yaşanan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaşanan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2017 Pazar

Fussilet s. 30-31. Ayetleri : "Rabbimiz Allah'tır" Demenin Yaşanan Hayat İçindeki Anlamı

İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , İlah ve Rab kavramlarının çağrıştırdığı anlam alanları etrafında gelişen olaylardan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitapların ortak çağrısının , ondan başka ilah olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiğine dair hatırlatmalar olduğu herkesçe malumdur. 

Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.

Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya,  onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.  
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır. 

 [041.030]  Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»

Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ; 

[046.013]  Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014]  İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

Ayetler çok önemli bir noktaya temas ederek ,  sadece" Rabbımız Allah'tır" demenin yetmediğini , devamındaki "sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar" cümlesi ile, bu sözün hayata yansıması gerektiğini beyan etmektedir.

[029.002-3]  And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

"İslami Kaynak" olarak lanse edilen kitaplara baktığımızda , iman konusunu sadece söz ile ifade etmenin yeterli olduğunu söyleyerek , işin fiile yansıması gereken tarafını göz ardı ettiklerini görebiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılan "Ameller imandan bir cüz müdür , değil midir" tartışmaları bu duruma bariz bir örnektir.

Hadis adı altında gelen rivayetlere baktığımızda, ömründe bir kere dahi olsa "La İlahe İllallah" diyen kimsenin, cennete gideceğine dair haberlere sıkça rastlamaktayız. Kimseyi cennet veya cehenneme sokma memuru olmadığımızı hatırlatarak , olayın sadece "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" boyutunu indirgenmiş olmasına dikkat çekmek istiyoruz . İnancın tezahürü olan amelin şart olmadığı yönünde ortaya atılan teorilerin , Müslüman dünyasının bugünkü zelil durumunun önde gelen sebebi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir. 

"Rabbimiz Allah'tır" diyerek bu istikamette yürünmesinin anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu sözün ne kadar önemli olduğunu, yaşanmış örneklerle bizlere  göstermektedir. "Rabbimiz Allah'tır" demek önce , "Kul" statüsünde olan fakat kendisini İlah ve Rab olarak lanse edenleri ret etmek anlamına geleceği, ve bu sahte ilahların bulundukları makam ve mevkileri terk etmemek için kıyasıya bir mücadele içine gireceklerini düşündüğümüzde , insan için meşakkatli ve ucunda ölüm olabilecek sıkıntılı bir yolu ifade etmektedir.

[002.258]  Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.

[079.024]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[026.029]  (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

Nemrut ve Firavun  , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.

İbrahim ve Musa (a.s) lar , elinde yönetim gücünü bulundurarak, kendilerini insanların İlahı ve Rabbı ilan eden kullara karşı, nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğreten elçilerdendir. Onlar yaşamları boyunca , bu tür zalimlere karşı tevhidi bir duruş sergileyerek , tüm zamanlarda ortaya çıkacak olan , Firavun ve Nemrutların karşısında hakkı haykırmanın örnekliğini sergilemişlerdir. 

[018.014]  Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.015]  Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir. 

Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.

[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır. 

Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.

İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir. 

Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır. 

[022.040]  Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.

Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi. 

Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir. 

Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.

Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir. 

Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür. 

Yine Kur'an bu bedeli ödeyenlerin haberlerini bizlere vererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizlerden önce bu yolda canını ve malını feda edenlerin olduğunu beyan etmektedir. Kendisinin yolunda gidenlere yardım edeceğini vaad eden Rabbimiz , bizden öncekilere bu vaadinin nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini bir çok yerde göstererek , vaadinden dönmeyeceğini bilmemizi istemekte , ve kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edeceğini beyan etmektedir.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Şubat 2016 Salı

Kur'anı ve Elçileri Yaşanan Zamanın ve Hayatın İçine Taşımak

Muhammed (a.s) ı farklı anlamaya yönelik temayüller , daha kendisi hayatta iken söylemiş olduğu sözlerin veya yapmış olduğu fiillerin, sahabe tarafından farklı anlaşılması ile başlamıştır. Bir kısım sahabe, sadece onu taklit etmeye yönelirken , diğer bir kısım sahabe ise, onun yapmış olduğu bir fiilin maksadını gözeterek, sadece taklide yönelmeyen bir algıya sahip olmuştur. Abdullah Bin Ömer ve Ebu Hüreyre gibi sahabelerin taklide , Ömer ve Aişe validelerimiz gibi sahabelerin maksada yönelik anlayışları, bu günkü farklı peygamber algılarının temelini oluşturmaktadır.

Onun vefatını müteakip , sahabe arasında baş gösteren bu farklı algılar devam ederek ,taklidi esas alan algı ,"Ehli Hadis" ekolü olarak bildiğimiz, vahyi değil elçinin söylediği iddia edilen sözleri merkeze alan anlayış olarak kendisini göstermiştir. Taklidi esas alan algının farklı bir versiyonu olan "Tasavvuf" ekolü altında  onun bedenini, saçını , sakalını , terliğini , hırkasını kutsamayı merkeze alan anlayış baskın hale gelmiş ve hala bu ekoller, ağırlıklı olarak İslam coğrafyası dahilindeki Müslümanlar arasında yaşatılmaktadır.

Muhammed (a.s) bir elçi olması nedeniyle onun Kur'an içinde önemli bir yeri olduğunu herkes gibi bizde kabul etmekteyiz. Ancak bahsettiğimiz ekollerin peygamber algıları ile , Kur'an içindeki peygamberin birbirleri ile alakası olmadığını iddia etmekteyiz. Bahsettiğimiz ekollerin düştüğünü düşündüğümüz en büyük yanılgı , Kur'ana bütüncül yaklaşılmaması neticesinde oluşmuş bir peygamber algısıdır. Bu algıda sadece Muhammed (a.s) öne çıkmakta olup , Kur'an içinde zikri geçen diğer elçiler sanki hiç yokmuşçasına bir algı oluşturulmuştur. 

Ayrıca, sadece Muhammed (a.s) ın elçi olarak görüldüğü bu anlayışta , bu elçi yaşadığı zaman içine hapsedilmiş bir hale getirilerek , onun yaşadığı zaman ve mekan dahilindeki yaşantısının ürünü olan sözler ve fiiller sanki evrensel bir mesaj olarak okunarak yaşanan zaman ile alakası olmayan bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. 

Bu ekollerin peygamberi , bize bevl etmeyi öğreten , 3 taşla tahareti emreden , sağ eli ile yemeyene beddua eden , tedavi için deve sidiği öneren , öğle uykusunu  , ayakta su içmemeyi emreden , bize tuvalet adabını öğreten , yerde yemek yemeyi , elle yemeyi , yemekten sonra parmakları yalamayı ve yalatmayı sünnet sayan , günde bir kaç kez mucize gösteren , saçı, sakalı, hırkası,terliği v.s eşyası kutsal olan , konuştukları vahiy olan , Allah (c.c) ile ortak olarak haram helal koyabilen , yeri geldiği zaman kendisine vahyedilenin hükmüne aykırı hüküm verebilen bir kişidir.

Böyle bir peygamberin artık yaşadığımız dünyada yeri yoktur. Böyle bir peygamberin yaşadığımız dünyaya dair herhangi bir sözü de yoktur. Çünkü Muhammed (a.s) ın elçi olma görevinin haricinde yaptığı ve söyledikleri , yaşadığı zaman ve mekan şartları dahilinde söylenmiş ve yapılmıştır. Böyle bir peygamber algısını empoze etmeye çalışan ekollerin yaptığı bu dine düşmanlık yapmaktan öteye geçmemekte , insanlar İslam dininin bu kimselerin anlattığından ibaret ve dinin kendisi olduğunu  zannederek , bu dinden fevç fevç kaçmaktadırlar.

Halbuki peygamberler ve onların getirdikleri vahiyler yaşanan hayata dair sözü olan, yapılan yanlışlara "Dur" diyebilen yani yaşanan hayata dokunan sözlerdir. Onların yaşadıkları hayatların bizlere anlatılma gayesi, onların sözlerinin ve hayatlarının evrensel mesajlar içermesidir. Ancak biz bu mesajları geri plana atarak , sadece son elçiyi öne çıkarmaya çalışmakta , bu öne çıkarmamız da onun evrensel mesajını değil , saçı , sakalı , hırkası , terliği gibi bizi ilgilendirmeyen şeyleri ön plana çıkarmaya yöneliktir. 

Bu gün bir çok Müslümanın zihnindeki , Muhammed (a.s), sadece rivayet kitapları ve şemail kitapları içine sıkışıp kalmış bir kişidir. Muhammed (a.s) bu kitapların tasallutundan kurtarılıp , Kur'anın anlattığı bir elçi portresi dahilinde okunup anlaşılmadıkça , onun gerçek misyonu doğru olarak anlaşılmayacaktır. 

Ancak yaşadığımız coğrafyanın her tarafına yayılmış olan uçan kaçan peygamber algısı , insanları öyle bir etki altına almıştır ki , teklif ettiğimiz şeyin adı "Peygamber Düşmanlığı" olarak görülmektedir. Muhammed (a.s) ı asli görevinin Kur'an içinde beyan edildiğini ve onun rivayet ve şemail kitaplarından değil , Kur'andan okunmasını iddia edenler, kendilerinde böyle bir düşmanlık olmadığını anlatmak için savunma durumuna geçerek vakit kaybetmektedirler.

Bizler kendimizin sapık olmadığını savunma altında anlatmaya çalışmak yerine ,  sapıklığın bizlerde değil , esas sapıklığın Muhammed (a.s) ı rivayet ve şemail kitaplarına hapsederek onun uçan kaçan bir kişi ve zaman ile bağı olmayan tarihsel bir mitolojik şahsiyet durumuna düşürenlerde olduğunu dile getirmek zorundayız.

Artık bu mitolojik bir şahıs haline sokulmuş elçi algıların değişmesi , Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayata dair sözleri olan bir duruma getirilmesi , ve bu algıların önce Müslümanların hayatında , sonra bütün insanların hayatında yer alması gerekmektedir. Bunlar yapılırken , Kur'anın ve elçilerin reformizme kurban edilmesi gibi bir teklifimiz ve düşüncemiz olmadığını hassaten belirtmek istiyoruz. Çünkü Kur'an ve elçiler, doğru bir okuma ve anlama yöntemi ile yeniden okunup anlaşılmayı ve yaşanan hayatlara dair sözleri olduğunun bilinmesini beklemektedir.

Kur'an ve elçiler nasıl bir okuma yöntemi ile yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilir?. 

"Ben Müslümanım" diyenlerin tamamının artık, Kur'an ve elçilerin hayata taşınması gerektiğine dair bir kaygı sahibi olması ve bu kaygı etrafında gerçekleştirilen okuma ve anlayışları gündeme taşıyarak , sağ elle yemenin fazileti veya yatma şeklinin nasıl olması gerektiği gibi,  kıldan tüyden meselelerin artık bize bir getirisi olmadığını anlamaları gerekmektedir.

Kur'anın ve elçilerin yaşanan hayatın ve zamanın içine taşınabilmesinin yolu , önce biz Müslümanların yaşanan hayatı ve zamanı doğru biçimde okumasından geçmektedir. Yaşanan hayatın ve zamanın doğru okunması demek , bu yaşananlara Kur'an ve elçiler bağlamında köktenci çarelerin üretilmesi ve dünyaya sunulması demektir.

Bu gün dünya geneline baktığımızda her bir yanda , savaşlar , ekonomik ve sosyal krizler , ahlaki çöküntüler , çevre felaketleri , zulüm , zengin ve fakir arasında akıl almaz uçurumlar gibi insanlık sorunları herkesi kuşatmış vaziyettedir. 

"Tarih tekerrürden ibarettir" sözünün gerçek olduğu bir dünyada , bu tür yaşanmışlıklara kimlerin nasıl tepki verdiği ve bu sorunlara nasıl çareler önerildiği önem kazanmaktadır.
Yaşanan dünya üzerindeki sorunların okunarak , bu sorunlara çare üretilme kaygısı ile okunan bir Kur'an , çarenin ta kendisi olarak "Çaresiz değilsiniz çare burada" diyerek bizleri çağırmaktadır. 

Kur'an içindeki çarenin okunması için önce hastalığın teşhis edilmesinin gerektiğini düşünmekteyiz. Çağlar boyunca insanlığın karşılaştığı sorunların başında "ŞİRK" hastalığına tutulmuş insanların yaydığı "Fitne ve Fesat" mikrobu bulunmaktadır. Bu mikrobun ortadan kalkması için , önce bu hastalığın kökünün kazınması gerekmektedir. Bu hastalık ortadan kalkmadıkça bu mikroplar dünyaya yayılmaya devam edecektir. 

Kur'anın "Kıssa" yollu anlatımları bize bu hastalık ve yaydığı mikropla nasıl mücadele edileceğini öğreten önemli bir reçetedir. Bütün elçilerin mensup oldukları kavimlere, yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları yanlışlara karşı sundukları reçete , "Tevhid" reçetesi yani Allah (c.c) yi tek ilah olarak bilen bir hayatın ikame edilmesi olmuştur.

Lut , Salih , Şuayb (a.s) lar gibi elçilerin kavimlerine karşı  söyledikleri sözlere baktığımızda, onlara yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları hataları hatırlatarak engel olmaya çalışmışlardır. Hiç bir elçi kıl tüy meselelerine girmemiş , kendilerinin MELEK değil BEŞER oldukları , bu yaptıklarına karşılık onlardan hiç bir ÜCRET istemediklerini dile getirmişlerdir. 

Bu elçiler  o kavimlere, sağ elle yemek yemenin, tuvalete sağ ayakla girmenin , sarık sarmanın , sakal bırakmanın faziletlerini değil , yaşadıkları dünyayı fitne ve fesada boğma sebebi olan şirk amellerini terk etmeleri için onlar ile sonuna kadar  yılmadan bıkmadan mücadele etmişlerdir. 
Son elçi olan Muhammed (a.s), kendisine vahyedilen bu kıssalardaki mücadele örneklerini okuyarak önce kendi hayatına pratize ederek , kavminin şirk amelleri ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğini bizlere de öğretmiştir. 

Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin ortak özelliklerinin , yaşadıkları zaman ve mekanın sorunlarına karşı vahy yolu ile çözüm üreten ve bu çözümleri tebliğ eden ve hayatlarına tatbik eden insanlar olduklarını görürüz. Bu insanlar "Resul" olma görevini yüklendikleri için , yaşanan hayata dair sorunlara çözüm yolunun vahye uymaktan geçtiğini söyleyerek , bu sorunların çaresinin adresini de göstermişlerdir.

Bu güne geldiğimizde , Kur'anı ve elçiyi takip ettiğini iddia eden bizler, okuduğumuz kitabın yaşanan hayatın sorunlarına karşı herhangi bir çözüm önerisi olup olmadığından haberimiz bile olmayan bir hayat sürmekteyiz. Yaşadığımız dünyadaki zulüm , ve ekonomik ve sosyal dengesizlikler , ahlaki çöküşlere karşı bizlerin söyleyecek sözü ve yapması gereken bir çok görevi var iken , bahsettiğimiz her türlü sapmanın en fazla biz Müslümanlara dokunmuş olması, ne kadar zavallı ve aciz bir durumda olduğumuzun kanıtıdır.

Bizler önce kendi üzerimizdeki ölü toprağını kaldırarak bu dinin evrensel çağrısını öğrenip , kendi hayatımıza bu dinin prensipleri ile yön verip , sonra dünyanın bu gidişatına "Dur" demek zorundayız. Kulu olduğumuz Allah (c.c) nin bizlere yüklemiş olduğu görev bu olup , ümmeti olduğunu iddia ettiğimiz Muhammed (a.s) ın 23 yıllık risaleti boyunca görevi , kendisinin bir kul ve elçi olarak yüklenmiş olduğu bu görevi yerine getirmek olmuştur. 

İşte böyle bir elçinin bize ve yaşanan hayata dair bir sözü olur , ve dünyadaki bütün ezilenlerin kurtarıcısı olarak görülebilir. Kur'an ve elçilerin eğer yaşanan dünyaya dair söyleyecek sözleri yoksa onlara tabi olmanın hiç bir anlamı ve gereği de olmayacaktır. Bizler Kur'an ve elçilerin bu çağrısını bırakın insanlara anlatabilmeyi kendimizin bile haberdar olmayışımızın neticesinde, irtidat hareketleri gözle görülür biçimde artış göstermiştir. 

İnandığı değerlerin yaşanan hayata dokunmasını haklı olarak isteyenler , bu değerlerin böyle bir işlevi olmadığını gördüklerinde çareyi , hayata dokunan başka değerlerde arama yolunu seçmektedirler. Ancak bu değerlerin hiç biri , insanların aradıklarını vermeye muktedir değildir. 

Çünkü bu değerler tevhidi değil şirk'i esas alan düşünce temelleri üzerine oturmuş sistemler olup , Allah'a kulluk esasını değil , kula kulluğu esas almaktadır. Bizler tek ilah'a kulluk etmenin gereğini doğru bir biçimde anlatabilirsek , dünyaya dair sözleri olan insanlar konumuna gelerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyenlerden olabiliriz. Aksi takdirde sele kapılmış yonga misali, şirk seline kapılmış bir halde kıyamete kadar sürüklenmekten kurtulamayız. 

Görülmektedir ki, insanlara bu dini anlatma ve kurtuluşun burada olduğunu göstermenin yolu , bu dinin bir takım emirlerini reformize ederek yani yamultarak insanlara anlatmak değil , yaşanan zamanın her türlü sorunlarına çareler sunduğunu onlara anlatabilmektir.

Sonuç olarak ; Yaşadığımız dünya genelinde bitmek tükenmek bitmeyen huzursuzluklar bütün insanlığı tehdit ve rahatsız etmektedir. Bu durum çare arayışlarını her zaman gündeme getirmiş , ve önerilen çarelerin çaresizlik ürettiği görülmüştür. Allah (c.c) insanların Rabbi ve İlahı olarak onlara nasıl bir düzen içinde yaşamları gerektiğine dair emirleri elçiler vasıtası ile göndermiş olmasına rağmen , zaman içinde bu elçi ve kitaplara bağlı olduğunu iddia edenler , bu kitap ve elçilerin çağrılarını deformasyona uğratmışlardır. 

Elçi ve kitaplara karşı yapılan bu haksızlık , dünyanın gidişatına dair bu kitap ve elçilerin sözleri olduğunu unutturarak, insanları başka arayışlara yönlendirmiştir. Bu arayışlar fitne ve fesadın çoğalmasından başka bir işe yaramamış sonuçta yaşadığımız günlere gelinmiştir. Bizler üzerimizdeki ölü toprağını atarak yeniden silkinerek , dünyanın gidişatına "Dur" diyebilen söylemler üreterek , kul olma sorumluluğumuzu yeniden hatırlamak zorundayız.

Bu söylem ancak, din adına üretilmiş olan yanlışların yerine, doğruların ikame edilmesi ile üretilebilir. Kur'an ve elçi konusunda yapılan yanlışlar yeniden ele alınarak bunların yaşanan zamana ve hayata dair en doğru sözleri söylediği, ve bu sözlerin hayata geçirilmediği müddetçe insanlığın kurtuluşunun mümkün olamayacağı , önce biz Müslümanlar tarafından içselleştirilerek tüm dünyaya bu kitabın evrensel mesajı duyurulmalıdır.

RABBİMİZ BİZLERİ KİTABIN VE ELÇİLERİN, ZAMANA VE HAYATA DAİR SÖZLERİ OLDUĞUNU ÖNCE ÖĞRENEN , SONRA BU SÖZLERİ DÜNYAYA ANLATMAYA ÇALIŞANLARDAN KILSIN.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Sebe Halkının Kıssası ve İblisin İğvasının Yaşanan Hayat İçindeki Sonucu

Kur'anın kıssa yollu anlatım metodundaki amaçlardan birisi , anlatılan kıssa içindeki aktörlerin benzerlerinin , herhangi bir zaman birimi içinde aynı şeyleri tekrarladıkları zaman kendilerinden öncekilerin başlarına gelmiş olanlar hatırlatılarak , aynı hatayı tekrarladıkları zaman Sünnetullah gereği aynı şeylerin başlarına geleceğini onlara hatırlatmaktır.

Sebe s. 15-21. ayetler arasında Sebe halkının başlarından geçenler anlatılarak kendilerine verilen nimetlerin , Şeytanın iğvası sonucu o nimete şükretmek yerine küfretmeyi seçen halkın nasıl bir sona kavuştuğu anlatılarak , bu sonun sadece Sebe halkına özgü bir son olmadığı tüm zamanlarda yaşayan insanların , kendilerine verilen nimetlere şükür yerine küfrü seçmesi sonucu Dünya hayatında başlarına gelecek olanlar bizlere hatırlatarak öğüt almamız istenmektedir. 

 [034.015] Andolsun, Sebe (halkı) nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rabb(iniz var) .»
 [034.018]  Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın, dedik.
[034.019]  Buna karşı onlar «ya rabbenâ, seferlerimizin arasını uzaklaştır» dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve temamen didik didik dağıttık, şübhesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette âyetler var
[034.016]  Fakat onlar, yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlı ve biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
[034.017]  Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?
[034.020] And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.
[034.021] Halbuki, onun onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Fakat Ahirete imân eden kimseyi onda şekk içinde bulunan kimseyi bilelim diye (öyle şeytan musallat kılınmıştır) ve senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir.

İlgili ayetleri, 15-18-19-16-17-20-21 şeklinde sıralayarak tefsir usulunde yapılan bir uygulama olan takdim-tehir uygulamasına tabi tutarak konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.

15 ve 18. ayetlerde , Sebe ülkesine verilen nimetler hatırlatılarak bu nimetlere karşı şükredilmesi istenerek , nankörlük edilmemesinin gerektiği bildirilmektedir. Ekonomik yönden refah içinde olmaları, onların bahçelerinin güzelliği anlatılarak anlaşılmakta , sosyal ve siyasal yönden refah içinde olmaları 18. ayette , diğer şehirlerin aralarında gidiş gelişin güvenli olması, aralarında düşmanlık olmaması , olarak anlatılmaktadır.

Allah (c.c) Sebe adındaki ülkeye sosyal , siyasal ve ekonomik yönden müreffeh bir biçimde yaşamalarını sağlayarak , bu sağlamanın devam etmesi için , ülke halkına bu nimetlere karşı nankörlük etmemelerini istemiştir. Allah (c.c) nin böyle nimet verdiği sadece Sebe ülkesi olmayıp , Kur'anda kıssası anlatılarak helaka uğrayan bazı kavimlerinde böyle müreffeh bir hayat içinde oldukları anlatılmaktadır. 

19. ayette ilginç bir anlatım uslubu gözümüze çarpmaktadır. Sebe ülkesinin "Rabbimiz seferlerimizin arasını aç" demesi izaha muhtaç bir cümledir. Cümle sanki Sebe ülke halkının bu sözü lafzen söylemiş gibi bir uslup içinde olmasına rağmen , ülke halkı bu sözü lafzen değil yaşama tarzı ile söylemiştir şöyleki ; 

[013.011] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.

Rad s. 11. ayeti içindeki , "Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez" cümlesi Sünnetullah'ın nasıl işlediğini beyan etmektedir. Buna göre bir kavim içinde bulunduğu hali hangi yönde yani müsbet veya menfi yönde değiştirme iradesinde bulunduğu zaman Allah (c.c) o kavmi o yönde değiştirmektedir. Sebe halkı değişimi menfi yönde istemiş ve bu isteği yaşam şekli ile belli ederek kendilerinin helak edilmelerini sağlamışlardır.

16. ayet , Sebe ülkesinin helak edilme şeklini haber vermektedir. Toplumlarda hayat seviyesi her zaman aynı derecede olmaz , inişli çıkışlı bir çizgisi vardır. Toplumlar eğer çıkışlarında inişi düşünmeden , hayatlarının her zaman çıkış içinde olacağını düşünerek inişli zamanlar için her hangi bir hazırlıkta bulunmazlar ise bu inişli zamanlardaki sıkıntılar onları dahada dibe batıracaktır. 

Yusuf (a.s) örneğinde gördüğümüz kıtlık ekonomisi yönetimi , bolluk sonrası oluşabilecek olan kıtlığın nasıl yönetileceğini bizlere göstermesi açısından önemli mesajlar taşımaktadır. 

[002.155]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
 

Bakara s. 155. ayetinde bahsedilen eksiltmeye karşı sabretmek , o sıkıntıların bitmesini hiç ses etmeden beklemek anlamına gelmez, oluşan bu durumu ortadan kaldırmak için gerekli olan hazırlıkların yapılması , bu durum meydana geldiği zaman hazırlık olunması ve kıtlık zamanlarının en az hasarla atlatılması için gerekli alt yapının hazırlanması anlamındadır.

17. ayet, yıkıma uğrama sebebini hatırlatarak aynı durumda olan bir topluluğun yıkıma uğramasının Sünnetullah gereği olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetleri sadece Sebe halkı çerçevesinde değerlendirmeyip evrensel bir mesaj olarak değerlendirmeye tabi tutmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz;

Sebe halkının başına gelenler sadece onlara mahsus bir olay değildir. Allah (c.c) geçmişte yaşamış olan bu halkı örnek göstererek , verilen nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen toplulukların yıkıma uğramasının değişmez bir yasa olduğunu bildirmektedir.

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına önermiş olduğu hayat tarzı o kulların Dünya ve Ahirette huzurlu bir hayat yaşamasını sağlamak içindir. Eğer kullar kendilerine verilen nimetleri Allah (c.c) nin emri hilafına kullanarak nankör bir hayat tarzı sürdürürlerse bu hayat tarzı onların yıkımlarını getirecektir. 

Allah (c.c) nimet sahibi olanlarınkendilerine verilen bu nimeti başkaları ile paylaşarak onları da bundan mahrum etmemelerini ister , nimet sahibi olanların bu nimeti israf ederek değil iktisatlı bir biçimde harcamalarını ister , bunun tersi bir kullanımda bulunacak olurlarsa zengin ve fakir arasındaki düşmanlık açığa çıkacaktır , müsrif bir hayat sürecek olurlarsa bu israfları sonucunda gün gelecek çeşmenin suyu bir gün kesilerek muhtaç duruma düşeceklerdir. 

Helak dediğimiz şey insanların başına gökten taş yağarak olacak diye bir kural yoktur, helak edilen kavimlerin hallerine baktığımız zaman tüm zamanlarda toplulukların yaşadığı hayat tarzını onlarında sürdürdükleri görülmektedir . Şirk , zulüm , israf ,fesad, sosyal ve ekonomik hayatta yanlışlıklar , cinsel sapmalar v.s olarak görülen durumlar bugün Dünyanın bir çok topluluğunda yaşanmaktadır. Bu tür sapmalar toplumları Dünya hayatında yıkıma götüren sebebler olup , Ahiret hayatındada ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebeb olacaktır.  

20.ve 21. ayetler Sebe halkının İblisin yani Şeytanın iğvasına uyarak bu duruma düştüğünü beyan etmektedir. Adem ve İblis kıssasını hatırlayacak olursak, o kıssada kendisine kıyamete kadar mühlet verilen Şeytanın insanları doğru yoldan çevirmek için elinden geleni yapacağını ve bu iğvanın nasıl olacağını görmekteyiz.  


[007.016] İblis dedi ki: «Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
[015.039-40] «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım» dedi.
[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»
[038.82-85]  (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»

Yukarıdaki örnek ayet meallerinde , İblisin kovulduktan sonra insanlara karşı yapacağı ayak kaydırmaları ,kendi lisanı üzerinden verilerek hazırlıklı olunması istenmektedir. Ancak kulların birçoğu onun dediği gibi şükredenlerden olmayıp küfredenlerden olmaktadır. Bu küfretmelerinin nasıl olduğu ve karşılık olarak Dünyada nasıl bir ceza bulduğu Sebe halkının kıssası üzerinden canlı ve yaşanmış bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. 15. ayet içindeki " Sebenin oturduğu yerlerde ayetler vardır" buyurulması , anlatımın amacının ibret alınması ve o halkın yaptıklarının tekrarlanmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. 

İbrahim s. 22. ayeti Şeytanın insanları kandırdıktan sonra alacakları karşılığı hatırlatmakta olup ,Şeytanın lisanı üzerinden tabiti caizse onların nasıl enayi yerine konulduğunu anlatarak bu oyuna düşülmemesini iş işten geçtikten sonra pişmanlığın fyada etmeyeceğini bildirmektedir. 

 [014.022]  İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: «Doğrusu Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır.»


Sonuç olarak ; Adem ve İblis kıssasında anlatılan ,İblisin insanların ayağını nasıl kaydıracağının gerçek hayatta nasıl pratiğe geçebileceğinin örneği, Sebe halkı kıssası ile bizlere gösterilerek aynı hataları tekrarlamamız istenmektedir. İnsanlara verilen ekonomik ve sosyal refah şayet Allah (c.c) nin istekleri doğrultusunda kullanılmayarak Şeytanların istedikleri doğrultuda kullanılacak olursa , Dünya hayatında yıkımın Sünnetullah gereği yerine geleceği , Ahiret hayatında ise daha kötü bir karşılığın onları beklediği diğer ayetlerde haber verilmektedir. Kur'an kıssalarını ibret vesikası olarak okuma yöntemine tabi tutmya çalıştığımız Sebe halkı kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa değil her an yaşanan bir kıssa olup sonuçları er geç başa gelecektir. 

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.