12 Şubat 2016 Cuma

MUHAMMED (a.s) ı Hangi Kitaptan Okuyalım ve Anlayalım?

Allah (c.c) yarattığı kullarına yaşadıkları dünya hayatı içinde uymaları gereken kuralları, tarih boyunca insanlar içinden seçtiği elçiler ile bildirmiştir. Muhammed (a.s) bu elçilerin sonuncusu olup , onun Kur'an dışı rivayet ve şemail kitaplarındaki bilgiler dahilinde okunması sonucu , farklı bir elçi portresi ortaya çıkmıştır. Bu farklı portre Muhammed (a.s) ı hayat içinde yaşayan bir elçi olmaktan çıkarmış , mezarda yaşayan , ve  kendisine okunan salavatları işiten ve Allah ile her an iletişimde olan bir konuma getirmiştir.

Kur'anın Türkiye genelinde daha fazla gündem olmaya başlaması ile , bu kitapların anlattığı peygamber algısının Kur'an ile çeliştiğini görenler , Muhammed (a.s) ı yeniden okumanın ve anlamanın gereği üzerinde durmaya başlayarak , geçmişten gelen bu kitapların saltanatına karşı bir nevi savaş açmışlardır. Bu kitapların oluşturduğu peygamber algısının saltanatı , yüzlerce yıldır kemikleşmiş bir hal aldığı için , bu kitapların karizmalarının artık kalkması gerektiği düşüncesi büyük bir tepki ile karşılanmış, ve savunma ve saldırı şeklinde büyük bir harp başlatılmıştır. 

Bugün geleneksel din algısının ortaya çıkardığı peygamber algısının elden gitmemesi için , her türlü yol denenerek , bu algıya karşı Kur'anın peygamberini ortaya çıkarmak iddiasında olanlara "Peygamber Düşmanı" gibi yaftalar takılarak , Kur'anın peygamberinin önünü kapatma çalışmaları her cephede devam etmektedir.

Kur'anda bir çok ayette "Allah ve Elçisine itaat edin" şeklindeki emrin ,  "Elçiye itaat" edilmesi kısmının , Muhammed (a.s) ın artık hayatta olmaması nedeniyle , onun sözlerinin yer aldığı kitaplardaki hadislere itaat etmek olduğu düşüncesi, yüzlerce yıldır genel geçer düşünce olarak sunulmaktadır. Bu kitaplardaki rivayetlerin doğru olup olmadığının tahlili , Kur'an ile değil , o rivayetlerin alındığı kimselerin tahlil edilmesi ile sağlandığı için büyük bir problem olan uydurma hadisler kitaplardaki yerini almış ve hala "Buhari hadisi" veya "Müslim hadisi" şeklinde savunulmaya devam edilerek Kur'an ayeti muamelesi görmektedir.

Yüzyıllardır İslam dünyasına hakim olan "Ehli Hadis" fırkası düşünce temelli peygamber algısının , bu kitaplar üzerinde oluşturduğu karizmatik yapı bu kitapları Kur'an ile eşit , hatta Kur'andan daha üst kademeye çıkararak , dinde belirleyici bir hale getirmiş ,  Kur'an ayetleri bu kitaplardaki rivayetleri doğrulayıcı şekilde tevil edilmeye çalışılmıştır. Bu savaşın hadis kitapları savunuculuğu yapanlar cephesinin söylemlerine baktığımızda , Allah ve elçisine iftira ve yalanlar ile, bu kitapların belirleyiciliğinin devamı için her türlü yol denenerek, saltanatın sürmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. 

Muhammed (a.s) ın ağzından ona iftira atılarak , getirdiği kitabın dinde belirleyici olma düşüncesi içinde olanlara karşı , kendisine Kur'an gibi bir misli daha verildiği söyletilip , o verilen şeyinde hadis kitaplarında olan sözleri olduğu iddia edilerek bu kitaplara iman ederek Kur'anın ötelemenin, haşa ve kella Muhammed (a.s) ın emri olduğu, hadis literatüründe "ERİKE HADİSİ"  olarak geçen rivayet ile kafalara sokulmaya çalışılmış ve bu rivayet Kur'andan bile daha değerli hale getirilmiştir.

Bu meyanda , "Rivayet ve şemail kitaplarının anlattığı peygamber algısına neden bu kadar karşısınız?" sorusunun cevabının verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Bu sorunun cevabının verilebilmesi için , önce Kur'anın bütün elçilere yüklemiş olduğu görevin okunması ve bilinmesi gerekmektedir.

[021.025] Senden evvel hiç bir Resul göndermedik ki ona şöyle vahyetmiş olmayalım: hakikat bu: benden başka ilâh yoktur, onun için bana ibadet edin

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerin tamamı , onun "Tek İlah" olması gerçeğini ve bu gerçeğin gereği olan görevlerini yerine getirmek için, canla başla çalışmış ve mücadele etmişlerdir. Kur'an bu elçilerin mücadele örneklerini "Kıssa" yolu  ile bizlere anlatarak , bu mücadelede bizlere elçilerin yol gösterici olmasını sağlamıştır. 

Allah (c.c) nin tek İlah olarak bilinmesi ve bu bilginin hayata geçmesi , insanların sadece ahiret saadeti için değil dünya saadetleri için olmazsa olmaz bir şarttır.

[021.022]  Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrardı. O halde Arş'ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir, münezzehtir.

Enbiya s. 22. ayeti , Allah (c.c) nin dışındakiler tarafından yönetilen dünyada meydana gelecek olan durumu bizlere , "FESAT" olarak beyan etmektedir. Dünya tarihine baktığımızda , bu beyanın ne kadar doğru olduğu, acı örnekler ile gözlerimizin önündedir. Allah (c.c) den rol çalmaya soyunan sahte ilahların hakimiyet savaşları, dünyayı binlerce yıldır kan ve gözyaşı seline boğmuş , hala aynı durum hız kesmeden, hatta artarak devam etmektedir.

[030.028]  O, size kendi nefislerinizden bir misal verdi: Size verdiğimiz rızıklarda sağ ellerinizin malik olduklarından ortaklarınız olmasını ister de onlarla, eşit olur ve birbirinizi saydığınız gibi bunları da sayar mısınız? İşte Biz, akleden bir kavim için ayetleri böyle açıklarız.

Rum suresindeki bu ayette , Allah (c.c) kendi mülkünde ortak kabul etmesinin imkansız olduğunu , elinin altında kölesi bulunan bir kimsenin , kölesi ile kendisinin aynı derecede olmasına tahammül edememesinden örnek vererek , bizim bile tahammül edemediğimiz bir duruma kendisinin asla tahammül etmeyeceğini bildirmektedir. 

Mülkü altında olanların tümünün İlahı ve Rabbı olarak bilinmesi gereğine işaret eden Rabbimiz , bunun tersi olarak yapılan İlahlık ve Rablik iddialarından doğacak olan kaos ortamına işaret ederek , böyle bir kaos ortamının doğmaması için , sadece kendisinin insanlar için vaz ettiği sistemin hayata geçmesi gerektiğini istemektedir.

Tarih boyunca gelen elçiler , bu kaosa "Dur" demek için gelmişler , bu durum son elçi olan Muhammed (a.s) a kadar böyle sürmüştür. Muhammed (a.s) , yaşadığı zaman içindeki müstekbirler ile amansız bir mücadeleye girişmiş ve bu mücadelenin temellerini , kendisine anlatılan elçi kıssalarındaki örnekliklerden almıştır.

Muhammed (a.s) bir elçi olarak , şirke karşı açtığı savaşta , her zaman önder olmuş , onun bu önderliği Kur'an ayetleri içinde açık ve net bir biçimde ortaya konulmaktadır.Muhammed (a.s) ın hayatının en doğru ve en gerçek biçimde okunacağı tek kitap "KUR'AN" olup bunun dışındaki kitapların HİÇ BİRİ, onun elçi olma görevi dahilindeki mücadelesini doğru ve gerçek biçimde bizlere anlatamaz. 

"ŞİRK" , dünyaya fesat mikrobu yayarak bütün insanları etkisi altına alan evrensel bir hastalık olup , "TEVHİD" bu hastalığın tedavisinde kullanılan tek ve etkili bir ilaçtır. Tarih boyunca gelen elçiler , bu hastalığa karşı mücadele eden önderler olarak, dünyaya evrensel mesajlar taşıyan kişilerdir. 

Bugün bu mesajların doğru ve gerçek bir biçimde okunarak , bu elçilerin önderliğindeki Tevhid mücadelesinin yeniden verilmesi, dünyadaki fesadın önlenmesi için şarttır. Bugün bu mücadelenin okunarak yeniden dünyaya anlatılması ve yeryüzünden fesadın kökünün kazınmasının yolu , elçilerin örnekliğinde ve önderliğinde yapılan Tevhid mücadelesinin yeniden okunması ve hayata tatbik edilmesi ile mümkün olacaktır.

Bu mücadelenin önündeki en büyük engellerden bir tanesi, biz Müslümanların Muhammed (a.s) ı  tanımak için okudukları Kur'an dışı rivayet ve şemail türü kitaplardır. Bu kitaplardaki peygamber portresi , şirke savaş açan , Tevhidi mücadelenin önderi olan bir peygamber değildir. Bu kitaplardaki peygamber , ümmetine bevl etmeyi , taharetlenmeyi , hangi el ile yemek yemesi gerektiğini , uyuma şeklini öğreten, yaşadığı zamana dair olan bilgileri ve hayata dair kullandığı bilgiler ve uygulamalar sanki ilahi vahiy eseri ve evrensel bilgiler olduğu zannedilen bir kişidir. 

Klasik peygamber algısının bizlere empoze etmek istediği şey , onlar tarafından Tevhid mücadelesi diye bir mücadelenin yapılmadığı , hatta klasik peygamber algısı üzerinden , temeli şirk olan düşünce ve sistemlere, Muhammed (a.s) ın destek bile verebileceği algısı yaratılarak , mevcut olan yerleşik sistem ve düşüncelere böyle bir peygamber algısı ile onun tarafından destek aranmaya çalışılmaktadır. 

Yaşadığımız zaman içinde yaratılan peygamber algısı , insanlara Tevhidi düşünceyi anlatan ve yaşayan bir peygamber değil , şirke ve zulme alkış tutan bir peygamberdir.  

Böyle bir peygamber portresinin artık yaşanan çağa söyleyebileceği herhangi bir sözü yoktur. Böyle bir peygamber portesini bize anlatan rivayet ve şemail kitaplarının artık dini bilgi değeri olduğu konusundaki düşüncelerin Müslümanlar arasında rağbet görmemesi gerekmektedir. Çünkü bu kitaplar yeryüzünde yaygın olan fitne ve fesada karşı herhangi bir sözü olan bir peygamberi bize tanıtmayarak, şirki ve zulmü destekleyen bir peygamberi tanıtmaktadır. 

Böyle bir portresi Kur'anda yoktur , ve böyle bir peygamber algısını empoze ederek, kurulu düzenlerinin devamını sağlamaya çalışanların, ahiretteki hesapları çetin olacaktır.

Bize ve yaşayan tüm insanlara , hayatı Rabbinin adı ile okuyan yani olaylara Rabbinin koyduğu ölçüler ve yasalar dahilinde bakan , zalimlere meyl etmeyen , hakkı kimseden korkmadan haykıran , şirke ve zulme savaş açan , tağutlara boyun eğmeyen, inandığı değerlerden en küçük bir taviz dahi vermeyen ,Tevhidin ikamesi için hayatını ortaya koyan, vahyin elçisi olduğunu her zaman hatırlatan bir elçi portresi gerekmektedir. Bu portre bizlere sadece ve sadece KUR'AN içinde anlatılmaktadır. 

Böyle bir elçinin şirk ve zulüm düzenleri için büyük bir tehlike olduğunu bilen çağdaş Belamlar , bu elçinin yerine kendi düzenlerinin devamını sağlayan bir elçi portesini insanlara empoze zorunda olduklarını çok iyi bilmektedirler.

Kur'an içinde anlatılan elçiler , bizler için rol model olması gereken kimselerdir. Bu kimseler yaşadıkları zaman ve mekanın sıkıntılarına karşı sesini yükselten insanlar olup , klasik din algısının eseri olan kitaplarda böyle bir peygambere maalesef yer yoktur. Bugün insanlık rol model ihtiyaçlarını başka kimseler ile gidermeye çalışarak , onların rol modelliğinde fesadın çoğalmasına yardımcı olmaktadırlar. 

Bugün eğer Muhammed (a.s) hayatta olsa idi ve rivayet ve şemail kitaplarında kendisini tanıtmak adına verilen bilgileri görseydi bütün kitapların yakılmasını ve emretmekten başka bir şey yapmazdı. Eğer hayatta olsa idi , kendisine tabi olduğunu iddia eden Müslümanların haline bakar ve "Ben size böyle olmayı emretmedim" diyerek , kendisi adına yapılan yalan ve iftiraları ret ederdi. 

 Bugün eğer, Muhammed (a.s) hayatta olsa idi , zamanın bilim , teknoloji v.s gibi "Kevni Ayetler" olarak nitelenen bilgilere bizlerinde sahip olmasını isteyerek , bunların öncülüğünü yapardı. Bugün eğer Muhammed (a.s) sağ olsaydı , rivayet ve şemail kitaplarındaki peygamber portresine iman etmiş olanlar , "Biz böyle bir peygambere inanmıyoruz" diyerek Taifliler gibi onu taşlamaktan başka bir şey yapmazlardı. 

Bugün eğer Muhammed (a.s) hayatta olsa idi , kendisine atfedilen ve adına "Sünnet" denilen ve insan olmasının bir gereği olan şeyler yerine "Benim asıl sünnetim bu dur" diyerek , Mekke ve Medine de Tevhidi hakim kılmak , Şirki iptal etmek için yaptığı mücadeleyi yeniden verirdi.

Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ın okuyup anlaşılmasını sağladığı iddia edilen rivayet ve şemail kitapları , bize Kur'anın tanıttığı bir peygamberi değil , artık 1500 yıl öncesinde kalmış, yaşanan zamana dair sözü olmayan bir peygamberi tanıtmaktadır. Böyle bir peygamber portresinin bizlere örnek olabilmesi artık mümkün değildir. 

Bize gerekli olan peygamber portresi , Kur'an içinde bulunmakta ve bizlerin , dünyanın gidişatını okuyarak , gerekli olan rol modelin elçiler olduğunu farketmemizi beklemektedir. Klasik peygamber algısının devamı için yapılan savaşlar , insanlığın "İslam" adlı bir dinin olduğunu ve bu dinin zalimlere meydan vermemek adına her türlü girişimin yapılmasını emrettiğini bilmemelerine sebep olacaktır. 

Bugün Kur'anın anlattığı peygamberin önünü kapayarak , rivayet ve şemail kitaplarının anlattığı ve helal ve haram kılma konusunda Allah (c.c) ile ortak görülen bir peygamber anlayışının mücadelesini verenler şunu bilmelidir ki , bu yaptıklarınızın hesabı sizlere ödetileceği gün son pişmanlığınız fayda vermeyecektir.

RABBİMİZ BİZLERİ MUHAMMED (A.S) I RİVAYET VE ŞEMAİL KİTAPLARININ MAHKUMİYETİNDEN KURTARARAK ONU KUR'ANDAN OKUYANLARDAN KILSIN.


9 Şubat 2016 Salı

Kur'anı ve Elçileri Yaşanan Zamanın ve Hayatın İçine Taşımak

Muhammed (a.s) ı farklı anlamaya yönelik temayüller , daha kendisi hayatta iken söylemiş olduğu sözlerin veya yapmış olduğu fiillerin, sahabe tarafından farklı anlaşılması ile başlamıştır. Bir kısım sahabe, sadece onu taklit etmeye yönelirken , diğer bir kısım sahabe ise, onun yapmış olduğu bir fiilin maksadını gözeterek, sadece taklide yönelmeyen bir algıya sahip olmuştur. Abdullah Bin Ömer ve Ebu Hüreyre gibi sahabelerin taklide , Ömer ve Aişe validelerimiz gibi sahabelerin maksada yönelik anlayışları, bu günkü farklı peygamber algılarının temelini oluşturmaktadır.

Onun vefatını müteakip , sahabe arasında baş gösteren bu farklı algılar devam ederek ,taklidi esas alan algı ,"Ehli Hadis" ekolü olarak bildiğimiz, vahyi değil elçinin söylediği iddia edilen sözleri merkeze alan anlayış olarak kendisini göstermiştir. Taklidi esas alan algının farklı bir versiyonu olan "Tasavvuf" ekolü altında  onun bedenini, saçını , sakalını , terliğini , hırkasını kutsamayı merkeze alan anlayış baskın hale gelmiş ve hala bu ekoller, ağırlıklı olarak İslam coğrafyası dahilindeki Müslümanlar arasında yaşatılmaktadır.

Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle onun Kur'an içinde önemli bir yeri olduğunu herkes gibi bizde kabul etmekteyiz. Ancak bahsettiğimiz ekollerin peygamber algıları ile , Kur'an içindeki peygamberin birbirleri ile alakası olmadığını iddia etmekteyiz. Bahsettiğimiz ekollerin düştüğünü düşündüğümüz en büyük yanılgı , Kur'ana bütüncül yaklaşılmaması neticesinde oluşmuş bir peygamber algısıdır. Bu algıda sadece Muhammed (a.s) öne çıkmakta olup , Kur'an içinde zikri geçen diğer elçiler sanki hiç yokmuşçasına bir algı oluşturulmuştur. 

Ayrıca, sadece Muhammed (a.s) ın elçi olarak görüldüğü bu anlayışta , bu elçi yaşadığı zaman içine hapsedilmiş bir hale getirilerek , onun yaşadığı zaman ve mekan dahilindeki yaşantısının ürünü olan sözler ve fiiller sanki evrensel bir mesaj olarak okunarak yaşanan zaman ile alakası olmayan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. 

Bu ekollerin peygamberi , bize bevl etmeyi öğreten , 3 taşla tahareti emreden , sağ eli ile yemeyene beddua eden , tedavi için deve sidiği öneren , öğle uykusunu  , ayakta su içmemeyi emreden , bize tuvalet adabını öğreten , yerde yemek yemeyi , elle yemeyi , yemekten sonra parmakları yalamayı ve yalatmayı sünnet sayan , günde bir kaç kez mucize gösteren , saçı, sakalı, hırkası,terliği v.s eşyası kutsal olan , konuştukları vahiy olan , Allah (c.c) ile ortak olarak haram helal koyabilen , yeri geldiği zaman kendisine vahyedilenin hükmüne aykırı hüküm verebilen bir kişidir.

Böyle bir peygamberin artık yaşadığımız dünyada yeri yoktur. Böyle bir peygamberin yaşadığımız dünyaya dair herhangi bir sözü de yoktur. Çünkü Muhammed (a.s) ın elçi olma görevinin haricinde yaptığı ve söyledikleri , yaşadığı zaman ve mekan şartları dahilinde söylenmiş ve yapılmıştır. Böyle bir peygamber algısını empoze etmeye çalışan ekollerin yaptığı bu dine düşmanlık yapmaktan öteye geçmemekte , insanlar İslam dininin bu kimselerin anlattığından ibaret ve dinin kendisi olduğunu  zannederek , bu dinden fevç fevç kaçmaktadırlar.

Halbuki peygamberler ve onların getirdikleri vahiyler yaşanan hayata dair sözü olan, yapılan yanlışlara "Dur" diyebilen yani yaşanan hayata dokunan sözlerdir. Onların yaşadıkları hayatların bizlere anlatılma gayesi, onların sözlerinin ve hayatlarının evrensel mesajlar içermesidir. Ancak biz bu mesajları geri plana atarak , sadece son elçiyi öne çıkarmaya çalışmakta , bu öne çıkarmamız da onun evrensel mesajını değil , saçı , sakalı , hırkası , terliği gibi bizi ilgilendirmeyen şeyleri ön plana çıkarmaya yöneliktir. 

Bu gün bir çok Müslümanın zihnindeki , Muhammed (a.s), sadece rivayet kitapları ve şemail kitapları içine sıkışıp kalmış bir kişidir. Muhammed (a.s) bu kitapların tasallutundan kurtarılıp , Kur'anın anlattığı bir elçi portresi dahilinde okunup anlaşılmadıkça , onun gerçek misyonu doğru olarak anlaşılmayacaktır. 

Ancak yaşadığımız coğrafyanın her tarafına yayılmış olan uçan kaçan peygamber algısı , insanları öyle bir etki altına almıştır ki , teklif ettiğimiz şeyin adı "Peygamber Düşmanlığı" olarak görülmektedir. Muhammed (a.s) ı asli görevinin Kur'an içinde beyan edildiğini ve onun rivayet ve şemail kitaplarından değil , Kur'andan okunmasını iddia edenler, kendilerinde böyle bir düşmanlık olmadığını anlatmak için savunma durumuna geçerek vakit kaybetmektedirler.

Bizler kendimizin sapık olmadığını savunma altında anlatmaya çalışmak yerine ,  sapıklığın bizlerde değil , esas sapıklığın Muhammed (a.s) ı rivayet ve şemail kitaplarına hapsederek onun uçan kaçan bir kişi ve zaman ile bağı olmayan tarihsel bir mitolojik şahsiyet durumuna düşürenlerde olduğunu dile getirmek zorundayız.

Artık bu mitolojik bir şahıs haline sokulmuş elçi algıların değişmesi , Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayata dair sözleri olan bir duruma getirilmesi , ve bu algıların önce Müslümanların hayatında , sonra bütün insanların hayatında yer alması gerekmektedir. Bunlar yapılırken , Kur'anın ve elçilerin reformizme kurban edilmesi gibi bir teklifimiz ve düşüncemiz olmadığını hassaten belirtmek istiyoruz. Çünkü Kur'an ve elçiler, doğru bir okuma ve anlama yöntemi ile yeniden okunup anlaşılmayı ve yaşanan hayatlara dair sözleri olduğunun bilinmesini beklemektedir.

Kur'an ve elçiler nasıl bir okuma yöntemi ile yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilir?. 

"Ben Müslümanım" diyenlerin tamamının artık, Kur'an ve elçilerin hayata taşınması gerektiğine dair bir kaygı sahibi olması ve bu kaygı etrafında gerçekleştirilen okuma ve anlayışları gündeme taşıyarak , sağ elle yemenin fazileti veya yatma şeklinin nasıl olması gerektiği gibi,  kıldan tüyden meselelerin artık bize bir getirisi olmadığını anlamaları gerekmektedir.

Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilmesinin yolu , önce biz Müslümanların yaşanan hayatı ve zamanı doğru biçimde okumasından geçmektedir. Yaşanan hayatın ve zamanın doğru okunması demek , bu yaşananlara Kur'an ve elçiler bağlamında köktenci çarelerin üretilmesi ve dünyaya sunulması demektir.

Bu gün dünya geneline baktığımızda her bir yanda , savaşlar , ekonomik ve sosyal krizler , ahlaki çöküntüler , çevre felaketleri , zulüm , zengin ve fakir arasında akıl almaz uçurumlar gibi insanlık sorunları herkesi kuşatmış vaziyettedir. 

"Tarih tekerrürden ibarettir" sözünün gerçek olduğu bir dünyada , bu tür yaşanmışlıklara kimlerin nasıl tepki verdiği ve bu sorunlara nasıl çareler önerildiği önem kazanmaktadır.
Yaşanan dünya üzerindeki sorunların okunarak , bu sorunlara çare üretilme kaygısı ile okunan bir Kur'an , çarenin ta kendisi olarak "Çaresiz değilsiniz çare burada" diyerek bizleri çağırmaktadır. 

Kur'an içindeki çarenin okunması için önce hastalığın teşhis edilmesinin gerektiğini düşünmekteyiz. Çağlar boyunca insanlığın karşılaştığı sorunların başında "ŞİRK" hastalığına tutulmuş insanların yaydığı "Fitne ve Fesat" mikrobu bulunmaktadır. Bu mikrobun ortadan kalkması için , önce bu hastalığın kökünün kazınması gerekmektedir. Bu hastalık ortadan kalkmadıkça bu mikroplar dünyaya yayılmaya devam edecektir. 

Kur'anın "Kıssa" yollu anlatımları bize bu hastalık ve yaydığı mikropla nasıl mücadele edileceğini öğreten önemli bir reçetedir. Bütün elçilerin mensup oldukları kavimlere, yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları yanlışlara karşı sundukları reçete , "Tevhid" reçetesi yani Allah (c.c) yi tek ilah olarak bilen bir hayatın ikame edilmesi olmuştur.

Lut , Salih , Şuayb (a.s) lar gibi elçilerin kavimlerine karşı  söyledikleri sözlere baktığımızda, onlara yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları hataları hatırlatarak engel olmaya çalışmışlardır. Hiç bir elçi kıl tüy meselelerine girmemiş , kendilerinin MELEK değil BEŞER oldukları , bu yaptıklarına karşılık onlardan hiç bir ÜCRET istemediklerini dile getirmişlerdir. 

Bu elçiler  o kavimlere, sağ elle yemek yemenin, tuvalete sağ ayakla girmenin , sarık sarmanın , sakal bırakmanın faziletlerini değil , yaşadıkları dünyayı fitne ve fesada boğma sebebi olan şirk amellerini terk etmeleri için onlar ile sonuna kadar  yılmadan bıkmadan mücadele etmişlerdir. 
Son elçi olan Muhammed (a.s), kendisine vahyedilen bu kıssalardaki mücadele örneklerini okuyarak önce kendi hayatına pratize ederek , kavminin şirk amelleri ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğini bizlere de öğretmiştir. 

Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin ortak özelliklerinin , yaşadıkları zaman ve mekanın sorunlarına karşı vahy yolu ile çözüm üreten ve bu çözümleri tebliğ eden ve hayatlarına tatbik eden insanlar olduklarını görürüz. Bu insanlar "Resul" olma görevini yüklendikleri için , yaşanan hayata dair sorunlara çözüm yolunun vahye uymaktan geçtiğini söyleyerek , bu sorunların çaresinin adresini de göstermişlerdir.

Bu güne geldiğimizde , Kur'anı ve elçiyi takip ettiğini iddia eden bizler, okuduğumuz kitabın yaşanan hayatın sorunlarına karşı herhangi bir çözüm önerisi olup olmadığından haberimiz bile olmayan bir hayat sürmekteyiz. Yaşadığımız dünyadaki zulüm , ve ekonomik ve sosyal dengesizlikler , ahlaki çöküşlere karşı bizlerin söyleyecek sözü ve yapması gereken bir çok görevi var iken , bahsettiğimiz her türlü sapmanın en fazla biz Müslümanlara dokunmuş olması, ne kadar zavallı ve aciz bir durumda olduğumuzun kanıtıdır.

Bizler önce kendi üzerimizdeki ölü toprağını kaldırarak bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , kendi hayatımıza bu dinin prensipleri ile yön verip , sonra dünyanın bu gidişatına "Dur" demek zorundayız. Kulu olduğumuz Allah (c.c) nin bizlere yüklemiş olduğu görev bu olup , ümmeti olduğunu iddia ettiğimiz Muhammed (a.s) ın 23 yıllık risaleti boyunca görevi , kendisinin bir kul ve elçi olarak yüklenmiş olduğu bu görevi yerine getirmek olmuştur. 

İşte böyle bir elçinin bize ve yaşanan hayata dair bir sözü olur , ve dünyadaki bütün ezilenlerin kurtarıcısı olarak görülebilir. Kur'an ve elçilerin eğer yaşanan dünyaya dair söyleyecek sözleri yoksa onlara tabi olmanın hiç bir anlamı ve gereği de olmayacaktır. Bizler Kur'an ve elçilerin bu çağrısını bırakın insanlara anlatabilmeyi kendimizin bile haberdar olmayışımızın neticesinde, irtidat hareketleri gözle görülür biçimde artış göstermiştir. 

İnandığı değerlerin yaşanan hayata dokunmasını haklı olarak isteyenler , bu değerlerin böyle bir işlevi olmadığını gördüklerinde çareyi , hayata dokunan başka değerlerde arama yolunu seçmektedirler. Ancak bu değerlerin hiç biri , insanların aradıklarını vermeye muktedir değildir. 

Çünkü bu değerler tevhidi değil şirk'i esas alan düşünce temelleri üzerine oturmuş sistemler olup , Allah'a kulluk esasını değil , kula kulluğu esas almaktadır. Bizler tek ilah'a kulluk etmenin gereğini doğru bir biçimde anlatabilirsek , dünyaya dair sözleri olan insanlar konumuna gelerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyenlerden olabiliriz. Aksi takdirde sele kapılmış yonga misali, şirk seline kapılmış bir halde kıyamete kadar sürüklenmekten kurtulamayız. 

Görülmektedir ki, insanlara bu dini anlatma ve kurtuluşun burada olduğunu göstermenin yolu , bu dinin bir takım emirlerini reformize ederek yani yamultarak insanlara anlatmak değil , yaşanan zamanın her türlü sorunlarına çareler sunduğunu onlara anlatabilmektir.

Sonuç olarak ; Yaşadığımız dünya genelinde bitmek tükenmek bitmeyen huzursuzluklar bütün insanlığı tehdit ve rahatsız etmektedir. Bu durum çare arayışlarını her zaman gündeme getirmiş , ve önerilen çarelerin çaresizlik ürettiği görülmüştür. Allah (c.c) insanların Rabbi ve İlahı olarak onlara nasıl bir düzen içinde yaşamları gerektiğine dair emirleri elçiler vasıtası ile göndermiş olmasına rağmen , zaman içinde bu elçi ve kitaplara bağlı olduğunu iddia edenler , bu kitap ve elçilerin çağrılarını deformasyona uğratmışlardır. 

Elçi ve kitaplara karşı yapılan bu haksızlık , dünyanın gidişatına dair bu kitap ve elçilerin sözleri olduğunu unutturarak, insanları başka arayışlara yönlendirmiştir. Bu arayışlar fitne ve fesadın çoğalmasından başka bir işe yaramamış sonuçta yaşadığımız günlere gelinmiştir. Bizler üzerimizdeki ölü toprağını atarak yeniden silkinerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyebilen söylemler üreterek , kul olma sorumluluğumuzu yeniden hatırlamak zorundayız.

Bu söylem ancak, din adına üretilmiş olan yanlışların yerine, doğruların ikame edilmesi ile üretilebilir. Kur'an ve elçi konusunda yapılan yanlışlar yeniden ele alınarak bunların yaşanan zamana ve hayata dair en doğru sözleri söylediği, ve bu sözlerin hayata geçirilmediği müddetçe insanlığın kurtuluşunun mümkün olamayacağı , önce biz Müslümanlar tarafından içselleştirilerek tüm dünyaya bu kitabın evrensel mesajı duyurulmalıdır.

RABBİMİZ BİZLERİ KİTABIN VE ELÇİLERİN, ZAMANA VE HAYATA DAİR SÖZLERİ OLDUĞUNU ÖNCE ÖĞRENEN , SONRA BU SÖZLERİ DÜNYAYA ANLATMAYA ÇALIŞANLARDAN KILSIN.

8 Şubat 2016 Pazartesi

ENFAL s. 73. Ayeti : Yeryüzünde Fitne ve Fesadı Kaldırma Görevini Yüklenen Müslümanlar

"Fitne" ve "Fesat" kelimelerinin anlamları çerçevesinde meydana gelen olaylar , dünya üzerinde yaşayan insanlar için en büyük tehlike olarak kendisini göstermekte ve bu tehlike ilk insandan beri var olup , son insana kadar devam edecektir. Kur'an kıssalarında anlatılan olaylara baktığımızda , fitne ve fesadın yaygınlaşmasına çalışanlara karşı gönderilen elçilerin önderliğindeki Mü'minler, bu fitne ve fesada ortak olmayarak , fitnenin yeryüzünden kalkması için çabalamışlardır.

[002.193]  Fitne tamamen yok edilinceye ve din  de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.

[008.039]  Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.

Bakara ve Enfal surelerindeki bu ayetler , iman edenlerin üzerine yüklenmiş olan bir görevi beyan etmektedir. Bu ayetlere göre bizlerin asli vazifesi , yeryüzündeki fitne ve fesadı yayanlara engel olmak ve ıslahı yerleştirmektir. Fitne ve fesadın yeryüzünden kaldırılma ve ıslahın yayılması için yapılması gereken ameliyeler , Kur'anın geneline yayılmış ayetler içinde mevcut bulunmaktadır. 

Bu yazımızda , Enfal s. 73. ayetinden yola çıkarak , yeryüzündeki fitne ve fesadın nasıl önüne geçilebileceği konusunda, bizlere Kur'an tarafından önerilen yolu okumaya çalışacağız. 

[008.073] Ve kafirler o kimseler ki, onların bazıları bazılarının velîleridir. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve pek büyük bir fesat olur.

Enfal s. 73. ve Kur'anın diğer ayetlerinde , Kafirlerin birbirlerinin velileri oldukları beyan edilmektedir. Fakat bu ayette, kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkisini, biz Müslümanların kendi aralarında yerine getirmediği takdirde , yeryüzünde fitne ve fesadın çıkacağı haberi verilmektedir. Bize verilen bu haberden yola çıkarak , bu kelimenin ifade ettiği anlamı ve bu anlamın hayatımıza nasıl yansıyabileceği üzerinde düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. 

"Düşmanlık" anlamındaki "El Adavetü" kelimesinin zıddı olan "El Velyü" kelimesi, sözlükte "Yakınlık" anlamına gelmektedir. Kişiye sevgi ve yardım amacı ile yaklaşarak onu hiç terk etmeyen yani ona dost olana "Veli" denir. "Vali" kelimesi, insanların işlerini idare etmek için onlara emir ve yasaklar koyarak onların sorumluluğunu üstlenen kişiler için kullanılır.

Bir işte tasarruf sahibi , tasarrufa yetkili kişi , "Veliyyü'l Yetim" : Yetimin işlerini üzerine alan kişi

Bu kelime ayrıca, "İlkbahar yağmurundan sonra gelen yağmura" verilen bir isimdir. Bu yağmur , ilkbahar yağmurunun hemen arkasından yağdığı için "Veli" ismi ile anılmaktadır. Bu yağmura "Veli" ismi verilme sebebi , bu kelimenin sözlük anlamı olan "hemen arkadan gelme arada boşluk bırakmama , yakın olma" gibi anlamlarının dikkate alınmasıdır. 

"Veli" kelimesinin , "Kendi cinsinden olmayan bir şeyin araya girememesi" anlamını dikkate alarak, konumuz ile ilgisini şu şekilde kurabiliriz; 

Kafirlerin birbirleri ile veli olduğunun haber verilmesini , onların aralarına kendileri gibi kafir olmayan birilerini almayarak , birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları ve birbirleri ile dostluk ilişkilerinin kuvvetli olduğu , onların bu dostluklarının yeryüzünde fitne ve fesat için çalışmalarını kuvvetlendirdiği haber verilmektedir. 

Kafirlerin kendi aralarında "Velayet" ilişkisi içinde bağlı bulundukları, bir çok ayette bizlere hatırlatılmaktadır. Onların bu velayet ilişkisinin anlamı , üretmiş oldukları değerlerin sadece kendi düşüncelerinin ürünü olduğu , ve bu değerlerin temelinde yeryüzünü fitne ve fesada salmak yattığını , yaşadığımız dünya üzerinde canlı örnekleri ile görmekteyiz. 

Kafirlerin birbirlerinin velisi olması demek , aralarına kendileri gibi olmayanların düşüncelerini almayan , sadece kendi yanlarından ürettikleri değerleri yaşam alanına sokmaları demektir. Kafirlerin birbirlerinin velisi olması demek, bir Müslümanı aralarına almak sureti ile , onun tarafından önerilen değerleri dikkate alarak , bu değerler üzerine kurulmuş bir yaşam biçimini hayat sahasına koymamaları demektir.

Kafirler arasındaki bu ilişkiyi dikkate aldığımızda , Enfal s. 73. ayetindeki "Eğer bunu yapmazsanız" cümlesi önem kazanmaktadır. 

Enfal s. 73. ayeti , kafirlerin kendi aralarında sıkı bir bağ oluşturarak , hayat alanlarına kendileri gibi değer üretmeyenleri ve kendileri tarafından üretilmeyen değerleri almadıkları, yani sadece kendi ürettikleri değerleri hayat safhasına koydukları , bu suretle yeryüzünde fitne ve fesada koştukları , bu fitne ve fesadın önlenmesinin biz Müslümanlara düştüğü haberi verilerek , bu fitne ve fesadın önlenebilmesinin, biz Müslümanların aynı kafirler yapmış olduğu gibi kendimizden olmayan hiç bir düşünceye itibar etmemeleri, sadece kendi kaynağımızdan esinlenerek ürettiğimiz değerleri hayat safhasına koyarak mümkün olacağı bildirilmektedir.

Müslümanlar birbirleri ile nasıl bir velayet ilişkisi içinde olmalıdırlar ?. 

Bu sorunun cevabını , "Müslümanların kendilerinin dışındakiler tarafından üretilen yani Müslüman olmayanlar tarafından geliştirilen sistemleri kendi aralarına alarak, içlerinde barındırmamaları yani o sistemler ile kendi hayatlarını yönlendirmemeleri olarak olmalıdır" şeklinde verebiliriz

Müslüman olmayanların ürettikleri değerler ile yönetilen bir dünyayı nasıl felaketler beklemektedir ?.

Bu sorunun cevabı , bizlerden önce yaşanan hayatların anlatıldığı , Kur'an içindeki kıssalarda mevcuttur.

Tarih boyunca Müslüman olmayanlar yani Allah (c.c) ye teslim olmayanlar tarafından üretilen hayat sistemlerinin ortak ismi "ŞİRK" tir. Bu insanların ürettikleri hayat sistemlerinde , Allah (c.c) tarafından elçileri aracılığı ile beyan edilen hayat sistemlerinin yerine , kendileri tarafından üretilen hayat sistemleri rağbet görerek , bu kavimlerin arz üzerinde fitne ve fesat çıkardıkları , ve bu fitne ve fesadın sonunun o kavimlerin dünya hayatlarının, helak edilmek sureti ile son bulduğu görülmektedir.

Salih , Lut , Şuayb (a.s) ların kıssalarını okuduğumuzda , bu kavimlerin şirkleri sonucu ortaya çıkan hayat sistemlerinin , insan dışında canlı hayatına saygı göstermeme , cinsel sapma , bozgunculuk , güçsüzleri ezmek , ekonomik ve sosyal hayatta ölçüsüzlük v.s gibi bir çok hataların tavan yaptığı görülmektedir.

Kavimlerin düşmüş olduğu bu hatalar , başta elçiler olmak üzere onlara tabi olanlar tarafından engellenmeye çalışılmak sureti ile , doğru olanın ikamesi için büyük bir mücadele ortaya konulmuştur. Ancak bu kavimlerin müstekbir ileri gelenlerinin başı çektiği guruplar , kurulu düzenlerinin ellerinden gitmemesi için, var güçleri ile, bu elçiler ve onlarla beraber olanlara karşı şiddetli biçimde karşı koymuşlardır.

Hayatlarını "ŞİRK" temelli sistemler üzerine kurarak , yeryüzünde fitne ve fesada SEBEP olan kavimlerin uğradıkları SONUÇ, o kavimlerin helak edilmek sureti ile tarih sahnesinden silinmesi olmuştur. Kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkilerinin, yani  kendi yanlarından üretmiş oldukları sistemleri ayakta tutmak için birbirleri ile sıkı sıkı bağ kurarak , kendi yanlarından üretilmeyen ve şirk'e dayanmayan ilahi sistemi hayata geçirMEdikleri için helak edilmiş olmaları , sadece Kur'anda bahsedilen kavimler ile sınırlı olmayıp , evrensel bir yasa olarak kıyamete kadar sürecektir.

"SEBEP-SONUÇ" ilişkisi dahilinde gerçekleşen helak olaylarının temelinde , kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkisi , bu ilişkinin dünya üzerinde fitne ve fesada sebep olması , ve bunun sonucunda bu kavimlerin helak edilmiş olmaları , bizlere örnek gösterilerek , velayet ilişkisini biz Müslümanların kendi aramızda gerçekleştirmediğimiz takdirde , onlarla aynı sona uğrayacağımız unutulmamalıdır.

Müslümanlar kendi aralarında velayet ilişkisini nasıl gerçekleştirir ?. 

"Veli" kavramının , "Kendi cinsinden olmayan bir şeyin araya girememesi ve yakın olmak" anlamını dikkate aldığımızda,  Müslümanlar bu kavramı , yaşamları ile ilgili kuralları belirleme noktasında, "Kafir" olarak nitelenen insanların empoze ettiği fikir ve düşüncelere itibar etmeyerek , inandıkları kitabın onlara önerdiği sistemi hayatlarına geçirmek sureti ile, kendi aralarında bu velayet ilişkisini oluşturmuş olacaklardır. 

Bizlerin, bu ilişkiyi hayata pratize etmediğimiz takdirde, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesadın olacağı haberinin ne kadar doğru olduğu, bu gün yaşadığımız dünyaya , özellikle Müslüman coğrafyasına baktığımızda maalesef görülecektir.

Ahzab s. 72. ayetinde beyan edilen , göklerin , yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği ağır bir sorumluluğu yüklenen insanın , bu sorumluluklarından bir tanesi belki de en önemlisi, yaşadığı dünyayı ISLAH ediciler olarak yaşayarak , FESAT çıkaranlardan olmayan bir hayat sürmesidir.

016.009] Yolun doğrusunu göstermek Allah'ın tekelindedir. Kimi yollar eğridir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.»

 Nahl s. 9. ayeti önemli bir noktaya dikkat çekerek "Doğru Yol" olarak nitelenebilecek yolun sadece kendisinin önermiş olduğu yol olduğunu beyan etmektedir. 

Bu noktada , "Kul" statüsüne sahip olanların önerdikleri yol doğru olmamakta ve bu yolun izlenmesi sonucunda açığa çıkan fitne ve fesadın dünyayı neye çevirdiği, dünya tarihinin sayfalarında acı hatıraları ile yerini almış ve hala aynı durum devam etmektedir. 

Dünyanın bu içler acısı gidişatını değiştirme görevi, biz Müslümanlardan başkasına düşmemektedir. Ne acıdır ki Müslümanlar olarak böyle bir görevin farkında bile olmadan , hala kafirler ile velayet ilişkisi içinde kalarak , onlar tarafından önerilmiş olan sistemleri hayatımıza aktararak onlar gibi yaşamaktayız.

Bırakın başka Müslümanların yaşadıkları coğrafyayı , kendi yaşadığımız ülke sınırları dahilinde yaşayan Müslümanların düşünce yapılarına baktığımız zaman , kafirler ile yapılmış velayet ilişkisinin sonucu olan yönetim ve düşünce sistemleri  ve ideolojilerin bizler tarafından savunularak , "Ben Müslümanım" demenin gereği olan düşünceler ve fikirlerin savunulmaz hale geldiğini görmekteyiz.

"Ben Müslümanım" diyenlerin dahi , kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan "izm" leri savunur olması , bırakın dünyayı değiştirmeyi , inandığı dinin ona nasıl bir görev yüklediğinin şuurunda dahi olamamış Müslümanların yaşadığı bir dünyanın fitne ve fesattan kurtulması nasıl mümkün olacaktır ?.

Yüklendiği görevin şuurunda dahi olmayan ve sadece kendisine "Dinin bu dur" diyerek anlatılan hurafe ve yalanları din zanneden , Kur'an denilince eline almaya bile korkan bir Müslüman tipinin dünyanın, bu gidişatını değiştirmek noktasında nasıl bir sözü olabilir?. 

Hala hadis ve sünnet tartışmaları içinde boğulmuş ve rivayet kitaplarının saltanatının sürmesi için , Allah ve elçisine karşı iftira ve yalan uydurmaktan geri durmayan "Kanaat Önderi" pozisyonunda olanların sürükledikleri insanlar , nasıl ellerine Kur'anı alıp "Acaba Allah (c.c) bize nasıl bir görev yüklemiş" sorusunun cevabını arayan bir okuma ile Kur'an okuyacaklar?.

Hala namazda yapılan şekillerin nasıllığı üzerinden doğan farklı görüşlerin dahi düşmanlık vesilesi haline gelmiş bir dinin mensuplarının , bu düşmanlıklardan vazgeçerek birlik ve beraberliği oluşturabilmeleri için acaba kaç yüz yıl daha geçmesi gerekiyor ?.

Kur'an gözü ile şu anda yaşayan dünya Müslümanlarının durumunu değerlendirmeye çalıştığımız zaman ,  40 değil 40 milyon fırın ekmek yenilse dahi bu içler acısı durumdan kurtulmak için çareler aranmaya başlanmasının mümkün olamayacağını üzülerek müşahede etmekteyiz. 

Ortaya karamsar bir tablo çizerek bir kenara çekilip her şeyi akışına bırakalım iddiasında değiliz . Önümüzde, kavmine 950 sene tebliğ yapmış bir elçinin sabrı kapı gibi durmakta olup , aynı sabrı bizlerde göstererek , inandığımız yolda ölünceye kadar yürümek zorundayız.

Kendi değerlerimizin farkına varıp , bizim dışımızdakilerin ürettikleri değerleri ret ederek , gerçek bir Tevhit akidesine sahip olmaya çalışmak , dünya üzerinde fitne ve fesadın önlenmesi yönünde atılacak ilk adımdır. Kur'anı farklı amaçlar için değil ,sadece kul olma sorumluluğumuzu öğrenmek için okuyarak , bu sorumluluğu yerine getirmek için okuduklarımızı hayat içinde pratize etmeye çalışmak , bizleri birbirimize düşman hale getiren bir çok meselenin kendiliğinden kapanmasına sebep olacaktır.

Fetih s. 29. ayeti içindeki "Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler" cümlesi , bütün Müslümanlar tarafından düstur haline getirilmedikçe , şu anda bu cümlenin tersi olan durumdan kurtularak dünyaya sözü olan , mazlumların umudu , kafirlerin korkulu rüyası haline gelmemiz mümkün olmayacaktır.

[009.071]  Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten alıkorlar; salatı ikame ederler, zekat verirler, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir.
[004.144]  Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?
[005.051] Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.
[005.057]  Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri veli ( üzerinize yönetici) edinmeyin. Mümin iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının!

"Mü'minler" ve "Kafirler" den oluşan iki kutuplu bir dünyanın , kafirler yanında olmamamız gerektiğine dair olan emirler bizler tarafından içselleştirilmedikçe , kafirler tarafından meydana gelen fitne ve fesada bizlerde ortak olarak, onların zulümlerine bir şekilde iştirak etmiş olacağız.

[011.113] Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.

Hud s. 113. ayeti , açık ve net bir biçimde zalimlere karşı olan meyletmenin neticesinin ateş olacağı belirtilmektedir. Bu ateş dokunması sadece cehennem azabı olarak değil , dünya hayatında da kendisini gösterecektir.

Kafirler tarafından dünyaya salınan ateşi söndürmek için çalışmayan her kim olursa olsun , bu ateş zamanla onları da saracaktır. Biz Müslümanların yakılan bu ateşi söndürmek gibi bir çalışma içine girmememiz neticesinde, ateş bizim evlerimizin içine  kadar girmiştir. Bu ateşin söndürülmesi için yapılması gerekenler, bize kitap içinde bildirilmiş olmasına rağmen , yandığımızın dahi farkında olmayan bir şuursuzluk içinde hayatını devam ettiren bizlerin, daha kitabı abdestli tutmanın gerekli olduğunu düşünerek kağıt kutsayıcısı bir durumda olmamız , bu ateşin sönmesi bir yana daha da artarak yayılmasına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Yaratılma gayesi sadece tek ilah ve rab olan Allah (c.c) nin kendisi için belirlediği kurallara uymak olan biz insanlar , bu gayenin dışına çıkarak , yaşam kurallarımızı kendimiz belirlemeye kalktığımızda , kendi yanımızdan uydurduğumuz kurallar sonucunda yeryüzünde fitne ve fesat ortaya çıkmaktadır. 

Bu insanların Kur'andaki adı "Kafir" olup , onların birbirleri ile veli oldukları , aynı veliliği bizlerin birbirimiz ile yapması istenerek yeryüzündeki fitne ve fesadın kaldırılarak dinin sadece Allah'ın , yani yaşam kurallarını belirleyen sadece Allah (c.c) olması için çalışmamız gerektiği emredilmektedir. 

Müslümanların birbirleri ile velayet ilişkisini nasıl gerçekleştirebileceği Kur'an içinde bulunan  ayetlerde mevcut bulunup , sadece bizlerin yaratılış gayemizi hatırlayarak , aramızda velayet ilişkisinin gerçekleştirmenin şart olduğu şuuruna yeniden vakıf olmamızı beklemektedir. Maalesef bizlerin böyle bir şuurun gerekliliği içinde dahi olamamamız , yeryüzündeki fitne ve fesadın gün geçtikçe artarak bizleri de sarmıştır.  

RABBİMİZ BİZLERİ YERYÜZÜNDE FİTNE VE FESADIN ORTADAN KALDIRILMASI İÇİN GAYRET EDEN KULLARINDAN KILSIN.


5 Şubat 2016 Cuma

TAHRİM s.1 : Muhammed (a.s) ın Haram Kılma Yetkisi OlMAdığını Beyan Eden Bir Ayet

Müslümanlar arasındaki ihtilafların temelinde , son elçi olan Muhammed (a.s) ın, beşer bir elçi olduğunun göz ardı edilmesi ve onun İsa (a.s) ile yarıştırılma gayretleri sonucunda getirildiği son nokta olan "İlah peygamber" algısı yatmaktadır. Böyle bir algının sonucunda oluşan peygamber , artık Allah (c.c) gibi haram ve helal tayini yapmakta , söylediği rivayet edilen sözler Kur'an ile eş değer, hatta Kur'an ayetlerini bile neshedebilecek bir kuvvete sahiptir. 

Halbuki Kur'an onun "Beşer bir elçi" olduğunu defalarca vurgulayarak , bu dinin merkezinde elçinin değil, Allah (c.c) nin olduğunu beyan ederek , Hıristiyanların İsa (a.s) ile düştükleri hataları tekrarlamamaları gerektiğini hatırlatmaktadır.

Ancak bu hatırlatmalar sanki hiç yapılmamış gibi okunan Kur'an, elçiyi merkeze alan bir okuma ve bazı ayetlerin bu okuma doğrultusunda yorumlanması ve bu yorumları destekleyen rivayetlerin uydurulması sonucunda , "Muhammed (a.s) da aynı Allah (c.c) gibi haram ve helal koyma yetkisine sahiptir" söylemi, dinin amentüsü haline getirilmiştir.

Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisinin olduğunu iddia eden , "Ehli hadis" fırkasının delil olarak getirdiği ayetleri ele aldığımız yazılarımızda , böyle bir düşüncenin Muhammed (a.s) ın , Allah (c.c) ile aynı konuma getirilmesi anlamında yani , "Şirk" olduğunu vurgulayarak , "Elçi" olmanın ne anlama geldiğinin üzerinden ilgili ayetleri anlamaya çalışmıştık.

Bu yazımızda da Tahrim s. 1. ayetini ele almaya çalışarak , bu konuda düşülen hatanın boyutunu , ilgili ayet üzerinden anlamaya ve hatırlatmaya çalışacağız.

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيم

[066.001] Ey Nebi! Eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

Ayeti okuduğumuzda , Muhammed (a.s) ın aile içi bir durumdan dolayı , kendisine helal olan bir yiyeceği artık yemeyeceğine dair vermiş olduğu kararın hata olduğunu, ve bu hatasının Allah (c.c) tarafından düzeltilmekte olduğunu görmekteyiz.

Bu ayet nazil olduğu zaman ve hitap ettiği kişiler çerçevesinde düşünüldüğü zaman, belki tarihsel bir ayet olarak görülerek , sadece Muhammed (a.s) ve eşleri arasında  olan bir olayı anlatmış olduğunu düşündürebilir. Fakat ayetin bize dönük öyle bir mesajı vardır ki , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisi diye bir şey olmadığını, işiten kulaklara resmen bağırmaktadır.

Bilindiği üzere, kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi ve onlar ile ilgili yaşam kurallarını yani "Din" i , düzenleme yetkisine sahip olan kişi sadece Allah (c.c) olup , onun dışında hiç kimsenin elçisi dahil böyle bir yetkisi yoktur. Tahrim s. 1. ayeti işte bu durumu açık ve net bir şekilde ifade ederek , Muhammed (a.s) ın bile Allah (c.c) tarafından belirlenmiş kurallara tabi olduğu , kendisi tarafından kural belirlemek gibi bir lüksü olmadığını ifade etmektedir.

Eğer Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi haram helal yetkisi var idiyse ve bu yetkiyi Allah (c.c) ona tanımış ise , Allah (c.c) nin helal kıldığı bir şeyi , Muhammed (a.s) ın haram kılmasının hiç bir sakınca teşkil etmemesi gerekirdi. Çünkü Muhammed (a.s.) ın aynı Allah (c.c) gibi haram helal yetkisi olduğuna göre , helal olan bir şeyi haram kılmasında ne gibi bir beis olabilirdi?. 

Haram helal tayininde Allah (c.c) ile aynı hakka sahip olduğu iddia edilen bir kişinin , Allah (c.c) nin helal kıldığını rahatlıkla haram kılmasının mümkün olmasını icap ettirmektedir. Maalesef böyle olmamış , Allah (c.c) böyle bir yetkinin elçisinde bile olmadığını beyan ederek , elçisinin düşmüş olduğu hatayı onu ikaz ederek düzeltmiştir.

Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etme yetkisi olduğunu iddia eden düşünce taraftarlarının nasıl bir yanlış içinde olduklarını sadece Tahrim s. 1. ayeti bile gören göze , işiten kulağa , akleden kafalara haykırmaktadır.

"Muhammed (a.s) ın haram helal yetkisinin, Allah (c.c) nin bir şeyin haram veya helal olduğunu beyan etmeyerek açık bıraktığı konularda olup, onun beyan ettiği konularda zaten söz sahibi değildir" şeklinde bir itiraza karşı şunları söyleyebiliriz ;

Bu itiraz ancak , "Özrü kabahatinden büyük" dedirtecek cinstendir. Allah (c.c) "Din" konusunda yani bizim hesap gününde sorumlu olacağımız konularda , her hangi bir konuda eksik bırakarak ,bu eksikliğin elçisi Muhammed (a.s) tarafından giderilebileceği gibi bir hüküm bildirmemiştir. "Ehli hadis" fırkasının bu eksiğin hadisler ile giderildiği iddiası , Allah (c.c) ve elçisine atılmış büyük bir iftiradır.

Allah (c.c) elçisini , açık bıraktığı konuları onun tamamlaması için değil , onun bize olan emir  ve yasaklarını bizlere hatırlatması için göndermiştir. Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin haşa açığını kapatan birisi değildir.

Tahrim s. 1. ayeti , Muhammed (a.s) ın haram helal tayin etmek gibi bir yetkisi olmadığını , böyle bir iddia içinde olanların suratlarına şamar gibi çarpmasına rağmen , "Yavuz hırsız ev sahibini bastırır" misali , böyle bir iddia içinde olanlar , bu iddiaya karşı olanlara "Hadis sünnet inkarcısı" , "Peygamber düşmanı" , "Sapık" , "Zındık" v.s suçlamalar ile karşı çıkmaktadırlar.

Allah (c.c) nin kimseye vermediği ve vermediğini açık ve net olarak ifade ettiği bir çok ayete rağmen ,  Muhammed (a.s) ı "Din" konusunda Allah (c.c) ile aynı konumda görmenin literatürdeki adı "ŞİRK" tir. Bu şirkin içinde olanlar , kendi paçalarındaki pislikleri görmemeye özen göstererek , başkalarını suçlamak yerine önce kendi hatalarını düzelterek acilen tevbe etmeye yönelmeleri gerekmektedir.

Hükmünde kimseyi kendisine ortak kabul etmediğini beyan eden Allah (c.c)nin ,  elçisini bu beyandan istisna ederek hükümde onu ortak tanıması için ne gibi bir sebebi olacaktır?.
Kuluna indirdiği kitap içinde olması gereken bazı hükümleri koymayarak , bu hükümleri beyan etme görevini elçisine verdiği için olabilir mi ?.


Kur'anı eksik olarak indirerek , bu eksikliği ona tamamlatma gibi bir görev verdiği için olabilir mi ?.

Muhammed (a.s) ı özel bir statüye tabi tutarak , onu bu istisnadan muaf tutmuş olabilir mi ?.
Hıristiyanların İsa (a.s) a uyguladığı muameleden ötürü biz Müslümanların, peygamberleri yarıştırma konusunda geri kalmış olmasına karşı bizim elimizi güçlendirerek "Sizin İsanız varsa bizim de Muhammedimiz var" diyebilmek için olabilir mi ?.
Bunların hiç birine "Evet" demek mümkün değildir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Allah (c.c) hiç kimseye kendisine ait olan bir yetkiyi vererek , yetki paylaşımında bulunmaz. Böyle bir paylaşım yapmış olduğunu iddia etmek , Allah ve elçisine atılmış en büyük iftiralardan birisidir. Eğer bu konuda birilerinin suçlanması ve "Sapık" olarak ilan edilmesi gerekirse , onlar Muhammed (a.s) ın helal haram yetkisi olduğunu iddia eden fırka mensupları olmalıdır.

Tahrim s. 1. ayeti ayrıca, Muhammed (a.s) ın hata yapmadığını iddia edenlere tokat gibi bir cevap olup , onun insan olma yönünü ortay çıkarmaktadır. Kendilerinin ululadıkları zatları masum ilan edebilmek için , önce Muhammed (a.s) ı masum ilan etmenin şart olduğunu bilen bu kimseler , onun hata yapmadığını öne sürerek , kendi ululadıkları zatlarında masum olduğu tezini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Ancak Tahrim s. 1. ayeti böyle bir masumiyetin söz konusu olmadığını ifade etmesi açısından önemli bir delildir. 

Tahrim s. 2. ayeti , yapılan bir yeminden dönülebileceğini  öğreten bir ayettir. 

[066.002] Allah sizin için yemînlerinizin çözümlüğünü farz kılmıştır ve Allah sizin mevlânızdır, hem de alîm hakîm odur

Sonuç olarak ; Tahrim s. 1. ayeti , Muhammed (a.s) ın kendisi için helal olan bir şeyi , haram olarak  görmek ile düştüğü bir yanlışı düzelten bir ayettir. Şayet iddia edildiği gibi Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) nin gibi haram helal yetkisi bulunsaydı , bu ayette böyle bir ikazın yapılmasına gerek kalmaz , Muhammed (a.s) yetkisi dahilinde olan bir hakkı kullanmış sayılırdı. 

Ancak Allah (c.c) kimseye böyle bir yetki vermediği için , böyle bir eylemin hata olduğu ikaz edilerek , elçinin hatadan dönmesi sağlanmıştır. Bu ayet bizlere , haram helal tayini gibi konularda tek yetkilinin sadece Allah (c.c) olduğu , böyle bir yetki paylaşımının kimse ile yapılmadığı , yetki paylaşımı iddiasının ortaklı iddiası anlamına geldiğini hatırlatmaktadır.

Allah (c.c) nin böyle bir yetkiyi paylaştığını iddia ederek , yetkilerini kimse ile paylaşmadığını iddia edenlere yapıştırılan etiketlerin aynısı , bu yetkiyi paylaştığını iddia edenlere yapıştırılmaya daha layıktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ ONA ELÇİSİNİ DAHİ ORTAK KILMAYAN KULLARINDAN KILSIN.


3 Şubat 2016 Çarşamba

Kur'anın Mesel İle Anlatımına Örnek : TAKVA ELBİSESİ

Mesel yolu ile anlatım metodu , verilmek istenilen mesajın insanlar tarafından en kolay biçimde anlaşılmasını sağlaması açısından , Kur'anın sıkça kullandığı metotlardan birisidir. "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam, her insanın bilgisi dahilinde olup , Kur'an bu kelimenin ifade ettiği anlamı mesel yolu ile anlatarak, elbisenin insan için olan değerini ve gereğini öne çıkarmak sureti ile, imanın değerini ve gereğini bizlere anlatmaktadır. 

[016.081]  Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış; dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nimetini müslüman olasınız diye işte bu şekilde tamamlamaktadır.

Araf suresi içinde geçen Adem ve İblis kıssasındaki "Elbise" meseli üzerinden verilen mesajı okumaya çalışmak , bu yazımızın konusu olacaktır.

Adem ve İblis kıssasının , Araf suresi içinde geçen bölümüne baktığımızda , Şeytanın Adem ile eşine vesvese vererek onları çıplak bıraktığı anlatılmaktadır. Bu çıplaklığı anlamak için , önce insanın fıtratında bulunan örtünme gereksinimini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insana yaratılışından gelen bazı hasletler yüklemiş , ve insanlar yaşamlarını bu hasletler dairesinde devam ettirmektedirler. Örtünme , insana yaratılışı gereği verilmiş olan bu hasletlerden bir tanesidir. Kendilerine gelebilecek her türlü dış etkilerden korunmak için bütün insanlar, "Elbise" denilen giysiler ile hayat sürerler. Örtünme ihtiyacı, bir insanın en temel ihtiyaçlarından birisi olup , çıplaklık arızi bir durum olarak görülür.

Adem ve İblis kıssasının Araf suresi içinde geçen bölümünde , insandaki bu fıtri haslete dikkat çekilerek, mesel ile anlatım metodu üzerinden , giyinmeye olan ihtiyaç ile vahye olan ihtiyaç, çıplaklık ile vahye aykırı hareket etmek arasında bir bağ kurularak , bizlere mesaj verilmektedir. Adem ve İblis kıssasının , sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alarak değil , bizlere dair nasıl bir mesajı olabileceği yönünde bir okuma yapıldığı takdirde daha doğru anlaşılacağını , bu kıssa ile ilgili daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık.

[007.020]  Sonra şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeğe başladı. Ve «Rabbiniz sizi bu ağaçtan nehyetmedi, ancak iki melek olacağınız veya ebedî kalacaklardan bulunacağınız için nehyetti,» dedi.

Şeytanın , Adem ile eşine , Allah (c.c) nin onlara olan emirlerini çiğnemeleri için  vesvese vererek yasağı çiğnetmesinin sonucunda başlarına gelecek olan durum " kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için " şeklinde ifade edilmektedir. 

[007.022]  Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan  tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.

Şeytanın verdiği vesvese ile , kendilerine yasak olan ağaçtan tattıklarında artık olanlar olmuş , Adem ve eşi çıplak kalmışlardır. Adem ve eşi , fıtri olan giyinik halde bulunma durumunun dışında bir hal kendilerine arız olduğunu gördüklerinde , fıtratları icabı yine kendilerini örtmeye çalışmalarının bizlere nasıl bir mesaj verdiği üzerinde durmak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) nin bizlere dair olan elçi ve kitaplarla gelen emirler, fıtratımız ile uyumlu olan yani bizi bir elbise gibi saran emirler olup , bizleri  elbisenin gördüğü işlev gibi her türlü dış etkiden yani küfür ve şirk etkisinden korumaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için biçtiği bu elbiseyi üzerimizden çıkarmak sureti ile çıplak kaldığımızda , bu çıplaklığı fıtratımız gereği başka elbiseler ile (Cennet yaprakları) örtmeye gayret edeceğizdir. Ancak "Cennet yaprakları" olarak ifade edilen , vahiy harici örtücüler insana herhangi bir yarar sağlamayacak , insan sadece örtündüğünü sanacak ama aslında çıplak olarak gezmiş olacaktır.

"Takva elbisesi" deyimi ile bundan sonra gelecek ayetlerde verilmek istenilen mesaj , bu deyimi ilgilendiren kıssa içindeki ön bilgileri okuduktan sonra daha kolay anlaşılacaktır.

[007.026] Ey Ademoğulları, size avret yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler indirdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.

Araf suresi 26. ayetinin ilk cümlesinde , Allah (c.c) nin bizlere , vücutlarımızı her türlü dış etkenden korunmak için hakiki anlamda giysiler üretmek için imkanlar bahşettiği bildirilmektedir. İnsanın giysiye ve örtünmeye olan ihtiyacına dikkat çekilerek, "Takva elbisesi" deyimi ile bizlere bahşedilen ve bizleri her türlü küfür ve şirk tehlikesinden koruyan bir giysinin yani Allah (c.c) nin bizler için biçtiği iman elbisesinin daha hayırlı olduğu hatırlatılmaktadır. 

Dolayısı ile başka elbiselerin bizleri korumaktan uzak olduğu , ve bu elbiseleri biçen Allah (c.c) dışındaki terzilerin vücut ölçülerimizi tam olarak bilemedikleri için , bizim için biçtikleri elbiselerin, yani yaşam kurallarının bizlere dar gelerek sıkacağını anlayabiliriz. 

"Takva elbisesi" deyiminin ifade ettiği anlam , Allah (c.c) nin tarih boyunca elçileri ile indirmiş olduğu vahiyler olup , bu vahiylere uymak , giyinik olmak yani küfür ve şirk tehlikesinde emin olmak anlamında güvenli bir hayatın garantisidir.

Şeytan olgusu burada devreye girmekte , ilk insandan kıyamete kadar bütün insanları bekleyen bir tehlikenin, yani Cennet ten ayak kaydırmanın sembolik adı  artık kıyamete kadar, "Şeytanlık" olarak anılacaktır. Adem ve eşi üzerinden anlatılan bu kıssa,  sadece bu ikisinin kıssası gibi okunarak , kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kıssası olarak okunmadığı müddetçe, doğru olarak anlaşılamayacağını söylemek isteriz.

[007.027]  Ey Ademoğulları! Şeytan, avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız.

Araf s. 27. ayeti , üzerimizde olan küfür ve şirk tehlikesinden koruyucu elbiseyi , çıkartmak işini üstlenenlerin genel adının "Şeytan" olduğunu bize haber vererek , şeytanlara karşı uyanık olmamızı haber vermektedir. Şeytan bizleri takva elbisesinden soyundurarak , meydana gelen çıplaklığı "Küfür ve şirk elbisesi" ile örtmemiz için her an iğvada bulunmaktadır.

[014.049-50]  O gün suçlu kâfirlerin birbirine yaklaştırılarak kelepçelendiğini görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ise ateş kaplar.
[022.019]  Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!

Giyinme ihtiyacı insan fıtratının bir gereği olduğu için , vahiy elbisesinden kendisini soyutlayarak çıplak kalan insan , bu çıplaklığı örtmek için , giyinmek ihtiyacını hissedecektir. "Takva elbisesi" nin yani Allah (c.c) nin biçtiği elbiseyi giymeyen insan , o elbisenin yerine "Fücur elbisesi" ni giymek zorunda kalacaktır , onun giymiş olduğu bu elbise , ahiret gününde onu yakan bir elbise olarak karşısına çıkacaktır.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

Araf suresinin 31. ayetinin, bazı meallerde literal bir okuma sonucu çevrilerek , camilere güzel elbiseler giyinerek gidilmesi gerektiği gibi bir anlam olarak çevrildiğini görmekteyiz. Elbise nasıl bir insan için zaruri bir ihtiyaç ise , "Zinet" adı verilen eşyalar da aynı şekilde insana güzel gelen ve insanların kullanmayı sevdikleri eşyalardan dır. 

Bu ayeti, camilere güzel elbiseler ile gitmeyi emrettiği gibi dar bir alana hapsetmek yerine , "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam ile birlikte okuyarak anlamanın, daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz.

"Elbise" ve "Zinet" bir insanı tamamlayan eşyaların genel adıdır. İnsan nasıl fıtri olarak giyinme ihtiyacı duyuyor ise , ziynet eşyaları takınmak ihtiyacı da duyar. Elbise ve ziynet eşyasının, insan üzerinde devamlı bulunması ve hiç çıkarılmamasını dikkate aldığımızda, bunların çıkarıldığında ortaya çıkan durumdan insan nasıl rahatsızlık duyuyor ise , vahyi hayattan çıkararak elbise ve ziynetsiz kalmak ta insanı o derece rahatsız etmesi gerekecektir. 


"Mescit" kelimesinin, "Secde edilen mekan" anlamını dikkate alarak , bu kelimenin hayatımız içinde sadece namaz ile sınırlı bir eylem değil , bütün zamanları kaplaması gereken bir anlama sahip olması gerektiğini öne çıkardığımız zaman , "Mescitlere ziynetlerin takınarak gidilmesi" ni anlayabiliriz.

Allah'a secde eden , yani hayatın her anında Allah (c.c) yi merkeze alan bir hayat , yaşadığımız her yeri ve anı "Mescit" haline getirecek ve bizleri ziynetlerini yani vahyi takınmış bir hayat sürer hale getirecektir.

Sonuç olarak ; Mesel ile anlatma üslubunun en güzel örneklerini veren Kur'an , "Elbise" ve "Zinet" kelimelerinin insanlar için ifade ettiği değer ve anlamları dikkate alarak , bu kelimeler üzerinden takvanın yani imanın insan için ne kadar gerekli olduğunu bizlere anlatmaktadır. Çıplaklık arızi bir durum olduğu için , vahiyden kendisini soyundurmuş bir insanın bu hali "Çıplak kalmak" olarak tasvir edilmektedir. 

Takvayı esas alan bir hayat süren kişi , elbisenin kişiyi dış etkenlerden koruması misali , "Takva elbisesi" de kişiyi küfür ve şirk tehlikesinden koruyarak emin bir hayat sürmesine sebep olacaktır. 

Hayatının her anında ziynetini takınarak onu üzerinden çıkarmayan insan , ziynetin kişiyi güzel göstermesini dikkate aldığımızda , Allah (c.c) tarafından güzel bir insan olarak görünecek ve kulun bu güzelliği onu dünya ve ahirette mutlu kılacaktır. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Şubat 2016 Pazartesi

ENFAL s. 33. Ayetinin Farklı Çeviri ve Yorumları Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an ayetlerinin çeviri ve yorumlarında , ilgili ayetin bağlamının gözetilmesi , doğru çeviri ve doğru bir yorum için önemli bir unsur olup , bağlam gözetilmeden yapılan bir çalışmanın , bizi yanlış veya eksik sonuçlara götürme ihtimali yüksektir. Enfal s. 33. ayeti ile ilgili çeviri ve yorumlara baktığımızda , bu bağlam gözetilmeden  yapılmış çeviri ve yorumların olduğunu görmek mümkündür. Yazımızda, bu ayet ile ilgili bazı yorum ve çevirileri ele alarak , doğru olduğunu düşündüğümüz çeviri ve yorum hakkında düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Bu ayetin Türkçe anlamının, bazı Kur'an çevirilerinde şu şekilde yapıldığını görmekteyiz. 

Bayraktar Bayraklı :
Halbuki sen onların içinde iken Allah onlara azap verecek değildir ve aralarındaki müminler bağışlanma dilerken de şüphesiz Allah onlara azap etmez.

Celal Yıldırım :
Oysa sen onların arasında iken Allah onlara azâb edecek değildir ve onların (arasında kalan mü'minler) istiğfar ederken Allah yine kendilerine azâb edici değildir.

Süleyman Ateş :
Oysa sen onların içinde bulundukça Allâh, onlara azâb edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allâh, onlara azâb edecek değildi.

Örneklerini verdiğimiz bu çevirilerde , ilgili ayette ki  "Ve hüm yestağfirune" (Onlar bağışlanma dilerken) ibaresinin , bağışlanma isteyenlerin mü'minler olduğu dikkate alınarak çevrildiğini görmekteyiz. İlk okunuşta haklı olarak, böyle bir isteğin ancak iman edenler tarafından gelebileceği düşüncesinin, böyle bir çevirinin yapılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz.

Enfal s. 32. ayetinde Kafirlerin "Bir vakıt da ey Allahımız, eğer bu, senin tarafından gelmiş hak kitâb ise durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha elîm bir azâb ver demişlerdi" sözlerinden sonra gelen 33. ayette , Allah (c.c) nin kendisine meydan okuyan bu kafirlerin istemiş olduğu azabı neden indirmediği anlatılmaktadır. 

Sünnetullah gereği bir beldenin içinde eğer elçi bulunuyorsa , o belde helak edilmez , eğer o belde halkı helak edilmeyi hak etti ise , elçi ve ona  iman edenler o beldeyi terk ettikten sonra sadece kafirlerin kalmış olduğu belde helak edilmektedir. Elçi kıssalarına baktığımızda, kafir kavmin helakı öncesinde, elçi ve beraberindekilerin o beldeyi terk etmeleri istenmekte ve helak ondan sonra gerçekleşmektedir.

33. ayetteki " sen onların içinde iken Allah onlara azap verecek değildir" cümlesi bu durumu ifade etmektedir yani 32. ayette gördüğümüz kafirlerin azap istekleri , Muhammed (a.s) o belde içinde iken yerine getirilmez. Ayet , Muhammed (a.s) kafir bir topluluk içinde iken o topluluğun helak edilmeyeceğini beyan ederken , ayetin devamında helak edilmeyi engelleyen bir durumun daha olduğu beyan edilmektedir.

Bu noktada , Muhammed (a.s) ın Mekkeden Medineye hicret ettikten sonra neden Mekke nin helakının gerçekleşmediği sorusu zihinlere takılabilir . Muhammed (a.s) Medine ye hicret ettikten sonra , Mekke de Müslümanlar mevcut olduğu için yani bütün Müslümanlar tamamen Mekkeyi terkedip , Mekke şehri tamamen kafirler ile baş başa kalmadığı için helak gerçekleşmemiştir.

"Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesi sanki bağışlama isteyenlerin iman edenler olduğu gibi bir çağrışım yapmasına rağmen , ayeti bağlam dahilinde okuduğumuzda bağışlanma isteyenlerin iman edenler olduğuna dair herhangi bir karine görememekteyiz. 

Ayeti, Enfal s. 30. ve 35. ayetler arasında bir bağlam dahilinde okuduğumuzda , iman edenleri içine alan bir ibarenin olmadığı görülecektir.

[008.030]  Hani küfredenler; seni tutup bağlamak, yahut öldürmek veya çıkarmak için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarlarken Allah da düzenlerine müdahale ediyordu. Allah, düzen yapanların en hayırlısıdır.
[008.031] Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: «(Evet) işittik, istesek biz de bunun benzerini elbette söyleyebiliriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.»
[008.032]  Bir vakit de, «Ey Allahımız, eğer bu Senin katından gelmiş bir hak kitap ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize daha acı bir azap ver» demişlerdi.
[008.033] Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.
[008.034]  Onlar, Mescid-i Haram'dan (insanları) alıkoyarlarken ve onun (gerçek ve layık) koruyucuları değilken Allah, ne diye onları azablandırmasın? Onun (asıl) koruyucuları yalnızca korkup-sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler.
[008.035]  Onların Beyt'in yanındaki duaları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devam edegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Ayetlerin bağlamı , 33. ayetin bazı çevirilerinde gördüğümüz üzere, içine iman edenlerin ilave edilmesini gerektirecek herhangi bir karine olmadığına göre , "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesinin nasıl okunabileceği sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.

[011.117] Halkı, ıslah eden kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.

Enfal s. 33. ayeti içindeki ,  "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesini , Hud s. 117. ayeti içinde beyan edilen "Sünnetullah" dediğimiz yasalar dahilinde okuduğumuzda daha kolay anlaşılacağını düşünmekteyiz. Allah (c.c) helak etme sünnetinin işlemesi için , o kavmin helak edilme ile ilgili yasalar dahilinde bir hayat sürmesi yani fesada koşan bir hayat sürerek ,helak edilmeyi hak etmesi gerekmektedir. 

Hud s. 117. ayeti , helak ile ilgili yasayı bizlere hatırlatarak , ıslah edici yani fesat peşinde koşmayan bir hayat süren toplulukların helak edilmeyeceğini bildirmektedir. 

Hud s. 117. ayetinin bildirdiği haberi ,  "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." cümlesi ile bağlayarak okuduğumuzda , kafir olanların Allah (c.c) nin onlara azap etmesinden vazgeçmesi için, onların Allah (c.c) den bağışlanma dileyen bir hayata dönmeleri yani küfürden dönerek iman edenler olarak hayat sürdürmeleri gerektiği dolayısı ile onların bu azaptan bu şekilde kurtulabilecekleri aksi takdirde azabın onlar üzerine hak olacağı bildirilmektedir. 

Fahreddin Razi nin  tefsirinde konu ile ilgili yapılan yorumlar şöyledir;


İmhaları Matlup Değilse, Niçin Onlarla Kıtal Yapılıyor?

Eğer: "Peygamberlerin, kavimleri içinde bulunmaları, Allah´ın o kavimlere azab indirmesine mani olduğuna göre, Cenâb-ı Hak daha nasıl, "Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın." buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Önceki ile, "kökünü kazıma azabı"; bu ayetteki cümle de, savaş ve vuruşma sebebi ile olacak azab kastedilmiştir.

İkinci sebep: Ayetteki, "Onlar istiğfar ederlerken de yine, Allah onlara azab etmez" tabirinin anlattığı husustur. Bu ifadenin tefsiri hususunda da, şu izahlar yapılmıştır:

a) İçlerinde, istiğfar eden mü´minler olduğu sürece, Allah o kâfirlere azab etmez. lâfız, her ne kadar umumî ise de, bu umum lafızla onların bir kısmı kastedilmiştir.

Nitekim, bir kısmı murad edilerek, "Mahallenin halkı, bir adam öldürdü" ve "Falanca beldenin halkı, fesada yöneldi" denilir.

b) Allah, onların Allah´a iman eden, O´na istiğfarda bulunan birtakım çocukları : olacağını bildiği sürece, o kâfirlere azab edici değildir. Böylece onlar, çocuklarının ve zürriyetlerinin sıfatlarıyla sıfatlanmış olurlar.

c) Katâde ve Süddî, bu ifadeye "Şayet onlar, mağfiret talep etmiş olsaydılar, azab olunmazlardı" manasını vermişlerdir. Böylece, bu ifadenin zikredilmesinden kastedilen, onların mağfiret talebinde bulunmalarını istemektir. Yani, "Onlar, eğer magfıret talebinde bulunmuş olsalardı, Allah onlara azab etmezdi" demektir. İşte sebebten dolayı bazı kimseler, burada zikredilen istiğfarın, "müslüman olmak" manasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre mana, "Allah´ın ilm-i ezelîsine göre, zaman içinde, müslüman olacak bir kavim bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur. Meselâ, Ebu Süfyân İbn Harb, Ebu Süfyân İbn el-Haris İbn el-Muttalib, Haris İbn -;sam, Hakîm İbn Hizam... gibi kimseler bunlardandır. Buna göre, Onlar istiğfar ederken de yine, Allah onlara azab etmez" ifadesinin manası, "Sen ve Allah´ındinde, işin sonunda iman edecek olan kimseler bulunduğu müddetçe..." şeklinde olur.

Ehl-i maânî şöyle demiştir: "Bu ayet, mağfiret taleb etmenin bir emniyyet ve ilahî anttan bir kurtuluş olduğuna delâlet eder."


Tefsirlerin kaynağı olarak bilinen Razi nin tefsirinde , konumuz olan ayet içindeki "Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir" cümlesi ile ilgili olarak meallerde gördüğümüz iki farklı çevirinin kaynağı görülmektedir. Bizim tercihimiz Katade ve Süddi nin ve "Ehli maani" olarak ifade edilen kimselerin tercih ettiği görüş yönünde olup , bu görüş ayetin siyak ve sibakına daha uygun olan bir görüştür. Diğer görüşü "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde mahkum etmemekle birlikte , doğruya daha yakın olanın bu görüş olduğunu söyleyebiliriz.

Hasılı kelam ; Enfal suresi 33. ayetinin çevirisi , ayetin bağlamı dikkate alınarak yapıldığında şu şekilde daha doğru olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.


Suat Yıldırım :
Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azab etmez.

Ulaşabildiğimiz mealler içinde ayetin bağlamına uygun en doğru anlamın Suat Yıldırım tarafından verilmiş olduğunu gördük. Yapılan çeviri , kafirlerin azaptan kurtulmalarını istiğfar etmeleri yani iman etmeleri şartına bağlamaktadır.

Bu ayet ile ilgili tetkik ettiğimiz meallerde ağırlıklı olarak bu ayetin çevirisinin "Oysa, sen içlerinde iken Allah onlara azabetmez. Onlar bağışlanma dilerlerken de elbette Allah azab edecek değildir." şeklinde olduğunu gördük . Ancak bu şekilde yapılan çevirilerde "Onlar" olarak ifade edilenlerin mü'minler olabileceği gibi bir düşünceyi çağrıştırdığı için , Suat Yıldırım tarafından yapılmış ve "Onlar" olarak bahsedilenlerin kafirler olduğuna vurgu yapan bir çevirinin, okuyucu tarafından daha anlaşılır bir çeviri olduğunu söyleyebiliriz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




30 Ocak 2016 Cumartesi

Mealci Selefilikten İnciler : Namazda Kabeye Yönelmek Şart Değildir

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'anın daha fazla gündeme gelmesi , olumlu bir gelişme olmakla birlikte , bir takım  olumsuzlukları da beraberinde getirdiği bir gerçektir. Olumsuz olarak gördüğümüz noktalardan bir tanesi , Kur'anın tarihi bağlamından koparılarak okunması sonucunda, kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak , tarihi bağlam ile alakası olan bilgilerinin yeniden dizayn edilmeye çalışılmasıdır. 

Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlar , binlerce yıllık insanlık tarihinin üyeleri olarak , o tarihin getirmiş olduğu bilgi birikimi ve ortak hafızanın ürünlerini kullanarak yaşamlarına devam etmekte idiler. Kur'an okumaları bu bilinç dahilinde yapılmayıp, tarihi arka plan göz ardı edilerek yapıldığı takdirde, bizleri içinden çıkılmaz tartışmalar içinde boğulmak durumunda bırakmaktadır.

"Namaz" konusu , böyle bir bilgi eksikliği ve tarihi arka plan gözetilmeden, yeniden dizayn edilmeye çalışılan konulardan bir tanesidir. Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia edenlerin bir kısmı, Kur'anın "Namaz" adında bir ibadeti emretmediğini ,bu ibadetin müşrik ibadeti olduğunu iddia ederken , aynı düşünce sahibi iddiasında olanların bir kısmı böyle bir ibadetin var olduğunu kabul etmekle birlikte "Namazı kafama göre belirlerim" şeklinde bir düşünce ile ortaya çıkmaktadır.

"Namazı kafama göre belirlerim" iddiasında olanların bir kısmı Kur'anda , "Namaz kılarken Kabe ye yönelin" şeklinde direk bir emir bulamadıkları için , "Namaz kılarken Kabe ye yönelmek şartı yoktur nereye istersem dönerim" şeklinde bir iddiada bulunmaktadırlar. Yazımızın çerçevesi, bu iddianın ne kadar doğru olabileceği yönünde olup , "Namaz" adında bir ibadetin olup olmadığının tartışılması bu yazının konusu değildir.

Bu düşünce sahiplerinin yanıldığını düşündüğümüz nokta şu dur ; Kur'anın detaylandırılmış bir kitap olmasının ifade ettiği anlamın, her şeyin en ince detayına kadar olması gerektiği , eğer bu detay yoksa bizim içinde bağlayıcı bir durum söz konusu olamaz , şeklinde bir düşüncedir. 

Öncelikle şunu bilmek gerekmektedir ki ; Kur'an bir namaz hocası veya ilmihal kitabı değildir. Detaylı olması her ibadetin şeklinin ayet olarak Kur'an içinde olmasını gerektirmez. Bu tür düşünceler ,  geçmişteki "Zahiri" mezhebinin veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz ve bu gün "Literalizm" dediğimiz, metni hiç bir yoruma tabi tutmadan okuma yolunun bir uzantısı olup , onun "Detaylı" olduğunun ifade edilmesi , her kesin isteğine göre hüküm bulunması anlamına gelmez. 

"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez."

Merhum şair Mehmet Akif , söylemek istediklerimizin özetini yukarıdaki dizelerde dile getirmiş olmasına rağmen , biz yine de konuyu biraz daha detaylı şekilde açmaya çalışalım.

Herhangi bir düşünceye ve fikre ve kavme mensup olanların ortak özellikleri , birbirleri ile olan bağlarını sembolik öğeler ile göstermektir. Örneğin ; Bayrak bez parçasından yapılmış bir obje olmasına rağmen , onun bez olmasından ziyade, sembolize ettiği değerler öne çıkarak bir ulusun ortak paydasını teşkil etmekte ve kutsal bir objeye dönüşmektedir. 

Bu durumu İslam ve Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde , bu dinin ve bu dine mensup olanların, birbirleri ile olan bağlarını güçlendirici sembolik unsurlar bulunmaktadır. Her toplulukta geçerli olan aidiyet gösterileri , İslam toplumu içinde geçerli olup , bizlerin bu aidiyet gösterileri  "Hac" ve "Namaz" gibi ibadetler ile yapılmaktadır.

İslam dininin en belirgin özelliği , Allah (c.c) nin tek ilah olarak bilinmesi ve bu bilinç üzerine kurulmuş bir hayatın devam ettirilmesidir. Hac ve namaz ibadetinin ortak yönlerinden birisi , Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapının merkeze alınmasıdır. Bu yapı ,  "Kıble" kavramının ifade ettiği anlam dairesinde anlaşılarak bir yere oturtulduğunda, neden böyle bir yere yönelmek zorunda olduğumuz da anlaşılacaktır.

"Kıble" kelimesi ; Kişinin yüzünü döndürdüğü, yani inancının değerlerini aldığı yeri ifade etmektedir.

[002.148]  Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Bakara s. 148. ayeti , herkesin her toplumun inanç değerlerini aldığı yani yüzünü döndüğü bir yeri olduğunu beyan etmektedir. Dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar , yaşamlarını bir takım kurallar üzerine bina ederler. İstisnası olmayan bu durumun tarifi "Yüzünü döndürmek" , "Kıble edinmek" şeklinde yapılmaktadır.

[002.149]  Her nereden  çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir, şüphesiz bu Rabbinden bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.150] Her nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. İnsanların zulmedenlerinden başkalarının size karşı gösterecekleri bir hüccet olmaması için, her nerede olursanız, yüzlerinizi oranın tarafına çevirin, bu hususta onlardan korkmayın. Benden korkun da size olan nimetimi tamamlayayım. Böylece doğru yolu bulursunuz.

Bakara s. 149 ve 150. ayetleri , yüzün nereye döndürülmesi gerektiğini yani yaşamımızı belirleyen kuralların neyin üzerine bina edilmesi gerektiğini ifade edilmektedir."Her nereden çıkarsan" ifadesi hayatın bütün anında yapılan amellerin , bu yön dikkate alınarak yapılması gerektiğini ifade eden bir cümledir. 

"Yüzü döndürmek" eylemi her insanın hayatında vaki olduğuna göre , Müslüman olduğunu iddia edenlerin yüzlerini döndürecekleri olan yegane yer ,Mescidi Haram bölgesinde yapılmış olan Kabe den başka hangi yer olabilir ?.

Her nereden çıkarsak , her nereye gidersek , her ne yaparsak , her ne söylersek , her ne okur yazarsak gibi hayatın her anının , Mescidi Haram yönüne yani Kabe ye yönelik olması gerekmektedir. Tabi ki bu yönelimin ifade ettiği anlamın , Kabe nin ifade ettiği tevhidi anlam ile ilişkili olarak anlaşılması gerekmektedir. Hayatımızın her anının , Allah (c.c) nin belirlediği kurallar dahilinde çizilmesi gerektiği , Bakara s. 149 ve 150. ayetlerin de "Her nereden çıkarsan" şeklinde ifade edilmektedir.

Mekke şehrinde bulunan "Kabe" adındaki yapı, Kur'anda "Elbeyt" (Ev) olarak ifade edilmektedir. Bu kelimenin Bakara s. 125 ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) tarafından "Beytiye" ( Evim) olarak ifade edilmesi, Kabe nin  "Beytullah" (Allah'ın evi) şeklinde bir deyim ile anılmasını beraberinde getirmiştir.

"Beyt" kelimesinin , "Tehlikeden sığınılan mekan" anlamında olduğunu dikkate aldığımızda , İnsanların küfür ve şirk tehlikesinden sığınmak için Allah (c.c) nin evinin yani Kabe nin adres olarak gösterildiğini anlayabiliriz. Tabi ki bu sığınma, o evin çatısının altına sığınmak şeklinde olmayacaktır. Kabe nin temsil ettiği sembolik anlam göz önünde bulundurulduğunda , hayatın her anında o evin temsil ettiği anlamın dikkate alınarak yüzün ona dönülmesi yani Kabe nin Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle ona sığınılması ,  bizleri küfür ve şirk tehlikesinden koruyacaktır. 

Bu durumun namaz ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ; Bu ibadet , kulun Allah (c.c) karşısında acziyetini ifade etmesini , onu tek ilah olarak olarak kabul ettiğini dışa vuran bir ibadet, yani bir tevhit gösterisidir. Namaz ibadeti her ne kadar bu gün içi boşaltılmış kuru bir ritüel haline gelmiş olsa da , bu ibadetin gerçek anlamı , kulun 24 saatini tevhidi bir çizgide sürdürdüğünün, birlikte olarak dışa vurulmasının cümle aleme gösterilmesini ifade etmektedir.

Şimdi sorarız ; Namaz Allah (c.c) ye karşı yapılan bir kulluk gösterisi olduğuna , bu kulluğun onun Kabe adı ile anılan evine yönelerek yapılmasından daha doğru ne olabilir ?. Yüzü namazda Kabe yönüne çevirmek , hayatın her anında yüzün, Allah'a çevrilmiş olduğunu yani kulluk ile ilgili kuralların o evin Rabbinden alındığını ifade eden toplumsal bir yönelimin ifadesidir.

"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir emri direk bulamıyoruz" diyenler , bu yönelmenin namaz ibadetin bir parçası olduğunu anladıktan sonra, bu düşüncelerinin ne kadar hatalı olduğunu anlayacaklardır. Verdiğimiz ayetler bu yönelmenin sebebini , nereye ve neden yapılması gerektiğini açık ve net olarak zaten izah etmektedir. Bu tür iddiaların literal bir okuma sonucu olduğunu düşündüğümüzü tekrar ifade ederek , Kuranın ayetlerinin nasıl bir mesaj vermek istediğinin, bir çok ayette hatırlatılan akletmek sureti ile okumanın ne kadar önemli olduğu da ortaya çıkmaktadır.

"Namazda Kabe ye yönelmek gibi bir şart yoktur" şeklinde dile gelen sözleri, ilk olarak ortaya atarak suni gündem oluşturmak isteyenler , Kabe ve namaz'ın Müslüman hayatında ne kadar önemli şuurlanma sebebi olduğunu bildikleri için, böyle bir düşünceyi Müslümanlar arasında yayarak , fesad çıkarmak anlamına gelen düşünceleri yaymaya çalıştığını söylemek zanni bir düşünce olmayacaktır. 

Truva atı misali , Müslümanlar içine sokulmuş bir takım insanların , kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse ederek , bir takım cahil kişileri kendi düşünceleri doğrultusunda yönlendirmeyi başardığını görmekteyiz. Modern bir şeyh -mürit ilişkisi ve tarikat yapılanması olarak ifade edebileceğimiz bu durum ,  o kişilerin anlattıklarının herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmadan , "o dediyse doğrudur" mantığı içinde kabul edilmektedir . 

Hiç kimse ,  kimsenin kalbini yarıp bakmak veya niyet okumak gibi bir maharet sahibi olmadığı için , herhangi bir konuda dile getirilen söylemin kime hizmet ettiğine dikkat edilerek , bu söylem hakkında bir fikir sahibi olmak daha kolaylaşacaktır.

Kıble kavramını , Müslümanlar açısından değerlendirdiğimiz zaman bu kavram, aynı düşünce etrafında toplananları birleştirici bir unsur olarak, yaşantımızın bel kemiğini oluşturmaktadır. Namaz ibadetinin Kur'ani bir şuur etrafında ifa edildiğini düşündüğümüzde , bu namaz ibadeti  kuru bir ritüel olmaktan çıkarak kafirlerin korkulu rüyası olacaktır, işte bu korku onları bu konuda her türlü önlemi almaya yöneltmektedir.

Aynı kıbleye, yani Kabe ye yönelmiş Müslümanların ifa ettikleri namaz , Allah (c.c) den başka ilah kabul edilmediğinin dost düşman herkese gösterilmesi olduğunu , biz Müslümanlardan daha fazla , İslam düşmanları bildikleri için , bu birlik ve beraberliği bozma oyunlarından bir tanesi , "Namazda istediğim yere dönerim" bir söylem üreterek , kafaları bulandırmak şeklinde kendisini göstermektedir. 

Oluşumun tamamını mahkum etmemekle birlikte , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine çöreklenmiş olan bir takım Samiri karakterli kişiler tarafından Kur'an kavramlarının yeniden dizayn edilme çalışmalarının başında "Salat" kavramının geldiği herkesin malumudur.

"Salat" kavramının geçmişte ve halen ağırlıklı olarak "Namaz" ibadetine indirgenmiş olması yanlışı , bu kavramı yeniden dizayn etmeye çalışanların elinde bir kalkan vazifesi görmektedir. Bu kavram, Kur'anın en geniş alana yayılmış bir kavramı olarak, sadece etimolojik anlamının tespiti çalışmaları ile vakit geçirilmeyecek kadar önemli ve kıymetli bir kavramdır.

"Namaz" bu kavramın içinde önemli bir cüz olarak yerini almış olmasına rağmen , gerçek bir namazın Müslümanları nasıl bir duruma getireceği bilgisi , bizlerden daha çok İslam düşmanları tarafından bilinmektedir. Gerçek bir namazın , kendi iktidarlarını çatırdatan bir eylem olduğunu çok iyi bilen sahte ilahlar, bu ibadeti laçkalaştırma çalışmalarını , "Kur'an merkezli İslam" düşüncesi içine sızarak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Kıble kavramı, insan hayatının merkezinde yer alan bir kavramı olarak , namaz ibadetinin de omurgasını teşkil etmektedir. Gerçek kıble den döndürülerek farklı kıbleler edinilerek ifa edilen bir namaz , asıl anlamı olan BİRLEŞTİRİCİLİĞİ terk ederek, Samiri karakterli kişilerin istediği DÜŞMANLIĞA dönüşecektir. Farklı kıblelere dönerek namazı ifa eden kişiler , zaman içinde kıble yarıştırmasına girişerek , "Senin kıblen kötü benim kıblem iyi" kavgasına girişeceklerdir. 

Şimdi sorarız ; Böyle bir kavga , Müslümanların ekmeğine mi yağ sürer ? , yoksa İslam düşmanlarının ekmeğine mi yağ sürer ?. 

Hiç kimse bu kavganın Müslümanların ekmeğine yağ süreceğini iddia edemez . Şimdi bu tür düşünceleri Müslümanlar arasında yaymaya çalışan insanların, iyi niyetten yoksun, art niyetli insanlar olduğunu iddia etmiş olmamız daha iyi anlaşılacaktır.

Sonuç olarak ; Merhum şair Mehmet Akif'in dizelerinin , söylemek istediklerimizi özetlediğini ifade ettiğimiz , bir topluluğunun ayakta kalmasını sağlayan en önemli unsur olan , o toplumu ayakta tutan değerlerin el birliği ile yaşatılmaya çalışılması , o topluma düşman olanlar tarafından tüm zamanlarda, rahatsızlık meydana getirmiş ve hala getirmeye devam etmektedir. Bu durumu Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , bizi biz yapan değerleri yıkma çalışmaları, İslam düşmanlarının kadim oyunu olup kıyamete değin sürecektir. 

"Kıble" bir topluluğunu birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsur olup , bu durum biz Müslümanlar içinde böyledir. İslam düşmanları kıble olarak yöneldiğimiz Kabe nin bu işlevini çok iyi bildikleri için , bizleri bu kıbleden çevirmek için her türlü oyunu oynamaktan geri durmamaktadırlar. Namaz da kıbleye yönelmek gibi bir şartın olmadığı iddiaları işte bu tür oyunların bir uzantısı olarak gündeme konulmak istenerek , birlik ve beraberlik unsuru olan namazın düşmanlık unsuru olması için gerekli oyunlar tezgahlanmaktadır. 

İşin kötüsü , bu oyunlar Samiri karakterli insanlar tarafından sahneye konulduğu için , bu insanlara bazı saf Müslümanlarda kanarak onların söylemlerine ortak olmaktadırlar. Bu kimselerin gerçek yüzü ortaya çıktığında bunların yüzlerine sadece tükürmekten başka bir şey yapılmayacağına emin olduğumuz için , bu gibi kimselere karşı uyanık olmak her Müslümanın asli görevi olmalıdır. 

RABBİMİZ BİZLERİ SAMİRİ KARAKTERLİ KİMSELERİN İĞVALARINA KAPILMAYAN ONLARA KARŞI UYANIK OLAN KULLARINDAN KILSIN.