ve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Eleştiride Objektif Olmak ve Etik Davranmanın Önemi Üzerine

İnceleme ve araştırma sonucunda, yanlış olduğu düşünülen noktaları belirtmek demek olan eleştiri de en önemli nokta, önce eleştireceğimiz kişilerin söylediklerini veya yazdıklarını doğru olarak ortaya koymak, ondan sonra bunları eleştirmek olmalıdır. Eleştireceğimiz kişinin söylediklerini veya yazdıklarını anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklanan hatalar neticesinde yapılan eleştiriler, sözün veya yazının sahibine yapılan bir haksızlık olacaktır. 

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır. 

Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;

Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.

Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;

Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu." 

Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün

Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti"  cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.

İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.

İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;


en-Nehaî dedi ki: Peygamber bir kadifeye sarınıp, bürünmüş îdi. Âişe: Uzunluğu ondört zira olan bir örtüye bürünmüştü. Onun yanı benim üzerim­de İdi ve ben uyuyordum. Diğer yarısı da Peygamberin üzerinde idi, o da o vakit namaz.kılıyordu. Allah'a yemin ederim, o örtü ipek değildi, ipekti de de­ğildi. Keçi tüyünden de değildi, ibrişim de değildi, yün de değildi. Çözgüsü kıİ, atkısı ise deve tüyü idi, demiştir. Bu rivayeti es-Sa'lebî zikretmektedir.

Derim ki: Âişe'nin bu sözleri sûrenin Medine'de indiğini göstermektedir. Çünkü Peygamber (sav) Âişe ile Medine'de gerdeğe girmiştir. Bu durumda sûrenin Mekke'de İndiğine dair zikredilen rivayetlerin sahih olmaması gere­kir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.

İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.

Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.

Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır. 

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Allah (c.c) Neden İnsanlara Kitap ve Elçi Gönderir?

Allah (c.c), son elçi Muhammed (a.s) a kadar sayısını kendisinin bildiği elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kullarının yaşamına müdahale etmiş, onların kendi emirleri hilafına yaptığı hataları, elçilere indirdiği kitaplar ile ikaz etmek sureti ile, kullarının kendisinin istediği yönde hayat sürmelerini istemiştir. Binlerce yıllık insanlık tarihini kısaca, elçilere tabi olanlar ile elçilere olmak istemeyenler arasında geçen mücadeleler olarak özetlemek mümkündür.

Günümüze geldiğimizde ise, bazı kimseler tarafından elçi ve kitapların insan hayatını yönlendirmesi noktasında gerekli olup olmadığı konusunun gündem yapılmaya, kitap ve elçileri hayattan çıkarmayı amaçlayan bir söylem üretilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. İşin ilginç olan tarafı ise, bu konuyu dile getiren kimselerin bir kısmının daha önceden Kur'an Müslümanlığı söylemini dile getirmekte olmaları, şimdilerde ise Kur'an'ın insan hayatına müdahalesi ret etmek için ortaya bu tür iddialar atmaya çalışmalarıdır.

Kitap ve elçilerin insan hayatını yönlendirmesinin gereksiz olduğunu iddia edenlerin ortaya attıkları gerekçelerden bir tanesi ise, insanın yaratılışında mevcut olan ve adına AKIL, VİCDAN, FITRAT dediğimiz melekelerin bu konuda yeterli olacağı, insanların bu melekelerin yönlendirmesi  ile doğruyu bulabilecekleri şeklinde ortaya atılmaktadır.

Bu iddiaların ortaya atılmasında, son yıllarda Kur'an'ı anlama yöntemi olarak önerilen Tarihselcilik düşüncesinin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın belli bir zaman, mekan ve coğrafyada yaşayan insanlara indiği, muhteviyatının sadece onlara hitap ettiği, bugün bu kitabın bizlere dair herhangi söyleyebileceği bir şeyin olmadığı şeklinde ortaya atılan tarihselcilik söyleminin bu konuda rol oynadığını, Kur'an'ın anlaşılmasında tarihi arkaplanı bilmenin gereğini iddia eden tarihsel okuma yöntemini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir, Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler, elçi ve kitaplara ihtiyaç duyulmaması için yeterli ise, bu melekeler ilk insandan beri mevcut olduğuna göre, Allah neden o insanlara elçi ve kitaplar göndermiştir?. Eğer bu melekeler insan için yeterli ise, neden dünyadaki tüm insanlar bu melekeleri kullanarak dünyayı cennete çevirmek yerine, cehenneme dönmesini sağlıyorlar?.

İddiaya göre, insanda var olan bu melekeler, kitap ve elçilerin yönlendirmesine gerek bırakmayacak şekilde insanlara doğruyu bulmada yardımcı olacağına, Allah (c.c) de insanlardaki bu melekelerin yaratıcısı olmasından dolayı bunları bildiğine göre, neden bütün bunlara rağmen elçiler ve kitaplar göndererek insanların hayatlarına müdahale etmek gereği duymuştur?. 

                                            İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
                                                                                                       (Kıyamet s. 36)        

Bu sorunun cevabını Kıyamet s. 36. ayetinden başlayarak bulmak mümkündür. Allah (c.c) insanı başıboş yaratmamıştır, elçiler ve kitaplar insana bir sahibinin olduğunu hatırlatan en önemli belgelerdir. Elçiler ve kitapların gönderiliş nedenini en kısa bir cümlede  özetlemek gerekirse bunu söyleyebiliriz. Peki neden Allah (c.c) insana, "Ben seni Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler ile donattım, bunlar senin doğru yolu bulmana yarar, bunun haricinde başka şeylere ihtiyacın yoktur"  diyerek dünyaya salıvermemiştir?.

[001.002] Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Kur'an'a baktığımızda kendisini bizlere Alemlerin Rabbi olarak tanıtan Allah (c.c), böyle bir payeyi hak etmesinin nedenini yine kitabında açıklamaktadır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısı, ve bunların devamı için gerekli olan gücün sahibi olduğunu bizlere haber veren Allah (cc) kendisini bizlere mülkü elinde bulunduran bir hükümdar tasviri ile anlatmaktadır. 

[067.001]  Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey'e kadîrdir.

Yönetmek ile görevli olduğu topraklarda asayiş ve güvenliği sağlamak için, halkın uyması gereken bir takım kanun ve uygulamaları devreye sokmak nasıl her hükümdarın en doğal hakkı ve görevi ise, yarattığı insanların kendi mülkünde nasıl hareket edeceklerine dair kanunlar ve uygulamalar devreye koymak, Allah'ın da en doğal hakkıdır. Allah (c.c) bu hakkını ise elçileri vasıtası ile gönderdiği kitaplarla bizlere bildirmektedir.

Nasıl ki insanlar yaşamış olduğu topraklarda mevcut bulunan kanun ve hükümlere aykırı davranışlar yaptığında cezalandırılmayı hak ediyorsa, Allah'ın mülkünde yaşayan insanlarda onun koyduğu yasalara aykırı davranışlarda bulunduklarında cezalandırılmayı hak edeceklerdir.

İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden olan, ve adına Dünya denilen bir yerde yaşayan varlık cinslerinden birisidir. Bu varlık cinsinin en önemli özelliği ise, iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapısı olmasıdır. 

[076.003] Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.

Yaratılış hamurunda her iki uca da meyyal olma özelliği olan insan, yaşamı içinde yaptığı, İyi veya Kötü olarak değerlendirilen amellerinin hepsini, Kur'an'ın Semi, Basar, Fuad olarak bildirdiği duyu organlarını kullanarak yapmaktadır. Allah'ın bizlere kendisini RAB olarak tanıtmasının tezahürlerinden bir tanesi, bu kelimenin anlamına uygun olarak, insanın yaşamı içinde ona gerekli olan her türlü ihtiyacını karşılaması şeklinde karşılık bulması olduğunu hatırladığımızda, insanın eğitim ve öğretime olan ihtiyacını da karşılayan Allah (c.c) dir. Ancak bu eğitim ve öğretimin önünde duran ve insanı her an bu yoldan saptırmaya çalışan önemli bir etken vardır.

Şeytan, bu bağlamda insanı kötülüğe sevk eden en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın İblis adı ile temsili bir kişilik olarak bize sunduğu bu kavram, onun sözleri üzerinden insanın nasıl kötülüğe sevk edilebileceğini göstermektedir. Şeytan dediğimiz zaman artık aklımıza insanın haricinde ontolojik mahiyete sahip  ayrı bir varlık türü değil, insanı kötülüğe sevk eden her türlü unsur akla gelmekte, onun ayağını kaydırarak cehenneme yuvarlanmasına sebep olan her türlü etken bu isimle anılmaktadır. 

Şeytan faktörü insan hayatı için çok önemli olup, boşluk kabul etmeyen insan fıtratının Allah (c.c) kabul etmemesinden dolayı ortaya çıkan boşluğu, şeytan doldurmaktadır. Şeytan, sadece teolojinin alanı içine değil, hayatın bütününe giren bir kavramdır. Biz bu kavramı sadece teolojik tartışmalar içine hapsetmemizden dolayı, bu kavramın insan hayatı içindeki yeri ve insana olan zararları maalesef yeterince anlaşılamamaktadır.

Doğuştan 
Semi, Basar, Fuad ile donatılan insan, Şeytan faktörü olmadığı takdirde bu melekelerini iyilik doğrultusunda kullanabilme imkanı mevcut olmasına rağmen, bütün insanlarda mevcut olan her iki uca meyyal olma durumu, doğuştan gelen melekelerin, şeytan faktörünün etkisi ile doğru yönde kullanılamamasının verebileceği zararlardan korunmak için bir klavuza sahip  olması ihtiyacını doğurmuştur.

Yarattığı insanların Rabbi olmasının kendisine verdiği hak ve yetkiye dayanarak, onların eğitici ve öğreticisi olma hakkına sahip olan Allah (c.c) nin insanları eğitmek ve öğretmek için klavuz olarak gönderdiği elçi ve kitapların hayatımızdaki önemini şu şekilde örneklendirebiliriz;

Beyaz Eşya olarak bildiğimiz ürünlerin hepsinde, Kullanma Klavuzu adı ile bildiğimiz bir kitapçık bulunmaktadır. Bu ürünleri alanlar yetkili servis elemanlarının yaptığı kurulum ve onların yol göstermesi olmadan, izinsiz olarak ürünü kullanmaya kalktıklarında doğacak aksaklıklardan yetkili servisler sorumlu değildir. Çünkü yetkili servisin ve kullanma klavuzunun talimatlarına uymamak sureti ile üründe arıza meydana gelmesine sebep olmuştur.

Yetkili servis elemanlarını bir elçi, aldığımız ürünlerde bulunan kullanma klavuzlarını da bir kitap olarak gördüğümüzde, elçi ve kitapların insan hayatındaki önemi daha kolay anlaşılabilecektir. Yaşadığı hayatı elçi ve kitap yönlendirmesi olmadan yaşamaya çalışan insanların da doğacak arızalardan dolayı ödeyecekleri bedelin, ebedi cehennem olduğu yine kitap içindeki ayetlerde bildirilmektedir. 

Şimdi,  elçi ve kitapların insan hayatı için önemine dikkat çektikten sonra, elçi ve kitapların gereksiz olduğunu iddia etmek ne anlama gelecektir? sorusunun cevabını aramaya çalışalım.

Elçi ve kitaplar insanın başıboş olmadığını hatırlatması açısından önemli belgeler olduğuna göre, bir insanın kendisi için elçi ve kitabı gereksiz görmesi, onun Allah'ın murakabesi altına girmek istememesi anlamına gelecektir. 

Kur'an'ın bir çok ayeti Allah'ın insana verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Bu bahsetmenin sebebi, insanın kendisini bunca nimeti verenin karşısında acizliğini bilmesi, kendisini ona borçlu hissederek minnet altında kalmasını sağlamaktır. Bu noktada Din kelimesinin Borç anlamına gelmiş olması da dikkat çekicidir.

İnsanın kendisini birisine karşı borçlu olduğunu bilmesi, ona karşı minnet duymasını da beraberinde getirmektedir. Kulun kendisine karşı her türlü nimeti sunan Allah'a karşı duyması gereken minnet, onun kendisi ile ilgili isteklerine olumlu cevap şeklinde olması gerekmektedir. Biz bir insandan gelen bir nimete bile şükür ile karşılık vermek, teşekkür etmek ihtiyacını hissederken, bize her türlü nimeti verene karşı şükür ile karşılık vermek yerine nankörlük yapmak af edilir bir şey değildir. Bize bir insandan gelen nimete karşı ona küfretmek aklımızın ucundan dahi geçmez iken, Allah'tan bize gelen nimetlere karşı nankörlük etmek hangi aklın ürünü olabilir?.

Kitap ve elçiler, insandaki akıl, fıtrat, vicdan gibi melekelerin hangi yönde çalışması gerektiğini hatırlatmak için geldiklerine göre, insandaki bu melekelerin bu rehberlikten bağımsız kaldığında doğru şekilde çalışacağı garantisi yoktur. Çünkü Şeytan faktörü her zaman bu melekelerin yanlış yönde çalışması için iş başındadır. Akıl, fıtrat, vicdan eğer elçi ve kitaplardan bağımsız bir yol tutmak isterse, onlardan boşalan bu yeri başka rehberler dolduracaktır. Boşluk kabul etmeyen bu melekeler, bazı insanlar tarafından her ne kadar doğru şekilde çalışacağı düşünülse dahi, Şeytan faktörü bu melekelerin doğru yönde çalışmamasında önemli rol oynayacaktır.

Kitap ve elçilerin artık gereksiz olduğunu iddiasını dile getirenlerin bir kısmının Deist düşünceye sempati duydukları malumdur. Bu düşüncenin temelinde Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, onun insanlar üzerindeki tasarruf hakkını ret etmek yatmaktadır. 

Eğer bir kimse doğduğu topraklarda kitap ve elçi çağrısından mahrum bir hayat sürerek, sadece kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu bilerek bir yaşam sürdüğü yani Doğuştan Deist olduğu takdirde, onun ahirette kurtuluşa ermesi mümkün olabilir. Fakat kitap ve elçi çağrısı ile muhatap olmuş, hele hele yaşamının bir kısmını bu kitap elçinin çağrısına uygun bir hayat sürmüş ve Sonradan Deist olmuş ise, bu kimsenin ahirette kurtuluşa ermesi biraz zor gözükmektedir.

Elçi ve kitapların ortak mesajı, insanların rabbi ve ilahı olarak sadece Allah'ın bilinmesi ve o yönde bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmaktır. Şayet insanlar bu mesajlardan soyutlanmış bir hayat sürmek istediklerinde, bu hayatın Kur'an literatüründeki adı Şirktir. Fıtri melekelerini kullanarak elçi ve kitap rehberliğinden bağımsız bir hayat sürdüğünü iddia edenlerin sürecekleri hayat, onları asla tevhidi bir yaşama götürmeyecektir.

Her doğan kişinin fıtrat üzere doğduğu, bu fıtratın sonra çeşitli yollarla yönlendirilebileceği şeklindeki Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetin doğruluk payı olduğu muhakkaktır. Kimsenin Hay Bin Yekzan misali ıssız bir adada yalnız başına büyüyerek, fıtratını zararlı dış etkenlerden koruma imkanı olmadığına göre, fıtratın dış etkenlerden korunmasında önemli rolü bulunan, elçi ve kitapların fonksiyonu asla dışlanmamalıdır.

Tarih boyunca dünyanın kan gölünde boğulmasına sebep olan ve halen sebep olmakta olanların da diğer insanlar gibi doğuştan vicdan sahibi olarak yaratılmışlardı, ancak onların bu vicdanlarını Şeytan esareti altına alarak, doğru yönde kullanmalarına engel olduğu unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kendi mülkünde nasıl yaşanılması gerektiğini bizlere öğreten Allah (c.c) nin bu öğretisinin gereksiz olduğunu Kur'an'ın tarihsel bir kitap olduğu gerekçesi ile ret etmeye kalkmak, açık bir inkardır. Elbette insanların yaşadıkları hayatta istedikleri yolu seçme özgürlükleri bulunmaktadır, bu yolu değiştirmeleri için kimsenin kimseye baskı yapma hakkı yoktur. 

Kur'an'ın muhteviyatında sadece indiği zaman ve mekan ile sınırlı olabilecek ve bugüne dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünebileceğimiz ayetler olsa da, bu kitabın tamamının tarihsel olduğu anlamına gelmez. Bu düşünce kendisini Kur'an'ın bağlayıcılığından sıyırmak isteyenlerin sadece inkarlarına getirebilecekleri bir bahane olacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Ağustos 2017 Salı

Fussilet s. 34-36. Ayetleri: İnsanları Kazanmanın Yolu Sabır ve Tatlı Dil

İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.

Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.

Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.

[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.

[041.035]  Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.

[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.

Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.

Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir. 

Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.

Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır. 

Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir. 

İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.

Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.

Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.

Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.

                             İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.

Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.

Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.

[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.

Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.

Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.

Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.

Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır. 

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Ağustos 2017 Pazar

Mümeyyiz Aklın Eksikliği ve Bu Durumun Müslümanlar Üzerinde Çıkardığı Sorunlar

İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyeti demek olan Mümeyyiz Akıl eksikliği, en geniş anlamda insanlığın, dar anlamda ise biz Müslümanların başta gelen sorunlarından bir tanesidir. Söylenen bir sözün doğruluğunu veya yanlışlığını söylenen söze göre değil de, sözü söyleyene göre tartmak olarak ifade edebileceğimiz bir yansıması olan mümeyyiz akıl eksikliği, biz Müslümanlar da fırkacılığı körükleyen etkenlerden bir tanesi olarak ta karşımızda durmaktadır.

Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.

Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır. 

Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.

Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler. 

Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.

Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir. 

Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.

Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır. 

Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.

Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır. 

Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.

Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.

Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.

Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye  ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar. 

Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.

Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.

Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.

Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir. 


25 Temmuz 2017 Salı

Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar

Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.

Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.

Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.

Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.

Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür. 

Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.

Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.

Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.

Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.

Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur. 

Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul  etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.

Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.

Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır. 

Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır. 


Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kur'an Müslümanlığı Deyimi ve Ayrıştırıcı Söylemlerin Müslümanlar Üzerindeki Zararları

Kur'an Müslümanlığı, Kur'an'ın Türkiye'de yaşayan Müslümanların gündemine gelmesi ile ortaya çıkan bir deyimdir. Bugün Türkiye genelinde bazı Müslümanların kendilerini bu deyimin ifade ettiği anlam çerçevesi etrafında tanıtmalarına sebep olan etkenlerden bir tanesi, klasik din anlayışında Kur'an'ın belirleyici olmaması, din adına belirleyici olan şeyin rivayet kitapları, ve isimleri etrafında karizmatik bir yapı oluşturulmuş olan kişiler olmasıdır.

İslam adına ortaya konan düşüncelerin Kur'an tarafından onay almasının olmazsa olmazlarımızdan olması gerektiği noktasında hemfikir olmamıza rağmen, bu söylemin birleştirici bir söylem olmak yerine, ayrıştırıcı bir söylem haline gelmiş olmasının ortaya çıkardığı bazı olumsuz durumlara dikkat çekmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır.

Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip-beğendim. (Maide s. 3)

Bugün yeryüzünde İslam dinine mensup olduğunu iddia eden, yüz milyonlarca kişi bulunmaktadır. Herhangi bir din veya ideolojinin temelinde, insanların birbiri ile daha sıkı bağlar kurmasını amaçlamak yatmakta iken, bugün kendisini İslam'a mensup olarak gören insanların aralarında böyle bir bağı kuramamış olmaları ilginç olduğu kadar da üzüntü vericidir. 

Bugün yeryüzünde mevcut olan topluluklara baktığımızda, kendi içlerinde birbirlerine düşman olan toplulukların başında kendisini İslam'a mensup olarak görenler yatmaktadır. Bu dine mensup olanların birbirleri ile ilişki kurmaları ve birbirlerini sevmeleri için, aynı dine mensup olmanın verdiği üst kimliği dikkate almaları gerekirken, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat v.s gibi unsurları öne çıkararak, alt kimlikler üzerinden aidiyet oluşturmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir.

[041.033]  Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Ben Müslümanlardanım diyerek en geniş çerçevede birliktelik oluşturması gereken Müslümanlar Muhammed (a.s) ın vefatının sonrasında çeşitli saiklerle birbirlerine düşman olmuşlar, ve o düşmanlıklar hız kesmeden bugüne kadar sürmüş, halen de sürmektedir. 

                                       Müslümanları birleştirici bir kitap olarak Kur'an

Kur'an, İslam dininin temel kitabı olarak tüm Müslümanların iman ettiklerini iddia ettikleri bir kitaptır. Bu kitaba gerçek olarak iman etmek demek, sadece ona dil ile iman ettiğini söylemek şeklinde değil, muhteviyatını hayat içinde pratiğe aktarmakla mümkündür. 

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Bu kitabın muhteviyatında bulunan bazı ayetler, ayrılığın getireceği zararları, ve birleşmenin getireceği faydaları bizlere hatırlatmaktadır. Kur'an'ın rehberliğinden kendisini soyutlamış olan Müslümanlar, bir çok mezhep ve hizbe bölünerek birbirlerine düşman olmuşlardır. 

Kur'an'ın birleştiriciliğinde buluşmanın gereğine inananların büyük çoğunluğunun bu birleştiriciliği en geniş çerçevede anlamak ve uygulamak yerine, eleştiri konusu yaptıkları hizip ve fırkalarla aynı kulvara düşerek kendilerini Kur'an Müslümanı olarak tanımlamaları, onlarında başka bir fırka olarak ortaya çıkmalarını beraberinde getirmiştir.

Bugün kendisini Kur'an Müslümanı olarak tanımlayan insanların İslam adına ortaya koydukları söyleme baktığımızda,hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışını kıyasıya eleştirmek olduğunu görmekteyiz. Hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışının elbette eleştiri konusu yapılabilecek bir çok yönü vardır, fakat bu eleştiriyi yaparken ortaya konan söylemin problemli olduğunu düşünmekteyiz. 

Kendilerin Kur'an Müslümanı olarak niteleyenlerin birçoğunun, hadis ve tasavvuf merkezli din anlayışını savunan kimseleri düşman olarak ilan ettikleri görülmektedir. Halbuki Kur'an'ı merkeze aldığını iddia eden bu insanların, tebliğ yöntemlerini de bu kitap içinden alması gerektiği önemli bir noktadır. 

[016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Şu nokta iyice kavranmalıdır ki, Kur'an'ı öncellemek demek, hiç kimseye bu kitabın dışında başka kitapları öncelleyenleri tahkir etmek hakkını vermez. Kur'an etrafında bir söylem üretmek demek, bu söylemi ulaştıracağımız insanlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini de bu kitaptan öğrenmek ve hayata geçirmek demektir. Çağrıyı ulaştıracağı kimseyi dışlayarak, ötekileştirerek, tahkir ederek yapacağı davranışlar, bu çağrının gerekli kişilere ulaşmasını engellediği gibi, Kur'an'a karşı daha sert bir şekilde sırt dönülmesine sebep olacaktır.

Özellikle sanal ortamın verdiği imkanları kullanarak din adına inandıkları doğruları diğer insanlarla paylaşmaya gayret eden kimselerin bu doğruları paylaşırken birbirlerine karşı kullandıkları üslup maalesef içler acısı bir durum arz etmektedir.


Sanal ortamda yaptığı paylaşımlarda Kafir, Müşrik gibi dini kavramları günde en az 100 defa paylaşmaz ise Allah (c.c) katında sanki sorumlu olduğunu zanneden bir kısım insan, bu sayıyı doldurmak için önüne gelene bu kavramları kullanarak önüne geleni tekfir ve tahkir etmeyi marifet sanmakta, yaptığı yanlışın sebep olduğu yıkımın farkına bile varmadan büyük bir cihat yaptığını zannetmektedir.

[022.078] Ve Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamaıştır. Daha önce resulün size şahid olması, sizin de insanlara şahidler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin Mevlanız. Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcı.

Bize Müslüman adını veren Allah (c.c) nin verdiği bu ismin önüne veya arkasına takılacak her türlü ilave, ki bu Kur'an olsa dahi gereksiz bir ilavedir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimsenin, zaten Kur'an'ı temel kaynak olarak görmek, inancını bu kitabın onayına sunmak gereği vardır. Kur'an'ı temel kaynak olarak görmeyenlere tepki olarak ortaya konulacak her türlü söylem, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olması bakımından tavsiye edilen bir söylem değildir.

Fırka ve hizipçiliği yasaklayan bir kitabın, fırka ve hizipçiliği körükleyen söylemleri desteklemesi ve onaylaması elbette mümkün değildir. Kur'an'ı eline alarak inancını bu kitabın onayına sunan kişilerin dikkate alması gereken en önemli konu, ortaya koyacakları söylemin birleştirici ve nefret ettirici olmamasına gayret etmesi olmalıdır.

Din adına başka kaynak ve kişileri öncelleyen kimselere karşı tavsiye edilen tebliğ dilini kullanmak, ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin yerini, birleştirici söylemlere bırakmasına, farklı düşüncede olanların ise bu düşüncelerini edep ve üslup dairesinde birbirleri ile konuşarak ortak bir noktaya varmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak; Birlik ve beraberliği her zaman ihtiyacımız olan biz Müslümanlar, birlik ve beraberliğimiz bozacak her türlü kavgayı terk ederek, aramızda mevcut olan sorunları iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere öğrettiği yöntem dairesinde halletmeye gayret etmeliyiz.

Kendilerini Kur'an ile tanımlayan kimselerin ise bu noktada daha fazla sorumluluk sahibi oldukları hatırdan çıkarılmamalıdır. İnanç ve düşüncesini Kur'an'ın belirlediğini iddia ederek karşısındaki insana karşı nasıl bir üslup kullanacağını Kur'an'ın belirlemediği insanların ortaya koyacakları sözlerin inandırıcılığı maalesef olmayacağı gibi, aksi tesir yaparak Kur'an'a karşı cephe alınmasına sebep olacaktır.


Müslüman ismini yeterli görmeyenlere karşı, bu ismin önüne veya arkasına tepki olarak ortaya konan her türlü ilave isim, fırka ve hizipçiliği doğuracağı için bu konuda dikkatli davranılması gerekmektedir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

16 Haziran 2017 Cuma

İsa (a.s) ın Doğumu ve Annesi İle Kavmine Geldikleri Zaman Aralığı Konusunda Bir Düşünce Çalışması

İsa (a.s), babasız olarak dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşması ile diğer elçiler arasında bu farkı ile dikkat çeken bir elçi olup, son yıllarda Türkiye'de başlayan Kur'an'a yönelim hareketi ile, onun babasız dünyaya gelmesi ve bebek iken konuşmuş olması yeniden masaya yatırılarak sorgulanmaya başlanmıştır. 

Bu konular ile ilgili olarak ortaya atılan düşüncelerde bizim dikkatimizi çeken husus, bu konuların sorgulamasında kullanılan yöntem olup, bu konular sorgulanır iken, İsa'nın mutlaka bir babası olmalı veya İsa'nın beşikte iken konuşması asla mümkün değildir şeklinde bir ön yargı ile konuya bakılması, çıkarılmaya çalışılan neticelerin, özellikle babası olduğu yönünde, ve bebek iken konuşmadığına dair olan düşüncelerin, bu konu ile ilgili ayetlerin tahrif edilerek yapılmasıdır. 

İsa (a.s) ın babasız olarak dünyaya gelmesinin tartışılmasının dahi abesle iştigalden öte, bazı kimseler tarafından onun babasının Zekeriya (a.s) olduğuna ortaya atılan düşüncenin, yalan ve iftira olmaktan öte gitmeyen hezeyanlar olduğunu burada hatırlatmak istiyoruz.

Biz bu yazımızda, İsa (a.s) ın beşikte konuşmasını ele almaya çalışarak, onun beşikte iken konuşması ile ilgili Meryem suresi içinde geçen ayetleri Kur'an bütünlüğü içinde okumaya çalışacak, ve bu konuda vardığımız neticeyi, Kur'an içinden delillendirmeye çalışacağız.

İsa (a.s) konuşması ile ilgili vardığımız sonuç ise (en son söyleyeceğimizi baştan söyleyerek), onun Meryem suresi içinde yaptığı konuşmanın henüz beşikteki bir bebek iken değil, daha ileri yaşlarda olduğudur. Bizi böyle bir kanaate iten sebep ise, bazı yazılarımızda eleştirdiğimiz modernist kimseler ile düşünce bakımından asla aynı çizgiye gelmiş olmamız değildir. 

Bu durumu özellikle hatırlatmak gereği duymamızın nedeni ise, bazı kimseler tarafından haklı olarak kafalarında, İsmail Hakkı Başdağ'ın da çizgisi kaymaya mı başladı? gibi bir soru işareti oluşmasını istemediğimiz içindir. Bu satırları yazan kişi, yıllardır olduğu gibi Kur'an'ın tevhit merkezli bir okumaya tabi tutulması gerektiği çizgisinden sapmamış, ve bu merkezde yapmaya çalıştığı çalışmalardan asla taviz vermeden aynı çizgide devam edecektir. 

İsa (a.s) ın beşikte konuşup konuşmadığının araştırılmasının bize ne gibi bir fayda sağlayacağı elbette sorgulanabilir, bizim bu konuyu ele alma nedenimiz ise, bu konuda ortaya atılan düşüncelerin ön yargı sonucu olduğu, bu konuda yapılan çalışmalara baktığımızda (örneğin Hakkı Yılmaz'ın bu konu ile ilgili ayetleri nasıl çevirdiğine bakılabilir) buram buram tahrif kokan çalışmalara imza atılmış olmasıdır.

Bu kadar uzun bir girizgah yapma nedenimiz ele almaya çalışacağımız konunun bazı kimselerde tabu olarak görülmüş olmasıdır. Biz bu konuyu ele almaya çalışırken aynı zamanda ön yargılı bir okuma örneği vermek yerine, tabu olarak bildiğimiz bazı konuların, eğer sorgulanması gerekiyor ise, nasıl bir yöntem ile sorgulanması gerektiğine dair bir örnek oluşturmaya çalışmaktır. Yaptığımız çalışmada vardığımız sonuç elbette indi düşüncemiz olup, eksik ve hatanın muhtemel olabileceğini de şimdiden hatırlatırız.

Konumuz ile ilgili ayetlerin meali şöyledir;

[019.027] Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: «Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın.»
[019.028] Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.
[019.029] Bunun üzerine ona işaret etti, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz dediler.
[019.030] Dedi ki ben Allah'ın kuluyum. Bana Kitabı verdi ve beni nebi kıldı 
[019.031] Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı ve yaşadığım müddetçe salatı ve zekatı emretti.
[019.32] Beni anneme saygılı kıldı, beni eşkiya bir zorba yapmadı.
kaldırılacağım gün de.»
[019.033] Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de.

Konuya girmeden evvel, Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin temelinde, Hristiyanlar tarafından onun ilah olarak görülme inancını ret etmek yatmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bir ön kabul gerekiyor ise, bu ön kabul ancak onun ilahlığının ret edilmesi düşüncesi olmalı, onun Allah'ın bir kulu elçisi olduğu hatırlatması yapıldığı merkeze alınmalıdır. Bu noktayı dikkate alan bir okumada aslında İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı problem olarak görülmeyecek, konuştuğu sözlerde nasıl bir mesaj verilmek istenildiği dikkate alınacaktır. 

Meryem s. 16-26. ayetlerine kadar, İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetler olup, yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler, onun doğumu sonrasında annesi ile birlikte kavmine gelişi ile ilgilidir. Bu ayetleri okuduğumuz zaman, İsa'nın hemen doğumunu müteakip kavmine gelmişler gibi bir durum anlaşılmakta, doğal olarak ta böyle bir durumda ise İsa'nın henüz bir bebek olduğu şeklinde bir çıkarımda bulunulmaktadır.

İslam dünyasında yazılan tefsirlere kaynaklık eden, Razi , Kurtubi, Taberi gibi tefsirlerde, bu ayetler ile ilgili yapılmış olan yorumlara baktığımızda, henüz bebek bir halde iken konuşan İsa'nın konuştuğu sözler üzerinde bir takım müşkülatın olduğu, bu müşkülatın ise İsa'nın bebek iken kesinkes konuştuğu ön kabulü içinde çözülmeye çalışıldığı görülmektedir.

Bu müşkülatların altında yatan ana sebep, İsa'nın henüz bebek iken konuşmuş olması düşüncesinin merkeze alınarak ilgili ayetlerin yorumlanmasıdır. Eğer İsa'nın bebek çağını geçtikten sonra annesi ile kavimlerine döndükleri düşüncesi etrafında konuya bakılacak olsaydı, zaten herhangi bir müşkülatın da ortaya çıkması mümkün değildi.

İsa'nın henüz bebek iken konuştuğu düşünülerek yapılan yorumlarda ortaya çıkan müşkülatlar ise, henüz bebek bir çağda iken birisinin nebi olması ve ona kitap verilmesidir. Çünkü böyle bir seçim için önce seçilen kişinin akıl baliğ bir çağda olması gerektiği bilinmektedir. Bebek bir kimsenin nebi ve kitap sahibi olması, o tefsirlerde dahi muhal olarak düşünüldüğü için, nebi ve kitap sahibi olmasının bebek iken değil, gelecekte gerçekleşeceği şeklinde yorumlar yapılmaktadır. 

Bu tür yorumlar ise bir başka müşkülatı da beraberinde getirmektedir. İsa (a.s) ın daha bebek iken nebi ve kitap sahip sahibi olması ve söylediği diğer sözler, insanın fiillerinde serbest olmadığını savunan Cebriye düşüncesinin elini kuvvetlendirmesine kapı açması söz konusudur. Çünkü insan, iyi ve kötüyü seçmek için hür iradesini kullanması gerekmekte, İsa'nın daha bebek iken söylediği sözler ise onun hür iradesini kullanmasına engel olan bir durum olarak yorumlanabilmektedir.

Şayet geçmişte yapılan tefsirlerde İsa (a.s) ın henüz bebek iken konuştuğu ön kabulü olmadan bu konuda farklı yorumlar yapılabilmiş olsa idi, bugün tabu haline gelmiş bir konu olan İsa (a.s) ın bebek iken konuşup konuşmadığı konusu daha rahat tartışılabilecek,  daha öncesinden yapılmış farklı yorumlar bulunabileceği için, bugün bebek iken konuşmadığına dair yapılan yorumlar sert bir şekilde tepki görmeyecekti.

Biz, bize gelebilecek olan tepkileri de göze alarak, bazı kelimeler üzerinden konu ile ilgili çalışmamıza devam etmek istiyoruz.

İsa (a.s) ın Meryem s. 30. ve 33. ayetler arasında yaptığı konuşmayı anlamak için öncelikle onun doğumu ile annesi ile kavimlerine gelişleri arasında ne kadar bir zaman geçmiş olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü İsa'nın bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncenin temelinde, onun doğumun hemen akabinde annesi ile birlikte kavimlerine döndükleri gibi bir düşünce hakimdir. 

Kur'an kıssalarına baktığımız zaman, bir elçinin kavmi ile olan mücadelesi, ve bu mücadele sonucunda meydana gelen helak olayının, sanki kısa bir zaman aralığı içinde gerçekleşmiş gibi bir anlatım üslubu kullanıldığı görülmektedir. Halbuki elçiler, uzun yıllar kavimleri ile mücadele etmiş, helak olayı ise uzun yıllar süren bir mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Kur'an, kıssa yollu anlatımlar ile tarihi malumat vermeyi amaçlamadığı, kıssalar üzerinden insanlara ibretler sunmayı amaçladığı için, arada geçen zaman aralığından bahsetmez. Ancak Kur'an dikkatli okunduğunda bize arada geçen zaman konusunda bilgi verebilecek ayetlerin de olduğu görülebilir.

Meryem ile oğlunun kavimlerine gelmesini anlatan ayetlerin bir öncesi, İsa'nın doğumu ile ilgili olduğu için Meryem s. 26. ayeti ile, 27. ayeti arasında bir kaç haftalık zaman aralığı olduğu düşüncesi hakim olmuş, bunun neticesinde ise İsa'nın bebek iken kavmine geldiği düşüncesi hakim olmuştur. Şayet Kur'an kıssalarındaki anlatım üslubu dikkate alınarak ilgili ayetler yorumlanmaya çalışılsa idi, Kur'an içinde bir başka ayet delaleti ile 26. ve 27. ayet arasında geçen zamanı anlayabileceğimiz bir ayet olabileceği akla gelebilirdi.

Meryem'in hamile kalması, İsa'yı doğurması ve onu kavmine getirmesi ile ilgili arada geçen zaman konusunda belki hiç kimsenin dikkate dahi almadığı, tabiri caizse Kıyıda köşede kalmış bir ayet olan Mü'minun s. 50. ayeti bizlere bilgi verebilir. 

[023.050] Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik.

Bu ayet, Meryem ve oğlunun doğum sonrası yaşamını sürdürdüğü yer ile ilgili bilgi vermektedir. Bu ayeti İsa'nın doğumu ile kavimlerine dönmesi arasına yerleştirerek okuduğumuz zaman, doğumun hemen akabinde kavimlerine dönmediklerine dair bir yorum çıkarmak mümkündür. 

Bizim bu iddiamıza karşı bir başkasının elbette, bu ayetin verdiği bilginin doğumun hemen akabinde kavmine döndükten, kavmi onlara karşı tepki gösterince yine kavimlerini terk ettikten sonra olan yaşamları ile ilgili olmadığı ne malum? şeklinde bir karşı itiraz getirmesi de mümkündür. Böyle bir itiraz gelecek olursa biz de bu itiraza karşı, İsa'nın doğumunun anlatıldığı ayetlerdeki su arkı ve hurma ağacının bu ayet ile bağının kurulmasının mümkün olduğunu, İsa ve annesinin doğum sonrası yine o topraklarda belirli bir süre kalmış olmasının daha muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ayetin bize verdiği kanaate dayanarak, Meryem ve oğlunun doğumun hemen sonrasında değil, belirli bir süre geçtikten, yani İsa (a.s) bebeklikten çıktıktan sonra kavimlerine döndüklerini söyleyebiliriz. Aradan ne kadar zaman geçtiği konusunda net bir rakam vermek elbette mümkün değildir, ancak ne kadar bir zaman geçmiş olabileceği konusunda, Yahya (a.s) ile ilgili ayetleri okumak sureti ile fikir sahibi olmanın mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

Meryem s. 27. ayetinde geçen "Böylece onu taşıyarak kavmine geldi" cümlesinde geçen tahmiluhu kelimesine İsa'nın bir bebek olduğu kabulü içinde anlam verilmeye çalışılmış, onu kucağında taşıyarak getirdiği şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Kelimenin Kur'an'da geçtiği başka ayetlere baktığımızda bize farklı bir bakış açısı kazandıracaktır. 

[009.092] Binek temin etmen için (litahmilehüm) sana geldiklerinde: «Sizi bindirecek bir şey (ahmiluküm) bulamıyorum» deyince, harcayacak para bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gidenleri de kınamak doğru değildir.

Tevbe s. 92. ayetinde geçen kelimeye baktığımızda bu kelimenin binek hayvan ile ilgili olarak kullanıldığını görmekteyiz. Yani Meryem'in İsa'yı taşıyarak kavmine getirmesini, onu sadece kucağında getirmesi olarak değil, binek üzerinde getirmesi olarak ta anlamak mümkündür. Kucağında taşıyarak getirmesi şeklindeki yorumlar, yine onun bir bebek olarak kavmine geldiği şeklindeki ön kabulün bir sonucudur.

Meryem s. 28. ayetinde kavmi tarafından Meryem'e gösterilen tepkiye karşılık, 29. ayette Meryem'in oğlunu işaret ettiğini görüyoruz. Meryem'in bu işaretine karşı kavmi ona "beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz" diyerek itiraz etmektedirler. Ayet içinde geçen Sabiyyen kelimesi, Kur'an içinde bir başka yerde sadece Yahya (a.s) ile ilgili olarak geçmektedir. 

[019.012] Ey Yahya, Kitab'a kuvvetle sarıl. Sabi iken ona hikmet verdik.

Sabi; Henüz ergenlik çağına erişmemiş kişiler için kullanılan bir kelimedir. İsa (a.s) ın sabi bir halde olmasının anlamının, Yahya (a.s) ın sabi bir halde kendisine hikmet verilmiş olması ile birlikte okuyarak anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Kavminin ona karşı böyle bir kelime kullanmış olması, onun bebeklikten çıkmış olmasını göstermesi açısından önemli bir ifadedir.

Ayet içinde Yahya'ya yapılan huzil kitabe bi kuvvetin hitabının bir benzerinin İsrailoğullarına da yapıldığını görmekteyiz (2.63-93/ 7. 171). Buradan anlaşılabilecek olan nokta, Yahya'nın kitap ile mükellef olması ve o yaşta iken elçilik ile görevlendirilmiş olmasıdır. Bu da bize göstermektedir ki , Sabi olarak tanımlanan bir kişinin akıl baliğ bir hale gelmiş olması gerekmektedir.

Ayrıca Yahya'ya hikmet verilmesi ile ilgili olarak, bu kelimenin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda, bu kelimenin elçiler ile ilgili kullanıldığını görmekteyiz.

[021.074] Lut'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin işler işleyen kasabadan kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavimdi.
[021.079]  Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile beraber tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları Biz yapmıştık.
[026.021]  Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni resullerden kıldı.

Maaleseftir ki tefsircilerimiz, Yahya (a.s) a sabi halde hikmet verilmesini onun elçi ve kitap ile mükellef olması olarak yorumlarken, aynı kelimenin kullanıldığı İsa (a.s) için beşikte konuşan bir bebek olarak yorumlamak çelişkisine düşmüşlerdir. 

Halbuki Yahya için kullanılan sabi kelimesinin ne anlama gelebileceğini düşünerek, aynı kelimenin İsa için de kullanılmasını dikkate alan yorumlar yapılmış olsaydı, ya İsa'nın bebek halde iken konuştuğu iddiasının bir benzerinin Yahya için getirilmesi gerektiğini, veya Yahya'nın sabi halde elçi olmasının onun belirli bir yaşa erişmiş olduğu dikkate alınarak, İsa'nın da sabi olmasından onun da belirli bir yaşa sahip olduğu çıkarılabilirdi.

Yine bu noktada İsa (a.s) için kavminin onun için kullandığı fil mehdi (beşikte), ve Al-i İmran s. 46 ve Maide s. 110. ayetlerinde geçen fil mehdi ve kehlen (beşikte iken ve yetişkin iken) kelimelerinin onun bebek iken konuştuğuna delil teşkil ettiği, dolayısı ile onun bebek çağının daha üzerinde olan bir yaşa sahip olduğu iddiasının yanlış olduğu ortaya atılabilecektir.

Bu konu ile alakalı olarak Prof. Dr. Murat Sülün henüz yayınlanmamış olan Allah'ın Yardımı Meselesi adlı kitabında şunları söylemektedir;

"Sözgelimi beşikte iken konuşması… Bir bebek, ağlayarak, tepinerek vs. meramını iletebilir ise de, karşısındaki ile lisanî anlamda iletişim kuramayacağı açıktır; kolektif akıl ve bilimsel veriler bunu gerektirir. Dolayısıyla, İsa’ya atfedilen bildiğimiz anlamda bir konuşma –şayet sabitse- hāriku’l-âde bir şeydir. Fakat konuşmanın içeriğine dikkat edilirse, İsa’nın “bebekken kitap sahibi bir peygamber olmadığı” aşikârdır. Bu ancak mecazen olabilir, yani “ileride verecek” mealinde tahakkuk-ı vukū‘una binâen ve bi‘tibâri mâ yeûlu ileyh. Oysa mezkûr sözleri “İsa’nın tüm hayatı boyunca söylediklerinin özeti” olarak kabul ettiğimizde, ibare hakikat anlamıyla düşünülebilmektedir. Bu konuşma nakledilirken, فقال [Bunun üzerine İsa da şöyle dedi] değil de, قال [İsa demiştir ki] buyrulması bu anlamı destekler niteliktedir. Ayrıca, “beşikteki” ifadesinin “yetişkin olmayan” anlamına gelebileceği, “çocuk” kelimesinin iddialı gençler için ukala yaşlılar tarafından sık sık kullanıldığı da vâkıadır [Oysa akıl yaşta değil, baştadır]. İlim talebinin “beşikten mezara kadar” devam ettirilmesi istenirken de aynı mecaza başvurulduğu, yani tahsilin çok küçük yaşta başladığı anlaşılmaktadır. “Ağzı süt kokuyor” vs. nitelemeler, ilgili şahsın önemsizliğini, “daha dünkü çocuk” olarak nasıl böylesine büyük iddialarda bulunabildiğine şaşıldığını ifade etmek için kullanılmaktadır. İsa Mesih hakkındaki “beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konuşma” temasında bu tekabül dikkat çekmektedir. Hâsılı; “Ben Allah’ın kuluyum; bana kitap verdi, beni peygamber kıldı…” mealindeki 30-31. âyetlerin açık delaletinden -yani böyle diyebilmesi için, o sırada kendisine kitap ve peygamberlik verilmiş olması gerektiğinden- anlaşılacağı üzere İsa Mesih, “hayatı boyunca” bu gerçekleri haykırmıştır. [Aslında, bu ifadelerin Kur’an’ın farklı bir üslup özelliği olarak, İsa Mesih’e Hazret-i Peygamber’in çağından geriye doğru gidilerek atfedildiği anlaşılmaktadır. Kur’an’da kıssa anlatılırken pratik ve pragmatik bir yaklaşımla Asr-ı Saadet olguları esas alınır. Hazret-i İsa da “Ben Allah’ın kuluyum” ifadesini o esnada yani henüz ‘tanrı’laştırılmamışken söylemiş olmayabilir. "

Sayın hocanın özellikle İsa (a.s) ın beşikte konuşması ile ilgili olarak söyledikleri dikkate değer sözlerdir. 

İsa (a.s) için kullanılan Mehdi (beşikte) ve Kehlen (yetişkin iken) kelimelerinin onun nebi ve resul olması ile ilgili yani ilk andan son ana kadar kavmine neleri tebliğ etmiş olduğunun anlaşılması olarak okumak mümkündür. Çünkü İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin merkezinde ona Hristiyanlar tarafında yüklenmiş olan ilahlık misyonunun ret edilmesi yatmaktadır. Onun maide s. 117. ayetinde geçen sorgulama sahnesindeki söylediği sözler önemlidir.

"Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin."

İsa (a.s) hayatı boyunca sadece Allah (c.c) nin rab olduğunu ve ona kulluk edilmesi gerektiğini tebliğ eden elçiler silsilesinin bir halkası olarak yaşamını sürdürmüş, yaşamının sonuna kadar bu yol üzerinde devam etmiştir.

İsa (a.s) ın 30-31-32-33. ayetinde söylediği sözler yine tefsirlerde, neden kavminin annesine attığı iftiraya karşı onu savunan ve temize çıkaran sözler söylemek yerine, Allah'ın kulu ve nebisi olduğunu ve kendisine yüklenen bazı sorumlulukları dile getirdiği tartışılmıştır. Bu durumu, başta söylediğimiz İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin onun ilahlığını ret etmek, ve onun bir kul ve elçi olduğunu hatırlatmak merkezli olduğunu dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz.

Bu meyanda İsa (a.s) ın doğumu ile alakalı olan Al-i İmran suresi içinde geçen diğer ayetlerin okunması da fayda sağlayacaktır. 

[003.045] Melekler demişti ki: «Ey Meryem! Allah sana, Kendinden bir kelimeyi, adı Meryem oğlu İsa olan Mesihi, dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan olarak müjdeler».
[003.046] «İnsanlarla, beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır ve o, iyilerdendir».
[003.047] Meryem 'Ey Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken nasıl olur da çocuğum olabilir?' dedi. Dedi ki: 'İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına karar verince ona sadece «ol» der o da hemen oluverir.'
[003.048] O'na kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.
[003.049]  O'nu İsrailoğullarına resul olarak (gönderecek) ve onlara şöyle diyecektir: Ben, size Rabbınızdan bir ayet getirdim. Ben, size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp ona üfleyeceğim de Allah'ın izniyle, hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve alacalıları iyi edeceğim. Allah'ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer iman edenlerden iseniz; elbette bunda sizin için ayet vardır.
[003.050]  Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin
[003.051]  Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru yoldur

Meryem suresinde gördüğümüz Meryem'in hamile kalması ve İsa'nın doğması ile ilgili ayetlerin benzeri, Al-i İmran suresinde bulunmaktadır. Fakat bu ayetlerde farklı bir anlatım üslubu kullanılmakta olduğu görülmektedir. Meryem suresinde geçen ayetlerde İsa (a.s), beşikte olarak ifade edilen bir durumda NEBİ olarak konuşmuş iken, bu ayetlerde yetişkin bir kimse olarak RESUL vasfı ile konuşmaktadır.

İsa (a.s) ın Meryem suresinde Nebi, Al-i İmran suresinde Resul olarak konuşması, üzerinde durulması gereken bir konudur. Allah (c.c) tarafından seçilen beşer cinsinden olan kimselerin tamamının ortak vasıfları Nebi Resul olmalarıdır. Bu kimselerin Allah (c.c) den vahiy almaları onların Nebi  olmalarını sağlarken, aldıkları bu vahyi muhataplarına ulaştırmaları ile ilgili görevleri ise, onların Resul olmalarını sağlamaktadır.

Meryem ve Al-i İmran surelerinde geçen ayetleri birlikte okuduğumuz zaman, İsa (a.s) Sabi olarak yani henüz yetişkinlik çağına gelmediği bir yaşta vahiy ile şereflendirilerek Nebi olmuş, yetişkin çağında ise, Allah (c.c) nin İsrailoğullarına dair olan emirlerini tebliğ etmek görevi ile Resul olmuştur.

Sonuç olarak; İsa (a.s) ın nebi olması ile resul olarak görevlendirilmesi arasında bir zaman farkı olup, onun nebi olarak seçilmesi bebek çağında değil Yahya (a.s) gibi yetişkinlik öncesindedir. Bebek iken konuştuğunun düşünülmesi, Meryem suresi içinde anlatımda doğumu ile annesi ile kavmine gelmesi arasında pek bir zaman farkı yokmuş gibi algılanması sonucunda olduğu kanaatindeyiz. Eğer Mü'minun s. 50. ayeti ve Yahya (a.s) ile ilgili anlatımlar dikkate alınarak annesi ile kavmine gelmesinin anlatıldığı ayetler okunmaya çalışılsa idi, onun bebek iken konuşmuş olması şeklinde tabu haline gelmiş bir inancın hakim olması pek mümkün olmazdı.

Bizim bu düşünceye varmak için kullandığımız yöntemin, İsa (a.s) ın kesin olarak konuşmasının mümkün olmayacağı ön kabulünü ayetlere söyletmeye çalışmak olmadığını tekrar hatırlatmak isteriz. Biz sadece bu konudaki ayetlerin delaleti ile böyle bir düşünce içinde olduğumuzu, bebek iken konuştuğuna dair olan düşüncelerin kesin yanlış şeklinde tarafımızdan mahkum edilmeye çalışılmadığının da dikkati çekmiş olmasını umut etmekteyiz.

Çalışmamızın temelini İsa (a.s) ın doğumu ile kavmine gelişleri arasında belirli bir zaman aralığı olması üzerine kurmaya çalışmış olmamız, İsa (a.s) ın bebek iken konuşmadığını iddia eden kimselerin bu iddialarını ya ilgili ayetleri tahrif etmek cüretini göstermek (Hakkı Yılmaz örneği) ya da bu konuda sadece zanna dayalı olarak ortaya koydukları düşüncelerin tatmin edicilikten uzak olmasındandır.

Yaptığımız çalışmaya dikkat edilirse, İsa (a.s) ın bebekte konuşmadığına dair olan kanaatimizi bu konuşmanın imkansız olması düşüncesi üzerine değil, İsa (a.s) ın annesi ile birlikte kavimlerine daha ileri bir yaşta dönmesi üzerine, Kur'an içinden ayetler getirmek sureti ile kurmaya çalıştık.

Çalışmamızı okuyan bazı kimselerin, Artık bu da mucizeleri inkar etmeye başlamış gibi ön yargılı ifadeler kullanmak yerine iddialarımızı nasıl bir temele oturtmaya çalıştığımızı dikkate almalarını temenni etmekteyiz.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


29 Mayıs 2017 Pazartesi

Kehf s. 25. Ayeti: Kehf ve Rakım Ashabı Mağaralarında Kaç Yıl Uyutuldu?

Kehf ve Rakım ashabı adı ile anlatılan kıssa bilindiği üzere, müşrik olan toplumlarına karşı çıkan, ve sayısını Allah (c.c) nin bildiği bir kaç gencin mağarada yıllarca uyutulduktan sonra uyandırılmasını anlatmaktadır. Her kıssada olduğu gibi bu gençlerin kıssası da bir çok ibretli mesaj taşımakta, onların kıssaları bir çok alt başlıkta okunarak bize dair neler söylemiş olabileceği konusunda fikir yürütülmeye müsait bir kıssadır.

Biz bu yazımızda, bu gençlerin mağaralarında kaç yıl uyutulduğu üzerinde yapılan yorumların üzerinde durarak, bu konuda hangi yorumun daha doğru olabileceğini anlamaya çalışacağız. Bu gençlerin kaç yıl uyumuş olduğu belki önemsiz ve tali bir konu olarak görülebilir, fakat bizim böyle bir konuyu ele alma sebebimiz, son yıllarda ortaya çıkan farklı Kur'an algılarının bazı kıssalarda anlatılan olayların vaki olmadığı, bu anlatımların mecazi bir anlatım olduğu yönündeki düşünceler ortaya atması çerçevesinde , Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kalış süresi hakkında farklı yorumlar yapılmasına sebep olmasından dolayıdır

Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis'â(tis'an).

Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar,

Kehf s. 25. ayetinde böyle bir süre verilmiş olmasına rağmen, bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! İnsanların O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz." buyurulmuş olması, bu gençlerin mağaralarında kaldığı sürenin Allah (c.c) tarafından bildirilmiş bir süre olmadığı, 25. ayette verilen sürenin başkaları tarafından ortaya atılmış bir iddia olduğu, 26. ayette bu iddianın ret edilerek, bu gençlerin mağaralarından kaç yıl kaldığı konusunda herhangi bir bilgi verilmemiş olduğu iddia edilmektedir. 

Yani Kehf ve Rakım ehlinin mağaralarında kaç yıl kaldığı konusunda iki farklı yaklaşım bulunmakta olup, bir yaklaşım onların mağaralarında 309 yıl kalmış olduğunu iddia ederken, diğer yaklaşım ise bu sürenin kaldıkları süreyi değil, başkaları tarafından ortaya atılan iddialar olduğunu kabul etmektedir.

Bu gençlerin mağaralarında kaldığı süre hakkında ortaya atılan yaklaşımların her ikisinin de doğru olması mümkün görülmemekle birlikte, bizlerin bu konuda yapabileceğimiz tek şey, farklı yaklaşımların bir tanesini doğru olarak kabul etmek olacaktır. İki farklı yaklaşımdan birini kabul ederken, kabul etmediğimiz diğer yaklaşımı yanlış olarak mahkum etmenin, ilmi bir yaklaşım olmayacağını da şimdiden hatırlatmak isteriz. 

Bundan önce yazdığımız bir yazımızda, Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış çevirilerini ele alarak, onların Kehf s. 25. ayetine yaptığı çevirilerin yorum farkından dolayı kabul edilen anlayışın, ayete söylettirilmesi olduğuna dikkat çekerek, bu tür yapılan çeviri yönteminin yanlışlığını ifade etmeye çalışmıştık.

Bazı Kur'an ayetlerinin farklı yorumlara açık olması bir realite olmakla birlikte, farklı yorumlardan birisinin kesin doğru kabul edilerek, diğer yorumun kesin yanlış olarak görülmesi pek doğru bir yaklaşım değildir. Ayetlerin yapılan yorumları şayet, ayet metninde tahrif yapılmak sureti ile varılan bir sonuç değil ise, yapılan yorumları kabul etmesek dahi onu mahkum etmek hakkımız olmadığını önemle vurgulamak istiyoruz. 

Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kalış süreleri ile ilgili olarak varılan iki farklı sonuç, ayetin tahrif edilerek varılan bir sonuç olmamasından ötürü kabul edilmeyen yoruma saygı duyulması gerektiğini hatırlatmak isteriz. 

Bizim bu konuda nasıl düşündüğümüze gelince ise, şunları söyleyebiliriz;

Kehf s. 11. ayetine baktığımızda şöyle buyurulmaktadır;

Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ(adeden).

Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk.


Bu ayet gençlerin mağarada kalış süreleri hakkında net bir süre vermemekle birlikte, gençlerin yıllarca mağarada kaldıklarını haber vermektedir. Bu ayetin Kehf s. 25. ve 26. ayetleri nasıl anlayabileceğimiz konusunda da ipi ucu verdiğini düşünmekteyiz.

Ayrıca kıssayı okuduğumuzda, mağaraya sığınan gençlerin mağaraya sığınması ile, uyanarak şehir halkı tarafından bulunması arasında uzun bir zaman geçtiğini anlayabiliriz. Bütün bunları bir araya getirmek sureti ile Kehf s. 25. ayetini okuduğumuzda, bu ayetin gençlerin mağarada 309 yıl olarak geçen kalış süresini haber verdiği yönünde yapılan yorumların daha isabetli olabileceğini göstermektedir. 

Ayrıca surenin 22. ayetinde Kehf ve Rakım ashabının sayıları hakkında fikir yürütenler hakkında Allah (c.c) nin "Karanlığa taş atar gibi, «Mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir» derler, yahut, «Beştir, altıncıları köpekleridir» derler, yahut «Yedidir, sekizincileri köpekleridir» derler. De ki: «Onların sayısını en iyi bilen Rabbim'dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez.» Bunun için, onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma." buyurmuş olması, 25. ayeti anlamamızda bize ışık tutacaktır.

İnsanların bu kimselerin sayıları hakkında 22. ayette ortaya attıkları iddiayı onaylamayan Allah (c.c), şayet bu insanların mağarada kalış süreleri olan 309 yılı kendisi değil de, o insanlar ortaya atmış olsaydı, 22. ayette buyurduklarını bu ayette de buyurarak, onların karanlığa taş atarak mağarada kaldıkları süre hakkında olur olmaz sözler ettiklerini beyan ederdi. "Karanlığa taş atar gibi mağaralarında 309 yıl kaldılar derler" şeklinde bir beyanın olmaması, gençlerin mağarada kalış sürelerinin 309 yıl olarak Allah (c.c) tarafından beyan edilmiş olması bizce daha makul bir yaklaşım olarak görülmektedir.

Sonuç olarak; Kehf ve Rakım ashabının mağaralarında kaç yıl kaldıkları konusunda yapılan iki farklı yorumdan birisini kabul etmek demek, diğer yorumu ret etmek anlamına gelmektedir. Bu tür yoruma açık ayetlerde dikkat edilmesi gereken nokta, bir yorumu kabul ederken diğer yorumu kesin yanlış olarak görmemek olmalıdır.

Kanaat olarak Kehf s. 25. ayetinin, gençlerin mağarada 309 yıl kaldıklarını haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu düşünmüş olmamız, diğer yorumu yanlış olarak mahkum ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Yazımızda asıl bu konu üzerinde durmaya gayret ederek, yoruma açık olan bazı ayetlerde, kabul ettiğimiz yorumu mutlak ve nihai doğru olarak görmemek gerektiğini, diğer yorumu kabul etmemiş olsak dahi saygı duymak gerektiğinin önemi üzerinde durmaya çalıştık. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. Ayetlerindeki "Cünüben" Kelimesine Verdiği Anlam Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) sünnetinin bir gereği olarak, gönderdiği elçi ve kitapları, o elçi ve kitaba muhatap olan kavmin dili ile göndermiştir. Elçilere indirilen kitap, o kavmin konuştuğu dil ve anlatım üsluplarını kullanarak inmekte, dolayısı ile muhatap kavmin bu kitabı anlamaması gibi sorun ortaya çıkmamaktaydı. 

Kur'an, Arap kavmine mensup ve Arap dilini konuşan insanların dilini ve dil üsluplarını kullanan bir kitap olarak inmiştir. Bu kitabın bizler tarafından anlaşılması ise, bu kitap içindeki kelimelere, ilk muhatapların yükledikleri anlamların bilinmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ı anlama faaliyetlerinden olan, onun başka bir dile çevrilmesi ve ayetlerinin yorumlanmasının, bu durumun dikkate alınarak yapılması, anlama faaliyetinin doğru bir mecrada yürümesini sağlayacaktır.

Allah (c.c) nin gönderdiği kitaba uymakta çeşitli nedenlerle zorlanan bazı kimselerin, bu kitap içindeki ayetleri hevalarına uygun biçimde anlamaya çalışarak veya bu tür çalışmalar yapanları destekleyerek, kendilerine yüklenen sorumluklardan kurtulmaya çalıştıkları malumdur. Hevaya göre anlam yükleyerek, kitabın ayetleri üzerinde oynama yapmanın adı ise bilindiği üzere tahriftir.

Kelimelere farklı anlamlar yüklemek sureti ile yapılan çevirilerin ve yorumların arkasında, bazı ön yargıları Kur'an'a onaylatmak amacı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bu iddiamızı bundan önce yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda delillendirerek ortaya koymaya, bu konuda başı çeken kimselerden olduğunu düşündüğümüz sayın Hakkı Yılmaz'ın Tebyin-ül Kur'an adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, bu konudaki maharetini !! göstermeye çalışmıştık. 

Bu yazımızda, mezkur şahsın İşte Kur'an adlı sitesinde bulunan CÜNÜPLÜK VE CENABET adlı makalesinde, kişinin cünüp sayılma durumu hakkında getirdiği yorumu, Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetindeki Cünüben kelimesine yüklediği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Sayın Yılmaz, Cünüplük ve Cenabet adlı makalesinde, klasik anlamda bilinen cünüplüğün Kur'an'ın bahsettiği cünüplük ile alakası olmadığını iddia ederek, bu konudaki düşüncelerini sıralamakta ve makalesini şöyle bitirmektedir;


"Özetlersek “cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. ayetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında “aklı bilmem nesine takılı” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir.
İşte Rabbimiz, hem Nisa; 43 hem de Maide; 6 ayetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü gerginliğini atmış (orgazm olmuş) insanın zihninde artık cünüplük hâlinin yol açtığı bir dikkat toplama sorunu söz konusu olmayacak, bu kişiler sakin, anlayışlı birer birey olarak salâtın gereğini yerine getirebileceklerdir. Zaten boşalarak dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır."
Kur'an ayetleri ile ilgili olarak herkesin yorum yapma hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılan yorumun kelimelere farklı anlamlar vererek yerinden oynatmamak şartı ile olması, yorumcunun bu konuda nasıl bir düşünce içinde olduğunun bilinmesi açısından önemlidir. 

Sayın Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetlerine verdiği anlamlar şöyledir;

Maide s. 6.Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.

Nisa s. 43.Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.


Sayın Yılmaz, Maide s. 6. ayetinde geçen Eğer cünüp iseniz temizlenin ifadesine "aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]" şeklinde anlam vermektedir.


Biz cünüp olmanın ne anlama geldiği hakkında herhangi bir yorum yapmak yerine, sayın Yılmaz'ın cünüplüğe yüklediği anlamı ele almaya çalışacağımızı hatırlatmak isteriz. Bizim amacımız, mezkur şahsın bu konu ile ilgili olan iki ayetin yaptığı çevirisinde düştüğü çelişkiye dikkat çekmek, ve ön yargılı bir çalışmanın kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü göstermeye çalışmak olacaktır.

Maide s. 6. ayeti, salata yaklaşılamayacak durumlardan birisini, kişinin Cünüp olması şartına bağlamıştır. Ayet, cünüplükten kurtulma durumunu ise Fettahharu kelimesi ile ifade etmektedir. Sayın Yılmaz bu kelimeye "cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın" anlamı vermektedir. Yıkanın şeklinde verilen anlam aslında yeterli olmasına rağmen, cünüp kelimesine yüklemeye çalıştığı anlamı doğrulatmak uğruna ayete"Cinsel ilişkiye girin orgazm olun" ilavesini yapmak ihtiyacı hissetmiştir.

Tahere; Maddi veya manevi kirlerden arınmak, temizlenmek anlamındadır.  Kadının hayız halinden kurtulup yıkanması, Tahuret- il mer'etü olarak ifade edilmektedir. 

Maide s. 6. ayetindeki bu kelimenin, maddi anlamda temizlenmeyi ifade ettiğini anlamamak zor değildir. Ayetin bütünlüğüne dikkat edildiğinde, salat öncesi yapılacak olan ameliyenin su ile olacağı, su bulunmadığı takdirde temiz toprağa yönelmek gerektiği beyan edilmektedir. Sayın Yılmaz'ın Fettahharu kelimesine yüklediği Cinsel ilişki ve Orgazm şeklindeki anlam, en hafif tabiri ile zorlama ve ön yargılı bir okumanın sonucudur.

Cünüben kelimesi, Nisa s. 43. ayetinde de geçmektedir. Maide s. 6. ayetinde geçen cünüplükten kurtulmanın yolunun Fettahharu kelimesi ile beyan edilmesi, bu kelimenin nasıl bir anlama sahip olduğunu, cünüplükten kurtulmanın yolunun nasıl olacağını bu ayet içinde daha net ve açık bir şekilde beyan etmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Hatta tağtesilu (yıkanıncaya kadar) kelimesi, cünüplükten kurtulmanın yolunun (istisnai durumlar hariç) su ile olacağını açık ve net bir şekilde göstermektedir. Fakat sayın Yılmaz, bu kelimeye doğru bir anlam verdiği takdirde, Maide s. 6. ayetindeki yaptığı zorlama yorum ile çelişeceğini bildiği için, bu kelimeye de farklı bir anlam yükleyerek çelişkiden kurtulmaya çalışmak istemişse de, elini yüzüne daha beter bulaştırarak, bu kelimeye yıkandırılıncay kadar şeklinde bir anlam vermiştir. Yıkandırılmanın ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda ise şunları söylemektedir; 

"Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşıla gelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir."

Sayın Yılmaz, Fağtesilu kelimesinin Gusul yapmak yani yıkanmak şeklindeki anlamının yanlış olduğunu iddia ederek, bu kelimeye iftial kalıbından gelmiş olmasından dolayı yıkandırılıncaya kadar şeklinde anlam verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ayetin devamındaki Fe lem tecide maen (eğer su bulamamışsanız) ifadesi, Fağtesilu kelimesinin su ile yıkanmak anlamına sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, ön yargının kör ettiği gözler maalesef bu noktayı görememiştir. 

Ayrıca  fağtesilu kelimesi malum (etken) bir kelimedir. Bu kelimeye Yıkandırılıncaya kadar anlamı verilebilmesi için kelimenin meçhul (edilgen) olması yani Tuğteselu şeklinde olması gerekmektedir. Sayın yazar Kur'an içinde iftial kalıbında geçen kelimelere burada yaptığı gibi edilgen kalıbına sokarak bir anlam acaba verebilir mi?.

Ğasele kelimesinin iftial kalıbında kullanılışı, Eyyub (a.s) kıssasının anlatıldığı Sad s. 42. ayetinde de geçmektedir. 

Ürkud bi riclike heze muğteselun baridun ve şerabun. 

Bu ayete sayın Yılmaz'ın verdiği anlam şu şekildedir;

Sad s. 42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!

Sayın Yılmaz'ın Nisa s. 43. ayetinde geçen Tağtesilu kelimesine verdiği, yıkandırılıncaya kadar anlamı için ortaya koyduğu gerekçeye göre, Sad s. 42. ayetinde geçen Muğteselun kelimesine de kendisi tarafından Yıkandırılacak şeklinde bir anlam verilmiş olması gerekirdi. Halbuki sayın Yılmaz, Sad s. 42. ayetinde geçen bu kelimeye doğru anlam vermesine rağmen, Nisa s. 43. ayetinde doğru anlam vermemiştir. İkisi de iftial kalıbında olmasına rağmen bir kelimeye farklı, diğer kelimeye farklı bir anlam vermeye çalışmanın sebebi, ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.

Görülmektedir ki Kur'an, kendisini koruyan bir kitap olarak ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışanları her zaman rezil ve rüsvay eden bir kitaptır. Kelimelerle oynamak sureti ile Kur'an'ı oyuncak haline getirmeye çalışanların yapmaya çalıştıkları tahrifler, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır.


Sonuç olarak; Salat kelimesine yüklediği anlamı doğrulatmaya çalışmak adına, bu kelime ile alakalı olan diğer kelimeleri de konulduğu yerden oynatmak ihtiyacı duyan sayın Yılmaz'ın yaptığı yanlışları, yine Kur'an ortaya çıkarmaktadır. Biz onun bu konulardaki yorumlarına karşı çıkmak yerine, yaptığı yorumlardaki Kur'an ayetleri üzerinde yapmaya çalıştığı oynamaları dikkate alarak, düştüğü çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık Ayeti tahrif ederek ortaya konulan yorumların ne kadar doğru olabileceğini ise, dinini ve Kur'an'ı bu kişinin eserlerini okuyarak öğrenmeye çalışanların takdirine bırakıyoruz. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.