ayetinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayetinde etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2024 Perşembe

Enfâl s. 33. Ayetinde وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ İfadesinde Kast Edilenler Kimlerdir?

 Enfal s. 33. ayeti ile ilgili daha geniş bilgi sahibi olmak isteyen bir kimse, bu ayet ile ilgili olarak yapılan yorumlara ve meâllere baktığında bağlam ile alakası olmayan bilgiler olduğunu görecektir. Bazı meâl ve yorumlarda yazımıza başlık yaptığımız ifade ile inananların kast edildiği yönünde bilgiler olduğunu gördüğü zaman, "Acaba öyle mi?" sorusunun cevabını arayacaktır. Biz bu yazımızda bu ayetin bağlamı üzerinden bir anlama çalışması yapmaya çalışacağız. 

Ayetin metni şu şekildedir: 

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ وَمَا كَانَ اللّٰهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Bu ayete verilen meâller genelde şöyledir:

Fakat sen, onların içinde oldukça onları azaplandırmaz ve gene yarlıganma dilerlerken Allah onlara azap vermez.

Oysa (ey Resulüm!) Sen onların içlerinde bulunduğun sürece, Allah onları azaplandıracak değildi. Ve onlar, (tevbe istiğfar edip) bağışlanmalarını dilerlerken de, Allah onları azaplandıran olmayacaktır.

Halbuki sen (Ey Rasûlüm), onların içindeyken Allah onlara azap verecek değildi. İstiğfar ettikleri halde de Allah onlara azap edecek değil...

Oysa sen onların içinde bulundukça Allah, onlara azab edecek değildi ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azab edecek değildi.

Yukarıdaki meâl örneklerini anlamak için 32. ayetten başlayan bir okuma yapmak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Enfâl s. 32----Hani yine onlar, “Allahımız! Eğer bu kitap senin katından gelen gerçek ise, gökten üzerimize taş yağdır veya bize elem verici bir azap ver!” demişlerdi.

Bu ayette Mekke'li müşriklerin Kur'an'a karşı açıkça meydan okumalarını görmekteyiz. Allah (c.c) ayetin devamında, onların bu meydan okumalarına cevap vermektedir. 33. ayetin metnine dikkat ettiğimizde, 32. ayette Kur'an'a meydan okuyan Mekke'liler, burada "Hum" (onlar) zamiri ile ifade edilmektedir. Ayet içinde 4 adet "Hum" zamiri bulunmakta ve hepsi de Mekke'li müşriklere işaret etmektedir.

Fakat 4. zamirin geçtiği وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ifadesi ile ilgili tefsirlere ve bazı meâllere baktığımızda, bu ifade ile inananların kast edildiği yönünde izahlar bulunmaktadır. Arapça gramer kaidelerinde her ne kadar bazı istisnai durumlar olsa da, zamir en yakınındaki isme racidir, şeklinde genel bir kaide vardır. Bu kaideden haberi olan bir kimse, "Acaba neden böyle bir yoruma gidildi? sorusunu haklı olarak soracaktır.

Yorumlar hakkında "Bu düşünce kesinlikle yanlıştır" şeklinde bir iddiamız olmamakla birlikte, Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bir okuma yapılsaydı, 33. ayette geçen  وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ifadesi ile yine Mekke'li müşriklerin kast edildiği rahatlıkla anlaşılacak farklı yorumlara da gerek kalmayacaktı. 

Hud s. ilk ayetlerine baktığımızda, Allah'ın elçisinin muhataplarına O'ndan bağışlama istemelerini söylediğini görmekteyiz. 

Hud s. 1--- Elif, Lam, Ra. (Bu,) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından 'birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış' bir Kitap'tır.

Hud s. 2--- Öyle ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben, sizi O'nun tarafından uyaran ve müjdeleyenim;

Hud s. 3--- Ve Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin. O da sizi, adı konulmuş bir vakte kadar güzel bir meta (fayda) ile metalandırsın ve her ihsan sahibine kendi ihsanını versin. Eğer yüz çevirirseniz gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım.

Hud s. 3. ayetinde Allah'ın elçisinin muhataplarına bağışlama istemelerini söylenmektedir. Hud suresinin bağlamına baktığımızda, önceki elçilerin de muhataplarına bu doğrultuda mesajlar verdiğini görmekteyiz. 

Konumuz olan ayete dönecek olursak, Allah (c.c.) azap için belirli bir şart koşmaktadır. 1- Elçi onların içlerinde olduğu sürece, 2- Onlar Allah'tan bağışlama istedikleri sürece. 

Ancak bu ayet ile ilgili yapılan meâller, 2. şart ile ilgili olarak, halen bağışlanma isteyenler olduğu şeklinde bir anlam vermişlerdir. Bu anlamı vermenin sebebi ise, Mekke'de halen inananların olmasından ötürü, onların Allah'tan bağışlanma istemekte oldukları şeklinde tefsirlerde yapılan yorumların dikkate alınmış olmasıdır. 

Halbuki ayetin siyak ve sibakında inananlar ile ilgili olarak hiçbir ifade bulunmamaktadır. Biz bu tür yorumların Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmamasının neticesinde yapıldığını düşünmekteyiz. 

Halbuki وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ ifadesini, Mekke'li müşriklerin bağışlanma istedikleri takdirde şeklinde anlamış olsalardı, daha isabetli yorum ve anlam vermiş olacaklarını düşünmekteyiz. Yani Allah (c.c.) Mekke'li müşriklerin azap isteklerinin geri çevrilmesini, onların bağışlanma istemeleri şartına bağlamaktadır. Yani 33. ayette Allah (c.c) Mekke'li müşriklere dolaylı olarak şöyle söylemektedir:

"Ey Mekke'li müşrikler siz bana meydan okuyarak sizi helâk etmemi istiyorsunuz, ancak benim sizi helâk etmem iki şarta bağlıdır. 1- Benim elçim sizin yaşadığınız topraklarda olduğu sürece sizi helâk etmem, ancak elçi aranızdan giderse 1. şart gerçekleşebilir. 2- Siz inkarı bırakıp inanmaya dönüp bağışlanma istediğiniz takdirde sizi helâk etmem, ancak bunu yapmayıp inkara devam ederseniz o zaman helâk ederim."

Konu ile ilgili ayeti bağlamı dahilinde okuduğumuzda şöyle bir anlam vermek daha isabetli olacaktır.

Enfâl s. --- 30- Ve bir zaman o inkar edenler, seni kısıtlamaları veya seni öldürmeleri veya seni (Mekke'den) çıkarmaları için sana tuzak kuruyordu. Ve onlar tuzak kuruyorlar, Allah'ta onların tuzaklarını boşa çıkarıyordu. Allah tuzakları boşa çıkaranların hayırlısıdır.

Enfâl s. --- 31- Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman, "İşittik, şayet dilemiş olsaydık bunu örneği gibisini biz de deriz. Bu öncekilerin yazdıklarından başka birşey değildir." dediler.

Enfâl s. --- 32- Ve bir zaman, "Ey Allah'ımız, eğer bu senin katından bir hakikat ise, o takdirde üzerimize gökten taş yağdır veya bize acı veren azabı getir" demişlerdi.

Enfâl s. --- 33- Ve sen onların içlerinde olduğun halde iken, Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar bağışlanma istiyor halde oldukları takdirde de, Allah onlara azap edici değildir.

Enfâl s. --- 34- Ve onlar, onun sahip çıkan koruyucuları olmadıkları halde, Mescid-i Haram'dan uzaklaştırmaktalar iken, Allah onlara niçin azap etmesin?  Onun sahip çıkan koruyucuları korunanlardan başkası değildir. Fakat onların hiçbiri bunu bilmezler.

Enfâl s. --- 35- Onların, Ev'in (Kabe'nin) çevresindeki tavafları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka birşey değildir. İnkar etmekte olmanızdan dolayı artık azabı tadın. 

Ayetleri bağlam dahilinde okuduğumuzda "Onlar" olarak ifade edilenlerin hepsinin Mekke'li müşrikler olduğu anlaşılmaktadır. Bağlam ve anlam müsade etmediği halde, araya inananların sıkıştırılmış olmasının, bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucunda olduğunu düşünmekteyiz.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

13 Mart 2024 Çarşamba

Al-i İmran s. 13. Ayetinde Hangi Topluluk Karşısındaki Topluluğu Kendilerinin İki Katı Görüyordu?

 Kur'an'ı mealinden okuyan bir kimse, bazı ayet meallerinin anlam yönünden birbirinden farklı olarak yapıldığına, şayet dikkatli bir okuma yapıyorsa, mutlaka şahit olacaktır. Bu durumun birçok farklı sebebi bulunmaktadır. Yazımıza konu edeceğimiz meal farklığı ise, "Zamirin mercii" olarak bilinen, yani zamirin ibarede hangi isme döndüğü konusundaki farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır.

Bu durumdan kaynaklanan meal farklılıklarında, gramer konusu yönünden herhangi bir hata yapıldığını söylemek pek mümkün olmamakla birlikte, ayete verilen bazı anlamların Kur'an bütünlüğü noktasından bakıldığında, sanki Kur'an'da bir çelişki varmış gibi bir durumu ortaya çıkarması bakımından, bir takım sıkıntıları doğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Zamirin hangi isme döndüğü konusunda verilecek olan kararların, sadece ibarenin gramer açaısından tahlili neticesinde değil, aynı zamanda Kur'an bütünlüğü açısından herhangi bir çelişkiye yol açıp açmadığına da bakılarak verilmesi çok önemlidir.

İfade etmek istediğimiz durum, Al-i İmran s. 13. ayetine yapılan meallerde ortaya çıkmaktadır. Ayetin Arapça metni şu şekildedir: 

قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ ف۪ي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَاۜ فِئَةٌ تُقَاتِلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِۜ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ

Bu ayete verilen iki farklı meal de şu şekildedir:

 Örnek 1:

İbretti size birbirleriyle karşılaşan o iki bölüğün hali. Bir bölük, Allah yolunda savaşmadaydı, öbürüyse kafirdi ve inananları, gözleriyle iki misli görmedeydiler. Allah, dilediğini yardımıyla kuvvetlendirir ve şüphe yok ki bunda, görenlere kesin bir ibret var.

Örnek 2:

Birbirleriyle karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda çarpışmaktaydı, diğer topluluk ise kâfirdi. Allah yolunda çarpışanlar ötekileri gözleriyle açıkça kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Allah dilediğini kendi yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda görebilenler için ibret vardır.

Ayet, Bedir savaşı ile ilgilidir. Ayet meallerine baktığımızda, karşılaşan iki topluluktan bahsedilmekte, bu topluluktan birinin Allah yolunda savaşan yani inanan, diğer topluluğun ise inkarcı topluluk olduğu bildirilmektedir. Bu ayet ile ilgili yapılan meallerde buraya kadar herhangi bir sıkıntı bulunmamaktadır. 

Sıkıntı, hangi topluluğun diğerini kendilerinin iki katı olarak gördükleri noktasındadır. 1. örnek mealde, inkarcı topluluğun inananları kendilerinin iki katı gördüğü şeklinde bir meal yapılırken, 2. örnek mealde  ise, inanan topluluğun inkarcıları kendilerinin iki katı gördüğü şeklinde meal yapılmıştır.

Yapılan iki farklı mealin hiçbirinde gramer yönünden hata yapıldığı için bu farklılığın ortaya çıktığını söyleyemeyiz. Farklılık, zamirin hangi isme dönmüş olabileceği notasındadır. Ayet metninde geçen يَرَوْنَهُمْ ibaresindeki هُمْ zamirinin, inananlara mı yoksa inkarcılara mı raci olduğu noktasından kaynaklanan farklı tercihlerden kaynaklanmaktadır. 

Bu noktada Kur'an bütünlüğüne göre hareket edilmesinin bizi doğruya yaklaştıracağını söyleyebiliriz. Çünkü Kur'an çelişkisiz bir kitaptır, ve onun bu çelişkisizliği zamirin mercii konusu gibi farklı anlamalardan kaynaklanan durumlarda, bize en doğru bir hakemliği yapacaktır.

Enfal s. 44. ayeti, bize bu konuda yardımcı olarak anahtar bir ayet mesabesindedir.

وَاِذْ يُر۪يكُمُوهُمْ اِذِ الْتَقَيْتُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِكُمْ قَل۪يلًا وَيُقَلِّلُكُمْ ف۪ٓي اَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللّٰهُ اَمْرًا كَانَ مَفْعُولًاۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟

Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, 'olacağı olan işi gerçekleştirmek' için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah'a döndürülür.

Bu ayet yine Bedir savaşı ile ilgili olup, Al-i İmran s. 13. ayetine nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere ışık tutmaktadır şöyle ki:

Enfal s. 44. ayetinde Allah (c.c.), karşılaşan her iki topluluğu da birbirlerinin gözünde az gösterdiğini bildirmektedir. Al-i İmran s. 13. ayetine dönecek olursak, o ayette Allah (c.c.) bir topluluğu diğerinin gözünde iki katı gösterdiğini bildirmektedir. O zaman Al-i İmran s. 13. ayetinde bizim aramamız gereken nokta, hangi toplululuğa hangi topluluğun az gösterilmiş olduğu noktasında olmalıdır. Bunu da bize Enfal s. 44. ayeti sağlayacaktır.

Allah (c.c.) Enfal s. 44. ayetinde her iki topluluğu da birbirlerine karşı az gösterdiğini bildirmiş olmasından hareketle, Al-i İmran s. 13. ayetine inkarcı topluluğun inanan topluluğu kendilerinin iki katı görmüş olmaları yani çok görmüş olmaları, Enfal s. 44. ayeti ile çelişki arz edecektir. 

Yani 1. örnek mealde verdiğimiz, inkarcı topluluğun inananları kendilerinin iki katı gördükleri yönünde yapılan mealler, Enfal s. 44. ayetini baz alarak düşündüğümüzde isabetli bir çeviri değildir.

Bu durumda 2. örnek mealde verdiğimiz, inanan toplululuğun inkarcı topluluğu kendilerinin iki katı görmeleri nasıl izah edilebilir?

Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: 

Bu durumda inkarcı topluluğun, inanan topluluğun sayısının iki katından daha fazla bir sayıya olduğunu anlamaktayız. Tarihi verilerde, Bedir savaşında inkarcıların sayısının inananların sayısının 3 katı fazla olduğu yönünde verilen bilgilerin, bu ayete göre doğru olduğu anlaşılmaktadır.

O zaman Al-i İmran s. 13. ayeti bize, Bedir'de kendilerinden 3 kat sayıya sahip olan inkarcı topluluğun, inanan topluluğun gözünde daha az gösterilerek inananların iki katı olarak gösterildiğini beyan etmektedir.

Ayeti bu şekilde anladığımızda Enfal s. 44. ayeti ile Al-i İmran s. 13. ayeti arasında herhangi bir çelişki doğmamaktadır. Yine de "Neden iki katı gösterilmiş olabilir?" şeklinde bir soru aklına gelen kimseye ise, yine Enfal s. 65. ve 66. ayetlerini gösterebiliriz. 

Enfal s. 65--- Ey Nebi! İnananları (Allah için düşmana karşı) savaşa hazırla! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz inkârcıya galip gelir. Eğer sizden (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkârcılardan bin kişiye galip gelir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.

Enfal s. 66--- Şimdi Allah yükünüzü hafifletti, çünkü sizin güçsüz olduğunuzu iyi biliyor. Bu durumda, sizden sabretmesini bilen (dirençli) yüz kişi çıkarsa, bunlar iki yüz kişiye galip gelir ve sizden böyle bin kişi çıkarsa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelir. Çünkü Allah (zulme karşı) direnenlerle beraberdir.

Enfal s. 66. ayetine dikkat ettiğimizde Allah (c.c), sabırlı bir inanan topluluğunun kendilerinin iki katı olan bir topluluğa karşı galip gelebileceklerini bildirmektedir. Allah (c.c.) inanan topluluğa kendilerinden 3 kat gibi daha fazla olan inkarcı topluluğun sayısını, kendilerinin iki katı bir sayıya düşürerek az göstermek suretiyle onlara moral kazandırmaktadır.

Sonuç olarak: Kur'an meallerinde, zamirin hangi isme döndüğü konusunda doğan farklı anlayışlardan ötürü bazı ayetlerde birbirine zıt yapılmış çevirileri görmek mümkündür. Bu durumdan kaynaklanan farklılıkları Kur'an bütünlüğünü dikkate alarak çözmek mümkündür. Al-i İmran s. 13. ayetinde gördüğümüz farklı çevirilerden 2. örnekte verdiğimiz şekilde yapılan mealler yani, inanan topluluğun inkarcıları kendilerinin iki katı gördükleri şeklinde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

6 Ocak 2023 Cuma

Nisa s.127. Ayetinde Geçen وَتَرْغَبُونَ Kelimesinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

Kur'an mealini birkaç farklı çeviriden karşılaştırmalı olarak okuyan dikkatli bir okuyucu, Nisa s. 127. ayetinin mealini okuduğunda, karşısına farklı şekilde yapılmış iki farklı meal çıkınca bu meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde bir soru soracak, bu sorunun cevabını aramaya çalışacaktır. Yazımızın konusu, bu farklı meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde olacaktır. 

Ayetin Arapça metni ve farklı çevirileri şu şekildedir:

وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يمًا

-----Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nıkahlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.

----Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Yazılmış hakları olan mirası kendilerine vermediğiniz ve nikahlamayı istemediğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap'ta size okunan âyetler vardır. Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.

Meallerden görüldüğü üzere, nikahlamak istediğiniz ve nikahlamak istemediğiniz şeklinde iki farklı anlam verilmesinin sebebi, ayet içinde geçen وَتَرْغَبُونَ kelimesinden kaynaklanmaktadır. 

Kelimenin kökü olan ر غ ب, lügatta: Bir şeye karşı rağbet etmek, hırs göstermek,onu şiddetli bir şekilde arzuyla istemek anlamına gelmektedir ( El Müfredat). Fakat bu kelime عَنْ  edatı ile birlikte kullanıldığında, olumsuz bir anlam kazanarak kişinin rağbetini, hırsını, arzusunu başka bir tarafa çevirmesi anlamına gelmektedir. Bu kullanım örneklerini Kur'an da görmekteyiz.

BAKARA S. 130--- Kendini bilmezlerden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir(وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ) . Hiç kuşkusuz biz, O'nu dünyada seçkin kıldık ve elbette ahirette de iyilerden olacaktır.

MERYEM S. 46---(Babası) dedi ki: "Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun, (اَرَاغِبٌ اَنْتَ عَنْ اٰلِهَت۪ي) ey İbrahim? Eğer (bu tutumuna) son vermezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden ayrıl."

Dikkat edilirse her iki ayette de olumsuz olarak gelen anlam عَنْ edatının kullanılması ile ortaya çıkmıştır.  Bu noktada, " Neden böyle bir olmadığı halde bu ayete bazı meal yapıcıları böyle bir anlam vermişlerdir?" sorusu gündeme gelecektir.

Bizim cevabımız, "Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması ve geçmiş müfessirlerin bu konuda yaptıkları tercih ve her iki anlamın da verilebileceği yönünde ortaya koydukları tercihlerin dikkate alınması olabilir" yönündedir. 

Keşşaf tefsirinde bu ayet hakkında yapılan yorumu okuduğumuzda söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.


Kur'an'ın en doğru anlaşılma yönteminin, Kur'an bütünlüğünü dikkate almak olduğunu merkeze alarak bu ayeti anlamaya çalıştığımızda, Nisa suresi ilk ayetlerinin özellikle yetim haklarına vurgu yaptığını görebiliriz. Kendilerine miras kalan yetimlerinin özellikle yetim kızların mallarının en doğru şekilde değerlendirilmesi ilgili ayetlerin emridir. Bu nokta bizi aynı surenin 3. ayetine götürecek, 127. ayetin de daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Nisa s. 3- (Mallarını muhafaza etmek ile sorumlu olduğunuz kız) Yetimlerin haklarını (nikah çağına geldiklerinde onları nikahlayarak) adaletli bir şekilde koruyamamaktan endişe ederseniz, (onların yerine) size helal olan (yetim olmayan hür) kadınları ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer (çok eşlilikte de eşler arasında) adaletli davranamayacağınızdan endişe ederseniz (özgür olan) bir eş, veya sağ ellerinizin sahip olduğu (savaş esiri cariye) kadını nikahlayın. Bu (şekilde yapılan bir evlilik), adaletten sapmamanız için daha uygun bir yoldur. 

Bu ayette dikkat edilirse kendisine miras kalmış yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi emredilmektedir. 

Bu durumu dikkate alarak 127. ayeti okuduğumuzda aynı durumun bu ayette de karşımıza çıktığını görebiliriz. Ayette yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi gerektiği anlamı daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bütün bunları dikkate alarak Nisa s. 127. ayet ile ilgili yapılan iki farklı mealin "Nikahlamayı istediğiniz" şeklinde yapılanın daha  isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


29 Ekim 2018 Pazartesi

Maide s. 38. Ayetinde Geçen "Eydiyehüma" Kelimesi Üzerinde Yapılan Spekülasyonlar Üzerinde Bir Mülahaza

Maide s. 38. ayeti bilindiği üzere, hırsızlık suçunun cezasını beyan etmektedir. Bu ceza yine bilindiği üzere, kadın ve erkek hırsızın elinin kesilmesi olarak beyan edilmektedir. Fakat bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmeyi mi, yoksa mecazi anlamda bir el yani güç kesmeyi mi kapsadığı konusunda tartışmaların yapıldığı, yine bir çoğumuzun malumudur.

Ayetin Arapça metni ve meali şu şekildedir:

وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

[005.038] Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak; ellerini kesin. Ve Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

El kesme cezasının mecazi anlamda bir el kesme, yani hırsızlık yapmanın önünü almak, hırsızın gücünü kesmek şeklinde bir anlama sahip olduğunu savunanların delil öne sürdüğü iddialardan bir tanesi, Maide s. 38. ayetinin içinde geçen  فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا ibaresinin, yerleşik gramer kaideleri gereğince, "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bu çeviriye dayanan iddia sahipleri, hırsızlık yapan erkek ve kadının eğer hakiki anlamda elinin kesilmesinden bahsedilmiş olsaydı, kesilmesi gereken erkek ve kadının birer eli olmak üzere iki el olacak, dolayısı ile kesilecek olan iki elin ise, tesniye yani ikili siga ile ifade edilmesi yani ayetin "Faktau yedeyhüma" olarak gelmesi gerektiğini öne sürmektedirler. 

Ayette bu durum böyle olmadığından, yani tesniye sigası yerine cemi (çoğul) sigası ile ifade edildiğinden, çoğul siganın ise yerleşik gramer kuralları gereğince üç ve yukarısı olan sayılara işaret etmesinden dolayı, Allah (c.c) nin bu ayette hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmediği, mecazi anlamda bir el kesmeyi yani hırsızın gücünü kesmeyi emrettiği iddia edilmektedir. 

Fakat bu iddia sahiplerinin gözlerinden kaçırdığı bir nokta vardır ki o da şu dur: KUR'AN'A BAKTIĞIMIZ ZAMAN CEMİ SİGASININ HER ZAMAN ÜÇ VE YUKARISI OLAN SAYILARI İFADE ETMEDİĞİNİ, ÜÇÜN AŞAĞISINDA OLAN İKİ SAYISINI DA İFADE ETTİĞİNİ GÖREBİLİRİZ. 

Arapçada Cem kelimesi  ikiden fazla sayıya delalet etmesine rağmen, bu genel geçer kuralın Kur'an içinde karşılığının her zaman böyle olmadığı, bazı ayetlerde cemi sigasının tesniyeye yani iki kişiye işaret ettiği görülecektir. 

Öne sürdüğümüz bu iddia ile ilgili olarak delil sıralayacak olursak şu ayetleri örnek verebiliriz:

-----Taha s. 123- قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ

 Onlara şöyle dedi: «Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin.

Taha s. 123. ayetinde geçen اهْبِطَا kelimesi iki kişiye yani Ademe ile eşine hitap eden tesniye bir kelimedir. Fakat devam eden cümle içinde geçen جَمِيعًا kelimesi ise yerleşik gramer kaidelerine göre ikiden fazla kişiye delalet etmektedir. Burada جَمِيعًا  kelimesi aslında Adem ve eşini kast etmektedir. Görülmektedir ki Cemian kelimesi iki kişi için kullanılmaktadır.

-----Şuara s. 15- قَالَ كَلَّا ۖ فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا ۖ إِنَّا مَعَكُمْ مُسْتَمِعُونَ

[026.015] (Allah:) «Hayır,» dedi. «İkiniz de ayetlerimle gidin, hiç şüphesiz biz sizinle birlikteyiz (ve) işitmekteyiz.»
Bu ayette geçen فَاذْهَبَا (ikiniz gidin) kelimesi ile kast edilen kişiler Musa ve Harun (a.s) lardır. Yine ayet içinde geçen مَعَكُمْ  ile edilen kişiler, yine Musa ve Harun (a.s) lar olup, bu zamir ikili yani tesniye "Meaküma" olarak gelmesi gerektiği halde "Küm" çoğul yani cemi olarak gelmiştir. 

Burada görülmektedir ki,  kast edilen iki kişi olduğu halde zamir çoğul olarak gelmiştir, ayetin anlamı ise şu şekildedir: 

[026.015] (Allah:) «Hayır,» dedi. «İkiniz de ayetlerimle gidin, hiç şüphesiz biz ikiniz ile birlikteyiz (ve) işitmekteyiz.»

-----Sad s. 21-22- وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ

إِذْ دَخَلُوا عَلَىٰ دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ ۖ قَالُوا لَا تَخَفْ ۖ خَصْمَانِ بَغَىٰ بَعْضُنَا عَلَىٰ بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَا إِلَىٰ سَوَاءِ الصِّرَاطِ

[038.021]  Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
[038.022]  Hani Davud'un yanına girmişlerdi de, Davud onlardan korkmuştu. «Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar.»

Bu ayetlerde Davud (a.s) ın yanına giren davacılardan bahsedilmektedir. Ayette iki davacı olduklarından bahsettikleri halde, Tesevveru, Dahalu, Minhum, Galu gibi kelimeler,görüldüğü gibi  çoğul sigada gelmiştir. Halbuki iki davacı ile ilgili olan kelimelerin tesniye yani, Tesevvera, Dahala, Minhüma, Gala şeklinde gelmesi gerekirdi. Kelimeler çoğul sigada geldiği halde, konu iki kişi ile ilgilidir. 

-----Enbiya s. 78- وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ الْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِينَ

[021.078] Davud ile Süleyman'ı da. Hani ikisi de ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani bir kavmin davarları ekin içinde geceleyin yayılmıştı; Biz de hükümlerine şahittik.

Ayet görüldüğü gibi Davud ve Süleyman (a.s) dan, yani iki kişiden bahsetmektedir. Ayetin sonundaki لِحُكْمِهِمْ kelimesindeki Hüm çoğul zamirinin döndüğü yer Davud ve Süleyman (a.s) lar,  yani iki kişidir. Burada da görülmektedir ki cemi sigası Kur'an'da iki kişi için de kullanılabilmektedir. 

Bu durum dikkate alınarak Enbiya s. 78. ayetine verilebilecek olan makul bir meal şu şekilde olabilir: 

"Davud ile Süleyman'ı da. Hani ikisi de ekin hakkında hüküm veriyodu. Hani bir kavmin davarları ekin içinde geceleyin yayılmıştı; Biz de Davud ve Süleyman'ın verdiği hükme şahittik."

-----Tahrim s. 4- إِنْ تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا

Eğer Allaha tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalbleriniz eğildi

Bu ayet konumuz ile ilgili olarak daha çarpıcı bir örnektir. Çünkü ayet içinde geçen  قُلُوبُكُمَا kelimesi ile, Maide s. 38. ayetindeki أَيْدِيَهُمَا kelimesi aynı kalıpta gelmiştir. Allah (c.c) bir kişide iki kalp kılmadığına göre (Ahzab s. 4) burada Kalpleriniz şeklinde çoğul olarak çevrilen kelimenin döndüğü iki kişidir yani tesniyedir. Burada görülmektedir ki çoğul olarak Kulub kelimesi, iki kişinin kalbine işaret etmektedir.

Bu cümleye verilecek olan makul bir meal ise şu şekilde olabilir:

Eğer Allaha tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalbi eğildi

Burada şöyle bir itiraz getirilebilir: Tahrim s. 4. ayetinde geçen Kalp kelimesi hakiki anlamda bir kalp değil, mecazi anlamda bir kalpten bahsetmektedir. Öyleyse Maide s. 38. ayetinde geçen Yed kelimesi de, güç anlamında neden mecazi anlamda kullanılmasın?. 

Bu itiraza ise cevabımız şu dur: Kur'an içinde geçen Kalp kelimesi bütün ayetlerde mecaz anlamda kullanılmıştır. Fakat Yed (el) kelimesi bazı yerlerde mecaz kullanıldığı gibi, bazı yerlerde de hakiki anlamda kullanılmıştır. Kur'an içindeki bir kelimenin anlamı, öncelikle hakiki anlama sahip olması üzerinden değerlendirilir, yani kelimenin ilk anlamı onun hakiki anlama sahip olmasıdır. Şayet kelimeye hakiki anlam verildiğinde herhangi bir sorun ortaya çıkıyor ise, o zaman kelimenin mecazi anlamda kullanıldığına hükmedilebilir.

Yed kelimesinin Kur'an içinde kullanımlarına baktığımızda bu kelimenin mecaz ve hakiki olarak her iki anlamda da kullanılmış olması, bu cezanın hakiki anlamda bir el kesme olduğu yönünde görüş beyan edenlerin daha tutarlı olduğunu düşündürmektedir.

Ayrıca Kataa ve Yed kelimelerinin birlikte geçtiği ayetler incelendiğinde, bu iki kelimenin birlikte geçtiği bütün ayetlerde bu kelimelerin mecaz değil hakiki anlamda kullanılmış olduğu görülecektir. Bakınız (Yusuf s. 31-50/ Araf s. 124/ Taha s.71/ Şuara s. 49/ Maide s. 33)

Kur'an üzerinde meal ve tefsir çalışmaları yapan kişilerin kanaatimizce en büyük eksikliği, yerleşik gramer kaidelerine bağlı kalmak adına yaptıkları çeviri ve yorumlarda özellikle hedef dili yansıtamama sorunudur. Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinin çevirilerine baktığımızda bu sorun daha net ortaya çıkmaktadır. 

Çünkü yukarıdaki ayetlerde kast edilen iki kişi olduğu halde, o iki kişiye dönen zamirin cemi sigasında olması, ve cemi sigasının yerleşik gramer kaidelerince ikinin üzerinde olan sayılara tekabül etmesi, kişileri cemi sigasının Arap dilinde bazı hallerde iki kişiye de tekabül edebileceği şeklinde olan kaidenin göz ardı edilmesine, ve anlamın çoğunluk şeklinde verilmesine sebep olmuştur. 

Bugün hepimiz için geçerli olan Kur'an'ı anlamada önümüzdeki en büyük engellerden bir tanesi, bu kitabın indiği zaman ve mekanda kullanılan Arapça dil ve gramer kurallarının tam olarak tespit edilemeyişidir. Yukarıda verdiğimiz örnek ayetlerdeki, bugün Arapçada yerleşik dil kurallarına aykırı gibi görünen gramer kuralları, nüzul dönemi Arapçasında herhangi bir aykırılık göstermediğinden dolayı, elimizdeki kitap içindeki bazı ayetlerde böyle örnekleri görmekteyiz.

Biz konuyu uzatmamak adına sadece cemi sigasının tesniye anlamı taşıdığı ayetleri örnek olarak gösterdik. Kur'an içinde onlarca yerleşik gramer kaidelerine uymayan ayeti görebilmek mümkündür. Önemle hatırlatmak isteriz ki Kur'an içinde bu tür ayetlerin bulunmuş olması, bazı kimselerin iddia ettiği gibi Kur'an'da hatalar olduğuna asla delalet etmez, aksine nüzul döneminde konuşulan Arapçanın bu gibi gramer kurallarına sahip olduğunu gösterir. 

Bütün bunlardan sonra konumuz olan أَيْدِيَهُمَا kelimesine geri dönecek olursak: Eydiye kelimesi çoğul bir kelime olup, yerleşik gramer kurallarına göre bu kelimenin sonuna eklenecek olan zamir de çoğul zamiri yani Hüm zamiri olmalıydı. Hüma zamiri ise tesniye yani iki kişiye işaret bir zamir olup, yerleşik  gramer kurallarına göre bu zamire eklenecek olan kelime ise, iki kişinin elini işaret eden Yeda kelimesi olmalıydı. Fakat böyle olmamış kelime أَيْدِيَهُمَا şeklinde gelmiştir.

İddia o dur ki; kelimenin bu şekil kullanımından, dolayı el kesme cezası gerçek bir el kesme olarak değil, güç kesme olarak algılanmalıdır. Ancak bu iddianın da yine Kur'an tarafından onayı gerekmektedir. Yani Yed kelimesinin Kur'an içindeki mecaz anlamdaki kullanımlarında bir kişi için çoğul olarak kullanılıp kullanılmadığına bakılmalıdır.

[005.064]  Yahudiler, «Allah'ın eli sıkıdır» dediler; dediklerinden ötürü elleri bağlandı, lanetlendiler. Hayır, O'nun iki eli de açıktır,

Maide s. 64. ayetinde mecaz anlamda Allah'ın iki elinden bahsedilmektedir. Yani çoğul kullanım yoktur.

[111.001] Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.

Tebbet suresinde Ebu Leheb'in iki elinden bahsedilmektedir. Yani burada mecaz anlamda olmasına rağmen çoğul kullanım yoktur.

[022.010] (Denilir ki) «Bu (azab) senin iki elinin evvelce yaptığından dolayıdır. Ve şüphe yok ki, Allah kulları için hiçbir zulmeden değildir.»

[038.075]  Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.

Kur'an'ın hiç bir yerinde Yed kelimesinin tek kişilik kullanımı asla çoğul bir şekilde Eller olarak geçmemektedir. Bu da demektir ki, Maide s. 38. ayetinde geçen أَيْدِيَهُمَا kelimesinin, çoğul olarak kullanılmış olmasından dolayı, kelimenin mecaza hamledilmesi gerektiği iddiası çürüğe çıkmaktadır. 

Bütün bunlardan sonra Maide s. 38. ayetine verilebilecek olan makul bir meal şu şekilde olabilir:

[005.038] Hırsız erkek ve hırsız kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından bir ceza olarak; ikisinin elini kesin. Ve Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Sonuç olarak: Maide s. 38. ayetinde فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا  ibaresi, İkisinin ellerini kesin  şeklinde değil, İKİSİNİN ELİNİ KESİN şeklinde çevrilmelidir. Bu düşüncemizin gerekçesi, yukarıda diğer Kur'an ayetleri örneğinde anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca, bu cezanın mecaz olduğuna dair getirilen iddianın da Kur'an içinde delili bulunmamaktadır.

Cezanın hakiki anlamda el kesmeyi değil, güç kesmeyi ifade ettiğini ileri sürenlerin ortaya koydukları delillerin  sağlam olmadığını dikkat edilirse Kur'an içinden somut deliller ile göstermeye çalıştık. Özellikle Yed kelimesinin çoğul kullanımından dolayı cezanın mecaza hamledilmesi gerektiği iddiasının çürüklüğü, cemi sigasının iki sayısı için de kullanılan ayetler ile gösterilmeye çalışılmıştır.

Yazının çerçevesinin sadece Maide s. 38. ayetinde geçen أَيْدِيَهُمَا kelimesi ile sınırlı olduğu bilinmelidir. Biz Kur'an içindeki kullanım örnekleri ile, cemi sigasının aynı zamanda tesniye sigası anlamına geldiğini izah etmeye çalıştık.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


1 Ekim 2018 Pazartesi

Al-i İmran s. 36. Ayetinde Geçen "Erkek Kız Gibi Değildir" Sözü Kime Aittir?

Al-i İmran 36. ayeti, Meryem'in doğumunu anlatan bağlama dahil olan bir ayettir. Bu ayet içinde geçen, "Erkek kız gibi değildir" sözünün kime ait olduğu noktasında, bu ayetin meallerine baktığımız zaman, sözün İmran'ın karısına veya Allah'a ait olduğu şeklinde iki farklı çeviri görmekteyiz. Yazımızda bu sözün kime ait olabileceği üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

Ayetin Arapça metni şu şekildedir: 

فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَىٰ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَىٰ ۖ وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ

Bu ayete verilen mealler ise şöyledir:

1- [003.036]  Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu bilirken «Ya Rabbi! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım» dedi.

2- [003.036] Vaktâ ki hamlini vaz etti (karnındakini doğurdu), dedi ki: «Yarabbi! Ben onu kız olarak doğurdum.» Allah Teâlâ ise onun ne doğurduğunu daha ziyâde bilir. Halbuki erkek, dişi gibi değildir. «Ve ona Meryem adını verdim. Ve ben onu ve onun zürriyetini racîm olan şeytandan Senin himayene ısmarladım.»

1. sırada verilen meal örneğinde "Erkek kız gibi değildir" sözünün İmran'ın karısı tarafından söylendiği şeklinde çeviri yapılırken, 2. sırada verilen meal örneğinde ise, sözün Allah (c.c) tarafından söylendiği şeklinde bir çeviri yapıldığı görülmektedir. Dikkatli bir meal okuyucusu, çeviriler arasındaki bu farkı görecek, ve hangi mealin daha isabetli olduğu yönündeki sorusuna cevap arayacaktır.

"Hangi meali daha isabetli olduğu yönündeki sorusuna cevap arayacaktır" şeklinde bir ifade kullanmış olmamız, bu ayete verilen bir mealin yanlış, diğerinin doğru olduğu için değil, yapılan her iki çevirinin de yorum olduğu, ve bu yorumların isabet kaydedip kaydetmeme gibi bir sorunu olduğu içindir. Çünkü yapılan her iki mealin de kendisine göre gerekçeleri ve haklı nedenleri bulunmaktadır. Biz yazımızda sadece hangi meali tercih ettiğimiz yönündeki görüşümüzü ortaya koymaya çalışacağız.

Konuyu kısaca özetleyecek olursak; İmran'ın karısı hamiledir ve bu hamileliğinin sonunda erkek bir çocuk doğuracağını umarak, o çocuğu Allah'a hizmet yolunda adayacağına söz verir. Fakat erkek çocuk beklerken, kız çocuğu doğurduğunu görür ve hayal kırıklığına uğramış bir halde 36. ayetteki sözler, ağzından dökülür.

Ayete bakacak olursak, orada hem İmran'ın karısına hem de Allah'a ait olan sözlerin olduğu görülecektir. Kanaatimizce ayet içindeki "Erkek kız gibi değildir" sözü, eğer İmran'ın karısı tarafından söylenecek olsaydı, bu şekilde değil "Kız erkek gibi değildir" şeklinde söylenmesi gerekirdi. 

Çünkü İmran'ın karısı erkek çocuk beklerken bu beklentisi boşa çıkarak kız çocuk doğurmuştur. Hayal kırıklığına uğrayan bir kadının ağzından çıkabilecek sözlerin, doğurduğu kız çocuğunun, doğmasını beklediği erkek çocuk gibi olmadığı, yani doğurduğu kız çocuğunun onun Allah'a verdiği sözü yerine getiremeyeceğinin endişesini taşıdığını beyan eden sözler olması gerekmekteydi.

Büyük ihtimalle yaşanan zamanda sadece erkek çocukları böyle bir amaca hizmet için kullanılabiliyor, kız çocukları ise kullanılamıyordu. İmran'ın karısı bu nedenle doğurduğu çocuğun kız olmasından dolayı hayıflanmaktaydı. Ancak İmran'ın karısının bilmediği fakat Allah'ın bildiği bazı şeyler vardı. İmran'ın karısının doğurduğu kız, ilerleyen zamanlarda İsa'yı doğuracak ve bu kişi ise bir elçi olarak görevlendirilecekti. Elbette İmran'ın karısı bunu bilemezdi.

Ayet içinde geçen "Erkek kız gibi değildir" sözünün Allah (c.c) tarafından söylenmiş olduğunu düşündüğümüzde  İmran'ın karısının doğmasını istediği erkek çocuğunun ileride böyle bir olayın vuku bulmasına sebep olmayacağının Allah (c.c) tarafından ifade edilmiş olması açısından okunabilir. 

Bütün bunları dikkate aldığımızda, Al-i İmran s. 36. ayetine şöyle bir anlam vermek mümkündür: 

فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ Onu doğurduğunda dedi ki: 

رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَىٰ Rabbim onu kız olarak doğurdum. (Bu söz İmran'ın karısına aittir)

 وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَىٰ  Allah onun neyi doğurduğunu daha iyi bilir ve erkek kız gibi değildir.

(Bu cümledeki sözler bazı meallerde ikiye bölünerek bir kısmı İmran'ın karısına, bir kısmı ise Allah'a ait olarak çevrilmektedir. "Allah onun neyi doğurduğunu daha iyi bilir " sözü Allah'a, " erkek kız gibi değildir" sözü ise İmran'ın karısına atfedilmektedir. Halbuki sözün tamamının Allah'a atfedilmesi kanaatimizce daha uygundur). 

وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ Onu Meryem olarak isimlendirdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan sana sığındırırım.

Sonuç olarak: Al-i İmran suresi 36. ayetinde geçen, "Erkek kız gibi değildir" İmran'ın karısına değil, Allah'a ait olduğu yönünde yapılan çeviri ve yorumların, daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz. Ancak bizim düşüncemizin tersi olan çeviri ve yorumların da hatalı olduğunu iddia etmediğimiz bilinmelidir. Biz bu yazımızda sadece tercihimizin hangisi olduğunu belirtmeye çalıştık.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Bakara s. 233. Ayetinde Geçen " izâ sellemtüm mâ âteytüm bil ma’rûfi" Cümlesinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 233. ayeti içinde geçen "iza sellemtüm ma ateytüm bil marufi" cümlesinin çevirisini farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu, bu cümlenin çevirisinin iki farklı şekilde meallere yansıdığını görecek, ve hangi çevirinin daha doğru konusunda tereddüte düşecektir. Yazımızda bu cümleye yapılan farklı çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği yönündeki kanaatimizi paylaşmaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili cümlenin iki farklı çevirisi şu şekilde yapılmaktadır:

وَإِنْ أَرَدْتُمْ أَنْ تَسْتَرْضِعُوا أَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُمْ مَا آتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِ

1- Çocuklarınızı (sütannesi tutup) emzirtmek isterseniz, verdiğiniz(ücret)i güzelce verdikten sonra yine üzerinize bir günâh yoktur.

2-Eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla size bir günah yüklenmez.

1. guruptaki çevirilerin anlamı, çocuğu emzirecek olan süt anneye çocuk için vereceği bu hizmete karşılık bir ücret ödenmesi ile ilgili iken, 2. guruba dahil olan çevirilerin anlamı, süt anneye teslim edilecek olan çocuğun güvenliğinin sağlanması ile ilgilidir.

Bu iki farklı çevirinin sebebini araştırdığımızda ayet ile ilgili kıraat farklılıkları karşımıza çıkmakta, cümle içinde geçen bir kelimenin farklı okuyuşları bu anlam farklılığını doğurmaktadır. Kıraat farklılıkları ile ilgili görüşleri merak edenler, Zemahşeri, Razi, Kurtubi, Taberi gibi müfessirlerin bu ayet ile ilgili olarak yaptıkları tefsirlere bakabilirler. 

Biz ayet içi bütünlüğe dikkat ederek farklı çevirilerin hangisinin daha isabetli olabileceği yönündeki kanaatimizi paylaşacağız. Ayet içindeki şu cümle, bu konuda bize yardımcı olacaktır.

وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ

Onların uygun bir şekilde yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etmek, emzirdikleri çocuğun babasına aittir.

Bu cümle eşinden ayrılan emzirme çağında çocuğu olan bir kadının, bu çocuğu emzirme süresince kendisi ve çocuğun maddi ihtiyaçlarının baba tarafından karşılanması gerektiğini beyan etmektedir. Her iki cümle içinde geçen بِالْمَعْرُوفِ kelimesi ortak payda olarak alınmak sureti ile, konumuz olan cümlenin hangi çevirisinin daha uygun olabileceğini bulmak mümkündür.

Emziren anne ve emzirilen çocuğun maddi ihtiyaçlarının karşılanması maruf ölçülerde babaya ait ise, çocuğu kendi annesinin emzirmemesi nedeniyle süt anneye verilmesi neticesinde, çocuğu emzirecek olan süt annenin maddi ihtiyaçlarının karşılanması da yine maruf ölçülerde süt anneye verilen çocuğun babasına ait olmalıdır. Konumuz olan cümlenin böyle bir durumu beyan etmiş olması, kanaatimizce daha makuldür. 

Dolayısı ile konumuz olan cümlenin iki farklı çevirisinden daha isabetli olanı kanaatimizce, 1. şıktaki şekilde yapılan çevirilerdir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, isabetli olmadığını düşündüğümüz 2. şıktaki çevirinin yanlış ve hatalı olduğunu iddia etmediğimizdir.

Buna göre Bakara s. 233. ayetinin tamamının çevirisi şu şekilde olmalıdır:

Bakara s. 233- (Boşanmış) Anneler, emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Emzirme süresince) Onların uygun bir şekilde yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etmek, emzirdikleri çocuğun babasına aittir. Hiç bir kimseye gücünün üzerinde bir mükellefiyet yüklenmez. Anne ve baba çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın. (Çocuğun babası ölecek olursa annenin ihtiyaçlarını karşılamak) aynı şekilde mirasçıların üzerine vazifedir. Eğer anne ve baba karşılıklı rıza ile yaptıkları istişare sonucunda, çocuğu iki yıldan önce sütten kesmek isterlerse, anne ve babaya herhangi bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (süt annelerine) emzirtmek isterseniz, emzirme ücretini uygun ölçüler dahilinde verdiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görmektedir.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

15 Mart 2018 Perşembe

Nisa s. 34. Ayetinde Geçen Darabe Kelimesini Tarihi Bağlamında Okumak

Dilimizde kullanılan "Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse, diğerleri de yanlış gidersözü, bir işe yanlış başlanıldığında, o işin arkasının da aynı yanlış ile devam edeceğini bildirmektedir. Biz bu sözü Nisa s. 34. ayeti etrafında yapılan tartışmalar için kullanarak, bu ayet ile ilgili yapılan bazı anlama çalışmalarının ilk düğmeyi yanlış iliklemek sureti ile başladığını, bu sebeple diğer iliklerin de yanlış iliklendiğini, ve bu nedenle ayet içinde geçen Darabe fiilinin anlamı üzerinde bir takım oynamalar yapılmak zorunda kalındığını görmekteyiz. 

Halbuki Kur'an'ın bütünü için geçerli olan anlama kuralı olan, bu ayetin nazil olduğu zaman ilk muhataplarına ne dediği anlaşılabilmiş olsa, savunmacı bir yaklaşım sergilenmek sureti ile, kelimeler üzerinde oynanma gereği hiç duyulmamış olacaktı. 

Yazımızda, sanki kadının dövülmesini tavsiye ediyor gibi görünen bir ayetin, aslında o gün toplumda mevcut olan kadın dövme fiilinin önünü almayı amaçladığı maalesef kimsenin dikkatini çekmediğini vurgulamaya, "Nasıl yapsak ta Kur'an'ın kadın dövmeyi emretmediğini izah edebilsek" kabilinden çırpınmalara düşülmesinin yanlışlığını izah etmeye çalışacağız. 

Bundan önceki bazı yazılarımızda değinmeye çalıştığımız anlama yöntemi, Kur'an ile ilgili yapılan anlama çalışmalarının sahip olduğumuz bir takım düşünceleri Kur'an'a onaylatmak amacı taşımaMAsı, Kur'an okurken ön yargılardan veya savunmacı anlayışlardan arınmış bir bakış açısı, daha önemlisi bu kitabın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların nüzul öncesi sosyal, ekonomik, dini yaşantılarının arka planının bilinmesi gerektiğidir. Bu arka planın yine Kur'an içinden okunabileceğini, bundan önceki yazılarımızda örneklerle vermeye çalıştığımızı da özellikle hatırlatmak isteriz.

Bugün Kur'an üzerinde okuma ve anlama çalışma yapan kimselerin düştükleri açmazların başta gelen sebebi, rivayet kültürünün yol açtığı olumsuz din anlayışı nedeniyle geçmişi tamamen silip atmak, Kur'an'ı geçmişten kopararak sanki bugün iniyor gibi okumaktır. Nüzul ortamı ile bağı koparılarak okunan bir kitap maalesef doğru anlaşılmayacak, ve bu sıkıntı bazı kelimeler üzerinde oynama yapılmasına sebep olacaktır. 

Konumuz olan Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe fiili üzerinde son yıllarda yapılmaya çalışılan bazı spekülasyonlar, kanaatimizce bu yanlış bakış açısının ürünüdür. Şayet bu ayet mevcut olan güncel durum dikkate alınarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar tartışma yapılmasına gerek duyulan ayet olarak gündemde tutulmaya çalışılmayacaktı.

لرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍ وَبِمَا أَنْفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ ۚ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ ۚ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ ۖ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا ۗ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا

[004.034] Er olanlar kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü bir kerre Allah birini diğerinden üstün yaratmış bir de erler mallarından infak etmektedirler, onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar, Allah kenidlerini sakladığı cihetle kendileri de gaybı muhafaza ederler, serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince: evvelâ kendilerine nasıhat edin, sonra yattıkları yerde mehcur bırakın, yine dinlemezlerse döğün, dinledikleri halde incitmeye behane aramayın, çünkü Allah çok yüksek, çok büyük bulunuyor. [Elmalılı Hamdi Yazır]

Kur'an'ın hüküm içeren ayetlerinin doğru anlaşılması, böyle bir hükmün verilmesine sebep olan mevcut durumun dikkate alınması ile mümkündür. Kur'an yaşayan bir topluma inmiş, ve bu toplumun yaşantısı içinde olumlu ve olumsuz olarak görülen bir takım yaşam tarzları bulunmaktadır.

Aile olarak bildiğimiz, karı koca ve çocuklardan oluşan toplumun temel taşı olan yapı, insanlığın var oluşundan beri mevcut bulunmakta, ve bu yapının sağlam olması toplum menfaati açısından büyük önem arz etmektedir. Nisa s. 34. ayetine baktığımızda, aile içinde bulunan bir sorunun nasıl halledilebileceği ile ilgili hüküm taşımakta olduğu görülmektedir. Bu ayetin indiği toplum içinde mutlaka ailelerin olduğu, ve bu ayetin bu aileler ile ilgili bir takım sorunlara çözüm önerisi sunduğu dikkate alınmalıdır.

Bu çözüm önerisi sunulur iken, nuzül döneminde kadınların toplum içindeki durumlarının dikkate alınması büyük önem taşımaktadır. Bunu söylerken rivayetleri adres gösterdiğimiz anlaşılmamalı, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili ayetleri dikkate alınarak, onların nüzul dönemindeki mevcut toplumsal yapılarının arka plan bilgisi, o ayetlerden çıkarılmalıdır.

Kur'an'ın kadınların evlenmesi, boşanması, mallarının idaresi gibi ayetlerine baktığımızda arka planda kadının toplum içinde ikinci sınıf bir vatandaş muamelesi gördüğü, sahip olması gereken haklarının verilmediği görülebilecektir. Onlarla ilgili ayetlerin onların bu durumlarının iyileştirilmesine yönelik olduğu herkesin dikkatini çekecektir.

Bu arka plan dikkate alındığında, Kur'an'ın kadınlar ile ilgili olan hükümlerinin onların mevcut olan kötü durumlarını iyileştirici ayetler olarak okunması, bizlerin özellikle Nisa s. 34. ayeti hakkında bir takım spekülasyonlar yapmak gereğinden de kurtaracaktır. Kur'an'ın kadınlara karşı iyi davranmayı emretmesinin arka planında, onlara karşı mevcut olan kötü davranışların olduğu dikkate alınmalıdır. Çünkü kadınlarına zaten iyi davranan bir topluma karşı yeniden böyle emirler verilmesinin bir gereği yoktur.

Ayet içindeki erkekler için geçen Kavvam, kadınlar için geçen Salihat kelimesi, ailenin temelini teşkil eden karı kocanın olması gereken ideal durumunu yansıtmaktadır. Kavvam  kelimesinin ifade ettiği en genel anlam, erkeğin aile içinde eşine ve çocuklarına karşı olan görev ve yetkilerini yerine getirmesini işaret etmekte, Salihat kelimesinin ifade ettiği en geniş anlam ise, kadının eşine ve çocuklarına karşı olan vazifelerini yerine getirmesine işaret etmektedir. 

Kavvam erkek ile, Saliha bir kadının oluşturduğu aile içinde çıkabilecek olan sorunlar yine bu kelimelerin ifade ettikleri anlamlara sahip olmanın gerektirdiği şekilde çözülecektir. Nisa s. 34. ayet içindeki yaptırımların, Saliha olmanın dışına çıkan kadınlar için olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Saliha bir kadının en önemli özelliği ise, ırzını ve namusunu korumaya özen göstermesi, onu bu konuda sıkıntıya sokacak her türlü davranıştan kaçınmasıdır. Bu durum sadece kadın için değil, erkek için de elbette geçerlidir. Nisa s. 34. ayetinde kadının böyle bir duruma düşmesi, Nüşuz kelimesi ile ifade edilmektedir.

Bu durumdaki bir kadına erkek tarafından: 
1- Yaptığının yanlışlığı hakkında nasihat edilecek.
2- Nasihat kar etmezse, yatakta yalnız bırakılacak.
3  Yatakta yalnız bırakmak kar etmezse, kadın dövülecek.

Zurnanın zırt dediği yer 3. şık olup, kadının dövülmesi konusu etrafında fırtınalar koparılmakta, ayet içinde geçen Darabe kelimesinin çok anlamlı olmasının verdiği avantajla, kelimenin dövmek değil, ayrılmak veya başka anlamlara sahip olduğu iddia edilmekte, Darabe kelimesinin çevirisi bazı kimseler tarafından o şekilde yapılmaktadır.

Yine tekrarlamak isteriz ki: Ayet kadınları dövmek şeklinde yeni bir hüküm getirmemekte, aksine kadınların aile içinde eşleri tarafından dövülmek sureti ile maruz kaldıkları zor duruma yeni bir düzenleme getirerek, onların durumlarını iyileştirmeye yönelik hükümler getirmektedir.

Kadının ikinci sınıf olarak görüldüğü ve sahip olduğu haklarının verilmediği bir toplumda onların erkeklerden şiddet görmesi de kaçınılmazdır. Yani Kur'an'ın nazil olduğu toplum içinde kadın, eşi tarafından dövülen ve hor görülen bir konumdadır. Öncelikle bu saptamanın yapılması, Nisa s. 34. ayetinin doğru anlaşılmasında önem arz etmektedir. 

Bu saptama yapıldıktan sonra ayet içinde geçen Nuşüz kelimesinin ifade ettiği anlam gündeme gelecektir.

Dikkat edilirse kadının dövülebilmesi için bırakılan alan, dar bir alandan onun eşinin namusuna halel getirebileceği daha geniş bir alana çekilmiştir. Kadının nüşuzu ile ifade edilen alan, kadının yemeğin tuzunu fazla koymuş olması, komşulardan eve geç gelmiş olması veya eşinin maddi gücünü aşan bir istekte bulunmuş olması gibi tali meseleler değil, namus konusu gibi ağır ve hiç bir kadının kolay kolay cesaret edemeyeceği bir alana çekilmiştir. Yani bir kadının dövülebilme sebebi, namusuna halel getirecek bir yol içinde olmasıdır.

Bunu söylerken, kadın böyle bir duruma düştüğünde onun dövülmesi Farz hükmündedir gibi bir iddia içinde olmadığımız bilinmelidir. Kadın velev ki dövülmeyi hak edecek bir eylem içine girse, eşi de onu dövmemiş olsa, bu durumdaki erkek herhangi bir günah altına girmeyecektir. Ayet, kadınların dövülmesini en uzak bir ihtimal olan namus konusu ile ilişiklendirmek sureti ile, kadına şiddeti toplum hayatından çıkarmayı amaçlamaktadır.

Nisa s. 34. ayetinden zımnen şunu anlamak sanırım yanlış olmayacaktır: "Eşini her fırsatta dövmek için fırsat kollayan ey erkekler!!: Eşlerinizi olur olmaz sebeplerden ötürü dövmeniz asla doğru değildir. Size onları dövebilmeniz için bıraktığım açık kapı, sadece onların sizin namusunuza halel getirebilecek bir duruma düşmeleridir. Bunun dışında kadınlarınızı dövmeniz size yasaktır".

Bu yaptırımlar boşanmanın tercih edilmemesi, sorunun aile içinde halledilmesi durumlarında geçerli olabileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.

Bizim Nisa s. 34. ayetine yaptığımız bu şekildeki yorumumuz, "Öyleyse neden Allah direk olarak "Kadınlarınızı dövmenizi yasaklıyorum" şeklinde bir emir vermedi de, böyle dolambaçlı bir yol önerdi?" sorusunu beraberinde getirecektir.

Nisa s. 43. ayetinde içkili iken namaza yaklaşılmaması emri, bu soruya bir cevap teşkil edebilir. İçkinin halen kullanıldığı bir toplumda bunu birden yasak etmenin bazı sıkıntılara yol açma ihtimalini göz önünde bulundurduğumuzda, tedrici olarak yasaklama daha uygun bir yol olarak görülecektir. Nisa s. 43. ayeti içki içmenin alanını nasıl daraltıyor ise, Nisa s. 34. ayeti de kadınlara karşı şiddet kullanmanın alanını öyle daraltmakta, bu sorunu tedrici olarak çözme yoluna gitmektedir.


Ayetin nuzül dönemi arka planını hesaba katmadan okumaya çalışanların takıldıkları bir nokta da, 2. sıradaki yaptırım olan kadınların yatakta yalnız bırakılmalarıdır. Bir çok insan böyle bir işlemin kadından çok erkeğe ceza olduğunu düşünecektir. Ancak nuzül döneminde bir çok erkeğin bugünkü gibi tek eşli değil, birden fazla eş sahibi olduğu hesaba katıldığında ve 2. şıktaki yaptırım erkeklerin bu durumu göz önüne alınarak okunduğunda, kadına karşı bir yaptırım olduğu anlaşılacaktır.

Nisa s. 34. ayetinde geçen Nüşuz kelimesi, aynı surenin 128. ayetinde de geçmekte, Darabe fiilinin Vurmak anlamına sahip olmadığını düşünenler tarafından, "Kadını nüşuz ettiğinde erkek kadını dövebiliyor ise, erkek nüşuz ettiğinde kadın neden erkeği dövemiyor?" şeklinde sorular sorulmaktadır.

Bu tür sorular, Nisa s. 34. ayetinin kadının nüşuz ettiğinde dövülmesi gerektiğine dair yeni bir hüküm getirdiğinin zannedildiği için sorulmakta, ve böyle bir sorunun sorulması, Nisa s. 34. ayetinin ilk düğmesinin baştan yanlış iliklenmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu tür soruları soranların kafalarında Nisa s. 34. ayetinin kadının dövülmesine dair bir emir veya tavsiye olduğu zannı hakim bulunmaktadır.

Burada tekrar hatırlatıyoruz: Allah (c.c) kadının nüşuzunda ona uygulanması gereken müeyyideler hakkında hüküm değil, kadınlara şiddet uygulayan bir toplumun erkeklerinin hareket alanını kısıtlamak amaçlı bir yönteme başvurmaktadır.

Kur'an ayetlerinin dün indiği topluma dair ne söylemiş olabileceği hesaba katılmadan, bugün bizlere ne demiş olabileceği üzerinde yapılacak anlama çalışmaları eksik kalacaktır. Kur'an'ın nazil olduğu zaman içinde yaşayan toplumun sosyal şartları ile, şu anda bizim yaşadığımız toplumun sosyal şartlarının aynı olmadığı malumdur. Hal böyle iken dün indiği toplumda herhangi bir sorun teşkil etmeyen bir ayetin, bugün şartların değiştiği bir toplumda sorun teşkil ediyor gibi görünmesi, o ayet veya kelime ile ilgili bir takım spekülasyonlar yapmaya çalışarak, onu birilerinin hoşuna gidecek şekle sokmayı gerektirmez.

Nisa s. 34. ayeti ilk bakışta sanki kadınlara bir takım cezai müeyyideler uygulayan bir ayet gibi görünmesine karşın, aslında erkeğe bir takım müeyyideler uygulamaktadır. Çünkü kadına şiddeti kendi uygun gördüğü şartlara göre uygulayan bir toplumun erkeklerine, Kur'an tarafından daha ağır şartlar getirilmekte, kadına şiddet uygulayan erkeklerin elleri bir şekilde bağlanmak sureti ile kadına şiddet şartları zorlaştırılmaktadır.

Sonuç olarak: Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi üzerinde yapılan anlama çalışmaları ilk başta yanlış bir noktadan başlaması sebebi ile yanlış sonuçlar çıkarılmasına sebep olmaktadır. Tarih üstücü okuma taraftarlarının, kendilerinin tarihselci olarak suçlanmalarından çekinmesi sebebi ile, ayetin tarihsel bağlamına dikkat etmemiş olmaları, ilgili fiilin üzerinde bir takım oynamalar yaparak, ayet üzerinde bazılarının hoşuna gidecek iyileştirme çalışmaları yapmaları kabul edilir bir durum değildir. 

Şayet ilgili ayet, nuzül döneminde kadının mevcut olan kötü durumunun iyileştirmesi doğrultusunda erkeğe yönelik bir takım yaptırımlar olarak okunmaya çalışılsaydı, üzerinde bu kadar fırtınalar koparılmasına gerek duyulmazdı.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Şubat 2018 Pazar

Bakara s. 85. Ayetinde Geçen "Ve in ye'tiküm üsera tüfadühum" Cümlesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an'ın Arap dilinden bir başka dile yapılan çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi, orjinal metne sadık kalarak yapılan lafzi bir çevirinin, okuyucu tarafından anlaşılamaz oluşudur. Çevirmen bütün iyi niyetini kullanarak herhangi bir tahrife imza atmamış olmayı amaçlamakta, fakat onun bu iyi niyeti maalesef çevirdiği ayet hakkında bazı istifhamların doğmasına yol açmaktadır. 

Bu duruma örnek olarak, Bakara s. 85. ayetinde geçen bir cümlenin çevirilerini verebiliriz. 

Ayetin Arapça metni:

ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

[002.085] [DI] Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ayet içinde çeviri problemi olarak düşündüğümüz kısım, وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ cümlesidir. Bu cümle genellikle şu şekilde çevrilmektedir.

"Onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz."

"Ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi"

"Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı"

Cümlenin bu şekildeki çevirilerinde, gramer kuralları açısından herhangi bir hata olduğunu iddia etmek güçtür, ancak okuyucunun böyle bir çeviri karşısında kafasının allak bullak olmaması içten değildir.

Çünkü savaşın fıtratında bir asker düşman tarafına esir düştüğünde, o esirin kurtarılması için fidye verecek olan taraf onu esir alan düşman tarafı değil, askerin kendi tarafıdır. Halbuki ayetin çevirisinden fidye veren tarafın, o askeri esir alan taraf olduğu anlaşılmaktadır.

Ayetin harfi çevirisine sadık kalmak isteyenlerin yol açtıkları bu durumun izalesi için, öncelikle savaşın gerçeklerinin dikkate alınması, ondan sonra bu ayete ona göre bir anlam verilmesi zorunluluğu olduğu muhakkaktır.

Bu cümle çevrilirken öncelikle savaşın gerçekleri göz önüne alınmalı, esir düşülmesi halinde fidyeyi hangi tarafın vermesi gerektiği dikkate alınmalıdır. Fidyenin hangi tarafın vereceği bilindikten sonra ayete verilecek anlam daha net olarak ortaya çıkacaktır. Ayet içinde geçen  تُفَادُوهُمْ kelimesi, karşılıklı olarak bir iş yapmayı ifade etmektedir. Yani ortada fidye alan ve fidye veren birileri olduğunu göstermektedir. Kelimeye verilecek anlamın bu durumu ifade edecek bir şekilde çevrilmesi gerekmektedir.

وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ Eğer size (savaşta) esir düşmüş olarak gelirlerse.
تُفَادُوهُمْ (serbest bırakmak için) onlardan fidye talep ediyorsunuz.
وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ Halbuki onları yurtlarından çıkarmanız (bu suretle onları esir ederek fidye vermek zorunda bırakmanız) haram kılınmıştı.

Bakara s. 85. ayetinin, surenin İsrailoğulları ile ilgili ayetlerinin bağlamına dahil olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki 84. ayette onlara birbirlerini yerinden yurdundan etmemelerinin emredildiğini, yani bu fiilin onlara Haram kılındığını öğrenmekteyiz.

Yani İsrailoğullarının güçlü olan bir kısmı, güçsüz olan diğer kısmı ile haklı bir gerekçesi olmadan savaşıyor, ve güçsüz olanları yurtlarından çıkarmak sureti ile kendilerine haram kılınan bir fiili işliyor, bunun neticesinde o insanlardan bir kısmını esir alıyor, ve bu esirleri serbest bırakmak için onlardan fidye talep ediyor.

Allah (c.c) bu fiili işleyenlere zımnen, "Size onları yurtlarından çıkarmayı haram ettiğim halde, bu haramı hem çiğniyor, hem de onları esir alarak fidye talep etmekle hakkınız olmayan bir istekte bulunuyorsunuz" demektedir. 

Bundan sonra ayetin devam eden  أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ (yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?) cümlesini anlayabilmek daha kolay olacaktır. Çünkü bu cümle, yine çevirilerde ayet içi bağlama dikkat edilmeden çevrilmekte, dolayısı ile cümle biraz havada kalmaktadır.

Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek ne demektir?.

Allah (c.c) nin insanlara yaşamlarını düzenlemeleri için elçileri aracılığı ile indirdiği bilgilerin en geniş kapsamlı ismi EL KİTAP tır. Bu kelime şemsiye bir terim olup, Tevrat, İncil Zebur, Kur'an gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz özel isimlere sahip olan kitapların hepsinin ortak ismi El Kitap tır.

Allah (c.c) nin İsrailoğullarına El Kitap'ta "Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" şeklinde bir emir verdiğini, bu onların bu emri tutacaklarına dair söz verdiklerini yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.

Savaş, bir insanlık gerçeği olarak binlerce yıldır insanların birbirinin kanını dökmelerine vesile olan, kıyamete kadar da varlığını sürdürecek bir yöntemdir. Yalnız bu yöntemin haklı olabilmesi için, Allah'ın izin verdiği meşru sınırların gözetilmesi zarureti vardır. Kendi yanlarından çıkardıkları sudan bahanelerle, savaş sebepleri üreterek, insanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya, kimsenin hakkı yoktur.

Fidye olarak bildiğimiz ve Kurtulma bedeli anlamına gelen kelime, Allah'ın El Kitap'ta meşru olarak yapılmış savaşlar için geçerli olmak üzere, o savaşın galiplerine tanıdığı ve helal kıldığı bir bedel olarak, binlerce yıldır süregelen kadim bir uygulamadır.

Şayet, "Fidye'nin kadim ve helal bir uygulama olduğunun delili nedir?" diye sorulacak olursa, Enfal s. 68. ayetini delil olarak gösterebiliriz. Bedir savaşında düşmanı iyice sindirmeden esir alan ve onlardan salıverme karşılığı olarak fidye alan Muhammed (a.s) ın yaptığı bu uygulamanın yanlış olduğunu, Enfal s. 67. ayetinden öğrenmekteyiz. 

Bir sonraki 68. ayette, "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı(kitabun minallahi), aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" buyurulmuş olması, fidye almanın geçmişten gelen bir uygulama olduğunu da göstermektedir.

Bunlardan sonra İsrailoğullarının kitabın bir kısmına inanmalarının ne anlama gelebileceği de anlaşılacaktır.

Kitabın bir kısmına inanmaları, kitabın onlara fidye almayı helal kılmış olmasına inanmaları anlamındadır. İsrailoğulları yurtlarından çıkararak esir ettiği insanları fidye karşılığı salıvermekte, talep ettikleri bu fidyeyi ise kendilerine iman ettikleri kitabın verdiği bir hak olarak görüyorlardı.

Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı ki, onların esirlerden aldıkları bu fidye, meşru bir gerekçeye dayanmadan yaptıkları savaşın bir sonucu alınmakta, ve Allah (c.c) onlara bu şekil bir savaşı Haram kılmıştı. Haksız yere açılan bir savaş sonucunda alınan fidyenin helal olması ise asla düşünülemez. Bedir savaşında fidye almalarının yanlış olduğu bildirilen Müslümanlara bu fidyenin helal kılınmasının sebebinin, müşrik ordusu ile yaptıkları savaşın meşru bir gerekçesinin olduğu unutulmamalıdır.

Toparlayacak olursak, İsrailoğulları El Kitabın fidyeyi helal kılmasına inanıyorlar, fakat aynı El Kitabın haksız yere savaşmayı haram kılmasını ise inkar ederek, Allah'a karşı isyankar davranıyorlardı.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerde, Bakara s. 85. ayetinin kafada bazı istifhamların oluşmayacağı şekilde yapılan çevirisinin, Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapıldığını gördük.

Muhammed Esed:Bakara s. 85- Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.


Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Mustafa İslamoğlu:Bakara s. 85- Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısımını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düşdüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkum olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.

Bakar s. 85. ayetine verilen mealler diğer meallere nazaran daha anlaşılır olsa da, yine de bazı yerlerde eksiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Bu ayet ile ilgili bizim yapmaya çalıştığımız meal örneği şöyledir;

Bakara s. 85- Sonra (bu sözleri veren) sizler, birbirini öldüren, içinizden (zayıf gördüğünüz) bir gurubu yerinden yurdundan çıkaran, günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkan, size esir (düşmüş)ler olarak geldiklerinde, (onların size esir düşmelerine sebep olan) yerinden yurdundan çıkarmanız haram kılındığı halde, onları fidye alarak serbest bırakanlar oldunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına (fidye almayı helal kılmasına) iman ediyorsunuz da, (birbirinizin yerinden yurdundan etmesini haram kılmasına) bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?. Sizden kim bunu yaparsa, onun bu yaptığının karşılığı, dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine çarptırılarak rezil ve rüsvay olmaya devam edeceklerdir.


                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Kasım 2017 Pazar

Araf s. 175. Ayetinde Geçen "Fe etbeahuşşeytanü" İbaresinin Çevirisi Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an çevirilerinde göze çarpan hatalardan bir tanesi de aynı ibarenin geçtiği ayetlerin birbirinden farklı anlamda çevrilmiş olmasıdır. Başka meallerden kopya çekerek meal hazırlamayan, Kur'an bütünlüğüne hakim olan bir çevirmen, aynı ibarenin diğer ayetlerde yapılan çevirisine dikkat etmek  sayesinde, daha önce yapılmış bazı hatalı çevirileri görebilir, dolayısı ile kendisi de aynı hataya düşmekten de kurtulabilir.

Araf s. 175. ayetini meallerden karşılaştırmalı olarak okuyan, ve ayet içindeki kelimelerin geçtiği diğer ayetlerde nasıl çevrilmiş olduğuna dikkat eden bir Kur'an okuyucusu, bu ayet içinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinde bir farklılık olduğunu görecek, ve bu ayetin çevirisinde bir hata olup olmadığını sorgulayacak, Kur'an bütünlüğüne dikkat eden bir okuma yaptığında ise, hatayı görebilecektir.

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ

Bu ayetin tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok mealde şu şekilde çevrilmiş olduğunu gördük.

Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığı sonunda da azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat.

Çeviride problem olarak gördüğümüz nokta, ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ  ibaresinin bir çok mealde "şeytanın arkasına taktığı",  "onu şeytan peşine taktı",  "Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bizim çeviri problemi olarak gördüğümüz nokta, bir çok kişi tarafından normal bir çeviri olarak görülebilir, çünkü konu şeytan olduğunda bir çok ayette Allah (c.c) bizlere ona tabi olmamamızı emretmektedir. Bu ayetlerdeki emirlerden dolayı bir çok çevirmen Araf s. 175. ayetinin çevirisinde hata sayılacak bir çeviriye imza atmıştır. 

Bu ayetin çevirisini yapanlar (bütün çevirmenlerin aynı hataya düştüğünü iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) şayet ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ kelimesinin geçtiği diğer ayetlere dikkat eden bir çeviri yapmış olsalardı, bu hataya düşmeyeceklerdi.

Bu kelimenin aynısı iki ayrı sure içinde daha geçmektedir. 

Hicr s. 18. ayeti:

إِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُبِينٌ
Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, onu da parlak bir alev takip eder.

Saffat s. 10. ayeti:
إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
 Ancak çalıp kapan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.

Bir de kelimenin iki yerde geçen Fe etbeuhum şeklinde geçişlerini de örnek vermek istiyoruz.

Yunus s. 90. ayeti:

وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا ۖ حَتَّىٰ إِذَا أَدْرَكَهُ
الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.

Taha s. 78. ayeti:

فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
Bunun üzerine Firavun, askerleri ile birlikte onların (israiloğullarının) peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.

Konumuz olan kelimenin farklı zamirlerle kullanılan başka geçişleri de mevcut olmakla birlikte, yazıyı uzatmamak adına bu kadar örnekle yetiniyoruz. Şimdi verdiğimiz örnek ayetlerin çevirisi ile, Araf s. 175. ayetine yapılan ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çevirileri karşılaştıracak, örnek ayetlere Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu iddia ettiğimiz  anlam doğrultusunda bir meal örneği vererek, yapılan hatayı göstermeye çalışacağız.

Hicr s. 18. ve Saffat s. 10. ayetleri, Muhammed (a.s) a inen vahye karşı herhangi bir dış etkenin müdahalesi olmadığı bildiren bir bağlama dahil olan ayetlerdendir. Hicr s. 18. ayetini şayet Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çeviriler doğrultusunda bir anlam vermeye kalktığımızda, bu ayetin çevirisi kulak hırsızlığı yapanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklinde değil,  kulak hırsızlığı yapanın alevli ateşi takip ettiği şeklinde yapılması gerekirdi. 

Daha net anlaşılması için: Kulak hırsızı önde kaçarken onu arkasından alevli ateşin takip ettiğini ifade eden doğru anlam yerine, alevli ateş önde kaçarken onu arkasından kulak hırsızının takip ettiği şeklinde yapılan bir Hicr s. 18. ayeti çevirisi nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen meallerde öyle hatalıdır.

Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Hicr s. 18. ayetine de, "Kulak hırsızlığı yapanı parlak ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.

 Saffat s. 10. ayeti de aynı şekildedir, ayette sözü çalıp kapan olursa o sözü çalanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklindeki doğru anlam yerine, sözü çalıp kapanın yakıcı alevi takip ettiği şeklinde yapılan bir çeviri nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen anlam da öyle hatalıdır.

Yine Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Saffat s. 10. ayetine de, Ancak çalıp kapan olursa, o çalıp kapan delip geçen yakıcı ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.

Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerinde, Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarının peşine düştüğü bildirilmektedir. Eğer bu ayetlerin çevirilerini Araf s. 175. ayetine verilen hatalı anlamı baz alarak yapacak olduğumuzda, İsrailoğullarının Firavun ve askerlerinin peşine düştüğü şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki, böyle bir anlamın hatalı olacağı herkesçe malumdur.

Hal böyle iken neden Araf s. 175. ayetinin çevirisini hatalı olarak yapanlar bu noktaya dikkat etmeden çeviri yapmışlardır. Çeviri yapanların Arap dilini bilmediklerini söylemek onlara haksızlık olacaktır, fakat kopyacı veya ilgili kelimenin Kur'an içinde geçişlerine dikkat etmediklerini söylemek haksızlık olmayacaktır.

Araf s. 175. ayetinin kelime kelime çevirisi şu şekildedir:

Vetlu aleyhim: Onlara oku
Nebeellezî âteynâhu âyâtina: Ayetlerimizi verdiğimiz adamın haberini
Fenseleha minhâ: Fakat o ayetlerimizden sıyrıldı
Fe etbeahuş şeytânu: Şeytan (ayetlerimizden sıyrılan adama) tabi oldu, peşine düştü
Fe kâne minel gâvîn: Böylelikle azgınlardan oldu.

Problem, ayet içinde geçen Fe etbeauşşeytanu ibaresinin, Şeytan ona tabi oldu, peşine takıldı şeklinde çevrilmesi gerekirken, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı şeklinde çevrilmesinden kaynaklanmaktadır. 

Bu noktada Fe etbeahu kelimesindeki hu zamirinin, "O" veya "Ona" şeklinde her iki anlamında
verilebilmesinin gramer olarak mümkün olduğu, Fe etbeahuşşeytanü kelimesinin, O şeytana tabi oldu anlamına gelebileceği gibi, Şeytan ona tabi oldu anlamına da gelebileceği iddia edilebilir. 

Bu kelimenin, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı anlamının doğru olduğunu düşündüğümüzde, Hicr s. 18. ayetine, Kulak hırsızlığı yapan alevli ateşi takip etti anlamı, Saffat s. 10. ayetine, Çalıp kapan yakıcı alevi takip etti, Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerine, İsrailoğulları Firavun ve ordusunu takip etti peşine takıldı anlamının verilmesi gerekirdi. Bu ayetlere verilen anlamlar ne kadar doğru ise ki değildir, Araf s. 175. ayetindeki Fe etbeahuşşeytanü kelimesine verilen O şeytana tabi oldu anlamı da o kadar doğrudur.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok meal bu ayeti hatalı olarak çevirirken, doğru olarak çevirenler de bulunmaktadır. 

----Adem Uğur:Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
----Bayraktar Bayraklı: Onlara şu adamın haberini oku! Kendisine âyetlerimizi vermiştik; fakat onlardan sıyrılıp çıktı. Ondan dolayı şeytan kendisini takip etti ve sonunda azgınlardan oldu.
----Diyanet Vakfı: Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
----Edip Yüksel: Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, ancak onlardan sıyrılmış-geçmiş kimsenin ne duruma düştüğünü anlat onlara. Sapkın onu saptırıncaya kadar izlemişti.
----İlyas Yorulmaz: Ayetlerimizi kendisine verdiğimiz kimsenin haberini onlara oku. O ayetlerimizden uzaklaşmış ve şeytan da onu takip edip izlemiş, o da azgınlardan olmuştu.
----Kadri Çelik: Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, bu yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am b. Baura’nın) haberini oku.
----Muhammed Esed: Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.
----Sadık Türkmen: Onlara, şu kimsenin haberini de oku/anlat: Kendisine ayetlerimizi vermiştik, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytanın peşine takıldı nihayet azgınlardan oluverdi.

[043.036] Kim Rahmanın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.
Konumuz olan kelimenin çevirisinde yapılan hata, aynı zamanda ayetteki çok önemli bir anlatımın da yok edilmesine yol açmıştır. Şeytanın Allah'ın ayetlerinden sıyrılan kişinin peşine takılması, onu takip etmesi, Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış olmanın ne kadar büyük bir cürüm olduğunu da ifade etmesi bakımından önemli bir anlatımdır. Bilindiği gibi insanlar genellikle şeytanın peşine takılan bir yol izlerler, fakat bu ayette bu durum böyle olmamış, şeytan başka birisinin peşine takılmıştır.

Bu durumu bizim dilimizde meşhur olan,
Şeytana dahi pabucunu ters giydirmek deyimi ile izah etmek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. Ayet içinde zikri geçen kişi her kimse küfürde öyle bir zirve yapmıştır ki, şeytanı dahi kendisine hayran bırakarak, onu bile kendisine tabi kılabilmiştir.
Burada şeytanın kimliği üzerinde herhangi bir yorum yapmaya çalışmak konuyu uzatacaktır. Ayet ile ilgili olarak sadece çevirisi ile ilgili bir çalışma yapmaya çalıştığımız için, Araf s. 175-176. ayetlerinin mesajı üzerinde daha sonraki yazılarımızda durmaya gayret edeceğiz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kadri Çelik:
Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, bu yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am b. Baura’nın) haberini oku.