YOKSA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YOKSA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2024 Salı

İsra s. 1. Ayeti Mekke'den Kudüs'e Bir Yolculuğu mu Yoksa Mekke'den Medine'ye Yapılan Hicreti Anlatmaktadır?

Yazımıza verdiğimiz başlığın, çoğu kimsede merak ve kuşku uyandıracağını en baştan tahmin etmekteyiz. Çünkü İsra s. 1. ayeti denildiği zaman, bir çok kimsenin aklına ilk gelen şey, miraca dair en ufak bir delil bulunmamasına, hatta başka ayetlerde (isras.93) miraç isteğinin müşriklerden gelen bir istek  olduğunun beyan edilmiş olmasına rağmen,  Muhammed (a.s.) ın bir gece Mekke'den Kudüs'e, oradan da semaya yükselmesinin adına kandiller düzenlenmiş miracın anlatıldığı ayet akla gelmektedir. Biz bu yazımızda, miraç konusu ile ilgili herhangi bir bahiste bulunmayacağız. Bu yalan ve iftira hakkında daha önce bir kaç yazımız bulunmakta olup, blogumuzda bunlar mevcuttur dileyenler oradan okuyabilir.

İsra s. 1. ayeti ile ilgili olarak tefsir, hadis veya yakın zamanda yazılan eserlerde bulunan bilgileri kısaca sıralayacak olursak, 1- Mekke'den Kudüs oradan semaya yani miraca çıkış, 2- Mekke'den Kudüs'e gidiş, 3- Mekke'den Cirane vadisindeki mescide gidiş, 4- Mekke'den semada bulunduğu iddia edilen Beyt-i Mamur'a çıkış olarak sayabiliriz.

Biz, bu bilgilerin hiç birisine katılmadığımızı, İsra s. 1. ayetinin Mekke'den Medine'ye yapılan hicret ile olduğunu düşündüğümüzü en baştan söyleyerek, yazımızda bu iddiamızı dayandırdığımız temeli sizlerle paylaşmaya çalışacağız. 

Miraç yalanlarına inanmayan, Kur'an merkezli düşünenlerin çoğunluğu bile, bu ayetin Mekke'den Kudüs'e yapılan mucizevi bir yolculuğu anlattığı konusunda hemfikirdir.

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ

Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.

Bu ayette öncelikle "İsra" kelimesinin anlamını ve bu ayetin geçtiği ayetleri anlamak gerekmektedir.

İsra kelimesi sözlükte, "Gece yapılan yürüyüş" anlamına gelmektedir. Bu yürüyüşü ifade eden kelimenin geçtiği ayet mealleri şöyledir;

---Hud s. 81- (Elçiler) dediler ki: "Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana ilişemeyecekler. Gecenin bir vaktinde ailenle birlikte yürü ve sizden kimse geriye dönüp bakmasın. Ancak hanımın hariç. Onların başına gelen onun başına da gelecektir. Onlara vaadedilen (azabın) gelme vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"

---Hicr s. 65 - Hemen gecenin bir kısmında ehlini yürüt ve sen arkalarından git ve içinizden hiç bir kimse ardına bakmasın, emrolunduğunuz yere geçin gidin.

---Taha s. 77-Andolsun ki biz Musa'ya, kullarımla geceleyin yola çık, onlara denizde kuru bir yol aç, düşmanların yetişmelerinden ve denizde boğulmaktan da korkma diye vahyetmiştik.

---Şuara s. 52- Musa'ya: "Kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takib edileceksiniz" diye vahyettik.

---Duhan s. 23- "O halde kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takib edileceksiniz.

İsra s. 1. ayetinde Allah (c.c.), kulunu bir gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüğünü beyan etmektedir.  Yani olayın göğe doğru dikey bir çıkışı anlatmadığı ayan beyan ortadadır. Ayet içinde geçen "Kulunu" ifadesi ile kast edilen kulun Muhammed (a.s.) değil, Musa (a.s) olduğu yönünde iddiaların serdedildiği malumdur. Fakat biz bu iddiaya kesinlikle katılmıyoruz, bunun nedeni ise yazımızın ilerleyen bölümlerinde zaten anlaşılacaktır.

Bu iddiada bulunanların delilleri 2. ayetin başında bulunan "Vav" edatının bağlaç görevi gördüğü, dolayısı ile bu edatın, bir önceki ayet ile ilgili bulunduğu, 1. ayette bulunan "biabdihi" ifadesi ile kast edilen kişinin Musa (a.s.) olduğudur. Ancak bu edatın sadece bağlaç görevi olduğunu iddia edenler yanılgı içindedirler. Bu edatın işlevlerinden birisi de cümle başı olduğunu hatırlatması, yani kendinden önceki cümle ile bir alakası olmadığını bildirmesidir.

Ayet içinde geçen "Mescidi Haram" ifadesinin, Kabe'yi de içine alan bir bölgenin adı olduğu üzerinde herkesin ittifak ettiği malumdur. Konu "Mescidi Aksa" ile nerenin kast edildiği yönündedir. Biz burası ile ilgili farklı görüşler olduğunu yukarıda kısaca söylemiştik. Yazımızın amacı farklı görüşleri eleştirmek olmadığı için, biz kendi iddiamızı temellendirmeye çalışmaya devam edelim.

Mescidi Aksa'nın neresi olduğunu veya bu ifade ile kast edilenenin ne olduğunu anlayabilmek için, İsra suresinin devam eden ayetlerine dikkat edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Çünkü Mescidi aksa denildiği zaman hemen hemen herkesin aklına bugün Kudüs'te o isim ile bilinen yer akla gelmektedir. Ancak bu ayetin nazil olduğu zamanda Kudüs'te bulunan kutsal mabedin, bilinen böyle bir ismi kesinlikle yoktu.

Kudüs'te Yahudilerin kutsal kabul ettikleri bir mabed bulunuyor ve bunun ismi "Süleyman Mabedi" olarak biliniyordu. Bu nokta hatırdan çıkarılmamalıdır. Kudus'e Müslümanlar tarafından yapılan mescidin Ömer'in orayı fethetmesinden sonra yapıldığı tarihen sabittir. 

İsra suresinin ilerleyen ayetlerinin mealleri şu şekildedir:

2. Biz Mûsâ'ya kitap verdik ve onu, İsrailoğullarına "Benden başkasını Rab edinmeyin, benden başkasının himayesine girmeyin" diye, doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.

3. Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli!Yalnız Bana güvenip, dayanın, Bana şükredin! Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul idi.

4. Biz İsrailoğullarına kitapta şu hükmü de bildirdik: "Siz ülkede iki kere bozgunculuk yapacak ve açık zorbalıklar edeceksiniz"

5. Onlardan birincisinin vâdesi gelince, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin üzerinize musallat ettik de onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek her tarafı didik didik edip araştırdılar. Bu, yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.

6. Sonra o istilacılara karşı size galibiyet ve zafer verdik, servet ve oğullarla kuvvetlendirdik, sayınızı daha da çoğalttık.

7. İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, onu da kendi aleyhinize işlemiş olursunuz. Derken sonraki taşkınlığınızın vâdesi gelince, kederinizden suratlarınız asılsın, daha önce girdikleri gibi yine Mescide girsinler ve istila ettikleri yeri mahvedip dursunlar diye başınıza yine düşmanlarınızı musallat ederiz.

8. Olur ki tövbe edersiniz de Rabbiniz size merhamet eder. Eğer tekrar bozgunculuğa dönerseniz, Biz de size ceza vermeye döneriz. Zaten cehennemi kâfirlere zindan kılmışız.

 İsra s. 1. ayetinden sonra, 2. ayette Musa (a.s) a geçilmesi ve devamında İsrailoğullarına hitap edilmesi, bu ayetlerin büyük ihtimalle Mekke'de inen son ayetler olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Mekke'li müşriklerin baskıları sonunda artık bu bölgeyi terk etmenin şart olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumu aynı surenin ortalarındaki (76. ayet) ayetlerden anlamak mümkündür. 

Allah (c.c) elçisine, artık bu şehri terk etmesi gerektiğini, kitap ve elçi ile muhatap olmuş olan bir topluluğun ikamet ettiği başka bir şehre hicret etmesi gerektiğini bildirmektedir. Bu şehir MEDİNE'den başka bir şehir değildir. Surenin ilerleyen ayetleri elçiye hicret edeceği şehirde karşılaşacağı toplum hakkında hem ön bilgi vermekte, hem de o şehirdeki İsrailoğulları topluluğuna, gelecek olan elçiye karşı yanlış yaptıklarında onlara geçmişi hatırlatmaktadır.

Muhammed (a.s.) Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın önemli bir bölümünün İsrailoğulları'ndan  oluştuğu malumdur.  Bu durumu Medine'de inen ayetlerin çoğunun İsrailoğulları ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerden bahsetmesinden anlayabiliriz. Allah (c.c), bu toplumun da kitap ve elçi ile muhatap kılınmış olmalarından ötürü, Mekke'den gelen Muhammed (a.s.) ile aralarında ortak bir payda olduğunu onlara hatırlatmakta, Musa (a.s) ile devam eden kitap ve elçi silsilesinin bir ferdinin de, Kur'an ve Muhammed (a.s) olduğunu, gelen her kitabın mesajının aynı olduğunu, "dolayısıyla İsrailoğulları'nın da bu elçi ve kitaba inanmaları gerektiğini beyan etmektedir. 

"Nuh ile birlikte taşıdığımız kimselerin nesli" denilerek, o topraklarda yaşayan, fakat farklı topluluklara mensup olan insanların kökünün, Nuh (a.s.) a dayandığı hatırlatılarak, aralarındaki nesep bağına dikkat çekilmekte, aralarındaki ortak payda daha da genişletilerek, yakınlaşmanın sağlanması amaçlanmaktadır. (2. ve 3. ayetler)

Ancak, İsrailoğulları'nın bu yakınlaşmayı ret etmesi neticesinde başlarına neler gelebileceği ise, geçmişte yaptıkları yanlışlar ve bu yanlışlarınının onların başlarına nasıl feleketler getirdiği hatırlatılarak, ayaklarını denk almaları gerektiği, bildirilmektedir. (4.5.6.7.8. ayetler)

Konuyu Muhammed (a.s.) açısından değerlendirdiğimizde ise karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır; Mekke'de kendisine düşmanlık eden, inanmalarından artık ümidini kesmiş müşrik bir toplumu terk ederek elçi ve kitaba inandıklarını söyleyen yeni bir topluluk ile tanışmıştır. Allah (c.c), 4. ve 8. ayetler arasında hem İsrailoğullarına mesaj vermekte, hem de Muhammed (a.s) ın Medine'de muhatap olduğu toplumun nasıl bir karaktere sahip olduğunu haber vererek ona göre hazırlık yapması sağlamaktadır.

7. ayette dikkatimizi çekmesi gereken bir kelime "Mescid" kelimesidir. Bu kelime  İsrailoğullarının ibadet mekanı anlamında kullanılmaktadır. Bu kelimenin Kur'an'da sadece Müslümanların ibadet mekanı anlamında kullanılmadığının, burada önemli bir husustur. İbadet mekanları tarih boyunca insanlar tarafından kutsal olarak kabul edilmiştir. Her toplumun kendi aidiyetini ifade ettiği, onun etrafında toplandığı ve birlikteliğini sağladığı bir kutsal mekanı mutlaka bulunmaktadır. 

Nuzül dönemi çerçevesinde düşündüğümüzde Arap toplumu için Kabe, bu işlevi taşıyan bir fonksiyona sahipti. Mescidi Haram,  Kabe ve Mekke'nin içinde bulunduğu bölgenin adıdır. Kudüs ise İsrailoğulları için kutsal bir bölge olup, orada da onlar için kutsal sayılan ve adına "Süleyman Mabedi" dedikleri, İsra suresi 7. ayetinde ismi "Mescid" olarak anılan bir ibadet mekanı bulunmaktaydı. 

İsra kelimesinin "Gece Yürüyüşü" anlamından hareketle, Muhammed (a.s.) bir gece evinden çıkıp Mekke'deki müşrik toplumu terk ederek başka bir yere hicret etmiştir. Bundan sonraki mesele Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yapıldığı söylenen bu yürüyüşün neden böyle ifade edilmiş olduğu,  Mekke'den Medine'ye yürüyüş olarak neden ifade edilmediğinin anlaşılması üzerinde olması gerekmektedir. Çünkü bu yazıyı okuyanların en fazla merak ettikleri, hatta etmeleri gereken nokta da burasıdır.

Bu nokta açıklığa kavuştuğu zaman, Muhammed (a.s.) ın Medine'de neden aylarca Kabe yerine Kudüs'e yönelmiş olduğunun sebebi de anlaşılacaktır. Kıble değişimi konusunda en fazla merak edilen hususlardan birisi de bu dur. Bakara suresi içinde geçen kıble değişimi ile ilgili ayetlerde kıblenin yeniden Kabe'ye çevrildiği anlatılırken, neden Kabe yerine Kudus'e yönelme emrinin Kur'an'da bulunmadığı sorusu kafaları kurcalamaktadır. 

Bunun cevabını "Ehli Hadis" fırkası, bu değişim için Kur'an dışında ayrı bir vahiy geldiği yönünde cevaplamış olmasına rağmen, Kur'an dışı vahiy diye birşey olmadığını bilenler için sorunun cevabı aranmaktadır. Biz bunun cevabını Kur'an dışına çıkmadan cevaplamaya çalışalım.

Allah (c.c) İsra s. ilk ayetlerinde kulunu hicret etmeye sevk ederken, hicret edeceği yerdeki toplum ile ilgili bilgi de vermektedir. Bu bilgi o toplumun ilahi vahye aşina olduğu, dolayısı ile müşriklere nazaran, her ne kadar geçmişte yaptıkları yanlışları hatırlatmış olsa da, inanmaya daha yatkın bir topluluk olabileceğini elçisine bildirmektedir.

Bu bilgilere istinaden Muhammed (a.s.), İsrailoğulları ile olan ortak paydayı dikkate alarak, Kudüs'e yönelmiştir. Yani Muhammed (a.s.) Kabe yerine Kudüs'e yönelmeyi Kur'an dışı vahiyle değil, İsra suresi ilk ayetleri ile almış, İsrailoğulları ile ortak paydaları olduğu mesajını onlara vermeye çalışarak inanmaya davet etmiştir. Her ne kadar ilerleyen zamanlarda İsrailoğullarının inanma konusunda müşriklerden aşağı kalmadıkları ortaya çıkarak, kıble yeniden Kabe olarak belirlenmiş olsa da, hicretin ilk aylarındaki durum bu şekilde idi. 

Biz İsra s. 1. ayetinin Mekke'den Medine'ye yapılan hicreti anlattığını iddia ederken, ayet içinde geçen "Mescidi Aksa" nin Medine'de olduğunu veya Medine'de Müslümanlar tarafından yapılmış bir mescid olduğunu asla iddia ediyor değiliz

Bizim iddiamız, Kudüs'te bulunan kutsal mabedin 7. ayet içinde "Mescid" olarak ifade edilmiş olduğu, bu mescidin ise Kudüs'te "Süleyman Mabedi" olarak yıkılmış harap halde bulunan bir yer olduğu, dolayısı ile uzaklığına istinaden böyle bir isimle isimlendirilmiş olduğudur. Bu isim, zaman içinde Kudüs'ün Müslümanlar tarafından alınmasından sonra oraya yapılan mescide isim olarak verilmiştir. Yani Muhammed (a.s) zamanında Kudüs'te "Mescidi Aksa" adıyla bilinen bir yapı mevcut değildi.

Sanırım şimdi İsra s. 1. ayetinde Allah (c.c) nin neden kulunu Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüğünü beyan ettiği biraz daha ortaya çıkmıştır. Yani Allah (c.c) insanlar tarafından o zaman kutsal olarak bilinen iki yapıdan biri olan Kabe'nin, müşrik kontrolunda olmasından dolayı, elçisini başka bir şehre hicret ettirmiş, bu şehirde ise İsrailoğullarının yöneldiği Kudüs'ü onlarla olan ortak payda nedeniyle, ikinci kutsal yer olarak bilinen yere yönelmesini sağlamak için böyle bir ifade kullanmıştır. 

Kabe ve Mekke'nin kutsallığı Kur'an ile belirlenmiş olsa da, Kudüs'ün kutsallığı konusunda Kur'an'da herhangi bir ifade bulunmadığını burada hatırlatmak isteriz. Kudüs'ün kutsallığı İsrailoğulları tarafından benimsenmiş olsa da, Allah (c.c) kulunun buraya yönelmesinde o zaman için herhangi bir beis görmemiştir. 

İsra s. 1. ayetinde geçen "Barekna havlehu" ifadesinin, yani Muhammed (a.s) ın hicret edeceği şehrin etrafının bereketli kılınmış olması ile neyin anlatılmak istendiğine kısaca şunu söyleyebiliriz. Musa ve Lut (a.s.) ların da hicret ettikten sonra vardıkları yerlerin "Barekna" olarak ifade edilmesi, Muhammed (a.s.) ın da hicret edeceği yerin Allah tarafından onaylı bir yer olduğunu göstermekte olduğunu söyleyebiliriz. (7. 137/ 21. 71) Allah (c.c) kuluna direk olarak "şu şehre hicret et" diye bir emir vermemekte, fakat hicret etmeye daha uygun olan yerin neresi olması gerektiğini 1. ayette beyan etmektedir. 

İsra hadisesinin Mekke'den Kudüs'e yapılan mucizevi bir yolculuk olduğunu düşünmek, İsra s. 59. , 93. ve diğer benzeri ayetlerdeki beyana ters düşmesi açısından da bir hayli sakıncalıdır. Bu noktadan hareketle yapılacak bir anlama faaliyetinde, İsra s. 1. ayeti ile verilen bilginin mucizevi bir yönünün olamayacağı dikkate alınır, sonrasında ise özellikle sure içine yayılmış olan ayetlerin hicret konusu ile alakası dikkate alınarak bir sonuca varılabilir.

Biz böyle bir iddia ortaya atmakla elbette "Bizim iddiamız tek doğrudur" şeklinde bir söz söylemek istemiyoruz. Bu noktanın dikkate alınarak öylelikle yazının okunması önemlidir. 

Olayı Kur'an bütnülüğünü dikkate alarak düşündüğümüzde ortaya şu sonuç çıkacaktır; Allah (c.c.) kulu Muhammed (a.s.) ı bir gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüm derken, bizim anlamamız gereken ilk nokta, bu yürütmenin mucizevi bir olay olamayacağı yönünde olmalıdır. İlk düğmeyi böyle iliklediğimiz zaman sonraki düğmeler zaten doğru iliklenecektir.

Sonrasında Bakara suresi içinde bulunan kıble değişimi ile ilgili ayetleri bu konu ile birbirine bağlamaya çalışarak, Muhammed (a.s.) Medine'de İsrailoğulları ile aralarındaki ortak paydaya istinaden onlarla aynı kıbleye yönelmiş olduğunu anlayabiliriz. Bu kıblenin de Kudüs şehri olduğu üzerinde herhangi bir ihtilaf yoktur. 

Şimdi İsra s. 1. ayetinde neden Medine değil de, Mescdi Aksa denildiği daha net ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) kuluna, İsrailoğullarının eksriyette olduğu Medine şehrine hicret etmesini beyan etmekte, bu şehirde ise onlarla olan ortak paydayı hatırlatmak için onların kıblesine yönelmesini bildirmektedir. Bu durum ise Medine'den uzakta olan mescide yani Kudüs'teki kutsal mabede şeklinde ifade edilmektedir. "Mescidi Aksa", Medine'de yaşayan  İsrailoğullarının Mekke'den gelen elçiye karşı içlerinde bir sıcaklık ve inanç bağı hissetmesini amaçlamak açısından kullanılan bir ifadedir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

                                

21 Ekim 2016 Cuma

Zümer s. 18. Ayeti: Her Sözü mü Dinleyeceğiz Yoksa Kur'an'ı mı Dinleyeceğiz?

Zümer s. 18. ayetinde Rabbimiz iman edenlerden şöyle bahsetmektedir:

الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُوْلَئِكَ هُمْ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ

[039.018]  Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar, temiz akıl sahipleridir.

Bu ayet, Müslümanlar arasında yapılan sohbet ve tartışmalarda anlam kaymasına uğratılarak "Onlar her sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar" şekline çevrilmiştir. Ayetin bu şekilde dile getirilme amacı , söylenen her sözün dinlenmesi , ve bu sözler arasında en doğru olanının kabul edilmesi gerektiğine dair bir anlam taşıdığı düşüncesidir.

Kişi söylenen her sözü elbette dinleyecek , sözlerin içinden en doğru olanını seçecek ve kabul edecektir, fakat bu düşüncenin delili Zümer s. 18. ayeti değildir , çünkü bu ayet, okuyana böyle bir mesaj vermemektedir. Kişinin her sözü dinlemesi gerektiğine dair bir delil olarak ortaya konan bu ayette, ayetin mealine "Her" kelimesini koymayı gerektiren bir ibare zaten bulunmamaktadır. 

Bu ayetin mealleri ile ilgili olarak tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerin tamamına yakını (Muhammed Esed'in meali hariç) , bu ayetin mealini "Her" kelimesini koymadan yaparak Arapça metin ile uyumlu bir anlam vermişlerdir , fakat bir çoğumuzun dilinde bu ayetin meali, maalesef  "Her sözü dinlerler" şeklinde dolaşmaktadır. 

Bu ayete "Her sözü dinlerler" şeklinde bir anlam vermenin ne gibi sakıncası olabilir ?. 

Ayette geçen "Elkavle" kelimesi ile kast edilen söz Kur'andır. Bunu aynı surenin 23. ayetinde "Allah, sözün en güzelini ikizli, ahenkli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Allah'ın rehberidir. Allah, onunla dilediğini doğru yola çıkarır. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösterecek yoktur" buyurulmuş olmasından da anlayabiliriz. 

Allah c.c Kur'anı kast ederek onun "Sözün en güzeli" olduğunu beyan etmektedir. Yani dinlenilmesi istenen şey, sözün en güzeli olan Kur'andır. "Her sözü dinlerler" olarak bu ayeti dillendirdiğimiz zaman, bu ayet anlam değişimine uğramaktadır şöyle ki : 

Allah c.c "Sözü dinlerler" demek ile Kur'anı dinlemeyi kast etmektedir. Bu ayeti "Her sözü dinlerler" olarak okuduğumuzda, kast edilen anlam ortadan kalkarak , başka sözlerin de dinlenmesi anlamı çıkmaktadır. Bu durum ise ayetin kast edilen mana dışına çıkarılması anlamına gelecektir. 

Ayet , iman edenlerin Kur'anın işittikleri zaman , sözün en güzeli olan bu kitaba iman etmek sureti ile doğru yolu bulacaklarını , bu kimselerin ise temiz akıl sahibi olduklarını beyan etmektedir.  

Bu hatırlatmayı yapmaktan amacımız , yanlış olduğunu iddia ettiğimiz okuma yapanları tahkir etmeye yönelik olmadığını söylemek istiyoruz. Amacımız , Allah'ın ayetlerinin bazı yanlış mülahazalar sonucu farklı yönlere nasıl çekilebileceğine dikkat çekerek , bu konuda daha titiz davranılması gerektiğine dairdir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.


14 Eylül 2015 Pazartesi

Kur'an Arapça mıdır ? Yoksa Rabça mıdır?

Alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak inen Kur'anın muhteviyatındaki ayetlerin anlaşılması, indiği andan beri bir sorun olarak karşımıza çıkmış ve kıyamete kadar aynı sorun devam edecektir. Kendisine Kur'an inen Muhammed (a.s) hayatta iken ashabının yanlış anladığı bir konuda düzeltme yaparken , onun vefatı sonrasında genişleyen İslam toplumunda aynı ayet farklı olarak anlaşılmış , hala farklı anlamalar ve anlayışlar devam etmekte olup bu tür farklı anlamalar kıyamete değin sürecektir. 

Mesele ayetin farklı anlaşılmasından çok , anlayanların kendi anlayışlarını mutlaklaştırarak bu anlayışlarının tek doğru olduğu iddiasıdır. Kendi anlayışının doğru olduğu iddiasını dile getirenler bu düşüncelerini bir takım tezler üzerine temellendirerek, nihai doğrunun ancak kendi yorumları olduğunu dile getirerek , "Kargadan başka kuş tanımayanlardan" olma sevdasına düşmektedirler. 

Bu tezlerden bir tanesi , Kur'anın metninin ARAPÇA olduğu fakat manasının RABÇA olduğu iddiasıdır.  

Bu iddia ucu açık ve istismara çok müsait olup, bir takım tehlikeleri beraberinde getirmesi açısından yanlış bir söylemdir şöyle ki; 

[014.004]  Biz hiç bir resulu, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Dil, insanlar arasında iletişimin en önemli unsuru olup , Allah (c.c) kullarına olan emir ve yasaklarını onların konuştukları dil ve o dilin edebi usluplarını kullanan kitaplar vasıtası ile indirmiştir. İnen kitabı anlama konusunda ilk muhataplar içlerinde elçi olması nedeniyle herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamalarına rağmen, sonraki yıllarda "Kur'anın doğru anlaşılması" şeklinde bir mesele gündeme gelmiş ve gündem olmaya devam etmektedir. 

Farklı Kur'an anlayışlarının bir takım sebebleri olup , bu sebebleri irdelemek yazımızın konusu değildir , üzerinde durmaya çalıştığımız konu , bu farklılıklar değil herkesin kendi anlayışını tek doğru kabul etmesi meselesidir.

Kur'anı okuyup anladığını iddia edenler arasındaki en önemli sorun , anlayışlarını veya başkalarının yanlış anladığı iddiasını, ayet destekli bir iddiaya dayandırmaktan çok, kişisel karizma destekli bir düşünceye oturtmak istemeleridir. Kur'anı onların anladığı, çünkü Kur'an dilini herkesin anlayamayacağı gibi iddialara dayandırılarak, özellikle tasavvuf kesiminin argümanı olan Kur'anın Rabça olduğu, yani herkesin anlamadığı bir dile sahip olduğu bu dili anlayabilmenin Rabbin verdiği özel yetenekler ile mümkün olacağı iddiası, İslam toplumunda ciddi olarak alıcı bulan bir düşüncedir.

Kur'anın metni farklı, anlamı farklı mıdır?.

Kur'an indiği toplumun dilini ve o dilin edebi özelliklerini taşır demiştik. Arapça dili mecaz ,istiare , kinaye , mesel gibi edebi uslupları içinde barındıran bir dil olup, bu dilin özellikleri Kur'anda da yerini bulmuştur. Kur'an metnindeki bu tür edebi özellikleri taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılamayacağı aşikardır. Bir arap türkçe  kitap içindeki "Atı alan üsküdarı geçti" veya "Geçti borun pazarı sür eşeğini niğde ye" ifadesini türk dilindeki edebi özelliği bilmeden anlamaya kalkarsa gülünç bir anlam yükler veya maksadı anlayamaz. 

Arap dilinin  özelliklerini bilmeden, Kur'anda bu tür edebi özellikler taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılmayacağı açık olup bu tür okumaların yanlışlarını ümmet olarak hala çekmekteyiz.  Bu durum , "Kur'anı sadece belirli kişiler anlar ve diğerleri o belirli kişilerin yorumuna mahkum kalacaktır" anlamına asla gelmez ve gelmeMElidir.  

Bu tür edebi özelliklerin göz ardı edilmemesi gerektiği herkes tarafından kabul gören bir düşünce olup bu tür özelliklerin "Rabça" olduğunu iddia etmek mümkün değildir , çünkü edebi özellikler insanların aşina oldukları bir durum olup bunu özel kimselerin anlaması gibi bir şey sözkonusu değildir. 

Kur'anın dediği ile demek istediği farklı mıdır ?. 

Kur'an  farklı yorumlara açık bir kitap olup , bazı kimseler kendi düşüncesini kabullendirmek , karşı düşünceyi red etmek için kitabın ayetlerini diledikleri biçimde yorumlayabilir. Bunu yaparken "Kur'anın dediği ile demek istediği birbirini tutmaz" şeklinde bir ifade kullanarak gelebilecek itirazlara baştan set germektedirler. İstismara müsait olan bu söylem bazılarının elinde silah olarak kullanılarak , Kur'ana istediğini söyletme aracı haline gelmiştir.

Allah (c.c) nin konuştuğu bir dil var mıdır ? 

Dil insana has bir olgu olup , Allah (c.c) için böyle bir durum sözkonusu değildir ve onun kendine has bir dili yoktur. Allah (c.c) aşkın bir varlık olup kulları ile olan iletişimini , kullarını kendi seviyesine çıkararak değil , kendisini kullarını seviyesine indirerek kurar.  "Kur'an Rabça dır" ifadesi bu anlamda bazı tehlikeli iddiaları beraberinde getirmektedir.

Bu tehlike şu dur ; Allah (c.c) ye özel bir dil isnad edilmesi 

Geçmişte yapılan literal okumalar neticesinde , Allah (c.c) ye el , yüz , ayak v.s isnad edilerek onu bir beşer gibi görmek sapkınlığına düşüldüğü bilinmektedir. Haşeviyye , Mücessime gibi adlarla anılan bu guruplar, Allah (c.c) yi beşer gibi cisimlendirerek büyük bir hata içine girmişlerdir. Allah (c.c) ye dil isnad etmek geçmişte mücessime fırkasının düştüğü hatanın bir benzerine düşerek onu beşerleştirmek gibi bir duruma sokmaya sebeb olması açısından kabul edilir bir şey değildir.

Kur'anın sadece literal bir okumaya tabi tutulması ne kadar yanlışsa , batıni bir okumaya tabi tutulması da o kadar yanlıştır. Batıni okuma yöntemi kişisel karizma üzerine kurulmuş bir yöntem olup okunulanı değil, okuyanı öne çıkaran bir yöntemdir. Bu yöntemde öne çıkan söylem, Kur'anı herkesin anlayamayacağı , bazı kişilerin ve onlara verilen özel bilgiler sayesinde anlaşılacağı , diğerlerine bu kişilere ve okuduklarına tabi olmak gibi bir görev düştüğü şeklindedir.

Bu durum iddia sahibini Allah (c.c) nin dilini anladığı iddiasına götürür ki , ya Allah (c.c) nin kişinin seviyesine indiğini , ya da o kişinin Allah (c.c) nin seviyesine çıktığı anlamına gelir. Allah (c.c) zaten bir beşere kitap indirerek bizimle olan konuşmasını bizim anlayacağımız bir lisan üzerinden göndermiş olup bu lisan üzere inen kitabın anlaşılmaz olduğu gerekçesi ile ayrı bir lisan ile başkalarına açması gibi bir durum sözkonusu olamaz. 

Kur'anın Rabça olduğu iddiasını dillendiren kişi, okuduğu ayet hakkındaki yaptığı yorumun Rabbin kast ettiği mana olduğunu ve bunu kendisinin anladığını iddia etmesi anlamına gelir ki, bu iddia büyük bir cürümdür. Tasavvuf kesiminin elinde güçlü bir silah olarak kullanılan bu argüman , ayet hakkında konuşan kişinin dediklerinin nihai ve Allah (c.c) demek istediğini  o kişinin dile getirdiği iddiasını taşımaktadır. 

Bu tür iddiaların Kur'an merkezli düşünce adına yola çıkanlar tarafından dile getirilmeye başlanmış olması , Kur'anı din baronlarının tekelindeki bir kitap olmaktan çıkarmak adına yola çıkarak, kendi tekellerine alınan bir kitap haline getirmek isteyenlerin olduğunu göstermektedir.

Kur'anı merkeze aldığını iddia ederek yola çıkan insanların aynı ayetleri birbirlerinden farklı olarak anladıkları bir realitedir. Peki bu realite karşısında ne yapmak gereklidir ?. 

Öncelikle hoşumuza gitse de gitmese de, bu kitabı anlamanın herkesin hakkı ve vazifesi olduğunu hatırdan çıkarmamak zorundayız. Okuduğumuz bir ayeti bizden farklı anlayan ve bu anlayışının yanlış olduğunu düşündüğümüz kişiler var olacaktır ve de vardır , bu kişilerin ayet hakkında yaptıkları yorumun şayet yanlış olduğunu düşünüyorsak itiraz hakkımız elbette vardır. Bu itiraz yine ayet merkezli bir delil ile yapılmalı ve uygun bir dil ile aktarılmalıdır. 

Yorum sahipleri herhangi bir ayet hakkında yaptıkları yorumun nihai ve kesin bir yorum olduğunu söyleme hakları olmayıp , sadece bu konudaki fikirlerinin ve düşüncelerinin bu olduğunu söyleyebilirler. Herhangi bir ayet hakkında yapılan yorumun hata ve eksik barındırabileceği ihtimali üzerinden yapılan tartışmalar kişiler arasında gerginliği ve kavgayı en aza indirecektir.

Kişiler arasında yapılan tartışmalarda en büyük sıkıntı , herkesin kendi söyleminin nihai doğru olduğu kanısında olmasıdır. Bu kanı maalesef aradaki diyalog imkanını ortadan kaldırmakta ve ortak bir noktada buluşma imkanı bırakmamaktadır. 

Yazımızın konusu olan, kitabın farklı bir dili olduğu, bu dili herkesin anlayaMAyacağı iddiası işte bu merkezde , iddia sahibinin söyleminin tek doğru olduğunu karşısındakine kabul ettirme yöntemi olarak devreye girmektedir.  

Kur'anın Rabça olan anlamı !! nasıl öğrenilir veya onu kim,kimlere öğretir ?.

Kur'anın böyle bir anlamı olduğunu iddia eden kişinin bu sorulara cevap verme zorunluluğu vardır. Tasavvuf ehlinin bu soruya verdiği cevap bellidir . Kerameti müritlerinden menkul olan şeyh efendiler kalp gözleri açık !! olmaları nedeniyle gayb alemi ile her an iletişim halinde oldukları için bu anlamları anında öğrenip aktarabilmektedirler. 

Kendisini Kur'an merkezli bir söylem içinde ifade edenlerin böyle bir cevabı asla olmaz olamaz, o zaman bu anlamı onlar nasıl öğrenir?. 

Onların da, eleştirdikleri bir yöntem olan tekelcilik yöntemine düşerek , başkalarının tekelciliğine karşı kendi tekellerini oluşturmak için böyle bir söylemi dile getirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Kur'anı anlamak için herkesin bilgi ve seviyesi aynı olması gibi bir mecburiyet yoktur. Mecburiyet , kişinin ön yargıdan arınmış ve kitaba teslim olan bir zihne olmasıdır.

Sonuç olarak ; Kur'an indiği toplumun dil özelliklerini kullanarak inen bir kitaptır. Kur'anın Rabça olduğu iddiası, geçmişten gelen bir iddia olup, bazılarının elinde silah olarak kullanılan bir argüman haline dönüşerek , kişisel anlayışların Allah'a mal edilmesini beraberinde getiren bir söylem olması nedeniyle yanlış ve tehlikeli bir düşüncedir. Kişiler, bilgi birikimleri dahilinde okuduklarından bir yorum çıkarma hakkına sahiptirler. Hiç kimse , bu hakkı kimseden alma veya tekelinde tutmak gibi hakka sahip değildir. Yaptığı yorumun tek doğru yorum olduğunu ve herkesin bu yorumu kabul etmek zorunda olduğunu iddia eden kimsenin elinden derhal kitabı bırakıp bir doktora görünme zorunluluğu vardır. 

Müslümanlar ne çekmişlerse , kendilerini karizmatik bir yapıya büründürerek , "Ne derlerse doğrudur" - "Ne yaparlarsa bir hikmeti vardır" denilen adamlardan çekmiş , hala çekmektedirler. Bu karizmayı daha önce eleştirdikleri yapının bir benzerini kendileri üzerinde oluşturmak isteyen bazı Kur'an ehli olduğunu iddia edenlerinde kullanmak istemeleri bizleri derinden üzmektedir. 

Uzun lafın kısası , Kur'an Rabça bir kitap değil, Arapça bir kitap olup herkese açıktır ve hiç birimizin tekelinde değildir.


8 Ağustos 2015 Cumartesi

Nuh Tufanı Bölgesel mi Yoksa Küresel mi idi ?

Nuh (a.s)  Kur'an da zikri geçen Elçilerden olup  kavmi, onun uzun yıllar süren çağrısına olumsuz cevap vermesi üzerine helak edilmiştir. Tefsirler de  genellikle Nuh (a.s) ın kavmini helake götüren sebebler üzerinde değil , helak'ın kapsamı konusunda tartışmaların yapıldığını görmekteyiz. Yapılan tartışmalar ne kadar bir alanı kapsadığından çok, kimleri kapsadığı yönünde yapılsaydı farklı düşüncelerin ortaya çıkması mümkün olmazdı diye düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz. 

Nuh (a.s) ın yaşamış olduğu zaman dilimine baktığımız zaman , Kur'anda zikri geçen Elçiler içinde Adem (a.s) dan sonra ikinci olarak geldiği görülecektir. Mü'minun suresi içinde anlatılan kıssası içindeki 23-44. ayetler arasını okuduğumuzda bunu net bir şekilde görmekteyiz. 

Nuh suresi içindeki Ayetlere baktığımızda , 26. ve 27. ayette Nuh (a.s) ın "Ey Rabbim, yeryüzünde (yurt sahibi) hiç bir kimse bırakma!. Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarıyorlar, ve nankör facirden başka da doğurmuyorlar" şeklinde yaptığı duasını görmekteyiz. 


Enbiya suresi 76. ve 77. ayetlerinde ise , "Nuhu da, önceden nidâ etmişti, biz de duâsını kabul ettik de kendisini ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtardık. Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden 'ona yardım edip-öcünü aldık.' Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk." buyurulmaktadır. 

Bu ayetler çerçevesinde düşündüğümüz zaman,  Nuh (a.s) Rabbine yeryüzünde bir tek kafir bırakmaması için dua ediyor ve Rabbi onun bu duasını kabul ederek yeryüzünde bir tek kafir bırakmadan hepsini suda boğuyor. 

Bu ayetlerden şunu anlamak mümkündür; Boğulan kafirler yeryüzünün hangi bölgesinde ikamet etmiş olursa olsun suda boğulmaktan kurtulamamıştır. 

 Bu noktada , "Nuh (a.s) ın yaşadığı devir içinde insanlar nerelerde hayat sürmekte idiler ?" sorusunun cevabının bulunması gerektiğini düşünmekteyiz.

Nuh (a.s) ın yaşadığı zaman diliminin Adem (a.s) sonrası olması nedeniyle nüfus sayısı bakımından fazla olmadığı ve insanlığın bu gün olduğu gibi 5 kıtaya yayılmış bir şekilde yaşamakta olmasının pek mümkün olmadığını söylemek doğru bir tesbit olacaktır. Çünkü insanlığın şimdiki gibi bir alana yayılmış olduğunu düşündüğümüz takdirde , Dünya coğrafyasında yaşayan insanlara ulaşmak için gemi kullanması gerekmektedir. Geminin yapılmaya başlanma aşaması artık kimsenin iman etmeyecek olması üzerine gerçekleşmeye başlamıştır . Nuh (a.s) ın Hud suresi içinde anlatılan kıssasının 36-38. ayetlerinde bu durumu anlamak mümkündür. 

[011.036]  Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme.
[011.037] Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!
[011.038] Gemiyi yapmaya başladı. Kavminin ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla eğlenirlerdi. O da dedi ki: Bizimle alay ediyorsunuz ama, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.

Nuh (a.s) ın tebliğinin kendi zamanı içinde yaşayan bütün insanlara ulaştığını söylemek bu noktada yanlış olmayacaktır , çünkü yeryüzündeki bütün kafirlerin helak edilmesini istemesi bütün insanlara çağrısının ulaştığı ve bu çağrıya karşılık "Küfür" ile karşılık verdikleri anlaşılmaktadır.

İsra ve Meryem surelerinde hitap edilen ve zikri geçen insanlar için "Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyu" denilmesi, Nuh (a.s) ın insanlığın ikinci atası olarak bilinmesinin yanlış olmadığını göstermektedir.

[017.003]  Ey Nuh ile birlikte (gemiye) yüklediğimiz kimselerin soyundan olanlar! O doğrusu çok şükredici bir kuldu.

[019.058]  İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan kuşakların) dan, İbrahim ve İsrail (Yakup) in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah') ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanıverirler.

Sonuç olarak; Nuh (a.s) kıssası ile ilgili olarak tartışılan konulardan birisi olan , tufanın bölgesesl yoksa küresel mi olduğu konusundaki tartışmaların, yanlış sorulan bir sorunun cevabının aranması sonucunda yapıldığını söylemek mümkündür. Doğru sorunun Nuh tufanının hangi bölgeyi kapsamı içine aldığı değil "kimleri kapsamı içine aldığı" olması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Bu sorunun cevabı net bir biçimde Kur'an içinde bulunmakta olup , Nuh (a.s) ın uzun yıllar süren tebliğinin sonucunda onun bu tebliğine olumsuz cevap veren herkes suda boğulmak sureti ile helak edilmiştir. Helak edilen bu insanların nerede yaşadığının önemi yoktur , İsra ve Meryem surelerindeki ayetler insanlığın yeniden çoğalmasının Nuh (a.s) ile birlikte gemide taşınanlardan türemiş olduğunu görmekteyiz. 

Tefsirlerde tartışılması gereken asıl konu , Nuh (a.s) ın kavmini helaka götüren en baştaki sebebin yani "Şirk" in gündem edilerek bu helak olayından ibretler çıkarılması ve şirk'in toplumların Dünya hayatı içinde helak olmasına sebeb olan en büyük unsur olduğu yönünde kıssaların okunması gerektiği düşünmekteyiz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Mart 2014 Çarşamba

İblis Melek mi Yoksa Cin mi idi?

Yazımıza başlık olarak kullandığımız soru, Adem ve iblis kıssası ile ilgili olarak ortaya atılan sorulardandır. Bu soruya sebeb olarak kıssada " meleklere adem'e secde edin dedik" şeklindeki ayetin yanında kehf. 50. ayetinde "kane minelcinni" ibaresinin, o cinlerden'di şeklinde çevrilmesi sonucu tefsir kitaplarında tartışma konusu olmuştur.

İblis'in melek'mi cin'mi olduğu sorusu bu kıssa ile ilgili yazmış olduğumuz daha önceki yazılarda vurgulamaya çalıştığımız gibi , kıssanın mesaj içerikli okunmaması sonucu ortaya atılmış bir soru olup tabiri caizse tavuk'mu yumurtadan çıkar yumurta'mı tavuktan çıkar? sorusunun cevabını aramak gibi bir şeydir.   

Adem ve iblis kıssasında geçen anlatımların mesajı genel olarak şeytan vasfını alan iblis'in şahsında isyankar bir kişinin akıbeti ve Allah katındaki konumu ile ilgilidir. İblis adı ile anlatılan kişinin ontolojik mahiyeti hakkında herhangi bir bilgi verilmez , mesaj içerikli bir anlatım olmasından ötürü bu türlü ayrıntılarada gerek yoktur.  

Biz yazı başlığındaki sorunun ortaya atılmasına sebeb olan kehf s. 50. ayetindeki "kane minelcinni" ibaresinin çevirisi ile ilgili yine kıssa bütünlüğünü gözeterek doğru olduğunu düşündüğümüz anlamı verip düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız.   

 Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen).
 [018.050] Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!

Kehf s. 50. ayetinde kıssa'da geçen "kane minelcinni" ibaresi hemen hemen bütün meallerde " o cinlerden'di"  şeklinde çevrilerek havanda su dövmek misali iblis melekmi yoksa cinmi şeklinde sonu gelmez tartışmalara sebebiyet vermiştir. Diğer surelerde geçen anlatımlar'da iblis'in secde etmemesi ile ilgili ayetlerde geçen "kane" kelimesinin çevirisi bize kehf. s. 50. ayetinde geçen "kane" kelimesinin kıssa bütünlüğüne uygun olarak  nasıl çevrilmesi gerektiği hakkında bilgi verecektir. 

  Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne).
[002.034]  Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem'e secde ediniz.» Onlar da hemen secde edivermişlerdi. Yanlız İblîs (Şeytan) kaçınmış, kibirlenmiş ve kâfirlerden olmuştu.

 İz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn(tînin). Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn(sâcidîne). Fe secedel melâiketu kulluhum ecmaûn(ecmaûne). İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne). Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyy(yedeyye), estekberte em kunte minel âlîn(âlîne). Kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[038.071-76] Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.» Bütün melekler secde etmişlerdi, fakat İblis; o, büyüklük taslamış ve inkarcılardan olmuştu.Allah: «Ey İblis! O benim kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?» dedi.İblis: Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.

Bakara s. ve sad s. de geçen anlatımlara baktığımız zaman "kane minelkafirine" (o kafirlerden oldu) şeklinde çevrilmiş olup "kafirler'den idi" şeklinde çevrilmemiştir. Kıssa'nın bütünlüğünü gözeterek yapılan bir çeviride kehf s. 50. ayetindeki "kane minel cinni" O CİN'DEN OLDU şeklinde çevrilmesi gerekirdi. Bu şekil bir çeviride iblisin mahiyetinin ne olduğu şeklinde  gereksiz bir tartışmanın kapısı açılmamış olurdu. 

Tabi burada esas konu "cin" kelimesinin kur'anda geçen ayetlerde nasıl ve ne amaçla kullanıldığı olup, iblis ile cinleri aynı konuma getirerek nasıl bir mesaj verilmek istendiğidir, bunu öğrenmek için ise kur'anın cinler ile ilgili ayetlerine göz atmak gerekmektedir.

[006.100]  Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa ki onları da Allah yaratmıştı. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Hâşâ! O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.
 [006.112]  Böylece biz, her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.
[006.128]  Allah hepsini toplayacağı gün, «Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız» der, insanlardan onlara uymuş olanlar, «Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık» derler. «Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır» der. Doğrusu Rabbin hakimdir, bilendir.
 [006.130] «Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan, bugünle karşılaşmanızdan sizi uyaran resulller gelmedi mi?» «Kendi hakkımızda şahidiz» derler. Dünya hayatı onları aldattı da inkarcı olduklarına, kendi aleyhlerinde şahidlik ettiler.
[007.037-38] Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince, «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler.Allah, « Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin» der. Her ümmet girdikçe kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için, «Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat ver» derler, Allah, «Hepsinin kat kattır, ama bilmezsiniz» der.
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[034.040-41] Allah bir gün onların hepsini diriltip toplar, sonra meleklere: «Bunlar mı size tapıyordu?» der.Melekler: «Haşa, bizim dostumuz onlar değil, Sensin. Hayır; onlar bize değil cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanıyorlardı» derler.
[041.029] İnkar edenler: «Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan, bizi saptıranları göster, onları ayaklarımızın altına alalım da en altta kalanlardan olsunlar» derler.

Yukarıda vermiş örnek ayet meallerinin delaleti ile , Allah cc nin kendisine kulluk etmeleri için yaratmış olduğu varlıklardan cinler'in insanları küfr ve şirk'e teşvik etmeleri ,insanların bir kısmınında bunlara uymaları ve birlikte cehennemmi haketmeleri anlatılır.   

Kehf s. 50. ayetindeki "İBLİSİN CİNDEN OLMASI" nı ne anlama gelebileceğini yukarıdaki ayetler yardımı ile düşünebiliriz. Nuzül dönemi arka planına bakacak olursak Mekke toplumunun cinleri Allah cc ye şirk koştukları (6.100. ayet) anlatılmaktadır. 

Adem kıssasında anlatılan iblis olgusu'nun, sonradan şeytan vasfını alması kur'anın bir çok yerinde bizlere düşman olduğu belirtilmesi ve ondan korunma yolları anlatılması şeytan ve cin arasında bağ kurulması cinlerinde iblis'in zürriyetinden yani onunla inanç yolu ile bağları olduğu hatırlatılması yapılmaktadır.  

Burada yine hatırlatmak isteriz ki; "Adem kıssasında geçen iblis ve şeytan terimlerinin bizlere kur'an bütünlüğündeki mesajları nedir?" sorusunun sorulmadan sadece kıssa içinde dönüp dolaşmak yolu ile okunması bize kıssanın anlatım amacını doğru olarak anlamamızı zorlaştıracaktır. Şeytan veya iblis'in mahiyetinin melek mi yoksa cin mi olduğundan çok şeytan ismi ile vasıflananların bizleri nereye götüreceğinin anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Sonuç olarak; kehf s. 50. ayetinde ki "kane minelcinni" ibaresinin kıssa'nın diğer ayetlerinde geçen "kane minelkafirin" ibresinden farklı şekilde çevrilmesi sonucunda , bitmek bilmeyen bir tartışmanın kapısı aralanmış olup iblis'in melek mi yoksa cin'mi olduğu tartışılmaya başlanmıştır. "Kane minel kafirin" ibaresinin "kafirlerden oldu" şeklinde çevrilmesi paralel olarak "kane minel cinni" ibaresinin o cinlerden idi şeklinde değil!de O CİNDEN OLDU şeklinde çevrilerek cin kelimesinin geçtiği diğer ayetlerde cinlerin insanları saptırması ile bağı kurulmuş olsaydı bugün bu tür bir tartışmanın ne kadar gereksiz olduğu anlaşılırdı. 

Adem ve iblis kıssası sadece adem ve iblis arasında geçmiş ve ileriye dönük herhangi bir mesajı olmayan bir kıssa değil kıyamete kadar her insanın her an yaşadığı bir kıssadır. Kıssada anlatılan kişilerin şahsiyetine takılıp mesajı ıskalamak yüzyıllardır cevabı aranan fakat üzerinde bir sonuç çıkmayan bir sorunun sorulmasına sebeb olmuştur. Özellikle bu kıssayı doğru anlamak için kıssada anlatılan şahsiyetlerden çok o şahsiyetler üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanmak gerekmektedir.  

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

ÖLÇÜMÜZ SÖYLENEN SÖZ MÜ YOKSA KİMİN SÖYLEDİĞİ Mİ OLMALI?

Bugün müslümanlar arasındaki tartışma konularına baktığımız zaman üzülerek gördüğümüz nokta şudur.Ortada din adına söylenmiş bir söz ve o söz etrafında dönen tartışmalar ve her hizip kendi yandaşının söyleminin arkasında çelikten bir duvar gibi durmakta ve duvarda bir gedik açtırmamak için canla başla cihad etmekte ve karşısındakini alabildiğine tekfir etmek yarışındadırlar.  

Rabbimiz enam suresi 159. ayette "FIRKA FIRKA OLUP DİNLERİNİ PARÇALAYANLARLA SENİN HİÇBİR İLİŞİĞİN OLAMAZ . ONLARIN İŞİ ALLAHA KALMIŞTIR YAPTIKLARINI ONLARA SONRA BİLDİRECEKTİR."   rum suresi 32. ayette"O KİMSELERKİ DİNLERİNİ PARÇALADILAR FIRKA FIRKA OLDULAR  HER TAİFE KENDİ YANLARINDA OLAN İLE SEVİNMEKTEDİRLER."   mealindeki ayetleri acaba niçin indirmiştir? 

Günümüzde müslümanlar arasındaki en büyük tehlike fırka fırka olup her fırkanın kendi elindekiyle yetinmisi ve o fırka liderini "LA YÜS'EL" (sorgulanamaz) seviyesinde görerek onu yüceltmeleridir.Halbuki rabbimiz ali imran suresi 103. ayetinde "Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar."  buyurarak herkesi ayrı ayrı iplere değil kendi ipine sarılmayı emretmektedir. Ayette dikkatimizi çekmesi gereken bir hususta şudur.islam nimeti ile şereflenmeden önce fırka fırka olmaları hasebiyle ateşin kenarında olan insanların bu nimet ile şereflendikten sonra oradan kurtulmuş olmaları yani kur'anın müminleri birbirine bağlayan bir kitap olduğu hususudur. Ancak şimdi görünen duruma baktığımız zaman insanların, Allahın bu emrinin tam tersi bir uygulamasıyla bu nimeti tanıdıktan sonra  düşmanlıklarının kat kat arttığı noktasındadır. Acaba bu düşmanlığın sebebi nedir ? diye baktığımız zaman sıkıntının Allahın kitabına bizim yerimize bakan kişilerin söylediklerine kayıtsız şartsız teslim olmamız şeklinde bir durum ortaya çıkmaktadır.  

Müslümanlar olarak en büyük sıkıntımız bizlere tarih boyunca "DİN BARONLARI" tarafından empoze edilen "ALLAHIN KİTABINI SİZ ANLAYAMAZSINIZ" söylemidir.Dikkat edilirse "KURAN" yerine" Allahın kitabı"dememiz bu söylemin kuran indikten sonra değil kuranda gördüğümüz üzere insanlık tarihi boyunca empoze edilen bir söylem olmasıdır. Çünkü bazı insanlar (samiri ve bel'am örneği gibi) bazı insanların üzerinde tahakküm sağlamak için dini kendi hevaları doğrultusunda kullanarak insanlara anlatmışlardır. Müslümanların üzerine düşen görev ise samiri ve bel'amlardan kurtulmak için bir "KURTULUŞ SAVAŞI" na girmeleridir .Bu savaştaki silahımız ne olmalı ve bu silahı nasıl kullanmalıyız ?sorusunun cevabını şimdi arayabiliriz.  

Bu savaşta tek silahımız "KURANDIR" ve bu silahı kullanmayı çok iyi öğrenmek zorundayız.Hiç bir komutan askerine "sen siperde yat ben senin yerinede savaşırım " demez. Yapmamız gereken şey" ben bu silahı kullanmayı öğrenmek zorundayım kimse benim yerime bunu kullanmak zorunda değil" şiarını aklımızdan çıkarmamamızdır. Tabi öncelikli yapılması gereken şey"DİN BARONLARININ"  "sen bu kuranı biz olmadan öğrenemezsin biz senin yerine hem öğreniriz hem uygularız hemide sana anlatırız" uyutmalarına karşı zincirleri şakırdatmaya başlamaktır.Tabiki bu zincir şakırdatma eylemi hep birlikte, uyumlu ve ahenkli bir şekilde olmazsa ortaya çıkan ses güzel bir ses olmaz. Bu eylemin güzel bir ses getirmesi için yapmamız gereken nedir? 

Nahl suresi 98. ayetinde"KURAN OKUYACAĞIN ZAMAN KOVULMUŞ ŞEYTANDAN ALLAHA SIĞIN" emri gereğince bu ayeti, sadece güzel bir euzu besmele çekmek şeklinde değil şeytanın  koyduğu her türlü ön kabulu kafamızdan atmak,şeytanın aramıza koyduğu her türlü hizip taassubunu silip atmak,ben bu kurandan hesaba çekileceğim, şeklinde anlamak gerekir.Şeytanı aradan  çıkardığımız zaman göreceğizki kuran bize açılacaktır, ve bize din adına gelen sözleri, din adına söz söyleyen kişileri kuran ölçüsüne göre tartma imkanı verecektir.  

Kurani bir bakış açısına sahip olduğumuz zaman göreceğizki, kafasında metrelerce beyaz sarık, sırtında topuklarına kadar beyaz cüppe olsa bile "MUHAMMED EŞİTTİR ALLAH , SADECE ETİ KEMİĞİ VAR İMAM RABBANİNİN DEDİĞİ GİBİ" diyen bir bayram ali hocanın beyaz sarığının altındaki kafasında karaların en karası bir şirk pisliği taşıdığını göreceğiz. Ve bu sözü diyen kişinin değil söylediği sözün önemli olduğu ve kişi hakkındaki düşüncemizin bu şekilde oluşması gerektiğini kuran sayesinde öğreneceğiz."ŞEYHİNİN AZRAİLİ  4 DEFA ELİNİN TERSİYLE GERİ ÇEVİRDİĞİNİ, EVLİYAULLAHIN İSTEDİĞİ ZAMAN ÖLECEĞİNİ ,PEYGAMBERİMİZİN CEBRAİLE SEN VAHYİ KİMDEN ALIYORSUN SORUSUNA BİLMİYORUM DİYEN CEBRAİLE PEYGAMBERİMİZİN O PERDEYİ BİRAZ ARALA DEDİĞİNİ VE CEBRAİL PERDEYİ ARALADIĞI ZAMAN BİRDE NE GÖRSÜN KARŞISINDA MUHAMMED AS I GÖRDÜĞÜNÜ SÖYLEYEN" cüppeli ahmet hoca nın hezeyanlarının "ŞİRK" olduğunu ve buna benzer sözleri söyleyen kişilerin eni , boyu, arkalarındaki sayı kalabalığı, sakalı, sarığı, cüppesi, kıravatı ne olursa olsun bizim  hiç bir şey ifade etmeyeceğini "KURAN" sayesinde göreceğiz. 

Bu din baronları kendilerini dinleyen kişilerin bu uyanışını gördükleri zaman samimi iseler kendilerini kuranla düzeltme yoluna gideceklerdir, sadece şeytanın sözcülüğünü yapmak gibi bir niyetleri olduğunu , samimi olmadıklarını görenler ise onları şeytanları ile başbaşa bırakacaktır
RABBİMİZ BİZLERİ KURANA SARILAN , HERSÖZE VE HERKESE KURAN PENCERESİNDEN BAKAN KULLARINDAN KILSIN .