Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üzerine etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2017 Pazartesi

Kur'an'da Bayram Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde İnsanların Birliktelik Oluşturmak İçin Kullandığı Ortak Değerler Üzerine

Kur'an'ın son yıllarda Türkiye genelinde gündeme oturmaya başlaması ile İslam adına bildiğimiz bazı konular yeniden masaya yatırılmaya, ve bu konuların Kur'an'i dayanakları olup olmadığı yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Dini Bayramlar olarak bildiğimiz, ve adına Ramazan ve Kurban Bayramı dediğimiz bayramlarımızın, kutlanmasının Kur'an'i açıdan ne derece doğru olduğu konusu, bu merkezde gündeme gelen ve masaya yatırılan konulardan bir tanesidir.

Bir kesim insanlar tarafından, bu tür kutlamaların delilinin Kur'an'da olmadığı, bundan dolayı bayram olarak bildiğimiz günlerin kutlanmasının yanlış olduğu, hatta daha ileri giderek bu tür kutlamaların Şirk olduğu gibi ortaya atılan iddialara rastlanmaktadır. Bu tür iddia sahipleri, din adına ortaya konan bir şeyin meşruiyetinin olması için, Kur'an içindeki herhangi bir surenin bir ayetinde Allah (c.c) tarafından bizlere, Ey kullarım sizler Ramazan ve Kurban bayramı adında iki bayram kutlayabilirsiniz türünden ayetler aradıkları, fakat böyle ayetler bulamadıkları için, bu türden yapılan kutlamaların meşru olmadığını iddia ettiklerini söyleyebiliriz. 

Kur'an eğer, bu tür detaylı bilgiler vermiş olsaydı, bu kitap bir cilt içine değil, yüzlerce cilt içine dahi sığmayacak kadar detaylı bilgiler içeren bir kitap olması gerekirdi ki, bu imkansız bir şeydir. Öyleyse bizim bu konuya başka bir yönden yaklaşarak, bu tür kutlamaların meşruiyetini direk ayet olarak aramak yerine, insanların birlikte yaşamının bir gereği olarak ihdas edilen Yevmü-l Cem (toplanma günleri) deyiminin, insan hayatındaki yeri ve önemini dikkate alarak bakmak daha doğru ve makul bir yaklaşım olacaktır.

İnsan, fıtratından gelen özelliklerden dolayı, diğer insanlar ile birlikte yaşamak ihtiyacı sahip bir varlıktır. İnsanın bu özelliği ise birbirleri ile aralarında aidiyet bağları kurabilecekleri düşünce ve inançlara sahip olmasını beraberinde getirmiştir. Bir insan bir başka insanla, veya bir topluluk bir başka topluluk ile beraber yaşayabilmek için, bazı ortak değerlere sahip olmak ihtiyacını duymaktadır. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın, bütün insanlar için aynilik arz eden bir durumdur. 

İnsanların belirli zamanlarda bir araya gelmesi kadim bir kültür olup, bu kültürün izlerini Musa (a.s) kıssası içinde bulmaktayız.

[020.059 Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde (yevmüzzineti), insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.

Taha s. 59. ayetinde, Musa (a.s) Firavun'un sihirbazları ile buluşma gününün, onların bir araya geldiği bir günde yani bizim Bayram olarak bildiğimiz bir günde olmasını istemektedir. Bu ayete bakarak herhangi bir kimse eğer, Bak al sana işte ayet bayram kutlamak müşrik adetiymiş  diyecek olursa, bu söz onun hayatında söyleyebileceği en trajikomik bir söz olacaktır.

Elbette temelinde şirk inancı yatan toplumların da, bu şirklerini kendi aralarında daha da pekiştirmek için ihdas ettikleri Milli Bayramları da olacaktır. Firavun toplumunun böyle bir bayram kutlamış olması, kadim bir insanlık kültürü bayram ihdasının şirk inancı olduğunu asla göstermez. Şirk inancına sahip olanların bayram kutlamaları yapmaları, bütün bayram kutlamalarının şirk içerdiği anlamına gelmez.

İnsanların bir araya gelmeleri fıtri bir ihtiyaçtan kaynaklandığına göre, onlar bu birlikteliklerini sahip oldukları inancın doğrultusunda oluşturmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin; Bir toplum eğer şirk olarak bildiğimiz bir ortak değere sahip ise, bu toplum bu inanca dayalı bayramlar ihdas ederek, bu inançlarını kendi aralarında daha da pekiştirmek yoluna gideceklerdir. 

Kısacası bayramların insan hayatındaki yerini, sahip oldukları inanç ve düşünceleri kendi aralarında daha da pekiştirmek için belirli günler ve zamanlar ihdas etmek sureti ile tertip ettikleri toplantılar olarak tarif etiğimiz zaman, bu fıtri ihtiyacın biz Müslümanlar cephesinden nasıl algılanabileceği daha kolay anlaşılacaktır.

İslam adlı bir dine bağlı olmak demek, bu dine bağlı olan insanlar ile ortak bir payda da buluşmak, aynı inanç ve değerlere sahip olmak anlamına gelmektedir. Bayramların insan hayatındaki en büyük rolü, birbirleri ile dayanışma içinde olduklarını dost düşman herkese ilan etmektir. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın her toplum için değişmezlik arz etmektedir. İnsanların birbirleri ile dayanışma içinde olduklarının en büyük göstergesi ise, birbirleri arasında sevgi bağının oluşmasına sebep olan yardımlaşma duygusudur.

Ramazan Bayramı olarak bildiğimiz bayramın daha önceki adının Fıtır Bayramı olduğunu, Fıtır Sadakası olarak bildiğimiz deyimin ise, şu anda her ne kadar olması gereken içeriği sembolik bir hale gelmiş olsa da, bu deyim bize bu bayramın ne anlama geldiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramın, özellikle Hac suresi içinde geçen Hac ibadeti ile ilgili ayetlerine baktığımızda, nusuk olarak kesilen hayvanların etlerinin insanlara dağıtılması ile, insanlar arasında birlik, beraberlik ve sevgi bağının oluşmasını amaçlandığını söyleyebiliriz.

Ramazan ve Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramların temelinde, sahip olduğumuz İslam inancının kendi aramızda pekiştirilmesini sağlamak amacı ile Allah'a olan kulluğumuzu dost düşman herkese deklere etmek, bunun yanı sıra insanlar arasında sevgi ve merhametin oluşmasını sağmak amacı ile yardımlaşma vesilesi yattığını düşündüğümüzde, bu tür kutlamaların hayatımızdaki fonksiyonu ortaya çıkarak, bu kutlamaların şirk olduğu gibi saçma düşüncelere de yer olmayacaktır. 

Her inanç sahibi nasıl kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, bazı toplantılar düzenliyor ise, Müslümanlar da kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, toplanma günleri düzenlemektedirler. Ramazan ve Kurban Bayramı adı ile bildiğimiz toplanma günleri, Müslümanların birbiri ile bağını güçlendirmek için kullandıkları önemli toplantı zamanlarındandır.

Bugün Türkiye genelinde yaşayan bazı insanların bayramları tatil vesilesi olarak görerek birbirinden kaçma vesilesi saymaları, hatta bazı bankaların bu kaçışı daha da hızlandırmak için Geleneksel Bayram Kredisi adı altında faizli krediler vermek için insanları teşvik etmesi, bizlerin bayramları olması gereken fonksiyonu göz ardı etmemizi gerektirmez.

Bayramların bazı kimseler tarafından zevk ve eğlence fırsatı haline getirilmiş olması, bizlerin bu bayramları diğer Müslümanların dertleri ile daha yoğun ilgilenme, birbirimiz ile yardımlaşma, Allah'a kulluğun bir vesilesi olarak görmemize engel değildir.

Bugün İslam adına sahip olduğumuz bazı değerlerin içi boşaltılarak anlamsız hale gelmiş olması, bizleri bu değerlerin tamamen ortadan kalkması gerektiği yönünde değil, olması gereken fonksiyonunun yeniden hayata geçirilmeye çalışılması yönünde gayrete gelmemizi sağlamalıdır. Bayramlar insanlar ile İslam adına en dar çerçevede birlik beraberlik sağlamayı değil, en geniş çerçevede birlik oluşturmaya çalışmak için gayret vesilesi olması gerektiği anlaşıldığı anda, gerçek anlamını bulmuş olacaktır.

Kendisini Kur'an ile tanımlayarak, bu tür kutlamalar konusunda farklı düşünce içinde bulunan kimselerin, bayramların insan hayatındaki fonksiyonunu dikkate alarak, bu fonksiyonun Müslüman hayatındaki yerini düşünmeye başladıkları anda, sahip oldukları düşüncelerin ne kadar yersiz olduğunu da kolaylıkla anlayacaklardır.

Bu meyanda bazı kimselerin ise bayramın delilinin Kur'an'da olmadığından yola çıkarak, kendisini Kur'an ile tanımlayan insanların neden bayram kutladıkları yönünde sorular sormak sureti ile alaycı tavırlar takınarak, onlara karşı nefret söylemini geliştirmeye çalışmalarının, bayramların olması gereken işlevine gölge düşürerek, ayrılıkların körüklenmesine vesile olduğunu burada üzülerek hatırlatmak isteriz.

BAYRAMLARIMIZIN ALLAH'A KULLUK, BİRLİK, BERABERLİK, YARDIMLAŞMA VESİLESİ GÖRÜLECEĞİ GÜNLER OLARAK ANLAŞILMASI TEMENNİSİ İLE.

18 Mayıs 2017 Perşembe

Yusuf s. 37. Ayeti: Yusuf (a.s) ın Zindan Arkadaşları İle Yaptığı Konuşma Üzerine Bir Mülahaza

Yusuf s 37. ayetini okuyan bir çok kimse, o ayette Yusuf (a.s) tarafından yanındaki zindan arkadaşlarının ona sorduğu soruya verdiği cevap ile ne demek istediği konusunda tereddüte düşecektir. İlgili ayetin mealini vererek konuyu biraz daha açtığımızda, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Kâle lâ ye’tikumâ taâmun turzekânihî illâ nebbe’tukumâ bi te’vîlihî kable en ye’tiyekumâ, zâlikumâ mimmâ allemenî rabbî, innî terektu millete kavmin lâ yu’minûne billâhi ve hum bil âhiretihum kâfirûn(kâfirûne).

[012.037] Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Bu; Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terkettim. Hem onlar, ahireti inkar ederdi

Yusuf s. 37. ayeti ile ile ilgili yapılan çevirilere baktığımızda, ağırlıklı olarak yukarıda verdiğimiz çevirilerin benzerleri göze çarpmaktadır. Bu tür yapılmış çevirileri okuyanlar, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek olan yemeğin ne olduğunu daha onlara o yemek gelmeden önce haber verebileceğini söylemek istediğini anlayacaklardır. Halbuki ayetin bağlamını dikkatli okuyan bir kimse, bu tür çevirilerde bir problem olduğunu hissedecek, ve Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşları tarafından kendisine sorulan sorunun yorumunumu, yoksa gelecek olan yemeğin yorumunumu yapacağını söylemek istediğini anlamakta zorluk çekeceklerdir.

Bu noktada ortaya çıkabilecek olan problemin aşılabilmesi için, bir önceki ayete bakmak yeterli olacaktır. Kur'an okumaları yapanların bu türden ortaya çıkabilecek bazı problemlerle karşılaşmaması için, Arapça metin ile birlikte okuma yapması daha sağlıklı olacaktır. Çünkü bazı ayet meallerindeki kapalılıklar, ayetin Arapça metni ile birlikte okunduğunda, ve bağlama dikkat edildiğinde kendiliğinden çözülebilecektir. Arapça bilinmese dahi ayet içindeki ortak ibareler anlaşılmayı sağlayacaktır



[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.

Yusuf s. 36. ayetinde zindan arkadaşları Yusuf (a.s) a gördükleri bir rüyanın yorumunu sormaktadırlar. Bu sorunun Arapça metindeki karşılığı Nebbi'na bi te'vilihi (Bunun yorumunu bize haber ver) şeklindedir. Aynı ibareyi 37. ayette de görmekteyiz, ve bu ibare, 37. ayetin çevirilerinde görünen bir problemin aydınlanmasını da sağlayacaktır.

Yusuf s. 37. ayetinde "Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm." cümlesinin içinde geçen İlla nebbe'tüküma bi te'vilihi ibaresinden, Yusuf (a.s) ın gelecek yemeğin yorumunu değil, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyayı yorumlayacağı anlaşılabilir. Konu bütünlüğüne dikkat ettiğimizde 36. ve 42. ayetler arası olduğu görülecek, 41. ayette Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarının rüyasını yorumladığı görülecektir.

[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.

Dolayısı ile Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyanın yorumunu dikkate alan çevirilerin daha isabetli, ve okuyucuların kafasında oluşabilecek tereddütleri giderici olacağını söyleyebiliriz.

[012.037]  Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” (Mustafa Öztürk meali)

Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına neden yemekten önce rüyalarını yorumlayabileceğini söylediği de akla gelebilecek sorulardandır.

Bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar olmakla birlikte, doğruluğu üzerinde şüphe uyandıran yorumlardır. Bu konuda söylenebilecek her söz neticede bir yorum olacağından, her yorumun doğru veya yanlış olma ihtimali bulunacağından ötürü, onun böyle bir şey söylemiş olmasını, onlara söyleyeceklerini sahip olduğu bilginin sayesinde kısa bir zamanda anlatacağını,  bu şekilde ifade etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Ayrıca yine 37. ayet içinde geçen ve Yusuf (a.s) tarafından söylenen "Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terk ettim." cümlesinden, sanki Yusuf (a.s) ın önce Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinine iman ettiği, fakat sonra bu inancı terk ettiği gibi bir anlam çıkarılabilir. Yusuf (a.s) ın şirk ile önce veya sonra herhangi bir ilişkisi olamayacağını düşündüğümüzde, bu cümlenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunun cevabı aranacaktır.

Yusuf (a.s) ın kullandığı terk ettim kelimesi, önceden içinde bulunduğu bir hali değil, böyle bir şeye asla bulaşmadığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yani Yusuf (a.s) kendisinin Allah'a ve ahirete iman ettiğini, böyle bir inanca sahip olmayanlardan beri olduğunu ifade etmektedir.

Yusuf (a.s) böyle bir giriş yapma ihtiyacını neden duymuştur? diye soracak olursak şunları söyleyebiliriz;

Yusuf (a.s) konuşmaya böyle bir giriş yapmak ile, kendisinin nasıl bir inanç içinde olduğunu zindan arkadaşlarının da bilmesi, onların kendisine sorduğu sorunun cevabını verirken, bu inancını dikkate aldığını, kendisinin bir kahin veya cinlerden haber aldığını iddia eden bir kimse olmadığının bilinmesini istediğini, onların gördükleri ile ilgili yaptığı yorumun hevasından kaynaklı bir yorum olmayacağını bilmelerini sağlamak, aynı zamanda onları bu inanca davet etmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz.

İlgili ayetlerin konu bütünlüğü dahilindeki mealleri şöyledir;

[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.

[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” 
[012.038]  «Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lutfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler.»

[012.039] «Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?»

[012.040]  «Sizin Allah'ın aşağısından olan taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı-delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.»

[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.

[012.042]  İkisinden kurtulacağını, sandığı kişiye dedi ki: «Efendinin katında beni hatırla.» Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.

Sonuç olarak; Kur'an çevirilerinde karşımıza çıkan sorunlardan bir tanesi, çevirisi yapılan ayetin bağlamına dikkat edilmemesidir. Bağlamına dikkat edilmeyerek çevrilen ve birden fazla anlama sahip olma ihtimali olan bir ayetin, hangi anlama sahip olabileceği noktasında, okuyucular tarafından bir takım tereddütlerin oluşması muhtemeldir. Herhangi bir tereddüt oluşmaması için ayetin konu bütünlüğüne dikkat edilmesi, ve konu bütünlüğü dahilinde bir anlam verilerek, bunun ilgili ayetin çevirisine yansıtılması gerekmektedir. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek yemeğin yorumunumu, yoksa gördükleri rüyanın yorumunumu yapacağını söylediğinin belirtilmemesi sonucunda okuyucular ikilemde kalabilemektedir. Ayetlerin konu bütünlüğüne dikkat ederek okuduğumuz zaman, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına onlara gelecek olan yemeğin değil, gördükleri rüyanın yorumunu yapacağını söylediği anlaşılmaktadır. 

Bu şekildeki bir anlamın ilgili ayete yansıtılması, okuyucuların ikilemde kalmamasını sağlaması açısından daha doğru olacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Zariyat s. 59. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Bazı ayet mealleri ile ilgili olarak yazmaya çalıştığımız yazılarda tekrarladığımız, bir ayetin çeviri ve yorumunda dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan bir tanesinin, o ayetin bağlı olduğu ayet gurubu ile olan anlam bağına (siyak- Sibak) dikkat edilerek çevrilmesi olduğunu yine tekrarlayarak, bu yazımızda Zariyat s. 59. ayetinin mealini, karşılaştırmalı olarak okuyan kimselerin karşılaştığı farklı anlamlardan hangisinin daha uygun olduğu konusu üzerinde düşünmeye çalışacağız.

Fe inne lillezîne zalemû zenûben misle zenûbi ashâbihim fe lâ yesta’cilûni.

Bu ayetin mealleri iki farklı şekilde yapılan çevirileri şu şekildedir; 

[051.059] Zulmedenlerin, geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır; cezalarını Benden acele istemesinler.

[051.059] Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır. Acele etmesinler.

Türkçe Kur'an çevirilerinde Zariyat s. 59. ayetine verilen anlamlar genel olarak yukarıda verdiğimiz iki farklı anlam şeklindedir. Dikkat edilirse bu meallerdeki farklılık, "geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır" ve "geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır" şeklindedir. Bu çevirilerdeki farklılık, ayet içindeki Zenuben misle zenubi   ibaresine verilen anlamlardan kaynaklanmaktadır.

Zenb; Kuyruk anlamına gelen bir kelimedir. Kişinin işlediği hatalar onun peşine takılıp, tevbe etmediği sürece ondan ayrılmadığı için, kişinin hesap gününde sorumlu olduğu hataları bu kelime ile ifade edilmektedir.

Bu kelime ayrıca Pay, Hisse, Akıbet, kötü sonuç anlamına da gelmektedir. 

Konuyu kelimelerin çok anlamlılığı çerçevesinde düşündüğümüzde, Kur'an içindeki bazı kelimelerin, eğer birden fazla anlama sahip olabilme ihtimali var ise, bu anlamlardan hangisinin daha uygun olabileceği, ayet ve sure bütünlüğü göz önüne alınarak bulunabilir.

Zenb kelimesi, Kur'an içinde geçtiği diğer ayetlerde Suç, Hata, Günah gibi anlamlara sahip olduğu için, Zariyat s. 59. ayetinin bazı çevirilerinde bu kelimeye, Suç anlamının verildiğini görmekteyiz. Fakat Zenb kelimesinin sahip olduğu Suç anlamının Zariyat s. 59. ayetinde geçen kelimeye verilmesinin uygun olmadığını düşünmekteyiz. Bu kelimeye suç anlamı verenlerin, kelimeyi çoğul olarak Suçlar, Günahlar olarak  çevirmesine karşın, kelime tekil anlamda olup, çoğul eki bulunmamaktadır.

Zariyat suresini okuduğumuzda, Lut, Firavun, Ad, Semud ve Nuh kavimlerinin helak edildiklerini haber veren ayetleri görmekteyiz. Bu haberlerden sonra surenin 52. 53. ayetlerinde, Mekke müşriklerine dönülerek helak edilen kavimlerin elçilerine karşı yaptıkları ile Mekke müşriklerinin elçilerine karşı yaptıkları yanlışın aynı olduğu vurgulanmaktadır. 

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Zariyat s. 59. ayetinin, helak edilen kavimlerle aynı akıbete uğrayacaklarını haber verdiğini anlayabiliriz. Bu ayetin çevirisinde Zenb kelimesine suç anlamının değil Pay, Hisse anlamının verildiği çevirilerin daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.

Zenb kelimesinin aynı zamanda Akıbet anlamına da sahip olduğunu düşünerek, ayetin çevirisini bu kelimeyi kullanarak, "Onun için muhakkak o zulmedenlere (aynı yolda giden geçmişteki) arkadaşlarının akıbeti gibi,  bir akıbet vardır, şimdi onu acele istemesinler!" şeklinde yapmanın da mümkün olduğunu söyleyebiliriz. 


Muhammed Esed Meali

Gerçek şu ki, zulüm işleyenler, [geçmişteki] arkadaşları gibi [kötülükten] paylarını alacaklardır: öyleyse [akibetlerini] çabuklaştırmayı benden istemesinler!


                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


11 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. Ayetlerindeki "Cünüben" Kelimesine Verdiği Anlam Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) sünnetinin bir gereği olarak, gönderdiği elçi ve kitapları, o elçi ve kitaba muhatap olan kavmin dili ile göndermiştir. Elçilere indirilen kitap, o kavmin konuştuğu dil ve anlatım üsluplarını kullanarak inmekte, dolayısı ile muhatap kavmin bu kitabı anlamaması gibi sorun ortaya çıkmamaktaydı. 

Kur'an, Arap kavmine mensup ve Arap dilini konuşan insanların dilini ve dil üsluplarını kullanan bir kitap olarak inmiştir. Bu kitabın bizler tarafından anlaşılması ise, bu kitap içindeki kelimelere, ilk muhatapların yükledikleri anlamların bilinmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ı anlama faaliyetlerinden olan, onun başka bir dile çevrilmesi ve ayetlerinin yorumlanmasının, bu durumun dikkate alınarak yapılması, anlama faaliyetinin doğru bir mecrada yürümesini sağlayacaktır.

Allah (c.c) nin gönderdiği kitaba uymakta çeşitli nedenlerle zorlanan bazı kimselerin, bu kitap içindeki ayetleri hevalarına uygun biçimde anlamaya çalışarak veya bu tür çalışmalar yapanları destekleyerek, kendilerine yüklenen sorumluklardan kurtulmaya çalıştıkları malumdur. Hevaya göre anlam yükleyerek, kitabın ayetleri üzerinde oynama yapmanın adı ise bilindiği üzere tahriftir.

Kelimelere farklı anlamlar yüklemek sureti ile yapılan çevirilerin ve yorumların arkasında, bazı ön yargıları Kur'an'a onaylatmak amacı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bu iddiamızı bundan önce yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda delillendirerek ortaya koymaya, bu konuda başı çeken kimselerden olduğunu düşündüğümüz sayın Hakkı Yılmaz'ın Tebyin-ül Kur'an adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, bu konudaki maharetini !! göstermeye çalışmıştık. 

Bu yazımızda, mezkur şahsın İşte Kur'an adlı sitesinde bulunan CÜNÜPLÜK VE CENABET adlı makalesinde, kişinin cünüp sayılma durumu hakkında getirdiği yorumu, Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetindeki Cünüben kelimesine yüklediği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Sayın Yılmaz, Cünüplük ve Cenabet adlı makalesinde, klasik anlamda bilinen cünüplüğün Kur'an'ın bahsettiği cünüplük ile alakası olmadığını iddia ederek, bu konudaki düşüncelerini sıralamakta ve makalesini şöyle bitirmektedir;


"Özetlersek “cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. ayetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında “aklı bilmem nesine takılı” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir.
İşte Rabbimiz, hem Nisa; 43 hem de Maide; 6 ayetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü gerginliğini atmış (orgazm olmuş) insanın zihninde artık cünüplük hâlinin yol açtığı bir dikkat toplama sorunu söz konusu olmayacak, bu kişiler sakin, anlayışlı birer birey olarak salâtın gereğini yerine getirebileceklerdir. Zaten boşalarak dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır."
Kur'an ayetleri ile ilgili olarak herkesin yorum yapma hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılan yorumun kelimelere farklı anlamlar vererek yerinden oynatmamak şartı ile olması, yorumcunun bu konuda nasıl bir düşünce içinde olduğunun bilinmesi açısından önemlidir. 

Sayın Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetlerine verdiği anlamlar şöyledir;

Maide s. 6.Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.

Nisa s. 43.Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.


Sayın Yılmaz, Maide s. 6. ayetinde geçen Eğer cünüp iseniz temizlenin ifadesine "aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]" şeklinde anlam vermektedir.


Biz cünüp olmanın ne anlama geldiği hakkında herhangi bir yorum yapmak yerine, sayın Yılmaz'ın cünüplüğe yüklediği anlamı ele almaya çalışacağımızı hatırlatmak isteriz. Bizim amacımız, mezkur şahsın bu konu ile ilgili olan iki ayetin yaptığı çevirisinde düştüğü çelişkiye dikkat çekmek, ve ön yargılı bir çalışmanın kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü göstermeye çalışmak olacaktır.

Maide s. 6. ayeti, salata yaklaşılamayacak durumlardan birisini, kişinin Cünüp olması şartına bağlamıştır. Ayet, cünüplükten kurtulma durumunu ise Fettahharu kelimesi ile ifade etmektedir. Sayın Yılmaz bu kelimeye "cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın" anlamı vermektedir. Yıkanın şeklinde verilen anlam aslında yeterli olmasına rağmen, cünüp kelimesine yüklemeye çalıştığı anlamı doğrulatmak uğruna ayete"Cinsel ilişkiye girin orgazm olun" ilavesini yapmak ihtiyacı hissetmiştir.

Tahere; Maddi veya manevi kirlerden arınmak, temizlenmek anlamındadır.  Kadının hayız halinden kurtulup yıkanması, Tahuret- il mer'etü olarak ifade edilmektedir. 

Maide s. 6. ayetindeki bu kelimenin, maddi anlamda temizlenmeyi ifade ettiğini anlamamak zor değildir. Ayetin bütünlüğüne dikkat edildiğinde, salat öncesi yapılacak olan ameliyenin su ile olacağı, su bulunmadığı takdirde temiz toprağa yönelmek gerektiği beyan edilmektedir. Sayın Yılmaz'ın Fettahharu kelimesine yüklediği Cinsel ilişki ve Orgazm şeklindeki anlam, en hafif tabiri ile zorlama ve ön yargılı bir okumanın sonucudur.

Cünüben kelimesi, Nisa s. 43. ayetinde de geçmektedir. Maide s. 6. ayetinde geçen cünüplükten kurtulmanın yolunun Fettahharu kelimesi ile beyan edilmesi, bu kelimenin nasıl bir anlama sahip olduğunu, cünüplükten kurtulmanın yolunun nasıl olacağını bu ayet içinde daha net ve açık bir şekilde beyan etmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Hatta tağtesilu (yıkanıncaya kadar) kelimesi, cünüplükten kurtulmanın yolunun (istisnai durumlar hariç) su ile olacağını açık ve net bir şekilde göstermektedir. Fakat sayın Yılmaz, bu kelimeye doğru bir anlam verdiği takdirde, Maide s. 6. ayetindeki yaptığı zorlama yorum ile çelişeceğini bildiği için, bu kelimeye de farklı bir anlam yükleyerek çelişkiden kurtulmaya çalışmak istemişse de, elini yüzüne daha beter bulaştırarak, bu kelimeye yıkandırılıncay kadar şeklinde bir anlam vermiştir. Yıkandırılmanın ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda ise şunları söylemektedir; 

"Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşıla gelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir."

Sayın Yılmaz, Fağtesilu kelimesinin Gusul yapmak yani yıkanmak şeklindeki anlamının yanlış olduğunu iddia ederek, bu kelimeye iftial kalıbından gelmiş olmasından dolayı yıkandırılıncaya kadar şeklinde anlam verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ayetin devamındaki Fe lem tecide maen (eğer su bulamamışsanız) ifadesi, Fağtesilu kelimesinin su ile yıkanmak anlamına sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, ön yargının kör ettiği gözler maalesef bu noktayı görememiştir. 

Ayrıca  fağtesilu kelimesi malum (etken) bir kelimedir. Bu kelimeye Yıkandırılıncaya kadar anlamı verilebilmesi için kelimenin meçhul (edilgen) olması yani Tuğteselu şeklinde olması gerekmektedir. Sayın yazar Kur'an içinde iftial kalıbında geçen kelimelere burada yaptığı gibi edilgen kalıbına sokarak bir anlam acaba verebilir mi?.

Ğasele kelimesinin iftial kalıbında kullanılışı, Eyyub (a.s) kıssasının anlatıldığı Sad s. 42. ayetinde de geçmektedir. 

Ürkud bi riclike heze muğteselun baridun ve şerabun. 

Bu ayete sayın Yılmaz'ın verdiği anlam şu şekildedir;

Sad s. 42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!

Sayın Yılmaz'ın Nisa s. 43. ayetinde geçen Tağtesilu kelimesine verdiği, yıkandırılıncaya kadar anlamı için ortaya koyduğu gerekçeye göre, Sad s. 42. ayetinde geçen Muğteselun kelimesine de kendisi tarafından Yıkandırılacak şeklinde bir anlam verilmiş olması gerekirdi. Halbuki sayın Yılmaz, Sad s. 42. ayetinde geçen bu kelimeye doğru anlam vermesine rağmen, Nisa s. 43. ayetinde doğru anlam vermemiştir. İkisi de iftial kalıbında olmasına rağmen bir kelimeye farklı, diğer kelimeye farklı bir anlam vermeye çalışmanın sebebi, ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.

Görülmektedir ki Kur'an, kendisini koruyan bir kitap olarak ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışanları her zaman rezil ve rüsvay eden bir kitaptır. Kelimelerle oynamak sureti ile Kur'an'ı oyuncak haline getirmeye çalışanların yapmaya çalıştıkları tahrifler, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır.


Sonuç olarak; Salat kelimesine yüklediği anlamı doğrulatmaya çalışmak adına, bu kelime ile alakalı olan diğer kelimeleri de konulduğu yerden oynatmak ihtiyacı duyan sayın Yılmaz'ın yaptığı yanlışları, yine Kur'an ortaya çıkarmaktadır. Biz onun bu konulardaki yorumlarına karşı çıkmak yerine, yaptığı yorumlardaki Kur'an ayetleri üzerinde yapmaya çalıştığı oynamaları dikkate alarak, düştüğü çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık Ayeti tahrif ederek ortaya konulan yorumların ne kadar doğru olabileceğini ise, dinini ve Kur'an'ı bu kişinin eserlerini okuyarak öğrenmeye çalışanların takdirine bırakıyoruz. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Nisan 2017 Pazar

Araf s. 157. Ayetinde Geçen Bazı Kelimelerin Çevirileri Üzerine

Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyanların karşılarına çıkan sorunlardan bir tanesi, ayetin yapılmış olan çevirisinde okuyucuların zihninde bir takım soruların oluşmasına sebebiyet verilmesidir. Bu soruların oluşmasına sebep olan noktalardan bir tanesi, çevirinin hatalı olmamasına karşın, düzgün bir ifade ile yapılmamış olmasıdır. Bu iddiamıza örnek olarak verebileceğimiz bir ayet, Araf suresi 157. ayetidir. 

Elleżîne yettebi’ûne-rrasûle-nnebiyye-l-ummiyye-lleżî yecidûnehu mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli ye/muruhum bilma’rûfi veyenhâhum ‘ani-lmunkeri veyuhillu lehumu-ttayyibâti veyuharrimu ‘aleyhimu-lḣabâ-iśe veyeda’u ‘anhum israhum vel-aġlâle-lletî kânet ‘aleyhim felleżîne âmenû bihi ve’azzerûhu venasarûhu vettebe’û-nnûra-lleżî unzile me’ahu ulâ-ike humu-lmuflihûn(e)

Bu ayetin Türkçe çevirileri genel olarak şöyle yapılmaktadır.

Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Resul Nebiye uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte indirilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. 

Bu ayetin içindeki Ünzile meahu ibaresi, genellikle Onunla birlikte indirilen  şeklinde çevrilmektedir. Böyle bir çevirinin hatalı çeviri olduğu iddiasında olmamakla birlikte, anlam açısından bazı eksiklikler olduğunu, ve zihinde bazı soruların oluşmasına sebep olabileceğini söyleyebiliriz şöyle ki; 

Onunla birlikte indirilen demek, Kur'an ile birlikte indirilen demek olup, böyle bir çeviri, Muhammed (a.s) ve Kur'an'ın birlikte indirilmiş olduğunu ifade etmektedir. Hiç bir meal yapıcısı, Muhammed (a.s) ın Kur'an ile birlikte indirildiğini iddia ederek elbette böyle bir çeviri yapmaz, fakat bu şekilde bir çeviri, Türkçeyi doğru kullanamamaktan kaynaklanan bir anlamın oluşmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayı bu ibarenin daha anlaşılır bir şekilde çevrilmesi gereğinin hasıl olduğunu düşünmekteyiz.

Vettebeu-nnure-llezi ünzile meahu ibaresi, Onun beraberindeki indirilen nur'a tabi olanlar şeklinde çevrildiği zaman, daha anlaşılı bir çeviri yapılmış olacağını düşünmekteyiz. 

Ayrıca aynı ayet içindeki El Ümmiyye kelimesinin, Okuma yazma bilmeyen olarak çevirisinin yapılmış olduğunu bazı meallerde rastlamaktayız. Bu kelimenin böyle bir anlam verilerek çevrilmesinin Kur'an bütünlüğüne uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz. Muhammed (a.s) okuma yazma bilmediğine katılmakla birlikte, bu kelimenin burada bunu anlattığını söylemek zordur. 

Bu kelime, Daha önce vahiy ve elçi ile muhatap olmayan Araplara verilen bir isimdir. Bu kelimenin belirlilik (El) takısı ile geçtiği,  Araf s. 158, Al-i İmran s. 20, 75, Cuma s. 2. ayetlerine baktığımızda bu anlamda kullanıldığı görülecektir. 

Konu etmeye çalıştığımız kelimeler belki önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat Kur'an çevirisi yapanların bu türden küçük ayrıntılara dikkat etmeleri gerektiğini düşünmekteyiz. Yapılan bir ayet çevirisinin herhangi bir soru işareti oluşturmaya sebep olacak şekilde yapılmaması, çevirilerin sıhhati için önemli bir noktadır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

6 Nisan 2017 Perşembe

Nisa s. 135. Ayetinin Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Nisa s. 135. ayetinde, Rabbimiz bizlere şöyle buyurmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا

Bu ayetin Türkçe Kur'an meallerinde yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir.

Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Ayetin yukarıda verdiğimiz mealinde altı çizilen olan cümlenin, metnin anlamının meale yansıtılmasında problem arz ettiğini düşünmekteyiz. Arapça metindeki Evla kelimesinin Daha yakın anlamı verilerek çevrilmesinin, çevirilerdeki problemi oluşturduğunu düşünmekteyiz.

Evla; sözlükte daha uygun, münasip, ehil, layık anlamındadır.

Evla kelimesinin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda bu kelimeye Daha layık - Daha uygun- Daha münasip-öncelikli şeklinde mealler verildiğini görmekteyiz. 

[008.075]  Bundan sonra iman edip hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Akrabalar (mirasta) Allah'ın Kitabına göre, birbirlerine (mirasta) önceliklidir(evla). Doğrusu Allah her şeyi bilendir.

[019.070] Sonra biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun (evla) olduğunu daha iyi bilmekteyiz.

[033.006]  Peygamber, müminlere kendi nefislerinden önce gelir(evla). O'nun hanımları da onların analarıdır. Akraba da Allah'ın kitabında birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet) yapmanız müstesnâdır. Bu, kitapta yazılıdır.

Evla kelimesine verilen Daha yakın şeklinde bir anlam, ayetin mesajını yansıtma noktasında eksiklik arz ettiğinden dolayı, bu kelimeye Öncelikli şeklinde bir anlamın verilmesi, hem kelimenin sahip olduğu anlamın meale yansıtılması, hem de ayetin daha kolay anlaşılması için uygun olacaktır.

Ayetin mesajını kısaca özetleyecek olursak; Rabbimiz bu ayette bizlere şahitliği doğru yapmak noktasında emirler vermektedir. Hakkında şahitlik yaptığımız kimseler bizim anne ve babamız, yakınlarımız, zengin veya fakir olsa dahi, yani zenginlere karşı duyulan bazı çekincelerin, veya fakire karşı duyulan merhametin bile, bizi hakkı söylemekten geri bırakmaması, Allah'ın bu konudaki emirlerinin dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiği emredilmektedir.

Fallahu evla bihima cümlesine verilmesi gereken anlam, ayet içinde anne baba, akraba, zengin, fakir olarak sayılan guruplara değil Allah'a öncelik tanınması, Allah'ın emrinin yerine getirilmesinin daha uygun olması, Allah'ın bu konudaki emrinin dikkate alınarak önceliğin bu emre verilmesi şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Türkçe Kur'an mealleri içinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın bu ayete daha uygun ve anlaşılır bir meal verdiğini görmekteyiz. 

Elmalılı Hamdi Yazır :
Ey o bütün iyman edenler! Hakkaniyyetle durub adaleti yerine getirmeğe uğraşır hâkimler, Allah için şahidler olunuz, gerekse nefislerinizin, veya ebeveyninizin veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, gerek zengin ve gerek fakır bulunsun, çünkü Allah ikisinden de akdemdir, onun için haktan udul edib de nefsin arzusuna tabi' olmayın ve eğer dilinizi eğer veya çekinirseniz şüphe yok ki Allah her ne yaparsanız habîr bulunur

Elmalılı ayet içindeki Evla kelimesine Akdem şeklinde bir anlam vermek sureti ile daha uygun bir anlam vermiştir. Akdem kelimesi , Daha önce, daha mühim, daha öncelikli anlamlarına gelmektedir. 

Onun mealinin internet ortamında bulunan sadeleştirilmişlerinin bir tanesi, onun verdiği anlamı sadeleştirmeye yansıtırken, bir diğeri ise maalesef yansıtamamıştır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Ey iman edenler, hak ölçülerle hareket edip adaleti yerine getirmeye uğraşan hakimler, Allah için şahitlik yapan kişiler olunuz. Gerek kendileriniz veya ana-babanız yahut en yakınlarınız aleyhine olsun; gerek zengin, gerek fakir olsun. Çünkü Allah, ikisinden de önceliklidir. Bundan dolayı adaletten uzaklaşıp da nefsinize uymayın. Şahitlik yaparken dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana - babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Sonuç olarak; Türkçe Kur'an meallerinde sıkça rastladığımız bir durum olan, bazı meal yapıcılarının ayet bütünlüğünü meale tam yansıtamama durumu, Nisa s. 135. ayetinde geçen, Evla kelimesinde de göze çarpmaktadır. Bu kelimeye çoğunluk meallerde verilen Daha yakın anlamı yerine, hem kelimenin anlamına hem de ayetin mesajına daha uygun olan Öncelikli veya bu anlamı çağrıştıran anlamlar verilerek meal yapıldığında, bu ayet meal okuyucuları tarafından daha kolay anlaşılacaktır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Mart 2017 Cuma

Allah (c.c) nin Sadece Kul Hakkını Bağışlamayacağı İddiası Üzerine Bir Mülahaza

Hakkını helal et sözü, Müslümanların birbirleri ile konuşmalarında sıkça kullandıkları bir söz, ve cenaze salatı sonrasında ise, hoca efendilerin ölen kimse için Haklarınızı helal ediyormusunuz? şeklinde sorulan bir sorudur. Bazı hoca efendilerin vaazlarında ise Allah (c.c) ye isnad edilerek Bana kul hakkı ile gelmeyin veya Allah (c.c) bütün günahları bağışlar kul hakkı hariç dediği şeklinde vaaz konusu olmaktadır. 

Kul Hakkı deyimi ile kast edilen nedir?. 

Bu deyime, Bir kimsenin başka bir kimseye karşı yaptığı her türlü yanlış davranışın adı şeklinde bir tarif getirdiğimizde, bu yanlış davranışların içine, insanların birbirlerine karşı maddi ve manevi olarak yaptıkları bütün yanlışlıkları sokabiliriz. İnsanlar birbirlerine karşı hata yaptıklarını anladıklarında kullandığı bu deyim, bir nevi özür dilemek yerine geçmektedir. Manevi anlamda yapılan hataya karşı böyle bir özrün herhangi bir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz. 

Ancak bir kimse diğer bir kimseye maddi olarak zarar vermiş, ve onu parasal açıdan sıkıntıya düşmesine sebep olmuş ise, kuru kuruya söylediği Hakkı helal et kardeşim sözü, ne kadar doğru olur, bunu düşünmek gerekecektir. Gerçek bir özrün ve helallik almanın, bu kişiye verilen maddi zararın karşılanması şeklinde olması gerektiği halde, böyle bir imkana sahip olduğu halde, söz ile borçtan kurtulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.

Allah (c.c), Bana kul hakkı ile gelmeyin, veya Kul hakkı hariç her günahı bağışlarım şeklinde bir söz söylemiş olabilir mi?. 

[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

[004.116]  Elbette Allah; kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalalete düşmüş olur.

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün elçi ve kitapların ortak çağrısı, kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıdıkları bir hayat sürmeleridir. Kendisi dışında İlah ve Rab edinmeyi Şirk olarak niteleyen Allah (c.c), hayatını şirk temelli sistemler üzerine bina etmek sureti ile geçiren, ve bu şekilde ölen kimselerin bu günahlarını asla bağışlamayacağını beyan etmektedir. 

Rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, din adına konuşarak vaazlar veren insanların, Allah (c.c) tarafından söylendiği iddia edilen Bana kul hakkı ile gelmeyin, başka ne ile gelirseniz gelin ben bağışlarım sözünün, Allah'a karşı uydurulmuş büyük bir yalan ve iftira olduğu açıktır. Din adına konuşan insanların bu kadar cahil olması, bu kimseleri dinleyenlerin de cahil kalmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın dinini onun kitabından değil de, onun adına uydurulmuş yalan, hurafe, ve iftira içeren kitaplardan ve hocalardan öğrenen insanların, din adına bildikleri de bu gibi yalan yanlış şeylerden başka bir şey değildir. 

Şirk, Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu ve insanları buna karşı uyanık olmaya çağırdığı bir kavram olarak, bütün insanları direk olarak ilgilendirmektedir. Din adına konuşan insanların bir çoğu, bu kavramın ne olduğundan bile habersiz oldukları için, haliyle şirk'in tehlikesinden bile haberdar değillerdir. Bir çok hoca efendi için bu kavram, Muhammed (a.s) ın Kabe içindeki 360 adet putu eli ile kırmasından sonra Müslüman hayatından çıkmış, artık böyle bir tehlike ortadan kalkmış gibi düşünülmektedir. Halbuki Kur'an'ı okuduğumuzda Mekke'li müşriklerin yaptıkları hataların belki daha büyükleri, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bir çok insan tarafından işlenmektedir.

Hal böyle iken, bazı hocaların kul hakkı konusunu öne çıkarmaları, şirk tehlikesinin kul hakkı kadar önemsenmediğini göstermektedir. Bu noktada kul hakkını önemsemediğimiz şeklinde bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir.

Kul Hakkı olarak bildiğimiz, insanların birbirlerine karşı verdikleri maddi ve manevi zararlar, dünya hayatında tazmin edilmesi gereken hatalardır. Bu hakkın maddi olan tarafı eğer zararı veren kişi tarafından tazmin edilme gücü ve imkanı olduğu tazmin edilmeyerek, sadece kuru kuru Hakkını helal et kardeşim sözü ile asla geçiştirilemez. 

İmkanı ve gücü olduğu halde, karşı tarafa verdiği zararı, sadece Hakkını helal et sözü ile affettirebileceğini düşünen bir kimse, bu konuda büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Kişi, hakkını yediği bir kimseden helallik almak istiyor ise, yediği hakkı geri ödemek yolu ile bunu yapabilir. Şayet bu hakkı geri gerçekten ödeme imkanı yok ise, Allah'a tevbe ederek, ve hakkını yediği kişiden özür dileyerek affını isteyebilir.

İnsanların birbirlerine karşı maddi ve manevi zararlar vermesi elbette doğru bir davranış değildir. Eğer bir kimse istemeden karşısındaki kimseye böyle bir zarar vermiş ise, özür dilemenin bir yolu olarak ondan helallik isteyebilir. Helallik istemek, insani bir davranış olup, insanların birbirlerine karşı saygılı olmasını da beraberinde getirecektir.

Üzerinde Kul Hakkı olarak bildiğimiz bazı günahlar olup ta, hayatta iken bu günahlarının tazmin ve tevbe yolu ile affını istemeden ölmüş bir kimse için hoca efendinin helallik istemesi, ölen kişinin üzerindeki günahın ondan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Kişi hayatta iken yapmış olduğu hataların bir şekilde affı için gerekli olan girişimleri yaparak, işini öldüğü zaman hocanın sorduğu soruya verilecek olan, Helal olsun cevabına bağlamamalıdır.

Kul hakkı, sadece insanlar ile sınırlı bir deyim değil, Allah (c.c) nin yaratmış olduğu hayvan ve bitki gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Hayvan ve bitki nesli, en az insan kadar yaşam hakkına sahip olan canlılar olup, onların haklarına yapacağımız herhangi bir yanlışlığın bedelini yine biz insanlar olarak ödemek zorunda kalacağız. 

Sadece kendi yaşam hakkımızı düşünerek, diğerlerinin böyle bir hakkı olmadığını düşünmek, insanın yapacağı en büyük yanlış olacak, ve bu yanlışı çevre felaketleri olarak bildiğimiz ve yaşadağımız felaketler ile ödemek zorunda kalacağımız unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kul Hakkı olarak bildiğimiz deyim, insanların birbirlerine karşı verdikleri zararın bir adı olup, insanların bu konuda çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bir şekilde böyle bir hataya düşen insanların önce bu hatayı yaptığı kişiye karşı maddi veya manevi olarak telafi, sonra da Allah'a tevbe etmek sureti ile hatasının affını isteme yoluna gitmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) nin kul hakkını bağışlamayacağını söylemiş olduğu iddiası, Kur'an ile örtüşmeyen bir iddia olup, asıl büyük günah olan şirk günahının öne çıkmasına engel olmaktadır. İnsanlar karşısındakinin hakkına, en az kendi haklarını gözettikleri kadar saygılı olmadıkça, insanın insana karşı yaptığı haksızlıklar bitmeyecek, ve bu yapılan hatalar, hesap gününde kişinin karşısına dikilecektir. 

Rabbimiz bizleri bütün canlıların yaşam hak ve hukukuna saygılı kullarından kılsın.

22 Mart 2017 Çarşamba

Bakara s. 54. ve 85. Ayetlerindeki "Nefisleri Öldürmek" Deyiminin Anlamı Üzerine Bir Mülahaza

Türkiye'de son yıllarda artan bir eğilim olan İslamın Kur'an'dan öğrenilmesi, bu kitabın Türkçe çevirilerinin artmasına da neden olmuştur. Sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz bu durum, bir takım okuma ve anlama sıkıntılarını da beraberinde getirmiştir. Bazı meal okuyucuları, Kur'an'da gördükleri bir kelimenin her ayette anlamının aynı olmamasından dolayı bir takım ikilemlere düşmekte, ve kafalarında oluşan bazı sorulara cevap aramaktadır. Meallerin tefsir gibi geniş bir alanı olmaması, meale bağlı kalarak okuma yapanlarda daha fazla sorunun oluşmasına neden olduğu da bir gerçektir.

Bundan önceki bazı yazılarımızda, kelimelerin bağlı bulunduğu cümle içinden çekip çıkarılarak, cümleden kopuk olarak anlaşılmaya çalışılmasının bir takım sıkıntılara yol açacağı konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda Bakara s. 54. ve 85. ayetlerde geçen Nefisleri Öldürmek  deyiminin üzerinde durmaya çalışacağız.

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Eline ilk defa meal alarak okuyan veya ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne dikkat etmeyen bir kimsenin kafasında bu ayetleri okuduğu zaman, Allah bir ayette nefislerinizi öldürün derken, diğer ayette ise nefislerini öldürenlerin yanlış yaptığını söylüyor şeklinde bir istifhamın oluşması muhtemeldir.

Bu tür ayetler, bazı art niyetli kişilerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'da çelişki arayan yaman hafiyelerin !!!, bulduk zannettikleri çelişkiler gibi görünmektedir. Yazımızın bu tür kimseleri ikna etmek gibi bir amacı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Her dilde olduğu gibi kelimeler Hakiki Anlam- Mecaz Anlam olarak tarif edilen anlamlara sahiptir. Bir kelimenin hangi anlama sahip olacağı, o kelimenin cümle içindeki bağlamından anlaşılabilir. Konumuz olan ayet böyle bir duruma örnek verebileceğimiz ayetlerden olup, aynı deyim bir ayette mecaz, diğer ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. 

Bakara s. 54. ayetinde geçen Nefislerinizi öldürün emrinin bulunduğu ayet, Bakara s. 51. ayetten başlayan bir bağlama sahiptir. 

[002.051]  Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (ilah) edinmiştiniz.
[002.052]  sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki şükredecektiniz
[002.053]  Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Ayetleri bağlamını gözeterek okuduğumuzda, buzağıyı ilah edinmekle yapılan yanlıştan dönmenin tevbe etmek ile mümkün olacağını görmekteyiz. Nefislerinizi öldürün şeklindeki emir, hakiki anlamda bir öldürmekten değil, mecaz anlamda bir öldürmekten yani, Nefislerinizde mevcut olan sizi şirke götüren kötü duyguları öldürün anlamındadır. Meallerin bir çoğu zaten parantez açmak sureti ile, ayetin emrinin mecazi anlamda olduğuna işaret etmektedir. 

Bakara s. 85. ayetinin ise, 83. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. 

[002.083]  Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, salatı ayakta tutun, zekatı verin.» Sonra pek azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hala da dönüyorsunuz!
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.086] Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azabları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.

Bakara s. 54. ayetindeki nefislerin öldürülmesi emrinin mecaz olmasına karşın, 85. ayetteki nefislerini öldürülmesi, İsrailoğullarının birbirlerinin kanını dökmek sureti ile yaptıkları hakiki anlamda bir eylemdir. 84. ayete dikkat ettiğimizde Kanınızı dökmeyin şeklindeki emre isyan ederek, birbirlerinin kanını döktükleri, 85. ayetten anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an'ın doğru anlaşılmasında bağlam ve bütünlük gözetmenin önemine dikkat çekmeye çalıştığımız, Bakara s. 54. ve 85. ayetlerindeki Nefisleri Öldürmek deyimi, 54. ayette mecaz anlamda, 85. ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. Bir kelimenin veya deyimin hakiki veya mecaz anlamlardan hangisine sahip olabileceğini anlamanın yolu, o kelime veya deyimi bağlı bulunduğu cümleden koparmak yolu ile değil, bağlı bulunduğu cümle, ayet, sure bütünlüğüne dikkat etmek sureti ile olacağı görülmektedir.

Bazı ayetler üzerinde ön yargıları kabul ettirmek şeklinde bir okuma yapanların vardıklarını zannettikleri sonuç, bazı kelime ve deyimleri bağlamından koparmak sureti ile gerçekleştirilmiş olduğu dikkate alındığında, bağlam ve bütünlük gözetilmesi daha fazla önem kazanmaktadır. 

Bakara s. 54. ve 85. ayetlerinde geçen birbirine benzer deyimlerin aynı anlamda olmadığı, ayetlerin bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz asıl konu, bir kelime ve deyimin anlamının tek başına değil, bağlı olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabileceğidir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Mart 2017 Salı

Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması

Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik. 

Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir. 

[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.

[007.160]  Biz onları  ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.

Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.

Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir. 

[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.

Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.

Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır. 

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir. 

Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.

Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır. 

[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.

Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası  olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.

İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.

[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet  dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.

İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır. 

Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.

[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.

[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.

[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.

[045.016-17]  Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.

[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan  habersiz değildir.

Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40). 

İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).

Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.

Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;

Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.

Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.

İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen   çalışmaktayız. 

Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.

Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.

Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir. 

Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.

Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir. 

Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


4 Mart 2017 Cumartesi

Neml s. 82. Ayeti : Dabbetü'l - Arz ve Kim Olduğu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın kıyametin vaktini vermemiş , o saat gelmeden önce onun bir takım alametlerinden bahsetmemiş olmasına rağmen , rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri şeklinde açılan başlıklarda , Muhammed (a.s) a atfen bir çok rivayet uydurulmuş olduğu herkesçe malumdur. Kıyametten önce Dabbetü'l Arz olarak bilinen bir yaratığın çıkacağına dair haberler , rivayet kitaplarının en mütenahi köşelerinde yerini almış bir vaziyettedir. 

Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.

Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir. 

Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır. 

   [002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.

   [006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır.

   [008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

   [008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.

   [011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.

   [011.056]  Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru yol üzeredir benim Rabbım.

   [016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) , melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.

   [016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.

   [022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.

   [024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

   [029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.

   [031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.

   [034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.

   [035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.

   [035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.

   [042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının delillerindendir.

   [045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.

Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.

Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir. 

[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.

Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil  KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.

   [027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
   [027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
   [027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
   [027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
   [027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?»
  [027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
  [027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.

Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım. 

   [030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar (la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.

   [052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.

Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.

Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.

ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.

Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.

   [033.045]  Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

   [048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

   [073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.

Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?. 

Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır. 

Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz. 

   [007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.

   [004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.

   [016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.

   [010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.

   [025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»

   [006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.

   [043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de. Yakında bilecekler! buyurdu.

Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.

Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir. 

Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.

Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim  ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.

Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.

Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.

   [099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;

   [084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit

   [071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.

Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük. 

Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.

   [007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!» dedi.

Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ  sayılacaktır. 

BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.

Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.

    [027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.

    [020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki, Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin.

    [011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.

    [078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.

Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık. 

KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ. 

Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir. 

Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir. 

Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.

Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.

Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en  gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır. 

Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir. 

Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini  , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.