5 Şubat 2016 Cuma

TAHRİM s.1 : Muhammed (a.s) ın Haram Kılma Yetkisi OlMAdığını Beyan Eden Bir Ayet

Müslümanlar arasındaki ihtilafların temelinde , son elçi olan Muhammed (a.s) ın, beşer bir elçi olduğunun göz ardı edilmesi ve onun İsa (a.s) ile yarıştırılma gayretleri sonucunda getirildiği son nokta olan "İlah peygamber" algısı yatmaktadır. Böyle bir algının sonucunda oluşan peygamber , artık Allah (c.c) gibi haram ve helal tayini yapmakta , söylediği rivayet edilen sözler Kur'an ile eş değer, hatta Kur'an ayetlerini bile neshedebilecek bir kuvvete sahiptir. 

Halbuki Kur'an onun "Beşer bir elçi" olduğunu defalarca vurgulayarak , bu dinin merkezinde elçinin değil, Allah (c.c) nin olduğunu beyan ederek , Hıristiyanların İsa (a.s) ile düştükleri hataları tekrarlamamaları gerektiğini hatırlatmaktadır.

Ancak bu hatırlatmalar sanki hiç yapılmamış gibi okunan Kur'an, elçiyi merkeze alan bir okuma ve bazı ayetlerin bu okuma doğrultusunda yorumlanması ve bu yorumları destekleyen rivayetlerin uydurulması sonucunda , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi haram ve helal koyma yetkisine sahiptir" söylemi, dinin amentüsü haline getirilmiştir.

Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisinin olduğunu iddia eden , "Ehli hadis" fırkasının delil olarak getirdiği ayetleri ele aldığımız yazılarımızda , böyle bir düşüncenin Muhammed (a.s) ın , Allah (c.c) ile aynı konuma getirilmesi anlamında yani , "Şirk" olduğunu vurgulayarak , "Elçi" olmanın ne anlama geldiğinin üzerinden ilgili ayetleri anlamaya çalışmıştık.

Bu yazımızda da Tahrim s. 1. ayetini ele almaya çalışarak , bu konuda düşülen hatanın boyutunu , ilgili ayet üzerinden anlamaya ve hatırlatmaya çalışacağız.

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيم

[066.001] Ey Nebi! Eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

Ayeti okuduğumuzda , Muhammed (a.s) ın aile içi bir durumdan dolayı , kendisine helal olan bir yiyeceği artık yemeyeceğine dair vermiş olduğu kararın hata olduğunu, ve bu hatasının Allah (c.c) tarafından düzeltilmekte olduğunu görmekteyiz.

Bu ayet nazil olduğu zaman ve hitap ettiği kişiler çerçevesinde düşünüldüğü zaman, belki tarihsel bir ayet olarak görülerek , sadece Muhammed (a.s) ve eşleri arasında  olan bir olayı anlatmış olduğunu düşündürebilir. Fakat ayetin bize dönük öyle bir mesajı vardır ki , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisi diye bir şey olmadığını, işiten kulaklara resmen bağırmaktadır.

Bilindiği üzere, kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi ve onlar ile ilgili yaşam kurallarını yani "Din" i , düzenleme yetkisine sahip olan kişi sadece Allah (c.c) olup , onun dışında hiç kimsenin elçisi dahil böyle bir yetkisi yoktur. Tahrim s. 1. ayeti işte bu durumu açık ve net bir şekilde ifade ederek , Muhammed (a.s) ın bile Allah (c.c) tarafından belirlenmiş kurallara tabi olduğu , kendisi tarafından kural belirlemek gibi bir lüksü olmadığını ifade etmektedir.

Eğer Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi haram helal yetkisi var idiyse ve bu yetkiyi Allah (c.c) ona tanımış ise , Allah (c.c) nin helal kıldığı bir şeyi , Muhammed (a.s) ın haram kılmasının hiç bir sakınca teşkil etmemesi gerekirdi. Çünkü Muhammed (a.s.) ın aynı Allah (c.c) gibi haram helal yetkisi olduğuna göre , helal olan bir şeyi haram kılmasında ne gibi bir beis olabilirdi?. 

Haram helal tayininde Allah (c.c) ile aynı hakka sahip olduğu iddia edilen bir kişinin , Allah (c.c) nin helal kıldığını rahatlıkla haram kılmasının mümkün olmasını icap ettirmektedir. Maalesef böyle olmamış , Allah (c.c) böyle bir yetkinin elçisinde bile olmadığını beyan ederek , elçisinin düşmüş olduğu hatayı onu ikaz ederek düzeltmiştir.

Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisi olduğunu iddia eden düşünce taraftarlarının nasıl bir yanlış içinde olduklarını sadece Tahrim s. 1. ayeti bile gören göze , işiten kulağa , akleden kafalara haykırmaktadır.

"Muhammed (a.s) ın haram helal yetkisinin, Allah (c.c) nin bir şeyin haram veya helal olduğunu beyan etmeyerek açık bıraktığı konularda olup, onun beyan ettiği konularda zaten söz sahibi değildir" şeklinde bir itiraza karşı şunları söyleyebiliriz ;

Bu itiraz ancak , "Özrü kabahatinden büyük" dedirtecek cinstendir. Allah (c.c) "Din" konusunda yani bizim hesap gününde sorumlu olacağımız konularda , her hangi bir konuda eksik bırakarak ,bu eksikliğin elçisi Muhammed (a.s) tarafından giderilebileceği gibi bir hüküm bildirmemiştir. "Ehli hadis" fırkasının bu eksiğin hadisler ile giderildiği iddiası , Allah (c.c) ve elçisine atılmış büyük bir iftiradır.

Allah (c.c) elçisini , açık bıraktığı konuları onun tamamlaması için değil , onun bize olan emir  ve yasaklarını bizlere hatırlatması için göndermiştir. Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin haşa açığını kapatan birisi değildir.

Tahrim s. 1. ayeti , Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etmek gibi bir yetkisi olmadığını , böyle bir iddia içinde olanların suratlarına şamar gibi çarpmasına rağmen , "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" misali , böyle bir iddia içinde olanlar , bu iddiaya karşı olanlara "Hadis sünnet inkarcısı" , "Peygamber düşmanı" , "Sapık" , "Zındık" v.s suçlamalar ile karşı çıkmaktadırlar.

Allah (c.c) nin kimseye vermediği ve vermediğini açık ve net olarak ifade ettiği bir çok ayete rağmen ,  Muhammed (a.s) ı "Din" konusunda Allah (c.c) ile aynı konumda görmenin literatürdeki adı "ŞİRK" tir. Bu şirkin içinde olanlar , kendi paçalarındaki pislikleri görmemeye özen göstererek , başkalarını suçlamak yerine önce kendi hatalarını düzelterek acilen tevbe etmeye yönelmeleri gerekmektedir.

Hükmünde kimseyi kendisine ortak kabul etmediğini beyan eden Allah (c.c)nin ,  elçisini bu beyandan istisna ederek hükümde onu ortak tanıması için ne gibi bir sebebi olacaktır?.
Kuluna indirdiği kitap içinde olması gereken bazı hükümleri koymayarak , bu hükümleri beyan etme görevini elçisine verdiği için olabilir mi ?.


Kur'anı eksik olarak indirerek , bu eksikliği ona tamamlatma gibi bir görev verdiği için olabilir mi ?.

Muhammed (a.s) ı özel bir statüye tabi tutarak , onu bu istisnadan muaf tutmuş olabilir mi ?.
Hıristiyanların İsa (a.s) a uyguladığı muameleden ötürü biz Müslümanların, peygamberleri yarıştırma konusunda geri kalmış olmasına karşı bizim elimizi güçlendirerek "Sizin İsanız varsa bizim de Muhammedimiz var" diyebilmek için olabilir mi ?.
Bunların hiç birine "Evet" demek mümkün değildir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) hiç kimseye kendisine ait olan bir yetkiyi vererek , yetki paylaşımında bulunmaz. Böyle bir paylaşım yapmış olduğunu iddia etmek , Allah ve elçisine atılmış en büyük iftiralardan birisidir. Eğer bu konuda birilerinin suçlanması ve "Sapık" olarak ilan edilmesi gerekirse , onlar Muhammed (a.s) ın helal haram yetkisi olduğunu iddia eden fırka mensupları olmalıdır.

Tahrim s. 1. ayeti ayrıca, Muhammed (a.s) ın hata yapmadığını iddia edenlere tokat gibi bir cevap olup , onun insan olma yönünü ortay çıkarmaktadır. Kendilerinin ululadıkları zatları masum ilan edebilmek için , önce Muhammed (a.s) ı masum ilan etmenin şart olduğunu bilen bu kimseler , onun hata yapmadığını öne sürerek , kendi ululadıkları zatlarında masum olduğu tezini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Ancak Tahrim s. 1. ayeti böyle bir masumiyetin söz konusu olmadığını ifade etmesi açısından önemli bir delildir. 

Tahrim s. 2. ayeti , yapılan bir yeminden dönülebileceğini  öğreten bir ayettir. 

[066.002] Allah sizin için yemînlerinizin çözümlüğünü farz kılmıştır ve Allah sizin mevlânızdır, hem de alîm hakîm odur

Sonuç olarak ; Tahrim s. 1. ayeti , Muhammed (a.s) ın kendisi için helal olan bir şeyi , haram olarak  görmek ile düştüğü bir yanlışı düzelten bir ayettir. Şayet iddia edildiği gibi Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) nin gibi haram helal yetkisi bulunsaydı , bu ayette böyle bir ikazın yapılmasına gerek kalmaz , Muhammed (a.s) yetkisi dahilinde olan bir hakkı kullanmış sayılırdı. 

Ancak Allah (c.c) kimseye böyle bir yetki vermediği için , böyle bir eylemin hata olduğu ikaz edilerek , elçinin hatadan dönmesi sağlanmıştır. Bu ayet bizlere , haram helal tayini gibi konularda tek yetkilinin sadece Allah (c.c) olduğu , böyle bir yetki paylaşımının kimse ile yapılmadığı , yetki paylaşımı iddiasının ortaklı iddiası anlamına geldiğini hatırlatmaktadır.

Allah (c.c) nin böyle bir yetkiyi paylaştığını iddia ederek , yetkilerini kimse ile paylaşmadığını iddia edenlere yapıştırılan etiketlerin aynısı , bu yetkiyi paylaştığını iddia edenlere yapıştırılmaya daha layıktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ ONA ELÇİSİNİ DAHİ ORTAK KILMAYAN KULLARINDAN KILSIN.


3 Şubat 2016 Çarşamba

Kur'anın Mesel İle Anlatımına Örnek : TAKVA ELBİSESİ

Mesel yolu ile anlatım metodu , verilmek istenilen mesajın insanlar tarafından en kolay biçimde anlaşılmasını sağlaması açısından , Kur'anın sıkça kullandığı metotlardan birisidir. "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam, her insanın bilgisi dahilinde olup , Kur'an bu kelimenin ifade ettiği anlamı mesel yolu ile anlatarak, elbisenin insan için olan değerini ve gereğini öne çıkarmak sureti ile, imanın değerini ve gereğini bizlere anlatmaktadır. 

[016.081]  Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış; dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nimetini müslüman olasınız diye işte bu şekilde tamamlamaktadır.

Araf suresi içinde geçen Adem ve İblis kıssasındaki "Elbise" meseli üzerinden verilen mesajı okumaya çalışmak , bu yazımızın konusu olacaktır.

Adem ve İblis kıssasının , Araf suresi içinde geçen bölümüne baktığımızda , Şeytanın Adem ile eşine vesvese vererek onları çıplak bıraktığı anlatılmaktadır. Bu çıplaklığı anlamak için , önce insanın fıtratında bulunan örtünme gereksinimini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insana yaratılışından gelen bazı hasletler yüklemiş , ve insanlar yaşamlarını bu hasletler dairesinde devam ettirmektedirler. Örtünme , insana yaratılışı gereği verilmiş olan bu hasletlerden bir tanesidir. Kendilerine gelebilecek her türlü dış etkilerden korunmak için bütün insanlar, "Elbise" denilen giysiler ile hayat sürerler. Örtünme ihtiyacı, bir insanın en temel ihtiyaçlarından birisi olup , çıplaklık arızi bir durum olarak görülür.

Adem ve İblis kıssasının Araf suresi içinde geçen bölümünde , insandaki bu fıtri haslete dikkat çekilerek, mesel ile anlatım metodu üzerinden , giyinmeye olan ihtiyaç ile vahye olan ihtiyaç, çıplaklık ile vahye aykırı hareket etmek arasında bir bağ kurularak , bizlere mesaj verilmektedir. Adem ve İblis kıssasının , sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alarak değil , bizlere dair nasıl bir mesajı olabileceği yönünde bir okuma yapıldığı takdirde daha doğru anlaşılacağını , bu kıssa ile ilgili daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık.

[007.020]  Sonra şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeğe başladı. Ve «Rabbiniz sizi bu ağaçtan nehyetmedi, ancak iki melek olacağınız veya ebedî kalacaklardan bulunacağınız için nehyetti,» dedi.

Şeytanın , Adem ile eşine , Allah (c.c) nin onlara olan emirlerini çiğnemeleri için  vesvese vererek yasağı çiğnetmesinin sonucunda başlarına gelecek olan durum " kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için " şeklinde ifade edilmektedir. 

[007.022]  Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan  tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.

Şeytanın verdiği vesvese ile , kendilerine yasak olan ağaçtan tattıklarında artık olanlar olmuş , Adem ve eşi çıplak kalmışlardır. Adem ve eşi , fıtri olan giyinik halde bulunma durumunun dışında bir hal kendilerine arız olduğunu gördüklerinde , fıtratları icabı yine kendilerini örtmeye çalışmalarının bizlere nasıl bir mesaj verdiği üzerinde durmak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) nin bizlere dair olan elçi ve kitaplarla gelen emirler, fıtratımız ile uyumlu olan yani bizi bir elbise gibi saran emirler olup , bizleri  elbisenin gördüğü işlev gibi her türlü dış etkiden yani küfür ve şirk etkisinden korumaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için biçtiği bu elbiseyi üzerimizden çıkarmak sureti ile çıplak kaldığımızda , bu çıplaklığı fıtratımız gereği başka elbiseler ile (Cennet yaprakları) örtmeye gayret edeceğizdir. Ancak "Cennet yaprakları" olarak ifade edilen , vahiy harici örtücüler insana herhangi bir yarar sağlamayacak , insan sadece örtündüğünü sanacak ama aslında çıplak olarak gezmiş olacaktır.

"Takva elbisesi" deyimi ile bundan sonra gelecek ayetlerde verilmek istenilen mesaj , bu deyimi ilgilendiren kıssa içindeki ön bilgileri okuduktan sonra daha kolay anlaşılacaktır.

[007.026] Ey Ademoğulları, size avret yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler indirdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.

Araf suresi 26. ayetinin ilk cümlesinde , Allah (c.c) nin bizlere , vücutlarımızı her türlü dış etkenden korunmak için hakiki anlamda giysiler üretmek için imkanlar bahşettiği bildirilmektedir. İnsanın giysiye ve örtünmeye olan ihtiyacına dikkat çekilerek, "Takva elbisesi" deyimi ile bizlere bahşedilen ve bizleri her türlü küfür ve şirk tehlikesinden koruyan bir giysinin yani Allah (c.c) nin bizler için biçtiği iman elbisesinin daha hayırlı olduğu hatırlatılmaktadır. 

Dolayısı ile başka elbiselerin bizleri korumaktan uzak olduğu , ve bu elbiseleri biçen Allah (c.c) dışındaki terzilerin vücut ölçülerimizi tam olarak bilemedikleri için , bizim için biçtikleri elbiselerin, yani yaşam kurallarının bizlere dar gelerek sıkacağını anlayabiliriz. 

"Takva elbisesi" deyiminin ifade ettiği anlam , Allah (c.c) nin tarih boyunca elçileri ile indirmiş olduğu vahiyler olup , bu vahiylere uymak , giyinik olmak yani küfür ve şirk tehlikesinde emin olmak anlamında güvenli bir hayatın garantisidir.

Şeytan olgusu burada devreye girmekte , ilk insandan kıyamete kadar bütün insanları bekleyen bir tehlikenin, yani Cennet ten ayak kaydırmanın sembolik adı  artık kıyamete kadar, "Şeytanlık" olarak anılacaktır. Adem ve eşi üzerinden anlatılan bu kıssa,  sadece bu ikisinin kıssası gibi okunarak , kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kıssası olarak okunmadığı müddetçe, doğru olarak anlaşılamayacağını söylemek isteriz.

[007.027]  Ey Ademoğulları! Şeytan, avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız.

Araf s. 27. ayeti , üzerimizde olan küfür ve şirk tehlikesinden koruyucu elbiseyi , çıkartmak işini üstlenenlerin genel adının "Şeytan" olduğunu bize haber vererek , şeytanlara karşı uyanık olmamızı haber vermektedir. Şeytan bizleri takva elbisesinden soyundurarak , meydana gelen çıplaklığı "Küfür ve şirk elbisesi" ile örtmemiz için her an iğvada bulunmaktadır.

[014.049-50]  O gün suçlu kâfirlerin birbirine yaklaştırılarak kelepçelendiğini görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ise ateş kaplar.
[022.019]  Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!

Giyinme ihtiyacı insan fıtratının bir gereği olduğu için , vahiy elbisesinden kendisini soyutlayarak çıplak kalan insan , bu çıplaklığı örtmek için , giyinmek ihtiyacını hissedecektir. "Takva elbisesi" nin yani Allah (c.c) nin biçtiği elbiseyi giymeyen insan , o elbisenin yerine "Fücur elbisesi" ni giymek zorunda kalacaktır , onun giymiş olduğu bu elbise , ahiret gününde onu yakan bir elbise olarak karşısına çıkacaktır.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

Araf suresinin 31. ayetinin, bazı meallerde literal bir okuma sonucu çevrilerek , camilere güzel elbiseler giyinerek gidilmesi gerektiği gibi bir anlam olarak çevrildiğini görmekteyiz. Elbise nasıl bir insan için zaruri bir ihtiyaç ise , "Zinet" adı verilen eşyalar da aynı şekilde insana güzel gelen ve insanların kullanmayı sevdikleri eşyalardan dır. 

Bu ayeti, camilere güzel elbiseler ile gitmeyi emrettiği gibi dar bir alana hapsetmek yerine , "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam ile birlikte okuyarak anlamanın, daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz.

"Elbise" ve "Zinet" bir insanı tamamlayan eşyaların genel adıdır. İnsan nasıl fıtri olarak giyinme ihtiyacı duyuyor ise , ziynet eşyaları takınmak ihtiyacı da duyar. Elbise ve ziynet eşyasının, insan üzerinde devamlı bulunması ve hiç çıkarılmamasını dikkate aldığımızda, bunların çıkarıldığında ortaya çıkan durumdan insan nasıl rahatsızlık duyuyor ise , vahyi hayattan çıkararak elbise ve ziynetsiz kalmak ta insanı o derece rahatsız etmesi gerekecektir. 


"Mescit" kelimesinin, "Secde edilen mekan" anlamını dikkate alarak , bu kelimenin hayatımız içinde sadece namaz ile sınırlı bir eylem değil , bütün zamanları kaplaması gereken bir anlama sahip olması gerektiğini öne çıkardığımız zaman , "Mescitlere ziynetlerin takınarak gidilmesi" ni anlayabiliriz.

Allah'a secde eden , yani hayatın her anında Allah (c.c) yi merkeze alan bir hayat , yaşadığımız her yeri ve anı "Mescit" haline getirecek ve bizleri ziynetlerini yani vahyi takınmış bir hayat sürer hale getirecektir.

Sonuç olarak ; Mesel ile anlatma üslubunun en güzel örneklerini veren Kur'an , "Elbise" ve "Zinet" kelimelerinin insanlar için ifade ettiği değer ve anlamları dikkate alarak , bu kelimeler üzerinden takvanın yani imanın insan için ne kadar gerekli olduğunu bizlere anlatmaktadır. Çıplaklık arızi bir durum olduğu için , vahiyden kendisini soyundurmuş bir insanın bu hali "Çıplak kalmak" olarak tasvir edilmektedir. 

Takvayı esas alan bir hayat süren kişi , elbisenin kişiyi dış etkenlerden koruması misali , "Takva elbisesi" de kişiyi küfür ve şirk tehlikesinden koruyarak emin bir hayat sürmesine sebep olacaktır. 

Hayatının her anında ziynetini takınarak onu üzerinden çıkarmayan insan , ziynetin kişiyi güzel göstermesini dikkate aldığımızda , Allah (c.c) tarafından güzel bir insan olarak görünecek ve kulun bu güzelliği onu dünya ve ahirette mutlu kılacaktır. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Şubat 2016 Pazartesi

ENFAL s. 33. Ayetinin Farklı Çeviri ve Yorumları Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an ayetlerinin çeviri ve yorumlarında , ilgili ayetin bağlamının gözetilmesi , doğru çeviri ve doğru bir yorum için önemli bir unsur olup , bağlam gözetilmeden yapılan bir çalışmanın , bizi yanlış veya eksik sonuçlara götürme ihtimali yüksektir. Enfal s. 33. ayeti ile ilgili çeviri ve yorumlara baktığımızda , bu bağlam gözetilmeden  yapılmış çeviri ve yorumların olduğunu görmek mümkündür. Yazımızda, bu ayet ile ilgili bazı yorum ve çevirileri ele alarak , doğru olduğunu düşündüğümüz çeviri ve yorum hakkında düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Bu ayetin Türkçe anlamının, bazı Kur'an çevirilerinde şu şekilde yapıldığını görmekteyiz. 

Bayraktar Bayraklı :
Halbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap verecek değildir ve aralarındaki müminler bağışlanma dilerken de şüphesiz Allah onlara azap etmez.

Celal Yıldırım :
Oysa sen onların arasında iken Allah onlara azâb edecek değildir ve onların (arasında kalan mü'minler) istiğfar ederken Allah yine kendilerine azâb edici değildir.

Süleyman Ateş :
Oysa sen onların içinde bulundukça Allâh, onlara azâb edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allâh, onlara azâb edecek değildi.

Örneklerini verdiğimiz bu çevirilerde , ilgili ayette ki  "Ve hüm yestağfirune" (Onlar bağışlanma dilerken) ibaresinin , bağışlanma isteyenlerin mü'minler olduğu dikkate alınarak çevrildiğini görmekteyiz. İlk okunuşta haklı olarak, böyle bir isteğin ancak iman edenler tarafından gelebileceği düşüncesinin, böyle bir çevirinin yapılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz.

Enfal s. 32. ayetinde Kafirlerin "Bir vakıt da ey Allahımız, eğer bu, senin tarafından gelmiş hak kitâb ise durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha elîm bir azâb ver demişlerdi" sözlerinden sonra gelen 33. ayette , Allah (c.c) nin kendisine meydan okuyan bu kafirlerin istemiş olduğu azabı neden indirmediği anlatılmaktadır. 

Sünnetullah gereği bir beldenin içinde eğer elçi bulunuyorsa , o belde helak edilmez , eğer o belde halkı helak edilmeyi hak etti ise , elçi ve ona  iman edenler o beldeyi terk ettikten sonra sadece kafirlerin kalmış olduğu belde helak edilmektedir. Elçi kıssalarına baktığımızda, kafir kavmin helakı öncesinde, elçi ve beraberindekilerin o beldeyi terk etmeleri istenmekte ve helak ondan sonra gerçekleşmektedir.

33. ayetteki " sen onların içinde iken Allah onlara azap verecek değildir" cümlesi bu durumu ifade etmektedir yani 32. ayette gördüğümüz kafirlerin azap istekleri , Muhammed (a.s) o belde içinde iken yerine getirilmez. Ayet , Muhammed (a.s) kafir bir topluluk içinde iken o topluluğun helak edilmeyeceğini beyan ederken , ayetin devamında helak edilmeyi engelleyen bir durumun daha olduğu beyan edilmektedir.

Bu noktada , Muhammed (a.s) ın Mekkeden Medineye hicret ettikten sonra neden Mekke nin helakının gerçekleşmediği sorusu zihinlere takılabilir . Muhammed (a.s) Medine ye hicret ettikten sonra , Mekke de Müslümanlar mevcut olduğu için yani bütün Müslümanlar tamamen Mekkeyi terkedip , Mekke şehri tamamen kafirler ile baş başa kalmadığı için helak gerçekleşmemiştir.

"Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesi sanki bağışlama isteyenlerin iman edenler olduğu gibi bir çağrışım yapmasına rağmen , ayeti bağlam dahilinde okuduğumuzda bağışlanma isteyenlerin iman edenler olduğuna dair herhangi bir karine görememekteyiz. 

Ayeti, Enfal s. 30. ve 35. ayetler arasında bir bağlam dahilinde okuduğumuzda , iman edenleri içine alan bir ibarenin olmadığı görülecektir.

[008.030]  Hani küfredenler; seni tutup bağlamak, yahut öldürmek veya çıkarmak için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarlarken Allah da düzenlerine müdahale ediyordu. Allah, düzen yapanların en hayırlısıdır.
[008.031] Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: «(Evet) işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleyebiliriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.»
[008.032]  Bir vakit de, «Ey Allahımız, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize daha acı bir azap ver» demişlerdi.
[008.033] Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.
[008.034]  Onlar, Mescid-i Haram'dan (insanları) alıkoyarlarken ve onun (gerçek ve layık) koruyucuları değilken Allah, ne diye onları azablandırmasın? Onun (asıl) koruyucuları yalnızca korkup-sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler.
[008.035]  Onların Beyt'in yanındaki duaları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devam edegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Ayetlerin bağlamı , 33. ayetin bazı çevirilerinde gördüğümüz üzere, içine iman edenlerin ilave edilmesini gerektirecek herhangi bir karine olmadığına göre , "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesinin nasıl okunabileceği sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.

[011.117] Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.

Enfal s. 33. ayeti içindeki ,  "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesini , Hud s. 117. ayeti içinde beyan edilen "Sünnetullah" dediğimiz yasalar dahilinde okuduğumuzda daha kolay anlaşılacağını düşünmekteyiz. Allah (c.c) helak etme sünnetinin işlemesi için , o kavmin helak edilme ile ilgili yasalar dahilinde bir hayat sürmesi yani fesada koşan bir hayat sürerek ,helak edilmeyi hak etmesi gerekmektedir. 

Hud s. 117. ayeti , helak ile ilgili yasayı bizlere hatırlatarak , ıslah edici yani fesat peşinde koşmayan bir hayat süren toplulukların helak edilmeyeceğini bildirmektedir. 

Hud s. 117. ayetinin bildirdiği haberi ,  "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesi ile bağlayarak okuduğumuzda , kafir olanların Allah (c.c) nin onlara azap etmesinden vazgeçmesi için, onların Allah (c.c) den bağışlanma dileyen bir hayata dönmeleri yani küfürden dönerek iman edenler olarak hayat sürdürmeleri gerektiği dolayısı ile onların bu azaptan bu şekilde kurtulabilecekleri aksi takdirde azabın onlar üzerine hak olacağı bildirilmektedir. 

Fahreddin Razi nin  tefsirinde konu ile ilgili yapılan yorumlar şöyledir;


İmhaları Matlup Değilse, Niçin Onlarla Kıtal Yapılıyor?

Eğer: "Peygamberlerin, kavimleri içinde bulunmaları, Allah´ın o kavimlere azab indirmesine mani olduğuna göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Önceki ile, "kökünü kazıma azabı"; bu ayetteki cümle de, savaş ve vuruşma sebebi ile olacak azab kastedilmiştir.

İkinci sebep: Ayetteki, "Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" tabirinin anlattığı husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da, şu izahlar yapılmıştır:

a) İçlerinde, istiğfar eden mü´minler olduğu sürece, Allah o kâfirlere azab etmez. lâfız, her ne kadar umumî ise de, bu umum lafızla onların bir kısmı kastedilmiştir.

Nitekim, bir kısmı murad edilerek, "Mahallenin halkı, bir adam öldürdü" ve "Falanca beldenin halkı, fesada yöneldi" denilir.

b) Allah, onların Allah´a iman eden, O´na istiğfarda bulunan birtakım çocukları : olacağını bildiği sürece, o kâfirlere azab edici değildir. Böylece onlar, çocuklarının ve zürriyetlerinin sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlar.

c) Katâde ve Süddî, bu ifadeye "Şayet onlar, mağfiret talep etmiş olsaydılar, azab olunmazlardı" manasını vermişlerdir. Böylece, bu ifadenin zikredilmesinden kastedilen, onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani, "Onlar, eğer magfıret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azab etmezdi" demektir. İşte sebebten dolayı bazı kimseler, burada zikredilen istiğfarın, "müslüman olmak" manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah´ın ilm-i ezelîsine göre, zaman içinde, müslüman olacak bir kavim bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Meselâ, Ebu Süfyân İbn Harb, Ebu Süfyân İbn el-Haris İbn el-Muttalib, Haris İbn -;sam, Hakîm İbn Hizam... gibi kimseler bunlardandır. Buna göre, Onlar istiğfar ederken de yine, Allah onlara azab etmez" ifadesinin manası, "Sen ve Allah´ındinde, işin sonunda iman edecek olan kimseler bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur.

Ehl-i maânî şöyle demiştir: "Bu ayet, mağfiret taleb etmenin bir emniyyet ve ilahî anttan bir kurtuluş olduğuna delâlet eder."


Tefsirlerin kaynağı olarak bilinen Razi nin tefsirinde , konumuz olan ayet içindeki "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir" cümlesi ile ilgili olarak meallerde gördüğümüz iki farklı çevirinin kaynağı görülmektedir. Bizim tercihimiz Katade ve Süddi nin ve "Ehli maani" olarak ifade edilen kimselerin tercih ettiği görüş yönünde olup , bu görüş ayetin siyak ve sibakına daha uygun olan bir görüştür. Diğer görüşü "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde mahkum etmemekle birlikte , doğruya daha yakın olanın bu görüş olduğunu söyleyebiliriz.

Hasılı kelam ; Enfal suresi 33. ayetinin çevirisi , ayetin bağlamı dikkate alınarak yapıldığında şu şekilde daha doğru olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.


Suat Yıldırım :
Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.

Ulaşabildiğimiz mealler içinde ayetin bağlamına uygun en doğru anlamın Suat Yıldırım tarafından verilmiş olduğunu gördük. Yapılan çeviri , kafirlerin azaptan kurtulmalarını istiğfar etmeleri yani iman etmeleri şartına bağlamaktadır.

Bu ayet ile ilgili tetkik ettiğimiz meallerde ağırlıklı olarak bu ayetin çevirisinin "Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azabetmez. Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." şeklinde olduğunu gördük . Ancak bu şekilde yapılan çevirilerde "Onlar" olarak ifade edilenlerin mü'minler olabileceği gibi bir düşünceyi çağrıştırdığı için , Suat Yıldırım tarafından yapılmış ve "Onlar" olarak bahsedilenlerin kafirler olduğuna vurgu yapan bir çevirinin, okuyucu tarafından daha anlaşılır bir çeviri olduğunu söyleyebiliriz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




30 Ocak 2016 Cumartesi

Mealci Selefilikten İnciler : Namazda Kabeye Yönelmek Şart Değildir

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla gündeme gelmesi , olumlu bir gelişme olmakla birlikte , bir takım  olumsuzlukları da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Olumsuz olarak gördüğümüz noktalardan bir tanesi , Kur'anın tarihi bağlamından koparılarak okunması sonucunda, kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak , tarihi bağlam ile alakası olan bilgilerinin yeniden dizayn edilmeye çalışılmasıdır. 

Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlar , binlerce yıllık insanlık tarihinin üyeleri olarak , o tarihin getirmiş olduğu bilgi birikimi ve ortak hafızanın ürünlerini kullanarak yaşamlarına devam etmekte idiler. Kur'an okumaları bu bilinç dahilinde yapılmayıp, tarihi arka plan göz ardı edilerek yapıldığı takdirde, bizleri içinden çıkılmaz tartışmalar içinde boğulmak durumunda bırakmaktadır.

"Namaz" konusu , böyle bir bilgi eksikliği ve tarihi arka plan gözetilmeden, yeniden dizayn edilmeye çalışılan konulardan bir tanesidir. Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia edenlerin bir kısmı, Kur'anın "Namaz" adında bir ibadeti emretmediğini ,bu ibadetin müşrik ibadeti olduğunu iddia ederken , aynı düşünce sahibi iddiasında olanların bir kısmı böyle bir ibadetin var olduğunu kabul etmekle birlikte "Namazı kafama göre belirlerim" şeklinde bir düşünce ile ortaya çıkmaktadır.

"Namazı kafama göre belirlerim" iddiasında olanların bir kısmı Kur'anda , "Namaz kılarken Kabe ye yönelin" şeklinde direk bir emir bulamadıkları için , "Namaz kılarken Kabe ye yönelmek şartı yoktur nereye istersem dönerim" şeklinde bir iddiada bulunmaktadırlar. Yazımızın çerçevesi, bu iddianın ne kadar doğru olabileceği yönünde olup , "Namaz" adında bir ibadetin olup olmadığının tartışılması bu yazının konusu değildir.

Bu düşünce sahiplerinin yanıldığını düşündüğümüz nokta şu dur ; Kur'anın detaylandırılmış bir kitap olmasının ifade ettiği anlamın, her şeyin en ince detayına kadar olması gerektiği , eğer bu detay yoksa bizim içinde bağlayıcı bir durum söz konusu olamaz , şeklinde bir düşüncedir. 

Öncelikle şunu bilmek gerekmektedir ki ; Kur'an bir namaz hocası veya ilmihal kitabı değildir. Detaylı olması her ibadetin şeklinin ayet olarak Kur'an içinde olmasını gerektirmez. Bu tür düşünceler ,  geçmişteki "Zahiri" mezhebinin veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz ve bu gün "Literalizm" dediğimiz, metni hiç bir yoruma tabi tutmadan okuma yolunun bir uzantısı olup , onun "Detaylı" olduğunun ifade edilmesi , her kesin isteğine göre hüküm bulunması anlamına gelmez. 

"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."

Merhum şair Mehmet Akif , söylemek istediklerimizin özetini yukarıdaki dizelerde dile getirmiş olmasına rağmen , biz yine de konuyu biraz daha detaylı şekilde açmaya çalışalım.

Herhangi bir düşünceye ve fikre ve kavme mensup olanların ortak özellikleri , birbirleri ile olan bağlarını sembolik öğeler ile göstermektir. Örneğin ; Bayrak bez parçasından yapılmış bir obje olmasına rağmen , onun bez olmasından ziyade, sembolize ettiği değerler öne çıkarak bir ulusun ortak paydasını teşkil etmekte ve kutsal bir objeye dönüşmektedir. 

Bu durumu İslam ve Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde , bu dinin ve bu dine mensup olanların, birbirleri ile olan bağlarını güçlendirici sembolik unsurlar bulunmaktadır. Her toplulukta geçerli olan aidiyet gösterileri , İslam toplumu içinde geçerli olup , bizlerin bu aidiyet gösterileri  "Hac" ve "Namaz" gibi ibadetler ile yapılmaktadır.

İslam dininin en belirgin özelliği , Allah (c.c) nin tek ilah olarak bilinmesi ve bu bilinç üzerine kurulmuş bir hayatın devam ettirilmesidir. Hac ve namaz ibadetinin ortak yönlerinden birisi , Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapının merkeze alınmasıdır. Bu yapı ,  "Kıble" kavramının ifade ettiği anlam dairesinde anlaşılarak bir yere oturtulduğunda, neden böyle bir yere yönelmek zorunda olduğumuz da anlaşılacaktır.

"Kıble" kelimesi ; Kişinin yüzünü döndürdüğü, yani inancının değerlerini aldığı yeri ifade etmektedir.

[002.148]  Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Bakara s. 148. ayeti , herkesin her toplumun inanç değerlerini aldığı yani yüzünü döndüğü bir yeri olduğunu beyan etmektedir. Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar , yaşamlarını bir takım kurallar üzerine bina ederler. İstisnası olmayan bu durumun tarifi "Yüzünü döndürmek" , "Kıble edinmek" şeklinde yapılmaktadır.

[002.149]  Her nereden  çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir, şüphesiz bu Rabbinden bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.150] Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı gösterecekleri bir hüccet olmaması için, her nerede olursanız, yüzlerinizi oranın tarafına çevirin, bu hususta onlardan korkmayın. Benden korkun da size olan nimetimi tamamlayayım. Böylece doğru yolu bulursunuz.

Bakara s. 149 ve 150. ayetleri , yüzün nereye döndürülmesi gerektiğini yani yaşamımızı belirleyen kuralların neyin üzerine bina edilmesi gerektiğini ifade edilmektedir."Her nereden çıkarsan" ifadesi hayatın bütün anında yapılan amellerin , bu yön dikkate alınarak yapılması gerektiğini ifade eden bir cümledir. 

"Yüzü döndürmek" eylemi her insanın hayatında vaki olduğuna göre , Müslüman olduğunu iddia edenlerin yüzlerini döndürecekleri olan yegane yer ,Mescidi Haram bölgesinde yapılmış olan Kabe den başka hangi yer olabilir ?.

Her nereden çıkarsak , her nereye gidersek , her ne yaparsak , her ne söylersek , her ne okur yazarsak gibi hayatın her anının , Mescidi Haram yönüne yani Kabe ye yönelik olması gerekmektedir. Tabi ki bu yönelimin ifade ettiği anlamın , Kabe nin ifade ettiği tevhidi anlam ile ilişkili olarak anlaşılması gerekmektedir. Hayatımızın her anının , Allah (c.c) nin belirlediği kurallar dahilinde çizilmesi gerektiği , Bakara s. 149 ve 150. ayetlerin de "Her nereden çıkarsan" şeklinde ifade edilmektedir.

Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapı, Kur'anda "Elbeyt" (Ev) olarak ifade edilmektedir. Bu kelimenin Bakara s. 125 ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) tarafından "Beytiye" ( Evim) olarak ifade edilmesi, Kabe nin  "Beytullah" (Allah'ın evi) şeklinde bir deyim ile anılmasını beraberinde getirmiştir.

"Beyt" kelimesinin , "Tehlikeden sığınılan mekan" anlamında olduğunu dikkate aldığımızda , İnsanların küfür ve şirk tehlikesinden sığınmak için Allah (c.c) nin evinin yani Kabe nin adres olarak gösterildiğini anlayabiliriz. Tabi ki bu sığınma, o evin çatısının altına sığınmak şeklinde olmayacaktır. Kabe nin temsil ettiği sembolik anlam göz önünde bulundurulduğunda , hayatın her anında o evin temsil ettiği anlamın dikkate alınarak yüzün ona dönülmesi yani Kabe nin Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle ona sığınılması ,  bizleri küfür ve şirk tehlikesinden koruyacaktır. 

Bu durumun namaz ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ; Bu ibadet , kulun Allah (c.c) karşısında acziyetini ifade etmesini , onu tek ilah olarak olarak kabul ettiğini dışa vuran bir ibadet, yani bir tevhit gösterisidir. Namaz ibadeti her ne kadar bu gün içi boşaltılmış kuru bir ritüel haline gelmiş olsa da , bu ibadetin gerçek anlamı , kulun 24 saatini tevhidi bir çizgide sürdürdüğünün, birlikte olarak dışa vurulmasının cümle aleme gösterilmesini ifade etmektedir.

Şimdi sorarız ; Namaz Allah (c.c) ye karşı yapılan bir kulluk gösterisi olduğuna , bu kulluğun onun Kabe adı ile anılan evine yönelerek yapılmasından daha doğru ne olabilir ?. Yüzü namazda Kabe yönüne çevirmek , hayatın her anında yüzün, Allah'a çevrilmiş olduğunu yani kulluk ile ilgili kuralların o evin Rabbinden alındığını ifade eden toplumsal bir yönelimin ifadesidir.

"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir emri direk bulamıyoruz" diyenler , bu yönelmenin namaz ibadetin bir parçası olduğunu anladıktan sonra, bu düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu anlayacaklardır. Verdiğimiz ayetler bu yönelmenin sebebini , nereye ve neden yapılması gerektiğini açık ve net olarak zaten izah etmektedir. Bu tür iddiaların literal bir okuma sonucu olduğunu düşündüğümüzü tekrar ifade ederek , Kuranın ayetlerinin nasıl bir mesaj vermek istediğinin, bir çok ayette hatırlatılan akletmek sureti ile okumanın ne kadar önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır.

"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir şart yoktur" şeklinde dile gelen sözleri, ilk olarak ortaya atarak suni gündem oluşturmak isteyenler , Kabe ve namaz'ın Müslüman hayatında ne kadar önemli şuurlanma sebebi olduğunu bildikleri için, böyle bir düşünceyi Müslümanlar arasında yayarak , fesad çıkarmak anlamına gelen düşünceleri yaymaya çalıştığını söylemek zanni bir düşünce olmayacaktır. 

Truva atı misali , Müslümanlar içine sokulmuş bir takım insanların , kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse ederek , bir takım cahil kişileri kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirmeyi başardığını görmekteyiz. Modern bir şeyh -mürit ilişkisi ve tarikat yapılanması olarak ifade edebileceğimiz bu durum ,  o kişilerin anlattıklarının herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmadan , "o dediyse doğrudur" mantığı içinde kabul edilmektedir . 

Hiç kimse ,  kimsenin kalbini yarıp bakmak veya niyet okumak gibi bir maharet sahibi olmadığı için , herhangi bir konuda dile getirilen söylemin kime hizmet ettiğine dikkat edilerek , bu söylem hakkında bir fikir sahibi olmak daha kolaylaşacaktır.

Kıble kavramını , Müslümanlar açısından değerlendirdiğimiz zaman bu kavram, aynı düşünce etrafında toplananları birleştirici bir unsur olarak, yaşantımızın bel kemiğini oluşturmaktadır. Namaz ibadetinin Kur'ani bir şuur etrafında ifa edildiğini düşündüğümüzde , bu namaz ibadeti  kuru bir ritüel olmaktan çıkarak kafirlerin korkulu rüyası olacaktır, işte bu korku onları bu konuda her türlü önlemi almaya yöneltmektedir.

Aynı kıbleye, yani Kabe ye yönelmiş Müslümanların ifa ettikleri namaz , Allah (c.c) den başka ilah kabul edilmediğinin dost düşman herkese gösterilmesi olduğunu , biz Müslümanlardan daha fazla , İslam düşmanları bildikleri için , bu birlik ve beraberliği bozma oyunlarından bir tanesi , "Namazda istediğim yere dönerim" bir söylem üreterek , kafaları bulandırmak şeklinde kendisini göstermektedir. 

Oluşumun tamamını mahkum etmemekle birlikte , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine çöreklenmiş olan bir takım Samiri karakterli kişiler tarafından Kur'an kavramlarının yeniden dizayn edilme çalışmalarının başında "Salat" kavramının geldiği herkesin malumudur.

"Salat" kavramının geçmişte ve halen ağırlıklı olarak "Namaz" ibadetine indirgenmiş olması yanlışı , bu kavramı yeniden dizayn etmeye çalışanların elinde bir kalkan vazifesi görmektedir. Bu kavram, Kur'anın en geniş alana yayılmış bir kavramı olarak, sadece etimolojik anlamının tespiti çalışmaları ile vakit geçirilmeyecek kadar önemli ve kıymetli bir kavramdır.

"Namaz" bu kavramın içinde önemli bir cüz olarak yerini almış olmasına rağmen , gerçek bir namazın Müslümanları nasıl bir duruma getireceği bilgisi , bizlerden daha çok İslam düşmanları tarafından bilinmektedir. Gerçek bir namazın , kendi iktidarlarını çatırdatan bir eylem olduğunu çok iyi bilen sahte ilahlar, bu ibadeti laçkalaştırma çalışmalarını , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine sızarak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Kıble kavramı, insan hayatının merkezinde yer alan bir kavramı olarak , namaz ibadetinin de omurgasını teşkil etmektedir. Gerçek kıble den döndürülerek farklı kıbleler edinilerek ifa edilen bir namaz , asıl anlamı olan BİRLEŞTİRİCİLİĞİ terk ederek, Samiri karakterli kişilerin istediği DÜŞMANLIĞA dönüşecektir. Farklı kıblelere dönerek namazı ifa eden kişiler , zaman içinde kıble yarıştırmasına girişerek , "Senin kıblen kötü benim kıblem iyi" kavgasına girişeceklerdir. 

Şimdi sorarız ; Böyle bir kavga , Müslümanların ekmeğine mi yağ sürer ? , yoksa İslam düşmanlarının ekmeğine mi yağ sürer ?. 

Hiç kimse bu kavganın Müslümanların ekmeğine yağ süreceğini iddia edemez . Şimdi bu tür düşünceleri Müslümanlar arasında yaymaya çalışan insanların, iyi niyetten yoksun, art niyetli insanlar olduğunu iddia etmiş olmamız daha iyi anlaşılacaktır.

Sonuç olarak ; Merhum şair Mehmet Akif'in dizelerinin , söylemek istediklerimizi özetlediğini ifade ettiğimiz , bir topluluğunun ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsur olan , o toplumu ayakta tutan değerlerin el birliği ile yaşatılmaya çalışılması , o topluma düşman olanlar tarafından tüm zamanlarda, rahatsızlık meydana getirmiş ve hala getirmeye devam etmektedir. Bu durumu Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , bizi biz yapan değerleri yıkma çalışmaları, İslam düşmanlarının kadim oyunu olup kıyamete değin sürecektir. 

"Kıble" bir topluluğunu birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsur olup , bu durum biz Müslümanlar içinde böyledir. İslam düşmanları kıble olarak yöneldiğimiz Kabe nin bu işlevini çok iyi bildikleri için , bizleri bu kıbleden çevirmek için her türlü oyunu oynamaktan geri durmamaktadırlar. Namaz da kıbleye yönelmek gibi bir şartın olmadığı iddiaları işte bu tür oyunların bir uzantısı olarak gündeme konulmak istenerek , birlik ve beraberlik unsuru olan namazın düşmanlık unsuru olması için gerekli oyunlar tezgahlanmaktadır. 

İşin kötüsü , bu oyunlar Samiri karakterli insanlar tarafından sahneye konulduğu için , bu insanlara bazı saf Müslümanlarda kanarak onların söylemlerine ortak olmaktadırlar. Bu kimselerin gerçek yüzü ortaya çıktığında bunların yüzlerine sadece tükürmekten başka bir şey yapılmayacağına emin olduğumuz için , bu gibi kimselere karşı uyanık olmak her Müslümanın asli görevi olmalıdır. 

RABBİMİZ BİZLERİ SAMİRİ KARAKTERLİ KİMSELERİN İĞVALARINA KAPILMAYAN ONLARA KARŞI UYANIK OLAN KULLARINDAN KILSIN.

28 Ocak 2016 Perşembe

"İNDİRİLMİŞ DİN" ve "UYDURULMUŞ DİN" Sloganları Üzerinden Yapılan Din Savaşları

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla öne çıkması , geleneksel düşünce yanlıları ile , bu düşünce karşıtları arasındaki uçurumu daha fazla açarak , düşünce farklılıklarının düşmanlığa yol açacak kadar keskinleşmesine sebep olmuştur. Müslümanlar arasındaki bu tür düşmanlıklar, yabancısı olduğumuz bir durum olmamakla birlikte , bize düşen görev bu düşmanlıkları körüklemek yerine , en aza indirmeye çalışmak olmalıdır. 

Farklı düşünceye sahip olanların birbirleri ile olan savaşlarının, sloganlar üzerinden de yürütülerek ayrışmaların ayyuka çıkarılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. "UYDURULMUŞ DİN" ve "İNDİRİLMİŞ DİN" sloganları bu savaşta önce çıkan sloganlar olarak herkesin ağzında dolaşmaya başlamıştır. Bu sloganlarla , herkes kendisini "İndirilmiş din" yanlısı , karşısındakini "Uydurulmuş din" yanlısı olarak itham ederek , arası doldurulmaz bir uçurumun iki tarafında yerlerini almışlardır. 

"İndirilmiş din" yanlısı olarak kendisini ifade edenlerin, Kur'an merkezli bir din algısı üzerine oturmuş anlayışını temsil ettiği , bu kimselerin "Uydurulmuş din" yanlısı olarak lanse ettiği kimselerin , klasik ve rivayete dayalı bir din anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz.

Yazımızın amacının , Kur'an merkezli din anlayışının yanlış olduğunu, rivayet merkezli din anlayışının doğru olduğunu iddia etmek değil , amacımız her iki taraftakilerin ayrılıkları körükleyici söylemler yerine , birleştirici veya en azından ayrılıkları körüklemeyen bir söylem kullanması kullanması gerektiğini hatırlatmaktır.

Birlik ve beraberlik , bir toplumu toplum yapan ana unsurlardan en önemlisidir. Bu durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , "Yüzyıllardır birbirimizle olan savaşlarda dökülen Müslüman kanı , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir" demek yanlış bir tespit olmayacaktır.

Savaşın her iki tarafında olanlar , kendi dinlerinin "İndirilmiş" karşı tarafın dininin "Uydurulmuş" olduğunu iddia ederek "Senin dinin kötü benim dinim iyi" kavgası yapmaktadırlar. Ortak bir paydada birleşilerek , yanlışlara çözüm aranması elbette olması gerekendir , ancak bu mümkün olmuyorsa sadece karşı tarafı hedef alan söylemler üreterek kendi haklılığını, karşı tarafın haksız olduğunu öne sürerek ispatlamaya çalışmak, faydadan çok zarar getirecektir. 

Kendisinin söyleminin "İndirilmiş din" üzerine kurulu olduğunu iddia edenlerin bir kısmının , "Uydurulmuş din" olarak söylenenlere rahmet okutturacak kadar yanlışlar içinde olduğunu gördüğümüzde , bu söylemlerin havada kalan ve slogandan öte geçmeyen hamaset edebiyatı olduğunu da müşahede etmekteyiz. Herkesin din anlayışı kendisine göre "İndirilmiş din" olurken , karşısındakinin din anlayışı "Uydurulmuş din" haline gelebilmektedir.

Kendi aramızda olan savaşların bize bir faydası olmadığı gibi , zararı olduğu , bu işten faydalanan tarafın İslam düşmanları olduğu herkesin malumudur. Herkes tarafından bilinen bu gerçeğe rağmen ,aramızdaki düşmanlıkların gün geçtikçe azalmayıp artış göstermesi , bizleri "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir. 

"İndirilmiş din" söylemini öne çıkaranların , anlattığı dine baktığımızda , tamamen rivayet kaynaklı din olan ve adına "Uydurulmuş din" dedikleri anlayışa reddiyeler ortaya koyan bir söylem olduğunu görmekteyiz. Bu söylem etrafındaki sözlerin ve düşüncelerin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte , "Din" dediğimiz şeyin sadece geçmişe reddiyeler ortaya koymakla anlatılmış olmayacağının bilinmesi gerekmektedir. 

Hadis ve sünnet anlayışları , peygamber algıları , kabir azabı , şefaat meselesi , cehennemden çıkış var mı , İsa beşikte konuştu mu konuşmadı mı , miraç , mehdi , tasavvuf , İsa (a.s) ın nüzulü v.s gibi konular, uydurulmuş ve indirilmiş din savaşlarının en başta gelen konularını oluşturmakta ve taraftarlar birbirlerini acımazsızca eleştirerek tekfirler , hakaretleşmeler gırla gitmektedir.

"Klasik din anlayışındaki bu tür yanlışlıklar hiç gündeme gelmemeli" gibi bir düşünceye sahip olmadığımızı hatırlatarak , bu tür yanlışları ortaya koyarken, düşmanlıkların körüklenmemesi ve sanki bu konular dinin özüdür gibi bir algı yaratılmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konularda Kur'ani bir düşünceye sahip olduğunu düşünenlerin, dinin bu kadar olduğu ve tartışılması gereken konuların bunlarla sınırlı olduğu , bu konulardaki düşüncelerin net bir şekilde oturması ile her şeyin bittiği gibi bir algıya sahip olmaması gerekmektedir.

İstanbul fethedilirken , Bizans'ın papazlarının meleklerin kaç kanadı olduğu gibi tartışmalar yaptığı şeklinde anlatılan, belki yalan belki doğru olan anektodun gerçeğini,  şu anda biz Müslümanlar gerçek olarak yaşamaktayız. 

Etrafımızda kan gölü ve dünya insanları zulüm ve işkence içinde kan ağlarken biz Müslümanların bu zulme karşı bir çare olacak söylem üretme çalışmaları içinde olmaları yerine, bize olan getirisi kin ve düşmanlık olan ihtilaflı konuları gündemde tutmak doğru bir tavır değildir.

"Din" denilen şey sadece gelenekteki yanlışları gündemde tutarak anlatılmaz. Özellikle son yıllarda başta ülkemiz olmak üzere bir çok insan İslamdan uzak bir hayatı seçerek "Din buysa ben gavur kalayım" şeklinde sözlerle , bizlerin yaşantısını baz alarak İslamı terk etmektedir. 

Bu insanların İslamı terk etmelerine en büyük sebep , "Müslümanım" diyenlerin hal ve hareketleri veya "Din bu dur" diyenlerin anlattıkları din dir. İnsanlara sadece ahirete dayalı bir anlayışı empoze etmek artık bir çok insana artık cazip gelmemektedir. İslamın önce dünya hayatına dair olan söylemleri öne çıkarılarak , bunların yerine gelmemesinde dünyanın fesada uğrayacağı , şu anda içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlatılmalıdır. Dünya hayatında yapılan veya yapılmayanların karşılığının ahirette verileceği hatırlatılarak , sadece ahiret endeksli bir din "Tapınak dini" olarak kalmaya ve insanlar tarafından ret edilen bir olacaktır.

Düşüncemiz şu dur ki ; "İndirilmiş din" anlayışına sahip olduğunu iddia eden ve bu dini T.V ekranlarında anlatan hocalardan bir çoğunun dinin bir kısmını ele alarak diğer bir kısmını arka planda bıraktıklarına şahit olmaktayız. Ele aldıkları kısım, genellikle klasik din algısının yanlışları olup , ele almadıkları kısım ise bu dinin evrensel boyutudur. İşte bu boyut esas konuşulması ve ele alınması gereken kısım olup , cehennemin ebedi olup olmaması veya İsa nın beşikte konuşup konuşmaması , mehdinin gelip gelmeyeceği gibi gerçek hayattan kopuk olan konular ile ekranlar doldurulmaktadır.

Klasik din anlayışında "Tapınak dini" ne indirgenmiş olan İslam , bu anlayışa karşı olanlar tarafından bu algıdan kurtarılmaya çalışılmamakta , ve aynı çerçevede bir din anlayışı ortaya konulmaya çalışmaktadır. 

"Reform" kelimesi biz Müslümanlar  tarafından duyulduğunda hepimizde rahatsızlık uyandıran bir kelimedir. Ancak bu kelime "DİNDE REFORM" olarak değil "DİN ANLAYIŞINDA REFORM" olarak gündeme gelerek dinin değil, din algısının reforma tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Dinde reform" düşüncesi, dinin sabitelerinin yeniden ele alınması anlamında bir düşünceyi beraberinde getirdiği için , doğru bir düşünce değildir. Söylemek istediğimiz , asıl reformun dinin kendisinde değil , bu dine mensup olanların kafalarında gerçekleşmesi gerektiğidir.  
"Din anlayışında reform" , bu dinin sadece tapınaklarda yaşanan ve tapınaklar ile sınırlı bir din olmadığı , yaşayan insanların tümüne ve onların hayatlarının 24 saatinin tamamına dair sözleri olan bir din olduğunun, önce bu dinin mensuplarınca farkına varılması ile gerçekleşecektir. 

T.V ler de , "İndirilmiş din" adına, bu dini insanlara anlatan hocalarımız kabir azabı , cehennemden çıkış var mı yok mu gibi konular yerine, önce kendilerinin bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , sonra insanlara anlatmaları zaruri bir ihtiyaçtır. 

Bir tarafın "Melek peygamber" algısını yıkarak , "Beşer peygamber" algısını yerleştirmek için söylenen sözlere baktığımızda , hiç bir peygamberin zalimlere karşı yaptığı başkaldırmalar , yaşadıkları düzene karşı olan savaşları gündeme gelmeyip , sadece elçilerin suya sabuna zarar vermeyen yüzleri insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır. 

O peygamberlerin asıl yüzlerinin , zulüm ve baskı sistemlerine karşı, hakkı dile getirmek olduğunu düşündüğümüzde , bazı hocaların t.v lerde bırakın bu sistemlere karşı halkı uyarmaları , zulüm ve baskı sistemlerini öven konuşmalar yapması ve bu sistemleri desteklemeleri , bizleri gelecek için pek umuda sevketmemektedir. 

"Paralel yapılanma" olarak bildiğimiz ve bir kaç yıldır Türkiye gündemini meşgul eden konu ile alakalı olarak , bu yapılanma ortaya çıkmadan önce bazı hocaların bu yapılanmaya karşı olan tutumları ile , bu gün olan tutumları farklıdır, ne oldu da dün "Cici" olan bir hoca efendi bu gün "Kaka" oluverdi?. Dün cici diyerek , bu gün kaka diyenlerin, bu sözlerinin siyasi iktidara karşı olan yağcılıklarının bir neticesi olduğunu söylemek, o kişilere yapılmış bir haksızlık olmayacaktır. 

Eğer bizler gerçek olarak "İndirilmiş din" i anlatmak için yola çıkanlardan isek , bu dinin zalimlere karşı olan sözünün bütün elçilerin başta gelen sözleri olduğunu haykırmak zorundayız. 

"Uydurulmuş din" adı altındaki söylemin "La ilahe İllallah" kelimesinin dilde ne kadar söylenirse o kadar sevap alınacağının yanlış olduğunu ifade eden indirilmiş din yanlıları , bu kelimenin hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceğine dair bir kelime dahi etmemeleri veya edememeleri düşündürücüdür.

"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü , yaşanılan hayat içindeki kuralları belirleyici olanın , olması gerekenin sadece Allah (c.c) olduğunun dil ile ifade edilmesi demektir. Bu ifadenin nasıl olması gerektiği , bu ifadenin anlamı hayata geçirilmediği zaman başımıza neler geleceği , bizlere peygamber kıssaları ile anlatılmıştır. 

"Uydurulmuş din" söylemi yanlılarının, bu kıssaları masala döndürerek okumalarının getirdiği yanlışlar ,  o kıssalardan elde edilmesi gereken mesajların anlaşılmamasına yol açarak bizleri bu günlere getirmiştir. "İndirilmiş din" söylemine sahip olanların bir kısmı ise , bu kıssalarda olan bazı olayların nasıllığı üzerinde dönüp dolaşarak kıssa içinden çıkamayan okumalar gerçekleştirip, kıssaların ibret alınması gereken anlatımlar olduğunu ıskalamaları, her iki söylem yanlılarının ortak yönü olarak karşımızdadır. 

Bir tarafın Kur'anın sahifelerini kutsayarak onu dokunulmaz bir kitap haline getirmesine karşın , diğer tarafın Kur'anın suya sabuna dokunmayacak ve bizlere pratik hayatta pek faydası olmayan konularını gündeme getirerek asıl konuları ört bas etmeleri , "Alim" kisvesi altında olanları sorumluluk altında bırakmaktadır. 

İndirilmiş din" in kitabı olan Kur'anın , cehennemin ebediliği , kabir azabı , miraç , nuzulü İsa v.s gibi konulardaki sözünden daha fazla , zulüm , şirk , açlık , sefalet , infak , haksızlık v.s gibi insan hayatını direk ilgilendiren konularda sözleri vardır. Bizlerin "Şirk" kavramını sadece tasavvuf ve hadisçiler ile sınırlayan bir anlama hapsederek , daha geniş bir alana yaymamız gerekmektedir. İndirilmiş din yanlıları olan alimlerimiz, yaşam sistemleri konusundaki şirkleri anlatmadıkça, kitabı gizleyen Yahudi alimlerinden hiç bir farkı olmayacaktır. 

"UYDURULMUŞ DİN " , insanları zulme karşı uyandırmayan , zalimlere kul olmayı esas alan , haksızlığa karşı durmayan , haksızların yanında olan , "Şirk" i esas alan , Allah'ı devre dışı bırakan din olup , din adamlarının eli ile insanlara empoze edilen , ve onlara tarafından "Allah ile aldatmak" şeklinde karşılığını bulan bir din dir.

"İNDİRİLMİŞ DİN" ise , sadece Allah'a kul olmayı emreden , ondan başka ilah ve rab tanımayan , şirkin her türlüsünü ret eden , göndermiş olduğu elçiler ile hayat içinde pratize edilmiş , zalimlere karşı baş kaldırmayı esas alan , zalimin değil mazlumun yanında olan , yönetici tabakaya yağcılığı değil hakkı söylemeyi emreden , para servet v.s dünyalıklar için yöneticilerin ağzı ile konuşulmasını istemeyen , kitabın tamamına iman edilmesini emreden bir din dir.

Bizler bu deyimleri sadece slogan haline getirerek , bizim gibi düşünmeyenleri suçlamaya yönelik deyimler haline soktuğumuz zaman , gerçek bir din algısına sahip olmak yerine , kendimiz aldattığımız bir din algısına sahip oluruz.

Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında yüzyıllardır süren ihtilaflar hız kesmeden Türkiye genelinde sürmekte ve ihtilaflar daha keskin ayrışmalara sebep olmaktadır. Sloganlar üzerinde süren bu din savaşlarında "İndirilmiş din" taraftarı olma iddiası içinde olanların büyük çoğunluğunun , dinin sadece belirli konularını ele alarak , daha önemli konularını göz ardı ettiğini görmekteyiz. 

Gerçek bir din söylemi sahibi olmak demek , bu dinin en önemli örnekleri olan elçilerin yolunu izlemek demek olup , bu elçiler her durumda hakkı, canları pahasına ortaya koyarak bizlere her konuda örnek olmuşlardır. Birilerini karalamak , birilerini aklamak adına geliştirilen söylemler gerçek bir din algısını temsil etmekten uzak olan anlayışlar olup , bizlere fayda yerine zarar getirecektir. 

Bizler karşımızdakilerin yanlışları üzerinden , kendi doğrularımızı anlatmak yerine , sadece doğrularımızı anlatıp , eğer yanlış gördüğümüz bir nokta varsa, edep erkan dahilinde bunları dile getirebiliriz Bizler, kimseyi kendimiz gibi düşünmeye zorlamak , veya düşünmediği için hakaret etmek gibi bir hakka sahip olmadığımızı unutmamak zorundayız. 

RABBİMİZ BİZLERİ SLOGANLARIN ARKASINA SAKLANAN DİNİ SÖYLEMLERDEN BERİ KILSIN. 

27 Ocak 2016 Çarşamba

ARAF s. 157. Ayeti : Nebi Resul'un Tayyibi Helal, Habisi Haram Kılması

Kur'an ayetlerinin ön yargılar doğrultusunda okunarak , mesajın anlaşılmasına yönelik olmayan bir okumaya tabi tutulması , özellikle Muhammed (a.s) ın görev ve yetkilerini daha üst seviyeye taşıyarak , onun da haram ve helal tayin etme yetkisi olduğunu iddia eden ,"Ehli Hadis" düşüncesi mensuplarınca sıkça kullanılan bir yöntemdir. Bu fırkanın mensupları bazı ayetleri bağlam tanımadan bektaşi misali bir okuma yaparak , "Bak işte bu ayet Resul'un haram helal tayin ettiğini beyan ediyor" diyerek düşüncelerini Kur'anın desteklediğini ispat etmeye çalışmaktadırlar.

Araf s. 157. ayeti , ön yargılar doğrultusunda yapılan bir okuma sonucunda , Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisinin olduğu yönünde bir delil ayet olarak bizlere sunulmaktadır. Bu yazımızda, ilgili ayeti ele almaya çalışarak, böyle bir tayin yetkisine delil olup olamayacağı yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

[007.157]  Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisi olduğunu savunanların delil olarak sundukları bir ayet olan  Araf s. 157. ayeti, ilk okunuşta dahi muhatap kitlesinin Ehli Kitap olduğu anlaşılan bir ayettir. Kur'anın doğru anlaşılma yolunun , okunan ayetin ön yargıların kabul ettirilmesine yönelik bir okuma yöntemine tabi tutulmaMAsı , okunan ayetin, ayet , sure ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek okumasından geçtiğini yeniden hatırlatarak , ilgili ayeti anlamaya çalışalım.

Ayetin başındaki "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları" cümlesinden, bu ayetin ilk muhataplarının Ehli kitap yani Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu anlaşılmaktadır. Tevrat ve İncil'e iman ettiklerini iddia edenlerin , Muhammed (a.s) ı oğullarını tanır gibi (6.20) tanıdıkları beyan edilerek , gelmiş olan bu elçinin daha önce geleceğinin İsa (a.s) tarafından müjdelendiği, (61.6), dolayısı ile bu elçiye iman etmelerinin şart olduğu hatırlatılmaktadır.

Bu ayetin doğru anlaşılmasının yolunun, ayet içindeki "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesinin , neyi ifade ettiğinin anlaşılmasından geçtiğini düşünmekteyiz. Bu cümlede, Ehli kitabın üzerinde olan bir yükün , Muhammed (a.s) tarafından kaldırıldığı beyan edilmektedir. Bu yükü Muhammed (a.s) ın kaldırmış olması demek , Allah (c.c) nin kaldırmış olması demek anlamına gelmektedir. Çünkü "Nebi Resul" görevine sahip olan bir kimse , Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli bir kişidir.

Öyleyse , bu cümlenin ifade ettiği anlamın yine Kur'an içinden aranarak anlaşılması gerekmektedir. Öncelikle , "Bunların üzerinde nasıl bir ağır yük vardı ki, Nebi Resul bunları kaldırdı?" sorusunu sorarak cevabını aramaya başlayalım. Bu sorunun cevabını aramak için , İsrailoğullarının köküne inen bir ayetten başlamak gerektiğini düşünmekteyiz.

[003.093-94]  Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.

Al-i İmran s. 93 ve 94. ayetlerinde , Tevratın indirilmesinden önce , bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğu bildirilmektedir. İsrail yani Yakub (a.s) ın yemediği herhangi bir yiyeceğin, Allah (c.c) tarafından İsrailoğullarına haram kılındığı için değil , onun nefsine ait nedenlerden ötürü , sevmemesi veya bedenine zarar vermesinden ötürü yenilmediğini , yani onun yemediği şeylerin bile İsrailoğullarına helal olduğunu , bu kavme yiyecek olarak herhangi bir haramlığın bildirilmediğini anlamaktayız.

Musa (a.s) kıssasını okumuş olanların malumu olan , İsrailoğullarının Firavun esaretinden kurtulmasını müteakip cereyan eden olaylara baktığımızda , İsrailoğullarının esaret yıllarını unutarak nankörlüğe geri döndüklerini , başta Musa (a.s) a olmak üzere kendilerine gelmiş olan elçilere başkaldırdıklarını ve bir kısmını öldürdükleri bilinmektedir. Onların bu başkaldırmaları Allah (c.c) tarafından dünya hayatında karşılıksız bırakılmayarak , onlara ceza olarak bazı yiyeceklerin onlara haram edildiğini görmekteyiz. 

[004.160-1]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

Nisa s. 160 ve 161. ayetlerine baktığımızda , Yahudilerin yapmış oldukları hatalar sebebi ile onlara daha önce HELAL olan TAYYİBATIN , HARAM kılındığını görmekteyiz. 

Peki bu haram kılınan TAYYİBAT neler idi ?. 

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.
[016.118]  Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

Allah (c.c) nin İsrailoğullarına yapmış oldukları yüzünden uygulamış olduğu bu yasakların bir kısmının (tamamı değil), İsa (a.s) tarafından kaldırıldığını görmekteyiz.

[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.

Al-i İmran s. 50. ayetinde , İsa (a.s) ın gelmesi ile İsrailoğullarına uygulanan yasağın bir kısmının kalktığını görmüş olmamız , bu yasakların tamamının kalkmadığını bizlere göstermektedir. 

Peki bu yasakların tamamı ne zaman ve kim ile kalktı?.

Sorusunun cevabını bizlere ,Araf s. 157. ayeti vermektedir. Bu ayet İsrailoğullarına uygulanan haramların tamamının, Muhammed (a.s) ile kalkmış olduğunu , bundan sonra onlara özel bir haramlılık olmadığını , onlara haram olan şeylerin artık bundan sonra , Kur'anın belirlediği haramlar olduğunu görmekteyiz.

Araf s. 157. ayeti içindeki ve konunun aydınlanmasında anahtar bir görevi olduğunu düşündüğümüz, "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir" cümlesi , İsrailoğullarına daha önceden helal iken , yapmış oldukları bazı hatalar nedeni ile ceza olarak onlara haram kılınan bazı yiyeceklerin, bir kısmının İsa (a.s) ile helal kılınmış olmasına karşın , bir kısmının hala yürürlükte olduğunu göstermektedir . Araf s. 157. ayeti , artık bundan sonra böyle bir haramlılık olmadığını beyan ederek, özel bir durum olan İsrailoğullarının üzerindeki haramlılığı TAMAMEN kaldırmaktadır.

Muhammed (a.s) , Musa ve İsa (a.s) ların yolunu izleyen birisi olması nedeniyle , İtaat edilmesi gereken bir elçidir ve bu itaat zorunluluğu, kendisini İsa ve Musa (a.s) lara iman ettiklerini iddia edenler için de geçerlidir. Musa (a.s) a itaat ettiklerini iddia eden İsrailoğullarının da itaat etmeleri gereken bir elçi olan Muhammed (a.s) , bu insanlara kendilerine haram olan bazı şeylerin artık bundan kaldırılmış olduğunu kendisine Allah (c.c) nin vahyetmesi sonucunda onlara bildirmektedir. 

Bu çerçevede , "Nesh" konusu ile ilgili olarak bir saptamada bulunmak yerinde olacaktır. Bilindiği gibi "Nesh" denilince ilk akla gelen şey , Kur'an içindeki bazı ayetlerin, bazı ayetler ile hükmünün kaldırılması olduğudur. Kur'an içindeki ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olduğu iddiası , ayetler arasında bağ kuramayanların ortaya attığı bir iddia olup , Kur'an içinde böyle bir durum söz konusu değildir.

"Nesh" konusunu , yani ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırmış olmasını , Allah (c.c) nin daha önce göndermiş olduğu Tevrat'ın da Allah (c.c) nin ayetlerini ihtiva eden bir kitap olduğunu dikkate alarak düşündüğümüzde , İsrailoğullarına haram kılınan yiyecekler, onlara vahiy yolu ile yani "AYET" ile bildirilmekte idi. Muhammed (a.s) a inen Kur'an , Tevrat'ta olan bir ayetin hükmünü nesh etmiş yani hükmünü kaldırmıştır diyebiliriz. Nesh konusunu sadece Kur'an ile sınırlamayıp , Tevratı da içine içine alan bir çerçevede düşündüğümüzde ayetler arası nesh'in vaki olduğunu söyleyebiliriz.

[007.158] De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı, O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için gönderdiği resulüyüm. Allah'a ve ümmi nebi resule -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru yolu bulasınız.»

Araf s. 158. e baktığımızda "Ey insanlar" hitabını, ilk muhataplar açısından değerlendirdiğimizde , ki bu ayetlerin Medine de inmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir , Ehli kitap olarak bilinen insanlara yapılan bir hitap olarak anlayabiliriz.

Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin bir elçisi yani onun adına konuşan bir kişi olarak , Allah (c.c) nin bundan sonra İsrailoğullarına uyguladığı yasakların artık kaldırıldığı , İsrailoğullarının diğerleri gibi bu elçiye iman etmeleri gerektiği , diğer insanlar gibi bu elçiye indirilen haramlara tabi olan bir hayat sürmeleri gerektiği beyan edilmektedir.

[005.004]  Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size tayyibat helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
[005.005] Bugün, size tayyibat olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir. Kim imanı inkar ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir.

Tayyip olanı helal , habis olanı haram kılma yetkisi, sadece Allah (c.c) ye has bir yetki olup , bu yetki onun dışında hiç kimse tarafından kullanılamaz. Araf s. 157. ayetinde ki durum , Allah (c.c) nin elçisi olan Muhammed (a.s) ın yetkisi dahilinde olan bir durumu ifade etmemekte olup tek yetkili olan Allah (c.c) nin daha önce verdiği bir hükmü kaldırmış olduğunu beyan etmektedir. 

Sonuç olarak ; Araf s. 157. ayetinin , siyak sibak , konu ve Kur'an bütünlüğü açısından değerlendirildiğinde , Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) gibi haram helal tayin etme yetkisi bulunduğuna dair herhangi bir delil olduğunu anlamak mümkün görülmemektedir. Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi olduğu düşüncesine bazı ayetlerin delil olarak sunulma çalışmalarının , bundan önceki bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız gibi , onun "Elçi" olmasının ne demek olduğunu anlayamayan veya anlamak istemeyenlerin ortaya attığı düşüncelere, Kur'andan destek aranma çalışmalarının bir sonucu olduğunu söylemek mümkündür.

İlgili ayeti bağlamında değerlendirdiğimizde , İsrailoğullarına yapmış oldukları hatalar nedeni ile Allah (c.c) tarafından ceza olarak verilmiş olan bazı yiyeceklerin haram kılınma cezasının tamamen kaldırıldığını görmekteyiz. Bu kaldırılma Muhammed (a.s) ın elçi olması nedeniyle  Allah (c.c) tarafından gerçekleştirilen bir neshetme olayı olup , Allah (c.c) nin yetki sınırları dahilinde olan ve kimseye verilmemiş olan haram helal tayin etme yetkisinin sadece ona ait olduğunun açık bir ifadesi olarak bizlerin ön yargılarından arınmış olarak okunmasını bekleyen bir ayettir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Ocak 2016 Salı

Kur'anı Okumak Anlamak Anlatmak Kimlerin Tekelindedir ?

Son yıllarda Kur'anın Türkiye genelinde gündeme gelmeye başlamıs olması ile birlikte, bir takım yöntem sorunlarını da beraberinde getirdiğine şahit olmaktayız. Kur'anın, farklı yöntemler ile okunması sonucunda , bizleri birlik ve beraberliğe yöneltmesi gereken yegane kaynak olan bu kitap , ters bir işlev görerek ayrışmaya ve fırkalaşmaya sebep olan bir kitap haline gelmiştir.

"Bu durumun önüne nasıl geçilebilir?"  sorusu, herkesin kafasında cevabını arayan bir soru olarak önümüzde durmakta , fakat herkes kendi yöntemini öne çıkardığı için bir türlü bu fırkalaşmaların önü alınamamaktadır. Bu yazımızda , "Nasıl bir okuma yöntemi geliştirmek gerekir?" sorusunun değil , "Farklı okuma yöntemlerine sahip olanların birbirlerine karşı nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği" üzerinde durulacaktır.

Şurası gayet doğaldır ki , herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanarak , diğerlerinin de bu düşünce doğrultusunda bir Kur'an okuma metodu seçmesini ister. Ancak bu mümkün olamayacağına göre farklılıkların düşmanlığa dönüşmemesini gerektirecek yolların ortaya konulması gerekmektedir. 

Öncelikle eline Kuran alan hiç kimse , "Bu din benden veya bizden sorulur" havalarına girmemelidir. Kur'anı elinde tutanların hepsinin bilgi bakımından aynı seviyede olması mümkün olmamakla birlikte , böyle bir beklenti de doğru değildir. Kur'anı elinde tutmaya bizim ne kadar  hakkımız varsa , başkalarının da o kadar hakkı olduğunu düşünmek , bu konuda atılması gereken ilk adımdır. 

Kur'an hakkında konuşmak , hiç bir kişi , kurum , kuruluş , fırka , mezhep , alim v.s kişinin tekelinde olamaz. Bu tür tekel yüzlerce senedir uygulanmakta olup , bu tekelleşme ümmete "Benim alimim haklıdır" , "Benim Kitabım doğrudur" , "Benim fırkam naciye dir" gibi kavgalardan başka bir getirisi olmamış ve hala aynı kavgalar sürmektedir.

Bizler yüzyıllardır durmak bilmeyen bu kavgalardan rahatsız olanlar olarak , bu kavgaların önünün , bütün Müslümanların ortak kitabı olan Kur'anın ortaya konulması ile son bulacağını iddia ederek, Kur'anın gündem etmeye başladıktan sonra , bu kitabı en iyi bizlerin anladığını ve başkalarının bizim anladıklarımıza teslim olması gerektiğini düşünmek , eskiye daha kötü bir dönüş anlamına gelecektir.

Kur'an hakkında konuşmayı veya yazmayı , pazara mal getirmek şeklinde bir misal ile misallendirecek olursak ; Herkes söylediklerini veya yazdıklarını ortaya koyar, yani pazara getirir. Yazdıklarının veya söylediklerinin okunmasını istemek herkesin en tabii hakkıdır , buna kimse engel olamaz olmamalıdır. Ancak kişiler kendi mallarını pazarlamak yerine , başkalarının mallarını kötülemek durumuna giderlerse , haliyle pazarda kavga çıkacaktır. 

Bu düşüncemiz ,malının sevilmediği yani yazılarının veya düşündüklerinin yanlış olduğu düşünülen bir kimsenin eleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Elbette eleştiri olacak ve olması lazımdır , ama bunu yaparken küfür , hakaret , aşağılama , alay gibi üslubun kullanılması asla doğru değildir. 

Bir pazarda kendi malını satmak için uğraşmak yerine , başkalarının malını kötülemek için uğraşan satıcı , kendi malını da satamayarak evine eli boş olarak dönecektir. Bunda dolayıdır ki , herkes kendi malını satmak için uğraşabilir , defolu mal satan birisinin malının defosu gösterilebilir , ama o defoya rağmen bir kalkıp "Defolu da olsa ben bu mala talibim" dediğinde bizim o insana karşı defolu malı almaması için , zorlayıcı bir tarz kullanmamız yanlış olacaktır.

Şurasını asla unutmayalım ki , Kendisine Kur'an inmiş olan Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ yolu bizler içinde geçerlidir. Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimizin bilinci içinde yapılan tartışmalar , bizleri kin ve düşmanlıktan alıkoyarak , daha seviyeli bir diyalog ortamına sokacaktır.

Dün "Avam-Havas" şeklindeki ayrımın , bugün "Mektepli - Alaylı" şeklinde devam ettiğini görmekteyiz. Bir kısım doç , prof gibi etikete sahip olan mektepli şahsiyet , kendisi kadar okumamış  diploma sahibi olmamış kimselerin bu konularda söz söyleme yetkisi olmadığını iddia edip ,  onları aşağılayıcı tavırlar içine girerek , din alanda konuşma yetkisinin kendilerinde olduğunu gibi bir hava oluşturmaktadırlar. 

Elbette bu insanların bilgi kapasiteleri , diğer kimselere göre fazladır , ancak bu fazlalık o kişileri kibir ve gurur içine sürüklememelidir. Bazı insanların Kur'an hakkında söyleyip yazdıkları , elbette bu satırları yazanı da rahatsız etmektedir. Ancak bu rahatsızlık o kişilere karşı  hakaretvari bir üslup kullanarak onları kötüleme ve onların düşüncelerini mahkum etme hakkını kimseye vermez.

Kur'an hakkında konuşan herkes şunu bilmelidir ki , Kur'an hakkında konuştuğu her söz onun kendi bilgi seviyesinin bir sonucudur. Herhangi bir kimse, kendisinin konuştuğunun en doğru ve başkalarının bu konuda söylediğinin yanlış olduğunu iddia ederek , kendisini öne çıkarıp , diğerlerini yere batıran bir tarz içine girdiğinde sorunlar başlayacaktır.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , kendisini doğru , başkasını yanlış olarak gören kimse , aynı şekilde bir başkası tarafından yanlış olarak görülecektir. Bundan dolayı , birisine yanlış demenin ortaya konan delilinden sonra işi uzatarak , olayı şahsileştirmeye gerek yoktur. Empati kurmak, yani kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünmek , bizleri bu konularda daha mutedil bir davranışa itecektir. 

Biz karşımızdaki bir kimseyi nasıl hatalı olarak görüyorsak , karşımızdaki de bizi aynı şekilde hatalı görmektedir. Hatalı veya eksik olabileceğimizi kabul etmeyerek , tek ve nihai doğrunun kendi tezimiz olduğunu savunmak , karşımızdaki kişi ile olan tartışma ortamını baştan yok edecektir. 

Farklı düşünceleri hazmetmenin zorluğunu , bu satırları yazan kişi kendi üzerinden şahit olduğu için , demesi kolay tatbiki zor durum olduğunu bilmektedir. Ancak Kur'anın kimsenin tekelinde olmadığı bilinci içinde olmak , ne kadar yanlış olduğunu düşünsek bile , ortaya atılan düşüncenin delilli olarak ret edilmesini gerektirir. Kimsenin düşüncesini sadece bizim gibi düşünmediği için ret etmeye kalkmak doğru bir yaklaşım değildir.

Sonuç olarak ; Kur'anı el kitabı haline getiren kişilerde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan yöntem sorununun en aza indirilebilmesi için , öncelikle hiç kimsenin Kur'anı kendi malı saymaması ve herkesin bu kitap hakkında konuşabileceğini kabul etmesi gerekmektedir. Kendisinin veya hocasının bu konuda yetkili olduğunu söyleyerek , diğerlerini mahkum eden anlayışlar doğru olmayıp , bu tür yaklaşımlar fırkalaşmayı körükleyecektir. Fırkalaşmanın önünü almak için yola çıkanların , yolda fırkalaşmaları kadar yanlış ve hatalı bir yolun olamayacağı bir gerçektir. 

Kur'anın okumak , anlamak , anlatmak kimsenin tekeline alamayacağı bir alan olup , bu alanda herkes kendi çapında ve  bilgisi dahilinde sözler söylemeye hakkı vardır. Hatalı olduğunu düşündüğümüz sözler ve yaklaşımlar , Kur'anın önerdiği yol dahilinde eleştirilerek , doğru olduğu düşünülen fikirler söylenebilir. Kimseye kendi düşüncemizi kabul etmediği için hakaret , aşağılama gibi tavırlar Müslümana yakışan tavırlar değildir.

RABBİMİZ BİZLERİ , KENDİMİZİ VEYA HOCAMIZI ÖNE ÇIKARAN ANLAYIŞLARDAN BERİ KILSIN.