Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.
Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.
[015.035] «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036] Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre
tanı.»
Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.
[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri
(diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.
[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.
Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.
[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç
yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.
İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.
İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.
Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır.
Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
sahibi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sahibi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Şubat 2018 Pazar
25 Temmuz 2017 Salı
Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar
Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.
Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.
Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.
Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.
Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür.
Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.
Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.
Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.
Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.
Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur.
Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.
Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.
Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır.
Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır.
Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.
Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.
Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.
Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.
Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür.
Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.
Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.
Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.
Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.
Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur.
Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.
Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.
Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır.
Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır.
Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.
16 Mayıs 2014 Cuma
Bahçe Sahibi Kıssası (Kehf s. Örneği)
Kur'an kıssa yollu anlatım ile mesajını muhataplarının anlamasını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Kıssalar aynı zamanda vahyin evrensel mesajının kabulu ve reddi noktasında yaşanmışlıkların bir örneği olarak sonrakilere bir mesaj vermektedir. Bahçe sahipleri adı altında kehf ve kalem surelerinde anlatılan iki kıssanın ortak özellikleri mülk sahibi olanların bu mülkleri kendilerine bahşeden rablerini unutup hevaları doğrultusunda bu bahçelerin nimetlerini kullanmak noktasında olup bahçelerinin akıbetleri ile dünyada ahireti düşünmeden çalışıp çabalayanların sonlarının nasıl olacağının canlı bir göstergesidir.
Bahçe sahipleri kıssası, tarihin belli bir zamanı veya mekanı içinde yaşanmış bir kıssadan daha ziyade, her an yaşanan bir kıssa olması itibari ile dikkat çekicidir. İlk insandan kıyamete kadar varlık sahiplerinin ,bu varlıklarını infak etme konusundaki cimrilikleri veya onları bu serveti vereni inkar etmeleri sürmekte ve sürecek olup bu kıssa her an yaşanmaktadır. Yazımızın konusu kehf suresinde anlatılan bu kıssanın ayetleri ile ilgili olacağı için kalem suresindeki bahçe sahiplerini başka bir yazımızda konu etmeye çalışacağız.
[018.032] Onlara iki adamı misal olarak göster: Birine iki üzüm cenneti verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] Başka geliri de vardı; bu yüzden bu adam arkadaşıyla konuşurken: «Ben senden malca daha zengin, taraftarca daha güçlüyüm.» dedi.
Kıssa iki adam'ın misali ile başlamakta olup birisinin, nuzül dönemi muhatabının hayal edebileceği en donanımlı bir bahçeye sahip kılındığı anlatılmaktadır. Bu kişi sahip olduğu ile övünüp karşısındaki kişiyi aşağılamaktadır. Bu insan tipi her devirde mevcut olup bu mal ile kendisini kaf dağında belleyip kendinden aşağıdakileri hor ve hakir görmektedirler (karun örneği). Mekkede nazil olan surelere baktığımızda mal ve evlat sahibi olanların bu servetlerini yanlış yolda kullanmaları çokça konu edilmektedir. Servet sahibi olan muhatapların bu servetlerini yanlış yolda kullanmaları kendilerinden önce servet sahiplerinin başlarına gelenler hatırlatılarak bir nevi ayaklarını denk almaları tembihlenmektedir.
Kıssada anahtar kelime olarak okuyacağımız kelime "cennet" tir. Adem kıssasını hatırlayacak olursak , Allah cc Adem'i yarattıktan sonra onuda cennete yerleştirmiş ve ona bir takım nehiyler getirmiştir. Adem bu nehyi çiğnediği için cennet'ten çıkarılmış olup cennet motifi üzerinden aynı şekil bir anlatım buradada karşımıza çıkmaktadır. Allah bir adama servet vererek Adem gibi cennete yerleştirmekte fakat o cennetin daim olması için ona bir takım yükümlülükler getirmektedir , fakat bir çok insan bu cennetin kıymetini bilmemekte ve Adem gibi cennetten çıkarılmaktadır.
[018.035] Daha sonra Cennet'ine girdi ve kendisine zulmederek: «Bunun hiç yok olacağını sanmam.» dedi.
[018.036] kıyametin kopacağını da zannetmem. Bununla beraber şayet Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum.» dedi.
Mal ve evlat sahibi olan kişi bu servet ve gücüne güvenerek bahçesine girer ve bu kişi müşrik ve ahireti inkar etmektedir. Ahireti inkar etme özelliği mekkeli muhataplarında bir özelliği olup kıssada anlatılan kişi ile aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu özellikler, yani mal ve evlat ile övünüp ahiret yokmuş gibi yaşamak evrensel müstekbirlerdede mevcuttur.
[018.037] Arkadaşı ona, onunla muhâverede bulunarak dedi ki: «Seni topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni bir erkek olarak tesviye edeni inkar eder mi oldun?»
[018.038] «Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.»
[018.039] Cennetine girdiğin zaman her ne kadar mal ve nüfuz bakımından beni kendinden daha az buluyorsan da; maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur, demen lazım değil miydi?
[018.040] «Belki Rabbim senin cennetinden daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] Yahûd suyu çekiliverir de bir daha onu aramakla bulunamazsın
Kıssa aslında sadece bahçe sahibi kıssası değildir, "iki adamı misal ver" denilerek başlayan kıssada diğer adamın rolü tebliğci bir mü'min olarak yukardaki ayetlerde görülmektedir. İnsanlık tarihi boyunca , Allah cc nin gönderdiği tüm elçiler ve o elçilere iman eden mü'minler rablerine karşı gelenlere bu karşı gelmenin akıbetini anlatmışlar ve anlatmaya devam edeceklerdir. Dikkatimizi çeken bir tarafın şu olması gerektiğini düşünmekteyiz ; kıssadaki iki arkadaşın biri mü'min diğeri ise müşriktir, bu iki arkadaştan mü'min olanı diğeri ile olan hukukunu tamamen kesmemiş , müşrik arkadaşına gerekli olan tebliği yapmaktadır, olayın bu tarafı bile bizler açısından bir örneklik teşkil etmesi gerekmektedir,bizler mü'min olma vasfının gereği olarak hakkı ve sabrı her kişiye her ortamda doğru bir dil ile tebliğ etmeliyizki karşımızdakinin akletmesini sağlayabilelim eğer o kişiye yanlış bir uslup ile yaklaşıp tekfirci bir mantık ile onun uzaklaşmasını sağlayacak olursak bu bizim için bir vebal olacaktır.
[018.042] Ve meyvesini (servetini) helâk kapladı. Artık ona sarfettiği şeylerden dolayı iki avucunu ovuşturmaya başladı. O (bağ) ise çardakları üzerine çökmüş idi ve diyordu ki: «Ne olurdu ben Rabbime bir ferdi şerik koşmamış olsaydım!»
[018.043] Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.
Bahçe sahibinin serveti , kendisini inkar ettiği rabbi tarafından helak edilmiş ve bu helak sonucunda bahçe sahibi pişmanlığını dile getirmektedir. Bu olayı mesaj içerikli olarak okuyacak olursak şöyle bir mesaj okuyabiliriz; Allah cc bir çok ayetinde dünya hayatının geçici bir yer olduğu asıl olanın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Dünya hayatını bir tarla olarak düşünecek olursak, kişi ahireti düşünmeden bu tarlayı sadece geçici dünya heveslerini tatmin etmek amacı ile ekip sürer ve bu tarlanın ürünü ahirette bahçe sahibi örneğinde olduğu gibi ürüne ihtiyacı olduğu bir zamanda helak edilme şeklinde karşılığını görür. 43. ayetin mesajı çok çarpıcıdır, kişi Allaha karşı koymak için yine kişiye onun verdiği mal ve evlatları koz olarak kullanmasına rağmen bunlar kişiye hiçbir fayda sağlamamıştır.
[018.044] İşte burda (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.
[018.045] Onlara, dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.
[018.046] Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama baki kalacak yararlı işler, sevab olarak da, amel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.
Son üç ayet , kıssanın tefsiri olarak anlaşılabilecek ayetlerdir. Kişiye herhangi bir sıkıntı geldiği zaman yardım mercii ona şirk koşulan mal ve evlatlar olmayıp, bir ve yegane rab olan Allah cc nin dir. Dünya hayatında kişilerin sahip oldukları onun süsü olarak anlatılıp esas olanın ahiret yurdu olduğu yine bir çok ayette hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak; kur'anın kıssa yollu anlatım metodu içinde anlatılan servet ve evlat sahiplerinin bu servetlerinin kendilerini Allah cc den emin kılmadığı her zaman her yerde gücün onun elinde olduğu bizlere hatırlatılmaktadır. Kulların kendilerine verilen bu serveti doğru olarak kullanmaları gerektiği eğer bunun tersi bir icraatta bulunacak olurlarsa , Allaha karşı güvendiklerinin ne hale geleceği canlı bir örnek olarak gösterilmektedir. Kişilere verilen servet ve evlatların kişiyi bunları verene daha çok yaklaştırması gerekirken onu verene karşı efelenmesi onun helakını getireceği çok açık olarak anlatılmakta olup bu durum karun örneğindede gözler önüne serilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Bahçe sahipleri kıssası, tarihin belli bir zamanı veya mekanı içinde yaşanmış bir kıssadan daha ziyade, her an yaşanan bir kıssa olması itibari ile dikkat çekicidir. İlk insandan kıyamete kadar varlık sahiplerinin ,bu varlıklarını infak etme konusundaki cimrilikleri veya onları bu serveti vereni inkar etmeleri sürmekte ve sürecek olup bu kıssa her an yaşanmaktadır. Yazımızın konusu kehf suresinde anlatılan bu kıssanın ayetleri ile ilgili olacağı için kalem suresindeki bahçe sahiplerini başka bir yazımızda konu etmeye çalışacağız.
[018.032] Onlara iki adamı misal olarak göster: Birine iki üzüm cenneti verip, etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] Başka geliri de vardı; bu yüzden bu adam arkadaşıyla konuşurken: «Ben senden malca daha zengin, taraftarca daha güçlüyüm.» dedi.
Kıssa iki adam'ın misali ile başlamakta olup birisinin, nuzül dönemi muhatabının hayal edebileceği en donanımlı bir bahçeye sahip kılındığı anlatılmaktadır. Bu kişi sahip olduğu ile övünüp karşısındaki kişiyi aşağılamaktadır. Bu insan tipi her devirde mevcut olup bu mal ile kendisini kaf dağında belleyip kendinden aşağıdakileri hor ve hakir görmektedirler (karun örneği). Mekkede nazil olan surelere baktığımızda mal ve evlat sahibi olanların bu servetlerini yanlış yolda kullanmaları çokça konu edilmektedir. Servet sahibi olan muhatapların bu servetlerini yanlış yolda kullanmaları kendilerinden önce servet sahiplerinin başlarına gelenler hatırlatılarak bir nevi ayaklarını denk almaları tembihlenmektedir.
Kıssada anahtar kelime olarak okuyacağımız kelime "cennet" tir. Adem kıssasını hatırlayacak olursak , Allah cc Adem'i yarattıktan sonra onuda cennete yerleştirmiş ve ona bir takım nehiyler getirmiştir. Adem bu nehyi çiğnediği için cennet'ten çıkarılmış olup cennet motifi üzerinden aynı şekil bir anlatım buradada karşımıza çıkmaktadır. Allah bir adama servet vererek Adem gibi cennete yerleştirmekte fakat o cennetin daim olması için ona bir takım yükümlülükler getirmektedir , fakat bir çok insan bu cennetin kıymetini bilmemekte ve Adem gibi cennetten çıkarılmaktadır.
[018.035] Daha sonra Cennet'ine girdi ve kendisine zulmederek: «Bunun hiç yok olacağını sanmam.» dedi.
[018.036] kıyametin kopacağını da zannetmem. Bununla beraber şayet Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan daha hayırlı bir sonuç bulurum.» dedi.
Mal ve evlat sahibi olan kişi bu servet ve gücüne güvenerek bahçesine girer ve bu kişi müşrik ve ahireti inkar etmektedir. Ahireti inkar etme özelliği mekkeli muhataplarında bir özelliği olup kıssada anlatılan kişi ile aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu özellikler, yani mal ve evlat ile övünüp ahiret yokmuş gibi yaşamak evrensel müstekbirlerdede mevcuttur.
[018.037] Arkadaşı ona, onunla muhâverede bulunarak dedi ki: «Seni topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni bir erkek olarak tesviye edeni inkar eder mi oldun?»
[018.038] «Fakat O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam.»
[018.039] Cennetine girdiğin zaman her ne kadar mal ve nüfuz bakımından beni kendinden daha az buluyorsan da; maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur, demen lazım değil miydi?
[018.040] «Belki Rabbim senin cennetinden daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] Yahûd suyu çekiliverir de bir daha onu aramakla bulunamazsın
Kıssa aslında sadece bahçe sahibi kıssası değildir, "iki adamı misal ver" denilerek başlayan kıssada diğer adamın rolü tebliğci bir mü'min olarak yukardaki ayetlerde görülmektedir. İnsanlık tarihi boyunca , Allah cc nin gönderdiği tüm elçiler ve o elçilere iman eden mü'minler rablerine karşı gelenlere bu karşı gelmenin akıbetini anlatmışlar ve anlatmaya devam edeceklerdir. Dikkatimizi çeken bir tarafın şu olması gerektiğini düşünmekteyiz ; kıssadaki iki arkadaşın biri mü'min diğeri ise müşriktir, bu iki arkadaştan mü'min olanı diğeri ile olan hukukunu tamamen kesmemiş , müşrik arkadaşına gerekli olan tebliği yapmaktadır, olayın bu tarafı bile bizler açısından bir örneklik teşkil etmesi gerekmektedir,bizler mü'min olma vasfının gereği olarak hakkı ve sabrı her kişiye her ortamda doğru bir dil ile tebliğ etmeliyizki karşımızdakinin akletmesini sağlayabilelim eğer o kişiye yanlış bir uslup ile yaklaşıp tekfirci bir mantık ile onun uzaklaşmasını sağlayacak olursak bu bizim için bir vebal olacaktır.
[018.042] Ve meyvesini (servetini) helâk kapladı. Artık ona sarfettiği şeylerden dolayı iki avucunu ovuşturmaya başladı. O (bağ) ise çardakları üzerine çökmüş idi ve diyordu ki: «Ne olurdu ben Rabbime bir ferdi şerik koşmamış olsaydım!»
[018.043] Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.
Bahçe sahibinin serveti , kendisini inkar ettiği rabbi tarafından helak edilmiş ve bu helak sonucunda bahçe sahibi pişmanlığını dile getirmektedir. Bu olayı mesaj içerikli olarak okuyacak olursak şöyle bir mesaj okuyabiliriz; Allah cc bir çok ayetinde dünya hayatının geçici bir yer olduğu asıl olanın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Dünya hayatını bir tarla olarak düşünecek olursak, kişi ahireti düşünmeden bu tarlayı sadece geçici dünya heveslerini tatmin etmek amacı ile ekip sürer ve bu tarlanın ürünü ahirette bahçe sahibi örneğinde olduğu gibi ürüne ihtiyacı olduğu bir zamanda helak edilme şeklinde karşılığını görür. 43. ayetin mesajı çok çarpıcıdır, kişi Allaha karşı koymak için yine kişiye onun verdiği mal ve evlatları koz olarak kullanmasına rağmen bunlar kişiye hiçbir fayda sağlamamıştır.
[018.044] İşte burda (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.
[018.045] Onlara, dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır.
[018.046] Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama baki kalacak yararlı işler, sevab olarak da, amel olarak da, Rabbinin katında daha hayırlıdır.
Son üç ayet , kıssanın tefsiri olarak anlaşılabilecek ayetlerdir. Kişiye herhangi bir sıkıntı geldiği zaman yardım mercii ona şirk koşulan mal ve evlatlar olmayıp, bir ve yegane rab olan Allah cc nin dir. Dünya hayatında kişilerin sahip oldukları onun süsü olarak anlatılıp esas olanın ahiret yurdu olduğu yine bir çok ayette hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak; kur'anın kıssa yollu anlatım metodu içinde anlatılan servet ve evlat sahiplerinin bu servetlerinin kendilerini Allah cc den emin kılmadığı her zaman her yerde gücün onun elinde olduğu bizlere hatırlatılmaktadır. Kulların kendilerine verilen bu serveti doğru olarak kullanmaları gerektiği eğer bunun tersi bir icraatta bulunacak olurlarsa , Allaha karşı güvendiklerinin ne hale geleceği canlı bir örnek olarak gösterilmektedir. Kişilere verilen servet ve evlatların kişiyi bunları verene daha çok yaklaştırması gerekirken onu verene karşı efelenmesi onun helakını getireceği çok açık olarak anlatılmakta olup bu durum karun örneğindede gözler önüne serilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)