Allah cc alemlere rahmet ve hidayet olmak üzere indirmiş olduğu kitabının kaynağını ve muhammed as a ulaşmasına kadar olan yolu yine kitabında bizlere anlatmaktadır. Allah cc, ruh'ul emin,ruh'ul kuds ,cibril adını verdiği elçisi ile vahyini, beşer elçi muhammed as a ulaştırdığını bildirirken bu ulaşma şekli gaybi bir konu olması ve gaybi konular ile ilgili bilgilerin teşbihi (benzetmeli) bir anlatım şeklinde bizlere anlatılması hasebiyle vahyin izlediği yol bizlerin anlayabileceği bir benzetme tarzı ile anlatılmaktadır.
Allah cc kulu muhammed as a indirdiği kitabın kaynağının kendisi olduğunu indirmiş olduğu kitabının bir çok ayetinde bizlere bildirmektedir.
-----017.105 Kuran'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak
kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
-----003.003 Sana kitabı hak ile ve kendisinden öncekileri doğrulayıcı olarak
indirdi. Ve Tevart'ı ve İncil'i indirdi.
-----004.136 Ey İnananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği
Kitap'a ve daha önce indirdiği Kitap'a inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı,
meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününu inkar ederse,
şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır.
-----007.196«Çünkü benim dostum, Kitap'ı indiren Allah'tır. O, iyileri dost
edinir.»
-----025.001 Furkan'ı alemlere bir uyarıcı olsun diye, kuluna indiren (Allah)
ne yücedir!
-----039.023 Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab,
ondan rablarına saygısı olanların derileri örperir, sonra derileri de kalbleri
de Allahın zikrine yumşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini
doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek
yoktur.
-----002.023Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye
düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz
Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.
-----015.009Hiç şüphesiz, zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları
da gerçekten biziz.
-----016.089 Biz o gün, her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir
şahit göndereceğiz. Seni de onların üzerine şahit getireceğiz. Bu kitabı da, her
şeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı
ve bir müjdeleyici olarak indirdik.
-----076.023 Gerçekten Kur'an'ı Biz sana aşama aşama indirdik.
-----002.091 Onlara, «Allah'ın indirdiğine inanın» denildiğinde «Bize
indirilene inanırız» deyip ondan sonra gelen Kuran'ı inkar ederler; halbuki o,
ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik eden hak bir Kitap'dır. Onlara «Eğer inanıyor
idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?» diye
sor.
-----006.092 Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan, Mekkelileri ve
etrafındakileri uyaran mübarek Kitap'dır. Ahirete inananlar buna inanırlar,
namazlarına da devam ederler.
-----027.006 Hiç şüphesiz, bu Kur'an, sana, hüküm ve hikmet sahibi olan, (ve
her şeyi gerçeğiyle) bilen (Allah'ın) katından ilka edilmektedir.
Kur'anın bir çok ayeti, kitabın Allah cc den indirilmiş olduğuna dair ayetlerle doludur. Başka bir ayetler gurubuda kur'anın Allah cc den kimin elçiliği ile muhammed as a ulaştığını bizlere anlatmaktadır.
----- 022.075 Allah; meleklerden elçiler seçer. İnsanlardan da. Doğrusu Allah;
Semi' dir, Basir'dir.
Hacc s. 75. ayetinde meleklerden seçilmiş olan elçilerin vahyi ulaştırmadada rol oynadığını görmekteyiz.
----- 002.097 De ki; «Kim Cibril'e düşman olursa - ki O Allah'ın izni ile
Kur'an'ı, O'na inanmayanın elleri arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol
gösterici ve müjde kaynağı olarak senin kalbine indirdi.
----- 016.002 Allah kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini
vahiyle indirerek şöyle der: «İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur.
Benden sakının.»
----- 016.102 De ki: «Kuran'ı; Ruhul Kudüs Rabbinin katından,
inananların inançlarını pekiştirmek, Müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde
olmak üzere gerçekle indirmiştir.»
-----026.193-5 Onu Rûhu’l-emin, uyaranlardan olman için, senin kalbine
açık ve vazıh bir Arapça ile indirmiştir.
Allah cc nin insanlara indirdiği kitabını meleklerden seçmiş olduğu elçileri ile beşer elçilere ilka ettiğini ayetlerin delaleti ile gördük, birde bu vahyin insanlara ulaştırılma süreci içinde cin ve şeytanların o vahye herhangi bir müdahelesi olmadan ulaştığına dair ayetler mevcuttur. Vahy'in melek elçi ile beşer elçiye ulaştırılırken o vahye herhangi bir harici müdahelenin olmadığının anlatımı bizlere teşbihi bir anlatım uslubu içinde anlatılmaktadır.
-----015.016-8Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için
yıldızlarla süsledik. Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak
hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar.
-----037.006-10 Muhakkak ki, Biz yakın olan göğü ziynet ile yıldızlar ile
bezedik. Ve hem her isyankar şeytandan muhafaza ettik.Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara
sürekli bir azap vardır.Ancak bir çalıp çarpan m üstesna. Ona da hemen bir parça ateş parçası
ulaşıverir.
-----072.008-9 «Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve
şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk.»Oysa gerçekten biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi
kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab bulur.
Bu ayetlerde teşbihi olarak vahyin izlediği yolun güvenli bir yol olduğu bu yolda herhangi bir varlığın vahyin muhteviyatına harici bir etkide bulunmasının imkansız olduğu vurgusu yapılmaktadır.
-----056.077-80Doğrusu bu Kitap, sadece arınmış olanların dokunabileceği,
saklı bir Kitap'dadır. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan Kuranı
Kerim'dir.
-----080.011-6 Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir
kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış,
mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür; dileyen ondan (Kur'an'dan) öğüt
alır.
Vakıa ve abese surelerindeki ayetler'de Allah cc nin vahyine muhahhar meleklerden'den başkasının dokunamayacağı buyurularak cin veya şeytanlar tarafından bir etkinin olmasının mümkün olmadığı beyan edilmektedir. Şuara s. 210-211-212. ayetlerde "Kuran'ı şeytanlar indirmemiştir.Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez.Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır." yine vahye şeytanların bir müdahelesi olamayacağı bildirilmektedir.
Hicr, saffat ve cin surelerinde, dünya semasının korunması ile ilgili kullanılan "buruc" kelimesi anlam olarak kalelerdeki kuleler anlamında olup kur'anda muhkem anlamda kullanımıda mevcuttur. Nisa s. 78. ayettte "Nerede olursaniz olun, sağlam kaleler(burucin) içinde bulunsanız bile, ölüm size
yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe
uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır».
Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" buyurularak kişinin kendisini koruyabilecek bir yer anlamından hereketle teşbihi bir anlamda vahyin yolundaki kaleler olarak kullanılmıştır. Bu ayetlerdeki anlatımı teşbihi bir birçimde anlatacak olursak ayetlerin daha iyi anlaşılacağını ümid ediyoruz.
Allah cc muhammed as a indirilen kitabın ayetlerinin muhkem ve müteşabih olarak ayırmıştır, müteşabih kısımdaki ayetleri nuhkemlerin delaleti ile anlamak mümkündür. Müteşabih kısmın ayetleri gaybi konular hakkında olup gözümüzle görme imaknı olmadığı için, gözümüzle gördüğümüz ve şahid olduğumuz alan verilerine benzetilerek anlatılmaktadır. Bilindiği gibi Allah cc kendini bize tanıtırken müteşabih yani benzeşmeli bir usulup ile anlatarak bildiğimiz alan verilerinden olan " HÜKÜMDAR" tasviri ile ilgili bilgiler dahilinde anlatmaktadır.
Bilindiği üzere herhangi bir hükümdar emrini direk kendisi değil seçtiği bir elçi vasıtası ile halkına duyurur. Allah cc de aynı şekilde seçtiği bir elçi ile emrini kullarına duyurmaktadır. Hükümdarın mesajını iletmesi için gönderdiği elçinin yolu eğer güvenli olmaz ise elçinin yolu kesilerek hükümdarın mesajının muhataplarına ulaşması mümkün olmaz , bunun için elçinin yol güvenliği sağlanmalıdırki mesaj hükümdarın yazdığı şekli ile muhataplara ulaşsın.
Aynı şekilde Allah cc nin elçisine verdiği mesaj beşer elçiye ulaştırılırken yok güvenliği emin olmalıdırki o mesaj muhammed as a herhangi bir eksik veya harici katılım olmadan ona ulaşsın. Hicr,saffat ve cin surelerindeki ilgili ayetler yol güvenliğinin tam olarak sağlanarak vahyin hükümdarların hükümdarı olan Allah cc nin yazdığının aynı şekli ile muhammed as ulaştığı bilgisi verilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
cin sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
cin sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
29 Haziran 2013 Cumartesi
23 Mart 2015 Pazartesi
Cin s. İle İlgili Bir Tefekkür Çalışması : 8-17 Ayetler
Bundan
önceki iki yazımızda CİN Suresi'ne giriş ve 1-7. ayetler arasını
tefekkür etmeye çalışmıştık. Bu yazımızda 8-17. ayetler arasını tefekkür
etmeye gayret edeceğiz.
Ve ennâ le mesnes semâe fe vecednâhâ muliet haresen şedîden ve şuhubâ(şuhuben).
[072.008] «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.»
Ve ennâ kunnâ nak’udu minhâ mekâıde lis sem’i fe men yestemiıl âne yecid lehu şihâben rasadâ(rasaden).
[072.009]
«Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi
kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın) buluyor.»
Bu iki ayeti anlayabilmek için yine Kur'an'a müracat ederek ilgili ayetleri alt alta koymak gerekmektedir.
[015.016-18]
And olsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakanlar için
donattık. Onları, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk. Ancak o
ki, kulak hırsızlık etmiş olur. Artık onu da apaçık bir ateş parçası
takip eder.
[037.006-10] Şüphesiz Biz,
yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve itaatten çıkmış her azgın
şeytandan koruduk; Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak
veremezler. Her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar. Ve onlar için
sürekli bir azap vardır. Ancak bir çalıp çarpan müstesna. Ona da hemen
bir parça ateş parçası ulaşıverir.
[067.005] And
olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onları şeytanlar için
taşlamalar yaptık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.
Yukarıda
verdiğimiz ayet meallerinde teşbihi bir anlatım metodu ile vahyin geliş
yolunun gayet güvenli olduğu, yolda herhangi bir eşkiya veya gasıp
saldırısına maruz kalmadan emin bir şekilde yerine ulaştığı
anlatılmaktadır.
Vahiy bilindiği üzere
Allah(c.c) > Vahiy Meleği > Muhammed(a.s) şeklinde bir yol takibi
ile bizlere ulaşmıştır. Allah(c.c)'nin "melek elçi"ye verdiği vahyin,
yolda herhangi bir eşkiya saldırısına uğramadan, yani cin veya
şeytanların ilave veya katmalarına maruz kalmadan, emin bir şekilde
sahibine ulaşmakta olduğunu bu ayetlerden öğrenmekteyiz. 8. ve 9.
ayetler vahyin ve Elçi'nin güvenlik yönünden hiçbir şekilde vahye gölge
düşürecek eylemlere maruz kalmadığını, onların böyle bir eyleme güç
yetiremeyeceğini yine cinlerin lisanı üzerinden beyan etmektedir.
9.
ayeti okuduğumuz zaman, sanki cinlerin şimdi yapamadıkları bir şeyi
önceden yapıyorlarmış gibi bir algı oluşmaktadır. Bu ayeti, vahyin nazil
olma süreci ile ilgili olarak düşündüğümüz zaman kafada bu tür bir soru
oluşmasına gerek kalmayacaktır.
Bu bağlamda
müşriklerin sünneti olarak ifade edebileceğimiz ve bütün elçiler için
yaptıkları "mecnun" (cinlenmiş) suçlamalarını ele almakta fayda vardır.
Mekke'li müşriklerin yaşantılarında önemli rol oynayan kahinler,
cinlerle irtibat kurarak gaybdan haber aldıklarını iddia ederlerdi.
Muhammed(a.s)'ın okuduğu vahiy sebebi ile ona cinlenmiş suçlamaları
yapılarak, okuduklarının cinler tarafından ona ilham edildiği iddia
edilmiştir.
[026.027] (Fir'avun da) «Dedi ki: «Size gönderilmiş olan resûIünüz, şüphe yok ki elbette bir mecnûndur.»
[015.006] Bir de ey o kendisine zikr indirilmiş olan, dediler: mutlaka sen mecnunsun!
[037.036] Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı
[051.052] İşte böyle; onlardan öncekiler de herhangi bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onlar da: «Büyücü veya cinlenmiş» demişlerdir.
Ona
yüklenen mecnunluk iddiaları Allah(c.c) tarafından red edilerek, vahyin
böyle bir şeyin eseri olmadığı ve tamamen Allah(c.c)'nin korumasında
olduğu beyan edilmiştir.
[052.029] O halde anlatıp öğüt vermeye devam et; çünkü sen, Rabbinin nimeti hakkı için, ne kahinsin ne de mecnun!
[068.002] Sen, Rabbinin nimetiyle bir mecnun değilsin.
[081.022] Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
8.ve
9. ayetlerde yine cinlerin lisanından, vahyin izlediği yol üzerinde
onların hiçbir şekilde müdahale imkanları olmadığı, vahyin emin bir
şekilde yerine ulaştığı, vahiy inen "beşer elçi"ye karşı onların hiç bir
müdahaleleri olmadığı söylenmektedir.
Ve ennâ lâ nedrî eşerrun urîde bi men fîl ardı em erâde bi him rabbuhum reşedâ(reşeden).
[072.010] «Yeryüzünde olanlara şer mi murad edildi, yahut Rableri onlara rüşd mü dilemiştir, doğrusu biz bilemeyiz.»
Gaybı
öğrenme isteği, insanın öteden beri var olan bir hastalığıdır. Bu
hastalıklarını iyi bilen cin tayfası, onları kendilerine bağlamak için
gaybdan haber verdiklerini iddia ederek onları saptırmışlardır. Kendi
lisanları üzerinden onların böyle bir bilgiye sahip olmadıkları haber
verilerek, bu tür bilgilerin sadece yalan haber olduğu vurgusu
yapılmaktadır. Surenin 26. ayetinde gayb bilgisinin sadece Allah katında
olduğu ve bu bilgiyi vereceği insanların sadece elçileri olduğu beyan
edilerek, kim olursa olsun "Bende gaybi bilgi var" şeklindeki
iddiaların ancak yalan bilgiden ibaret olduğunun bilinmesi gerektiği
haber verilmektedir. SEBE 14 ayetinde de aynı vurgu yapılarak cinlerin
gaybı bilmesi gibi bir durumlarının söz konusu olmadığı haber
verilmektedir.
[034.014] Süleyman'ın
ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir
ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı
bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.
Rabbimiz
bütün yarattıkları için "rüşd" yoluna gitmelerini diler ancak bu
dilemesi kullarını zorlayıcı bir durum arz etmez. Kullarını kendi
iradeleri doğrultusunda yapmış oldukları, "rüşd" veya "ğayy" yolundan
hangisini seçerlerse bu yolda yürümelerini sağlar. Hangi yolu
seçerlerse, ona göre karşılığını alırlar. Yaratılmışlardan hiçbir kimse
gelecek ile ilgili olarak herhangi bir bilgiye asla sahip olamaz. Gayb
konusunu surenin 26. ayetinde daha geniş ele almaya çalışacağız.
Ve ennâ minnes sâlihûne ve minnâ dûne zâlik(zâlike), kunnâ tarâika kıdedâ(kıdeden).
[072.011]
«Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bizden bunun dışında
(ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları
olmuşuz.»
Bu ayette; cinlerin de tıpkı insanlar
gibi fırka fırka olduğu, Mekkeliler'i şirke sürükleyen cinlerin salih
olmayanlar olduğu hatırlatması yapılmaktadır. Mekkeliler'e hitaben, "Sizlerin tabi olduğunuz cinler, salih olmayan fırka mensupları olup sizi ancak cehenneme çağırmaktan başka şey yapmazlar" mesajı vermektedirler.
Ve ennâ zanennâ en len nu’cizallâhe fîl ardı ve len nu’cizehu herebâ(hereben).
[072.012] «Biz
şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmak
suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık.»
Allah(c.c)'nin
dinini inkar ederek başka yollara tabi olanlara vaadedilen cezanın
süreye bağlanmış olması, müşrikler nazarında bu azap sözünün yalan
olduğu gibi bir düşünce oluşmasına sebep olmuştur. Allah(c.c) bir
kulunun günahı işlediği anda cezasını verseydi, kulun tevbe ederek geri
dönme imkanı kalmazdı. Allah(c.c)'nin kullarına böyle bir zaman tanıması
onların hayrına olup, onun böyle bir acziyet içinde olmadığı birçok
ayette beyan edilmiştir.
[008.059] İnkar edenler, asla öne geçtiklerini sanmasınlar, çünkü onlar bizi aciz bırakamayacaklardır.
[006.134] Size vadedilen, mutlaka yerine gelecektir; siz O'nu aciz kılamazsınız.
RAHMAN
33 ayetinde ise O'nun mülk sınırlarından başka bir mülk sınırına geçmek
gibi bir şansımız olmadığı hatırlatılarak, kaçarak kurtulmak gibi bir
durumun asla olmadığı hatırlatılmaktadır.
[055.033]
Ey cin ve insan topluluğu; göklerin ve yerin çevresinden geçip gitmeye
gücünüz yetiyorsa geçip gidin. Ama üstün bir güç olmadan geçemezsiniz.
Ve ennâ lemmâ semi’nel hudâ âmennâ bih(bihî), fe men yu’min bi rabbihî fe lâ yehâfu bahsen ve lâ rehekâ(rehekan).
[072.013] Doğrusu
biz, o hidayeti (Kur'an'ı) işitince ona iman ettik. Kim Rabbine iman
ederse, artık ne bir (ecrinin) eksikliğe uğratılmasından ne de haksızlık
edilmesinden korkar.
Kur'an'ı işittikleri
zaman inkarcı bir tavır takınanlar ile ilgili ayetleri hatırladığımız
zaman, bu ayetin mesajı daha kolay anlaşılacaktır.
[008.031] Ayetlerimiz
onlara okunduğu zaman, «İşittik, işittik! İstesek biz de aynını
söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır» derlerdi.
[008.021] Ve: «Biz işittik» dedikleri halde, gerçekte işitmeyenler gibi olmayın;
[068.015] Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.
Halbuki Kur'an işitildiği zaman verilmesi gereken böyle bir tepki değil, aşağıdaki ayetlerde gördüğümüz tepkiler olmalıydı.
[005.083]
Resûle indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı
gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: «Rabbimiz! İman
ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz.»
[032.015] Bizim
âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt
verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd
ile tesbih ederler.
[025.073] Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.
[017.107]
De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan
önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur'an) okununca, derhal yüz
üstü secdeye kapanırlar.
Amellerin eksiltme
veya haksızlık yapılmadan karşılığının verilmesi iman edenler veya
etmeyenler için aynıdır. Dünya hayatında işlenen bütün amellerin
karşılığının nasıl ödeneceği ile ilgili ayetlerden birkaç örnek
okuduğumuzda bunu görebiliriz.
[020.112] İnanmış olarak, yararlı işler işleyen kimse, haksızlıktan ve hakkının yeneceğinden korkmaz.
[099.7-8] Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.
[004.040] Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat arttırır ve yapana büyük ecir verir.
[021.047] Kıyamet
günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa
uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap
gören olarak Biz yeteriz.
[031.016]
Lokman: «Ey oğulcuğum! İşlediğin şey, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa
da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde
bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Latif'tir,
haberdardır».
Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn(kâsitûne), fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ(reşeden).
[072.014]
«Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte
(Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu'
araştırıp-bulanlardır.»
Ayette "el-muslimûne"
ve "el-kasitûne" olarak isimlendirilen iki gruptan bahsedilmektedir.
"el-kasitûne" olarak bahsedilen grubu anlamak için, surenin 4. ayetine
geri dönmemiz gerekmektedir. 4. ayet içinde geçen "şetaten" kelimesi "zalimce, haksızca, adaletsizce,
zorbaca davranış" anlamındadır. 14. ayet içindeki "kasitun" kelimesi "haksızca, zorbaca, adaletsizce davranış"
demek olup bu şekil davrananların adı "el-kasitun"dur. "el-muslimun"
kelimesi ise bunun karşıtı olarak kullanıldığına göre, "el-kasitun"dan
olmayı gerektirecek davranışların tersini yapanların adı
"el-muslimun"dur.
Ayette "rüşd" yolunun nereden geçtiği de beyan edilmektedir. "Rüşd" kelimesi "insanın bozuk ve fasid bir inanıştan dolayı cahilce hareket etmesi" anlamına gelen "ğayye" kelimesinin zıddı bir kelime olup, "hidayet" kelimesi ile aynı anlamdadır. "Hidayet" kelimesi "bir kimseye doğru yolu tutmasına takip etmesine vesile olmak" anlamında olup, "dış ve iç afetlerden, belalardan, dertlerden uzak olmak"
anlamına gelen "esleme" kelimesi ile bunları birleştirecek olursak;
cahilce bir inançtan sakınıp doğru bir yol üzerinde yürümenin tek çaresi
Allaha teslim olmak yani "müslim"lerden olmaktır.
Ve emmel kâsitûne fe kânû li cehenneme hatabâ(hataban).
[072.015] Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.
Doğru yolun tersi istikametinde gidenlerin alacağı karşılık birçok yerde beyan edildiği gibi burada da beyan edilmektedir.
[002.024] Yapamazsanız --ki yapamayacaksınız-- o takdirde, inkar edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının.
[066.006] Ey
inananlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakıtı
insanlar ve taşlardır. Onun başında gayet katı, şiddetli, Allah'ın
kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan
melekler vardır.
Ve en levistekâmû alet tarîkati le eskaynâhum mâen gadekâ(gadekan).
[072.016] Onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette kendilerini bol bir su ile suvarırdık.
Ayet içinde geçen "tarikat" kelimesi "ayaklarla 'tark tark tark' diye vurularak gidilen yol" anlamında bir kelime olup, terim olarak "kişinin doğru veya yanlış bir fiili işlerken tuttuğu yol" anlamındadır.
"İstikamet" kelimesi ise "doğru bir çizgi üzerinde olan yol"la ilgili bir kelime olup "doğru bir yolda yürüyenlere bol su verilmesi ne anlama gelir?" sorusunun cevabı olarak şunları söylemek mümkündür.
Kişinin
istikamet üzere bir yol üzerinde gitmiş olması, herhangi bir yanlış
yola sapmaması anlamına gelir. Böylece bu yol üzerinde gitmeyi hayatının
her safhasında uygulama alanına geçirmesi sonucunda yanlış kararlar
vermez ve bu doğru kararlar ile yürüdüğü yolda her bakımdan başarı
kazanır. Bu başarısı dünya hayatında ona hem dünyevi, hem uhrevi
bakımdan kazanç getirir.
Li neftinehum fîh(fîhi), ve men yu’rıd an zikri rabbihî yeslukhu azâben saadâ(saaden).
[072.017] Bu
nimetimiz onları imtihan etmek içindir. Kim Rabbini hatırlamaktan yüz
çevirirse Allah onu git gide artan çetin bir azaba sokar.
Ayet içinde geçen "fitne" kelimesi "altının kaç ayar olduğunun belirlenmesi için ateşe sokulması" anlamında olup terim anlamı olarak "insanın kaç ayar olduğunun belirlenmesi için bir takım denemelere tabi tutulması" anlamındadır.
Bir
çok ayette insanın yaşadığı hayat içinde başına gelen her türlü olayın
"imtihan" olgusu dahilinde değerlendirilmesi gerektiği, dünya hayatında
bu imtihanı başarı ile geçenlerin Ahiret hayatında mutlu bir hayat
süreceklerini Rabbimiz vâdetmiştir. Kişi, elinde olan mal ve servetin
bir imtihan olduğu bilincinde olarak doğru bir yol üzerinden sapmadığı
müddetçe alacağı karşılık yine bir çok ayette beyan edilmiştir.
[002.155] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
[057.020] Bilin
ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok
mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği,
ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı
olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır.
Allah'ın hoşnudluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece
aldatıcı bir geçinmedir.
[006.032] Dünya hayatı sadece oyun ve oyalanmadır; ahiret yurdu, sakınanlar için daha iyidir. Düşünmüyor musunuz?
[047.036] Doğrusu
dünya hayatı oyun ve oyalanmadır. Eğer inanır ve Allah'a karşı
gelmekten sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir; O, sizin mallarınızı
tamamen sarfetmenizi istemez.
CİN Suresi 8-17.
ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızın devamı olan 18-28.
ayetleri arasını gelecek yazımızda ele almaya gayret edeceğiz.
--Devam edecek--
25 Mart 2015 Çarşamba
Cin s. İle İlgili Bir Tefekkür Çalışması: 25-28.Ayetler
CİN
Suresi ile ilgili olarak bundan önceki yazılarımızda Sure'nin 24.
ayetine kadar tefekkür etmeye gayret etmiştik. Bu yazımızda Sure'nin
geri kalan ayetlerini tefekkür etmeye gayret edeceğiz.
Kul in edrî e karîbun mâ tûadûne em yec’alu lehu rabbî emedâ(emedan)
[072.025] De ki: Size vaadedilen yakın mıdır, yoksa Rabbım onu uzun süreli mi kılmıştır bilemiyorum.
Elçilerin
kavimlerine olan tebliğlerinde öne çıkan unsur; onların inkarlarına
karşılık helak edilme tehditleri ve yeniden diriliştir. Müşrik
muhataplar bunları red ederek bir nevi rest çekerek elçilere "Sözünüzde sadıksanız tehdit ettiğinizi getirin" şeklinde ifadeler kullanmışlardır.
[008.032] Bir
de: «Ey Allah'ımız, eğer bu (Kur'an) bir gerçek olarak Senin katından
ise, gök yüzünden üstümüze taş yağdır veya acıklı bir azab getir
(bakalım) .» demişlerdi.
[010.048-9] «Ne
zamandır bu va'dedilen (azap); eğer doğru söylüyorsanız?» diyorlar. De
ki: «Ben Allah'ın dilediğinin dışında kendi kendime ne bir yarar, ne de
bir zarara malikim!» Her ümmetin bir eceli vardır; ecelleri gelince
artık bir an geride kalamazlar, ileri de gidemezler.
[017.051] Veya
gözünüzde büyüttüğünüz bir yaratık olun. Diyecekler ki: Bizi tekrar kim
diriltir? De ki: Sizi ilk defa yaratmış olan. Sana başlarını
sallayacaklar ve ne zaman o? diyecekler. De ki: Yakın olması umulur.
[021.038] «Doğru sözlü iseniz bildirin bu tehdit ne zamandır?» derler.
Muhammed(a.s);
sadece bir elçi olması sebebi ile gayb hakkında herhangi bir bilgisi
bulunmadığını, görevinin sadece aldığı vahyi iletmek olduğunu, saat
konusunda herhangi bir bilgisi olmadığını birçok ayette gördüğümüz gibi
ifade etmektedir.
[021.109] Eğer yüz çevirirlerse, de ki: «Size düpedüz açıkladım; tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı uzak mı olduğunu bilmem.»
[021.111] Bilmem. Belki bu, sizin için bir deneme ve bir süreye kadar yararlanmadır.
[046.009] De
ki: «Ben peygamberlerden bir türedi değilim, bana ve size ne
yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana
uymaktayım ve ben, apaçık bir uyarıcı-korkutucudan başkası değilim.»
Gelecek ayetler, gayb bilgisinin kime, ne kadar açılacağı ile ilgilidir.
Âlimul gaybi fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ(ehaden)
[072.026] Gaybı bilendir. Gaybını kimseye açıklamaz.
"Ğayb" kelimesi "algıdan ve insanın bilgisine saklı kalan şeylerle"
ilgili olarak kullanılır. Ğayb bilgisinin sadece O'nun yanında olduğu
ile birkaç ayet örneği ile 26. ayeti biraz daha pekiştirelim.
[006.059]
Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve
denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi,
yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[010.020] Bir
de «Ona Rabbinden daha başka bir âyet indirilse ya!» diyorlar. De ki:
«Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de
sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz.»
[011.123] Göklerin
ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün işler O'na döndürülür. Öyleyse
O'na kulluk et, O'na güven. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.
[016.077] Göklerin
ve yerin gaybı Allah'a aittir, kıyamet saatinin kopuşu bir göz kırpması
kadar veya daha çabuk bir zaman içinde olur. Şüphesiz Allah her şeye
Kadir'dir.
[027.065] De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
Gayb
bilgisinin sadece kendi yanında olduğunu daha birçok ayette beyan eden
Rabbimiz, buna bir istisna getirerek kime, nasıl ve ne kadar açtığını
devam eden ayetlerde beyan etmektedir.
İllâ menirtedâ min resûlin fe innehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihî rasadâ(rasaden)
[072.027] Ancak
elçileri içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka. Çünkü O, bunun
önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici) ler dizer.
[003.179] Allah,
murdar olanı, temiz olandan ayırd edinceye kadar mü'minleri, sizin
kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Allah sizi
gayb üzerine muttali kılacak da değildir. Ama Allah, peygamberlerinden
dilediğini seçer. Öyleyse siz de Allah'a ve Resulüne iman edin. Eğer
iman eder ve korkup-sakınırsanız, sizin için büyük bir ecir vardır.
Allah(c.c),
gaybını seçtiği elçiler dışında kimseye açmayacağını beyan etmektedir.
Bu durumu Muhammed(a.s) bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir durum
ortaya çıkar; Muhammed(a.s)'ın gaybe muttali olması demek, onun Kur'an
harici bir gayb bilgisine sahip olması anlamına asla gelmez. Ayetlerde
gaybı bilmediği kendi ağzından bildirilmektedir.
[006.050] De
ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da
bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana
uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188] De
ki; ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka bir yarar ya da zarar
dokunduracak güçte değilim. Eğer görünmeyeni, gaybı bilseydim, daha çok
iyilik elde ederdim. Ve başıma hiçbir kötülük gelmezdi. Ben sadece
müminler toplumuna seslenen bir uyarıcı ve müjdeciyim.
Kendi ağzından "Ben gaybı bilmem" diyen bir elçinin ümmeti olarak bizler "Sen bilmezsen biz sana bildirttiririz"
diyerek onun ağzından birçok uydurma rivayetlerle onun gayb hakkındaki
bilgilerini(!) aktararak, kendi düşüncelerimizi ona tasdik ettirmeyi
maalesef başarmışız. Ancak Muhammed(a.s)'ın gayb bilgisi Kur'an
haricinde olmadığı yine ona Kur'an içinde vahyedilen ayetler ile gayb
bilgisine sahip olduğu ayan beyan ayetlerde görülmektedir.
[003.044] Bu
Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak
diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin, çekişirlerken de
orada bulunmadın.
[011.049] İşte
bunlar, sana vahyile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce
onları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, iyi sonuç
Allah'tan korkanlarındır.
[012.102] İşte
bu (Yusuf kıssası) gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar
hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında
değildin (ki bunları bilesin).
[028.044-46]
Musa'ya o emri vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun,
olayı görenlerden de değildin.Ama biz nice nesiller var etmiştik. Sen,
Medyen halkı arasında bulunup, onlara ayetlerimizi okumuyordun, fakat o
haberleri sana gönderen Biziz. Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un
yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir
toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki
düşünürler.
Kerametleri
müritlerinden menkul din baronları, tabiileri üzerindeki karizmalarını
devam ettirmek için kendilerine bu tür bilgilerin verildiğini iddia
ederler ki bu iddia tamamen iftira mahiyetindedir. Allah(c.c)'nin
gaybını bile sadece Kur'an ayetleri haricinde açmadığı Elçisi'ne,
açılmayan gayb bilgisinin kendilerine vahy yolu ile açıldığı iddiası,
iddia sahiplerinin itikatlarında derin yaralar açar. Ayet içinde geçen "Razı olduğu Resuller"in istisna edilmesi istismara uğrayarak "Razı olduğu şeyhler"e dönüştürülmüş ve ortaya gayb bilgisine sahip olduğunu iddia eden bir sürü soytarı türemiştir.
Rivayet
kitapların önemli yer tutan "Gaybî Hadisler"in tamamı uydurma
kategorisine dahil olup, bu rivayetlerin bir çoğu fırka veya mezhepleri
kötüleyici veya takdir edici olup, fırka mensuplarının indi
düşüncelerini Muhammed (a.s) üzerinden temize çıkarmak veya karşı tarafı
onun üzerinden mahkum etmek amacına matuftur.
Ayetin ikinci cümlesi olan "Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer."
ayetini anlamak için yine Kur'anın diğer ayetlerine müracaat etmek
gerekmektedir. "Gözetleyici" olarak ifade edilen durum, sadece elçiler
için geçerli değildir. Bütün insanlar için geçerli olan bir durum olan
ve "gözetleyiciler" tarafından her anının kayıt altına alındığı
şeklindeki bilgiler Kur'anın diğer ayetlerinde mevcuttur.
[013.011] İnsanı
önünden ve arkasından izleyen (melekler) vardır, onu Allah'ın emri ile
gözetlerler. Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun
konumunu değiştirmez. Allah, bir toplumun herhangi bir kötülüğe
uğramasını dileyince, onu hiç kimse önleyemez. İnsanların Allah'dan
başka hiçbir koruyucusu, kayırıcısı yoktur.
[050.016-8]
And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda
yerleşmiş iki kayıtçı vardır. Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki
yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve
yaptığını kaydetmiş olmasın.
[045.029] «Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.»
[010.021] İnsanlara
darlık geldikten sonra onlara bolluğu taddırdığımızda, hemen
ayetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar; onlara de ki: «Hile yapanın
cezasını vermekte Allah daha çabuktur.» Elçi meleklerimiz kurduğunuz
tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadırlar.
[054.052] İnsanların yaptıkları her şey kitablarda kayıtlıdır.
[021.094] İnanmış olarak yararlı iş işleyenin ameli inkar edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.
[007.007] And olsun ki, yaptıklarını kendilerine bir bir anlatacağız, zira onlardan uzak değildik.
Bütün
insanlar gibi Muhammed(a.s)'ın da yaşadığı hayat içinde yapmış
oldukları kayıt altına alınarak, hesap günü onun karşısına çıkacaktır.
Li ya’leme en kad eblegû rısâlâti rabbihim ve ehâta bimâ ledeyhim ve ahsâ kulle şey’in adedâ(adeden)
[072.028]
Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini
hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah) onların nezdinde olup
bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır
(kaydetmiştir).
Elçilerin
görevinin; Rablerinin onlara yüklediği "risalet" vazifesini tebliğ
etmek olduğu birçok ayette beyan edilmiş ve bu vazifelerine hakkı ile
riayet ettikleri haber verilmiştir. Bu durum önceki elçilerin
ağızlarından şu şekilde aktarılmaktadır.
[007.062]
(Nuh)«Size Rabbimin risâletlerini (dinine ait hükümleri) tebliğ
ediyorum ve sizin için hayırhâh bulunuyorum ve ben Allah Teâlâ'dan sizin
bilmediklerinizi biliyorum.»
[007.068] (Hud) «Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için bir emin öğüt vericiyim.»
[007.079]
(Salih) Artık onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: «Ey kavmim! Ben size
Rabbimin risâletini muhakkak ki, tebliğ ettim ve sizin için öğüt verdim.
Velâkin siz hayırhâh olanları sevmezsiniz.»
[007.093]
(Şuayb) O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: «Ey kavmim andolsun,
size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben,
küfre sapan bir topluluğa karşı nasıl üzülebilirim?»
[033.039] Ki
onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan
içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden
korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter.
[005.067] Ey
Peygamber! Sana Rabbinden indirilmiş olanı tebliğ et. Ve eğer yapmaz
isen O'nun risâletini tebliğ etmiş olmazsın. Ve Allah Teâlâ seni nâsdan
korur. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kâfir olan bir kavme hidâyet etmez.
Allah(c.c)
sadece elçi kullarını değil, bütün kullarını çepeçevre kuşatarak
onların bütün yaptıklarını saydığını diğer ayetlerde de beyan
etmektedir.
[018.049] Amel
defteri ortaya konunca, suçluların, onda yazılı olanlardan
korktuklarını görürsün, «Vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da
küçük büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış!» derler. İşlediklerini
hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez.
[019.093-94] Göklerde
ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân'a gelecektir.O,
bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tesbit etmiştir.
[036.012] Gerçekten
Biz Biziz, ölüleri diriltiriz; önden gönderdiklerim ve bıraktıktan
eserleri kitaba geçiririz. Zaten herşeyi açık bir kütükte «İmam-ı Mübin»
de de ihsa (sayıp tesbit) etmişizdir.
Sonuç
olarak; CİN Suresi ayetlerini tefekkür etmeye çalıştığımız bu
yazılarımızda öne çıkan vurgu diğer Kur'an surelerinde olduğu gibi
tevhid ve şirk merkezli bir anlatımdır. Bu surede özellikle Mekkelilerin
cinlere verdikleri değer ve cinlerin Mekkelileri şirke sürüklemesi göz
önüne alınarak, onların lisanı üzerinden onlara tevhid çağrısı
yapılmaktadır. Ayetlerin tarihsel arka planı böyle olmasına rağmen,
tevhid çağrısının evrensel olması nedeniyle bu ayetler çağlar boyunca
bizler için birer yol gösterici olacaktır.
Modernist
düşünce sahiplerinin cin düşüncesi olan, cinlerin insan oldukları hatta
bu suredeki cinlerin Yahudiler olduğu düşüncesi, kendi içinde şöyle bir
çelişkiyi barındırmaktadır. Ayette Kur'an dinleyen cinlerden
"Yahudiler" olarak bahsedilmemektedir. Peki "bu düşüncenin kaynağı nerede?"
denilince, cevap olarak rivayetler ortaya konulmaktadır. Rivayetler
konusunda dikkatli olan bir düşüncenin, bazı konularda rivayetlere
sarılmış olmasının çelişkili bir durum olduğunu hatırlatmak isteriz. CİN
Suresini okurken tartışılması gereken; cinlerin ne olduğu veya ne
olmadığı değil, Kur'an'ın anlatım sanatı dahilinde vermek istediği
mesaja odaklanmak gerektiğini bir kere daha hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Eylül 2017 Cumartesi
Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar
Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Ağustos 2015 Cumartesi
Felak ve Nas : Akidemizi Belirleyen İki Sure
Kur'anın temel çağrısı , sadece Allah (c.c) yi Rab , İlah ve Melik olarak kabul etmek üzerine kurulmuş bir çağrı olup , gönderilmiş bütün Elçilerin amacı, bu bilgilerin yeniden onlar aracılığı ile yeniden hatırlatılmasıdır. Muhammmed (a.s) ve Kur'an bu çağrıyı tekrarlayan en son hatırlatıcılar olmasına rağmen , Kur'an hakkındaki yanlış okumalar bu iki sure ile ilgili tekrarlanmış olup, üfürükçülere karşı bir alternatif üfürükçülük suresi olarak tefsirlerimizde yapılan ağırlık yorumlarda bu merkezli bir okumaya tabi tutulmuştur.
"Muavvizeteyn" yani iki sığınma suresi olarak adlandırılan bu iki sure maalesef bu isme uygun bir okuma yerine büyü ve sihirden korunmak için okunan ve anlamı üzerinde pek düşünülme gereği duyulmayan iki suredir.
Tefsirlere baktığımızda , surelerin iniş mekanı olarak "Mekke" veya "Medine" olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Surelerin uslubunun Mekke de inen surelerin benzeri olması , Mekke de inmiş olması düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Medine de indiğini iddia eden düşüncenin, bu surelerin Muhammed (a.s) a sihir yapılması üzerine indiği yönündeki düşünceleri göz önüne alarak iddia etmiş olması düşüncesine katılmadığımızı söylemek isteriz. Muhammed (a.s) büyü yapıldığı iddiaları , karizmatik bir yapıya büründürülmüş olan "Müslim" in sahihi gibi hadis kitaplarında yer almasına rağmen , büyü ile ilgili rivayetler ilk dönem hadisçiler tarafından dahi red edilerek Müslim de yer alan bu rivayetin doğru olmadığı ifade edilmiştir.
Her iki sure "Qul euzu" (De ki sığınırım) diye başlamakta ve devam eden Ayetlerinde sığınmanın kime ve kimden olması gerektiği beyan edilmektedir. Burada ortaya çıkan önemli bir nokta , insanın sığınmaya muhtaç bir fıtrat üzerine yaratılmış olduğu vurgusu olup bu sığınma ihtiyacının yanlış adreslerde giderilme arzusu "Şirk" dediğimiz olguyu ortaya çıkarmıştır. Bir çok Ayette olduğu gibi , bu iki sure içindeki Ayetler sığınılması gereken doğru adresi göstermektedir.
Mekke toplumunun düşünce ve inanç arka planına baktığımızda adına "Şirk" denilen ve Allah (c.c) nin dışında sığınılacak merciler arandığını görmekteyiz.Mekke toplumundaki bu yanlış adres , Cin s. 6. Ayetinde şu şekilde anlatılarak konumuz olan surelerin çağrısının muhatapları olanların düşünce arka planı göz önüne serilmektedir.
[072.006] «Gerçekten, bir takım insanlar, cinlerin bir takımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.»
Surelerde, Kur'anın temel kavramları olan Rab , Melik , İlah kelimelerinin anlam alanları üzerinde biraz düşündüğümüzde , bu kelimeler ile ifade edilen anlamların Allah (c.c) ye hasredilme sebebi anlaşılacaktır.
"Rab" kelimesi ; "Bir nesneyi kemal ve olgunluk sınırına ulaşıncaya kadar , aşama aşama tedricen inşa etmek , besleyip büyütmek , yetiştirmek" anlamına gelir.
"Melik" kelimesi ; "İnsanlar arasında emrederek , buyurarak , ve nehyederek , yasaklayarak tasarrufta bulunmak" anlamında olup , özellikle akıl sahiplerinin yönetilmesi ile ilgili olarak kullanılır.
"İlah" kelimesi ;"Kulluk edilen şey" anlamındadır.
"Alemlerin Rabbi" terkibi şeklinde kullanımın Kur'anın bir çok yerinde tekrar edilmiş olması, yarattığı her şeyin üzerinde besleyip , büyütmesi onların üzerinde belirlenmiş bir ecele kadar hüküm sahibi olması anlamına gelir.
İnsanların Rabbi , Meliki , İlahı olması demek onlar ile ilgili olan herşeyi sadece onun vaaz yetkisinin olması ve yegane sığınılacak mercinin sadece o olması gerektiği anlamına gelmektedir.
İnsanlar fıtri olarak , kendilerinden daha üstün bir güç karşısında boyun eğmek itiyadında yaratılmış olan varlıklardır. Allah (c.c) bu üstünlüğün sadece kendisinde olduğunu beyan ederek , kendisinden başkasına yapılan üstün görme şeklindeki tazim'in "Şirk" olduğunu ve cezasının ebedi Cehennem olduğun beyan etmiştir.
Allah (c.c) insanlar üzerinde hükmetmek yetkisine sahip olmak için , onları ve onların dışındaki her şeyi yaratmak gibi bir vasfa sahip olunması gerektiğini bir çok Ayette vurgulayarak , bu vasıflara sahip olanın sadece kendisi olduğu , dolayısı ile kulları üzerinde hüküm sahibi olmak yetksinin sadece kendisinde olması gerektiğini haber vermektedir.
Ancak insanlar Allah (c.c) nin Rabliği ve İlahlığını red ederek , kendileri gibi yaratılmış olanları Rab ve İlah olarak benimseme yoluna giderek sapmışlar ve bun sapkınlıkları düzeltmek için , bir çok Elçi göndererek gerçek İlah ve Rabbın kendisi olduğunu bizlere bildirmiştir.
"Karanlığın şerrinden" sığınılması gerekenin kendisi olduğunu Felak suresi içinde beyan eden rabbimiz , "Karanlık" kelimesini Kur'anın bir çok yerinde mecaz anlamda kullanarak , bu karanlıktan kurtulmanın adresini "Nur" olarak ifade ettiği Kur'an olarak göstermiştir. Karanlığı doğru yolu bulamamak , yolda kaybolmak , doğru yoldan sapmak olarak tarif eden Rabbimiz , Aydınlığı yani Nur'u doğru yolu bulmanın bir aracı olarak beyan etmiştir.
Felak s. 4. Ayeti olan " Ve min şerrinneffesati fil ukadi" cümlesini , "Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden" şeklinde meallendirildiğini görmekteyiz. Bu şekil bir mealin anlamı tam olarak ifade edemediğini söyleyebiliriz. Sureleri alternatif bir karşı üfürükçülük olarak okumanın bir yansıması olduğunu düşündüğümüz bu tür çeviriler, anlamı daraltarak verilmek istenen mesajın yansıtılamamasına sebeb olmaktadır. Ayet içinde geçen kelimeleri tahlil ettiğimiz zaman verilmek istenen mesajın daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.
"El akdü" kelimesi ; "Bir şeyin uçlarını bir araya toplamak" anlamındadır. "Ukad" kelimesi , "Ukdetün" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime Bakara s. 235. ve 237. Ayetlerde "Ukdetünnikahi" (Nikah bağı sözleşmesi) şeklinde geçmektedir . Bu kelimeye "Sözleşme" anlamı vermenin yanlış olmayacağını düşünüyoruz. "Akide" kelimesi dilimizde inanç kuralları olarak bilinen bir kelimedir.
"Neffasat" kelimesinin türediği "Ennefsü ( S harfi "sin" değil peltek s dir) ; "Tükürmek" anlamındadır , yılanın zehir atması bu kelime ile ifade edilmektedir.
Bu anlamları toparlayacak olursak "Sözleşmelere tükürenlerin şerrinden" olarak anlamlandırabileceğimiz 4. Ayet'te , Allah (c.c) ile olan iman sözleşmemizi yani akidemizi bozarak bizi "Şirk" bataklığına sürükleyen her şeyin şerrinden , Rabbimiz olan Allah (c.c) ye sığınmak gerektiği hatırlatılmaktadır.
Bu sığınma onun Muhammed (a.s) ile indirmiş olduğu Kitabın muhteviyatına tabi olmak ile gerçekleşeceği muhakkaktır. Bu sığınmanın, sureleri sağımıza solumuza üfleyerek gerçekleşeceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Rabbimiz bizlere "De ki" şeklinde bir emir buyurmuş olması bu demenin sadece lafzi bir tekrar ile değil bu lafızlardaki Ayetlerin hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulur.
Felak s. 1 - De ki yaran Rabbe sığınırım.
Peki Rabbimiz neyi yarar ?
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
[006.095] Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır; ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?
[006.096] Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. Geceyi dinlenmeniz, güneş ve ayı da vakitlerinizi hesaplamak için O yarattı. İşte bütün bunlar, azîz ve alîm (mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen) Allah’ın takdiridir.
Denizi , taneyi , çekirdeği , karanlığı yarmak Allah (c.c) den başkasının asla güç yetiremeyeceği şeyler olupböyle bir kudrete ondan başkasının sahip olmayacağı vurgusu yapılarak sığınılması gereken tek merci nin Allah (c.c) olduğu beyan edilmektedir.
Yaran Rabbe nelerden ve kimlerden sığınacağız ? .
2- Yarattıklarının şerrinden.
3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.
Burada "Şer" olarak ifade edilen şey gecenin kendisi değil gece yapılan işlerden ve "Gece" ve "Karanlık" olarak ifade edilen mecazi bir terim olarak insanların yollarını kaybederek küfür ve isyan karanlığına düşmesi olarak anlamak mümkündür.
4- Sözleşmelere tükürenlerin şerrinden.
Rabbimiz ile yaptığımız "İman" sözleşmesini bozmaya çalışarak onun yerine "Şirk" i ikame etmeye çalışanların şerrinden.Allah (c.c) ile yaptığımız iman sözleşmeşmesini bozmaya çalışanlar , bizler de onun yaratmış olduklarına kul olmak ve onlara sığınmak şeklinde bir akide ve inanç yerleştirmeye çalışarak bizleri "Şirk" e davet edenlerdir. Bu davetin özellikle "İslam" kisvesi altındaki kişilerden gelmiş olması bizler için en büyük tehlike olup bu tür kişilerden gelecek olan şirk davetlerine karşı uyanık olmak gerekmektedir.
5- Hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden.
"Hased" kelimesi ; "Bir nimeti onu hak eden kimsenin elinden gitmesini arzulamak , o nimeti kaldırmaya yönelik bir çaba içinde olmak" anlamındadır.
Hasedçinin hased ettiği nimet nedir ?.
[002.109] Ehl-i kitaptan birçokları kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra nefislerindeki hasetten dolayı sizi imânınızdan sonra kâfirler haline döndürmeyi temenni etmiştir. İmdi siz Allah'ın emri gelinceye kadar affediniz, serzenişte bulunmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kemaliyle kâdirdir.
İman nimetine nail olmamız nedeni ile bu imanımızı çekemeyerek bizleri kendileri gibi olmamız için ellerinden geleni yapmaya çalışanların bu amaçlarını boşa çıkarmak için iman var gücümüzle sarılmak hasedçinin şerrinden Rabbe sığınmak anlamına gelecektir.
Nas suresi 1- De ki İnsanların Rabbine sığınırım.
2- İnsanların Melikine.
3-İnsanların İlahına .
Sığınılması istenen varlık öyle bir varlıktır ki , kendisi İnsanların Rabbi , Meliki , İlahı olup onun üzerinde hiç bir şekilde güç sahibi yoktur. Bunun dışında olan herhangi bir varlığa veya nesneye yapılacak sığınmanın adı "Şirk" olacaktır.
4- Vesvese veren Hannas ın şerrinden.
"Vesvese" kelimesi ; " Gizli ve alçak sesle fısıldayarak akla bozuk ve kötü fikirler getirmek" anlamındadır.
"Hanese" kelimesi ; "gizlenen , saklanan" anlamındadır.
5- O (hannas) ki İnsanların suduruna gizlice fısıldar .
6- (O hannas) Cin den ve İnsan dan olur.
De ki , "Cin veya İnsan olup gizlice fısıldayarak , İnsanların aklına şirk ve tuğyan düşüncelerini sokarak onların ayağını Cennet ten kaydırıarak , Cehenneme girmelerini sağlayan şeytanların şerrinden İnsanların Rab , Melik , İlahı olan Allah (c.c) ye sığınırım".
Sonuç olarak ; Kur'anın temel çağrısı olan "Tevhid" in Felak ve Nas surelerinde , bizlerin şirk bataklığından bu iki surenin muhteviyatını hayata pratize ederek nasıl kurtulabileceğimiz öğretilmektedir. "De ki" diye başlaması, Ayetlerin sadece dil ile tekrarlanması anlamında değil hayat içinde uygulama alanına geçirilmesi neticesinde doğru yolun bulunacağı bilinmesi gerekmektedir.
Bu sureler maalesef akideyi belirleyen sureler olarak okunmaktan ziyade üfürükçülük gayesi ile okunarak hayata pratize edilmesi hatıra bile gelmeden okunan sureler veya kısa olduğu için alelacele namazlarda okunan sureler olarak hayatımızda pratize edilmiş olması düşündürücüdür.
Allah (c.c) den başkasını Rab , Melik , İlah olarak tanımanın ve bu tanımayı hayata aktarmanın adının "Şirk" olduğu maalesef biz Müslümanlarda ki en büyük bilgi eksikliğidir. Müslüman kisvesi altında bizleri başka Rab ve İlahlara boyun eğmeyi empoze eden sahtekarlar maalesef içimizde dolaşmakta olup bunların sahtekarlıklarının ortaya çıkması sadece Kur'anın rehber olduğu bir belirleyici ile mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Muavvizeteyn" yani iki sığınma suresi olarak adlandırılan bu iki sure maalesef bu isme uygun bir okuma yerine büyü ve sihirden korunmak için okunan ve anlamı üzerinde pek düşünülme gereği duyulmayan iki suredir.
Tefsirlere baktığımızda , surelerin iniş mekanı olarak "Mekke" veya "Medine" olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Surelerin uslubunun Mekke de inen surelerin benzeri olması , Mekke de inmiş olması düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Medine de indiğini iddia eden düşüncenin, bu surelerin Muhammed (a.s) a sihir yapılması üzerine indiği yönündeki düşünceleri göz önüne alarak iddia etmiş olması düşüncesine katılmadığımızı söylemek isteriz. Muhammed (a.s) büyü yapıldığı iddiaları , karizmatik bir yapıya büründürülmüş olan "Müslim" in sahihi gibi hadis kitaplarında yer almasına rağmen , büyü ile ilgili rivayetler ilk dönem hadisçiler tarafından dahi red edilerek Müslim de yer alan bu rivayetin doğru olmadığı ifade edilmiştir.
Her iki sure "Qul euzu" (De ki sığınırım) diye başlamakta ve devam eden Ayetlerinde sığınmanın kime ve kimden olması gerektiği beyan edilmektedir. Burada ortaya çıkan önemli bir nokta , insanın sığınmaya muhtaç bir fıtrat üzerine yaratılmış olduğu vurgusu olup bu sığınma ihtiyacının yanlış adreslerde giderilme arzusu "Şirk" dediğimiz olguyu ortaya çıkarmıştır. Bir çok Ayette olduğu gibi , bu iki sure içindeki Ayetler sığınılması gereken doğru adresi göstermektedir.
Mekke toplumunun düşünce ve inanç arka planına baktığımızda adına "Şirk" denilen ve Allah (c.c) nin dışında sığınılacak merciler arandığını görmekteyiz.Mekke toplumundaki bu yanlış adres , Cin s. 6. Ayetinde şu şekilde anlatılarak konumuz olan surelerin çağrısının muhatapları olanların düşünce arka planı göz önüne serilmektedir.
[072.006] «Gerçekten, bir takım insanlar, cinlerin bir takımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı.»
Surelerde, Kur'anın temel kavramları olan Rab , Melik , İlah kelimelerinin anlam alanları üzerinde biraz düşündüğümüzde , bu kelimeler ile ifade edilen anlamların Allah (c.c) ye hasredilme sebebi anlaşılacaktır.
"Rab" kelimesi ; "Bir nesneyi kemal ve olgunluk sınırına ulaşıncaya kadar , aşama aşama tedricen inşa etmek , besleyip büyütmek , yetiştirmek" anlamına gelir.
"Melik" kelimesi ; "İnsanlar arasında emrederek , buyurarak , ve nehyederek , yasaklayarak tasarrufta bulunmak" anlamında olup , özellikle akıl sahiplerinin yönetilmesi ile ilgili olarak kullanılır.
"İlah" kelimesi ;"Kulluk edilen şey" anlamındadır.
"Alemlerin Rabbi" terkibi şeklinde kullanımın Kur'anın bir çok yerinde tekrar edilmiş olması, yarattığı her şeyin üzerinde besleyip , büyütmesi onların üzerinde belirlenmiş bir ecele kadar hüküm sahibi olması anlamına gelir.
İnsanların Rabbi , Meliki , İlahı olması demek onlar ile ilgili olan herşeyi sadece onun vaaz yetkisinin olması ve yegane sığınılacak mercinin sadece o olması gerektiği anlamına gelmektedir.
İnsanlar fıtri olarak , kendilerinden daha üstün bir güç karşısında boyun eğmek itiyadında yaratılmış olan varlıklardır. Allah (c.c) bu üstünlüğün sadece kendisinde olduğunu beyan ederek , kendisinden başkasına yapılan üstün görme şeklindeki tazim'in "Şirk" olduğunu ve cezasının ebedi Cehennem olduğun beyan etmiştir.
Allah (c.c) insanlar üzerinde hükmetmek yetkisine sahip olmak için , onları ve onların dışındaki her şeyi yaratmak gibi bir vasfa sahip olunması gerektiğini bir çok Ayette vurgulayarak , bu vasıflara sahip olanın sadece kendisi olduğu , dolayısı ile kulları üzerinde hüküm sahibi olmak yetksinin sadece kendisinde olması gerektiğini haber vermektedir.
Ancak insanlar Allah (c.c) nin Rabliği ve İlahlığını red ederek , kendileri gibi yaratılmış olanları Rab ve İlah olarak benimseme yoluna giderek sapmışlar ve bun sapkınlıkları düzeltmek için , bir çok Elçi göndererek gerçek İlah ve Rabbın kendisi olduğunu bizlere bildirmiştir.
"Karanlığın şerrinden" sığınılması gerekenin kendisi olduğunu Felak suresi içinde beyan eden rabbimiz , "Karanlık" kelimesini Kur'anın bir çok yerinde mecaz anlamda kullanarak , bu karanlıktan kurtulmanın adresini "Nur" olarak ifade ettiği Kur'an olarak göstermiştir. Karanlığı doğru yolu bulamamak , yolda kaybolmak , doğru yoldan sapmak olarak tarif eden Rabbimiz , Aydınlığı yani Nur'u doğru yolu bulmanın bir aracı olarak beyan etmiştir.
Felak s. 4. Ayeti olan " Ve min şerrinneffesati fil ukadi" cümlesini , "Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden" şeklinde meallendirildiğini görmekteyiz. Bu şekil bir mealin anlamı tam olarak ifade edemediğini söyleyebiliriz. Sureleri alternatif bir karşı üfürükçülük olarak okumanın bir yansıması olduğunu düşündüğümüz bu tür çeviriler, anlamı daraltarak verilmek istenen mesajın yansıtılamamasına sebeb olmaktadır. Ayet içinde geçen kelimeleri tahlil ettiğimiz zaman verilmek istenen mesajın daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.
"El akdü" kelimesi ; "Bir şeyin uçlarını bir araya toplamak" anlamındadır. "Ukad" kelimesi , "Ukdetün" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime Bakara s. 235. ve 237. Ayetlerde "Ukdetünnikahi" (Nikah bağı sözleşmesi) şeklinde geçmektedir . Bu kelimeye "Sözleşme" anlamı vermenin yanlış olmayacağını düşünüyoruz. "Akide" kelimesi dilimizde inanç kuralları olarak bilinen bir kelimedir.
"Neffasat" kelimesinin türediği "Ennefsü ( S harfi "sin" değil peltek s dir) ; "Tükürmek" anlamındadır , yılanın zehir atması bu kelime ile ifade edilmektedir.
Bu anlamları toparlayacak olursak "Sözleşmelere tükürenlerin şerrinden" olarak anlamlandırabileceğimiz 4. Ayet'te , Allah (c.c) ile olan iman sözleşmemizi yani akidemizi bozarak bizi "Şirk" bataklığına sürükleyen her şeyin şerrinden , Rabbimiz olan Allah (c.c) ye sığınmak gerektiği hatırlatılmaktadır.
Bu sığınma onun Muhammed (a.s) ile indirmiş olduğu Kitabın muhteviyatına tabi olmak ile gerçekleşeceği muhakkaktır. Bu sığınmanın, sureleri sağımıza solumuza üfleyerek gerçekleşeceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Rabbimiz bizlere "De ki" şeklinde bir emir buyurmuş olması bu demenin sadece lafzi bir tekrar ile değil bu lafızlardaki Ayetlerin hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulur.
Felak s. 1 - De ki yaran Rabbe sığınırım.
Peki Rabbimiz neyi yarar ?
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
[006.095] Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır; ölüyü çıkarır. İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz?
[006.096] Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O’dur. Geceyi dinlenmeniz, güneş ve ayı da vakitlerinizi hesaplamak için O yarattı. İşte bütün bunlar, azîz ve alîm (mutlak galip ve her şeyi hakkıyla bilen) Allah’ın takdiridir.
Denizi , taneyi , çekirdeği , karanlığı yarmak Allah (c.c) den başkasının asla güç yetiremeyeceği şeyler olupböyle bir kudrete ondan başkasının sahip olmayacağı vurgusu yapılarak sığınılması gereken tek merci nin Allah (c.c) olduğu beyan edilmektedir.
Yaran Rabbe nelerden ve kimlerden sığınacağız ? .
2- Yarattıklarının şerrinden.
3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.
Burada "Şer" olarak ifade edilen şey gecenin kendisi değil gece yapılan işlerden ve "Gece" ve "Karanlık" olarak ifade edilen mecazi bir terim olarak insanların yollarını kaybederek küfür ve isyan karanlığına düşmesi olarak anlamak mümkündür.
4- Sözleşmelere tükürenlerin şerrinden.
Rabbimiz ile yaptığımız "İman" sözleşmesini bozmaya çalışarak onun yerine "Şirk" i ikame etmeye çalışanların şerrinden.Allah (c.c) ile yaptığımız iman sözleşmeşmesini bozmaya çalışanlar , bizler de onun yaratmış olduklarına kul olmak ve onlara sığınmak şeklinde bir akide ve inanç yerleştirmeye çalışarak bizleri "Şirk" e davet edenlerdir. Bu davetin özellikle "İslam" kisvesi altındaki kişilerden gelmiş olması bizler için en büyük tehlike olup bu tür kişilerden gelecek olan şirk davetlerine karşı uyanık olmak gerekmektedir.
5- Hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden.
"Hased" kelimesi ; "Bir nimeti onu hak eden kimsenin elinden gitmesini arzulamak , o nimeti kaldırmaya yönelik bir çaba içinde olmak" anlamındadır.
Hasedçinin hased ettiği nimet nedir ?.
[002.109] Ehl-i kitaptan birçokları kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra nefislerindeki hasetten dolayı sizi imânınızdan sonra kâfirler haline döndürmeyi temenni etmiştir. İmdi siz Allah'ın emri gelinceye kadar affediniz, serzenişte bulunmayınız. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ her şeye kemaliyle kâdirdir.
İman nimetine nail olmamız nedeni ile bu imanımızı çekemeyerek bizleri kendileri gibi olmamız için ellerinden geleni yapmaya çalışanların bu amaçlarını boşa çıkarmak için iman var gücümüzle sarılmak hasedçinin şerrinden Rabbe sığınmak anlamına gelecektir.
Nas suresi 1- De ki İnsanların Rabbine sığınırım.
2- İnsanların Melikine.
3-İnsanların İlahına .
Sığınılması istenen varlık öyle bir varlıktır ki , kendisi İnsanların Rabbi , Meliki , İlahı olup onun üzerinde hiç bir şekilde güç sahibi yoktur. Bunun dışında olan herhangi bir varlığa veya nesneye yapılacak sığınmanın adı "Şirk" olacaktır.
4- Vesvese veren Hannas ın şerrinden.
"Vesvese" kelimesi ; " Gizli ve alçak sesle fısıldayarak akla bozuk ve kötü fikirler getirmek" anlamındadır.
"Hanese" kelimesi ; "gizlenen , saklanan" anlamındadır.
5- O (hannas) ki İnsanların suduruna gizlice fısıldar .
6- (O hannas) Cin den ve İnsan dan olur.
De ki , "Cin veya İnsan olup gizlice fısıldayarak , İnsanların aklına şirk ve tuğyan düşüncelerini sokarak onların ayağını Cennet ten kaydırıarak , Cehenneme girmelerini sağlayan şeytanların şerrinden İnsanların Rab , Melik , İlahı olan Allah (c.c) ye sığınırım".
Sonuç olarak ; Kur'anın temel çağrısı olan "Tevhid" in Felak ve Nas surelerinde , bizlerin şirk bataklığından bu iki surenin muhteviyatını hayata pratize ederek nasıl kurtulabileceğimiz öğretilmektedir. "De ki" diye başlaması, Ayetlerin sadece dil ile tekrarlanması anlamında değil hayat içinde uygulama alanına geçirilmesi neticesinde doğru yolun bulunacağı bilinmesi gerekmektedir.
Bu sureler maalesef akideyi belirleyen sureler olarak okunmaktan ziyade üfürükçülük gayesi ile okunarak hayata pratize edilmesi hatıra bile gelmeden okunan sureler veya kısa olduğu için alelacele namazlarda okunan sureler olarak hayatımızda pratize edilmiş olması düşündürücüdür.
Allah (c.c) den başkasını Rab , Melik , İlah olarak tanımanın ve bu tanımayı hayata aktarmanın adının "Şirk" olduğu maalesef biz Müslümanlarda ki en büyük bilgi eksikliğidir. Müslüman kisvesi altında bizleri başka Rab ve İlahlara boyun eğmeyi empoze eden sahtekarlar maalesef içimizde dolaşmakta olup bunların sahtekarlıklarının ortaya çıkması sadece Kur'anın rehber olduğu bir belirleyici ile mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Ocak 2016 Pazartesi
İsra s. 58. Ayeti Çerçevesinde Firavun ve Süleyman (a.s) ın Yönetimlerinin Akıbetinin Günümüze Dair Mesajı
Kur'an , içinde barındırdığı ayetlerin bir kısmında, kıssa yollu anlatımlar vasıtası ile , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların , o toplumlar üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , bizlere mesajlar vermektedir. Allah (c.c) nin sünnetinde değişme olmayacağından yola çıkarak düşündüğümüzde , bu yasalar dün nasıl işledi ise , bu gün de yarın da, ta ki kıyamete kadar işleyecektir.
Kur'anın kıssa yollu anlatımlarında meydana gelen helak olaylarının işleyiş yasasını anlatan ayetlerden bir tanesi de İsra s. 58. ayetidir.
[017.058] Hiç bir karye yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azapla azaplandıracak olmayalım. Bu, Kitap'da yazılmıştır.
"Kitap ta yazılmıştır" ifadesi , Allah (c.c) nin bu toplumlar üzerinde olan bir zulmünü değil, toplumların yaşadığı hayat içinde yapmış olduklarının neticesinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalacak olmalarını anlatmaktadır. Allah (c.c) nin belirlediği yasalar dahilinde yaşayan toplumların başlarına gelenler , bu toplumların işlemekte olduklarının bir sonucu olarak gerçekleşmiş ve gerçekleşecektir.
Kur'anda "Allah'ın yazması" olarak beyan edilen konu , Allah (c.c) nin bir kitaba kullarının ne yapacağını yazarak onların iradelerini ipotek almış olması anlamına gelmez. Böyle bir durum adaletin tersi bir durum meydana getirmesi açısından Allah (c.c) için böyle bir durum söz konusu değildir. "Yazmak" demek , sebep-sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olayların bir kurala bağlanmış olduğunun ifade edilmesidir.
Bu yazımızda İsra s. 58. ayetinde beyan edilen işleyiş yasalarının , biri zalim bir Firavun, diğeri de adil bir hükümdar olan, Süleyman (a.s) ın iktidarları üzerinde nasıl gerçekleştiği ve onların yıkılışları üzerinden, verilmek istenen günümüze dair mesajını okumaya çalışacağız.
Firavun kendisini ilah (28.38) ve rab (79.23) ilan ederek, mülkü altında yaşayan insanlar üzerinde ayrımcılığa dayalı bir yönetim sergilemekte idi (28.4). Ancak bu zulüm yönetimi , "Sünnetullah" ın bir gereği olarak devam edemez ve yıkılmaya mahkum idi (28.5-6). Yine Sünnetullah gereği bu yıkım, insanların eli ile olacaktı (2.251 / 22.40) .
Firavunun mülkü altında bulunan insanları hafife alan ve onlara kıymet vermeyen (43.54) bir yönetim sergileyerek, kendi iktidarını devam ettirmek istemesine karşın , Musa (a.s) önderliğinde İsrailoğulları tarafından ona karşı başlatılan ve yıllarca süre kıyam (10.87) başarı ile sonuçlanarak o ve ordusu denizde boğulmuştur(26.59 / 44.28).
Bu yazının konusu , Firavun yönetiminin yıkılmasının, ondan sonra gelen yönetim sahiplerine olan mesajı olduğu için, bu yıkımın ayrıntıları, Musa (a.s) ın Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunarak görülebilir.
Süleyman (a.s) mülk ve saltanat sahibi elçi bir hükümdar olarak emri altında geniş bir toprak parçası (38.36) ve bunun üzerinde yaşayan insanlar bulunmaktadır. Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan tebaa dan "Cin ve Şeytanlar" (34.12 / 38.37) olarak bahsedilmesi tefsirlerde farklı yorumlar bulunmasına karşın, kıssayı mesaj içerikli olarak okuduğumuz zaman "Cin ve Şeytan" olarak isimleri geçenleri , Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan ve onun mülkünü tehdit eden unsurlar olarak okumak mümkündür.
Süleyman (a.s) mülkünü tehdit edenleri dahi askeri ve ekonomik bir güç elde ederek bunları emri altında çalıştırmasına karşın bu unsurlar onun mülkünü içten kemirerek yıkılmasına sebep olmuşlardır (34.13.14).
Şimdi bu iki hükümdarın yönetimlerinin ortak bir akıbete uğramalarının sebeplerinin tahlilini yapmaya çalışalım.
Firavun ve Süleyman (a.s) ın yönetimlerinin yıkılmasına sebep olan ortak nokta, her iki yönetimden memnun olmayan unsurlardır. Bu memnuniyetsizliğin sebebi Firavunun zalim olması olarak izah edilebilmesine karşın , Süleyman (a.s) ın yönetiminin yıkılmasına sebep onun adil olması bir yönetim sergilemesine karşın bu, adil yönetimden rahatsız olanlardır.
Firavunun zalimliği , mülkü altında yaşayan topluluklar üzerinde ayrımcı bir politika izlemesi şeklinde öne çıkmaktaydı. Ayrımcılık yaptığı bu topluluğun çoğalmaması soykırıma gidebilecek kadar zalim ve vahşi bir kişi olan Firavunun çağdaş versiyonları , bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir kavmi öne çıkararak , diğer kavimleri geri planda bırakmak sureti ile aynı planı Hitler örneğinde görüldüğü gibi işleme koymuşlar, fakat planın sonu bu soykırımın mimarının helak olması ile sonuçlanmıştır.
Yönetim sahipleri adil bir yönetimin gereği olan, mülkü altında yaşayan insanlar arasında , dil ,din ,ırk gibi farklılıkları dikkate alarak dengeyi gözeten bir yönetim sergilemedikleri müddetçe , mülkü altında yaşayan insanların etnik farklılıklarını dikkate almayarak onları asimile etmek isteyen yönetimler , İsra s. 58. ayeti gereğince yıkıma uğramaya mahkumdur.
Süleyman (a.s) yönetimi adil bir yönetim olmasına rağmen onun yönetimi nasıl ve neden yıkıldı?.
Zalim yönetimlerin düşmanları adalet isteyenler iken , adil yönetimlerin düşmanları zalimlerdir. Süleyman (a.s) ın bu yönetim şekli bir kısım insanları rahatsız eden bir yönetim olduğu için , bu yönetimin yıkılması için bir takım faaliyetler içine girilmiştir. Askeri yönden güçlü bir orduya sahip olan Süleyman (a.s) yönetimi , bu ordunun gücüne karşı koyamayacaklarını bilen düşmanları tarafından içten yıkılmak sureti ile yıkılmıştır (34.14).
Şimdiye kadar anlatılanları, yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yıllardır bitmeyen bir konu ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunun yerine kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti , sahip olduğu topraklar üzerinde "Türk" ve "Kürt" adı ile 2 büyük kavme mensup insanları barındırmaktadır. Kurulan devletin ideologları , kuruluşun ilk yıllarından itibaren"Kürt" kavmine mensup olan insanları , sanki yokmuş gibi hiçe sayarak ,"Türkçülük" ideolojisi üzerine kurulu bir sistemi hayata geçirmişlerdir.
Kürt kavmine mensup olan insanların bu kimliklerini unutmaları için her türlü yolun denendiği , "Türkiye Türklerindir" , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türk ,öğün, çalış ,güven" v.s gibi sloganlar , Türkçe ezan okunması gibi trajikomik kanunlar ile "Türkçülük" ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı tarihen sabittir. Zaman içinde dünyada gelişen milliyetçilik akımları , geri bırakılan Kürt kavmine mensup olanlara da sirayet ederek onlar arasında kıpırdanmalar başlamıştır.
Buraya kadar yapılanların geçmiş ile bağını kuracak olursak , bu yönetim tarzının tipik bir Firavun yönetimi olarak tanımlamak mümkündür.
T.C. nin ayrımcılığa dayalı yönetim sistemi , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları rahatsız ettiği gibi , başkalarının da Türkiye üzerindeki bir takım ayak oyunları oynayabilmeleri için hazır bir fırsatı oluşturmuştur. Aşağı yukarı 40 senedir süren ilan edilmemiş bir savaşın neticesinde , binlerce insan ölmüş ve milyarlarca dolarlık harcama ile T.C. nin büyük bir ekonomik , sosyal ve insani kayba uğraması bu yolla sağlanmış ve hala aynı yol şiddetlenerek sürmektedir.
Kısa adı "B.O.P" olan Büyük Orta doğu Projesi" nin bir ayağı olarak okuyabileceğimiz, bu gün Türkiye topraklarında yaşanan bir nevi iç savaşa dönüşmüş olaylar , Kürt kavmine mensup insanların menfaatlerini savunmak gibi bir gerekçe şeklinde ortaya konan "Büyük İsrail" projesinin bir ayağını oluşturmaktadır.
"Büyük İsrail Projesi" nin uygulama alanına sokulma planları , dün Süleyman (a.s) ın asasını kemiren kurtların, yani onun yönetimini içten yıkmaya çalışanların torunları tarafından bu gün Türkiye toprakları üzerinde uygulama alanına sokulmaktadır. T.C. yönetiminin , Süleyman (a.s) ın yönetimi gibi adil bir yönetime sahip olmadığını burada hatırlatarak , bu gün T.C. toprakları üzerinde oynanmak istenen oyunların alt yapısını , adil olmayan bu yönetim tarzının hazırladığını söyleyebiliriz.
Kurtlar sofrasında ki gözü açlıktan dönmüş olanların elinde çatal kaşık gibi bir aksesuar olarak Kürtler.
Yaşadığımız toprakları yenilmesi gereken bir sofra olarak gören kurtlar sürüsü , bu sofradaki yemeği yemek için ellerini bulaştırmak yerine , Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını çatal kaşık yerine kullanmaktadırlar. "Böl-parçala-yönet" taktiği bu kurtların her zaman kullandığı bir taktik olup , iri bir lokma insanın boğazından nasıl geçmez ise , insanları birbirine bağlı olan toplulukların yenilmesi aynı şekilde zordur.
Dikkat edilirse , Kur'anın bir çok ayeti insanlar arasında birlik ve beraberliğin önemini hatırlatmaktadır (3.103). Irk taassubuna dayalı bir düşünceyi ret eden Kur'an , Allah (c.c) katında bir kimsenin üstün olması için "Takva" temelli (49.13) bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Eğer Kur'an temelli bir hayat, devlet bazında pratize edilmiş olsa idi , yaşadığımız topraklar üzerinde bu tür kavgaların meydana gelmesi mümkün olmazdı.
Devlet politikası haline gelmiş ırk taassubunun bir devleti nereye getirebileceğinin en son örneklerinden birisinin yaşandığı Türkiye topraklarında , geçmişten ibret almamanın bir neticesi olarak tarih tekerrür etmektedir. Dün Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen bu yanlış politika , bu gün Türkiye üzerinde ekonomik ve sosyal her türlü zararın gerçekleşmesi şeklinde bir helak ve yıkıma sebep olmaktadır.
Dün Süleyman (a.s) ın yönetimini içten kemirilmek sureti ile meydana gelen yıkım , bu gün Türkiye nin ekonomik ve sosyal hayatı üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Yıllardır "Terörle mücadele" adına yapılan parasal mücadele , terörle mücadele yerine , "Açlık-işsizlik-cahillik" v.s gibi eksikliklerin giderilmesi için yapılmış olsaydı , Türkiye bu gün dünyada daha farklı bir konuma sahip bir ülke olabilirdi.
Mesele burada düğümlenmektedir , kendilerinden başka güçlü devlet istemeyenler diğer devletlerin gizli ve açık her türlü yoldan önlerini keserek , kendilerine olan muhtaç durumdan kurtulmasını istememekte , bu yoldan onları sömürmeye devam etmektedirler.
Ülkelerin kaynaklarının , o ülke insanının menfaati için kullanılması , o ülkeler üzerinde kirli emelleri olan müstekbir ülkeler için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu tehlikenin farkında olan bu müstekbirler , o ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarının , o ülkede yaşayan halkın menfaati için kullanılmaması için her türlü yolu denemektedirler . Türkiye nin yıllardır milyarlarca dolarına ve mal olan bu savaş bu tür oyunların bir uzantısıdır.
Türkiye bu sofranın en güzel yemeklerinden birini oluşturması nedeniyle , kurtların iştahını kabartan bir konuma sahiptir. Bu yemeği yiyebilmek için çeşitli oyunlar sergileyen kurtların son oyunlarından birisi "Kürt meselesi" adında ortaya konmaktadır.
Bu mesele kendiliğinden veya hiç yoktan çıkarılmış bir mesele olmayıp , Türkiye devletinin yöneticilerinin kendi elleri ile yaptıklarının bir sonucu olarak İsra s. 58. ayetindeki işleyiş kurallarının bir neticesidir. Bu mesele üzerinde ülke insanları acı bir azap veya yıkım ile karşıya gelmiş bir vaziyettedir. Bu yıkım gerçekleşecek olursa bu yıkımın altında sadece Türkler değil bu ülkede yaşayan herkes kalacak ve bu yıkımın üzerine kurulan yeni bir düzende Kürtler galiplerin piyonu olarak kalacaklardır.
Bu saatten sonra yapılacak olan her türlü askeri baskının herhangi bir sonuç vermeyeceği aksine sıkıntıları daha da artıracağını söylemek karamsarlık olarak görülmemelidir. Dünyadaki halk hareketlerine baktığımızda, bu hareketler böyle kalkışmaları askeri güç kullanarak bastırmak isteyen ülkelerin zararı ile sonuçlanmıştır.
Hangi siyasi parti olursa olsun , Türkiye toprakları üzerinde yaşayan çoğunluğun Türk ırkına mensup olmasını öne çıkarmayıp dengeleri gözeten bir siyasi sistem vaad ederek , önceki yapılan hatayı düzelteceğini yani Kürt kavmine mensup olanlarında bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu iddia eden bir söylemi dile getirdiği takdirde, alacağı destek bu yanlışı düzeltebilecek bir çoğunlukta olmayacak , aksine o siyasi partiye olan nefreti artıracaktır. (Burada "H.D.P" adlı siyasi partiyi merkeze alarak bunları söylemediğimizi hatırlatmak istiyoruz)
Türkiye topraklarında ırk üstünlüğünü öne çıkaran düşünce zaman içinde öyle bir keskin hale gelmiştir ki , Türk ırkına mensup olanların büyük bir çoğunluğu , Kürt kavmine mensup olanlara karşı şiddetli bir düşmanlık besler hale gelmiştir. Bu durum ise çözümü daha da güç hale getirmektedir. Bu gün ne kadar silahlı güç kullanırsanız kullanın , Kürt kavmine mensup insanların bir çoğunun 50-60 sene önceki düşüncesine döndürmek imkanı artık ortadan kalkmıştır.
Çare nedir ?.
Bu sorunun cevabı çok basittir ama , hayata geçirilmesi yıllar sürecek olan bir zamana bağlıdır. Çünkü bu duruma 1-2 yıl içinde nasıl gelmedi isek , bu durumdan çıkış ta 1-2 yıl içinde olmayacaktır.
Geçmişte Firavun yönetiminin bir politikası olan "İnsan devlet için vardır" yerine Süleyman (a.s) ın politikası olan , "Devlet insan için vardır" merkezli bir uygulama bu durumun çarelerinden bir tanesidir. Süleyman (a.s) mülkü içinde barındırdığı farklı unsurları önce ekonomik ve sosyal olarak tatmin etme cihetine gittikten sonra ,askeri gücünü "Şeytanlık" edenler üzerinde kullanan bir yönetim sergilemiştir.
Dünya yüzünde her devlet kendi bünyesinde yaşayanların tamamını memnun edemez. Hak ve adalet kurallarını herkes için eşit olarak çalıştıran bir devletin içerideki düşmanları , ne akadar adil olursa o kadar da az olacaktır. İçerideki memnuniyetsizliği en aza indiren bir devlet , bu memnuniyetsizliği kullanmak isteyen dış düşmanların ellerinden en büyük kozu almış olacaktır. Maalesef T.C. geçmişte böyle bir yönetim sergilemeyerek , iç düşmanların dış düşmanların kışkırtmaları ile harekete geçmesine zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak ; "Sünnetullah" denilen yasaların , Kur'an içinde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere sunularak ,tarihten ibret alınan bir yaşam sürülmesi istenmesine rağmen , maalesef ibret alınmayan bir hayatın sürülmesi, tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktadır. İsra s. 58. ayeti , bu yasanın toplumlar üzerinde geçerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak durmasına rağmen , bu tür ayetler gereğince okunmadığı için , mesajı olup olmadığı konusunda herhangi bir tefekkürde bulunulmamaktadır.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda son yıllarda yaşadığımız olaylar , İsra s. 58. ayetinin bir sonucu olup , bu ayetin gereğinin helak edilmek şeklinde işlememesi için Kur'anın tarif ettiği sistemin hayata pratize edilmesi şarttır. Aksi bir durum işleyiş yasalarının yaşadığımız topraklar üzerinde geçerli olmasını gerektirecek olup , bu durumdan ülke içinde yaşayan insanların tamamı zarar görecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'anın kıssa yollu anlatımlarında meydana gelen helak olaylarının işleyiş yasasını anlatan ayetlerden bir tanesi de İsra s. 58. ayetidir.
[017.058] Hiç bir karye yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azapla azaplandıracak olmayalım. Bu, Kitap'da yazılmıştır.
"Kitap ta yazılmıştır" ifadesi , Allah (c.c) nin bu toplumlar üzerinde olan bir zulmünü değil, toplumların yaşadığı hayat içinde yapmış olduklarının neticesinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalacak olmalarını anlatmaktadır. Allah (c.c) nin belirlediği yasalar dahilinde yaşayan toplumların başlarına gelenler , bu toplumların işlemekte olduklarının bir sonucu olarak gerçekleşmiş ve gerçekleşecektir.
Kur'anda "Allah'ın yazması" olarak beyan edilen konu , Allah (c.c) nin bir kitaba kullarının ne yapacağını yazarak onların iradelerini ipotek almış olması anlamına gelmez. Böyle bir durum adaletin tersi bir durum meydana getirmesi açısından Allah (c.c) için böyle bir durum söz konusu değildir. "Yazmak" demek , sebep-sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olayların bir kurala bağlanmış olduğunun ifade edilmesidir.
Bu yazımızda İsra s. 58. ayetinde beyan edilen işleyiş yasalarının , biri zalim bir Firavun, diğeri de adil bir hükümdar olan, Süleyman (a.s) ın iktidarları üzerinde nasıl gerçekleştiği ve onların yıkılışları üzerinden, verilmek istenen günümüze dair mesajını okumaya çalışacağız.
Firavun kendisini ilah (28.38) ve rab (79.23) ilan ederek, mülkü altında yaşayan insanlar üzerinde ayrımcılığa dayalı bir yönetim sergilemekte idi (28.4). Ancak bu zulüm yönetimi , "Sünnetullah" ın bir gereği olarak devam edemez ve yıkılmaya mahkum idi (28.5-6). Yine Sünnetullah gereği bu yıkım, insanların eli ile olacaktı (2.251 / 22.40) .
Firavunun mülkü altında bulunan insanları hafife alan ve onlara kıymet vermeyen (43.54) bir yönetim sergileyerek, kendi iktidarını devam ettirmek istemesine karşın , Musa (a.s) önderliğinde İsrailoğulları tarafından ona karşı başlatılan ve yıllarca süre kıyam (10.87) başarı ile sonuçlanarak o ve ordusu denizde boğulmuştur(26.59 / 44.28).
Bu yazının konusu , Firavun yönetiminin yıkılmasının, ondan sonra gelen yönetim sahiplerine olan mesajı olduğu için, bu yıkımın ayrıntıları, Musa (a.s) ın Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunarak görülebilir.
Süleyman (a.s) mülk ve saltanat sahibi elçi bir hükümdar olarak emri altında geniş bir toprak parçası (38.36) ve bunun üzerinde yaşayan insanlar bulunmaktadır. Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan tebaa dan "Cin ve Şeytanlar" (34.12 / 38.37) olarak bahsedilmesi tefsirlerde farklı yorumlar bulunmasına karşın, kıssayı mesaj içerikli olarak okuduğumuz zaman "Cin ve Şeytan" olarak isimleri geçenleri , Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan ve onun mülkünü tehdit eden unsurlar olarak okumak mümkündür.
Süleyman (a.s) mülkünü tehdit edenleri dahi askeri ve ekonomik bir güç elde ederek bunları emri altında çalıştırmasına karşın bu unsurlar onun mülkünü içten kemirerek yıkılmasına sebep olmuşlardır (34.13.14).
Şimdi bu iki hükümdarın yönetimlerinin ortak bir akıbete uğramalarının sebeplerinin tahlilini yapmaya çalışalım.
Firavun ve Süleyman (a.s) ın yönetimlerinin yıkılmasına sebep olan ortak nokta, her iki yönetimden memnun olmayan unsurlardır. Bu memnuniyetsizliğin sebebi Firavunun zalim olması olarak izah edilebilmesine karşın , Süleyman (a.s) ın yönetiminin yıkılmasına sebep onun adil olması bir yönetim sergilemesine karşın bu, adil yönetimden rahatsız olanlardır.
Firavunun zalimliği , mülkü altında yaşayan topluluklar üzerinde ayrımcı bir politika izlemesi şeklinde öne çıkmaktaydı. Ayrımcılık yaptığı bu topluluğun çoğalmaması soykırıma gidebilecek kadar zalim ve vahşi bir kişi olan Firavunun çağdaş versiyonları , bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir kavmi öne çıkararak , diğer kavimleri geri planda bırakmak sureti ile aynı planı Hitler örneğinde görüldüğü gibi işleme koymuşlar, fakat planın sonu bu soykırımın mimarının helak olması ile sonuçlanmıştır.
Yönetim sahipleri adil bir yönetimin gereği olan, mülkü altında yaşayan insanlar arasında , dil ,din ,ırk gibi farklılıkları dikkate alarak dengeyi gözeten bir yönetim sergilemedikleri müddetçe , mülkü altında yaşayan insanların etnik farklılıklarını dikkate almayarak onları asimile etmek isteyen yönetimler , İsra s. 58. ayeti gereğince yıkıma uğramaya mahkumdur.
Süleyman (a.s) yönetimi adil bir yönetim olmasına rağmen onun yönetimi nasıl ve neden yıkıldı?.
Zalim yönetimlerin düşmanları adalet isteyenler iken , adil yönetimlerin düşmanları zalimlerdir. Süleyman (a.s) ın bu yönetim şekli bir kısım insanları rahatsız eden bir yönetim olduğu için , bu yönetimin yıkılması için bir takım faaliyetler içine girilmiştir. Askeri yönden güçlü bir orduya sahip olan Süleyman (a.s) yönetimi , bu ordunun gücüne karşı koyamayacaklarını bilen düşmanları tarafından içten yıkılmak sureti ile yıkılmıştır (34.14).
Şimdiye kadar anlatılanları, yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yıllardır bitmeyen bir konu ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunun yerine kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti , sahip olduğu topraklar üzerinde "Türk" ve "Kürt" adı ile 2 büyük kavme mensup insanları barındırmaktadır. Kurulan devletin ideologları , kuruluşun ilk yıllarından itibaren"Kürt" kavmine mensup olan insanları , sanki yokmuş gibi hiçe sayarak ,"Türkçülük" ideolojisi üzerine kurulu bir sistemi hayata geçirmişlerdir.
Kürt kavmine mensup olan insanların bu kimliklerini unutmaları için her türlü yolun denendiği , "Türkiye Türklerindir" , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türk ,öğün, çalış ,güven" v.s gibi sloganlar , Türkçe ezan okunması gibi trajikomik kanunlar ile "Türkçülük" ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı tarihen sabittir. Zaman içinde dünyada gelişen milliyetçilik akımları , geri bırakılan Kürt kavmine mensup olanlara da sirayet ederek onlar arasında kıpırdanmalar başlamıştır.
Buraya kadar yapılanların geçmiş ile bağını kuracak olursak , bu yönetim tarzının tipik bir Firavun yönetimi olarak tanımlamak mümkündür.
T.C. nin ayrımcılığa dayalı yönetim sistemi , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları rahatsız ettiği gibi , başkalarının da Türkiye üzerindeki bir takım ayak oyunları oynayabilmeleri için hazır bir fırsatı oluşturmuştur. Aşağı yukarı 40 senedir süren ilan edilmemiş bir savaşın neticesinde , binlerce insan ölmüş ve milyarlarca dolarlık harcama ile T.C. nin büyük bir ekonomik , sosyal ve insani kayba uğraması bu yolla sağlanmış ve hala aynı yol şiddetlenerek sürmektedir.
Kısa adı "B.O.P" olan Büyük Orta doğu Projesi" nin bir ayağı olarak okuyabileceğimiz, bu gün Türkiye topraklarında yaşanan bir nevi iç savaşa dönüşmüş olaylar , Kürt kavmine mensup insanların menfaatlerini savunmak gibi bir gerekçe şeklinde ortaya konan "Büyük İsrail" projesinin bir ayağını oluşturmaktadır.
"Büyük İsrail Projesi" nin uygulama alanına sokulma planları , dün Süleyman (a.s) ın asasını kemiren kurtların, yani onun yönetimini içten yıkmaya çalışanların torunları tarafından bu gün Türkiye toprakları üzerinde uygulama alanına sokulmaktadır. T.C. yönetiminin , Süleyman (a.s) ın yönetimi gibi adil bir yönetime sahip olmadığını burada hatırlatarak , bu gün T.C. toprakları üzerinde oynanmak istenen oyunların alt yapısını , adil olmayan bu yönetim tarzının hazırladığını söyleyebiliriz.
Kurtlar sofrasında ki gözü açlıktan dönmüş olanların elinde çatal kaşık gibi bir aksesuar olarak Kürtler.
Yaşadığımız toprakları yenilmesi gereken bir sofra olarak gören kurtlar sürüsü , bu sofradaki yemeği yemek için ellerini bulaştırmak yerine , Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını çatal kaşık yerine kullanmaktadırlar. "Böl-parçala-yönet" taktiği bu kurtların her zaman kullandığı bir taktik olup , iri bir lokma insanın boğazından nasıl geçmez ise , insanları birbirine bağlı olan toplulukların yenilmesi aynı şekilde zordur.
Dikkat edilirse , Kur'anın bir çok ayeti insanlar arasında birlik ve beraberliğin önemini hatırlatmaktadır (3.103). Irk taassubuna dayalı bir düşünceyi ret eden Kur'an , Allah (c.c) katında bir kimsenin üstün olması için "Takva" temelli (49.13) bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Eğer Kur'an temelli bir hayat, devlet bazında pratize edilmiş olsa idi , yaşadığımız topraklar üzerinde bu tür kavgaların meydana gelmesi mümkün olmazdı.
Devlet politikası haline gelmiş ırk taassubunun bir devleti nereye getirebileceğinin en son örneklerinden birisinin yaşandığı Türkiye topraklarında , geçmişten ibret almamanın bir neticesi olarak tarih tekerrür etmektedir. Dün Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen bu yanlış politika , bu gün Türkiye üzerinde ekonomik ve sosyal her türlü zararın gerçekleşmesi şeklinde bir helak ve yıkıma sebep olmaktadır.
Dün Süleyman (a.s) ın yönetimini içten kemirilmek sureti ile meydana gelen yıkım , bu gün Türkiye nin ekonomik ve sosyal hayatı üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Yıllardır "Terörle mücadele" adına yapılan parasal mücadele , terörle mücadele yerine , "Açlık-işsizlik-cahillik" v.s gibi eksikliklerin giderilmesi için yapılmış olsaydı , Türkiye bu gün dünyada daha farklı bir konuma sahip bir ülke olabilirdi.
Mesele burada düğümlenmektedir , kendilerinden başka güçlü devlet istemeyenler diğer devletlerin gizli ve açık her türlü yoldan önlerini keserek , kendilerine olan muhtaç durumdan kurtulmasını istememekte , bu yoldan onları sömürmeye devam etmektedirler.
Ülkelerin kaynaklarının , o ülke insanının menfaati için kullanılması , o ülkeler üzerinde kirli emelleri olan müstekbir ülkeler için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu tehlikenin farkında olan bu müstekbirler , o ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarının , o ülkede yaşayan halkın menfaati için kullanılmaması için her türlü yolu denemektedirler . Türkiye nin yıllardır milyarlarca dolarına ve mal olan bu savaş bu tür oyunların bir uzantısıdır.
Türkiye bu sofranın en güzel yemeklerinden birini oluşturması nedeniyle , kurtların iştahını kabartan bir konuma sahiptir. Bu yemeği yiyebilmek için çeşitli oyunlar sergileyen kurtların son oyunlarından birisi "Kürt meselesi" adında ortaya konmaktadır.
Bu mesele kendiliğinden veya hiç yoktan çıkarılmış bir mesele olmayıp , Türkiye devletinin yöneticilerinin kendi elleri ile yaptıklarının bir sonucu olarak İsra s. 58. ayetindeki işleyiş kurallarının bir neticesidir. Bu mesele üzerinde ülke insanları acı bir azap veya yıkım ile karşıya gelmiş bir vaziyettedir. Bu yıkım gerçekleşecek olursa bu yıkımın altında sadece Türkler değil bu ülkede yaşayan herkes kalacak ve bu yıkımın üzerine kurulan yeni bir düzende Kürtler galiplerin piyonu olarak kalacaklardır.
Bu saatten sonra yapılacak olan her türlü askeri baskının herhangi bir sonuç vermeyeceği aksine sıkıntıları daha da artıracağını söylemek karamsarlık olarak görülmemelidir. Dünyadaki halk hareketlerine baktığımızda, bu hareketler böyle kalkışmaları askeri güç kullanarak bastırmak isteyen ülkelerin zararı ile sonuçlanmıştır.
Hangi siyasi parti olursa olsun , Türkiye toprakları üzerinde yaşayan çoğunluğun Türk ırkına mensup olmasını öne çıkarmayıp dengeleri gözeten bir siyasi sistem vaad ederek , önceki yapılan hatayı düzelteceğini yani Kürt kavmine mensup olanlarında bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu iddia eden bir söylemi dile getirdiği takdirde, alacağı destek bu yanlışı düzeltebilecek bir çoğunlukta olmayacak , aksine o siyasi partiye olan nefreti artıracaktır. (Burada "H.D.P" adlı siyasi partiyi merkeze alarak bunları söylemediğimizi hatırlatmak istiyoruz)
Türkiye topraklarında ırk üstünlüğünü öne çıkaran düşünce zaman içinde öyle bir keskin hale gelmiştir ki , Türk ırkına mensup olanların büyük bir çoğunluğu , Kürt kavmine mensup olanlara karşı şiddetli bir düşmanlık besler hale gelmiştir. Bu durum ise çözümü daha da güç hale getirmektedir. Bu gün ne kadar silahlı güç kullanırsanız kullanın , Kürt kavmine mensup insanların bir çoğunun 50-60 sene önceki düşüncesine döndürmek imkanı artık ortadan kalkmıştır.
Çare nedir ?.
Bu sorunun cevabı çok basittir ama , hayata geçirilmesi yıllar sürecek olan bir zamana bağlıdır. Çünkü bu duruma 1-2 yıl içinde nasıl gelmedi isek , bu durumdan çıkış ta 1-2 yıl içinde olmayacaktır.
Geçmişte Firavun yönetiminin bir politikası olan "İnsan devlet için vardır" yerine Süleyman (a.s) ın politikası olan , "Devlet insan için vardır" merkezli bir uygulama bu durumun çarelerinden bir tanesidir. Süleyman (a.s) mülkü içinde barındırdığı farklı unsurları önce ekonomik ve sosyal olarak tatmin etme cihetine gittikten sonra ,askeri gücünü "Şeytanlık" edenler üzerinde kullanan bir yönetim sergilemiştir.
Dünya yüzünde her devlet kendi bünyesinde yaşayanların tamamını memnun edemez. Hak ve adalet kurallarını herkes için eşit olarak çalıştıran bir devletin içerideki düşmanları , ne akadar adil olursa o kadar da az olacaktır. İçerideki memnuniyetsizliği en aza indiren bir devlet , bu memnuniyetsizliği kullanmak isteyen dış düşmanların ellerinden en büyük kozu almış olacaktır. Maalesef T.C. geçmişte böyle bir yönetim sergilemeyerek , iç düşmanların dış düşmanların kışkırtmaları ile harekete geçmesine zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak ; "Sünnetullah" denilen yasaların , Kur'an içinde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere sunularak ,tarihten ibret alınan bir yaşam sürülmesi istenmesine rağmen , maalesef ibret alınmayan bir hayatın sürülmesi, tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktadır. İsra s. 58. ayeti , bu yasanın toplumlar üzerinde geçerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak durmasına rağmen , bu tür ayetler gereğince okunmadığı için , mesajı olup olmadığı konusunda herhangi bir tefekkürde bulunulmamaktadır.
Üzerinde yaşadığımız topraklarda son yıllarda yaşadığımız olaylar , İsra s. 58. ayetinin bir sonucu olup , bu ayetin gereğinin helak edilmek şeklinde işlememesi için Kur'anın tarif ettiği sistemin hayata pratize edilmesi şarttır. Aksi bir durum işleyiş yasalarının yaşadığımız topraklar üzerinde geçerli olmasını gerektirecek olup , bu durumdan ülke içinde yaşayan insanların tamamı zarar görecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
20 Ocak 2015 Salı
Adem ve İblis Kıssasını Okuma Klavuzu
Adem
ve İblis kıssası Kur'an'da yedi ayrı sure içinde geçmektedir. Bu kıssa
içinde yapılan anlatımlar ile ilgili olarak tefsir kitaplarında birçok
yorumların yapıldığı malumdur. Ancak iddiamız odur ki; yapılan bu
yorumların birçoğu kıssanın anlatım amacını yakalayabilmiş değildir. Bu
amacın yakalanmama sebebinin, kıssanın anlatım uslubunu doğru
anlamamaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz. Yazımızın amacı kıssayı
anlatmak değil, anlamaya çalışırken gözetilmesi gerektiğini düşündüğümüz
bazı noktalar üzerinde durmak olacaktır.
Kur'an'ın
anlatım üsluplarından bir tanesi de; olayı görselleştirerek anlatma
metodu olup, muhatapların zihninde kalıcılık sağlamasıdır. Bu metot
özellikle gaybî ve bizim için algılanması imkansız olan konular için
kullanılmıştır. Bu anlatımda öne çıkan en önemli faktör; gaybın yani
duyu organlarımız ile şahit olamadığımız alanın, benzetme yolu ile yani
duyu organlarımız ile şahit olduğumuz alana benzetilerek anlatılmasıdır.
Adem ve İblis kıssasında bu tür bir anlatım uslubu ortaya çıkmakta
olup, kıssayı okurken bu üslubun dikkate alınması gerekmektedir.
Kıssayı
okurken bu üslup dikkate alınmalı ve kıssada yapılan anlatımlar birebir
yaşanmış ve gerçek bir olaymışçasına OKUNMAMALIDIR. Tefsir kitaplarında
yer alan ve cevabı verilememiş, verilmiş olsa da bu cevapların yeni
sorular üretmiş olması ve netice olarak bitmeyen sorular içinde kısır
döngü içinde kalmanın en başta gelen sebebi kıssanın yaşanmış bir olay
gözü ile okunmasıdır.
Kıssanın
konuşma uslubu içinde anlatılmış olması, oradaki konuşmaların birebir
gerçekleştiği zannına bizleri kaptırmamalıdır. Allah(c.c)'nin bazı
ayetlerlerde dağlar, gök ve yer ile konuşması anlatılmaktadır. Mesela
AHZAB 72 ayetinde dağların kendilerine teklif edilen emaneti reddettiği,
FUSSİLET 11 ayetinde göklere ve yere "isteyerek veya istemeyerek gelin"
emrine karşılık onların "isteyerek geldik" cevabını verdikleri görülür.
Bu ifadeleri gerçek anlamda yapılmış konuşmalar olarak görmek mümkün
değildir. Konuşma üslubu üzerinden Rabbimizin bizlere vermek istediği
mesajı okumak lazımdır. Aksi takdirde bu konuşmaların nasıllığı üzerinde
kafa yormaya kalktığımızda, bunun cevabını bulamayız veya bulduğumuzu
zannettiğimiz yanlışlar çıkar.
Allah(c.c)'nin
konuşma keyfiyetinin bizler gibi asla olamayacağı düşüncesi üzerinden
gidilerek, kıssa içindeki yapılan konuşmaların okuyucuya mesaj içerikli
anlatımlar ve bu mesajın, muhatapların anlayacağı üslup olan karşılıklı
konuşma üzerinden aktarılması olarak okunsaydı, bugün kıssa ile ilgili
birçok sorunun ve tartışılan konuların ne kadar gereksiz olduğu
anlaşılırdı.
Kıssa
ile ilgili yapılan en önemli yanlış; kıssanın yaşanmış, bitmiş bir olay
olarak okunmasıdır. Kıssayı görsel bir eser anlatımı üslubunu dikkate
alarak okuduğumuzda, kıssa içindeki kişi ve objelerin her an yaşayan
kişiler olduğu ortaya çıkacaktır. Adem ve İblis'in portesi üzerinden
anlatılan Şeytan, kıyamete kadar yaşayacak karakterler olup, bu iki
karakter birbirlerine düşman olarak yaşayacak ve aralarındaki savaş
kıyamete kadar sürecektir.
Kıssanın
BAKARA Suresi içinde geçen kısmına baktığımızda; Allah(c.c)'nin
yeryüzünde halife kılma sözüne karşı meleklerin bir itirazı sözkonudur.
Tefsir kitapları bu itirazın mahiyeti üzerinde uzun uzun izahlarda
bulunmuşlardır. Bu izahatların sebebi; konuşmayı gerçek olarak
algıladıkları içindir. Halbuki meleklerin böyle bir itirazı asla olamaz.
Tefsir yazarları, onların "kan dökecek ve fesad çıkarak olanı mı kılacaksın?"
sözlerini, BAKARA içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin,
onların kan dökücülüğü ve fesad çıkarıcılığı ile bağını kurmaya
çalışsalardı bu kadar izahata ve İsrailiyat ile doldurmalarına gerek
kalmazdı.
Adem'in
yaratıldığı yerin nerede olduğu da ihtilaflı konulardan birisidir.
"Cennet" olarak vasıflanan yerin dünyada mı, yoksa Ahirette mi olduğu
tefsirlerin tartışma konularından bir tanesidir. Bahsi geçen "Cennet"in
nerede olduğundan çok, onun üzerinden verilmek istenen mesajın
Ademoğullarına verilen nimetler olduğu okunmaya çalışılsaydı, bu tür
ihtilaflar ortaya çıkmazdı.
Allah(c.c)'nin meleklere Adem'e secde etmelerini emretmeleri, sanki Adem'i meleklerin karşısına dikerek "buna secde edin" şeklinde bir emir verdiği, İblis'in buna karşı çıktığı düşünülmekte olup, "Allah(c.c) bir insana neden secde etmeyi emretsin? Bu secde onu yarattığı için kendisinedir"
şeklinde itirazlar gelmektedir. Tefsirciler, burada verilmek istenen
mesajı anlamaya yönelik bir okuma yapmış olsalardı; Allah(c.c)'nin
kuluna emrettiği herhangi bir konuda hata aramaya yönelmeden, kendi
hevasını öne çıkarmadan emre tabi olunması gerektiği mesajını çıkararak,
bu tür ihtilaflı konular ile vakit geçirmezlerdi.
Adem
ve eşine yasaklanan ağacın hangi ağaç olduğu konusu tefsirlerde
tartışılan konulardan birisidir. Halbuki kıssanın yaşayan bir kıssa
olduğu hatırdan çıkarılmadan yapılan bir okumada, bu ağacın temsili
olarak anlatıldığı ve Allah(c.c)'nin kullarına elçileri vasıtası ile
indirdiği Kitaplar'da, onlara nehyettiği ve yaklaşmamalarını emrettiği
şeylerin tamamını temsil ettiği düşünülerek okunsaydı, bu ağacın hangi
ağaç olduğunu tartışmanın ne kadar komik olduğu anlaşılırdı.
İblis'in melek mi yoksa cin mi olduğu kıssanın tartışmalı konularından bir tanesidir. Allah(c.c) "bütün meleklere" diyerek İblis'in secde edenlerden olmadığının beyanı, onun "melek" olduğu, KEHF 50 ayetinde "kane min elcinni" ibaresinin "o cinlerdin idi"
şeklinde anlamlandırılması sonucu, bir yerde "melek", bir yerde "cin"
olduğu ifade edilen bir İblis ortaya çıkmaktadır. Halbuki kıssa içinde
geçen "kane" fiiline "-idi" anlamı yerine, kıssanın diğer ayetlerde geçtiği yerlerde verilen "oldu" anlamı verilseydi; "İblis'in cinlerden olduğu" anlamı verilir ve "İblis'in cinlerden olmasının"
ne anlama geldiği meselesi Kur'an'ın cinlerin insanları saptırması ve
şirke düşürmelerini anlatan ayetler ile bağlantısı kurularak okunmuş
olsaydı, bu tür hararetli tartışmaların yapılmasına gerek duyulmazdı.
İblis'in
ontolojik mahiyeti yine cevabı bulunmamış sorulardandır. Kovulduktan
sonra Adem'in bulunduğu Cennet'e girerek onu aldatması, sanki gözle
görünür canlı bir varlık olarak algılanmıştır. Adem ve eşine vesvese
vererek kandırması, onun canlı ve gözle görünür bir varlık olarak
karşılarına dikilmiş olmadığını göstermektedir. Kovulduktan sonra
"Şeytan" vasfı verilerek ona hitap edilmesi, Kur'an'ın odak
kavramlarından olan bu kelimenin ihtiva ettiği anlamın "İblis" adı
verilen bir temsil üzerinden müşahhaslaştırılarak anlatılmasıdır.
Onun
ontolojik mahiyeti olduğu düşünülmesi, kulun hayatının sonuna kadar
tevbe etme imkanı olmasından yola çıkılarak, onun da tevbe edebileceği
gibi bir traji komik bir iddiayı beraberinde bile getirmiş olması,
yapılan bir yanlışın başka bir yanlışı beraberinde getirmesine kötü bir
örnektir.
İblis
adında yaratılmış bir varlık olmadığını iddia etmemiz, yanlış
anlaşılarak "Şeytan" diye bir varlık olmadığını iddia ettiğimiz anlamına
GELMEMELİDİR. Kur'an; Şeytan kavramını anlama kolaylığı olması
açısından "İblis" adını verdiği temsili bir varlık üzerinden
canlandırarak anlatmıştır, olay budur.
"İblis" kelimesi; sözlükte "ümidini kesmiş"
anlamında ve kafirler için kullanılmaktadır. Düşünün; Allah(c.c) bir
varlık yaratıyor ve adını "İblis" koyuyor. Bu şekil ismi konulan
varlığın "Ey Rabbim! Beni neden ümidini kesen biri olarak yarattın?"
şeklinde bir soru sorma hakkı yok mudur? Rabbimiz yarattığı kulunun
iradesini iki yoldan birini seçme konusunda serbest bırakmıştır ama
bakıyoruz İblis ismi verilen bir varlık yaratılmış ve bunun ümit
kesenlerden olacağı baştan belirlenmiş. Böyle bir durum Allah(c.c)'nin
adaleti ile bağdaşmaz.
Tefsir
kitaplarında İblis ile ilgili olarak birçok malumat vardır. Bu
malumatları buraya almadan açık ve net olarak şunu söyleyebiliriz; İBLİS
HAKKINDAKİ TEFSİR KİTAPLARINDAKİ BÜTÜN KUR'AN DIŞI BİLGİLERİN TAMAMI
HURAFE, UYDURMA VE İSRAİLİYYAT OLUP GÜVENİLİRLİĞİ ASLA YOKTUR.
Kıssayı
Kur'an genelinde okuduğumuzda, asıl aktörün Adem'den çok İblis olduğu
görülecektir. Şeytan adı verilerek onun üzerinden verilen konuşmalar,
Şeytan olgusuna dikkati çekmek, onun bize olan düşmanlık yollarını
kendisinin üzerinden muhataba aktararak, bizlerin bu tür iğvalar ile
karşımıza gelen kim olursa olsun ŞEYTAN vasfını taşıdığının bilinmesi
içindir.
İnsan
neslinin nasıl çoğaldığı, insanların kafasına takılan bir soru olarak
bu kıssa içinden cevap aranmaya çalışılan konulardan birisidir. İlk
yaratılanın Adem ve eşi olduğu ve çoğalmanın kardeş evliliği ile
sağlandığı konusuna getirilen itirazî delil, kıssanın A'RAF 11'de "Andolsun
ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde
edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden
olmadı." ayetinden yola çıkılarak; Adem'den önce yaratılanlar olduğu
ve çoğalmanın diğer insanlarla sağlandığıdır. Kıssanın A'RAF Suresi
içindeki ayetlerini bütünlük içinde okuduğumuzda, bu kıssanın yaşanmış
bitmiş bir kıssa OLMADIĞI, her an yaşanan bir kıssa olduğu mesajı
çıkmaktadır.
İnsan
neslinin kardeşler ile evlenerek çoğaldığı iddiasında olmamakla
birlikte nasıl çoğaldığı konusunda A'RAF 11 ayetinin delil olarak
sunulması parçacı bir okumanın ürünü olup, Kur'an'ın bizlere bu konuda
"net ve kesin bir bilgi" vermediğini düşündüğümüzü, "şayet bu bilgi
gerekli olsaydı verilirdi" diyerek bilgi verilmeyen bir konunun peşinde
koşmanın kişileri yanlışa düşürme ihtimalinin yüksek olduğunu
hatırlatalım.
Bütün bunlardan sonra konuyu toparlayacak olursak;
Kur'an
kıssalarının anlatımının, belli bir tarihî olayı yansıtmak amacı ile
olmadığının bilinmesi, kıssayı okumaya başlamanın anahtarı sayılır.
Adem
ve İblis kıssası gaybî bir kıssa olup, Kur'an'ın gaybî konulardaki
anlatım uslubu olan şahit olduğumuz alan verilerine benzeterek
anlatılmış bir kıssadır.
Allah(c.c)'nin;
melekler, İblis ve Adem ile olan konuşmasının gerçek bir konuşma
olmadığı hatırdan ÇIKARILMAMALIDIR. Bu konuşmalar üzerinden verilmek
istenen mesajın ne olduğu okunmaya çalışılarak kıssanın anlatım amacı
daha doğru anlaşılacaktır.
Adem
ve İblis kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa olarak değil, her an yaşanan
ve kıyamete kadar yaşanacak olan İnsan ve Şeytan arasındaki savaşın
Adem ve eşi örneği üzerinden anlatılarak, bizlerin de her an için
Şeytan'ın iğvasına muhatap olanlar olarak ona karşı nasıl savaşılması
gerektiğinin bilgilerini verilmiş olması açısından okunması gerektiğini
düşünmekteyiz. Kıssadaki her anlatımın bize dönük mesajları aranarak
okunduğunda, tefsirlerde yapılmış olan bir çok tartışmanın yersiz olduğu
görülecektir.
Sonuç
olarak; yazımıza "Okuma Klavuzu" şeklinde bir başlık atma sebebimiz,
Kur'an kıssalarının okunmasında gördüğümüz yaşanmış bitmiş bir kıssa
olarak okuma yanlışına, Adem ve İblis kıssasında da düşülmüş olmasıdır.
Bizleri direk ilgilendirdiği için bu kıssa Kur'an'ın en önemli kıssası
olup, bize dönük mesajları okunamadığı takdirde kıssadan alınması
gereken hisse alınmamış olacaktır. Adem ve İblis kıssasını sadece belli
kişiler ile sınırlandırmadan, bütün insanların kıssası olarak okuduğumuz
zaman verilmek istenen mesaj doğru anlaşılacaktır. Kıssa eğer Kur'an'ın
edebî anlatım üslubu göz önüne alınmadan okunacak olursa, içindeki
anlatımlar üzerinden bir çok ihtilaflı konu üretilir ve bunların
cevaplarının bulunması için yapılan yorumlar başka soruları beraberinde
getirerek büyük bir açmaza götürür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)