Allah (c.c) nin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah (c.c) nin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Allah (c.c) nin Nahl s. 41. Ayetindeki Vaadini Yusuf Kıssasından Okumak

Kullarına yapmış olduğu her türlü vaadinden asla dönmeyeceğini beyan eden Allah (c.c), bu vaadinin gerçekleşmiş şeklini kıssalar ile canlı ve yaşanmış bir şekilde bizlere göstermektedir. Bu yazımızda, Allah (c.c) nin biz kullarına Nahl s. 41. ayetinde yapmış olduğu bir vaadin, Yusuf kıssası üzerinden gerçekleşmiş şeklini okumaya çalışarak, kıssaların anlatılış amaçlarını daha iyi anlamaya çalışacağız. Malum olduğu üzere Kur'an kıssaları, geçmişlerin yaşantılarından kesitler sunmak sureti ile, sonraki gelecek olanlara bu anlatımlardan ibret almalarını amaçlamaktadır. Kıssaları bu gözle okuduğumuz takdirde, bu anlatımlar bizlerin yaşantısının şekillenmesinde örnek olacaktır. 

Yapacağımız okumanın amaçlarından bir tanesi de, aynı zamanda Kur'an'ın birbiri içinde nasıl muhteşem bir anlam örgüsüne sahip olduğunu da göstermeye çalışmaktır. Nahl s. 41. ayetini belki çoğu zaman üstünkörü okur geçeriz. Fakat Arapça metindeki bazı kelimelerin birbiri ile olan alakasını kurarak okumaya çalıştığımız bir Kur'an, ayetlerin birbiri ile olan anlam bağını da görmemizi sağlayacaktır.

وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ فِي اللّهِ مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُواْ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
[016.041] Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret edenlere gelince, kesinlikle onları dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür, eğer bilseler.

الَّذِينَ صَبَرُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
[016.042]  Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

Nahl s. 41. 42. ayetlerini okuduğumuzda, Allah (c.c) zulme uğrayan kullarını, sabrederek mücadele ettikleri takdirde, DÜNYADA güzel bir yere yerleştireceğini vaad etmektedir. Kur'an kıssaları Allah (c.c) nin bu vaadinin canlı bir şekilde yerine gelmiş olduğunu bizlere anlatan ibret vesikalarıdır. Allah (c.c) nin sabreden kullarına vaad ettiği dünyada güzel bir yer, Yusuf (a.s) ın yaşamında canlı olarak bizlere gösterilmektedir. Allah (c.c) nin bu vaadini Sünnetullah yani değişmez yasa olarak anladığımız zaman, bu vaadlerin gerekli şartlar yerine geldiği tüm zamanlarda yerine geleceğini anlayabiliriz. 

Nahl s. 41. ayetindeki vaadin yaşanan hayat içinde yani DÜNYADA gerçekleşeceğinin vaad edilmiş olması önemli bir noktadır. 42. ayette bu karşılığa ulaşmanın yolunun sabır ve tevekkül olduğunu dikkate alarak yapılacak okumalarda, biz kulların dünya hayatında karşılaştığımız sıkıntıları nasıl aşabileceğimizin de yolu gösterilmektedir.

Başına gelen sıkıntılara karşı sabır ve tevekkül etmek konusunda acze kolayca düşebilen insan, eğer bunu başardığı takdirde bunun karşılığını ahirette alacağı gibi, Allah'ın bir vaadi olarak dünya hayatında da alacaktır. Yusuf (a.s) yaşamı içinde bunu başarmış bir kimse olarak, sabrının karşılığını dünya hayatında almış, onun aldığı bu karşılık ise, değişmez bir yasanın  sonucu olarak bizlere de örnek olmaktadır.

[012.056] Ve işte böylece Yusuf'u o ülkede yerleştirdik; neresinde isterse makam tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyi davrananların mükafatım zayi etmeyiz.

Yusuf s. 56. ayeti, Yusuf (a.s) ın o ana gelene kadar çektiği çile ve ızdırabın bittiğini, başına gelenlere karşı gösterdiği davranışların karşılığını aldığını beyan etmektedir. Bu beyan ile Nahl s. 41. ve 42. ayetlerini birlikte okuduğumuzda ise, Allah (c.c) nin biz kullarına yapmış olduğu vaadin, Yusuf (a.s) örneğinde gerçekleştiği görülmektedir. 

Yusuf (a.s) ın hayatına baktığımız zaman, kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra, onu bulan kervancılar tarafından Mısır'da satılmış, satın alan kişinin onu yetiştirerek gençlik çağına gelmesini sağladığını görmekteyiz (Yusuf s. 1-21). Onu satın alan kişinin karısı onun nefsinden murat almak istemesi, Yusuf'un hayatında yeni bir dönemin başlamasına sebep olmuştur. 

Yusuf (a.s) ın başına gelen bu olay genellikle ters biçimde gerçekleşerek, erkeğin kadını arzulaması şeklinde cereyan etmektedir. Bir kadının erkeğe yaptığı zina teklifinin ret edilmesi nadir görülebilecek durumlardan bir tanesi olup, bu konuda Yusuf (a.s) ın dahi bir an için bocaladığını görmekteyiz (Yusuf s. 24). Hele bu kadın ret edildiği takdirde o kişiye bazı yaptırımlar uygulayabilecek bir güce sahip ise, ret edilmesi daha güçtür. 

Fakat Yusuf (a.s) kendisine yapılan ahlaksız teklifi ne pahaya olursa olsun geri çevirmek sureti ile gençliğinin hapislerde çürümesine razı olmuştur. İşte Yusuf (a.s) tarafından bize öğretilen ders bu dur. Eğer o kadının teklifini kabul etmiş olsaydı, gençliğinin hapislerde geçmesine engel olacak ve güzel bir hayat sürebilecekti. Fakat böyle bir hayata razı olmak yerine hapsolunmayı seçen Yusuf (a.s), dünya hayatının geçici nimetleri ile ahiret hayatının ebedi nimetleri arasında tercih yapılması gerektiğinde, nasıl bir tercihte bulunmak gerektiğini yaşantısı ile öğretmektedir.

Yusuf (a.s) gençliğinin hapislerde geçtikten ve sıkıntılara göğüs gerdikten sonra, Mısır ülkesine sultan olacağını da bilmiyordu. O sadece doğru bildiğini hayatına geçirmek sureti ile dik bir duruş sergilemiş, sonu neye mal olursa olsun her şeye razı gelmişti.

İnsan olarak hepimizin hayatı, dünya hayatının geçiciliğini veya ahiret hayatının ebediliğini seçmek noktasında yapacağımız tercihler ile geçecektir. Ebedi hayatı seçmek noktasında yapacağımız tercihler belki bizlerin dünya hayatında büyük sıkıntılara düşmesine sebep olacaktır, fakat bunun bize ileride daha güzel günleri getireceğini bilmiş olmamız, bu sıkıntılara katlanmamızı kolaylaştıracaktır.

İşte Nahl s. 41 ve 42. ayetleri, bizlere bu müjdeyi vermektedir. Yusuf (a.s) ı aynı surenin 56. ayetindeki sonucu götüren süreç, onun Nahl s. 41. ayetinin gereğini hayatına yansıtması sonucunda gerçekleşmiştir. 

Nahl s. 41. ve 42. ayetlerinin yine dünya hayatında gerçekleşmiş şekli İsrailoğulları ve İbrahim (a.s) örneğinde görülebilir.

[010.093] Biz, İsrailoğullarını güzel bir yere yerleştirdik (bevve'ne). Onlara tertemiz şeylerden rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar hiç ihtilafa düşmediler. Şüphesiz Rabbın, kıyamet günü aralarındaki ihtilaflar hakkında hükmünü verecektir.

[022.026]  «Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut» diye İbrahim'i El beyt'in yerine yerleştirdik (bevve'ne).

Yunus s. 93. ayeti, İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı kıyısına geçtikten sonraki hallerini anlatmaktadır. İsrailoğulları bu sonuca erişmek için uzun yıllar süren bir mücadele içine girmiş, Nahl s. 41. ve 42. ayetlerdeki şartları yerine getirerek, dünyada güzel bir yere yerleştirilmeyi hak etmişlerdir.

Hac s. 26. ayeti, İbrahim (a.s) ın kavminden kurtularak başka topraklara hicret etmesinden sonraki hayatını anlatmaktadır. İbrahim (a.s) bilindiği üzere müşrik kavmi ile büyük bir mücadeleye girişmiş, onların kendisine karşı kurduğu tuzaktan kurtularak onlardan ayrılmıştır. Onun kavmi ile giriştiği mücadele, yine Nahl s. 41. ve 42. ayetindeki şartları yerine getirmesi sonucunda dünya hayatında güzel bir yere yerleştirilme vaadinin gerçekleşmesine sebep olmuştur.

Kur'an kıssalarını Sünnetullah'ın toplumlar üzerinde nasıl işlediğini gösteren anlatımlar olarak okuduğumuz zaman, elçilerin ve onlara inanmayanların başlarından geçenler, sadece onlara has olmaktan çıkarak, tüm zamanlara mesajlar içeren gerçekler olarak karşımıza çıkacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an kendi içindeki anlam örgüsü ile, kendisini açan bir kitap olma özelliğini taşımaktadır. Bu çalışmamızda Nahl s. 41. ve 42. ayetlerinde Allah (c.c) tarafından verilen vaadin gerçekleşmiş şeklini Yusuf (a.s) ın hayatı üzerinden okumaya çalıştık. 

Kur'an kıssaları, Sünnetullah  olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların, geçmiş kavimler üzerinde nasıl işlediğini göstererek, gelecek topluluklar üzerinde de nasıl ve hangi şartlarda işleyebileceğini gösteren anlatımlardır. Bu nokta dikkate alınarak yapılan okumalar, bizlere Kur'an'ın gerçek hayatın tam ortasına hitap ettiğini gösterecektir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
                   

24 Mart 2017 Cuma

Allah (c.c) nin Sadece Kul Hakkını Bağışlamayacağı İddiası Üzerine Bir Mülahaza

Hakkını helal et sözü, Müslümanların birbirleri ile konuşmalarında sıkça kullandıkları bir söz, ve cenaze salatı sonrasında ise, hoca efendilerin ölen kimse için Haklarınızı helal ediyormusunuz? şeklinde sorulan bir sorudur. Bazı hoca efendilerin vaazlarında ise Allah (c.c) ye isnad edilerek Bana kul hakkı ile gelmeyin veya Allah (c.c) bütün günahları bağışlar kul hakkı hariç dediği şeklinde vaaz konusu olmaktadır. 

Kul Hakkı deyimi ile kast edilen nedir?. 

Bu deyime, Bir kimsenin başka bir kimseye karşı yaptığı her türlü yanlış davranışın adı şeklinde bir tarif getirdiğimizde, bu yanlış davranışların içine, insanların birbirlerine karşı maddi ve manevi olarak yaptıkları bütün yanlışlıkları sokabiliriz. İnsanlar birbirlerine karşı hata yaptıklarını anladıklarında kullandığı bu deyim, bir nevi özür dilemek yerine geçmektedir. Manevi anlamda yapılan hataya karşı böyle bir özrün herhangi bir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz. 

Ancak bir kimse diğer bir kimseye maddi olarak zarar vermiş, ve onu parasal açıdan sıkıntıya düşmesine sebep olmuş ise, kuru kuruya söylediği Hakkı helal et kardeşim sözü, ne kadar doğru olur, bunu düşünmek gerekecektir. Gerçek bir özrün ve helallik almanın, bu kişiye verilen maddi zararın karşılanması şeklinde olması gerektiği halde, böyle bir imkana sahip olduğu halde, söz ile borçtan kurtulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.

Allah (c.c), Bana kul hakkı ile gelmeyin, veya Kul hakkı hariç her günahı bağışlarım şeklinde bir söz söylemiş olabilir mi?. 

[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

[004.116]  Elbette Allah; kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalalete düşmüş olur.

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün elçi ve kitapların ortak çağrısı, kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıdıkları bir hayat sürmeleridir. Kendisi dışında İlah ve Rab edinmeyi Şirk olarak niteleyen Allah (c.c), hayatını şirk temelli sistemler üzerine bina etmek sureti ile geçiren, ve bu şekilde ölen kimselerin bu günahlarını asla bağışlamayacağını beyan etmektedir. 

Rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, din adına konuşarak vaazlar veren insanların, Allah (c.c) tarafından söylendiği iddia edilen Bana kul hakkı ile gelmeyin, başka ne ile gelirseniz gelin ben bağışlarım sözünün, Allah'a karşı uydurulmuş büyük bir yalan ve iftira olduğu açıktır. Din adına konuşan insanların bu kadar cahil olması, bu kimseleri dinleyenlerin de cahil kalmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın dinini onun kitabından değil de, onun adına uydurulmuş yalan, hurafe, ve iftira içeren kitaplardan ve hocalardan öğrenen insanların, din adına bildikleri de bu gibi yalan yanlış şeylerden başka bir şey değildir. 

Şirk, Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu ve insanları buna karşı uyanık olmaya çağırdığı bir kavram olarak, bütün insanları direk olarak ilgilendirmektedir. Din adına konuşan insanların bir çoğu, bu kavramın ne olduğundan bile habersiz oldukları için, haliyle şirk'in tehlikesinden bile haberdar değillerdir. Bir çok hoca efendi için bu kavram, Muhammed (a.s) ın Kabe içindeki 360 adet putu eli ile kırmasından sonra Müslüman hayatından çıkmış, artık böyle bir tehlike ortadan kalkmış gibi düşünülmektedir. Halbuki Kur'an'ı okuduğumuzda Mekke'li müşriklerin yaptıkları hataların belki daha büyükleri, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bir çok insan tarafından işlenmektedir.

Hal böyle iken, bazı hocaların kul hakkı konusunu öne çıkarmaları, şirk tehlikesinin kul hakkı kadar önemsenmediğini göstermektedir. Bu noktada kul hakkını önemsemediğimiz şeklinde bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir.

Kul Hakkı olarak bildiğimiz, insanların birbirlerine karşı verdikleri maddi ve manevi zararlar, dünya hayatında tazmin edilmesi gereken hatalardır. Bu hakkın maddi olan tarafı eğer zararı veren kişi tarafından tazmin edilme gücü ve imkanı olduğu tazmin edilmeyerek, sadece kuru kuru Hakkını helal et kardeşim sözü ile asla geçiştirilemez. 

İmkanı ve gücü olduğu halde, karşı tarafa verdiği zararı, sadece Hakkını helal et sözü ile affettirebileceğini düşünen bir kimse, bu konuda büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Kişi, hakkını yediği bir kimseden helallik almak istiyor ise, yediği hakkı geri ödemek yolu ile bunu yapabilir. Şayet bu hakkı geri gerçekten ödeme imkanı yok ise, Allah'a tevbe ederek, ve hakkını yediği kişiden özür dileyerek affını isteyebilir.

İnsanların birbirlerine karşı maddi ve manevi zararlar vermesi elbette doğru bir davranış değildir. Eğer bir kimse istemeden karşısındaki kimseye böyle bir zarar vermiş ise, özür dilemenin bir yolu olarak ondan helallik isteyebilir. Helallik istemek, insani bir davranış olup, insanların birbirlerine karşı saygılı olmasını da beraberinde getirecektir.

Üzerinde Kul Hakkı olarak bildiğimiz bazı günahlar olup ta, hayatta iken bu günahlarının tazmin ve tevbe yolu ile affını istemeden ölmüş bir kimse için hoca efendinin helallik istemesi, ölen kişinin üzerindeki günahın ondan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Kişi hayatta iken yapmış olduğu hataların bir şekilde affı için gerekli olan girişimleri yaparak, işini öldüğü zaman hocanın sorduğu soruya verilecek olan, Helal olsun cevabına bağlamamalıdır.

Kul hakkı, sadece insanlar ile sınırlı bir deyim değil, Allah (c.c) nin yaratmış olduğu hayvan ve bitki gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Hayvan ve bitki nesli, en az insan kadar yaşam hakkına sahip olan canlılar olup, onların haklarına yapacağımız herhangi bir yanlışlığın bedelini yine biz insanlar olarak ödemek zorunda kalacağız. 

Sadece kendi yaşam hakkımızı düşünerek, diğerlerinin böyle bir hakkı olmadığını düşünmek, insanın yapacağı en büyük yanlış olacak, ve bu yanlışı çevre felaketleri olarak bildiğimiz ve yaşadağımız felaketler ile ödemek zorunda kalacağımız unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kul Hakkı olarak bildiğimiz deyim, insanların birbirlerine karşı verdikleri zararın bir adı olup, insanların bu konuda çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bir şekilde böyle bir hataya düşen insanların önce bu hatayı yaptığı kişiye karşı maddi veya manevi olarak telafi, sonra da Allah'a tevbe etmek sureti ile hatasının affını isteme yoluna gitmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) nin kul hakkını bağışlamayacağını söylemiş olduğu iddiası, Kur'an ile örtüşmeyen bir iddia olup, asıl büyük günah olan şirk günahının öne çıkmasına engel olmaktadır. İnsanlar karşısındakinin hakkına, en az kendi haklarını gözettikleri kadar saygılı olmadıkça, insanın insana karşı yaptığı haksızlıklar bitmeyecek, ve bu yapılan hatalar, hesap gününde kişinin karşısına dikilecektir. 

Rabbimiz bizleri bütün canlıların yaşam hak ve hukukuna saygılı kullarından kılsın.

8 Mayıs 2016 Pazar

Yunus (a.s) ın Zulümat İçinde Kalması ve Allah (c.c) nin Kullarını Zulümattan Kurtarması

Kur'an kıssaları , Allah (c.c) nin kullarına yapmış olduğu yardım, ve tevbelerinin kabul edilmesi gibi vaadlerinin, gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren anlatımlardır. Yunus (a.s) kıssası , böyle bir vaadin sadece sözde kalmadığını , gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren bir kıssalardan bir tanesidir.

Bilindiği üzere Yunus (a.s), kendisine verilen elçilik görevinin zorluklarına katlanamayarak kavmini terk etmiş bir gemiye binerek görev alanını  terk etmiştir. Binmiş olduğu o gemiden denize atılarak, bir balık tarafından yutulduktan sonra, balığın karnında iken etmiş olduğu tevbe neticesinde, balık tarafından karaya atılarak kurtulmuştur. 

Yunus (a.s) kıssasının anlatıldığı tefsirlerde , kıssanın mesajı maalesef buharlaştırılarak masala dönüştürülmüş , modernist okumalarda ise Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi mecazi olarak okunmaya çalışılmış , balık mı Yunus (a.s) ı yuttu , yoksa Yunus (a.s) balığı mı yuttu tartışmaları ile, buharlaştırmanın bir başka versiyonu gerçekleştirilmiştir.

Kur'an kıssalarının bizlere dönük mesajlar olduğu yönündeki okuma yöntemimizi bu kıssada da devam ettirerek, Yunus (a.s) ın kurtuluşunun bize nasıl bir mesaj verebileceği yönünde okumaya çalışıp , bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[037.143]  Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi
[037.144]  Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.

[021.087] Zennunu da; hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti, derken zulumat içinde «la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn» diye nidâ etti
[021.088] Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.

Yunus (a.s) ın kıssasının ana fikri , Enbiya s. 88. ayetindeki "İşte biz müminleri böyle kurtarırız" cümlesidir. Kur'anın bir çok yerinde özellikle kıssa yollu anlatımlar ile , Allah (c.c) nin vaadi olan elçi ve inananları kurtarmasının ,Yunus (a.s) ın örneğinde gerçekleşmesinin anlatımı bize dönük olarak neler söylemektedir?. 

Enbiya s. 87. ayetine baktığımızda , Yunus (a.s) ın balığın karnındaki halinin "Zulümat" (Karanlıklar) olarak ifade edilmesinin ne anlama geldiğini , bu kelimenin geçtiği diğer ayetleri okuyarak anlamak mümkündür.

[002.257]  Allah iman edenlerin velisidir onları zulümattan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri Taguttur onları nurdan zulümata çıkarırlar, onlar işte eshabı nar, hep orada kalacaklardır
[005.016]  Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039]  Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
[006.122]  Hem bir adam ölü iken biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nur vermişiz, insanlar içinde onunla yürüyor, hiç o bittemsil zulmetler içinde kalmış ve ondan bir türlü çıkamıyacak bir halde bulunan kimse gibi olurmu? Fakat kâfirlere amellere öyle yaldızlı gösterilmektedir
[014.001]  Elif, Lam, Ra. bir kitab ki sana indirdik insanları Rablarının iznile zulmetlerden nûra çıkarasın diye: doğru o azîz hamîdin yoluna ki bütün izzet-ü hamd onun
[057.009]  Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O'dur. Doğrusu Allah size karşı şefkatlidir, merhametlidir.
[035.019-20]  Ve kör ile gören müsavî olmaz. Ve zulmetler ile nûr da (müsavî değildir).

Yukarıdaki ayetlerde , Allah (c.c) nin zulümat (karanlıklar) içinde kalmış olanları nura (aydınlığa) çıkarmasından bahsedilmektedir. Bu kelime, vahye karşı duyarsız kalmış olanların içinde olduğu durumu anlatmaktadır. 

Yunus (a.s) ın balığın karnında olmasının "Zulümat" kelimesi ile ifade edilmesini , yukarıdaki ayetleri dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Rabbimizin zulumat içinde kalanları, aydınlığa nasıl çıkardığı ise yine yukarıdaki ayetlerde anlatılmaktadır. 

Yunus (a.s) ın zulümattan kurtulmak için yaptığı, "la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn" şeklindeki duası , onun vahye yeniden yapıştığını , yaptığı hatadan döndüğünü ve pişman olduğunu göstermektedir.

Hepimiz insan olmamız nedeniyle yaşamımızın herhangi bir zamanında hata işleyebiliriz. Asıl olan, hatada ısrar etmeyerek yanlıştan dönmek olmalıdır. Allah (c.c) , Kur'anın bir çok yerinde hataları af edeceğini bizlere beyan etmektedir. Yaptığı hatanın arkasından tevbe eden bir kul "Acaba ettiğim tevbe  kabul edildi mi?" sorusunun cevabını, Yunus (a.s) kıssasında bulmaktadır. 

Allah (c.c) nin bizlere, "Evet tevben kabul edilmiştir" şeklinde vahyetmesinin imkansız olduğuna göre , tevbe eden kul (gerçek bir tevbe etti ise) ettiği tevbenin kabul edilmiş olduğunu , kendisinden önce hata yapan ve bu hatasından dönerek tevbe eden ve tevbesi kabul edilen bir kul örneği olan Yunus (a.s) ı okuyarak öğrenebilir.

Yunus (a.s) ın Saffat s. içindeki kıssasının 144. ayetindeki "Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı" cümlesi üzerinde de durmak gerekmektedir. Ayeti, sadece lafzı üzerinden okumaya kalktığımızda , balığın karnında kıyamete kadar nasıl kalabileceği sorusu akla gelebilir. 

Ancak kıssayı mesaj içerikli okuduğumuzda , balığın karnında kalmayı GÜNAH İŞLEYİPTE GÜNAHINDAN TEVBE ETMEME HALİ olarak okumak mümkündür. 

Yani Yunus (a.s) , eğer yaptığı hatadan tevbe etmemiş olsaydı , kıyamet gününde yapmış olduğu bu hatanın bedelini ödemek üzere hesap verecek , ve bunun hesabını ebedi cehennem olarak ödeyecekti . Balığın karnında (zulumat içinde) kıyamete kadar kalarak , bu günahı ile hesap verecek ve bu günahının cezasının karşılığını görecekti.

Ayrıca Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtulmasını , Allah (c.c) nin elçi ve kullarına yardım sözünün sadece vaad olarak değil , Kur'anın diğer ayetlerinde görüldüğü gibi , yerine getirilmiş bir söz olarak okumak ta mümkündür.

Yunus (a.s) ın balığın karnında olma durumunu , bir insanın başının dara düşerek bütün çıkış yollarının kapanması olarak okuyabiliriz. 

İşte böyle bir durumda kalan insana sadece kimin yardım edebileceği haber verilmektedir. Yunus (a.s) balığın karnında kalmış olsa netice ölüm olacak , eğer balığın karnından çıkmış olsa denize düşerek sonu yine ölüm olacaktı. 

Böyle bir durumda kalan insana acaba hangi güç, yardım ederek onu düştüğü bu durumdan kurtarabilir di ?. 

Bu sorunun cevabını Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtarılması ile almaktayız. Allah (c.c) dışında hiç bir gücün, Yunus (a.s) ın düştüğü sıkıntılı durumdan bir insanı kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini öğrenmekteyiz.

Tasavvuf meşrebine mensup olanların , başı darda kalanın kabir ehlinden, veya adı haşa Allah (c.c) eşitlenmiş bazı isimleri, yardıma çağırmalarının kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü buradan anlayabiliriz. 


Yunus (a.s) , Allah (c.c) dışında birilerinden Yetiş yaaa ........ diyerek yardım talebinde bulunmamış , sadece Allah (c.c) den yardım isteyerek , bu noktada yardım talebinde bulunulması gereken tek mercinin adresini bizlere vermiştir. Yunus (a.s) böyle bir merciden yardım talebinde bulunarak, darda kalana sadece ve sadece kimin yardım edebileceğini , Allah (c.c) ise, darda kalanın sadece ve sadece kimden yardım istemesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Yunus (a.s) ın balığın karnına düşme hadisesini mecaz olarak okumanın bir takım sakıncaları beraberinde getireceğini düşünmekteyiz şöyle ki ;


Allah (c.c) bizlere Yunus (a.s) ı balığın karnında iken yapmış olduğu tevbeyi kabul ederek , onu sahile attığını bildirmektedir. Bu anlatımın amacı , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul ederek , başı dara düşen bir kuluna, bütün ümitlerinin bittiği bir anda sadece onun yardıma koşabileceğini göstermektir.

Biz bu kıssayı okuyarak , böyle bir olayın gerçekleştiğini öğreniyor , ve Allah (c.c) nin vermiş olduğu sözün havada kalmadığını görüyor , ve aynı duruma bizlerin de düştüğü takdirde yapmamız gerekeni öğreniyoruz. 


Eğer bu olayı mecazi olarak okuduğumuz takdirde , başı dara düşen bir kimsenin bütün ümitleri bittiği bir anda ona sadece Allah (c.c) nin yardım edebileceğinin gerçek olarak gösterilmemiş olduğu sonucuna varılacak, ve anlatımdan hasıl olması gereken amaç buharlaşacaktır. 

Kur'anın bu tür anlatımlarını aklileştirmek sureti ile okumaya kalkmak , kişileri yanlış sonuca götürecektir. Çünkü bu olayları okumak için ortaya konulan akıl , vahyin rehberliğinde çalışan bir akıl değil , vahiy dışı kaynaklardan beslenen akılların ortaya koyduğu ideolojilerden beslenen akıllardır. Devşirme kaynaklardan alınan okuma yöntemlerinin Kur'ana uyarlanmaya çalışılması sonucunda düşülen yanlışlara , özellikle kıssalar ile ilgili yazılarımızda değinmeye çalışmaktayız.

Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , önceki nesillerin yaşanmış olaylarından verdiği örnekler ile , sonraki nesillerin yaşayacakları olaylara karşı nasıl davranış sergilemesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi ve ondan kurtarılmasının anlatılmasının ise bize dair olan mesajı ise , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul etmesi , ve kulun bütün ümitlerinin kesildiği bir anda bu yardımı kendisinden başkasının yapamayacağının bizlere gösterilerek , ona denkler tutmak sureti ile başkalarından yardım talebinde bulunmamamız gerektiğini öğretmesidir. 


                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Ocak 2016 Salı

İHSAN ŞENOCAK : Allah (c.c) nin Buhari ve Müslim'e İmanı Emrettiğini İddia Eden Bir Müfteri

Son yıllarda Türkiye geneline baktığımızda , geleneksel düşüncede hakim olan din konusunda rivayetlerin belirleyiciliğine karşı , Kur'anın belirleyici ve hakem olmasını savunan düşüncenin filizlendiğine şahit olmaktayız. Ancak bu filizlenmeye, din konusunda rivayetlerin belirleyici olmasını savunanlar tarafından şiddetli bir biçimde karşı çıkıldığı da malumdur. 

Kur'anın din konusunda belirleyici ve hakem olmasına karşı çıkanların bayraktarlığını yapan şahsiyetlerden bir tanesi de İhsan Şenocak adlı bir kişidir. Yapmış olduğu konuşmalarda , din konusunda Kur'anın belirleyici ve hakem olmasını savunan kişileri hedef alarak onları acımasız bir biçimde eleştiren bu kişi, rivayetleri savunmak adına Allah adına yalan ve iftira atmayı dahi göze alacak kadar gözü kararmış bir halde, Kur'ana karşı rivayetleri savunmaya devam etmektedir. 

Bu yazımızda, onun bu konudaki konuşmasından bir kesit sunup, nasıl bir şirk içinde olduğunu göstererek, kendisini ve kendisi ile aynı düşünceyi paylaşanları  şirklerinden dönmeye davet edeceğiz.





İzlemiş olduğunuz video da , İhsan Şenocak adlı kişi , "Buhari ve Müslim'i hakem kılmayı Müslüman olmanın şartı olarak görmekte ve bu şartı söylerken ,"BEN DEMİYORUM ALLAH DİYOR KARDEŞİM" diyerek Allah (c.c) adına yalan ve iftira uydurmaktadır.

"Buhari" ve "Müslim" adlı rivayet kitapları din de belirleyici ve hakem midir?. 

Adını verdiğimiz kitaplar bilindiği üzere , Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin toplandığı kitapların iki tanesinin ismidir. Zaman içinde özellikle bu iki ismi taşıyan kitaplar, İslam dünyasında Kur'anın önüne geçirilerek , din de belirleyici ve hakem kılınan marka isimler haline getirilmiş , bu kitaplara yapılacak en küçük bir itirazın, kişinin dinden çıkarak "Kafir" damgası yemesine sebep olacağı şeklinde bir düşünce geliştirilmiştir.

"Buhari" ve "Müslim" in bu kadar savunulmasının amacı nedir ?. 

İhsan Şenocak ve benzer kişilerin, bu kitapları böyle hararetli bir şekilde savunmasının altında yatan sebeplerin en başta geleni , bu kitaplar içindeki bir takım rivayetlerin , Kur'an ile uyum arz etmeyen bir yapıya sahip olmasına rağmen , bu rivayetlerin dini inanç haline getirilmiş olmasıdır. Kur'an hakem kılınarak bu rivayetler tahlil edildiği takdirde , bu kişilerin savunduğu din anlayışı büyük bir çöküş içine gireceğini kendileri de bildiği için, bu kadar hararetli bir savunma içine girmişlerdir.

Kardeşim Allah (c.c) kitabında "Allah a ve resulüne itaat edin" şeklindeki emirlerini inkar mı ediyorsunuz siz ?.

Allah (c.c) nin kitabında, kendisine ve resulüne iman etmemizi emreden ayetlerin hiçbiri inkar edilemez. Ancak , "Resule itaat" emrini hadis kitaplarında onun söylediği rivayet edilen sözlere bağlamaya itirazımız vardır neden mi ? ; 

Herhangi hadis kitabında rivayet edilen bir hadis , Muhammed (a.s) ın ağzından çıktığı anda yazılmış bir söz değildir. Onu dinleyen sahabenin , duyduklarından akıllarında kalanı, bir başkasına aktararak, onun vefatından onlarca yıl sonra yazıya geçirilmiş olan sözlerdir. Sahabe ve ondan sonrakiler tarafından yapılan bu aktarımlarda , insan olmanın bir neticesi olarak , yanlış anlamak , unutmak gibi durumların yanı sıra , konuşmanın yarısında gelerek bir kısmını dinleyememenin vermiş olduğu bazı yanlış anlama ve aktarımlar söz konusudur.

Kur'an , kendisinde böyle bir problem asla söz konusu olmayan , indiği anda yazıya geçirilerek , en küçük bir hataya dahi yer verilmeyen bir kitap olarak elimizde bulunmaktadır. Problem olan nokta , hadis kitaplarının aynı Kur'an gibi olduğu muamelesine tabi tutulmasıdır. Bu kitaplar eğer üzerinde mahalle baskısı oluşturulmadan Kur'ana eş değer görülmemiş olsaydı , bu kadar kavganın meydana gelmesine gerek dahi kalmazdı. Bu kavganın baş müsebbipleri , zaman içinde bu kitaplara aşırı bir değer yükleyerek Kur'anın önüne geçirenlerdir.

Allah (c.c) bizlere "Buhari" ve "Müslim" e itaat etmemizi mi emrediyor?.

Allah (c.c) nin bizlerden böyle bir itaat istediği iddiası , İhsan Şenocak'ın okuduğu bir ayetin o anlama geldiğini iddia etmesinden başka bir şey değildir. Bu düşünce hocanın indi düşüncesi olup "Ben böyle olduğunu düşünüyorum" demiş olsa idi bu hoşgörülebilir di, fakat "BEN DEMİYORUM ALLAH DİYOR KARDEŞİM"  şeklinde bir iddia ALLAH ADINA KONUŞMAK anlamına gelip , Allah (c.c) adına konuşmak Muhammed (a.s) ile bitmiş olup ,böyle bir konuma ondan sonra kimse sahip olmayacaktır.

İhsan Şenocak'ın okumuş olduğu "Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." mealindeki Nisa s. 65. ayetinin nasıl anlaşılması gerekmektedir?.

Ayetleri bağlam gözetmeden , veya bağlamından kopararak okuma metodu , kendi ön yargılarını Kur'ana kabul ettirmek isteyenlerin en çok başvurdukları bir yöntem olup , bu yöntemi iddia sahibi olan zat çok açık bir biçimde kullanmaktadır şöyle ki;

İlgili ayetlerin bize dönük herhangi bir mesajı olmadığını iddia etmemekle birlikte , öncelikle ilk hitabın dikkate alınması gerektiğini düşünerek , sonra ki aşamada bize dönük nasıl bir mesajı olduğu anlaşılmaya çalışılabilir.

Nisa s. 65. ayeti , 60. ve 70. ayetler arası bir bağlama sahip olarak bütünlük içinde okunması gereken bir ayettir. 60. ayetten itibaren "Münafık" olarak bahsedilen kişilerin , iman ettiklerini iddia ettikleri kitabın hakemliğini ret ettiklerini görmekteyiz. Ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuzda , münafıkların çekiştikleri şeylerde , iman ettikleri kitabın hakemliğine başvurmadıkça iman etmiş sayılmayacağı beyan edilmektedir. 

Ayeti bağlamından koparıp , sonra bu hakemliğin bu gün hadis kitaplarına düştüğünü "Ben demiyorum Allah diyor kardeşim" şeklinde cezbeye gelmiş sofiler misali söylemek, zalimlikten başka bir şey değildir.

Ayet içinde geçen "seni hakem tayin edip" cümlesi , Muhammed (a.s) ın kendisine inen kitabın haricinde bir hakemliği olduğunu mu, ve bu gün bu hakemliğin Buhari" ve "Müslim" gibi hadis kitaplarına düştüğünü mü ifade etmektedir ?.

[004.105]  Doğrusu Biz sana gerçeğin ta kendisi olan kitab (Kur'an)'ı indirdik ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma!
[003.023]  Kendilerine Kitapdan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar, sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir.
[024.051]  Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: «İşittik, itaat ettik» demek, ancak müminlerin sözüdür, işte saadete erenler onlardır.
[005.048]  Kuran'ı, önce gelen Kitap'ı tasdik ederek ve ona şahid olarak gerçekle sana indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu, verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.
[005.049]  O halde, Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Allah'ın sana indirdiği Kuran'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.
[042.010]  Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah'a mahsustur. İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O'na dayandım ve O'na yönelirim.
[006.114]  «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerde , Muhammed (a.s) ın kendisine inmiş olan kitabın hakemliğine uyduğunu görmekteyiz. Problem "Elçiye itaat edin" şeklindeki emirlerin bu gün nasıl okunması gerektiğinde düğümlenmektedir. İhsan Şenocak adlı kişi bu düğümü Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarının çözeceğini iddia etmektedir. 

http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/12/hasr-s-7-ayeti-resulun-verdigini-almak.html
http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/01/tevbe-s-29-ayeti-allah-ve-elcisinin.html

Yukarıdaki linkler , "Allah ve Resulü" şeklinde geçen ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaştığımız yazılardır.  

 Nisa s. 65. ayetine dönecek olursak, bu benzeri ayetler bu gün nasıl anlaşılmalıdır ?.

Muhammed (a.s) ın hakem olmasının anlamı , öncelikle onun "Resul" olmasının ne anlama geldiğinin anlaşılmasından sonra mümkün olacaktır.

Resuller , Allah (c.c) nin insanlar içinden seçtiği insanlar olup , onların görevi aldıkları vahyi insanlara aktarmaktır. Bu aktarmayı postacılık ile aynı anlama geldiğini söylemek istemediğimizi hatırlatarak , aynı vahyin muhatabı kendilerinin de olması nedeniyle , okudukları vahyi hayatlarına en doğru pratize eden "Üsvetün hasene" yani güzel örneklerdir. 

Muhammed (a.s) bu örneklerin sonuncusu olup , yaşadığı zaman zarfı içinde ,kendisine inen kitabı hakem yapan bir hayatı devam ettirmiştir. Onun vefatı sonrasında ,"Vahiy merkezli din" yerine "Elçi merkezli din" anlayışı hakim kılınarak , bu gün meydana gelen  elçinin konumu tartışmalarının önü açılmıştır. 

Vahyin belirleyiciliği yerine , rivayetlerin belirleyici olmasına sebep olan bu din algısı , resulun görevini daha yukarılara taşıyarak , onu din koyucu bir konuma getirmiş , ve onun söylemiş olduğu rivayet edilen sözleri "Vahiy" ile eşdeğer hale getirmiştir. Bu eşdeğer kılma çalışmaları , yine bazı Kur'an ayetlerinin ön yargılar sonucu ve bağlamından koparılarak okunması ve ona atfen yalan ve iftira türünden hadisler uydurularak yapılmıştır. 

"Buhari ve Müslim tapıcılığı" olarak ifade edebileceğimiz durum , bu tür bir din algısının yansıması olup , "Buhari çökerse din çöker" , "Buhari yere gök , göğe yer dese inanacaksınız" türünden bildiğimiz söylemler bu düşüncenin yansımasıdır. 

Elçinin sözlerini Kur'an ile eşdeğer tutmak düşüncesi , Elçiyi ilah , veya Allah (c.c) nin elçisinin seviyesine indirilmesi gibi bir itikadi bozukluğu beraberinde getirir. Elçinin söylemiş olduğu sözlerin içinde bulunduğu kitaplar , o kitaplardaki rivayetleri toplayan kişilerin içtihatları sonucunda belirlenmiş olan rivayetler olup , sahih olup olmaması kişilerin içtihatları ile belirlenmiştir.

Bizler bu gün , kişisel içtihatların belirlediği rivayetlerin toplandığı kitapları , Allah (c.c) nin kitabı olarak görür , bu kitaplara iman edilmesi gibi bir şartın Allah (c.c) tarafından emredildiği gibi bir iddia içinde olduğumuz takdirde bu iddianın bize getirisi "Küfr" ve "Şirk" ten başka bir şey olmayacaktır. 

İhsan Şenocak'ın iddiasına göre , Allah (c.c) eğer Müslüman olmak için , Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarına iman etmeyi şart koştu ise , Buhari ve Müslim gibi hadis kitapları tedvin edilmeden önce yaşayanlar Müslüman değilmiydi ?.

Sonuç olarak ; İhsan Şenocak adlı kişinin cezbe halindeki dervişler misali ağzından çıkan sözler, aklı başında bir müslüman tarafından söylenecek sözler değildir. Rivayetleri kotarmak için ortaya atılan düşünceyi seslendirirken ,"BUHARİ HAKEM OLMADIKÇA , MÜSLİM HAKEM OLMADIKÇA, ALLAH'A YEMİN OLSUN Kİ MÜSLÜMAN OLAMAZSINIZ ALLAH DİYOR KARDEŞİM BEN DEMİYORUM" şeklindeki sözler ,  "«Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?»" beyanı gereğince , tek hakem olması gereken kitabın, KUR'AN olduğunu ret ederek bu kitaba, kişilerin içtihatları ile belirlenen Muhammed (as) ın söylemiş olduğu rivayet edilen sözleri ortak koşması nedeniyle Allah adına yalan ve iftira atmak denilen cürüm'ün işlenmesi anlamına gelmektedir.

[011.018]  Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kim vardır? Bunlar Rabblarının huzuruna götürülürler ve şahidler: Rabblarına yalan uyduranlar bunlardır, derler. Bilin ki; Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.

"Ben demiyorum Allah diyor" ifadesi asla kullanılmaması gereken bir söz olup , sahibini "Allah (c.c) adına konuşmak" konumuna getirir ki , böyle bir yetki seçilmiş elçiler haricinde kimseye verilmemiştir. 

İhsan Şenocak'ı "Müfteri" olarak itham etmiş olmamız, ona ve onun gibi düşünenlere hakaret mahiyetinde bir söz olmayıp , söylenen sözün , kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü göstermek içindir. 

Ona ve onun gibi düşünenlere tavsiyemiz şu dur ; Yol yakın iken tevbe edip , kendinizi Kur'anın hakem kılındığı bir din anlayışına teslim ediniz. Eğer bu yolda devam ederseniz , Allah (c.c) uydurduğunuz yalanlar hesap gününde yakanızı bırakmayacak ve bunun cezası ağır biçimde size ödetilecektir. 

Bu yazı, başta sözün sahibi olmak üzere,  bu sözü sahiplenenlere bir tebliğ mahiyetindedir .

                ŞAHİD OL YA RAB , ŞAHİD OL YA RAB, ŞAHİD OL YA RAB 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Aralık 2015 Cumartesi

Maide s. 18. Ayeti: Kendilerini Allah (c.c) nin Oğulları ve Habibi Zannedenler

Kur'an içinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetler , çoğu Müslüman tarafından sadece onlara has olarak olduğu zannı hakim kılınarak , klasik tefsir usulünde bile kural haline gelen , "Hükmün hususi olması umumi olmasına mani değildir" kaidesince okunmamış , sadece onlarla ilgili bir çerçeveye hapsedilerek okunmaya çalışılmış, onların yaptığı hataların aynısı tekrarlanarak verilmek istenen mesaj maalesef ıskalanmıştır.

Bundan önceki yazılarımızda , Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetlerin , bizlere dönük mesajını okumaya gayret ettiğimiz gibi , bu yazımızda da Maide s. 18. ayetinin, bize dönük mesajını okumaya gayret edeceğiz. 

Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr(masîru).

[005.018]  Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğullarıyız ve habibleriyiz» dediler. De ki: « O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?» Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.

Maide s. 18. ayetini okuduğumuzda , Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin özel kullar olduğu iddiaları red edilerek, onlarında diğer insanlar gibi oldukları , diğer insanlar için geçerli olan yasaların onlar içinde geçerli olduğu beyan edilmektedir. 

«Biz Allah'ın oğullarıyız» ifadesi ile, bütün Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini Allah'ın oğulları saydıkları düşünülmesin. 

[009.030]  Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.

Tevbe s. 30. ayetinden anlaşılacağı üzere , Allah'ın oğlu olma iddialarının elçiler için uydurulmuş olduğu görülmektedir.Bu ayet , Yahudi ve Hıristiyanların elçilere, Allah'a oğulluk isnad ederek, kendilerine Allah katında prestij sağlama düşüncelerini red etmektedir. İman iddiasında bulundukları elçiye ,Allah (c.c) nin vermediği bir ayrıcalık yükleyerek başkalarına karşı bir üstünlük yarışına girme hastalığı Yahudi ve Hıristiyanlardan , biz Müslümanlara geçen bir hastalıktır.

Kendilerine elçiler üzerinden ayrıcalık tanıma hastalığı biz Müslümanları , Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) nin HABİBİ olarak görmeye kadar götürmüştür. Maide s. suresi 18. ayetinde geçen iddialardan biri olan "Ehibbauhu" (Onun habibleriyiz) ifadesi , "Ebnaullahi" (Allah'ın oğularıyız) ifadesi gibi elçiler üzerinden prestij kazanma düşüncesinin bir ürünüdür. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesinde ortaya çıkan bu durum , elçileri yarıştırma hastalığına tutan Müslümanlar tarafından, Muhammed (a.s) için geri planda kalması anlamına gelerek , ona da "Habibullah" yakıştırması yapılmaktadır.

Habib edinmeyen Allah (c.c), Muhammed (a.s) ı Habib edinir mi ?. 

Kur'an çevirilerine dahi sokulan "Qul" (De ki) şeklinde başlayan ayetlerde, "Ey habibim de ki" şeklindeki ilaveler, bu inancın nasıl bir hale geldiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Allah (c.c) nin İbrahim (a.s) ı "Halil" (Dost) (4.125) edinmesine nazire olarak, Muhammed (a.s) ı Habib edindiği iddiası asılsız rivayetlere dayanan bir iddiadır.

[069.044-6] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.

Habib olarak seçilmiş !! bir elçinin ümmeti olmak, bizleri öyle bir atalet içine düşürmüştür ki , şefaat inancı ile pekiştirilmiş olan bu elçi, bizleri almadan cennete gitmeyecek kadar şefkatli ve merhametli , hatta bu merhameti Allah (c.c) den daha fazladır !!.

Bir çok ayette geçen , Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu vurgusu ötelenerek, elçilikten daha fazla bir görev yüklemek düşüncesi , biz Müslümanların yüzyıllardır süren bir hastalığı olarak , geçmiştekilerin "seçilmiş kul" hastalığının bize bulaşması neticesinde oluşmuş ve bu günkü zelil durumumuzun en büyük müsebbibidir.

Maide s. 18. ayetinin , Allah (c.c) için hiç bir şekilde kimse için "Özel elçi" veya "Özel kul" statüsü tanımadığının ifade etmesi açısından okunarak, "Sünnetullah" denilen yasalar önünde her kulun eşit olduğu yönünde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Allah (c.c) nin Müslümanlar dahil kimse için herhangi bir özellik tanımadığı bilinci bizlere de hakim olmadıkça bu günkü zelil durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları , "Sünnetullah" adı verilen yasaların onlar üzerinde canlı örnek olarak nasıl işlediğini göstermesi bakımından çok iyi okunması gerekirken , bu ayetler maalesef sadece onlarla ilgili olduğu zannı ile okunarak bizlere dönük bir okuma yapılmamaktadır.


Bu gün Müslümanlar olarak başımıza gelen sıkıntılara karşı "Allah'ım gökten melekler ile yardım et" gibi dualara karşılık verilmeyişinin sebepleri üzerinde hiç durmadan aynı duaları tekrarlamaktayız. Allah (c.c) Kur'anda "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım usulü, sadece Müslümanlara has değil , bu yardımı hak eden herkes için geçerlidir. 

Rum suresinin ilk ayetlerinde okuduğumuz , Müslüman olmayan iki ordunun savaşında Allah (c.c) nin yardım etmesi konusu biz Müslümanlar tarafından doğru okumuş olsa , Allah (c.c) nin yardımının hak edene olduğu okunarak , bizlerin gökten melek beklentisinin ne kadar boş olduğu da anlaşılacaktır. 

Bedir ve Uhud savaşları , savaşa katılan sahabenin kahramanlıklarının anlatıldığı rivayetlerle gölgelenmiş bir vaziyette olarak, Sünnetullah'ın nasıl işlediğinin açık seçik göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği üzere Bedir savaşında Müslüman ordusu, Uhud savaşında ise müşrik ordusu galip gelmiştir.  "Bedir de galip gelen Müslüman ordusu , Uhud da neden mağlup oldu ?" sorusunun cevabının doğru olarak verilmesi Sünnetullah'ın da doğru anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu savaşlarda ki tarafların mağlubiyetini ve galibiyetini, Sünnetullah yasaları üzerinden okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Bedir savaşında meleklerin inerek savaştığı yönündeki iddialar , bizleri büyük bir hataya düşürerek elinde kılıç ile savaşan meleklerin indiği zannına kaptırmış , bu zan öyle bir hal almıştır ki, bizler hala böyle meleklerin inerek bizler yerine savaşmasını beklemekteyiz, ama böyle bir durum meydana gelmemektedir. 

Allah (c.c) hiç bir zaman gökten elinde kılıç ile melekler indirmMEmiş ve indirMEyecektir. Bu savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyet , arz üzerinde geçerli olan yasaların tecelli etmesi sonucunda olup , Bedirde galip gelinerek Uhudda mağlup olmaları, tamamen harp ile ilgili evrensel yasaların uygulanıp uygulanmaması sonucundadır. 

Allah (c.c) nin "Melek" veya "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım şekli, onun yardımını hak etmiş olmanın somuta dökülmüş bir anlatım şekli olup bu anlatımı literal bir okuma ile anlama sonucu ortaya çıkan görüşler , ümmetin bu günkü zelil haline zemin hazırlamıştır.

Bizler , Maide s. 18 ve benzeri ayetleri dikkatli bir biçimde okuyup hayata yansıttığımız takdirde , Allah (c.c) katında bütün kulların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu , bu eşitliği bozacak herhangi bir özel statü , hiç bir insan , hiç bir kavme ve hiç bir dini topluluğa tanınmadığını anlayabiliriz.

Allah (c.c) nin vaad ettiklerine nail olmak için belirli bir kimliğe mensup olmak değil , onun koyduğu yasalara tabi olmak gerekmektedir. Bu yasalara tabi olmayan , kim olursa olsun peygamber dahi olsa, alacağı karşılık farklı olmayacaktır.

Bu gün eğer Müslümanlar olarak üzerimizde bulunan zillet ve meskenet damgasının kalkmasını istiyorsak bu damganın kalkması için gerekli olan kurallara uymak zorundayız. İsrailoğulları denen topluluk bu yasaları Müslümanlardan daha iyi okuyarakgüçlenmiş , ve bu gün Müslümanlara zulmeder bir hale gelmişlerdir. İsrailoğullarının güç sahibi bir hale gelmesi onların Allah (c.c) nin seçilmiş kulları olduğu için değil , onun koymuş olduğu yasalara İsrailoğullarının tabi olması nedeniyledir. Eğer bu yasalara bu gün biz Müslümanlar tabi olur isek, ibre tersine dönerek bizim lehimizde işleyecektir. 

"O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder"

Kur'anın bir çok ayetinde gördüğümüz bu ibare , hiç bir yerde Allah (c.c) nin keyfi bir davranışta bulunmasını değil , onun bağışlaması ve azap etmesinin bir kurala bağlı olduğunu , hak edene , neyi hak etti ise onun verileceğini beyan etmektedir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin vermediği özel bir statüyü kendilerine verilmiş zanneden Yahudi ve Hıristiyanların bu düşüncelerini red eden ayetleri okuyan biz Müslümanlar , bu özelliğin onlar yerine  bizlere verildiğini zannederek , kendisine Muhammed (a.s) ı Habib edinmiş bir Allah tasavvuru içine girerek , kendimizi özel bir statüye tabi olan kullar zannetmekteyiz. 

Büyük günah işlemiş olsak ta bizler  için şefaatçi olacağını vaad eden !!!, Allah (c.c) nin habibi olmak şerefine nail olan !!, bir elçinin cenneti garantilemiş ümmeti olan bizler için artık yatma zamanı gelmiş ve bizim yerimize kafirler ile gökten meleklerin inmesini beklemekten başka işimiz kalmamıştır. Ancak bu düşünce bizleri dünyanın en zelil ve zulme uğrayan bir topluluğu haline getirmekten başka bir işe yaramamıştır. 

Bu zulüm ve zillet halinden çıkış yolu , Allah (c.c) nin özel bir statüye sahip kul olma inancını terkederek , onun koyduğu yasalara göre hareket eden bir topluluk haline gelmeye çalışmaktır. Kur'anın bir çok ayet bu konularda bilgi vermiş olmasına rağmen sadece hitap kitlesi ile sınırlı bir okumanın sonucu , yapılan anlatımlardan gerekli olan mesajın çıkarılmamasını sağlayarak bir nevi geçmişlerin masallarını anlatan bir kitap olarak duvarlardaki yerini korumaktadır. Kur'an duvarlardan inerek doğru bir okumaya tabi tutulmayı ve bu okumanın hayata geçirilerek, bizlerin "Hayırlı ümmet" vasfını yeniden kazanmamızı beklemektedir. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Allah (c.c) nin Bilgisini Sınırlayan Düşüncenin Batıllığına Dair "İbrahim'in Misafirleri" Kıssasından Bir İhticac

Muhammed (a.s) ın vefatını müteaakiben başgösteren siyasi ayrılmalar neticesinde, bu ayrılıklar akidevi bir temele oturtulmaya çalışılmış bir çok fırka ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda islam topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı toplumlardan insanların islama dahil olmaları neticesinde müslümanlar farklı kültürlerle tanışmışlar,  bu durum Yunan  , İran ve Hint düşüncesinin İslam düşüncesi ile harmanlanması şeklinde gelişmiştir. 

Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır.  "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir. 

Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.

Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır. 

Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir. 

Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz. 

Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.

"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği  iddialarıdır

Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra  yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.

Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması   üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.

Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız. 

Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.

Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır. 

Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.

Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler. 

Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz. 

Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.

İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız. 

İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir. 

Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;

"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" 

  Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.

Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.

Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).

Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir. 

Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir. 

İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.  

Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?. 

Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir. 

Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen  , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler. 

[051.0337]  Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık

Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.

Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?. 

Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu. 

Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak  , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir. 

Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?. 

"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.  

Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.

Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir. 

Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler. 

Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;

[015.088]  Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.

Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?. 

El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler  , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.

Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.  

Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman  ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir. 

Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Nasr Suresi : Allah (c.c) nin Yardımı ve Fethi

Kısa bir sure olduğu için "Namaz suresi" olarak isimlendirilen ve alelacele okunarak ne demek istediğinin anlaşılma gereği bile duyulmadan okunan bu sure, içinde Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işleyişi konusunda önemli mesajlar taşımaktadır.

[110.001] Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde,
[110.002] Ve insanların fevc fevc Allah'ın dinine girdiklerini gördüğünde;
[110.003] Rabbini överek tesbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul edendir.

NASR Suresi; Mekke'nin fethinden sonra indirilmiş olan ve 3 ayeti kapsayan bir sure olup 
bu surenin anlaşılması için, Kur'an'ın nazil olmaya başladığı ilk ayetten başlayarak 23 yıllık bir sürece yayılan ve bu sürecin anlatıldığı ayetleri okumak gerekmektedir. Sure; Muhammed(a.s)'ın elçiliği ile başlayan bir mücadelenin sonucunu anlatmakta olup, bu sonuca varmak için gerekli olan mücadele metodu ve bu metodun Muhammed(a.s) ve ashabı tarafından uygulaması bütün Kur'an içine yayılmıştır.

Bu sonuca varmak için uygulanan yol ve yöntem bizler için de bir örneklik taşımakta olup, bizlerin de Allah(c.c)'nin yardımı ve fethine mazhar olmamız için bu yolu izlememiz gerekmektedir. Dün Mekke'de hakim olan şirk ve zulüm sistemi, bugün aynı şekilde yeryüzü üzerinde hakim olup, bu düzenin ortadan kalkması için bizden önceki elçi ve onlarla beraber olanların yollarının izlenme mecburiyeti vardır.

NASR Suresi'nin anlaşılması için; öncelikle nuzül öncesi Mekke toplumunun inanç ve yaşantısının bilinmesi gerekmektedir.

Sadece Allah(c.c)'yi Rab ve İlah olarak tanımak ile yükümlü bir hayat sürmek için yaratılmış olan insanlar (ZARİYAT 51:56), zaman içinde bu yükümlülüğü unutarak, başka ilah ve rablere yönelmiş ve adına "şirk" denilen ameli işlemek durumuna düşmüştür. Allah(c.c); Adem(a.s) ile Muhammed(a.s) arasında, sayısını kendisinin bildiği birçok elçi göndererek bu yükümlülüğü bizlere hatırlatmıştır. Elçiler vasıtası ile yapılan bu hatırlatmalar, şiddetli bir karşı çıkmayı da beraberinde getirmiş ve neticesinde kabul etmeyenlerin helak edilmesi gerçekleşmiştir.

Muhammed(a.s) öncesi elçilerin bu mücadeleleri Kur'an içinde "kıssa" şeklinde anlatılarak, Muhammed(a.s) ve ashabının nasıl bir yol izlemesi gerektiği yaşanmış örneklerle gösterilmiş ve bu örnekler onlara ve bizlere bir yol haritası olarak Kur'an içinde bulunmaktadır.

Muhammed(a.s)'ın elçi olarak gönderilmiş olduğu Mekke toplumu, adına "şirk" dediğimiz Allah(c.c) dışındakilerin belirlemiş olduğu bir hayat sistemi içinde yaşam sürmekteydiler. Allah(c.c)'nin elçisine indirmeye başladığı vahyinin temel çağrısı; sadece kendisinin İlah ve Rab olarak belirlendiği bir hayat sistemi içinde yaşanması gerektiğidir. Ancak bu çağrıya muhatap olan Mekke toplumunun ileri gelenleri, ellerinde bulundurdukları gücün gitmesi korkusu ile önceki müşrik atalarının yollarını izleyerek, Muhammed(a.s)'ın çağrısına var güçleri ile karşı çıkmışlardır.

Mekke'de ilk yıllarda nazil olan surelere baktığımızda; Mekkeli müşriklerin bu karşı çıkmaları net bir biçimde okunmaktadır. Allah(c.c); onların bu çıkışlarına karşı Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlara, kendilerinden önce gelen elçi ve mü'minlerin mücadelelerini anlatarak, nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini göstermiştir. Muhammed(a.s) öncesi elçilerin mücadelelerinde en önemli nokta; kafirler ile hiçbir şekilde uzlaşma ve tebliğden geri çekilme şeklinde bir yönteme başvurulmaması idi. Bu noktada Yunus(a.s)'ın sabırsızlığı ve Nuh(a.s)'ın sabrı örnek gösterilerek, iman edenlere gerekli yol haritası çizilmeye çalışılmıştır.

Bununla birlikte Kur'an'da Allah(c.c)'nin yardımının bir kurala bağlı olduğu ve bu kuralın mü'min-kafir ayrımı yapılmadan "hak ediş" kuralına bağlı olarak işleyeceği beyan edilmiştir. Bu konuda yine yaşanmış örnekler verilerek, kimsenin "armut piş ağzıma düş" tarzında bir hayat sürerek Allah(c.c)'nin yardımını beklememesi istenmektedir.

"Sünnetullah" dediğimiz; Allah(c.c)'nin toplumsal yasalarının işlemesi için Kur'an içinde vaaz etmiş olduğu hükümler, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar tarafından 23 yıllık bir mücadele süreci içinde yerine getirilerek Mekke şehri fethedilmiştir.

Mekke'nin fethedilmesi sadece o belde ile sınırlı bir olay değildir. Mekke'yi küfrün ve şirkin hakim olduğu prototip bir belde olarak düşündüğümüzde, bu beldenin fethedilmesi evrensel bir mesaj içermektedir. Küfr ve şirk düzenlerinin yıkılarak yerine tevhidî bir sistemin ikame edilmesi için bu fethe zemin hazırlayan olayları çok iyi tahlil etmek gerekmektedir. Bu tahlil Kur'an ayetlerinde ayan beyan ortada olup, zanna dayalı siyer ve hadis malzemelerini okuyarak olayı eskilerin masalları tadında okumak bizlere bir şey kazandırmayacaktır.

Yaşadığımız beldeleri dünün Mekkesi olarak gördüğümüzde, bu beldelerde tevhidî bir sistemin hakim olması için Mekke'nin fethedilmesine kadar süren süreci iyi anlamak ve hayat içinde pratize etmek gerekmektedir. Bu noktada, hicret sonrası Medine'de nazil olan ayetlerde birebir yaşanmış olaylardan örnekler verilerek, yaşanmışlıklardan ibretler çıkarılması amaçlanmaktadır.

ZARİYAT 56 ayeti ve benzeri ayetler, bizlerin kime kul olacağımızı beyan etmekte olup, bizden önceki elçi ve onlarla birlikte olanların yapmış oldukları, sadece Allah(c.c)'nin Rab ve İlah olarak tanındığı bir hayat sistemi mücadelesi bizlerden de istenmektedir. Bu mücadele elbette bizden öncekilerin başlarına gelenlerin bir benzeri, belki de daha şiddetlisi olacaktır. İşte bu merkezde Kur'an'ın bizden öncekilerin yürütmüş olduğu mücadele metodunu anlattığı ayetler yolumuzu aydınlatacaktır.

Bugün bizler bu mücadeleyi nasıl bir söylem üzerine bina ederek insanların "FEVC FEVC" bu dine rağbet etmesini sağlayabiliriz?

Bu sorunun cevabı yine Kur'an içinde mevcuttur.

Bugün insanlık, her çağda olduğu gibi müstekbirlerin baskı ve zulmü altında inlemektedir. Bu baskı ve zulme karşı çıkan ideolojilere baktığımızda, insanlar tarafından üretilmiş oldukları görülmektedir. Sonları "izm" ile biten düşünce sistemlerine baktığımızda, bu düşüncelerin baskı ve zulme karşı çıkmak gibi bir temele dayalı olduğunu görmekle birlikte, iş başına geçtikleri zaman kendi düşüncelerinin karşısında olanlara aynı baskı ve zulmü uyguladıkları görülmektedir.

Bizler, bugün yeryüzünde hakim olan sistemlerin karşısına Allah(c.c)'nin önermiş olduğu sistemi teklif ederek söylem geliştirmek zorundayız. Bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayanların, bölük bölük olmuş ve farklı düşünceler içinde olması veya bu gün "İslam Devleti" adı altında yapılan bazı uygulamaların gerçek İslam olduğu zannına kapılanlara karşı bizler, doğru olanın "KUR'AN" içinde mevcut olduğunu anlatarak, yanlış uygulamalar nedeni oluşan korku ve nefreti en aza indirebiliriz.

Dünyadaki bağımsızlık ve özgürlük söylemlerinin en büyük yanlışı; bu söylemlerin beşer kaynaklı oluşudur. Bizler bu söylemlere karşı "Bizi bir beşer mi doğru yola iletecek?" şeklinde itiraz üretip, gerçek doğru yolun bütün beşeriyeti yaratan, yegane "Rab" ve "İlah" olan Allah(c.c)'nin çağlar boyunca bizler için göndermiş olduğu sistem olduğunu ve bu sistemi dünya üzerinde yaşayan bütün insanlara, bizden önceki elçilerin ve onlarla birlikte olanların izledikleri yolu takip ederek anlatmak zorundayız.

Gerçek ve bağımsızlık ve özgürlük, kullara değil onları yaratana teslim olmaktır.

Müslüman kimliğine sahip olduğumuzu iddia eden bizler, bu kimliğin gereği olan sadece Allah(c.c)'ye kul olmak yerine O'nun dışındakilere kul olmayı yeğlediğimiz için, bırakın İslam'ın evrensel çağrısını bütün dünyaya anlatabilmeyi, böyle bir çağrıdan bile habersiz yaşamaktayız. Bu habersizlik başkalarını da haberdar edememeyi beraberinde getirerek, İslam hakkında yanlış bir imaj oluşmasına ve yaratanın değil, yaratılanların ilah ve rab konumunu yükseltilmesine sebebiyet vermiştir.

NASR 1 ayeti, uzun yıllar süren bir sürecin sonucunu anlatmakta olup 2. ve 3. ayetleri bu sürecin kazanılması neticesinde kimsenin gurur ve kibire kapılmadan bu başarıya ulaşılmasına Allah(c.c)'nin yardımının sebep olduğu bilincinden uzaklaşılmamasını öğütlemektedir. Allah(c.c)'nin yardımı ile sahip olunan iktidarın bir zulüm aracı olmaması gerektiği, başa geçince Allah(c.c)'den yüz çevirmek değil, yine O'na kul olmak gereğini idrak etmiş bir düşünce üzerine kurulu bir sistemin devam etmesi gerektiği vurgusu yapılmaktadır.

[028.004-6] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.

Kur'an; Firavun ve benzerlerinin örneğinde yeryüzünde iktidar sahibi olduktan sonra tuğyan edenlerin akıbetini bildirerek, dünya ve Ahiret ahvallerini bildirmiştir. NASR 2-3 ayetleri bu açıdan okunduğunda, ellerine iktidar geçiren Müslümanların firavunlaşmaMAlarını, bu iktidarı onlara veren Rablerini Davud(a.s), Süleyman(a.s), Yusuf(a.s), Zülkarneyn(a.s) örneklerini iyi okuyarak, onlar gibi her an zikretmelerini öğütlemektedir.

Müslümanlar olarak bugün dünyanın içinde bulunduğu kan, gözyaşı ve zulüm içinde olmasından zarar görenler en çok bizler olmamıza rağmen, bu durumdan mesul olanlar yine en çok bizleriz. Yüklenmiş olduğumuz emanet; bizleri kan, gözyaşı ve zulüm içinde boğulmayı değil, bunları yeryüzünden kaldırmayı emretmektedir.

[002.193] Fitne kalmayıp, din de Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vaz geçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

[008.039] Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse; muhakkak ki Allah, yaptıklarını görendir.

Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, yüklendikleri emanetin bilincinde bir hayat sürerek bu uğurda canlarını ve mallarını feda etmekten geri durmamışlar ve Allah(c.c)'nin birçok ayette beyan ettiği yardım vaadine hak kazanmışlardır.

[002.214] Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

BAKARA 214 ve benzeri ayetler, yaratılışımızın bir amacı olduğu ve bu amaç doğrultusunda mücedele verilmeden Cennet'in hak edilmeyeceğini, bu hak ediş için zorlu bir süreçten geçenlerin başlarına gelenlerin bizim de başımıza gelmesi gerektiği ve bu uğurda can ve mal ile sabretmek gerektiği, bunun sonucunda Sünnetullah gereği Allah(c.c)'nin yardımının ve fethinin geleceği beyan edilmektedir.

Sonuç olarak; kısa olduğu için namazlarda okunması gereken bir sure olarak zihinlerimizde yer etmiş olan NASR Suresi, Allah(c.c)'nin üzerine yazdığı "Elçilerim ve ben galip geleceğiz" (MÜCADELE 58:21) sözünün gerçekleştiğini beyan eden bir suredir. Bu sözün gerçekleşmesi 23 yıl süren ve bu süreç içinde Muhammed(a.s) ve ona tabi olanların, bu fethe ve yardıma nail olmak için nasıl çalıştıkları ve çabaladıkları Kur'anın bütününe yayılan ayetlerden okunabilir.

Bu sureden bizlere düşen hisse ise; bu yardıma nail olmak için verilen mücadelenin yaratılış amacımız olan sadece Allah(c.c)'ye kulluk görevinin bir gereği olduğu ve bu mücadelenin bizden öncekiler tarafından yapılma metodu ve bu izlenen yolun Sünnetullah gereği olarak başarı ile sonuçlanmış olmasını anlatması ve aynı yolu bizler tarafından izlendiği takdirde Allah(c.c)'nin fethi ve yardımının gerçekleşeceğidir.

"Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların asla değişmeyeceği bizlere Rabbimizin bir vaadidir. Küfür ve zulmün yeryüzünden kaldırılarak, Mekke'lerin yeniden fethedilebilmesi için Muhammed(a.s) ve ashabının izlemiş olduğu yol bizlere örnektir. Bu örnekliği takip ederek yapacağımız çalışmalar, Sünnetullah'ın yeniden işlemesine sebep olarak günümüzdeki Mekke'lerin yeniden fethedilmesine sebeb olacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.