şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi.Şiddetli azabımızı gördüklerinde: «Yalnız Allah'a inandık; O'na koştuğumuz eşleri inkar ettik» dediler.Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.

Allah (c.c) nin kafirleri helak etme yasasına paralel olarak , iman edenlere yardım yasası vardır. Kafirlerin helak edilmesi ile meydana gelen olayın diğer yüzü , Mü'minlere yardım edilmiş olmasıdır.

 
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.
[012.110]  Öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemeyecektir.
[014.015] Peygamberler, Allah'dan zafer dilediler, bunun üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana uğradılar.
[010.103]  Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü'minleri kurtarmamız da bizim üzerimizde bir haktır.

Yukarıdaki Ayet meallerinde gördüğümüz yardım vaadi de Sünnetullah olup , sadece belirli zaman ve mekan ile sınırlı bir yardım sözü değildir. Maaleseftir ki bu konudaki Ayetleri sadece adı geçen Elçiler ve kavimleri ile sınırlı bir zaman mekan içinde geçerli olduğu zannı ile okunduğu için bu yasaların kıyamete kadar geçerli olduğu akla bile gelmemektedir.

Kıssalarda anlatılan sıradışı olay olarak görülen , Asanın yılan olması , Denizin yarılması ve Ateşin yakmamasını Sünnetullah'ın değişmesi olarak değil aksine Sünnetullah'ın değişmeMEsi olarak anlamak gerekmektedir. Allah (c.c) bu hadiseleri belli bir sebeb sonuç zincirine bağlamıştır ki , bu gün geçmiştekilerin yaşadığı olayların tekerrürü halinde yani Elçiler ve beraberinde olan Mü'minlerin kendilerine çizilen mücadele yolunda tavizsiz olarak yürüdükleri müddetçe bu olayların tekrarlanmayacağını kimse iddia edemez. Bu olaylar bu gün tekrarlanmıyor ise , tekrarlanması gerektirecek çalışmayı ve gayreti bizlerin gösterememiş olmasındandır.

Denizin yarılması veya Ateşin yakmaması gibi olayların tekrarlanmasından kastımız şu dur ; Bu olayların meydana gelmesine sebeb olan olaylar zincirini Kur'an içinde okuduğumuz zaman meydana gelen olayın sebebi , Allah (c.c) nin inananlara karşı olan yardım vaadi ve inanmayanlara karşı olan helak vaadidir. Bu yardım ve helak bir hakediş neticesinde olup bu hakedişin bu günkü karşılığı illaki denizin yarılması şeklinde olması veya ateşin yakmaması gerektiği şeklinde olması iddiasında değiliz. Geçmişte yaşanan bu olaylar , Allah (c.c) nin kullarına yardım ve helak vaadinin bi sonucu olduğuna göre bu gün veya yarın , bu yardımı ve helakı hak edenlere karşı, insanlar tarafından imkansız olarak görülebilen bir takım olağan üstülüklerin yaşanması gayet normaldir.

Kıssalarda gördüğümüz sıra dışı olayları sadece yaşanmışlığı içinde değerlendirdiğimiz zaman bu olayların olmuşluğu üzerinde şüpheye düşmek kaçınılmazdır.Kıssalarda ki sıradışı olayları doğru anlamak için önerdiğimiz yol , öncelikle olmuşluğu kabul ederek, bu olmuşluk üzerinden bizlere nasıl bir mesaj verilmekte olduğu üzerinde tefekkür etmeye çalışmak olmalıdır.

Kur'an kıssalarında gördüğümüz bu 3 olayı mesaj içerikli okuduğumuz zaman şunları söylemek mümkündür; Musa (a.s) , Elçilikle görevlendirildiği zaman Firavun gibi güçlü ve zalim bir hükümdara yanlış yaptığını söylemek gibi zor bir vazifeye atanmıştır. Bu vazife de yardımcı olarak kardeşi Harun (a.s) yanına yardımcı olarak verilmiştir. Görevi aldığı zaman elinde sadece bir asası olduğu halde Firavunun karşısına çıkmıştır. Bu çıkıştan önce görevi aldığı Alemlerin Rabbi nin ona bir takım sözler verdiğini görmekteyiz. 

Bu gün Asa yine elimizdedir sadece bir farkla , Musa nın elindeki Asa ağaç parçasıydı , bizim elimizdeki Asa kağıt parçası yani Mushaf halindeki Kur'andır. Kur'an bize sihirbazların yapmış oldukları sihirlerin nasıl ortadan kaldırılarak Tevhidin hakim kılıncağını geçmiş Elçilerin kıssaları ile açık seçik anlatarak , bizlerinde aynı metodu takip ettiği takdirde elimizdeki Kitabın , Musanın elindeki Asa misali zalimlerin bütün yaptıklarını yutabileceğini söylemektedir.

[028.035]  (Allah) Dedi ki: «Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlendireceğiz; sizin ikinize de öyle bir 'güç ve yetki' vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz de, size uyanlar da galip olanlarsınız.»

Şuara s. 35. Ayetinde , Allah (c.c) onları destekleyeceğine dair bir söz vermiştir. Bu destek sözünün nasıl gerçekleşebileceğini ve sadece lafta kalmadığını , Musa (a.s) ın elindeki Asanın şeklini akıl almaz bir biçimde değiştirerek göstermiştir ki  Elçisinin, arkasında nasıl bir destek güce sahip olduğunu gözleri ile görsün ve mutmain olsun. Bu destek sadece Musa ya özel bir destek değildir , eğer bizler Musa misali Firavunların karşısında dimdik durarak , Rab ve İlah olarak sadece Allah (c.c) nin olduğunu korkmadan haykırdığımız müddetçe, Asa olarak bu gün bizlerin elinde bu Kitap adeta bir yılan misali bütün sihirleri ve ifkleri yutacaktır.

Musa (a.s) bu destek güce güvenerek , Firavun ile yıllar süren bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadele süreci Kur'anda uzun uzun yer alarak , bizlerin de çağdaş firavunlar ile nasıl bir mücadele yöntemi takip edileceği öğretilmiştir. Uzun yıllar mücadelede öne çıkan en önemli mesaj , Firavun ile hiç bir şekilde uzlaşıya gidilmemiş olmasıdır. Firavunun tüm baskılarına göğüs germeye çalışan Musa ve Harun (a.s) önderliğindeki İsrailoğulları , Sünnetullah yasalarına uydukları için artık yardımı hak etmişlerdir.

Denizin yarılma olayı , bazılarımız için olmamış bir olay gibi algılanmış olsa da bu yarılma Sünnetullah yasalarının değişmesini değil , aksine işlemesini yani yasanın değişmeMEsini göstermektedir .

Allah (c.c) Kur'anın pek çok yerinde Elçilerine ve inananlara yardım edeceğini vaad etmektedir, ancak bu vaad kuru kuruya bir vaad değildir.Kur'an içinde anlatılan bu tür sıradışılıklar bu vaadin gerçekleşmesini ve sadece ondan başkasının gücü yetmeyecek şeyleri inanan kulları için yapabileceğini göstermektedir , ancak bir şartla ; 

Bu şart, yardım talebinde bulunan kulların önce bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan , gücünün son haddine kadar çalışarak , "Artık bittik" diyecekleri bir zamana kadar çalışmaktır ki , Allah (c.c) "Sizin bittiğiniz yerde ben varım" diyerek kullarına yardım etsin, bunun yasası bu dur. Bakara s. 214. Ayeti bu durumu açıkça beyan etmektedir. 

 [002.214] Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

Şöyle bir geriye giderek kendimizi Musa (a.s) ın kavmi olan İsrailoğullarının bir ferdi olarak düşünelim. Musa (a.s) birlikte yıllarca Firavun zulmune karşı mücadele etmişiz ve Musa (a.s) ın emri ile Mısırı terketmek üzere yola çıkmışız , öyle bir yere gelmişiz ki önümüzde Deniz arkamızda Firavun ordusu ve Deniz ile ordu arasında kalmış bizler , yani önümüzde ve arkamızda her halukarda ölüm tehlikesi.

Kul olarak elimizden geleni şimdiye yaparak artık bundan sonra elimizden başka bir şeyin gelmediği anda, olmaz denilen şey oluyor ve Deniz ortadan ikiye ayrılarak bizim kurtuluş vesilemiz oluyor ve aynı deniz, Firavun ordusunun helak vesilesi oluyor. Deniz bir tarafı felaha erdirirken , bir başka tarafı helak ediyor.

Aynı şekilde İbrahim (a.s) ı düşünelim , yıllarca en küçük bir taviz vermeden zalim hükümdara ve kavmine karşı mücadele etmiş , ve düşmanlarına öyle korku vermiştir ki ,onu ibret verici bir ceza ile öldürmekten başka bir çare kalmadığına karar vermişlerdir. Bu kararlarını uygulama alanına koymak için , Allah tan başkasının söndürmeye güç yetiremeyeceği bir ateş ile onu yakmaya karar vermişlerdir. Bu ateşi gören İbrahim (a.s) o ana kadar ölümü göze alarak inandığı yoldan geri dönmemiş o ateşi görerek yine ölümü tercih ederek boyun eğmemiş ve Sünnetullahın işlemesine hak etmiştir. 

Ateş İbrahimin kurtuluş vesilesi olurken diğerlerinin helak vesilesi oluyor ve kavmi helak ediliyor , İbrahim (a.s) ın kavminin helak edildiği diğer Elçiler gibi kıssaları içinde anlatılmaz , Tevbe s. 70 ve Hacc s. 43.44 . Ayetlerine baktığımızda helak edilen kavimler içinde İbrahim (a.s) ın kavminin de bulunduğunu görürüz.

Sünnetullaha aykırı diyerek bangır bangır bağırdığımız ateşin İbrahim (a.s) ı yakmamış olmasını, İsrailiyyat haberleri eşliğinde okuyanlar için ateşin gül bahçesi olduğu rivayetleri tabiki masaldır ve yalandır. Ancak Sünnetullah'ın işleme yasalarını Kur'andan okuyanlar için o ateş içine atılan İbrahimi yakamayan bir ateştir. Ateşin İbrahime karşı serin ve selamet olması Sünnetullah'ın değişmesi değil , aksine Sünnetullah'ın değişmeMEsinin ta kendisidir.

İbrahim (a.s) ateşe atılma anına gelene kadar , var gücü ile şirke karşı mücadelesini sürdürmüş ve artık gücünün son haddine gelmiş ve ölüm ile burunadır , kul olarak yapabileceğinin son haddine kadar yapan kul İbrahime, sadece Rabbi yardım edebilirdi ve öyle oldu , ateş ona serin ve selamet oldu.

Görüldüğü üzere bu olaylar aslında , Sünnetullah'ın değiştiğini değil asla değişMEdiğini göstermektedir. Olmuş olayı değil , olmuş olay üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanıldığı zaman bu olayları daha doğru kavranılarak bize dönük mesajlar olarak okumak mümkündür. Peki Denizin yarılması veya Ateşin yakmaması şeklindeki olaylar bu gün veya yarın nasıl gerçekleşebilir?.

Bu olayların gerçekleşmesi için  öncelikle bizlerin, Elçi atalarımız ve onlarla birlikte olan Mü'minler gibi şirk ve tuğyana savaş açmamız gerekmektedir. Kur'an merkezli düşünceye sahip olmak demek , Kur'anda zikri geçen sıradışı olayların gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde saatlerce entel muhabbetler yapmak değil , zikri geçen Elçilerin ne amaçla gönderildiklerini okuyarak bizlerinde o yolu takip etmesi gerektiğini her zaman diri canlı tutmaktır.

Bizlere bu tür yardımların gelmesi için öncelikle bu yardımlara nail olan öncekilerin başlarına gelen zulüm , işkence , baskı , hakaret v.s gibi yollardan geçmemiz gerekir ki bu yoldan önceki geçenlerin başlarından geçenler bizimde başımızdan geçsin ve yukarıda mealini vermiş olduğumuz Bakara s. 214. Ayetinde beyan edildiği üzere , "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar dara düşelim ve elimizden gelenin son haddine kadar çalışmış olalım , yani Allah (c.c) nin öncekilere yaptığı yardımı nasıl hak ettilerse bizde onu hak edecek duruma gelelim. İşte o zaman gerektiğinde Denizler önümüzde yarılacak , gerektiğinde kimsenin söndüremez dediği ateşler bizlere serin ve selamet olacaktır.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Kur'anda yardım gördüğü beyan edilen bütün Elçi ve beraberindekilerin, bizden kul olarak hiç bir ayrıcalıkları yoktur. Sünnetullah'ın işleyiş kuralları onlar için nasılsa bizim içinde aynıdır asla değişmez. Bizler şayet bu gün Allah (c.c) nin yardımına mazhar olamıyorsak bunun suçunu Allah (c.c) de değil kendimizde aramamız gerekmektedir. 

Kur'an kıssalarını eskilerin masalları tadında okuyan geleneksel tefsirciler , yazdıkları tefsirlerde bu konuları hiç gündeme getirmedikleri için , yazdığı tefsir için hacmi ufak olmuş demesinler diye nerde rivayet , nerde israiliyyat varsa doldurarak , " Vay be adam bilmem kaç ciltlik tefsir yazmış helal olsun be" dedirtmeyi başarmışlardır.

Buna karşılık , modernist düşünceye sahip olan bir takım kişiler , aynı yanlışa düşerek "Kıssa içinde dönüp dolaşma" metodu ile bunları okumuşlar , bağlamsız ve ön kabullu okumaların örneklerini sergileyerek "Olmaz böyle şey" deyip işin içinden sıyrılmışlardır. Bu anlayışların kişiyi itikadi yönden sıkıntıya düşürdüğünü daha önce belirtmiştik şöyle ki;

Allah (c.c) nin bir çok Ayette vaadi olan , inanan kullarına Dünya hayatında yardım sözünün gerçekleştiğini beyan eden Ayetlerdeki bir takım sıradışı olayların vaki olmadığını iddia etmek , bu yardım sözünün gerçekleşmediğini iddia etmek anlamına gelir. Akla aykırı olduğu gerekçesi ile vakiliği red edilen bu olaylar neticede , Allah (c.c) nin "Ben sözümü yerine getirdim" ifadesini red ederek "Sen böyle bir şey yapmazsın yapamazsın" demeye getirmektir. 

Burada bir öz eleştiri yapmak istiyoruz; Kur'anı okuyan herkes bizde dahil, okuduklarımızdan  anladıklarımızı yazıya veya dile dökerek ifade ediyoruz. Söylediklerimizin doğru olduğuna dair olan sözlerimiz kendi okuduklarımızdan yaptığımız çıkarımlardır. Bizim yanlış olarak ifade ettiğimiz karşı düşüncelerin yanlışlığı , bizdede yanlış olma ihtimalini gözden ırak tutmamamızı gerektirir. Ancak yanlış olarak ifade ettiğimiz, kıssalardaki sıradışı olayların vaki olmadığı iddiasını dile getirenlerin delil olarak ortaya sürdükleri argümanların, neredeyse Kur'anı tahrife varan cüretkar düşünceleri gördüğümüzde , bu konuda o düşünce sahiplerini düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri gerektiği düşüncesi bizde daha ağır basmaktadır. "Tebyinül Kur'an" adlı eserdeki kıssalar ile ilgili yorumları ele aldığımız yazılara göz atılacak olursa, tahrif iddialarımızın havada kalmadığı görülecektir. 

Sonuç olarak ; "Allahın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın" mealindeki Ayetleri kalkan edinerek , Kur'an kıssalarındaki sıradışı olayların vaki olmadığı iddia etmek , Sünnetullahı anlamaMAktan kaynaklanan bir düşüncedir. Sünnetullah asla değişmez geçmiş Elçilerin ve onların kavimlerinin başlarına gelenler veya o Elçilerde vaki olan sıradışı olaylar Sünnetullahın değişiklik arz ettiğini değil asla böyle bir değişimin sözkonusu olmadığını göstermektedir. Bu gün bu olaylar yeniden cereyan etmiyorsa etmesini gerektirecek aksiyonu biz iman ettiğini iddia edenlerin göstereMEmiş olmasındandır. Bizler Allah tan başka kimsenin söndüremeyeceği ateşlere atılmayı göze aldıkta ateş mi bize serin ve selamet olmadı , veya canımızı dişimize taktık yıllarca şirk ve tuğyana savaş açtık ta "Artık bittik" dediğimiz yerde Allah (c.c) yetişmedimi?. Sünnetullah değişmemesi bizim öncelikle o değişmemeyi hak edecek davranışlar içinde olmamıza bağlıdır.

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.