Kur'anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Şubat 2016 Salı

Kur'anı ve Elçileri Yaşanan Zamanın ve Hayatın İçine Taşımak

Muhammed (a.s) ı farklı anlamaya yönelik temayüller , daha kendisi hayatta iken söylemiş olduğu sözlerin veya yapmış olduğu fiillerin, sahabe tarafından farklı anlaşılması ile başlamıştır. Bir kısım sahabe, sadece onu taklit etmeye yönelirken , diğer bir kısım sahabe ise, onun yapmış olduğu bir fiilin maksadını gözeterek, sadece taklide yönelmeyen bir algıya sahip olmuştur. Abdullah Bin Ömer ve Ebu Hüreyre gibi sahabelerin taklide , Ömer ve Aişe validelerimiz gibi sahabelerin maksada yönelik anlayışları, bu günkü farklı peygamber algılarının temelini oluşturmaktadır.

Onun vefatını müteakip , sahabe arasında baş gösteren bu farklı algılar devam ederek ,taklidi esas alan algı ,"Ehli Hadis" ekolü olarak bildiğimiz, vahyi değil elçinin söylediği iddia edilen sözleri merkeze alan anlayış olarak kendisini göstermiştir. Taklidi esas alan algının farklı bir versiyonu olan "Tasavvuf" ekolü altında  onun bedenini, saçını , sakalını , terliğini , hırkasını kutsamayı merkeze alan anlayış baskın hale gelmiş ve hala bu ekoller, ağırlıklı olarak İslam coğrafyası dahilindeki Müslümanlar arasında yaşatılmaktadır.

Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle onun Kur'an içinde önemli bir yeri olduğunu herkes gibi bizde kabul etmekteyiz. Ancak bahsettiğimiz ekollerin peygamber algıları ile , Kur'an içindeki peygamberin birbirleri ile alakası olmadığını iddia etmekteyiz. Bahsettiğimiz ekollerin düştüğünü düşündüğümüz en büyük yanılgı , Kur'ana bütüncül yaklaşılmaması neticesinde oluşmuş bir peygamber algısıdır. Bu algıda sadece Muhammed (a.s) öne çıkmakta olup , Kur'an içinde zikri geçen diğer elçiler sanki hiç yokmuşçasına bir algı oluşturulmuştur. 

Ayrıca, sadece Muhammed (a.s) ın elçi olarak görüldüğü bu anlayışta , bu elçi yaşadığı zaman içine hapsedilmiş bir hale getirilerek , onun yaşadığı zaman ve mekan dahilindeki yaşantısının ürünü olan sözler ve fiiller sanki evrensel bir mesaj olarak okunarak yaşanan zaman ile alakası olmayan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. 

Bu ekollerin peygamberi , bize bevl etmeyi öğreten , 3 taşla tahareti emreden , sağ eli ile yemeyene beddua eden , tedavi için deve sidiği öneren , öğle uykusunu  , ayakta su içmemeyi emreden , bize tuvalet adabını öğreten , yerde yemek yemeyi , elle yemeyi , yemekten sonra parmakları yalamayı ve yalatmayı sünnet sayan , günde bir kaç kez mucize gösteren , saçı, sakalı, hırkası,terliği v.s eşyası kutsal olan , konuştukları vahiy olan , Allah (c.c) ile ortak olarak haram helal koyabilen , yeri geldiği zaman kendisine vahyedilenin hükmüne aykırı hüküm verebilen bir kişidir.

Böyle bir peygamberin artık yaşadığımız dünyada yeri yoktur. Böyle bir peygamberin yaşadığımız dünyaya dair herhangi bir sözü de yoktur. Çünkü Muhammed (a.s) ın elçi olma görevinin haricinde yaptığı ve söyledikleri , yaşadığı zaman ve mekan şartları dahilinde söylenmiş ve yapılmıştır. Böyle bir peygamber algısını empoze etmeye çalışan ekollerin yaptığı bu dine düşmanlık yapmaktan öteye geçmemekte , insanlar İslam dininin bu kimselerin anlattığından ibaret ve dinin kendisi olduğunu  zannederek , bu dinden fevç fevç kaçmaktadırlar.

Halbuki peygamberler ve onların getirdikleri vahiyler yaşanan hayata dair sözü olan, yapılan yanlışlara "Dur" diyebilen yani yaşanan hayata dokunan sözlerdir. Onların yaşadıkları hayatların bizlere anlatılma gayesi, onların sözlerinin ve hayatlarının evrensel mesajlar içermesidir. Ancak biz bu mesajları geri plana atarak , sadece son elçiyi öne çıkarmaya çalışmakta , bu öne çıkarmamız da onun evrensel mesajını değil , saçı , sakalı , hırkası , terliği gibi bizi ilgilendirmeyen şeyleri ön plana çıkarmaya yöneliktir. 

Bu gün bir çok Müslümanın zihnindeki , Muhammed (a.s), sadece rivayet kitapları ve şemail kitapları içine sıkışıp kalmış bir kişidir. Muhammed (a.s) bu kitapların tasallutundan kurtarılıp , Kur'anın anlattığı bir elçi portresi dahilinde okunup anlaşılmadıkça , onun gerçek misyonu doğru olarak anlaşılmayacaktır. 

Ancak yaşadığımız coğrafyanın her tarafına yayılmış olan uçan kaçan peygamber algısı , insanları öyle bir etki altına almıştır ki , teklif ettiğimiz şeyin adı "Peygamber Düşmanlığı" olarak görülmektedir. Muhammed (a.s) ı asli görevinin Kur'an içinde beyan edildiğini ve onun rivayet ve şemail kitaplarından değil , Kur'andan okunmasını iddia edenler, kendilerinde böyle bir düşmanlık olmadığını anlatmak için savunma durumuna geçerek vakit kaybetmektedirler.

Bizler kendimizin sapık olmadığını savunma altında anlatmaya çalışmak yerine ,  sapıklığın bizlerde değil , esas sapıklığın Muhammed (a.s) ı rivayet ve şemail kitaplarına hapsederek onun uçan kaçan bir kişi ve zaman ile bağı olmayan tarihsel bir mitolojik şahsiyet durumuna düşürenlerde olduğunu dile getirmek zorundayız.

Artık bu mitolojik bir şahıs haline sokulmuş elçi algıların değişmesi , Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayata dair sözleri olan bir duruma getirilmesi , ve bu algıların önce Müslümanların hayatında , sonra bütün insanların hayatında yer alması gerekmektedir. Bunlar yapılırken , Kur'anın ve elçilerin reformizme kurban edilmesi gibi bir teklifimiz ve düşüncemiz olmadığını hassaten belirtmek istiyoruz. Çünkü Kur'an ve elçiler, doğru bir okuma ve anlama yöntemi ile yeniden okunup anlaşılmayı ve yaşanan hayatlara dair sözleri olduğunun bilinmesini beklemektedir.

Kur'an ve elçiler nasıl bir okuma yöntemi ile yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilir?. 

"Ben Müslümanım" diyenlerin tamamının artık, Kur'an ve elçilerin hayata taşınması gerektiğine dair bir kaygı sahibi olması ve bu kaygı etrafında gerçekleştirilen okuma ve anlayışları gündeme taşıyarak , sağ elle yemenin fazileti veya yatma şeklinin nasıl olması gerektiği gibi,  kıldan tüyden meselelerin artık bize bir getirisi olmadığını anlamaları gerekmektedir.

Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilmesinin yolu , önce biz Müslümanların yaşanan hayatı ve zamanı doğru biçimde okumasından geçmektedir. Yaşanan hayatın ve zamanın doğru okunması demek , bu yaşananlara Kur'an ve elçiler bağlamında köktenci çarelerin üretilmesi ve dünyaya sunulması demektir.

Bu gün dünya geneline baktığımızda her bir yanda , savaşlar , ekonomik ve sosyal krizler , ahlaki çöküntüler , çevre felaketleri , zulüm , zengin ve fakir arasında akıl almaz uçurumlar gibi insanlık sorunları herkesi kuşatmış vaziyettedir. 

"Tarih tekerrürden ibarettir" sözünün gerçek olduğu bir dünyada , bu tür yaşanmışlıklara kimlerin nasıl tepki verdiği ve bu sorunlara nasıl çareler önerildiği önem kazanmaktadır.
Yaşanan dünya üzerindeki sorunların okunarak , bu sorunlara çare üretilme kaygısı ile okunan bir Kur'an , çarenin ta kendisi olarak "Çaresiz değilsiniz çare burada" diyerek bizleri çağırmaktadır. 

Kur'an içindeki çarenin okunması için önce hastalığın teşhis edilmesinin gerektiğini düşünmekteyiz. Çağlar boyunca insanlığın karşılaştığı sorunların başında "ŞİRK" hastalığına tutulmuş insanların yaydığı "Fitne ve Fesat" mikrobu bulunmaktadır. Bu mikrobun ortadan kalkması için , önce bu hastalığın kökünün kazınması gerekmektedir. Bu hastalık ortadan kalkmadıkça bu mikroplar dünyaya yayılmaya devam edecektir. 

Kur'anın "Kıssa" yollu anlatımları bize bu hastalık ve yaydığı mikropla nasıl mücadele edileceğini öğreten önemli bir reçetedir. Bütün elçilerin mensup oldukları kavimlere, yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları yanlışlara karşı sundukları reçete , "Tevhid" reçetesi yani Allah (c.c) yi tek ilah olarak bilen bir hayatın ikame edilmesi olmuştur.

Lut , Salih , Şuayb (a.s) lar gibi elçilerin kavimlerine karşı  söyledikleri sözlere baktığımızda, onlara yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları hataları hatırlatarak engel olmaya çalışmışlardır. Hiç bir elçi kıl tüy meselelerine girmemiş , kendilerinin MELEK değil BEŞER oldukları , bu yaptıklarına karşılık onlardan hiç bir ÜCRET istemediklerini dile getirmişlerdir. 

Bu elçiler  o kavimlere, sağ elle yemek yemenin, tuvalete sağ ayakla girmenin , sarık sarmanın , sakal bırakmanın faziletlerini değil , yaşadıkları dünyayı fitne ve fesada boğma sebebi olan şirk amellerini terk etmeleri için onlar ile sonuna kadar  yılmadan bıkmadan mücadele etmişlerdir. 
Son elçi olan Muhammed (a.s), kendisine vahyedilen bu kıssalardaki mücadele örneklerini okuyarak önce kendi hayatına pratize ederek , kavminin şirk amelleri ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğini bizlere de öğretmiştir. 

Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin ortak özelliklerinin , yaşadıkları zaman ve mekanın sorunlarına karşı vahy yolu ile çözüm üreten ve bu çözümleri tebliğ eden ve hayatlarına tatbik eden insanlar olduklarını görürüz. Bu insanlar "Resul" olma görevini yüklendikleri için , yaşanan hayata dair sorunlara çözüm yolunun vahye uymaktan geçtiğini söyleyerek , bu sorunların çaresinin adresini de göstermişlerdir.

Bu güne geldiğimizde , Kur'anı ve elçiyi takip ettiğini iddia eden bizler, okuduğumuz kitabın yaşanan hayatın sorunlarına karşı herhangi bir çözüm önerisi olup olmadığından haberimiz bile olmayan bir hayat sürmekteyiz. Yaşadığımız dünyadaki zulüm , ve ekonomik ve sosyal dengesizlikler , ahlaki çöküşlere karşı bizlerin söyleyecek sözü ve yapması gereken bir çok görevi var iken , bahsettiğimiz her türlü sapmanın en fazla biz Müslümanlara dokunmuş olması, ne kadar zavallı ve aciz bir durumda olduğumuzun kanıtıdır.

Bizler önce kendi üzerimizdeki ölü toprağını kaldırarak bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , kendi hayatımıza bu dinin prensipleri ile yön verip , sonra dünyanın bu gidişatına "Dur" demek zorundayız. Kulu olduğumuz Allah (c.c) nin bizlere yüklemiş olduğu görev bu olup , ümmeti olduğunu iddia ettiğimiz Muhammed (a.s) ın 23 yıllık risaleti boyunca görevi , kendisinin bir kul ve elçi olarak yüklenmiş olduğu bu görevi yerine getirmek olmuştur. 

İşte böyle bir elçinin bize ve yaşanan hayata dair bir sözü olur , ve dünyadaki bütün ezilenlerin kurtarıcısı olarak görülebilir. Kur'an ve elçilerin eğer yaşanan dünyaya dair söyleyecek sözleri yoksa onlara tabi olmanın hiç bir anlamı ve gereği de olmayacaktır. Bizler Kur'an ve elçilerin bu çağrısını bırakın insanlara anlatabilmeyi kendimizin bile haberdar olmayışımızın neticesinde, irtidat hareketleri gözle görülür biçimde artış göstermiştir. 

İnandığı değerlerin yaşanan hayata dokunmasını haklı olarak isteyenler , bu değerlerin böyle bir işlevi olmadığını gördüklerinde çareyi , hayata dokunan başka değerlerde arama yolunu seçmektedirler. Ancak bu değerlerin hiç biri , insanların aradıklarını vermeye muktedir değildir. 

Çünkü bu değerler tevhidi değil şirk'i esas alan düşünce temelleri üzerine oturmuş sistemler olup , Allah'a kulluk esasını değil , kula kulluğu esas almaktadır. Bizler tek ilah'a kulluk etmenin gereğini doğru bir biçimde anlatabilirsek , dünyaya dair sözleri olan insanlar konumuna gelerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyenlerden olabiliriz. Aksi takdirde sele kapılmış yonga misali, şirk seline kapılmış bir halde kıyamete kadar sürüklenmekten kurtulamayız. 

Görülmektedir ki, insanlara bu dini anlatma ve kurtuluşun burada olduğunu göstermenin yolu , bu dinin bir takım emirlerini reformize ederek yani yamultarak insanlara anlatmak değil , yaşanan zamanın her türlü sorunlarına çareler sunduğunu onlara anlatabilmektir.

Sonuç olarak ; Yaşadığımız dünya genelinde bitmek tükenmek bitmeyen huzursuzluklar bütün insanlığı tehdit ve rahatsız etmektedir. Bu durum çare arayışlarını her zaman gündeme getirmiş , ve önerilen çarelerin çaresizlik ürettiği görülmüştür. Allah (c.c) insanların Rabbi ve İlahı olarak onlara nasıl bir düzen içinde yaşamları gerektiğine dair emirleri elçiler vasıtası ile göndermiş olmasına rağmen , zaman içinde bu elçi ve kitaplara bağlı olduğunu iddia edenler , bu kitap ve elçilerin çağrılarını deformasyona uğratmışlardır. 

Elçi ve kitaplara karşı yapılan bu haksızlık , dünyanın gidişatına dair bu kitap ve elçilerin sözleri olduğunu unutturarak, insanları başka arayışlara yönlendirmiştir. Bu arayışlar fitne ve fesadın çoğalmasından başka bir işe yaramamış sonuçta yaşadığımız günlere gelinmiştir. Bizler üzerimizdeki ölü toprağını atarak yeniden silkinerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyebilen söylemler üreterek , kul olma sorumluluğumuzu yeniden hatırlamak zorundayız.

Bu söylem ancak, din adına üretilmiş olan yanlışların yerine, doğruların ikame edilmesi ile üretilebilir. Kur'an ve elçi konusunda yapılan yanlışlar yeniden ele alınarak bunların yaşanan zamana ve hayata dair en doğru sözleri söylediği, ve bu sözlerin hayata geçirilmediği müddetçe insanlığın kurtuluşunun mümkün olamayacağı , önce biz Müslümanlar tarafından içselleştirilerek tüm dünyaya bu kitabın evrensel mesajı duyurulmalıdır.

RABBİMİZ BİZLERİ KİTABIN VE ELÇİLERİN, ZAMANA VE HAYATA DAİR SÖZLERİ OLDUĞUNU ÖNCE ÖĞRENEN , SONRA BU SÖZLERİ DÜNYAYA ANLATMAYA ÇALIŞANLARDAN KILSIN.

26 Ocak 2016 Salı

Kur'anı Okumak Anlamak Anlatmak Kimlerin Tekelindedir ?

Son yıllarda Kur'anın Türkiye genelinde gündeme gelmeye başlamıs olması ile birlikte, bir takım yöntem sorunlarını da beraberinde getirdiğine şahit olmaktayız. Kur'anın, farklı yöntemler ile okunması sonucunda , bizleri birlik ve beraberliğe yöneltmesi gereken yegane kaynak olan bu kitap , ters bir işlev görerek ayrışmaya ve fırkalaşmaya sebep olan bir kitap haline gelmiştir.

"Bu durumun önüne nasıl geçilebilir?"  sorusu, herkesin kafasında cevabını arayan bir soru olarak önümüzde durmakta , fakat herkes kendi yöntemini öne çıkardığı için bir türlü bu fırkalaşmaların önü alınamamaktadır. Bu yazımızda , "Nasıl bir okuma yöntemi geliştirmek gerekir?" sorusunun değil , "Farklı okuma yöntemlerine sahip olanların birbirlerine karşı nasıl bir tutum izlemeleri gerektiği" üzerinde durulacaktır.

Şurası gayet doğaldır ki , herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanarak , diğerlerinin de bu düşünce doğrultusunda bir Kur'an okuma metodu seçmesini ister. Ancak bu mümkün olamayacağına göre farklılıkların düşmanlığa dönüşmemesini gerektirecek yolların ortaya konulması gerekmektedir. 

Öncelikle eline Kuran alan hiç kimse , "Bu din benden veya bizden sorulur" havalarına girmemelidir. Kur'anı elinde tutanların hepsinin bilgi bakımından aynı seviyede olması mümkün olmamakla birlikte , böyle bir beklenti de doğru değildir. Kur'anı elinde tutmaya bizim ne kadar  hakkımız varsa , başkalarının da o kadar hakkı olduğunu düşünmek , bu konuda atılması gereken ilk adımdır. 

Kur'an hakkında konuşmak , hiç bir kişi , kurum , kuruluş , fırka , mezhep , alim v.s kişinin tekelinde olamaz. Bu tür tekel yüzlerce senedir uygulanmakta olup , bu tekelleşme ümmete "Benim alimim haklıdır" , "Benim Kitabım doğrudur" , "Benim fırkam naciye dir" gibi kavgalardan başka bir getirisi olmamış ve hala aynı kavgalar sürmektedir.

Bizler yüzyıllardır durmak bilmeyen bu kavgalardan rahatsız olanlar olarak , bu kavgaların önünün , bütün Müslümanların ortak kitabı olan Kur'anın ortaya konulması ile son bulacağını iddia ederek, Kur'anın gündem etmeye başladıktan sonra , bu kitabı en iyi bizlerin anladığını ve başkalarının bizim anladıklarımıza teslim olması gerektiğini düşünmek , eskiye daha kötü bir dönüş anlamına gelecektir.

Kur'an hakkında konuşmayı veya yazmayı , pazara mal getirmek şeklinde bir misal ile misallendirecek olursak ; Herkes söylediklerini veya yazdıklarını ortaya koyar, yani pazara getirir. Yazdıklarının veya söylediklerinin okunmasını istemek herkesin en tabii hakkıdır , buna kimse engel olamaz olmamalıdır. Ancak kişiler kendi mallarını pazarlamak yerine , başkalarının mallarını kötülemek durumuna giderlerse , haliyle pazarda kavga çıkacaktır. 

Bu düşüncemiz ,malının sevilmediği yani yazılarının veya düşündüklerinin yanlış olduğu düşünülen bir kimsenin eleştirilmemesi gerektiği anlamına gelmez. Elbette eleştiri olacak ve olması lazımdır , ama bunu yaparken küfür , hakaret , aşağılama , alay gibi üslubun kullanılması asla doğru değildir. 

Bir pazarda kendi malını satmak için uğraşmak yerine , başkalarının malını kötülemek için uğraşan satıcı , kendi malını da satamayarak evine eli boş olarak dönecektir. Bunda dolayıdır ki , herkes kendi malını satmak için uğraşabilir , defolu mal satan birisinin malının defosu gösterilebilir , ama o defoya rağmen bir kalkıp "Defolu da olsa ben bu mala talibim" dediğinde bizim o insana karşı defolu malı almaması için , zorlayıcı bir tarz kullanmamız yanlış olacaktır.

Şurasını asla unutmayalım ki , Kendisine Kur'an inmiş olan Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ yolu bizler içinde geçerlidir. Kimse üzerine vekil olarak gönderilmediğimizin bilinci içinde yapılan tartışmalar , bizleri kin ve düşmanlıktan alıkoyarak , daha seviyeli bir diyalog ortamına sokacaktır.

Dün "Avam-Havas" şeklindeki ayrımın , bugün "Mektepli - Alaylı" şeklinde devam ettiğini görmekteyiz. Bir kısım doç , prof gibi etikete sahip olan mektepli şahsiyet , kendisi kadar okumamış  diploma sahibi olmamış kimselerin bu konularda söz söyleme yetkisi olmadığını iddia edip ,  onları aşağılayıcı tavırlar içine girerek , din alanda konuşma yetkisinin kendilerinde olduğunu gibi bir hava oluşturmaktadırlar. 

Elbette bu insanların bilgi kapasiteleri , diğer kimselere göre fazladır , ancak bu fazlalık o kişileri kibir ve gurur içine sürüklememelidir. Bazı insanların Kur'an hakkında söyleyip yazdıkları , elbette bu satırları yazanı da rahatsız etmektedir. Ancak bu rahatsızlık o kişilere karşı  hakaretvari bir üslup kullanarak onları kötüleme ve onların düşüncelerini mahkum etme hakkını kimseye vermez.

Kur'an hakkında konuşan herkes şunu bilmelidir ki , Kur'an hakkında konuştuğu her söz onun kendi bilgi seviyesinin bir sonucudur. Herhangi bir kimse, kendisinin konuştuğunun en doğru ve başkalarının bu konuda söylediğinin yanlış olduğunu iddia ederek , kendisini öne çıkarıp , diğerlerini yere batıran bir tarz içine girdiğinde sorunlar başlayacaktır.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , kendisini doğru , başkasını yanlış olarak gören kimse , aynı şekilde bir başkası tarafından yanlış olarak görülecektir. Bundan dolayı , birisine yanlış demenin ortaya konan delilinden sonra işi uzatarak , olayı şahsileştirmeye gerek yoktur. Empati kurmak, yani kendisini karşısındakinin yerine koyarak düşünmek , bizleri bu konularda daha mutedil bir davranışa itecektir. 

Biz karşımızdaki bir kimseyi nasıl hatalı olarak görüyorsak , karşımızdaki de bizi aynı şekilde hatalı görmektedir. Hatalı veya eksik olabileceğimizi kabul etmeyerek , tek ve nihai doğrunun kendi tezimiz olduğunu savunmak , karşımızdaki kişi ile olan tartışma ortamını baştan yok edecektir. 

Farklı düşünceleri hazmetmenin zorluğunu , bu satırları yazan kişi kendi üzerinden şahit olduğu için , demesi kolay tatbiki zor durum olduğunu bilmektedir. Ancak Kur'anın kimsenin tekelinde olmadığı bilinci içinde olmak , ne kadar yanlış olduğunu düşünsek bile , ortaya atılan düşüncenin delilli olarak ret edilmesini gerektirir. Kimsenin düşüncesini sadece bizim gibi düşünmediği için ret etmeye kalkmak doğru bir yaklaşım değildir.

Sonuç olarak ; Kur'anı el kitabı haline getiren kişilerde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan yöntem sorununun en aza indirilebilmesi için , öncelikle hiç kimsenin Kur'anı kendi malı saymaması ve herkesin bu kitap hakkında konuşabileceğini kabul etmesi gerekmektedir. Kendisinin veya hocasının bu konuda yetkili olduğunu söyleyerek , diğerlerini mahkum eden anlayışlar doğru olmayıp , bu tür yaklaşımlar fırkalaşmayı körükleyecektir. Fırkalaşmanın önünü almak için yola çıkanların , yolda fırkalaşmaları kadar yanlış ve hatalı bir yolun olamayacağı bir gerçektir. 

Kur'anın okumak , anlamak , anlatmak kimsenin tekeline alamayacağı bir alan olup , bu alanda herkes kendi çapında ve  bilgisi dahilinde sözler söylemeye hakkı vardır. Hatalı olduğunu düşündüğümüz sözler ve yaklaşımlar , Kur'anın önerdiği yol dahilinde eleştirilerek , doğru olduğu düşünülen fikirler söylenebilir. Kimseye kendi düşüncemizi kabul etmediği için hakaret , aşağılama gibi tavırlar Müslümana yakışan tavırlar değildir.

RABBİMİZ BİZLERİ , KENDİMİZİ VEYA HOCAMIZI ÖNE ÇIKARAN ANLAYIŞLARDAN BERİ KILSIN.

2 Şubat 2015 Pazartesi

Kur'anı Sarhoş Olarak Okuma Örnekleri

             Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. (Nahl s. 98)

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c) , bizlere hidayet ve rahmet olarak indirdiği kitabını okumaya 
başlarken yapılacak ameliye yi abdest almak değil, "Şeytan dan sığınmak" olması gerektiğini beyan etmiştir. "Şeytan dan sığınmak" demek , euzu besmeleyi teganni ile söylemek değil , onu okurken bize yanaşan şeytanlara pirim vermemek ve onlar tarafından yapılan iğvalara sırt dönmek demektir. Yani kafamızı aklımızı onun bize verdiği okuma metoduna çevirmek , Şeytanların önerdikleri okumaları red ederek kafamızı salim bir şekilde ona yöneltmektir.

Maaleseftir ki aşağıda vereceğimiz bazı okuma örnekleri sağlam bir kafa ile yapılması imkansız diyebileceğimiz örnekler olup yazmaktan utandığımız  kabilden örneklerdir, utancımız Kuran hakkında böylesine yanlış çıkarımlar yapılıp bunları paylaşanların bu kadar cehalet içinde olabilmesidir. Bu yazıyı yazma sebebimiz bazı kişilerin bu tür düşünce ile yazılmış olan yazıları okuyarak doğruluğu hakkında soru sormalarıdır. 

Nisa s. 43. Ayetinde Salata yaklaşılmaması gereken durum "Sekir" yani sarhoşluk durumudur . Yaklaşmama emri "Ne söylediğini bilememe" gibi bir gerekçesi vardır. Bu hal maalesef herhangi sarhoş edici bir madde almadan bile meydana gelmekte , Kur'an okumalarında bu tür bir sarhoşluk sonucu bir takım uçuk çıkarımlara şahid olmaktayız.Dilimizde kullandığımız bir tabir olan "İçmeden sarhoş olmak" , herhalde bu kişiler için kullanılacak uygun bir tabirdir.

Yazımıza konu edeceğimiz ilk okuma örneği Kur'anın bir çok yerinde haram edilmiş olan Domuz eti hakkındadır. Sağlam bir kafa ile yapılması mümkün olmayacağını düşündüğümüz te'vil , "Hınzır" olarak belirtilen şeyin hayvan olmadığı, Hınzır olarak kast edilen şeyin "Kokmuş veya yenilebilirliğini kaybetmiş et" olduğudur.  

Kur'an , Arapça bir dil üzere nazil olan bir Kitap olup , onu doğru anlayabilmek için önce lisani anlamı üzerinden doğru bir yaklaşım sergilemek gerekir. Bunu yapmak için Kur'an içindeki kelime karşılıklarının o günkü Arabın zihnindeki anlamının bilinmesi lazımdır. 

"Lahmel Hınzır" terkibi ile gelen emrin ne anlama geldiğinin anlaşılması için, bu kelimenin Arap dilindeki karşılığının ne olduğuna bakmak gerekmektedir. "Hınzır" kelimesi ile kast edilen şey, Arabın zihnindeki karşılığı o isim ile bildikleri bir hayvan ve bu hayvanın etinin haram olduğudur. 

Araba dil , Allah'a din öğretecek kadar cevval!! olan bu tür iddia sahipleri, bu çıkarımlarının kaynaklarını birilerinin yapmış olduğu mealler olduğunu bile hesaba katmadan kendi kafalarınca anlam çarpıtmasına gitmektedirler. Sadece bu hayvanın adının geçtiği Ayetleri alt alta koyup okusalar , bu kelimenin geçtiği Ayetlerden olan Maide s. 60 . Ayetine bakıp verdikleri anlamın acaba buradaki anlam ile uyuşup uyuşmadığına baksalar ne kadar gülünç bir düşünce içine girdiklerini görmüş olurlardı . 

  [005.060]  «Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?» de, Allah kime lanet ve gazab ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Maide s. 60. Ayetinde "Kıredeten" (Maymun) ve "Hanazire" adında, iki hayvan isminden bahsedilmektedir. Hanazire kelimesi , Hınzır kelimesinin çoğulu ve "Domuz" anlamında kullanılmıştır. 

Hınzır kelimesinin , "Kokmuş et" anlamına geldiğini iddia edenler bu Ayete sakin bir kafa ile baksalardı verdikleri "Kokmuş et" şeklindeki anlamın burada oturmadığını görebilerlerdi. Onların verdikleri anlamı bu Ayete uygularsak ortaya çıkacak anlam şölye olur.

[005.060]  «Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?» de, Allah kime lanet ve gazab ederse, kimlerden maymunlar, KOKMUŞ ETLER ve şeytana kullar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Olayın vahameti şimdi daha iyi anlaşılmaktadır ,böyle bir anlam vermek ancak tiner koklayarak Kur'an okumaya başlamak  ile mümkün olabilir. 

Geçmişteki Zahirilik düşüncesinin modern bir versiyonu olarak karşımıza çıkan bu tür insanlar söyledikleri sözün Kur'an bütünlüğünde karşılığının ne olduğunu veya yaptıkları hataların onları ne kadar komik bir duruma düşürdüklerinden habersiz olarak maalesef "Ben yaptım oldu , ben dedim oldu" mantığı ile hareket etmektedirler. 

Kur'anda , "Lahm" (Et) kelimesininin geçtiği diğer ayetleri bunların gözü ile okuyarak durumun ne kadar traji komik bir hale dönüşebileceğini görelim. 

[022.037] Onların ne etleri ne de kanlar ı Allah'a ulaşır; fakat O'na sadece sizin takvânız ulaşır. Sizi hidayete erdirdiğinden dolayı Allah'ı büyük tanıyasınız diye O, bu hayvanları böylece sizin istifadenize verdi. (Ey Muhammed!) Güzel davrananları müjdele!

Ayet içinde geçen "Onların ne etleri ne de kanlar ı Allah'a ulaşır;" cümlesinde kesilen hayvanın yağından bahsedilmemiş olması ile ,o hayvanın yağının Allah'a ulaştığını iddia edebilirmiyiz ?.

[002.259]  Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi görmedin mi? «Allah burayı ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek?» dedi. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra diriltti, «Ne kadar kaldın?» dedi, «Bir gün veya bir günden az kaldım» dedi, «Hayır yüz yıl kaldın, yiyeceğine içeceğine bak, bozulmamış; eşeğine bak ve hem seni insanlar için bir ibret kılacağız, kemiklere bak, onları nasıl birleştirip, sonra onlara et giydiriyoruz» dedi; bu ona apaçık belli olunca, «Artık Allah'ın her şeye Kadir olduğuna inanmış bulunuyorum» dedi.

Bakara s. 259. ayetinde ölen eşeğin yeniden dirilmesini anlatan cümlede "sonra onlara et giydiriyoruz»" şeklinde bir ifadeden acaba eşeğe sadece et giydirilip yağ giydirilmediğini söyleyebilirmiyiz?. 

[035.012]  İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır. Her birinden taze balık eti yersiniz; takındığınız süsler çıkarırsınız; Allah'ın lütfuyla rızık aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersiniz.
[016.014]  Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz.

Fatır s. 12 ve Nahl suresinin 14.  ayetinde "Taze et " olarak geçmesi denizdeki hayvanların yağının olmadığınımı gösterir ?.

[023.014]  Sonra nutfeyi kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısını bir çiğnemlik et yaptık, bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu başka bir yaratık yaptık: Biçim verenlerin en güzeli olan Allah ne uludur!

Müminun s. 14. deki bu ayette ,insana et ve kemik giydirilmesi ona yağ giydirilmediğine veya yağın başkası tarafından giydirildiğinimi göstermektedir?.

Aynı şekil okuma abdest konusu ile ilgili olarak yine karşımıza çıkmaktadır. Bu okuma örneği "Yellenmenin abdesti bozmadığı!!" şeklinde bir iddia ile karşımıza çıkmaktadır. Delil olarak Maide s. 6. Ayetindeki " Ev cae ehadin minküm min elğaiti" (veya biriniz tuvaletten gelmiş ise) ibaresinden hareketle , abdestin büyük veya küçük tuvaletin yapılması ile bozulduğu iddiası yapılmaktadır.

Arapça metin içindeki "Elğait" kelimesi ; " insan dışkısı ve büyük tuvalet yapmak için açılmış geniş çukur" anlamındadır. Bu anlama bakacak olursak yellenme geçmediği için böyle bir halin abdesti bozmadığını düşünenler, abdesti bozan hallerin sadece büyük tuvalet olduğunu iddia etmek zorundadırlar . Ayet içinde geçen bu kelime insan dışkısı ile ilgili bir durumu belirtmekte olup küçük tuvaletini yaptıktan sonra namaz kılmakta bir beis görmemeleri gerekir. 

Bunları söylerken , yellenme ve küçük tuvaletin abdesti bozmadığını iddia ettiğimiz anlaşılmasın bu tür düşüncede olanların içinde oldukları çelişkiyi ortaya koymak açısından bunları söylemekteyiz. 

Üçüncü  örneğimiz yine abdest ile ilgili ve Her Namaz için ayrı abdest almak gerektiği şeklinde bir iddiadır. Bu iddiaya delil ise "Salata kalkacağınız zaman" şeklindeki cümledir. İddiaya göre bu cümle, her Namaz için ayrı abdest almak gerektiğini ifade etmektedir. Bu iddia kendilerini "Ehli hadis" olarak vasıflandıranların kişilerin , Kur'anı öncelleyenlere yönelttiği bir soru olup " Haydi bakalım bana Kur'andan aynı abdestle diğer namazın kılınacağını göster" şeklinde ortaya atılmaktadır. Ehli hadis taifesinin bu soruyu sormaktaki amacı , aynı abdest ile sonraki namazın kılınacağının Sünnet ile sabit olduğu böyle bir soruya verilecek Kur'an da bulunmadığı iddiasıdır. Hem Ehli hadis taifesinin , hemde "her Namaz için ayrı abdest alınmalıdır"  iddiası sahiplerine verilecek cevap Kur'an da bulunmaktadır.  

Abdest Ayetine baktığımızda Salata kalkılacağı zaman , Cünüp ,  ve kadına yaklaşma (cinsel ilişki) halinde gusletme , tuvaletten gelindiğinde ise yüz ve ellerin yıkanması , baş ve ayakların mesh edilmesi emredilmektedir. Kişi eğer abdest eylemini gerçekleştirerek namazını kılar , diğer namaza kadar , abdesti bozan haller olan yukardaki eylemleri yapmaz ise abdesti devam eder ve yeni kılacağı Namaz için yeni bir abdeste gerek duymaz çünkü abdest almayı gerektirecek her hangi bir hal bulunmamaktadır , yeniden almak isteyene "Alma" demeyiz ancak "Her namaz için ayrı abdest gerekir" diyenlerin iddiaları maalesef doğru değildir.  

Vereceğimiz son sarhoş okuma örneği sayın Hakkı Yılmaz ın "Tebyinül Kur'an" adlı eserindeki Maide s. 6 ve Nisa s. 43. Ayetleri ile ilgilidir. Sayın yazarın Maide s. 6. Ayetine verdiği anlam şöyledir . 

" Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister."

Üzerinde duracağımız konu, Sayın yazarın Ayet içinde geçen "Cünüben" kelimesine verdiği anlamdır. Bu anlam ile ilgili olarak Nisa s. 43. Ayetine şu şekilde bir yorumda bulunmaktadır. 


"جنب [cenb] sözcüğünün türevlerinden olan جُنُبْ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:
Cenb sözcüğü, “bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça” demektir. Cânib ve cünüb sözcükleri, “ğarîb” [çok uzak olan] demektir. Cenebe'r-raculü ifadesi, “kişi onu defetti, uzaklaştırdı” demektir. Ezherî şöyle demiştir: “Salât mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için cünüb denmiştir.” İbn Esîr dedi ki: “Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vâcib olan kişi’; cenâbet, ‘meni’ demektir.” 
Ancak, Lisân'da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr'e ait görüşleri kabul etmek mümkün değildir; zira bu sözcük, Arap dilinde Kur’ân'dan evvel de mevcuttu. Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım/destek yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.

Sayın yazar alıntı yaptığı kişilerin yazdıklarını dahi kendi kafasına göre değiştirerek "Salat mevzii" olarak tercüme etmiş , son paragrafta açtığı parantezle salat mevziilerinin ne anlama geldiğini Ezheri ye söylettirmiştir!. Halbuki alıntı yaptığı sözlüklerde "Cünüb" olmak demenin salata yaklaşmamak olduğu konusunda görüşler mevcut olup kendisinin bu görüşlere katılmadığını söylemektedir. 

Kur'an da geçen Salat kavramına kendince bir anlam yükleyen sayın yazar çevirisini bile kendi kafasına göre yaptığı eski sözlüklerdeki anlamı kabul etmediğini söyleyerek kendisinin bu konudaki ilmi! yaklaşımını şu şekilde belirtmektedir. 

"Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca, “uzak olan, kopuk olan” anlamına gelir. Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan, hayat ve dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında, “Aklı bilmem neyinde” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini-imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, “meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl” değil, “şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl”dir.

Sayın yazar dudak uçurtan ilmi yaklaşımını!!! halk arasında kullanılan argo tabirler olan "Aklı bilmem neyinde" ve "dini-imanı olmaz" tabirlerini kullanarak göstermekte ve "Cünüb" kelimesine Arabın bile bilmediği yeni bir anlam!! yüklemektedir.

Sonuç olarak ; Kur'an okumalarına yapılan yanlışlara örnek olarak vermeye çalıştığımız bu durum maalesef bir realitedir. Kur'anın bizleri yöneltmek istediği mecranın tam tersi olarak ortaya atılan bu düşünceler , çağlar boyunca gelmiş Elçilerin ve onlara tabi olan Mü'minlerin konuşmadıkları , konuşma gereği duymadıkları konular olup bu gün bu tür gündemler , suni gündem olarak ortaya atılan ve asıl hareket noktasını unutturan düşüncelerdir. Kimsenin kalbini yarıp bakma imkanımızın olmadığını biliyoruz , ancak bu tür gündemlerin bizlere her hangi bir kazancı olmadığının altını çizmek istiyoruz. Gündem edilmesi gereken baş konu , Kur'anın bizleri Tevhidi bir düşünceye yöneltmesi ve Şirke karşı olan savaşımız olmalıdır. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Eylül 2013 Çarşamba

Kur'anı Tevrat'tan Okuma Tezahürleri Bakara Kıssası Örneği

Bakara kıssası, adını taşıyan surede 67-74. ayetler içinde anlatılan bir kıssa olup israiloğullarının örnekliğinde bir elçiye karşı yapılan eziyeti ve o elçinin israiloğullarına Allah cc nin vermiş olduğu bir emre karşı nasıl karşı çıktıklarının anlatıldığı bir kıssadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj verme özelliği olma açısından okunma gerekliliği üzerinden düşünülecek olursak bu kıssanında bir çok mesaj taşıdığı görülür.Kıssa ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir.  

67 - Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor. Onlar da "Sen bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.
68 - Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, her ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız." dedi.
69 - Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır." dedi.
70 - Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz." dediler.
71 - Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar da: "İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun." dediler. Nihayet onu bulup boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı.
72 - Hani bir zamanlar siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmış ve onu üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah, saklamış olduğunuzu açığa çıkaracaktı.
73 - İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.
74 - Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor, öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan Allah gafil değildir.     

Ayet meallerinden anlaşıldığı üzere ineği kesme gerekçesi kıssada bahsedilmemektedir. Musa as israiloğullarına Allah cc nin emrini tebliğ etmekte ve bu emri duyan kimselerin yapmaları gereken emri hiç sorgulamadan tatbik etmesi iken israiloğullarının bu emre karşı nasıl tavır takındıkları konu edilir. Bizlere dönük mesaj nedir? diyecek olursak Allah cc nin bir emrini savsaklamadan, üşenmeden, sorgulamadan "duyduk ve itaat ettik" deyip uygulamaktır. Kur'an israiloğullarının örnekliğinde elçilere yapılan bu tavırları anlatarak muhataplarına adeta "siz bunlar gibi olmayın " mesajı verir.     

Yazımızın konusu bakara kıssasının  mesajından ziyade, Muhammed Abduh'un "El Menar" adlı tefsirinde bu kıssanın 73. ayeti  ile ilgili yaklaşımının Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu gibi meal yazarları tarafından benimsenerek aynı şekilde meallendirilmesi ve bu meallendirmenin kaynağı ile ilgili olacaktır.

Muhammed Esed :
Biz dedik ki: "Bu (prensibi) bu gibi (çözümlenmemiş cinayet olaylarının bazılarında da uygulayın: Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir ki (bunu görüp) muhakemenizi kullan(mayı öğren)ebilirsiniz."
Muhammed Esed'in Bakara s. 73. ayetine vermiş olduğu bu meal Muhammed Abduh'un El Menarından alınma ve aynı meali Mustafa İslamoğluda kullanmıştır.    

73. ayete bu şekilde bir meal vermenin kaynağı tevrat'ın tesniye 21. bab'ında anlatılan bir olaydı.  

  1. "Tanrınız RAB'bin mülk edinmek için size vereceği ülkede, kırda yere düşmüş, kimin öldürdüğü bilinmeyen birini görürseniz,
  2. ileri gelenleriniz ve yargıçlarınız gidip ölünün çevredeki kentlere olan uzaklığını ölçsünler.
  3. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri işe koşulmamış, boyunduruk takmamış bir düve alacaklar.
  4. Düveyi toprağı sürülmemiş, ekilmemiş ve içinde sürekli akan bir dere olan bir vadiye getirecekler. Orada, derede düvenin boynunu kıracaklar.
  5. Levili kâhinler de oraya gidecek. Çünkü Tanrınız RAB, onları kendisine hizmet etsinler, O'nun adıyla kutsasınlar diye seçti. Kavga, saldırı davalarına da onlar bakacak.
  6. Ölüye en yakın kentin ileri gelenleri, derede boynu kırılan düvenin üzerinde ellerini yıkayacaklar.
  7. Sonra şöyle bir açıklama yapacaklar: 'Bu kanı ellerimiz dökmedi, kimin yaptığını gözlerimiz de görmedi.
  8. Ya RAB, kurtardığın halkın İsrailliler'i bağışla. Halkını dökülen suçsuz kanından sorumlu tutma. Böylece kan dökme günahından bağışlanacaklar.
  9. RAB'bin gözünde doğru olanı yapmakla, suçsuz kanı dökme günahından arınacaksınız." 
 Tesniye 21. de anlatılanlar ile kur'anda anlatılan, faili meçhul bir cinayet ve inek kesilmesi emri benzerlik arzetmekle birlikte ,tesniyede anlatılan ineğin kesilme sonrası kanında el yıkanması ile kur'anda anlatılan kesilen ineğin bir parçasıyla ölüye vurulması birliktelik arzetmemektedir.     

Benzerlik arzetmemesine rağmen özellikle 73. ayet üzerinde parantezler açılarak bu ayetin tevrattaki anlatıma uygun hale dönüştürüldüğünü görmekteyiz, peki başta Abduh olmak üzere esed, islamoğlunu bu şekil bir meal yapmaya sebeb olan durum nedir?   

Muhammed Abduh ismini duyanlar bu ismin özellikle kur'an kıssalarında anlatılan, "mucize" olarak adlandırılan bazı olaylar ile ilgili yorumları hakkında malumat sahibidirler. Kutsal kitapları mitelojiden arındırma düşüncesinin bir uzantısı olan ve hıristiyan teolog Rudolf Bultmann tarafından ortaya atılan "demitolojizasyon" düşüncesini kur'ana uygulama düşüncesi çerçevesinde kıssalardaki bu tür olayların aklileştirmesi çabası çerçevesinde 73. ayette anlatılan ölünün dirilmesi hadisesinin mümkün olamayacağından hareketle böyle bir yoruma girişilmiştir.

Tevrat ve kur'anda anlatılan aynı olayın birbirinden farklı anlatımlarından hangisinin doğru olduğu şeklindeki bir sorunun cevabının kur'andaki anlatılanın doğru olduğu şeklinde olması gerektiği muhakaktır. İsmi geçen zatlar dahi bu soruya aynı cevabı vermiş ve vereceklerdir. Peki bu zatları olması gerekenin tevrat'ın kur'an verileri ile anlaşılması yerine, kur'anın tevrat verileri ile anlaşılması doğrultusunda bir meal yapmaya iten sebeb nedir?   

Ölümden sonra diriliş bilindiği gibi kur'anın kıyamet sonrası olacaklar ile ilgili olarak verdiği haberlerdendir. Herhangi bir kişinin dünyada iken ölüp yine dünyada iken dirileceği gibi bir durum sözkonusu değildir. Ancak kur'an böyle sıradışı bazı olayları anlatmaktadır. Bakara s. 259. ayeti buna bir örnektir. 


Muhammed Esed :
Yoksa (ey insanoğlu, sen,) halkının terk ettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş (virane) bir kasabadan geçen (ve): "Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilirmiş?" diyen o kişi (ile aynı fikirde) misin? Bunun üzerine Allah, onu yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sormuştu: "Bu halde ne kadar kaldın?" O da: "Bu halde bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım" diye cevap vermişti. (Allah): "Hayır" dedi, "bu halde bir yüzyıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak -geçen yıllar onları bozmamış- ve eşeğine bak! (Biz bütün bunları) insanlara bir ibret olman için (yaptık). Birde şu (insanların ve hayvanların) kemiklerine bak -onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün!" (Bütün bunlar) ona açıklanınca, "(Şimdi) öğrendim ki" dedi, "Allah her şeye kadirdir!"

Yukarda Muhammed Esed'den vermiş olduğumuz mealin bir benzerini İslamoğulunda da görmekteyiz. Ayet Dünyada iken 100 yıl ölü kalıp ta yine Dünyada dirilen bir insanın diğer insanlara ayet olması ile ilgilidir.    

Bakara s. 259. ayetini metne sadık kalarak çeviren bu zatlar bakara s. 73. ayetini maalesef metne sadık kalarak çevirmeden tevrat'a uygun bir şekilde çevirmişlerdir. Aslolan şudurki; Tevrat ve Kur'anda anlatılan aynı olayın Kur'anla uyuşmayan tarafı tahrife uğratılmış düşüncesine sahip olunmasını gerektirirken Dünyada iken ölen birinin tekrar dirilmesinin akla muhal olduğu gerekçesi ile Tevrat baz alınmış ve Kur'an ayeti tevrat'a göre parantezler açılarak te'vil edilmiştir.   

Fe kulnâdribûhu bi ba’dıhâ kezâlike yuhyîllâhul mevtâ ve yurîkum âyâtihî leallekum ta’kılûn(ta’kılûne)
İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.

Biz dedik ki: "Bu (prensibi) bu gibi (çözümlenmemiş cinayet olaylarının bazılarında da uygulayın: Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi iradesini size gösterir ki (bunu görüp) muhakemenizi kullan(mayı öğren)ebilirsiniz."

Ayetin Esed tarafından yapılmış meali ile metne sadık kalarak yapılmış bir meal örneğine bakıldığında esed tarafından yapılmış mealin metin ile pek uyum sağlamadığı görülmektedir.

Allah cc nin aynı surenin 259. ayetinde ölü bir insanı dünyada diriltmesi hakkında farklı bir yorumda bulunmayan bu zatlar iş ineğin bir parçasıyla ölen kişiye vurularak onun dirilmesini kabullenememektedirler bu bir çelişkidir. Son yıllarda hız kazanan "yorum meal" türü meallerin bazı yönden sıkıntı doğurduğu bu ayet örneğinde görülmektedir. Metne sadık kalarak yapılan meallerin daha sağlıklı olduğunu düşünmekle beraber yorum gerektiren bazı ayetlerin ayet altına düşülecek notlarla yapılmasını daha doğru bulmaktayız. Aksi takdirde meal okuyucusu bunların meal yapıcısının yorumu olduğunu unutup ayetin çevirisi sanacaktır.   

"Allah ölüleri böyle diriltir" cümlesi üzerinde biriaz durmak istiyoruz. Ayet ile ilgili tefsirlerde ölünün dirilerek onu kimin öldürdüğü konusunda bilgi verdiği ve sonra tekrar öldüğü şeklinde düşünceler olsada kur'an bu konuda herhangi bir bilgi vermez. Öldürülen kişinin tekrar dirilmesi ile verilen mesaj cinayeti işleyen her kimse ona ve bizlere yeniden dirilişin olduğu bu yolla hatırlatılarak her ne işlersek ahiretteki karşılığının düşünülerek yapılması gerektiği öğütlenmektedir.

2.74-Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

73. ayetin sonundaki, "size ayetlerini gösterir" ibaresinden sonra bu gösterilen ayetin kalplerin yumuşamasını gerektiren bir olay olduğu ama israiloğullarının bu ayet karşı kalplerinin taşlardan daha katı bir hale dönüştüğü beyan edilir.

Bu olayı Tevrat ve Kur'andan okuyan bir kişinin olayın doğru olan anlatımının kur'anda olduğu, kur'anda anlatılmayan kısmın tevrat'tan çıkarıldığı düşüncesine sahip olması gerekirken önkabullerine uygun bir anlatımın tevrat'ta olduğunu görenler Kur'an ayetleri arasına Tevrat'a uygun parantezler açarak maalesef metni tahrif etmeye yeltenmişlerdir.

Sonuç olarak, Kur'anı Tevrat'tan okuma tezahürlerine örnek olarak gösterebileceğimiz bu kıssanın 73. ayetinin meali üzerinde yapılan spekülasyon, "yorum meal" tarzı meallerin meal yapıcısının düşüncesine uygun yorumlara açık olması nedeni ile pek sağlıklı görünmemektedir. Eğer yorum çok gerekli ise dip not olarak düşülür meali okuyan kişi bunu meal yapıcısının görüşü olarak okur aksi takdirde ayetin metnine uygun olmayan yorumlar ile yapılan mealler bir çok insanın kur'anı yorumcunun anladığı şekli ile anlamasına yol açacaktır.   

Muhammed Abduh tarafından başlatılan yolu devam ettiren Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu gibi zatların yapmış olduğu Kur'an meali hakkında tamamen olmsuz düşüncelerimiz olmamasına rağmen Kur'an dışı düşünceler ve kaynaklar ile bir ayetin mealine yorum eklenerek metnin değiştirilmesine kadar varan çalışmaların doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bu zatlar Allah cc nin yeniden diriliş haberinin dünyada iken göstermesinin bakara s. 259. ayetini kabul ettikleri gibi etseler hem doğru bir meal yapmış hemde çelişkiye düşmemiş olacaklardı.    

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.  

17 Mayıs 2012 Perşembe

Kur'anı Teslim Almak Veya kur'ana Teslim Olmak Maide s. 38. Ayeti Üzerindeki Bazı Yaklaşımlar

Muhammed sav in vefatını müteaakip gelişen olaylar sonrası ortaya çıkan akidevi düşüncelerin temelleri, yazımızın başlığı olan "kur'anı teslim almak" düşüncesinin bir eseri olduğu bir gerçektir. Vefatı sonrası gelişen olaylara baktığımız zaman kökü risalet öncesi yüzyıllara dayanan ümeyyeoğulları ve haşimoğulları rekabetinin müslüman olduktan sonrada devam ettiğini görmekteyiz. İktidar mücadelesi şeklinde devam eden bu kavganın temelleri "kur'anı teslim almak" şeklindeki düşüncenin bir eseri olarak "ehlibeyt kültürü"adında dinleştirilmiş bugüne kadar gelmiştir. 

İslam adına ortaya çıkan hangi fırka olursa olsun kendi haklılığına gerekçe için hadisler uydurmaktan veya daha kötüsü kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil etmekten geri durmamışlardır. Günümüze geldiğimiz zaman mevcut fırkaların aynı metod üzerinde devam ettiklerini üzülerek müşahede etmekteyiz.   


Bizi daha üzen , bütün fırka, hizip ,cemaat, şeyh,üstad, ağabeylerin kudukları din anlayışlarını red ederek "sadece kur'an" diyenlerin, yazının başlığı olan , "kur'anı teslim almak" şeklindeki bir anlayış ile kur'an okumalarıdır, halbuki mü'min olmanın gereği "kur'ana teslim olmaktır". Kur'an dışı düşünceler ile kur'ana bakan bu düşünce sahipleri kur'anı, kur'andan anlamak yerine kur'anı "izmlerden" anlamak metodunu seçmişlerdir. 

Bu yazımızda bu tür düşüncenin bir uzantısı olarak maide s. 38. ayetindenki hırsızlık cezası için öngörülen el kesme cezasının hakiki anlamda olmayıp mecazi bir anlamı olduğu , ayeti bu şekilde anlamak gerektiğini ileri sürmektedirler.Bu düşünceleri ileri sürenler, sanki kur'an dün indirilen bir kitap ve daha önceden yapılan uygulamalar tamamen  gözardı edilmesi gerekirmiş gibi bir tutum içindedirler. Biz bu konudaki rivayetleri ileri sürerek ayeti anlamak yerine "kur'ana teslim olmak" metodu içinde ayeti anlamaya çalışacağı.Önce ilgili ayetin mealini verelim. 


Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun).
 5.38- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak,  ikisinin ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Bu ayetin hakiki manada bir el kesmekten bahsetmediği , ayetteki "el" veya "kesmek" kelimesinin kur'anda başka ayetlerde mecaz olarak kullanılmasından yola çıkarak bu ayettteki el kesmekten maksadın hırsızlık yapacak yolları kesmektir şeklinde bir iddianın dillendirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an ayetlerinde bir kelimenin hakiki veya mecaz anlamda kullanıldığının anlaşılması ayetin bütünlüğü veya siyak sibak içinde kolayca anlaşılabilir. Bu ayet acaba mecazi bir anlamada anlaşılabilirmi? şeklinde sorulan bir sorunun cevabını şu şekilde arayabiliriz.   


Ayetin metnindeki , " NEKALEN" kelimesi anlam olarak, "işlediği bir suçtan dolayı başkasını benzerini işlemekten çevirip yada medar-ı ibret olacak bir şey yapmak ( elmüfredat s. 1485) tır. Bu kelime bakara s. 66 ayetinde cumartesi yasağını çiğneyen israiloğullarının akıbeti ile ilgili olarak , zariyat s. 25. ayetinde firavun'un akıbeti ile ilgili olarak'da kullanılmaktadır. Hırsızlığa verilen cezanın aleme ibret olacak bir ceza ve o cezayı görenlerin hırsızlık yapmalarını caydırıcı bir ceza olması bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayetteki el kesme eğer mecazi olarak kullanılmış olsaydı ibret verici bir ceza olması olarak ifade edilmesinin ne gereği vardı?. 


Yine aynı ayetin metnindeki, "EYDİYEHÜMA" ( ikisinin ellerini) kelimesindeki "eydiye" kelimesinin çoğul olarak kullanılmasından yola çıkılarak insanda iki el olduğu ve çoğul olarak kullanılmasının hakiki bir el kesme olarak değil mecaz olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Sayın hakkı yılmaz maide s. 38 . ayetinin mealini yaparken bunun mecaz olduğundan yola çıkarak mealine parantez açarak ( ikiden çok el) şeklinde bir ilave yapmıştır. Bu konu ile ilgili olarak sayın Soner Gündüzöz'ün "KUR’ÂN’DA YERLEŞİK GRAMER KURALLARINA AYKIRI DİL YAPILARI VE KUR’ÂN’IN LEHÇE HARİTASI ÜZERİNE BİR İNCELEME"adlı makalesinde şunları bulmaktayız.
 "
Tesniye yerine cemînin kullanılması: Kur’ân’da ruhsat kabilinden olan kullanımlardan biri de tesniye yerine ceminin kullanılmasıdır. Örneğin والسَّارِقُ و السَّارِقَةُ فَاْقْطَعُوا أيْدِيهما   âyetinde[i] يَدَيْهِما denmemiştir. Aynı şekilde إنْ تَتُوبا إلَى الله فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُما âyetinde[ii] de iki kişiye âit kalpler çoğul kalıbıyla gelmiştir. Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyelerde bu kullanım şekline baş vurdukları söylenir.[iii] el-Ferrâ (ö.207/822) “İnsanın organları iki ya da daha çok bir şeye muzâf kılınsa bu organlar çoğul olarak anılır.” der. “ هَشَمْتُ رُؤُوسَهُما / başlarını yardım.” denir. Bu tür kullanımlar insan organlarını dışında da görülür. İki kişiye onların birer hanımlarını kastederek “خَلَّيْتُما نِسَائكما / hanımlarınızı terk ettiniz.” ya da iki kişiye “خَرَقْتُما قُمُصَكُما / gömleklerinizi yırttınız.” denilebilir[iv].


[i]Mâide, 5/41.
[ii]Tahrîm, 66/4.
[iii]Ebû ‘Ubeyde, Mecâzu’l-Kur’an, I, 166.
[iv]el-Ahfeş, Meâ ‘nî’l-Kur’ân, I, 306-307. 
Sayın gündüzöz'ün makalesinde , tesniye yerine cemi kullanılmasının insan vücudu ile ilgili olarak arap dilinde kullanılmış olduğunu görmekteyiz, nitekim bu şekil bir kullanım tahrim s. 44. ayetinde yine insan vucüdu ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Arap dili üzerinde uzman olan sayın hakkı yılmaz'ın bu kaideyi nasıl görmediği yoksa görmek istemediğimi soru işaretidir. Sayın yazarın maide s. 38. ayeti için aklına gelen parantezin tahrim s. 4 . ayetinde neden görmediği yine ayrı bir soru işaretidir.  Sayın hakkı yılmaz'ın maide s. 38. ayetinde geçen "EYDİYEHÜMA" ve tahrim s. 4. ayetinde geçen "GULUBEKÜMA" kelimelerinin kalıp olarak aynı olmalarına rağmen bu ayetlere verdiği meal kendi çelişkisini ortaya koymaktadır. 

-----5.38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir
-----66.4  Eğer ikiniz, Allah'a tövbe ederseniz... –çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı.– Yok eğer o'na [peygamber'e] karşı dayanışmaya girerseniz, hiç kuşkusuz bizzat Allah o'na Mevlâ'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir], Cibrîl ve iman edenlerin sâlihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de o'na arka çıkarlar.

Sayın yazar maide s. 38. ayetinde gördüğü çoğul kelimeyi tahrim s. 4. ayetinde görmeyerek ön kabuller dorultusunda yapılan bir okumanın örneklerini sergilemiştir. 


 Maide s. 33. ayetinde"Allah ve resulu ile savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır." şeklinde geçen ayet maide s. 38 . ayet benzeri olarak el keslimesinden bahsetmektedir. Ancak bu ayet ile ilgili olarak, "bu ayet mecazidir" şeklinde bit yoruma rastlayamıyoruz. Bu ayette gördüğümüz ceza şeklini firavun iman eden büyücüleri içinde kullanırken oradada " mecaz bir anlatımdır" şeklinde herhangi bir yorum göremiyoruz, çünkü mecaz olarak anlamaya ilişkin en ufak bir karine dahi yoktur, yine aynı şekilde maide s. 38. ayet içinde " mecazdır" şeklindeki ifadeleri kur'an bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman haklı bulmak mümkün değildir. 


                                     YUSUF SURESİNDEKİ HIRSIZLIK CEZASI

Hırsızlık cezası ile ilgili olarak, yusuf as ın kıssası içinde anlatılan ve  kardeşini alıkoymak için hükümdarın su kabını alıkoymak istediği kardeşinin yükünün içine koydurması ve yakaladıkları zaman "sizde hırsızın cezası nedir?" şeklindeki soruya verilen cevabın hırsızlığın bugünde olması gereken cezasının bu olduğu şeklinde bir düşüncenin dile getirildiğinede şahid oluyoruz.

-----12.074-75 «Yalancı iseniz, hırsızlığın cezası nedir?» dediler.«Onun cezası, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o (şahsa el koymak) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler. .

Öncelikle böyle bir düşünce kur'an için ve Allah cc için çelişki iddiasıdır. Allah cc kitabında iki farklı ceza öngörmesi kitabın çelişkisizliğinin reddi demektir. "Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı." mealindeki nisa s. 82. ayetine muhalif olarak kur'anda iki farklı ceza iddiası sadece maide s.deki ayetin reddi için geçerli bir düşünce değil aksine düşünce sahibini daha vahim düşüncelere kapı açacak bir yoldur. Yakub as ın hayatta olması hırsızlık cezasının ona veya daha önceki elçilere indirilen vahiyde "alıkonulmak" şeklinde bir karşılığının olduğu şeklindeki bir çıkarım doğru bir çıkarım değildir. Yakub as ve oğlu yusuf as da birer elçidir ve ikisi hayattadır, yusuf as bulunduğu ülkenin bütün kurallarına hakim olan birisi değildir , bunu " Yusuf kardeşinin yükünden önce onlarınkini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." mealindeki 76. ayetten anlıyoruz. Eğer yusuf as bulunduğu ülkenin kanunlarına uymak ile kayıtlıysa yakub as ın oğullarıda bulundukları ülkenin kanunları ile neden kayıtlı olmasınlar. Buradan, yusuf as ile kardeşlerinin iki ayrı yönetim mekanızması ile kayıtlı oldukları çıkarılabilir,çünkü hırsızlığın aynı ülke içinde iki farklı cezasının olması akla muhaldir. 


Velevki hırsızlığın cezası daha önce el kesme haricinde bir ceza idi, kur'anın nüzulu ile bu cezanın değişmesi ile biz bir kul olarak Allah cc ye " önceden böyle idi şimdi neden böyle yaptın?" şeklinde bir soru cüretinde bulunabilirmiyiz?. Böyle bir sorgulama veya itiraz nahl s. 101. de"Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler."mealindeki ayette buyurulduğu gibi Allah cc için " ne indirdiğini bilmiyor" veya elçisi için " sen ancak uyduruyorsun" demek anlamına gelir. ", yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır." mealindeki enbiya s. 23. ayetini unutmadan kur'anı anlamaya çalışmak mü'minlerin görevidir.  


Sonuç olarak "kur'anı teslim almak" veya "kur'ana teslim olmak" şeklinde iki farklı yol ile anlaşılmaya çalışılan kur'an ayetlerinden olan maide s. 38 . ayeti ile ilgili olarak ortaya konulan düşüncelerden olan bu ayetin hakiki anlamda el kesme değil mecazi anlamda bir el kesme olduğu yolundaki düşünceleri "kur'ana teslim olmak" metodu ile okuduğumuz zaman doğru bir düşünce olmadığı açıktır. Eziklik psikolojisinin tezahürlerinden olan ve başkalarının bu tür ayetler üzerinde yaptıkları spekülasyonların etkisinde kalınarak eğilip bükülmeye çalışılan kur'an kavram ve kelimeleri kur'an bütünlüğünde okunduğu takdirde bizlere doğru bir anlam verebilir. Bizlerin Allah cc den başkasına verilecek hesabımız olmayıp kitabımızın doğruluğunu başkalarına onaylatmak için ayetleri eğip bükmeye ihtiyacımızda yoktur, aksine böyle bir davranış bizleri mü'min olma durumundan çıkarır. Allah cc nin kitabı sadece onun bak dediği yerden bakılmalı ve öyle anlaşılmalı ve "insanlardan korkmayın benden korkun"(maide s.44) emri hatırdan çıkarılmamalıdır. 


                         EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.


























                                                       




8 Aralık 2011 Perşembe

Ümmi Kavramı ve Kur'anı "Ümmice" Okumak

"Ümm" kelimesi sözlükte, ana, bir şeyin aslı temeli anlamına gelmektedir. Bu yazımızda bu kavramın Kur’an’da geçtiği ayetler içinde, Allah’ın resulü Muhammed sav için kullanılan "ümmi" olmasının ne anlama geldiğini ve bu anlam üzerinden Kur’an’ı okuyup anlamak üzerinde duracağız. Muhammed sav in "ümmi" olmasının onun okuma yazma bilip bilmediği konusu etrafında yoğunlaşması bu kavramın bizler için ne ifade etmesi gereği hususunu anlamamızı arka planda bırakmış ve bizlerinde Kur’an’ı "ümmice" okuyup anlamamız gerektiği konusunun üzerinde pek durulmadan sadece onun "ümmi" "olması üzerinde durulmuş ve onun "ümmi" olmasının bizler için ne anlam ifade etmesi gereği üzerinde pek durulmamıştır.

-----007.157-158 Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. De ki: Ey insanlar; ben gerçekten göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, O'ndan başka hiçbir tanrı bulunmayan, hem dirilten, hem öldüren Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim. Şu halde Allah'a ve O'nun ümmi peygamberi olan elçisine inanın: Ki o da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. Ve ona uyun ki hidayete eresiniz.
-----042.052 İşte böylece sana da emrimizle Kur'an'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.
-----016.103 Andolsun ki: «Ona elbette bir insan öğretiyor» dediklerini biliyoruz. Kast ettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kuran ise fasih Arapçadır.
-----029.048 Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.
-----025.005 «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.

Muhammed sav in "ümmi" olması demek onun annesinden doğduğu saflıkta ve kafasının dış etki ve kültürler ile bozulmaması demektir, tabi ki bunda onun okuma yazma bilmemesinin rolü vardır, okuma yazma bilen bir insan dış kültürler ile irtibatı olacağından Kur’an’a, nahl 103 ve furkan 5. ayetlerinde gördüğümüz üzere dış müdahale iddialarının ancak iftira olarak atılabileceği görülmektedir. Muhammed sav in "ümmi" olması bizlere Kur’an’ı anlamada bir metot teşkil etmelidir, ümmi olmak demek sadece okuma yazma bilmemek demek olmadığına ve okuma yazmayı bilmenin Kur’an’ı anlamaya engel teşkil etmeyeceğine hatta bugün okuma yazma bilmemenin Kur’an’ı okumaya ve anlamaya engel olduğunu düşünürsek bizler " ümmi" olmayı nasıl uygulayabiliriz?

Kur’an’a iman ettiğini iddia eden Müslümanların birçoğuna hâkim olan anlayış mensup oldukları düşünce ekolüne tabi olarak Kur’an’ı anlama gayretleridir. Kur’an bazı Müslümanlar için hidayet kitabı olmaktan çıkıp taşıdıkları düşünceyi tasdik eden bir noter haline dönüştürülmüş, haliyle ortaya bir sürü anlayış çıkmış ve hepsinin de referansı maalesef Kur’an olmuş, her fırka kendi doğruluğunu ispat için ayetleri mızrak uçlarına takıp karşısındakinin küfrünü ayetlerle ispat etmeye girişmiştir. Sonuç olarak aynı kitabı okuyan fakat birbirine düşman olan yüzlerce hizip Kur’an adına ortalıkta boy göstermekte, acı ama gerçek olan bu duruma acaba bir çare var mıdır? sorusunu herkes sormakta ve cevabını da kendi düşüncesinin doğru olduğunu iddia ederek herkesin kendi düşüncesine tabi olmasını birleşme adresi olarak göstermektedir. Kur'an, nasıl bir okumaya tabi tutularak birbirine düşman olan fırkaların ayrılığı en aza düşürülebilir? sorusuna yine Kur’an’dan hareket ederek cevap bulmaktan başka çaremiz yoktur.

Çaremiz Kur’an’ı " ümmice okumak" ve "ümmice anlamak"tır, Muhammed sav in ümmi olması bize onun dış etkilerden arınmış ve kafasının önceden herhangi bir bilgi kirliliği olmadan direk vahiyle muhatap olması ve insanları sadece vahye çağırması onun " üsvei hasene" (güzel örnek) olmasının gereği olarak onun tebliğ metodunun ve neye davet ettiğinin tüm Müslümanlar tarafından örnek alınarak o metot üzerinde birleşilmesi üzerinde önce Müslümanların birliktelik sağlamaları lazımdır. Muhammed sav in davet metodu ve ve neye davet ettiği üzerinde ittifak sağlayan Müslümanların üzerinde birleşmesi gereken diğer bir hususta , "ümmi" olmaktır, yani kafadaki bütün fırka, parti, cemaat, tarikat, ağabey, üstat, şeyh, onun bunun kitabı gibi kur ‘anın önüne geçirilen engellerden sıyrılıp sıfır bir kafa ile Kur’an’a yönelmeleridir. Kafalarındaki ön kabulleri atarak "ümmileşen" Müslümanlar artık Kur’an’ın davetini okuyarak anlayabilme yolunu açmışlardır.

                      KUR'AN İNSANLARI NEYE DAVET EDİYOR?

Kafalarındaki parti, fırka, cemaat, hizip ve Kur’an harici kitapları yıkıp "ümmileşen" Müslümanlar artık ortak kitapları olan Kur’an’ın neye davet ettiğini anlamamak için önlerine çıkan engelleri yıkmışlar ve temiz bir kafa ile okunan Kur’an’daki öne çıkan tek gerçeğin "TEVHİD" olduğunu göreceklerdir. Kur'an insanları gerçek rab ve ilahın sadece ALLAH cc olduğunu ondan başka kimseyi rab ve ilah edinenlerin MÜŞRİK olduğu gerçeğini birçok ayette bildirmektedir. Kur’an’ın çağrısının "TEVHİD" eksenli bir çağrı olduğunu Müslüman bütün ayetleri bu eksen etrafında okuyarak anlamaya çalışır. "NAMAZ" eylemindeki "kıyam-rükû-secde" nin sadece içi boş hareketler olmadığını "tevhid" eksenli bir okuma ile anlar, yine namaz eyleminin Kur’an’daki geçişinin "salat" olduğu bu kelimenin kılmış olduğumuz "namaz"ı karşılamadığı gibi yanlış düşünceleri Kur’an’ı "tevhid" eksenli bir okuma ile okuduğu zaman çöpe atar, "KIBLE" ayetlerini tevhid eksenli bir okuma ile okuduğu zaman müminlerin birlikteliğinin gereği olan tek bir yöne yönelmenin mekânı olan "KÂBE" olduğunu anlar, yine tevhidi bir eksen ile "HACC" ayetlerini okuyan Müslüman yöneldiği mekânın taşlarını kutsamaz o taştan binanın İbrahim as ve oğlu İsmail’in teslimiyetlerinin kıyamete kadar hatırda tutulmasının bir gereği olarak yapılan ritüellerin mekânı olduğunu bilir. Haccı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman şeytan taşlamanın olup olmadığını konuşup şeytanı sevindirmez, yine haccı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman hacda şeytanı taşlayıp evine döndüğü zaman şeytanları alkışlamaz, haccı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman şeytanın ona kıyamete kadar düşman olduğunu onunda şeytana düşman olması gerektiğini bilir, Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman şeytanın varlığı konusunda tartışma yapmak yerine onun müminler üzerindeki oyunlarını anlayıp onun bu iğvalalrına karşı ona ne şekilde cephe alacağını bilir.

Kur'an kıssalarını tevhid eksenli okuyan bir Müslüman kıssaların sadece o günkü yaşanmışlığı çerçevesinde kalarak günümüze nasıl bir mesaj verdiği konusunu ötelemez, yine yaşanmışlığını red ederek modernist anlayışlara, ayetleri tahrif etme pahasına pirim vermez.

Kur'an kıssalarını tevhid eksenli okuyan bir Müslüman, nuh as ın yaptığı geminin hangi ağaçtan olduğunu veya o geminin oturduğu yerin neresi olduğu üzerinde kafa yormaktan ziyade o geminin bugün için Müslümana verdiği mesaj üzerinde kafa yorar. Kur'an kıssalarını tevhid eksenli okuyan bir Müslüman yunus as ın balığın karnına nasıl girebildiğini veya atıldığı sahilde üzerine biten kabak ağacının "su kabağımı" yoksa "bal kabağımı" olduğunu düşünmez, aksine Yunus’u yutan balığın bize mesaj veren yönünü hatırlayarak insanın içine düştüğü günah bataklığı olduğunu ve bu bataklıktan onun nasıl samimi bir kalp ile dua ederek kurtulduysa Allah cc nin günah işleyen bir Müslümanı böyle gerçek olarak günahlardan temizlemesinin bizlere gösterilmesi olduğunu anlar. Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman Musa as ın asasının yılan olup olmadığını veya asanın denize vurulması ile denizin yarılmasının imkânsız olacağını düşünerek Allah’ın kudretini sınırlamaz, aksine "asa"nın günümüz ile ilişkisini kurarak Musa’nın elindeki asa ile bizim elimizdeki Kur’an’ın bağlantısını kurarak elimizdeki kitaba gerçek olarak iman ettiğimiz takdirde firavunların nasıl yıkılacağını veya büyücülerin iman etmesi misali hiç ummadığımız bir zamanda kitlelerin İslamlaşabileceğini akıldan çıkarmaz.

Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman İbrahim as misali tek başına da olsa zalim bir hükümdara ve onun müşrik kavmine mümtehine s. 4. ayetindeki gibi rest çekmeyi bilir, İbrahim as ın hanif dinine mensup olduğunu iddia edip onun hatırasını diri tutan haccı inkar etmez, onun kırdığı putların önünde haniflik adına secde ederek onun atıldığı ateşin mecazi olduğu ateşin yakma gücü olduğunu bunu İbrahim as için değiştirilmeyeceği gibi Kur’an’dan onay almayan çıkarımları yapmaz. Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman İbrahim as misali inandığı davadan dönülmemesi gerektiği ve bunun sonucunda Allah cc nin ateşin yakıcılığını kaybettirerek kuluna yardım etmesi misali ateşten kurtulan İbrahim as ı nasıl kurtardı ise onu da cehennem ateşinden öyle kurtaracağını bilir.

Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan Müslüman maide s. 35. de" Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya yol arayın ve yolunda cihat edin ki kurtuluşa eresiniz." ayetindeki vesileyi, kerameti kendinden menkul din baronlarını Allaha ortak koşmak için kullanmaz, Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman Allaha dua etmek için hiç bir aracıya gerek olmadığını ona aracılar ile yaklaşmanın " ŞİRK" olduğunu bilir. Şefaat ayetlerinin müşriklerin inancını red için indiğini bilen Müslüman Allahtan başa şefaatçiler edinmez.

Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman helal ve haram kılma yetkisinin sadece Allah cc ye ait olduğunu, Allah cc nin bu yetkiyi kendinden başka kimseye vermediğini bilir. Muhammed sav in getirdiği kitabı önceleyerek gelen bütün resulleri kendi resulü bilir. Muhammed sav i diğer peygamberlerle yarıştırarak sizin İsa’nız veya Musa’nız varsa bizimce Muhammed’imiz var bizim resulümüz sizin resulü yener şeklinde rekabete pirim vermez. Hasais ve şemail kitaplarında çizilmeye çalışılan insanüstü resul portresini reddederek ona atfen uydurulan birçok mucizeyi ona atılan bir iftira olarak görür. Yine onun bedenini kutsayan düşünceyi red eden selef düşüncesinin, onun sözlerini kutsayarak " vahyi gayri metluv" (namazlarda okunmayan vahiy) sayan ve tasavvuf düşüncesini şirk sayan ancak onun sözlerini Kur’an’la eş tutarak onlarla kol kola girmiş bir Müslüman durumuna düşmez, aksine Muhammed as ın bizler gibi bir insan olduğu ve onun adına atfedilen "hadisi şerif" adı altındaki sözlerin doğruluğunun Kur’an ölçüsüne vurularak doğruluğu veya yanlışlığının anlaşılabileceğini bilir.

Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman , "ayetlerin arkasında herkesin anlayamayacağı batıni manalar vardır" şeklindeki sözleri Kur’an’ın önüne çekilen setlerden biri olarak görür ve Kur’an’la muhatap olan herkesin bu kitabı anlayacağı ve Allah cc nin kullarını bu kitap ile imtihan edeceğini anlaşılmaz bir kitabı göndererek kullarını başkalarının anlayışına mahkûm etmeyeceğini bilir. Aynı Müslüman Kur’an’da bazı özel kişilerin isimlerinin verilerek onların kutsal şahıslar olduğunu ve bunların sözlerinin dinde hüccet olabileceğini (şia ve ehlibeyt kültürü) red eder.

Kur’an’ı tevhid eksenli okuyan bir Müslüman, kanun koyucu olarak Allahtan başkasını red eder. Allahtan başka kanun koyucuları "TAĞUT" olarak görür ve bunların kurmuş oldukları düzenleri "TAĞUTİ DÜZEN" olarak görüp onların ilahlıklarını red eder.

Kur’an’ın mesajını tevhidi eksen üzerinden anlamak durumunda olan Müslümanlar arasında düşünce birlik ve beraberliği sağ kalındığı zaman Kur’an’ın en önemli emirlerinden birisi olan "müminlerin kardeş olmaları" gerçekleşerek hizipler, fırkalar, cemaatler ve Kur’an harici kitaplar bir tarafa atılarak Kur’an’ın önü açılacaktır. Aynı kitaba gerçek anlamı üzerinden iman eden müminlerin birbirleri ile olan düşmanca ilişkileri kardeşlik ilişkilerine dönüşecektir , "benim şeyhim senin şeyhini döver", "benim üstadımın kitabı senin üstadının kitabından üstündür" kavgaları bitip onun yerine, tağuti güçlere ve şeytana olan düşmanlığımız konuşulmaya başlanacaktır. Çağdaş firavun ve nemrutlara ve ebu leheblere karşı İbrahimler Musalar ve Muhammedler yeniden ortaya çıkacaktır. Aksi takdirde bugünkü zelil durumumuzdan kurtulup tağuti güçlerin baskı ve zulmü altında inlemekten kurtulamayız.

HAYDİ, KUR'ANI ÜMMİCE OKUYUP ANLAMAYA VE HAYATA TATBİK ETMEYE.

5 Temmuz 2011 Salı

Kur'anı Okumaya Şeytana Sığınarak Başlamak

Rabbimiz kur'anı kerimin nahl suresi 98. ayetinde bizlere şu şekilde bir emir  vermektedir.                               
                  "Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın."
 
 
 Bu emrin geleneksel olarak uygulamasına baktığımız zaman tecvid kaidelerine uygun bir euzu besmele ile bu emre uyulduğu zannedilebilir.Tabiki kur'an okurken güzel bir euzu besmele çekilmelidir,ancak bu emrin kapsamı sadece bu kadarmıdır?, yoksa devamında gelen okunan ayetlerin anlaşılma ve uygulama konusu ile ilgili bir kapsamıda olabilirmi? , yoksa kur'an sadece güzel sesli hafızların okuyup ayetlerin anlaşılmadan sadece hafızların nefes almak için verdiği arada cemaatin Allah, Allah diye hafıza tezahürat yapmaları için okunan bir nağmemidir?. Kur'anın ne olup, ne olmadığı ile iligli bir sürü şeyler yazılabilir.Ancak biz nahl s. 98. ayetinin tersi şeklinde tezahür eden" KUR'AN OKUMAYA BAŞLARKEN ŞEYTANA SIĞINMA" tarzı bir okumayı seçerek bu okumanın ne şekillerde gerçekleştiğini (tabiki bir kısmını koyabilirz çok olması hasebiyle) paylaşmak istiyoruz.     


1400 kusur yıldır kur'anla muhatap olan müslümanlar arasında kendilerini kur'ana nisbet eden birçok düşünce mektebi çıkmıştır ve bundan sonrada çıkacaktır. Bu düşünce mekteplerinin kur'anla örtüşenlerine bir eleştirimiz olamaz, ancak kendilerini kur'ana nisbet ederek düşünce üreten ve bu düşüncelerinin kur'andan onay alması kesinlikle mümkün olmayan birçok düşünce mektebi maalesef ortaya çıkmıştır.Öncelikle bu düşüncelerin kaynağı üzerinde durmak gerekmektedir, bu kaynağı tesbit edince bu düşünceleri anlamak dahada kolaylaşacaktır. Öncelikle daha önce ele aldığımız "adem as ile iblis kıssasındaki" olayların bir kısmını hatırlayalım. Araf s. 16. ve 17. ayetlerinde iblisin Allah cc ye şu şekilde meydan okuduğunu görmekteyiz.  "«Beni azdırdığın için, and olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, ardlarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın»  dedi."  Bu ayette "sağdan sokulmak" şeklinde tabir edilen tehdidin uygulamasına baktığımz zaman karşımıza çıkan netice 'kendilerini kur'ana nisbet ederek yola çıkan ancak kur'anla alakası olmayan çıkarımlarda bulunarak insanları saptıran düşüncelerdir.   

Bu tür düşüncelere örnek olarak kendilerini geleneksel islam anlayışlarını red ederek kaynak olarak sadece kur'ana yönelme iddiası ile yola çıkıp ancak bu yönelmede bazı yanlışlar yaparak kur'anı kur'andan değilde kur'an dışı kaynaklardan öğrenerek çıkarımlarını bu kaynaklara dayanarak yaparak neredeyse geleneğe rahmet okutturacak çıkarımlarda bulunulduğunu görmekteyiz. Geleneğin yanlış kur'an anlayışlarını inkar ederek yola çıkıp gelenekten beslenen düşünceler vasıtası ile söylemde bulunmak bir tenakuzdan başka bir şey değildir.   

Geleneksel kur'an anlayışına hakim olan "nasih mensuh" teorisinin kur'anın mevsukiyetine gölge düşürdüğü için rededen anlayış, yine geleneksel sapkın anlayışlardan olan  hurufilik veya yahudilerin kabalacılık denilen harflerden çıkarımlar yapmak şeklinde bir anlayışı kur'ana uygulayarak  müddessir s. 30 ayetindeki " üzerinde ondokuz vardır" ayetinden çıkarak kur'anın korunmuşluğunu 19 rakamının katları ile güya ispat etmeye çalışarak tevbe s.128. ve 129 ayetlerini  inkar ederek  kur'andan olmadığı sonucuna varmıştır. Tabiki bu sözde 19 mucizesinin ne şekilde üretildiği ve bazı ayetler üzerinde bu düşüncelerini onaylatmak için nasıl işlerine gelen tarafları alıp işlerie gelmeyen tarafları almadıklarının örnekleri verilerek  bu mucizenin!!!! nasıl şekilde oluturulduğu gözler önüne serilmiştir. Ancak "çamur at tutmasada izi kalır" atasözü misali bazı kur'an merkezli düşünce sahipleri arkadaşlarda oluşan düşünce kur'anın mevsukiyeti hakkındaki şüphelerdir. Bugün tevbe suresindeki iki ayet hakkında söylenen yalanlar başka ayetler üzerinde üzerindede söylenmeyeceğini kim iddia edebilir. Nitekim daha marjinal bazı guruplar tarafından nisa s. 95. ve 96 ayetlerinin kur'ana sokuşturulduğu iddiaları vardır.     

Geleneksel tasavvuf anlayışında hakim olan müridin  şeyhi karşısında  olması gereken "gassal önünde mevt" misali kur'an merkezli düşünde iddiası sahipleri bazı arkadaşlar bu düşüncelerin doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde hiç kafa yormaya gerek yormadan müridin "şeyhim benim yerime düşünür benim düşünmeme gerek yok " demesi misali "edip abimiz bizim yerimize düşünür bizim düşünmemize gerek yok" diyerek kafalarını ona kiraya vermişlerdir. Ancan edip abileride " benim yerime reşad halife resulum düşünür benim düşünmeme gerek yok " diyerek kafayı ona kiraya vermiş, reşad halifede gelenekteki sapkın anlayış hurufilik ve kabbalacılığa kafayı kiraya vererek bazı saf müslümanların kafalarını çelmeyi başarmışlardır. Tevbe suresindeki son iki ayeti inkar ederken işlerine geldiği için kullandıkları rivayetlere verdikleri değeri diğer konularda gelen hadislere maalesef vermemektedirler. Buna çifte standart denmezde ne denir.     

Yine muhammed esedin "kur'an mesajı" adlı eserinin türkçeye çevrilmesi ile başlayan ancak kökü batı rasyonalizminin, "kutsal kitapları red" söylemine karşılık, hıristiyan teologlar tarafından tabiri caizse "hepsini atmayalım içindeki mitolojik unsurları temizleyelim" söylemi çerçevesinde geliştirilen "incilin mitolojiden arındırılması" fikrinin , batı karşısındaki eziklik psikolojisi içinde hareket eden ve bu düşüncelerin kur'anada uygulanabileceğini iddia eden "muhammed abduh" ve reşid rızanın" başını çektiği "hasan halefullah" ın ve muhammed esedinde bu düşüncelere katkıda bulunarak günümüzde bilhassa kur'an kıssalarındaki yaygın deyimiyle "mucizeleri" red etme yoluna gidilmektedir. Bu red düşüncesinin ana kaynağı batı kaynaklı bir düşünce olan "determinizm"dir. Bu düşüncede her şey bir sebeb sonuş ilşkisine dayanır  tesadüflere ve mucizelere yer yoktur. Tabiki bu düşüncenin ana kaynağı kainattaki ALLAH  unsurunu es geçmesidir. Haşa Allah kainatı otomatik pilota bağlayarak bir tarafa çekilmiş ve hiçbir şekilde müdahelesi söz konusu olamaz.   Bu "determinist" anlayışın  kur'an  anlayışına etkisi ise kur'anda anlatılan kıssalardaki günümüz deyimiyle "mucize " denilen şeylerin inkar edilerek akla uygun bir hale getirilmesidir.     

Kur'an anlayışlarındaki sapmaların önemli bir nedenide kafadaki önkabulleri kur'ana tasdiklettirme amaçlı  olarak yapılan okumalardır. Örnek vermek gerekirse "ehlişia" düşüncesi  kur'anda nebi as ın hanımları için kullanılan "ehlibeyt" kavramını hz ali ile fatımanın soyundan gelen "12 imam" ın kutsallığı üzerine bina edip onları dokunulmaz yarı ilahlar seviyesine çıkarmak için yüzlerce kur'an ayetini eğip bükmek suretiyle onların itaat edilmesi gerekn şahsiyetler olduğu düşüncesini kur'ana onaylattırma yoluna gitmişlerdir. Eğilip bükülen kur'an ayetleri sayesinde o imamlar günahsız, vahiy alan, istedikleri zaman ölen, peygamberlerden üstün , onlara ahirette şefaat edecek olan bir makama ulaştırılmışlardır
Tasavvuf ekolune mensup kişiler "kerameti kendinden menkul" olan şeyhleri hakkındaki düşüncelerini yine kur'an ayetlerini eğip bükmek suretiyle onaylatma yoluna gitmektedirler.

Gaybına kimseye muttali kılmayacağını müteaddit ayetlerde buyuran rabbimizin bu sözlerinin aksine  kendi şeyhlerini gaybden haber veren kişiler olarak göstermek, Allah ile kul  arasındaki aracıları "şirk olarak niteleyen bir çok ayete rağmen "biz Allaha onlar olmadan ulaşamayız" diyerek mekke müşriklerine taş çıkartırcasına bu düşüncelerine kur'andan ayetlerle örnekler getirmek şeklinde dile getirmektedirler.   

İşin daha vahim olanı "kur'an merkezli düşünce" söylemi etrafında bazı ayetlerin eğilip bükülmesidir. bilhassa "islam" olmanın temel göstergeleri olan namaz, oruç, hac, abdest, kabe,kıble , vs gibi kavramları hevaları doğrultusunda eğip bükerek, onlarakur'an dışı  anlamlar yükleyerek yerlerinden oynatmaya çalışmalarda bulunduklarını üzülerek şahid olmaktayız. İşlerine geldikleri zaman en zayıf bir rivayete sarılan bu kişiler yüzyıllardır sahih uygulamalar şeklinde gelen haberleri red etmektedirler. 

Kur'andaki salat kavramının birden fazla anlamlara gelmesini bahane ederek , veya " namaz" kelimesinin arapça değil farsça bir kelime olmasını bahane ederek bu ibadetin olamayacağını savunmaktadırlar. Mekkede hz ibrahim ve oğlu ismail tarafından yapılan "kabe" yi taşlara tapmak şeklinde algılayarak bununda yanlış bir uygulama olduğunu söylemektedirler. İşin dahada trajikomik yönü kendilerini "hanif" olarak vasfedip ibrahim as ın dinine tabi olduklarını iddia edip o ve oğlu tarafından yapılan bir binayı put olarak görmektir.   

"Hanif" olmak demek İbrahim as a uymak demekse onun tarafından  yapılan ve ilk olarak ibrahim as tarafından kurulan bir şehir olan mekkedeki kabeden alıp veremedikleri nedir.? Bu sorunun cevabı islamın ritüel ibadetlerinin sosyolojik alt yapısında aramak gerekmektedir. Bugün müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik sembolu olan "kabe" nin işlevi üzerinde biraz düşünmek gerekirse bu düşüncelerin arka planı ortaya çıkacaktır.

 Bugün "kabe" dediğimiz bina dünya müslümanların kıblesidir. Kur'anda "kıble" kavramına baktığımız zaman , aynı düşüncedeki insanların tek bir tarafa yönelerek bu birlikteliklerini ortaya sembolik  olarak koydukları  sembolik bir mekan olduğunu görürüz.  Bu konu bakara suresinde bariz bir biçimde ortaya konmaktadır. " herkesin yöneldiği bir yön vardır" veya " ne onlar senin kıblene uyarlar nede sen onların kıblesine uyarsın" mealinde ayetlerden anlaşılırki her düşünce sahibinin  bu dşüncesini deklare etmek amacıyla yöneldiği bir yönü vardır. Örneklemek gerekirse türkiye cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan mustafa kemalin kabri belli günlerde gidilerek bazı ritüeller yapılarak, kişilerin ona olan bağlılıkları gösterilmektedir. Yani kemalistlerin kıblesi anıtkabirdir.    

Böyle mekan ve ritüellerin insanların yaşamlarında önemli bir yer tutması yadsınacak bir olay değilidr. Burada yanlış olan şey bu ritüellerin şirk unusurlarından beri olmasıdır.  Müslümanlarında birlik ve beraberliklerini veya neye inandıklarının bir göstergesi olarak kabeye yönelmeleride bu açıdan önemlidir. Hz ibrahimin dini üzere "hanif " olduklarını iddia eden bu kişiler onun elinde balta ile putları kırması sünnetine karşılık kemalistlerin anıt kabirdeki ritüelleirne karşı kabe için gösterdikleri tepkiyi acaba neden göstermemektedirler?.  

SEMBOLLERİN VE RİTÜELLERİN SOSYOLOJİK ALT YAPISINI KISACA ÖZETLEDİKTEN SONRA . KABE SEMBOLUNE VEYA HAC VE NAMAZ RİTÜELLERİNE KARŞI ÇIKMANIN ARKAPLANINDA BU SEMBOL VE RİTÜELLERİN BİRLEŞTİRİCİ ÖZELLİĞİNİ FARKEDEN ŞEYTANIN SAĞDAN YAKLAŞARAK BİLHASSA "KUR'AN MERKEZLİ İSLAM" SÖYLEMİ ETRAFINDA BİR KISIM KUR'ANDAN HABERSİZ İNSANLARA İĞVA VEREREK ONLARI AYARTMASI VARDIR. ANCAK ŞEYTANIN BU RİTÜELLEİN BİRLEŞTİRİCİ BİR UNSUR OLDUĞUNU FARKEDEREK MÜSLÜMANLAR ARASINDA BERABERLİĞİ ORTADAN KALDIRMAK AMACIYLA YAPTIĞI BU OYUNA BAZI MÜSLÜMANLAR FARKINDA OLMADAN DESTEK OLMAKTADIRLAR. BUGÜN AVRUPADA FIRKA FIRKA OLAN MÜSLÜMANLARIN GİTTİKLERİ CAMİLER FARKLIDIR . HER FIRKA MENSUBU KENDİ CAMİSİNDE KILDIĞI NAMAZIN NE ANLAMA GELMESİ GEREKTİĞİ BİLİNCİNDEN MAHRUM OLARAK MAALESEF YATIP KALKMAKTADIR. 
RABBİMİZ BİZLERİ YAPTIĞIMIZ RİTÜELLERİN GERÇEK ANLAMINI KAVRAYAN VE BU RİTÜELLER ETRAFINDA SAĞDAN YANAŞAN ŞEYTANLARIN OYUNLARINA ALET OLMADAN BUNLARA SIKICA YAPIŞAN KULLARINDAN KILSIN.   AMİN