Yapılan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yapılan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2024 Salı

İsra s. 1. Ayeti Mekke'den Kudüs'e Bir Yolculuğu mu Yoksa Mekke'den Medine'ye Yapılan Hicreti Anlatmaktadır?

Yazımıza verdiğimiz başlığın, çoğu kimsede merak ve kuşku uyandıracağını en baştan tahmin etmekteyiz. Çünkü İsra s. 1. ayeti denildiği zaman, bir çok kimsenin aklına ilk gelen şey, miraca dair en ufak bir delil bulunmamasına, hatta başka ayetlerde (isras.93) miraç isteğinin müşriklerden gelen bir istek  olduğunun beyan edilmiş olmasına rağmen,  Muhammed (a.s.) ın bir gece Mekke'den Kudüs'e, oradan da semaya yükselmesinin adına kandiller düzenlenmiş miracın anlatıldığı ayet akla gelmektedir. Biz bu yazımızda, miraç konusu ile ilgili herhangi bir bahiste bulunmayacağız. Bu yalan ve iftira hakkında daha önce bir kaç yazımız bulunmakta olup, blogumuzda bunlar mevcuttur dileyenler oradan okuyabilir.

İsra s. 1. ayeti ile ilgili olarak tefsir, hadis veya yakın zamanda yazılan eserlerde bulunan bilgileri kısaca sıralayacak olursak, 1- Mekke'den Kudüs oradan semaya yani miraca çıkış, 2- Mekke'den Kudüs'e gidiş, 3- Mekke'den Cirane vadisindeki mescide gidiş, 4- Mekke'den semada bulunduğu iddia edilen Beyt-i Mamur'a çıkış olarak sayabiliriz.

Biz, bu bilgilerin hiç birisine katılmadığımızı, İsra s. 1. ayetinin Mekke'den Medine'ye yapılan hicret ile olduğunu düşündüğümüzü en baştan söyleyerek, yazımızda bu iddiamızı dayandırdığımız temeli sizlerle paylaşmaya çalışacağız. 

Miraç yalanlarına inanmayan, Kur'an merkezli düşünenlerin çoğunluğu bile, bu ayetin Mekke'den Kudüs'e yapılan mucizevi bir yolculuğu anlattığı konusunda hemfikirdir.

سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ

Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.

Bu ayette öncelikle "İsra" kelimesinin anlamını ve bu ayetin geçtiği ayetleri anlamak gerekmektedir.

İsra kelimesi sözlükte, "Gece yapılan yürüyüş" anlamına gelmektedir. Bu yürüyüşü ifade eden kelimenin geçtiği ayet mealleri şöyledir;

---Hud s. 81- (Elçiler) dediler ki: "Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana ilişemeyecekler. Gecenin bir vaktinde ailenle birlikte yürü ve sizden kimse geriye dönüp bakmasın. Ancak hanımın hariç. Onların başına gelen onun başına da gelecektir. Onlara vaadedilen (azabın) gelme vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?"

---Hicr s. 65 - Hemen gecenin bir kısmında ehlini yürüt ve sen arkalarından git ve içinizden hiç bir kimse ardına bakmasın, emrolunduğunuz yere geçin gidin.

---Taha s. 77-Andolsun ki biz Musa'ya, kullarımla geceleyin yola çık, onlara denizde kuru bir yol aç, düşmanların yetişmelerinden ve denizde boğulmaktan da korkma diye vahyetmiştik.

---Şuara s. 52- Musa'ya: "Kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takib edileceksiniz" diye vahyettik.

---Duhan s. 23- "O halde kullarımı geceleyin yürüt. Şüphesiz siz takib edileceksiniz.

İsra s. 1. ayetinde Allah (c.c.), kulunu bir gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüğünü beyan etmektedir.  Yani olayın göğe doğru dikey bir çıkışı anlatmadığı ayan beyan ortadadır. Ayet içinde geçen "Kulunu" ifadesi ile kast edilen kulun Muhammed (a.s.) değil, Musa (a.s) olduğu yönünde iddiaların serdedildiği malumdur. Fakat biz bu iddiaya kesinlikle katılmıyoruz, bunun nedeni ise yazımızın ilerleyen bölümlerinde zaten anlaşılacaktır.

Bu iddiada bulunanların delilleri 2. ayetin başında bulunan "Vav" edatının bağlaç görevi gördüğü, dolayısı ile bu edatın, bir önceki ayet ile ilgili bulunduğu, 1. ayette bulunan "biabdihi" ifadesi ile kast edilen kişinin Musa (a.s.) olduğudur. Ancak bu edatın sadece bağlaç görevi olduğunu iddia edenler yanılgı içindedirler. Bu edatın işlevlerinden birisi de cümle başı olduğunu hatırlatması, yani kendinden önceki cümle ile bir alakası olmadığını bildirmesidir.

Ayet içinde geçen "Mescidi Haram" ifadesinin, Kabe'yi de içine alan bir bölgenin adı olduğu üzerinde herkesin ittifak ettiği malumdur. Konu "Mescidi Aksa" ile nerenin kast edildiği yönündedir. Biz burası ile ilgili farklı görüşler olduğunu yukarıda kısaca söylemiştik. Yazımızın amacı farklı görüşleri eleştirmek olmadığı için, biz kendi iddiamızı temellendirmeye çalışmaya devam edelim.

Mescidi Aksa'nın neresi olduğunu veya bu ifade ile kast edilenenin ne olduğunu anlayabilmek için, İsra suresinin devam eden ayetlerine dikkat edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Çünkü Mescidi aksa denildiği zaman hemen hemen herkesin aklına bugün Kudüs'te o isim ile bilinen yer akla gelmektedir. Ancak bu ayetin nazil olduğu zamanda Kudüs'te bulunan kutsal mabedin, bilinen böyle bir ismi kesinlikle yoktu.

Kudüs'te Yahudilerin kutsal kabul ettikleri bir mabed bulunuyor ve bunun ismi "Süleyman Mabedi" olarak biliniyordu. Bu nokta hatırdan çıkarılmamalıdır. Kudus'e Müslümanlar tarafından yapılan mescidin Ömer'in orayı fethetmesinden sonra yapıldığı tarihen sabittir. 

İsra suresinin ilerleyen ayetlerinin mealleri şu şekildedir:

2. Biz Mûsâ'ya kitap verdik ve onu, İsrailoğullarına "Benden başkasını Rab edinmeyin, benden başkasının himayesine girmeyin" diye, doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.

3. Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli!Yalnız Bana güvenip, dayanın, Bana şükredin! Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul idi.

4. Biz İsrailoğullarına kitapta şu hükmü de bildirdik: "Siz ülkede iki kere bozgunculuk yapacak ve açık zorbalıklar edeceksiniz"

5. Onlardan birincisinin vâdesi gelince, kuvvet ve şiddet sahibi olan kullarımızı sizin üzerinize musallat ettik de onlar sizi yakalayabilmek için evlerin aralarına bile girerek her tarafı didik didik edip araştırdılar. Bu, yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.

6. Sonra o istilacılara karşı size galibiyet ve zafer verdik, servet ve oğullarla kuvvetlendirdik, sayınızı daha da çoğalttık.

7. İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, onu da kendi aleyhinize işlemiş olursunuz. Derken sonraki taşkınlığınızın vâdesi gelince, kederinizden suratlarınız asılsın, daha önce girdikleri gibi yine Mescide girsinler ve istila ettikleri yeri mahvedip dursunlar diye başınıza yine düşmanlarınızı musallat ederiz.

8. Olur ki tövbe edersiniz de Rabbiniz size merhamet eder. Eğer tekrar bozgunculuğa dönerseniz, Biz de size ceza vermeye döneriz. Zaten cehennemi kâfirlere zindan kılmışız.

 İsra s. 1. ayetinden sonra, 2. ayette Musa (a.s) a geçilmesi ve devamında İsrailoğullarına hitap edilmesi, bu ayetlerin büyük ihtimalle Mekke'de inen son ayetler olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Mekke'li müşriklerin baskıları sonunda artık bu bölgeyi terk etmenin şart olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumu aynı surenin ortalarındaki (76. ayet) ayetlerden anlamak mümkündür. 

Allah (c.c) elçisine, artık bu şehri terk etmesi gerektiğini, kitap ve elçi ile muhatap olmuş olan bir topluluğun ikamet ettiği başka bir şehre hicret etmesi gerektiğini bildirmektedir. Bu şehir MEDİNE'den başka bir şehir değildir. Surenin ilerleyen ayetleri elçiye hicret edeceği şehirde karşılaşacağı toplum hakkında hem ön bilgi vermekte, hem de o şehirdeki İsrailoğulları topluluğuna, gelecek olan elçiye karşı yanlış yaptıklarında onlara geçmişi hatırlatmaktadır.

Muhammed (a.s.) Medine'ye hicret ettiği zaman, halkın önemli bir bölümünün İsrailoğulları'ndan  oluştuğu malumdur.  Bu durumu Medine'de inen ayetlerin çoğunun İsrailoğulları ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerden bahsetmesinden anlayabiliriz. Allah (c.c), bu toplumun da kitap ve elçi ile muhatap kılınmış olmalarından ötürü, Mekke'den gelen Muhammed (a.s.) ile aralarında ortak bir payda olduğunu onlara hatırlatmakta, Musa (a.s) ile devam eden kitap ve elçi silsilesinin bir ferdinin de, Kur'an ve Muhammed (a.s) olduğunu, gelen her kitabın mesajının aynı olduğunu, "dolayısıyla İsrailoğulları'nın da bu elçi ve kitaba inanmaları gerektiğini beyan etmektedir. 

"Nuh ile birlikte taşıdığımız kimselerin nesli" denilerek, o topraklarda yaşayan, fakat farklı topluluklara mensup olan insanların kökünün, Nuh (a.s.) a dayandığı hatırlatılarak, aralarındaki nesep bağına dikkat çekilmekte, aralarındaki ortak payda daha da genişletilerek, yakınlaşmanın sağlanması amaçlanmaktadır. (2. ve 3. ayetler)

Ancak, İsrailoğulları'nın bu yakınlaşmayı ret etmesi neticesinde başlarına neler gelebileceği ise, geçmişte yaptıkları yanlışlar ve bu yanlışlarınının onların başlarına nasıl feleketler getirdiği hatırlatılarak, ayaklarını denk almaları gerektiği, bildirilmektedir. (4.5.6.7.8. ayetler)

Konuyu Muhammed (a.s.) açısından değerlendirdiğimizde ise karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır; Mekke'de kendisine düşmanlık eden, inanmalarından artık ümidini kesmiş müşrik bir toplumu terk ederek elçi ve kitaba inandıklarını söyleyen yeni bir topluluk ile tanışmıştır. Allah (c.c), 4. ve 8. ayetler arasında hem İsrailoğullarına mesaj vermekte, hem de Muhammed (a.s) ın Medine'de muhatap olduğu toplumun nasıl bir karaktere sahip olduğunu haber vererek ona göre hazırlık yapması sağlamaktadır.

7. ayette dikkatimizi çekmesi gereken bir kelime "Mescid" kelimesidir. Bu kelime  İsrailoğullarının ibadet mekanı anlamında kullanılmaktadır. Bu kelimenin Kur'an'da sadece Müslümanların ibadet mekanı anlamında kullanılmadığının, burada önemli bir husustur. İbadet mekanları tarih boyunca insanlar tarafından kutsal olarak kabul edilmiştir. Her toplumun kendi aidiyetini ifade ettiği, onun etrafında toplandığı ve birlikteliğini sağladığı bir kutsal mekanı mutlaka bulunmaktadır. 

Nuzül dönemi çerçevesinde düşündüğümüzde Arap toplumu için Kabe, bu işlevi taşıyan bir fonksiyona sahipti. Mescidi Haram,  Kabe ve Mekke'nin içinde bulunduğu bölgenin adıdır. Kudüs ise İsrailoğulları için kutsal bir bölge olup, orada da onlar için kutsal sayılan ve adına "Süleyman Mabedi" dedikleri, İsra suresi 7. ayetinde ismi "Mescid" olarak anılan bir ibadet mekanı bulunmaktaydı. 

İsra kelimesinin "Gece Yürüyüşü" anlamından hareketle, Muhammed (a.s.) bir gece evinden çıkıp Mekke'deki müşrik toplumu terk ederek başka bir yere hicret etmiştir. Bundan sonraki mesele Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yapıldığı söylenen bu yürüyüşün neden böyle ifade edilmiş olduğu,  Mekke'den Medine'ye yürüyüş olarak neden ifade edilmediğinin anlaşılması üzerinde olması gerekmektedir. Çünkü bu yazıyı okuyanların en fazla merak ettikleri, hatta etmeleri gereken nokta da burasıdır.

Bu nokta açıklığa kavuştuğu zaman, Muhammed (a.s.) ın Medine'de neden aylarca Kabe yerine Kudüs'e yönelmiş olduğunun sebebi de anlaşılacaktır. Kıble değişimi konusunda en fazla merak edilen hususlardan birisi de bu dur. Bakara suresi içinde geçen kıble değişimi ile ilgili ayetlerde kıblenin yeniden Kabe'ye çevrildiği anlatılırken, neden Kabe yerine Kudus'e yönelme emrinin Kur'an'da bulunmadığı sorusu kafaları kurcalamaktadır. 

Bunun cevabını "Ehli Hadis" fırkası, bu değişim için Kur'an dışında ayrı bir vahiy geldiği yönünde cevaplamış olmasına rağmen, Kur'an dışı vahiy diye birşey olmadığını bilenler için sorunun cevabı aranmaktadır. Biz bunun cevabını Kur'an dışına çıkmadan cevaplamaya çalışalım.

Allah (c.c) İsra s. ilk ayetlerinde kulunu hicret etmeye sevk ederken, hicret edeceği yerdeki toplum ile ilgili bilgi de vermektedir. Bu bilgi o toplumun ilahi vahye aşina olduğu, dolayısı ile müşriklere nazaran, her ne kadar geçmişte yaptıkları yanlışları hatırlatmış olsa da, inanmaya daha yatkın bir topluluk olabileceğini elçisine bildirmektedir.

Bu bilgilere istinaden Muhammed (a.s.), İsrailoğulları ile olan ortak paydayı dikkate alarak, Kudüs'e yönelmiştir. Yani Muhammed (a.s.) Kabe yerine Kudüs'e yönelmeyi Kur'an dışı vahiyle değil, İsra suresi ilk ayetleri ile almış, İsrailoğulları ile ortak paydaları olduğu mesajını onlara vermeye çalışarak inanmaya davet etmiştir. Her ne kadar ilerleyen zamanlarda İsrailoğullarının inanma konusunda müşriklerden aşağı kalmadıkları ortaya çıkarak, kıble yeniden Kabe olarak belirlenmiş olsa da, hicretin ilk aylarındaki durum bu şekilde idi. 

Biz İsra s. 1. ayetinin Mekke'den Medine'ye yapılan hicreti anlattığını iddia ederken, ayet içinde geçen "Mescidi Aksa" nin Medine'de olduğunu veya Medine'de Müslümanlar tarafından yapılmış bir mescid olduğunu asla iddia ediyor değiliz

Bizim iddiamız, Kudüs'te bulunan kutsal mabedin 7. ayet içinde "Mescid" olarak ifade edilmiş olduğu, bu mescidin ise Kudüs'te "Süleyman Mabedi" olarak yıkılmış harap halde bulunan bir yer olduğu, dolayısı ile uzaklığına istinaden böyle bir isimle isimlendirilmiş olduğudur. Bu isim, zaman içinde Kudüs'ün Müslümanlar tarafından alınmasından sonra oraya yapılan mescide isim olarak verilmiştir. Yani Muhammed (a.s) zamanında Kudüs'te "Mescidi Aksa" adıyla bilinen bir yapı mevcut değildi.

Sanırım şimdi İsra s. 1. ayetinde Allah (c.c) nin neden kulunu Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüğünü beyan ettiği biraz daha ortaya çıkmıştır. Yani Allah (c.c) insanlar tarafından o zaman kutsal olarak bilinen iki yapıdan biri olan Kabe'nin, müşrik kontrolunda olmasından dolayı, elçisini başka bir şehre hicret ettirmiş, bu şehirde ise İsrailoğullarının yöneldiği Kudüs'ü onlarla olan ortak payda nedeniyle, ikinci kutsal yer olarak bilinen yere yönelmesini sağlamak için böyle bir ifade kullanmıştır. 

Kabe ve Mekke'nin kutsallığı Kur'an ile belirlenmiş olsa da, Kudüs'ün kutsallığı konusunda Kur'an'da herhangi bir ifade bulunmadığını burada hatırlatmak isteriz. Kudüs'ün kutsallığı İsrailoğulları tarafından benimsenmiş olsa da, Allah (c.c) kulunun buraya yönelmesinde o zaman için herhangi bir beis görmemiştir. 

İsra s. 1. ayetinde geçen "Barekna havlehu" ifadesinin, yani Muhammed (a.s) ın hicret edeceği şehrin etrafının bereketli kılınmış olması ile neyin anlatılmak istendiğine kısaca şunu söyleyebiliriz. Musa ve Lut (a.s.) ların da hicret ettikten sonra vardıkları yerlerin "Barekna" olarak ifade edilmesi, Muhammed (a.s.) ın da hicret edeceği yerin Allah tarafından onaylı bir yer olduğunu göstermekte olduğunu söyleyebiliriz. (7. 137/ 21. 71) Allah (c.c) kuluna direk olarak "şu şehre hicret et" diye bir emir vermemekte, fakat hicret etmeye daha uygun olan yerin neresi olması gerektiğini 1. ayette beyan etmektedir. 

İsra hadisesinin Mekke'den Kudüs'e yapılan mucizevi bir yolculuk olduğunu düşünmek, İsra s. 59. , 93. ve diğer benzeri ayetlerdeki beyana ters düşmesi açısından da bir hayli sakıncalıdır. Bu noktadan hareketle yapılacak bir anlama faaliyetinde, İsra s. 1. ayeti ile verilen bilginin mucizevi bir yönünün olamayacağı dikkate alınır, sonrasında ise özellikle sure içine yayılmış olan ayetlerin hicret konusu ile alakası dikkate alınarak bir sonuca varılabilir.

Biz böyle bir iddia ortaya atmakla elbette "Bizim iddiamız tek doğrudur" şeklinde bir söz söylemek istemiyoruz. Bu noktanın dikkate alınarak öylelikle yazının okunması önemlidir. 

Olayı Kur'an bütnülüğünü dikkate alarak düşündüğümüzde ortaya şu sonuç çıkacaktır; Allah (c.c.) kulu Muhammed (a.s.) ı bir gece Mescidi Haram'dan Mescidi Aksa'ya yürüttüm derken, bizim anlamamız gereken ilk nokta, bu yürütmenin mucizevi bir olay olamayacağı yönünde olmalıdır. İlk düğmeyi böyle iliklediğimiz zaman sonraki düğmeler zaten doğru iliklenecektir.

Sonrasında Bakara suresi içinde bulunan kıble değişimi ile ilgili ayetleri bu konu ile birbirine bağlamaya çalışarak, Muhammed (a.s.) Medine'de İsrailoğulları ile aralarındaki ortak paydaya istinaden onlarla aynı kıbleye yönelmiş olduğunu anlayabiliriz. Bu kıblenin de Kudüs şehri olduğu üzerinde herhangi bir ihtilaf yoktur. 

Şimdi İsra s. 1. ayetinde neden Medine değil de, Mescdi Aksa denildiği daha net ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) kuluna, İsrailoğullarının eksriyette olduğu Medine şehrine hicret etmesini beyan etmekte, bu şehirde ise onlarla olan ortak paydayı hatırlatmak için onların kıblesine yönelmesini bildirmektedir. Bu durum ise Medine'den uzakta olan mescide yani Kudüs'teki kutsal mabede şeklinde ifade edilmektedir. "Mescidi Aksa", Medine'de yaşayan  İsrailoğullarının Mekke'den gelen elçiye karşı içlerinde bir sıcaklık ve inanç bağı hissetmesini amaçlamak açısından kullanılan bir ifadedir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

                                

29 Ekim 2018 Pazartesi

Maide s. 38. Ayetinde Geçen "Eydiyehüma" Kelimesi Üzerinde Yapılan Spekülasyonlar Üzerinde Bir Mülahaza

Maide s. 38. ayeti bilindiği üzere, hırsızlık suçunun cezasını beyan etmektedir. Bu ceza yine bilindiği üzere, kadın ve erkek hırsızın elinin kesilmesi olarak beyan edilmektedir. Fakat bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmeyi mi, yoksa mecazi anlamda bir el yani güç kesmeyi mi kapsadığı konusunda tartışmaların yapıldığı, yine bir çoğumuzun malumudur.

Ayetin Arapça metni ve meali şu şekildedir:

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

[005.038] Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak; ellerini kesin. Ve Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

El kesme cezasının mecazi anlamda bir el kesme, yani hırsızlık yapmanın önünü almak, hırsızın gücünü kesmek şeklinde bir anlama sahip olduğunu savunanların delil öne sürdüğü iddialardan bir tanesi, Maide s. 38. ayetinin içinde geçen  فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا ibaresinin, yerleşik gramer kaideleri gereğince, "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bu çeviriye dayanan iddia sahipleri, hırsızlık yapan erkek ve kadının eğer hakiki anlamda elinin kesilmesinden bahsedilmiş olsaydı, kesilmesi gereken erkek ve kadının birer eli olmak üzere iki el olacak, dolayısı ile kesilecek olan iki elin ise, tesniye yani ikili siga ile ifade edilmesi yani ayetin "Faktau yedeyhüma" olarak gelmesi gerektiğini öne sürmektedirler. 

Ayette bu durum böyle olmadığından, yani tesniye sigası yerine cemi (çoğul) sigası ile ifade edildiğinden, çoğul siganın ise yerleşik gramer kuralları gereğince üç ve yukarısı olan sayılara işaret etmesinden dolayı, Allah (c.c) nin bu ayette hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmediği, mecazi anlamda bir el kesmeyi yani hırsızın gücünü kesmeyi emrettiği iddia edilmektedir. 

Fakat bu iddia sahiplerinin gözlerinden kaçırdığı bir nokta vardır ki o da şu dur: KUR'AN'A BAKTIĞIMIZ ZAMAN CEMİ SİGASININ HER ZAMAN ÜÇ VE YUKARISI OLAN SAYILARI İFADE ETMEDİĞİNİ, ÜÇÜN AŞAĞISINDA OLAN İKİ SAYISINI DA İFADE ETTİĞİNİ GÖREBİLİRİZ. 

Arapçada Cem kelimesi  ikiden fazla sayıya delalet etmesine rağmen, bu genel geçer kuralın Kur'an içinde karşılığının her zaman böyle olmadığı, bazı ayetlerde cemi sigasının tesniyeye yani iki kişiye işaret ettiği görülecektir. 

Öne sürdüğümüz bu iddia ile ilgili olarak delil sıralayacak olursak şu ayetleri örnek verebiliriz:

-----Taha s. 123- قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ

 Onlara şöyle dedi: «Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin.

Taha s. 123. ayetinde geçen اهْبِطَا kelimesi iki kişiye yani Ademe ile eşine hitap eden tesniye bir kelimedir. Fakat devam eden cümle içinde geçen جَمِيعًا kelimesi ise yerleşik gramer kaidelerine göre ikiden fazla kişiye delalet etmektedir. Burada جَمِيعًا  kelimesi aslında Adem ve eşini kast etmektedir. Görülmektedir ki Cemian kelimesi iki kişi için kullanılmaktadır.

-----Şuara s. 15- قَالَ كَلَّا ۖ فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا ۖ إِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ

[026.015] (Allah:) «Hayır,» dedi. «İkiniz de ayetlerimle gidin, hiç şüphesiz biz sizinle birlikteyiz (ve) işitmekteyiz.»
Bu ayette geçen فَاذْهَبَا (ikiniz gidin) kelimesi ile kast edilen kişiler Musa ve Harun (a.s) lardır. Yine ayet içinde geçen مَعَكُمْ  ile edilen kişiler, yine Musa ve Harun (a.s) lar olup, bu zamir ikili yani tesniye "Meaküma" olarak gelmesi gerektiği halde "Küm" çoğul yani cemi olarak gelmiştir. 

Burada görülmektedir ki,  kast edilen iki kişi olduğu halde zamir çoğul olarak gelmiştir, ayetin anlamı ise şu şekildedir: 

[026.015] (Allah:) «Hayır,» dedi. «İkiniz de ayetlerimle gidin, hiç şüphesiz biz ikiniz ile birlikteyiz (ve) işitmekteyiz.»

-----Sad s. 21-22- وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ

إِذْ دَخَلُوا عَلَىٰ دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ ۖ قَالُوا لَا تَخَفْ ۖ خَصْمَانِ بَغَىٰ بَعْضُنَا عَلَىٰ بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَا إِلَىٰ سَوَاءِ الصِّرَاطِ

[038.021]  Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
[038.022]  Hani Davud'un yanına girmişlerdi de, Davud onlardan korkmuştu. «Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar.»

Bu ayetlerde Davud (a.s) ın yanına giren davacılardan bahsedilmektedir. Ayette iki davacı olduklarından bahsettikleri halde, Tesevveru, Dahalu, Minhum, Galu gibi kelimeler,görüldüğü gibi  çoğul sigada gelmiştir. Halbuki iki davacı ile ilgili olan kelimelerin tesniye yani, Tesevvera, Dahala, Minhüma, Gala şeklinde gelmesi gerekirdi. Kelimeler çoğul sigada geldiği halde, konu iki kişi ile ilgilidir. 

-----Enbiya s. 78- وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ الْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِينَ

[021.078] Davud ile Süleyman'ı da. Hani ikisi de ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani bir kavmin davarları ekin içinde geceleyin yayılmıştı; Biz de hükümlerine şahittik.

Ayet görüldüğü gibi Davud ve Süleyman (a.s) dan, yani iki kişiden bahsetmektedir. Ayetin sonundaki لِحُكْمِهِمْ kelimesindeki Hüm çoğul zamirinin döndüğü yer Davud ve Süleyman (a.s) lar,  yani iki kişidir. Burada da görülmektedir ki cemi sigası Kur'an'da iki kişi için de kullanılabilmektedir. 

Bu durum dikkate alınarak Enbiya s. 78. ayetine verilebilecek olan makul bir meal şu şekilde olabilir: 

"Davud ile Süleyman'ı da. Hani ikisi de ekin hakkında hüküm veriyodu. Hani bir kavmin davarları ekin içinde geceleyin yayılmıştı; Biz de Davud ve Süleyman'ın verdiği hükme şahittik."

-----Tahrim s. 4- إِنْ تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا

Eğer Allaha tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalbleriniz eğildi

Bu ayet konumuz ile ilgili olarak daha çarpıcı bir örnektir. Çünkü ayet içinde geçen  قُلُوبُكُمَا kelimesi ile, Maide s. 38. ayetindeki أَيْدِيَهُمَا kelimesi aynı kalıpta gelmiştir. Allah (c.c) bir kişide iki kalp kılmadığına göre (Ahzab s. 4) burada Kalpleriniz şeklinde çoğul olarak çevrilen kelimenin döndüğü iki kişidir yani tesniyedir. Burada görülmektedir ki çoğul olarak Kulub kelimesi, iki kişinin kalbine işaret etmektedir.

Bu cümleye verilecek olan makul bir meal ise şu şekilde olabilir:

Eğer Allaha tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalbi eğildi

Burada şöyle bir itiraz getirilebilir: Tahrim s. 4. ayetinde geçen Kalp kelimesi hakiki anlamda bir kalp değil, mecazi anlamda bir kalpten bahsetmektedir. Öyleyse Maide s. 38. ayetinde geçen Yed kelimesi de, güç anlamında neden mecazi anlamda kullanılmasın?. 

Bu itiraza ise cevabımız şu dur: Kur'an içinde geçen Kalp kelimesi bütün ayetlerde mecaz anlamda kullanılmıştır. Fakat Yed (el) kelimesi bazı yerlerde mecaz kullanıldığı gibi, bazı yerlerde de hakiki anlamda kullanılmıştır. Kur'an içindeki bir kelimenin anlamı, öncelikle hakiki anlama sahip olması üzerinden değerlendirilir, yani kelimenin ilk anlamı onun hakiki anlama sahip olmasıdır. Şayet kelimeye hakiki anlam verildiğinde herhangi bir sorun ortaya çıkıyor ise, o zaman kelimenin mecazi anlamda kullanıldığına hükmedilebilir.

Yed kelimesinin Kur'an içinde kullanımlarına baktığımızda bu kelimenin mecaz ve hakiki olarak her iki anlamda da kullanılmış olması, bu cezanın hakiki anlamda bir el kesme olduğu yönünde görüş beyan edenlerin daha tutarlı olduğunu düşündürmektedir.

Ayrıca Kataa ve Yed kelimelerinin birlikte geçtiği ayetler incelendiğinde, bu iki kelimenin birlikte geçtiği bütün ayetlerde bu kelimelerin mecaz değil hakiki anlamda kullanılmış olduğu görülecektir. Bakınız (Yusuf s. 31-50/ Araf s. 124/ Taha s.71/ Şuara s. 49/ Maide s. 33)

Kur'an üzerinde meal ve tefsir çalışmaları yapan kişilerin kanaatimizce en büyük eksikliği, yerleşik gramer kaidelerine bağlı kalmak adına yaptıkları çeviri ve yorumlarda özellikle hedef dili yansıtamama sorunudur. Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinin çevirilerine baktığımızda bu sorun daha net ortaya çıkmaktadır. 

Çünkü yukarıdaki ayetlerde kast edilen iki kişi olduğu halde, o iki kişiye dönen zamirin cemi sigasında olması, ve cemi sigasının yerleşik gramer kaidelerince ikinin üzerinde olan sayılara tekabül etmesi, kişileri cemi sigasının Arap dilinde bazı hallerde iki kişiye de tekabül edebileceği şeklinde olan kaidenin göz ardı edilmesine, ve anlamın çoğunluk şeklinde verilmesine sebep olmuştur. 

Bugün hepimiz için geçerli olan Kur'an'ı anlamada önümüzdeki en büyük engellerden bir tanesi, bu kitabın indiği zaman ve mekanda kullanılan Arapça dil ve gramer kurallarının tam olarak tespit edilemeyişidir. Yukarıda verdiğimiz örnek ayetlerdeki, bugün Arapçada yerleşik dil kurallarına aykırı gibi görünen gramer kuralları, nüzul dönemi Arapçasında herhangi bir aykırılık göstermediğinden dolayı, elimizdeki kitap içindeki bazı ayetlerde böyle örnekleri görmekteyiz.

Biz konuyu uzatmamak adına sadece cemi sigasının tesniye anlamı taşıdığı ayetleri örnek olarak gösterdik. Kur'an içinde onlarca yerleşik gramer kaidelerine uymayan ayeti görebilmek mümkündür. Önemle hatırlatmak isteriz ki Kur'an içinde bu tür ayetlerin bulunmuş olması, bazı kimselerin iddia ettiği gibi Kur'an'da hatalar olduğuna asla delalet etmez, aksine nüzul döneminde konuşulan Arapçanın bu gibi gramer kurallarına sahip olduğunu gösterir. 

Bütün bunlardan sonra konumuz olan أَيْدِيَهُمَا kelimesine geri dönecek olursak: Eydiye kelimesi çoğul bir kelime olup, yerleşik gramer kurallarına göre bu kelimenin sonuna eklenecek olan zamir de çoğul zamiri yani Hüm zamiri olmalıydı. Hüma zamiri ise tesniye yani iki kişiye işaret bir zamir olup, yerleşik  gramer kurallarına göre bu zamire eklenecek olan kelime ise, iki kişinin elini işaret eden Yeda kelimesi olmalıydı. Fakat böyle olmamış kelime أَيْدِيَهُمَا şeklinde gelmiştir.

İddia o dur ki; kelimenin bu şekil kullanımından, dolayı el kesme cezası gerçek bir el kesme olarak değil, güç kesme olarak algılanmalıdır. Ancak bu iddianın da yine Kur'an tarafından onayı gerekmektedir. Yani Yed kelimesinin Kur'an içindeki mecaz anlamdaki kullanımlarında bir kişi için çoğul olarak kullanılıp kullanılmadığına bakılmalıdır.

[005.064]  Yahudiler, «Allah'ın eli sıkıdır» dediler; dediklerinden ötürü elleri bağlandı, lanetlendiler. Hayır, O'nun iki eli de açıktır,

Maide s. 64. ayetinde mecaz anlamda Allah'ın iki elinden bahsedilmektedir. Yani çoğul kullanım yoktur.

[111.001] Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.

Tebbet suresinde Ebu Leheb'in iki elinden bahsedilmektedir. Yani burada mecaz anlamda olmasına rağmen çoğul kullanım yoktur.

[022.010] (Denilir ki) «Bu (azab) senin iki elinin evvelce yaptığından dolayıdır. Ve şüphe yok ki, Allah kulları için hiçbir zulmeden değildir.»

[038.075]  Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.

Kur'an'ın hiç bir yerinde Yed kelimesinin tek kişilik kullanımı asla çoğul bir şekilde Eller olarak geçmemektedir. Bu da demektir ki, Maide s. 38. ayetinde geçen أَيْدِيَهُمَا kelimesinin, çoğul olarak kullanılmış olmasından dolayı, kelimenin mecaza hamledilmesi gerektiği iddiası çürüğe çıkmaktadır. 

Bütün bunlardan sonra Maide s. 38. ayetine verilebilecek olan makul bir meal şu şekilde olabilir:

[005.038] Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak; ikisinin elini kesin. Ve Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Sonuç olarak: Maide s. 38. ayetinde فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا  ibaresi, İkisinin ellerini kesin  şeklinde değil, İKİSİNİN ELİNİ KESİN şeklinde çevrilmelidir. Bu düşüncemizin gerekçesi, yukarıda diğer Kur'an ayetleri örneğinde anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca, bu cezanın mecaz olduğuna dair getirilen iddianın da Kur'an içinde delili bulunmamaktadır.

Cezanın hakiki anlamda el kesmeyi değil, güç kesmeyi ifade ettiğini ileri sürenlerin ortaya koydukları delillerin  sağlam olmadığını dikkat edilirse Kur'an içinden somut deliller ile göstermeye çalıştık. Özellikle Yed kelimesinin çoğul kullanımından dolayı cezanın mecaza hamledilmesi gerektiği iddiasının çürüklüğü, cemi sigasının iki sayısı için de kullanılan ayetler ile gösterilmeye çalışılmıştır.

Yazının çerçevesinin sadece Maide s. 38. ayetinde geçen أَيْدِيَهُمَا kelimesi ile sınırlı olduğu bilinmelidir. Biz Kur'an içindeki kullanım örnekleri ile, cemi sigasının aynı zamanda tesniye sigası anlamına geldiğini izah etmeye çalıştık.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


8 Kasım 2017 Çarşamba

Nisa s. 66. Ayetindeki "Uktülu Enfüseküm" Emrinin, "Kendinizi Öldürün" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an meallerinde bazı kelime veya deyimlerin maksada uygun bir şekilde çevrilmesi yerine, orjinal metne uygun olarak çevrilmiş olması, kullandığımız dil ile bazı çelişkiler arz etmektedir. Buna örnek olarak Nisa s. 66. ayetinde geçen Uktülu enfüseküm emrini verebiliriz. Bu emir bazı meallerde, Kendinizi öldürün şeklinde çevrilmekte, ve böyle bir emrin karşılığı bizim kullandığımız Türkçe de İntihar edin şeklinde bir anlama gelmektedir.  

Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.



وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا

Bu ayetin yapılan bazı çevirileri şu şekildedir;

Ali Bulaç:
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.

Süleyman Ateş :
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.

Örnek olarak verdiğimiz meallerde, Uktülu enfüseküm emrinin, Kendinizi öldürün şeklinde çevrildiği görülmekte, böyle bir emrin bizim dilimizdeki karşılığı ise, İntihar edin anlamına gelmektedir. Böyle bir çevirinin bazı istifhamlara sebep olması bakımından uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Uygun olan çevirinin, emrin maksadına uygun bir çeviri olabileceğini söyleyebiliriz.

Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.

Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir. 

Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.


Bayraktar Bayraklı :
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.

Muhammed Esed:
Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları (imanlarında) daha güçlü kılardı,

Yukarıda verdiğimiz çeviri örneklerinde, ayet içinde geçen Uktülu enfüseküm emrinin, savaşmak emri ile alakası kurularak anlam verildiği görülmekte, bu doğrultuda yapılan meallerin, daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Kasım 2017 Salı

Nisa s. 29. Ayetindeki "Ve la Taktülu Enfüseküm" Emrinin, "İntihar Etmeyiniz" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an'ın bir başka dile çevirisinde veya bazı ayetlerinin yorumlanmasında, ilgili ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmeden çeviri veya yorumunun yapılmasından dolayı, ortaya bazı anlama sorunlarının çıktığı malumdur. Yazımızda Nisa s. 29. ayeti içinde geçen bir cümlenin, yapılan çeviri ve yorumlarında bağlam ve bütünlük gözetilmemesi ortaya çıkan bir soruna dikkat çekmeye çalışacağız.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.

Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.

 (Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.

Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.

Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.

 (Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.

29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.

Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.

(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun  aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun  yeniden barışa dönmesi emredilmektedir. 

Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir. 

Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.

Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması

Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların  SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.

Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.

فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049]  İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.

قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.

فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.

أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052]  Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.

Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.

İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir. 

Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o,  "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.

Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.

Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne  gibi zarar vereceği olduğu görülecektir. 

Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.

Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.

Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir? 

Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.

Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.

Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir; 

İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.

Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.

Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.

Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

3 Nisan 2017 Pazartesi

Nisa s. 43. Ayeti: Bağlam, Bütünlük, Maksat Gözetilmeden Yapılan Bir Yorum Örneği

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi, bu kitabın ilk indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlara ne demiş olabileceğini hesaba katmadan, yani ilk hitap kitlesini yok sayarak yapılan okumalar ve bu okumalardan çıkarılan yorumlardır. Kur'an hakkında konuşabilmenin önemli bir noktası olarak gördüğümüz bu okuma yöntemini hiçe sayarak yapılan okumalardan çıkarılmaya çalışılan bazı sonuçlar, maalesef isabetli olmamakla birlikte, çıkarım sahiplerini gülünç duruma dahi düşürmekte, Bu kadar da olmaz dedirtebilmektedir.

[004.043] Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, yolcu olan müstesna gusledene kadar salata (namaza) yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.

Nisa s. 43. ayeti, namaz öncesi yapılması gereken, bizim Abdest adı ile bildiğimiz bir hazırlıktan bahsetmektedir. Bazı kimseler tarafından bu ayetin Bektaşi misali sadece Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın kısmı alınarak okunmakta, ve bu ayetten namaz kılanlar için kıldıkları namazda dediklerini bilmeleri gerektiği yönünde bir çıkarım yapılarak, Allah ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın diyor şeklinde, akıllara zarar bir yoruma imza atılmaktadır.


Sekir; Kişiyle aklı arasına giren hal anlamında ve sarhoş edici içeceklerle ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. Ayetin bu cümlesinin, İçkinin kesin olarak yasaklanmamış olmasından dolayı, içki içmeyi tedrici olarak yasaklayan bir ayet olarak okunması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Yani ayet ilk hitap ettiği kimselere, içki içerek namaza yaklaşmamalarını emretmekle, içkiden biraz daha uzaklaşmalarına zemin hazırlamaktadır. Ayeti işiten ve içki içen bir Müslüman, namaz ile içki arasında bir tercih yapmak zorunda kalmakta, ve büyük ihtimalle namazı seçerek içki içmekten biraz daha uzaklaşmış olmaktadır.

Namaz kılan bir kimse, namaz içinde söylediklerinin ne anlama geldiğini, kıldığı namazın Allah (c.c) ye karşı kulluğunun bir göstergesi olduğunu elbette bilmesi gerekmektedir, buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu ayetten böyle bir çıkarım yapmak bağlam, bütünlük ve maksat gözetilmeden bir çıkarım örneğidir. 

Allah (c.c) nin, kulunun namazda ne dediğini bilmesi gerektiğini, ne dediğini bilmeyen bir kimsenin namaza yaklaşmamasını bu ayet ile emrettiğini iddia etmek, hem Allah adına konuşmak anlamına gelmekte, hem de namaz kılan bir kimsenin namazı terk etmesine sebep olması açısından da sakıncalıdır. Böyle bir kimseye onu bu konuda ayet var diyerek namazdan soğutmak ve terk ettirmek yerine, kıldığı namazın ne anlama gelmesi gerektiğini, namazın bir kulluk eylemi olduğunu, şirke ve küfre karşı tevhidi bir kıyam olduğunu bu kimselere hatırlatarak, onları bu konuda şuurlandırmaya çalışmak, Allah adına yanlış iddialar ortaya atmaktan daha doğru olacaktır.

Kur'an ayetleri konusunda konuşmak elbette herkesin hakkıdır. Bu hakkı hiç kimse bazı sebeplerle kimsenin elinden alamaz. Böyle bir uyarı yapmakla hiç kimseye karşı , Bu kitabı siz anlayamazsınız şeklinde bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu kitabı anlamanın en önemli şartının, bağlam, bütünlük ve maksadı gözeterek okumak olduğu unutulmamalıdır. 

Ben dedim oldu mantığı ile yapılan bazı ayet yorumları, bu kitabı okumanın ve anlamanın bazı şartları olduğunun bazı kimseler tarafından pek bilinmediğini ortaya koyması açısından, özellikle Kur'an'ın gündem olmasından rahatsız olan bazı kesimlerin elinde bir koz olarak olarak görülmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın cümlesinin ilk anlamını hiçe sayarak, bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara karşı onları uyarmaya çalışmak, belki samimi bir niyet olabilir ama, bu samimiyet Allah adına konuşmak gibi bir iddiaya sebep olması açısından kişileri Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali bir duruma düşürebilir.

Kur'an ayetlerinin ilk hitap ettiği kimselere ne demiş olabileceği doğru bir şekilde tesbit edildikten sonra, bizlere dair ne demiş olabileceği yönünde yorumlar yapılabilir. Nisa s. 43. ayetinin zorlama teviller yolu ile, namaz konusundaki bazı yanlışları düzeltmek adına kullanılması, doğru bir yaklaşım değildir. Şayet namaz konusunda bazı yanlışlar düzeltilmek için ayet aranacak olursa, Nisa s. 43. ayeti yerine Kur'an içinde bir çok ayet mevcut olduğu unutulmamalıdır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

22 Şubat 2017 Çarşamba

Elmalılı Mealinin Sadeleştirilmişinde Yapılan Bir Tahrif ve İlmi Ahlaksızlık Örneği

Kur'an'ın Arap dilinde nazil olması , bu dili konuşmayan ve bilmeyenler tarafından anlaşılma sorununu ortaya çıkarmış, bu sorun Kur'an'ın diğer dillere çevirilerinin yapılması ile aşılmaya çalışılmıştır. Konuya Türkiye boyutundan baktığımız zaman , bu kitabı okumak ve anlamak isteyen, fakat Arap dilini bilmeyen insanlar, bu kitabın Türkçeye çevrilmiş meallerine başvurmak zorundadırlar. 

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmış olan Hak dini Kur'an dili adlı tefsir, yıllardır Kur'an'ı anlamak isteyen bir çok kimsenin başvuru kaynağı olmuş , halen de olmaktadır. Ancak bu tefsirin günümüz insanı için dilinin ağır ve anlaşılır olmaktan uzak olması , bir çok insanın bu tefsiri anlamakta sıkıntı çekmesine sebep olmaktadır. Bu tefsirin dilinin ağır olmasından doğan sıkıntının  aşılması için, onun günlük konuşulan Türkçeye çevrilmesi yani sadeleştirilmesi yolu ile daha çok kimsenin okumasını sağlamak fikrini doğurmuş, ve bu tefsirin dili sadeleştirilerek konuştuğumuz dile çevrilmek sureti ile farklı yayın evleri tarafından piyasaya sürülmüştür.

Ancak Elmalılı tefsirini sadeleştirmek adına yola çıkanlar, bu konuda 2 defa sorumlu oldukları yani hem çevirdikleri tefsirin aslına ve ilmi ahlaka sadık kalmak sureti ile bir çeviri yapmak, hem de orjinal mealdeki ayet çevirileri üzerinde herhangi bir tahrifatta bulunmamak bilinci içinde olmaları gerekiğini öncelikli olarak bilmeleri gerekirken, bu tefsirin sadeleştirilmiş meali üzerinde bazı hatalar ve tahrifler bulunduğu gözden kaçmamaktadır.

Bu tefsirin sadeleştirmesini yapan kimselerin mutlaka akademik kariyer sahibi insanlar olduğunu düşünmekteyiz. Bu yazıyı yazarken, bu tefsiri sadeleştirenlerin hiç birini tanımadığımızı, ismini dahi bilmediğimizi , yapacağımız eleştirideki hatayı yapan sadeleştiriciyi tanımadığımızı, ve amacımızın herhangi bir kimseyi karalamak olmadığını öncelikle hatırlatmak isteriz.

Bundan önceki yazılarımızda adı geçen tefsirdeki Enbiya s. 95. ve Mümtehine s. 13. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal meale sadık kalınmayarak, farklı biçimde çevrilmiş olduklarını ele almaya çalışmıştık. Bu yazımızda Zuhruf. 61. ve 63. ayetlerinin Elmalılı tarafından yapılmış olan orjinal çevirisi ile , sadeleştiriciler tarafından yapılmış olan çevirisini ele alarak bu konuda yapılan hatayı ve büyük bir tahrifi gözler önüne sermeye çalışacağız. 

Herkesin malumu olduğu üzere İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre dünyaya geri döneceği inancı , Hristiyan inancından İslam inancına ithal edilmiştir. Kur'an bu konuda herhangi bir bilgi vermez iken , Hristiyanlardan ithal edilen bu bilgiler, rivayetler yolu ile inanç konusu haline getirilmiş ve İsa (a.s) ile ilgili bazı ayetler , bu rivayetler merkeze alınarak rivayetleri tasdik etmeye yönelik biçimde tahrifata uğratılmaya çalışılmıştır.

Zuhruf s. 61. ayeti bu konuda başı çeken bir ayet olup , ayet meallerine parantez açmak veya hiç açmadan , onun tekrar dünyaya gelecek olduğu inancı sanki Kur'an tarafından bildiriliyormuş gibi bir hava oluşturulmaya çalışılmakta ve Kur'an tahrif edilmektedir.

Zuhruf s. 61. ve 63. ayetlerinin Arapça metnini , bu ayetlerin Elmalılı tarafından yapılmış orjinal meallerini ve internet ortamında bulunan "Elmalılı sadeleştirmiş 2" olarak yapılmış sadeleştirilmiş halini vererek durumu görmeye çalışalım ;

Zuhruf s. 61 . ayeti ;

                                           وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ


Elmalılı Hamdi Yazır (orjinal meal):
Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur


Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Gerçekten o, (İsâ'nın yere inişi) kıyâmetin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın kıyâmet hakkında şüpheye düşmeyip, bana uyun, bu doğru yoldur.

2 meali karşılaştıracak olursak , Elmalılı orjinal mealinde bulunmayan İsa'nın yere inişi kısmı parantez içinde sadeleştirici tarafından ilave edilmiştir. Sadeleştirme adına yapılan bu ilave önce ilmi bir ahlaksızlık örneği olup , sonra da asıl metinde olmayan bir ilavenin sadeleştiriciler tarafından meale sokulmak sureti ile yapılan bir tahrif örneğidir.

Ayetin Arapça metninde İsa'nın yere inişi ile ilgili olarak en küçük bir bilgi kırıntısı dahi olmamasına rağmen , sadeleştirme adına meale yapılan bu ilave ile İsa'nın yere inişi ayetin tahrif edilmesi yolu ile Allah'a söyletilmek istenilmektedir. İsa'nın tekrar dünyaya geri gelebileceğine inanmak ayrıdır , onun tekrar dünyaya geleceğini Kur'an'a söyletmeye çalışmak ayrıdır. Kur'an içinde olmayan bir şeyi parantez yolu ile olsa dahi Kur'andanmış gibi göstermek ne ilim adamı ne de Müslüman sıfatına sahip olan kimselere asla yakışmamaktadır. 

Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan hata ise tam bir cinayet örneğidir.


             وَلَمَّا جَاء عِيسَى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Elmalılı Hamdi Yazır (orjial meal) :
Isâ da o beyyinelerle geldiği vakıt şöyle dedi: ben size hikmet ile ve ihtilâf edip durduğunuz şeylerin ba'zısını size beyan edeyim diye geldim, onun için Allahdan korkun ve bana ıtaat edin,

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
İsâ mucizelerle İNDİĞİ zaman dedi ki: «Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim. O halde Allah'tan korkun ve bana itaat edin.

Zuhruf s. 63. ayetinin Arapça metni içindeki CAE (geldi) fiili , Elmalılı tarafından doğru çevrilerek aslına sadık biçimde anlam verilmiş olmasına karşın , sadeleştirici tarafından tahrif edilerek, İNDİĞİ şeklinde çevrilmiştir. Bu eseri sadeleştiren kimse büyük ihtimal ilahiyat eğitimi görmüş, ve Arapçayı bilen bir kimsedir. 

Bu kimsenin Cae fiilinin hangi anlama geldiğini bilmemesine imkan ve ihtimal yoktur. İndiği olarak sadeleştirdiği kelimenin Arapça aslının hangi kelime olması gerektiğini çok iyi bilmesi gereken bu kimse , sırf İsa'nın yere inişi olarak parantez içine aldığı 61. ayetin devamı olan 63. ayetin, rivayetler ile gelen bir bilgi olan , sanki İsa (a.s) kıyamete yakın bir sürede yere indikten sonra bu sözleri söyleyecekmiş gibi bir anlam oluşturmaya çalışması ,yenilir yutulur bir hata değil , açık ve net bir tahrif örneğidir. 

Bu şahsın yapmış olduğu sadeleştirilmiş Elmalılı mealinden Kur'an'ı okuyan bir kimse, bu ayeti okuyunca , İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğinin Kur'an tarafından beyan edilmiş olduğunu zannederek , 63. ayetteki İsa (a.s) tarafından söylenen sözlerin , onun yere indikten sonra söyleyeceği sözler olduğuna inanarak , yanlış bir düşünceye sahip olacaktır. Halbuki ilgili ayetler , İsa (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki kavmi ile olan mücadelesinden kesitler sunmakta olup , yeniden dünyaya indikten sonra söyleyeceği sözler değildir , çünkü böyle bir yeniden iniş Kur'an tarafından beyan edilmemiştir.

Zuhruf s. 63. ayetinde yapılan bu kelime tahrifi hem sadeleştirildiği iddia edilen bir kitaba karşı İLMİ BİR AHLAKSIZLIK örneği , hem de Allah (c.c) nin ayetleri üzerinde yapılan TAHRİFAT örneğidir. 

Adı her neyse veya kimse Elmalılıyı sadeleştirdiğini iddia eden bu şahsiyetin kafasında İsa'nın kıyamete yakın dünyaya geri döneceği fikri hakim olup , bu düşüncesini ayete söyletmek istemektedir. Bu kişi ilmi ahlaktan öyle yoksun bir kimsedir ki , bu düşüncesini Elmalılı meali üzerinden yapmakla önce Elmalılı'ya iftira atmakta , sonra da Allah (c.c) nin kelimesini tahrif ederek tam bir Yahudilik örneği sergilemektedir.

Elmalılı veya onun mealini sadeleştiren kişi, İsa'nın kıyamete yakın bir zamanda dünyaya geri döneceğine dair bir inanç içinde bulunabilir, bu onların bileceği iştir. Ancak Elmalılı nasıl Allah'ın ayetleri üzerinde tahrifat yapmak sureti ile bu düşüncesini Kur'an'a onaylatmak yoluna gitmekten imtina etti ise , onun mealini sadeleştirmek adına eline kimsenin de, önce Elmalılının eserine karşı yerine getirmesi gereken ilmi ahlaka sahip olarak onun demediğini ona dedirtmeye çalışmaya , sonra da Allah'ın demediğini Allah'a dedirtmeye asla hakkı yoktur. 

İlmi ahlak , herhangi bir kimsenin eseri üzerinde çalışma yapan kimsenin , o eser üzerinde herhangi bir şahsi tasarruf yapması imkanı tanımaz. İlmi ahlaka sahip bir kimse , üzerinde çalıştığı esere sadık kalmak zorundadır. Hele bu eser Allah (c.c) kitabı ise bu kimsenin 2 defa dikkatli olmasını gerektirmektedir. Eser sahibinin demediği ve yazmadığı bir şeyi onun eserine ilave etmeye , Allah (c.c) nin demediği bir şeyi ona dedirtmeye kimsenin hakkı yoktur , böyle bir ameliye içine giren kimse asla güvenilir olamaz.

Bu yanlışı yapan kimseye tavsiyemiz şu olacaktır ; Önce eserini çevirdiğiniz kişinin eserine karşı yaptığınız gayri ahlaki davranıştan vazgeçerek ilgili ayetleri onun orjinal mealine sadık kalarak yeniden düzenlemeniz , sonra da Allah (c.c) nin kelimesine karşı yapmış olduğunuz tahrifattan dolayı ondan bağışlanma istemenizdir. Bunu yapmadığınız takdirde, bir kimsenin eserine karşı yapmış olduğunuz hata ile, ilmi kariyerinizin nasıl bir çukurda olduğunu gözler önüne sermiş olacak, Allah (c.c) nin ayetlerine karşı tahrifkar bir tutum takınmanız sebebi ile de sizden önceki tahrifçilerin akıbetine uğramaktan kendinizi kurtaramayacaksınız. 

28 Ocak 2016 Perşembe

"İNDİRİLMİŞ DİN" ve "UYDURULMUŞ DİN" Sloganları Üzerinden Yapılan Din Savaşları

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla öne çıkması , geleneksel düşünce yanlıları ile , bu düşünce karşıtları arasındaki uçurumu daha fazla açarak , düşünce farklılıklarının düşmanlığa yol açacak kadar keskinleşmesine sebep olmuştur. Müslümanlar arasındaki bu tür düşmanlıklar, yabancısı olduğumuz bir durum olmamakla birlikte , bize düşen görev bu düşmanlıkları körüklemek yerine , en aza indirmeye çalışmak olmalıdır. 

Farklı düşünceye sahip olanların birbirleri ile olan savaşlarının, sloganlar üzerinden de yürütülerek ayrışmaların ayyuka çıkarılmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. "UYDURULMUŞ DİN" ve "İNDİRİLMİŞ DİN" sloganları bu savaşta önce çıkan sloganlar olarak herkesin ağzında dolaşmaya başlamıştır. Bu sloganlarla , herkes kendisini "İndirilmiş din" yanlısı , karşısındakini "Uydurulmuş din" yanlısı olarak itham ederek , arası doldurulmaz bir uçurumun iki tarafında yerlerini almışlardır. 

"İndirilmiş din" yanlısı olarak kendisini ifade edenlerin, Kur'an merkezli bir din algısı üzerine oturmuş anlayışını temsil ettiği , bu kimselerin "Uydurulmuş din" yanlısı olarak lanse ettiği kimselerin , klasik ve rivayete dayalı bir din anlayışını temsil ettiğini söyleyebiliriz.

Yazımızın amacının , Kur'an merkezli din anlayışının yanlış olduğunu, rivayet merkezli din anlayışının doğru olduğunu iddia etmek değil , amacımız her iki taraftakilerin ayrılıkları körükleyici söylemler yerine , birleştirici veya en azından ayrılıkları körüklemeyen bir söylem kullanması kullanması gerektiğini hatırlatmaktır.

Birlik ve beraberlik , bir toplumu toplum yapan ana unsurlardan en önemlisidir. Bu durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , "Yüzyıllardır birbirimizle olan savaşlarda dökülen Müslüman kanı , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir" demek yanlış bir tespit olmayacaktır.

Savaşın her iki tarafında olanlar , kendi dinlerinin "İndirilmiş" karşı tarafın dininin "Uydurulmuş" olduğunu iddia ederek "Senin dinin kötü benim dinim iyi" kavgası yapmaktadırlar. Ortak bir paydada birleşilerek , yanlışlara çözüm aranması elbette olması gerekendir , ancak bu mümkün olmuyorsa sadece karşı tarafı hedef alan söylemler üreterek kendi haklılığını, karşı tarafın haksız olduğunu öne sürerek ispatlamaya çalışmak, faydadan çok zarar getirecektir. 

Kendisinin söyleminin "İndirilmiş din" üzerine kurulu olduğunu iddia edenlerin bir kısmının , "Uydurulmuş din" olarak söylenenlere rahmet okutturacak kadar yanlışlar içinde olduğunu gördüğümüzde , bu söylemlerin havada kalan ve slogandan öte geçmeyen hamaset edebiyatı olduğunu da müşahede etmekteyiz. Herkesin din anlayışı kendisine göre "İndirilmiş din" olurken , karşısındakinin din anlayışı "Uydurulmuş din" haline gelebilmektedir.

Kendi aramızda olan savaşların bize bir faydası olmadığı gibi , zararı olduğu , bu işten faydalanan tarafın İslam düşmanları olduğu herkesin malumudur. Herkes tarafından bilinen bu gerçeğe rağmen ,aramızdaki düşmanlıkların gün geçtikçe azalmayıp artış göstermesi , bizleri "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya yöneltmelidir. 

"İndirilmiş din" söylemini öne çıkaranların , anlattığı dine baktığımızda , tamamen rivayet kaynaklı din olan ve adına "Uydurulmuş din" dedikleri anlayışa reddiyeler ortaya koyan bir söylem olduğunu görmekteyiz. Bu söylem etrafındaki sözlerin ve düşüncelerin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte , "Din" dediğimiz şeyin sadece geçmişe reddiyeler ortaya koymakla anlatılmış olmayacağının bilinmesi gerekmektedir. 

Hadis ve sünnet anlayışları , peygamber algıları , kabir azabı , şefaat meselesi , cehennemden çıkış var mı , İsa beşikte konuştu mu konuşmadı mı , miraç , mehdi , tasavvuf , İsa (a.s) ın nüzulü v.s gibi konular, uydurulmuş ve indirilmiş din savaşlarının en başta gelen konularını oluşturmakta ve taraftarlar birbirlerini acımazsızca eleştirerek tekfirler , hakaretleşmeler gırla gitmektedir.

"Klasik din anlayışındaki bu tür yanlışlıklar hiç gündeme gelmemeli" gibi bir düşünceye sahip olmadığımızı hatırlatarak , bu tür yanlışları ortaya koyarken, düşmanlıkların körüklenmemesi ve sanki bu konular dinin özüdür gibi bir algı yaratılmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konularda Kur'ani bir düşünceye sahip olduğunu düşünenlerin, dinin bu kadar olduğu ve tartışılması gereken konuların bunlarla sınırlı olduğu , bu konulardaki düşüncelerin net bir şekilde oturması ile her şeyin bittiği gibi bir algıya sahip olmaması gerekmektedir.

İstanbul fethedilirken , Bizans'ın papazlarının meleklerin kaç kanadı olduğu gibi tartışmalar yaptığı şeklinde anlatılan, belki yalan belki doğru olan anektodun gerçeğini,  şu anda biz Müslümanlar gerçek olarak yaşamaktayız. 

Etrafımızda kan gölü ve dünya insanları zulüm ve işkence içinde kan ağlarken biz Müslümanların bu zulme karşı bir çare olacak söylem üretme çalışmaları içinde olmaları yerine, bize olan getirisi kin ve düşmanlık olan ihtilaflı konuları gündemde tutmak doğru bir tavır değildir.

"Din" denilen şey sadece gelenekteki yanlışları gündemde tutarak anlatılmaz. Özellikle son yıllarda başta ülkemiz olmak üzere bir çok insan İslamdan uzak bir hayatı seçerek "Din buysa ben gavur kalayım" şeklinde sözlerle , bizlerin yaşantısını baz alarak İslamı terk etmektedir. 

Bu insanların İslamı terk etmelerine en büyük sebep , "Müslümanım" diyenlerin hal ve hareketleri veya "Din bu dur" diyenlerin anlattıkları din dir. İnsanlara sadece ahirete dayalı bir anlayışı empoze etmek artık bir çok insana artık cazip gelmemektedir. İslamın önce dünya hayatına dair olan söylemleri öne çıkarılarak , bunların yerine gelmemesinde dünyanın fesada uğrayacağı , şu anda içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlatılmalıdır. Dünya hayatında yapılan veya yapılmayanların karşılığının ahirette verileceği hatırlatılarak , sadece ahiret endeksli bir din "Tapınak dini" olarak kalmaya ve insanlar tarafından ret edilen bir olacaktır.

Düşüncemiz şu dur ki ; "İndirilmiş din" anlayışına sahip olduğunu iddia eden ve bu dini T.V ekranlarında anlatan hocalardan bir çoğunun dinin bir kısmını ele alarak diğer bir kısmını arka planda bıraktıklarına şahit olmaktayız. Ele aldıkları kısım, genellikle klasik din algısının yanlışları olup , ele almadıkları kısım ise bu dinin evrensel boyutudur. İşte bu boyut esas konuşulması ve ele alınması gereken kısım olup , cehennemin ebedi olup olmaması veya İsa nın beşikte konuşup konuşmaması , mehdinin gelip gelmeyeceği gibi gerçek hayattan kopuk olan konular ile ekranlar doldurulmaktadır.

Klasik din anlayışında "Tapınak dini" ne indirgenmiş olan İslam , bu anlayışa karşı olanlar tarafından bu algıdan kurtarılmaya çalışılmamakta , ve aynı çerçevede bir din anlayışı ortaya konulmaya çalışmaktadır. 

"Reform" kelimesi biz Müslümanlar  tarafından duyulduğunda hepimizde rahatsızlık uyandıran bir kelimedir. Ancak bu kelime "DİNDE REFORM" olarak değil "DİN ANLAYIŞINDA REFORM" olarak gündeme gelerek dinin değil, din algısının reforma tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Dinde reform" düşüncesi, dinin sabitelerinin yeniden ele alınması anlamında bir düşünceyi beraberinde getirdiği için , doğru bir düşünce değildir. Söylemek istediğimiz , asıl reformun dinin kendisinde değil , bu dine mensup olanların kafalarında gerçekleşmesi gerektiğidir.  
"Din anlayışında reform" , bu dinin sadece tapınaklarda yaşanan ve tapınaklar ile sınırlı bir din olmadığı , yaşayan insanların tümüne ve onların hayatlarının 24 saatinin tamamına dair sözleri olan bir din olduğunun, önce bu dinin mensuplarınca farkına varılması ile gerçekleşecektir. 

T.V ler de , "İndirilmiş din" adına, bu dini insanlara anlatan hocalarımız kabir azabı , cehennemden çıkış var mı yok mu gibi konular yerine, önce kendilerinin bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , sonra insanlara anlatmaları zaruri bir ihtiyaçtır. 

Bir tarafın "Melek peygamber" algısını yıkarak , "Beşer peygamber" algısını yerleştirmek için söylenen sözlere baktığımızda , hiç bir peygamberin zalimlere karşı yaptığı başkaldırmalar , yaşadıkları düzene karşı olan savaşları gündeme gelmeyip , sadece elçilerin suya sabuna zarar vermeyen yüzleri insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır. 

O peygamberlerin asıl yüzlerinin , zulüm ve baskı sistemlerine karşı, hakkı dile getirmek olduğunu düşündüğümüzde , bazı hocaların t.v lerde bırakın bu sistemlere karşı halkı uyarmaları , zulüm ve baskı sistemlerini öven konuşmalar yapması ve bu sistemleri desteklemeleri , bizleri gelecek için pek umuda sevketmemektedir. 

"Paralel yapılanma" olarak bildiğimiz ve bir kaç yıldır Türkiye gündemini meşgul eden konu ile alakalı olarak , bu yapılanma ortaya çıkmadan önce bazı hocaların bu yapılanmaya karşı olan tutumları ile , bu gün olan tutumları farklıdır, ne oldu da dün "Cici" olan bir hoca efendi bu gün "Kaka" oluverdi?. Dün cici diyerek , bu gün kaka diyenlerin, bu sözlerinin siyasi iktidara karşı olan yağcılıklarının bir neticesi olduğunu söylemek, o kişilere yapılmış bir haksızlık olmayacaktır. 

Eğer bizler gerçek olarak "İndirilmiş din" i anlatmak için yola çıkanlardan isek , bu dinin zalimlere karşı olan sözünün bütün elçilerin başta gelen sözleri olduğunu haykırmak zorundayız. 

"Uydurulmuş din" adı altındaki söylemin "La ilahe İllallah" kelimesinin dilde ne kadar söylenirse o kadar sevap alınacağının yanlış olduğunu ifade eden indirilmiş din yanlıları , bu kelimenin hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceğine dair bir kelime dahi etmemeleri veya edememeleri düşündürücüdür.

"Allah'tan başka ilah yoktur" sözü , yaşanılan hayat içindeki kuralları belirleyici olanın , olması gerekenin sadece Allah (c.c) olduğunun dil ile ifade edilmesi demektir. Bu ifadenin nasıl olması gerektiği , bu ifadenin anlamı hayata geçirilmediği zaman başımıza neler geleceği , bizlere peygamber kıssaları ile anlatılmıştır. 

"Uydurulmuş din" söylemi yanlılarının, bu kıssaları masala döndürerek okumalarının getirdiği yanlışlar ,  o kıssalardan elde edilmesi gereken mesajların anlaşılmamasına yol açarak bizleri bu günlere getirmiştir. "İndirilmiş din" söylemine sahip olanların bir kısmı ise , bu kıssalarda olan bazı olayların nasıllığı üzerinde dönüp dolaşarak kıssa içinden çıkamayan okumalar gerçekleştirip, kıssaların ibret alınması gereken anlatımlar olduğunu ıskalamaları, her iki söylem yanlılarının ortak yönü olarak karşımızdadır. 

Bir tarafın Kur'anın sahifelerini kutsayarak onu dokunulmaz bir kitap haline getirmesine karşın , diğer tarafın Kur'anın suya sabuna dokunmayacak ve bizlere pratik hayatta pek faydası olmayan konularını gündeme getirerek asıl konuları ört bas etmeleri , "Alim" kisvesi altında olanları sorumluluk altında bırakmaktadır. 

İndirilmiş din" in kitabı olan Kur'anın , cehennemin ebediliği , kabir azabı , miraç , nuzulü İsa v.s gibi konulardaki sözünden daha fazla , zulüm , şirk , açlık , sefalet , infak , haksızlık v.s gibi insan hayatını direk ilgilendiren konularda sözleri vardır. Bizlerin "Şirk" kavramını sadece tasavvuf ve hadisçiler ile sınırlayan bir anlama hapsederek , daha geniş bir alana yaymamız gerekmektedir. İndirilmiş din yanlıları olan alimlerimiz, yaşam sistemleri konusundaki şirkleri anlatmadıkça, kitabı gizleyen Yahudi alimlerinden hiç bir farkı olmayacaktır. 

"UYDURULMUŞ DİN " , insanları zulme karşı uyandırmayan , zalimlere kul olmayı esas alan , haksızlığa karşı durmayan , haksızların yanında olan , "Şirk" i esas alan , Allah'ı devre dışı bırakan din olup , din adamlarının eli ile insanlara empoze edilen , ve onlara tarafından "Allah ile aldatmak" şeklinde karşılığını bulan bir din dir.

"İNDİRİLMİŞ DİN" ise , sadece Allah'a kul olmayı emreden , ondan başka ilah ve rab tanımayan , şirkin her türlüsünü ret eden , göndermiş olduğu elçiler ile hayat içinde pratize edilmiş , zalimlere karşı baş kaldırmayı esas alan , zalimin değil mazlumun yanında olan , yönetici tabakaya yağcılığı değil hakkı söylemeyi emreden , para servet v.s dünyalıklar için yöneticilerin ağzı ile konuşulmasını istemeyen , kitabın tamamına iman edilmesini emreden bir din dir.

Bizler bu deyimleri sadece slogan haline getirerek , bizim gibi düşünmeyenleri suçlamaya yönelik deyimler haline soktuğumuz zaman , gerçek bir din algısına sahip olmak yerine , kendimiz aldattığımız bir din algısına sahip oluruz.

Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında yüzyıllardır süren ihtilaflar hız kesmeden Türkiye genelinde sürmekte ve ihtilaflar daha keskin ayrışmalara sebep olmaktadır. Sloganlar üzerinde süren bu din savaşlarında "İndirilmiş din" taraftarı olma iddiası içinde olanların büyük çoğunluğunun , dinin sadece belirli konularını ele alarak , daha önemli konularını göz ardı ettiğini görmekteyiz. 

Gerçek bir din söylemi sahibi olmak demek , bu dinin en önemli örnekleri olan elçilerin yolunu izlemek demek olup , bu elçiler her durumda hakkı, canları pahasına ortaya koyarak bizlere her konuda örnek olmuşlardır. Birilerini karalamak , birilerini aklamak adına geliştirilen söylemler gerçek bir din algısını temsil etmekten uzak olan anlayışlar olup , bizlere fayda yerine zarar getirecektir. 

Bizler karşımızdakilerin yanlışları üzerinden , kendi doğrularımızı anlatmak yerine , sadece doğrularımızı anlatıp , eğer yanlış gördüğümüz bir nokta varsa, edep erkan dahilinde bunları dile getirebiliriz Bizler, kimseyi kendimiz gibi düşünmeye zorlamak , veya düşünmediği için hakaret etmek gibi bir hakka sahip olmadığımızı unutmamak zorundayız. 

RABBİMİZ BİZLERİ SLOGANLARIN ARKASINA SAKLANAN DİNİ SÖYLEMLERDEN BERİ KILSIN.