olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Eleştiride Objektif Olmak ve Etik Davranmanın Önemi Üzerine

İnceleme ve araştırma sonucunda, yanlış olduğu düşünülen noktaları belirtmek demek olan eleştiri de en önemli nokta, önce eleştireceğimiz kişilerin söylediklerini veya yazdıklarını doğru olarak ortaya koymak, ondan sonra bunları eleştirmek olmalıdır. Eleştireceğimiz kişinin söylediklerini veya yazdıklarını anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklanan hatalar neticesinde yapılan eleştiriler, sözün veya yazının sahibine yapılan bir haksızlık olacaktır. 

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır. 

Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;

Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.

Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;

Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu." 

Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün

Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti"  cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.

İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.

İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;


en-Nehaî dedi ki: Peygamber bir kadifeye sarınıp, bürünmüş îdi. Âişe: Uzunluğu ondört zira olan bir örtüye bürünmüştü. Onun yanı benim üzerim­de İdi ve ben uyuyordum. Diğer yarısı da Peygamberin üzerinde idi, o da o vakit namaz.kılıyordu. Allah'a yemin ederim, o örtü ipek değildi, ipekti de de­ğildi. Keçi tüyünden de değildi, ibrişim de değildi, yün de değildi. Çözgüsü kıİ, atkısı ise deve tüyü idi, demiştir. Bu rivayeti es-Sa'lebî zikretmektedir.

Derim ki: Âişe'nin bu sözleri sûrenin Medine'de indiğini göstermektedir. Çünkü Peygamber (sav) Âişe ile Medine'de gerdeğe girmiştir. Bu durumda sûrenin Mekke'de İndiğine dair zikredilen rivayetlerin sahih olmaması gere­kir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.

İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.

Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.

Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır. 

7 Ocak 2017 Cumartesi

Davud, Süleyman ve Eyyub (a.s) lar Örneğinde Evvab Bir Kul Olmak

Kur'an kıssaları , geçmiştekilerin yaşanmış hayat örneklerini bizlere göstermek sureti ile , gelecek olan yaşanacak hayatlar için ibretler alınmasını amaçlayan anlatımlardır. Kur'an içinde zikri geçen elçiler , insanlığın öğretmenleri olmaları hasebi ile , aldıkları vahyi en doğru şekilde önce kendi hayatlarında uygulamak sureti ile, insanlara örnek ve rehber olmuşlardır.

Yazımıza konu edeceğimiz 3 elçi, bu örnek ve rehberlerdendir. Bu elçilerin Sad suresi içinde anlatılan kıssası içindeki ortak özellikleri ise "Evvab" olmalarıdır. Bu elçilerin ellerinde olan muhteşem imkanlar ve imkansızlıklar, onları hiç bir zaman isyana sürüklememiş , her halükarda evvab bir kul nasıl olunabileceğini yaşantılarında göstererek , bizlere de örnek ve rehber olmuşlardır.

[038.017]  Şimdi sen onların dediklerine sabret de güçlü kulumuz Davud'u an! Çünkü o evvab  idi.

[038.030] Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

[038.044]  «Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve hanis olma.» Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, evvab idi.

Adı geçen elçilerin ortak özellikleri görüldüğü üzere "Evvab bir kul" olmalarıdır. Sure içinde ve diğer surelerde bu elçilerin kıssaları bizlere anlatılarak örnek yaşamları bizlere gösterilmektedir. 

Evvab ; " Her türlü günahı terk ederek , Allah'a olan kulluk görevlerini yerine getirmek sureti ile Allah'a dönen kimse" anlamındadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar , ellerinde güç ve servet bulunan hükümdar elçi olmaları nedeniyle her insanın ulaşmak istediği mülke sahipler iken Eyyub (a.s) ise, içine düştüğü hastalık sebebi ile , hiç bir insanın yaşamak istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan bir elçidir. Davud ve Süleyman (a.s) ların ihtişamlı bir hayat sürmelerine karşın , Eyyub (a.s) ın meşakkatli bir hayat sürmesi her 3 elçinin de "Evvab bir kul" olarak anılmalarına engel olmamıştır. 

Evvab , "Dönmek" anlamına gelen e-ve-be kelimesinden türemiştir. Dönmek yani evvab olmak, yapılan bir hatadan dönmeyi de ifade etmektedir. İnsan olmanın getirdiği bazı zaaflar , bizleri bir takım günah ve hatalara sürükleyebilir. Önemli olan hatada ısrar etmeden , geri dönerek tevbe etmek olmalıdır. Bu 3 elçinin Sad suresi içindeki kıssasının ortak özelliklerinden bir tanesi , yaptıkları hatadan dönmek olduğu görülmektedir.

Sad suresi içinde okuduğumuz 3 elçinin kıssasını kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz.

Davud (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 17-26. ayetlerine baktığımızda , onun kendisine gelen davacılar arasında verdiği hüküm konusunda her iki davacıyı da dinleyerek karar vermek yerine , sadece ilk davacıyı dinlemek sureti ile verdiği karardan dolayı hataya düştüğünü görmekteyiz. Ancak Davud (a.s) her iki davacıyı da dinlemek sureti ile karar vermesi gerekirken , tek davacıyı dinleyerek, her ikisinin arasında verdiği karar konusunda hata yaptığını anlayarak hatasından geri dönmüş "Evvab bir kul" olarak anılmayı hak etmiştir.

Davud (a.s) ın başından geçen bu olay , insanlar arasında hüküm verme konumunda olanlara da mesajlar içermektedir. İnsanlar arasında verdikleri kararda adil olunması , ayrımcılık yapılmaması , verilen kararın adil olmaması neticesinde mesuliyet sahibi olunacağı , her hakimin üzerinde hakimlerin de hakimi olan Allah (c.c) nin olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerektiğine dair mesajlar , bu kıssadan çıkarılabilir.

Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 30-40. ayetler arasında , Süleyman (a.s) ın atlar üzerinden mala olan tutkusu konusunda yaptığı bir hatayı görmekteyiz. Ölümün ona hatırlatılması sureti ile , yaptığı hatadan dönmüş olması, onun da babası Davud (a.s) gibi "Evvab bir kul" olarak anılmasını hak ettiğini göstermektedir.

Süleyman (a.s) kıssası , bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda önemli mesajlar içeren bir kıssadır. Kendisini insanların ilahı ve rabbı olarak gören Firavun örneğine baktığımızda , Süleyman (a.s) ın sergilediği yönetim daha kolay anlaşılacaktır. Yönetim sahiplerinin özellikle ölümü her an hatırda tutarak ölüm sonrasında, yaşadığı hayat içindeki yapmış olduğu tasarruflardan dolayı hesaba çekileceğini unutmayan bir yaşam ve yönetim sergilemeleri , yönetimi altında tuttukları topraklarda yaşayanların daha mesut ve müreffeh bir yaşam sürmesini sağlayacaktır.

Eyyub (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Sad s. 41-44. ayetler arasında, onun dayanılmaz bir hastalığa düçar olduğunu ve hastalığı içinde hataya düşerek isyan etmiş olabileceği , 44. ayet içindeki "ve la tahnes" ifadesinin, günah işlemekten men etmeyi emreden bir ifade olduğunu düşündüğümüzde , mümkün görülmektedir. 

Her insan yaşadığı hayat içinde bir takım hastalıklara düçar olabilir. Onların başına gelen bu musibetler , onları isyana değil tedavi imkanlarını araştırmaya ve sabırlı bir kul olmalarını gerektirmektedir. Eyyub (a.s) ın kıssası bizlere bu mesajı içeren bir kıssadır.
Bu 3 elçi örneği bizlere hatadan dönmenin erdemini ve ellerinde olan imkanlar ve imkansızlıklar konusunda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğini öğretmektedir. Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde, hata yapan kullarını tevbe ettikleri takdirde bağışlayacağını vaat etmektedir. Bu yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını da göstermesi bakımından önemli bilgiler sunmaktadır. 

Bazı insanlar işlemiş oldukları günahlardan dolayı yaptıkları tevbenin, kabul olup olmadığı konusunda vesveseye kapılarak büyük tereddütler yaşamaktadırlar. Bu örnekler, Allah (c.c) nin bağışlayıcılığını canlı ve yaşanmış belgelerini sunması açısından okunduğunda , insanların bu gibi vesveseye kapılmalarının ne kadar yersiz olduğu da ortaya çıkacaktır. Çünkü Allah (c.c) tevbe eden hiç bir kuluna "Ey kulum seni affettim için rahat olsun" şeklinde bir vahiy ile seslenmeyecektir. Yaşanmış elçi örnekleri bizler için, Allah (c.c) nin af edici olduğuna dair yaptığı iddianın ispatı olarak karşımızda durmaktadır.

Davud ve Süleyman (a.s) lar bilindiği gibi hükümdar elçilerdendir. Onların ellerinde büyük bir güç ve servet bulundurmuş olmaları , onları hiç bir zaman kibre ve gurura kaptırmamış , ellerindeki bu gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini her zaman hayatlarında canlı ve diri tutarak , bu yönde bir yönetim sergilemişlerdir. İnsanlar hakkında hüküm verirken , "Ben istediğim hükmü vermekte serbestim" diyerek , Allah'ın her an üzerilerinde gözetleyici olduğunu bilerek adil karar vermişler , hata yaptıklarını anladıkları anda da geri dönerek "Evvab" olmasını bilmişlerdir.

Eyyub (a.s) ise Davud ve Süleyman (a.s) ların aksine hastalıklar ile uğraşan meşakkatli bir hayata sahip olan elçidir. Onun başına gelen bu meşakkatler , onu asi ve nankör bir kul haline sokmamış , hastalığından kurtulmak için mücadele eden bir kul olarak hem hastalıktan kurtulmuş hem de "Evvab" olarak anılmayı hak etmiştir. Dünyada evvab bir kul olarak hayat sürenler ise , hesap gününde cennet ile karşılık bulacaklardır.

[050.031-34] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır. Onlara: «İşte bu cennet, Allah'a dönen, O'nun buyruklarına riayet eden; görmediği Rahman'dan korkan, Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur» denir.

Kaf suresindeki bu ayetler , yaşamlarında evvab bir kul olanların , alacakları karşılığı beyan etmektedir. 

Peki bu kıssalar bizlere neden anlatılmaktadır ?. 

[011.120] Nebilerin başlarından geçenlerden, sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek; inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir.

Sorunun cevabını Hud s. 120. ayetinde anlamaktayız. İndirilen kitabın ilk muhatabının Muhammed (a.s) olması hasebiyle , onun başına gelen olaylar hakkında geçmişlerden örnekler verilerek , onun motivasyonu sağlanmaktadır. Elbette ayetler sadece ona hitap etmemekte , bizlere dair mesajlarda ihtiva etmektedir. 

Sad s. 17. ayetinde "Şimdi sen onların dediklerine sabret " şeklinde buyurulması , Muhammed (a.s) a karşı yapılan baskılar sonucunda bir anlık hataya düşse dahi , bu hatasından dönmesi, başına gelenlere sabretmesi gerektiği önce ona sonra bizlere öğretilmektedir.


Sonuç olarak ; İnsanlar yaşadıkları hayat içinde eşit imkanlara sahip olmayabilir. Kimi insanlar zengin ve iktidar sahibi bir hayat sürerken , kimi insanlar ise fakirlik ve hastalıklar içinde bir hayat geçirebilir. Bu kıssalar insanların hangi durumda ve halde olursa olsun , asla isyan , kibir , sabırsızlığa kapılmamalarını da bizlere öğretmektedir. 

Hatanın insana mahsus bir özellik olması , peygamber de olsa herkesin hataya düşebileceği , asıl olanın hatada ısrar değil , hatadan dönmek olduğu bizlere bu kıssalar içinde verilen mesajlardandır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

1 Mart 2015 Pazar

Mümtehine s. 4. Ayeti: Demokratik Sistemde Müslüman Olmak

Allah (c.c) yaratmış olduğu her şeyi "Alem" olarak niteleyerek , bu Alemlerin yaşadıkları alanı kendisinin mülkü olduğunu bildirmiş ve bu mülk içinde yaşayan herşeyin Rabbi ve Meliki olduğunu ilan etmiştir. Alemlerin Rabbi ve Meliki olmasının , Yaratmış olduğu İnsanlar üzerindeki tezahürü  , Arz üzerinde yaşayan İnsanlara yaşadıkları hayat boyunca tabi olacakları kuralları Elçiler ve Kitaplar göndererek beyan etmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır

Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı  yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.

Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin  Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur. 

İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir. 

 [060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla  vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır. 

Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. 

Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur. 

Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.

T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."

"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır. 

Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır. 

Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir. 

Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.  

 "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır. 

Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.

1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız. 

Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.

Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.

Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.

"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"

Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir. 

Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.

 Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
                           

17 Mayıs 2012 Perşembe

Kur'anı Teslim Almak Veya kur'ana Teslim Olmak Maide s. 38. Ayeti Üzerindeki Bazı Yaklaşımlar

Muhammed sav in vefatını müteaakip gelişen olaylar sonrası ortaya çıkan akidevi düşüncelerin temelleri, yazımızın başlığı olan "kur'anı teslim almak" düşüncesinin bir eseri olduğu bir gerçektir. Vefatı sonrası gelişen olaylara baktığımız zaman kökü risalet öncesi yüzyıllara dayanan ümeyyeoğulları ve haşimoğulları rekabetinin müslüman olduktan sonrada devam ettiğini görmekteyiz. İktidar mücadelesi şeklinde devam eden bu kavganın temelleri "kur'anı teslim almak" şeklindeki düşüncenin bir eseri olarak "ehlibeyt kültürü"adında dinleştirilmiş bugüne kadar gelmiştir. 

İslam adına ortaya çıkan hangi fırka olursa olsun kendi haklılığına gerekçe için hadisler uydurmaktan veya daha kötüsü kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil etmekten geri durmamışlardır. Günümüze geldiğimiz zaman mevcut fırkaların aynı metod üzerinde devam ettiklerini üzülerek müşahede etmekteyiz.   


Bizi daha üzen , bütün fırka, hizip ,cemaat, şeyh,üstad, ağabeylerin kudukları din anlayışlarını red ederek "sadece kur'an" diyenlerin, yazının başlığı olan , "kur'anı teslim almak" şeklindeki bir anlayış ile kur'an okumalarıdır, halbuki mü'min olmanın gereği "kur'ana teslim olmaktır". Kur'an dışı düşünceler ile kur'ana bakan bu düşünce sahipleri kur'anı, kur'andan anlamak yerine kur'anı "izmlerden" anlamak metodunu seçmişlerdir. 

Bu yazımızda bu tür düşüncenin bir uzantısı olarak maide s. 38. ayetindenki hırsızlık cezası için öngörülen el kesme cezasının hakiki anlamda olmayıp mecazi bir anlamı olduğu , ayeti bu şekilde anlamak gerektiğini ileri sürmektedirler.Bu düşünceleri ileri sürenler, sanki kur'an dün indirilen bir kitap ve daha önceden yapılan uygulamalar tamamen  gözardı edilmesi gerekirmiş gibi bir tutum içindedirler. Biz bu konudaki rivayetleri ileri sürerek ayeti anlamak yerine "kur'ana teslim olmak" metodu içinde ayeti anlamaya çalışacağı.Önce ilgili ayetin mealini verelim. 


Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun).
 5.38- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak,  ikisinin ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Bu ayetin hakiki manada bir el kesmekten bahsetmediği , ayetteki "el" veya "kesmek" kelimesinin kur'anda başka ayetlerde mecaz olarak kullanılmasından yola çıkarak bu ayettteki el kesmekten maksadın hırsızlık yapacak yolları kesmektir şeklinde bir iddianın dillendirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an ayetlerinde bir kelimenin hakiki veya mecaz anlamda kullanıldığının anlaşılması ayetin bütünlüğü veya siyak sibak içinde kolayca anlaşılabilir. Bu ayet acaba mecazi bir anlamada anlaşılabilirmi? şeklinde sorulan bir sorunun cevabını şu şekilde arayabiliriz.   


Ayetin metnindeki , " NEKALEN" kelimesi anlam olarak, "işlediği bir suçtan dolayı başkasını benzerini işlemekten çevirip yada medar-ı ibret olacak bir şey yapmak ( elmüfredat s. 1485) tır. Bu kelime bakara s. 66 ayetinde cumartesi yasağını çiğneyen israiloğullarının akıbeti ile ilgili olarak , zariyat s. 25. ayetinde firavun'un akıbeti ile ilgili olarak'da kullanılmaktadır. Hırsızlığa verilen cezanın aleme ibret olacak bir ceza ve o cezayı görenlerin hırsızlık yapmalarını caydırıcı bir ceza olması bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayetteki el kesme eğer mecazi olarak kullanılmış olsaydı ibret verici bir ceza olması olarak ifade edilmesinin ne gereği vardı?. 


Yine aynı ayetin metnindeki, "EYDİYEHÜMA" ( ikisinin ellerini) kelimesindeki "eydiye" kelimesinin çoğul olarak kullanılmasından yola çıkılarak insanda iki el olduğu ve çoğul olarak kullanılmasının hakiki bir el kesme olarak değil mecaz olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Sayın hakkı yılmaz maide s. 38 . ayetinin mealini yaparken bunun mecaz olduğundan yola çıkarak mealine parantez açarak ( ikiden çok el) şeklinde bir ilave yapmıştır. Bu konu ile ilgili olarak sayın Soner Gündüzöz'ün "KUR’ÂN’DA YERLEŞİK GRAMER KURALLARINA AYKIRI DİL YAPILARI VE KUR’ÂN’IN LEHÇE HARİTASI ÜZERİNE BİR İNCELEME"adlı makalesinde şunları bulmaktayız.
 "
Tesniye yerine cemînin kullanılması: Kur’ân’da ruhsat kabilinden olan kullanımlardan biri de tesniye yerine ceminin kullanılmasıdır. Örneğin والسَّارِقُ و السَّارِقَةُ فَاْقْطَعُوا أيْدِيهما   âyetinde[i] يَدَيْهِما denmemiştir. Aynı şekilde إنْ تَتُوبا إلَى الله فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُما âyetinde[ii] de iki kişiye âit kalpler çoğul kalıbıyla gelmiştir. Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyelerde bu kullanım şekline baş vurdukları söylenir.[iii] el-Ferrâ (ö.207/822) “İnsanın organları iki ya da daha çok bir şeye muzâf kılınsa bu organlar çoğul olarak anılır.” der. “ هَشَمْتُ رُؤُوسَهُما / başlarını yardım.” denir. Bu tür kullanımlar insan organlarını dışında da görülür. İki kişiye onların birer hanımlarını kastederek “خَلَّيْتُما نِسَائكما / hanımlarınızı terk ettiniz.” ya da iki kişiye “خَرَقْتُما قُمُصَكُما / gömleklerinizi yırttınız.” denilebilir[iv].


[i]Mâide, 5/41.
[ii]Tahrîm, 66/4.
[iii]Ebû ‘Ubeyde, Mecâzu’l-Kur’an, I, 166.
[iv]el-Ahfeş, Meâ ‘nî’l-Kur’ân, I, 306-307. 
Sayın gündüzöz'ün makalesinde , tesniye yerine cemi kullanılmasının insan vücudu ile ilgili olarak arap dilinde kullanılmış olduğunu görmekteyiz, nitekim bu şekil bir kullanım tahrim s. 44. ayetinde yine insan vucüdu ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Arap dili üzerinde uzman olan sayın hakkı yılmaz'ın bu kaideyi nasıl görmediği yoksa görmek istemediğimi soru işaretidir. Sayın yazarın maide s. 38. ayeti için aklına gelen parantezin tahrim s. 4 . ayetinde neden görmediği yine ayrı bir soru işaretidir.  Sayın hakkı yılmaz'ın maide s. 38. ayetinde geçen "EYDİYEHÜMA" ve tahrim s. 4. ayetinde geçen "GULUBEKÜMA" kelimelerinin kalıp olarak aynı olmalarına rağmen bu ayetlere verdiği meal kendi çelişkisini ortaya koymaktadır. 

-----5.38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir
-----66.4  Eğer ikiniz, Allah'a tövbe ederseniz... –çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı.– Yok eğer o'na [peygamber'e] karşı dayanışmaya girerseniz, hiç kuşkusuz bizzat Allah o'na Mevlâ'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir], Cibrîl ve iman edenlerin sâlihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de o'na arka çıkarlar.

Sayın yazar maide s. 38. ayetinde gördüğü çoğul kelimeyi tahrim s. 4. ayetinde görmeyerek ön kabuller dorultusunda yapılan bir okumanın örneklerini sergilemiştir. 


 Maide s. 33. ayetinde"Allah ve resulu ile savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır." şeklinde geçen ayet maide s. 38 . ayet benzeri olarak el keslimesinden bahsetmektedir. Ancak bu ayet ile ilgili olarak, "bu ayet mecazidir" şeklinde bit yoruma rastlayamıyoruz. Bu ayette gördüğümüz ceza şeklini firavun iman eden büyücüleri içinde kullanırken oradada " mecaz bir anlatımdır" şeklinde herhangi bir yorum göremiyoruz, çünkü mecaz olarak anlamaya ilişkin en ufak bir karine dahi yoktur, yine aynı şekilde maide s. 38. ayet içinde " mecazdır" şeklindeki ifadeleri kur'an bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman haklı bulmak mümkün değildir. 


                                     YUSUF SURESİNDEKİ HIRSIZLIK CEZASI

Hırsızlık cezası ile ilgili olarak, yusuf as ın kıssası içinde anlatılan ve  kardeşini alıkoymak için hükümdarın su kabını alıkoymak istediği kardeşinin yükünün içine koydurması ve yakaladıkları zaman "sizde hırsızın cezası nedir?" şeklindeki soruya verilen cevabın hırsızlığın bugünde olması gereken cezasının bu olduğu şeklinde bir düşüncenin dile getirildiğinede şahid oluyoruz.

-----12.074-75 «Yalancı iseniz, hırsızlığın cezası nedir?» dediler.«Onun cezası, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o (şahsa el koymak) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler. .

Öncelikle böyle bir düşünce kur'an için ve Allah cc için çelişki iddiasıdır. Allah cc kitabında iki farklı ceza öngörmesi kitabın çelişkisizliğinin reddi demektir. "Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı." mealindeki nisa s. 82. ayetine muhalif olarak kur'anda iki farklı ceza iddiası sadece maide s.deki ayetin reddi için geçerli bir düşünce değil aksine düşünce sahibini daha vahim düşüncelere kapı açacak bir yoldur. Yakub as ın hayatta olması hırsızlık cezasının ona veya daha önceki elçilere indirilen vahiyde "alıkonulmak" şeklinde bir karşılığının olduğu şeklindeki bir çıkarım doğru bir çıkarım değildir. Yakub as ve oğlu yusuf as da birer elçidir ve ikisi hayattadır, yusuf as bulunduğu ülkenin bütün kurallarına hakim olan birisi değildir , bunu " Yusuf kardeşinin yükünden önce onlarınkini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." mealindeki 76. ayetten anlıyoruz. Eğer yusuf as bulunduğu ülkenin kanunlarına uymak ile kayıtlıysa yakub as ın oğullarıda bulundukları ülkenin kanunları ile neden kayıtlı olmasınlar. Buradan, yusuf as ile kardeşlerinin iki ayrı yönetim mekanızması ile kayıtlı oldukları çıkarılabilir,çünkü hırsızlığın aynı ülke içinde iki farklı cezasının olması akla muhaldir. 


Velevki hırsızlığın cezası daha önce el kesme haricinde bir ceza idi, kur'anın nüzulu ile bu cezanın değişmesi ile biz bir kul olarak Allah cc ye " önceden böyle idi şimdi neden böyle yaptın?" şeklinde bir soru cüretinde bulunabilirmiyiz?. Böyle bir sorgulama veya itiraz nahl s. 101. de"Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler."mealindeki ayette buyurulduğu gibi Allah cc için " ne indirdiğini bilmiyor" veya elçisi için " sen ancak uyduruyorsun" demek anlamına gelir. ", yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır." mealindeki enbiya s. 23. ayetini unutmadan kur'anı anlamaya çalışmak mü'minlerin görevidir.  


Sonuç olarak "kur'anı teslim almak" veya "kur'ana teslim olmak" şeklinde iki farklı yol ile anlaşılmaya çalışılan kur'an ayetlerinden olan maide s. 38 . ayeti ile ilgili olarak ortaya konulan düşüncelerden olan bu ayetin hakiki anlamda el kesme değil mecazi anlamda bir el kesme olduğu yolundaki düşünceleri "kur'ana teslim olmak" metodu ile okuduğumuz zaman doğru bir düşünce olmadığı açıktır. Eziklik psikolojisinin tezahürlerinden olan ve başkalarının bu tür ayetler üzerinde yaptıkları spekülasyonların etkisinde kalınarak eğilip bükülmeye çalışılan kur'an kavram ve kelimeleri kur'an bütünlüğünde okunduğu takdirde bizlere doğru bir anlam verebilir. Bizlerin Allah cc den başkasına verilecek hesabımız olmayıp kitabımızın doğruluğunu başkalarına onaylatmak için ayetleri eğip bükmeye ihtiyacımızda yoktur, aksine böyle bir davranış bizleri mü'min olma durumundan çıkarır. Allah cc nin kitabı sadece onun bak dediği yerden bakılmalı ve öyle anlaşılmalı ve "insanlardan korkmayın benden korkun"(maide s.44) emri hatırdan çıkarılmamalıdır. 


                         EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.


























                                                       




5 Temmuz 2011 Salı

Hanif Olmak Ne Demektir?ya da Ne Demek Değildir?

Kur'anı kerimdeki "hanif" kavramının son yıllardaki "kur'ana dönüş"hareketiyle daha fazla gündeme geldiğini görmekteyiz. Ancak bu gündeme geliş hanifliğin  kur'an perpektifinden çıkartılarak bazı heva merkezli oluşumlara kalkan edilmek şeklinde olması  acı bir gerçektir. Acaba "hanif" olmak demek kitabın birkiımına inanıp bir kısmına inanmamak  veya resullerin arasını ayrmak şeklinde tezahur eden bir anlıyışamı sahip olmak demektir . Yoksa Allah cc nin ademi yaratması ile başlayıp son insana kadar devam edecek  olan  yaratılıştan gelen ,rab olarak Allahı bilmenin adımıdır?  Bu konuyu bizlere yine en doğru şekilde kur'an ayetleri öğretmektedir.   

7.172 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.
 7.173 Yahut «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?» dememeniz için (böyle yaptık. 


Bu ayetlerde Rabbimizin bütün insanlardan kendisini rab olarak bileceğimize dair bir söz aldığından ve bu sözün bizler tarafından doğrulandığından bahsetmektedir.İstisnasız olarak bütün insanlar Allahı rab olarak bilme itiyadında yaratılmışlardır ve ahirette kendisine bir resul veya kitap ulaşmasa bile kişinin rabbi olarak Allah cc yi kabul edip etmediği sorulacaktır. Gelen resul ve kitaplar bu altyapıda olan insanın , Allahın rableri ve ilahları olduğunu unutarak sahte rab ve ilahlara kul olmamalarını, gerçek ilah ve rabbin Allah cc olduğunu bildirmek amaçlıdır. Çünkü Allah cc fıtratında olmayan bir özelliği kullarından istemez."Hanif kavramı olarak kur'anda 10 yerde "hunefa" olarak 2 yerde geçen bu kavramın ayet mealleri şöyledir.  

2.135 Bir de: «yahudi veya hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız.» dediler. Sen onlara de ki: «Hayır! Hanif olarak hakka tapan İbrahim'in dinine (uyarız) ki, o hiçbir zaman müşriklerden olmadı.  
3.67 Şüphe yok ki İbrahim ne Yahudi idi, ne de Nasranî idi. Fakat o Hanîf idi, müslim idi; müşriklerden de olmamıştı.  
3.95 De ki: Allah doğru buyurmuştur. O halde Hanif olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.  
4.125 Ve din itibariyle daha güzel kimdir o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah Teâlâ'ya teslim etmiş, ve Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah Teâlâ da İbrahim'i bir dost edinmiştir.  
6.79Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. 
6.161 De ki: Şüphesiz Rabbım, beni dosdoğru yola iletti. Hanif olan İbrahim'in dinine. Ve o, müşriklerden olmadı.   
10.105 Ve: «Bir  hanif  olarak yüzünü dine doğru yönelt ve sakın müşriklerden olma.»   
16.120] Muhakkak ki İbrahim; başlı başına bir ümmetti. Allah'a itaat ederdi ve bir Hanif idi. Hiç bir zaman müşriklerden olmamıştır.   
16.123 Sonra sana vahyettik: «Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine uy. O müşriklerden değildi.»   
30.30 Öyleyse sen, yüzünü Hanif olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki O, insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.   
22.031 Allah'ı birleyen (Hanif) ler olarak, O'na (hiç bir) ortak koşmaksızın. Kim Allah'a ortak koşarsa, sanki o gökten düşmüş de onu bir kuş kapıvermiş veya rüzgar onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.  
98.5 Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifler (Allah'ı birleyetyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam olan) din budur 
 
 
   Ayet meallerindende anlaşılacağı üzere "haniflik" kavramı ibrahim as la beraber zikredilmektedir. Bunun sebebide kur'anın nazil olduğu ortamda muhatap kitle olarak bulunan müşrik arapların, hıristiyanların, yahudilerin kendilerini ibrahim as a uyduklarını beyan etmeleridir. Kur'an bunu böyle olmadığını söyleyerek ibrahim as ın gerçek muvahhid bir kişi olduğunu ve kendilerini ibrahim as a nisbet eden müşrik,yahudi ve hırıitiyanların hiçbirinin ibrahim as ile bir ilgileri bulunmadığını beyan etmektedir.

Müşrik arapların, yahudi ve hıristiyanların nasıl bir inanç üzerinde olduklarını kur'an diğer ayetlerde bizlere bildirmektedir. Kur'an bu gurupları   "sizler madem kendinizi ibrahim as a nisbet ediyorsunuz öyleyse ibrahim as sizler gibi şirk üzere değil fıtratından gelen bir özellik olan " hanif "    idi "diyerek onları  gerçek dine davet etmektedir. enam suresi 74. ayetinden başlayarak ibrahim as fıtratında olan bu özelliği nasıl kullandığını kur'an bize haber vermektedir.  

74- Hani İbrahim, babası Azer'e (şöyle) demişti: "Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum."
75- Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
76- Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: "Bu benim Rabbimdir." Fakat (yıldız) kayboluverince: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem" demişti.
77- Ardından Ay'ı, (etrafa aydınlık saçarak) doğar görünce: "Bu benim Rabbim" demiş, fakat o da kayboluverince: "Andolsun" demişti, "Eğer Rabbim beni doğru yola erdirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum."
78- Sonra Güneş’i (etrafa ışıklar saçarak) doğar görünce: "İşte bu benim Rabbim, bu en büyük" demişti. Ama o da kayboluverince, kavmine demişti ki: "Ey kavmim, doğrusu ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım."
79- "Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim."
80- Kavmi onunla çekişip-tartışmaya girdi. Dedi ki: "O beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı girişiyorsunuz? Sizin O'na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah'ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Rabbim, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"
81- "Hem siz, O’nun haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım? Şu halde 'güvenlik içinde olmak bakımından' iki taraftan hangisi daha hak sahibidir? Eğer bilebilirseniz."
82- İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.
83- Bu, İbrahim'e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir. 

 Bu ayetlerde ibrahim as şirk üzere olan kavmine aklını kullanarak taptıkları şeylerin "rab" olamayacaklarını deneme yanılma yöntemiyle göstermek istemiştir. Yani insanın fıtratında olan Allahı rab olarak bilme itiyadının ortaya çıkması için bir yol çizmiştir.
"Haniflik" sadece  fıtratından gelen bir özellik olarak sadece Allahı rab olarak bilmek ve o kadarı ile yetinmek değildir. Allahı gerçek rab ve ilah olarak bilmenin getirmiş olduğu bazı yükümlülükler vardır. Bunu Allah cc  kur'anda "din" kavramı altında bizlere bildirerek bize beğendiği  ve seçtiği dinin adının "islam"  kimliğimizinde " müslüman olduğunu bildirmiştir. 

5.003 Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Dorusu allah bağışlayandır, merhametli olandır.  

41.033 Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?    

Gördüğümüz gibi "haniflik" fıtratında yaratılan insan için seçilen dinin adı "islam" ve kimliği " müslüman" dır. Ancak bize seçilen dinin islam, beğenilen kimliğin müslüman olmasına rağmen bugün "biz hanifiz" diye ortaya çıkarak sadece bu kavramı islamın ve müslümanlığın şiarlarını, ritüel ve sembollerini red etmeye bir kalkan olarak kullanmaya kalkan bazı sesler duymaktayız. Öncelikle bu düşüncenin temelinin samimi kişiler tarafından ortaya atıldığını söyleyemeyiz. Ancak bazı samimi kişilerin bu düşünceyi  kur'an açısından pek değerlendirmeden kabul ettiklerinide üzülerek görmekteyiz. Haricilerin "hüküm Allahındır" sözlerine karşılık olarak hz alinin "doğru bir söz fakat bununla batıl murad ediliyor" sözü gibi " biz hanifiz" sözüde doğru bir söz fakat içi boşaltılmış bir söz olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Haniflik iddiası bazı kaçamak düşüncelere payanda yapılacak kadar basit bir kavram değildir. Hanif fıtratında yaratılan insanın Allaha olan  teslimiyetinin, onu gerçek rab ve ilah olarak kabul ettiğinin göstergeleri yani bir dışa vurumu olan bazı şiar, ritüel ve sembolleri güya tevhid adına redetmek haniflik değil ancak ceneflik( 2-182, 5-3) olabilir. Hanif olmak demek kişiyi müslüman yapan emirlerden kaçmak şeklinde anlaşılmamalıdır. Hanif olma demek kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek şeklinde anlaşılmamalıdır.  

Özellikle ibrahim as ıöncelleyip muhammed ası geri plana atma şeklinde tezahurlerine şahid olduğumuz bu düşünce kur'anın gelen resuller arasında hiçbir ayrım yapılmadığı bütün resullerin aynı dini tebliğ için  gönderildikleri düşünülerek  ," resullerin bir kısmına inanıp bir kısımını inkar etme" şeklinde bir ihtara maruz kalanların kimler olduğu kur'andan öğrenilecek olursa bu kavramı iğdiş ederek islamın özellikle müslümanları birleştirici rol oynayan bu şiar ,ritüel ve sembollerin hayattan çıkarılmalarının ,kimlerin işine yarayacağını hesab edersekbu kavram altında  kimlerin oyuncağı olunduğu ortaya çıkacaktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ HANİF FITRATI ALTINDAKİ YARATILMIŞLIĞIMIZI BOZMADAN BİZLER İÇİN SEÇTİĞİ VE BEĞENDİĞİ "İSLAM" VE "MÜSLÜMAN" KİMLİĞİ ALTINDA CANIMIZI ALSIN . AMİN   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.