İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.
Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.
Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.
[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda
(kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.
[041.035] Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna
ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.
[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a
sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.
Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.
Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir.
Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.
Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır.
Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir.
İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.
Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.
Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.
Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.
İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.
Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.
Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.
[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak
yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.
Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.
Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Fussilet s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fussilet s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Ağustos 2017 Salı
26 Ocak 2017 Perşembe
Fussilet s. 33. Ayeti : Allah'a Çağırmanın Ben Müslümanlardanım Demenin Hayatımızın İçindeki Yeri
Allah (c.c) , sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmesi için yaratmış olduğu biz kullarına , bu tanımanın hayat içinde nasıl gerçekleşmesi gerektiğini , elçi ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir. Elçi ve kitap halkasının son zinciri olan Muhammed (a.s) a inen Kur'an , aynı bilgileri bizlere hatırlatan bir kitaptır.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Ocak 2017 Pazar
Fussilet s. 30-31. Ayetleri : "Rabbimiz Allah'tır" Demenin Yaşanan Hayat İçindeki Anlamı
İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , İlah ve Rab kavramlarının çağrıştırdığı anlam alanları etrafında gelişen olaylardan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitapların ortak çağrısının , ondan başka ilah olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiğine dair hatırlatmalar olduğu herkesçe malumdur.
Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.
Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya, onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır.
[041.030] Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ;
[046.013] Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014] İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir.
Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.
İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir.
Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır.
[022.040] Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.
Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi.
Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir.
Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.
Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir.
Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür.
Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.
Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya, onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır.
[041.030] Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ;
[046.013] Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014] İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
Ayetler çok önemli bir noktaya temas ederek , sadece" Rabbımız Allah'tır" demenin yetmediğini , devamındaki "sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar" cümlesi ile, bu sözün hayata yansıması gerektiğini beyan etmektedir.
[029.002-3] And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken,
insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah
elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya
çıkaracaktır.
"İslami Kaynak" olarak lanse edilen kitaplara baktığımızda , iman konusunu sadece söz ile ifade etmenin yeterli olduğunu söyleyerek , işin fiile yansıması gereken tarafını göz ardı ettiklerini görebiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılan "Ameller imandan bir cüz müdür , değil midir" tartışmaları bu duruma bariz bir örnektir.
Hadis adı altında gelen rivayetlere baktığımızda, ömründe bir kere dahi olsa "La İlahe İllallah" diyen kimsenin, cennete gideceğine dair haberlere sıkça rastlamaktayız. Kimseyi cennet veya cehenneme sokma memuru olmadığımızı hatırlatarak , olayın sadece "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" boyutunu indirgenmiş olmasına dikkat çekmek istiyoruz . İnancın tezahürü olan amelin şart olmadığı yönünde ortaya atılan teorilerin , Müslüman dünyasının bugünkü zelil durumunun önde gelen sebebi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir.
Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir.
"Rabbimiz Allah'tır" diyerek bu istikamette yürünmesinin anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu sözün ne kadar önemli olduğunu, yaşanmış örneklerle bizlere göstermektedir. "Rabbimiz Allah'tır" demek önce , "Kul" statüsünde olan fakat kendisini İlah ve Rab olarak lanse edenleri ret etmek anlamına geleceği, ve bu sahte ilahların bulundukları makam ve mevkileri terk etmemek için kıyasıya bir mücadele içine gireceklerini düşündüğümüzde , insan için meşakkatli ve ucunda ölüm olabilecek sıkıntılı bir yolu ifade etmektedir.
[002.258] Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[002.258] Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[079.024] «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[026.029] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek
olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»
Nemrut ve Firavun , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.
Nemrut ve Firavun , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.
İbrahim ve Musa (a.s) lar , elinde yönetim gücünü bulundurarak, kendilerini insanların İlahı ve Rabbı ilan eden kullara karşı, nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğreten elçilerdendir. Onlar yaşamları boyunca , bu tür zalimlere karşı tevhidi bir duruş sergileyerek , tüm zamanlarda ortaya çıkacak olan , Firavun ve Nemrutların karşısında hakkı haykırmanın örnekliğini sergilemişlerdir.
[018.014] Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.014] Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.015] Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh
olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan
daha zalim kim olabilir?
"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir.
Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.
İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir.
Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır.
[022.040] Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.
Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi.
Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir.
Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.
Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir.
Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür.
Yine Kur'an bu bedeli ödeyenlerin haberlerini bizlere vererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizlerden önce bu yolda canını ve malını feda edenlerin olduğunu beyan etmektedir. Kendisinin yolunda gidenlere yardım edeceğini vaad eden Rabbimiz , bizden öncekilere bu vaadinin nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini bir çok yerde göstererek , vaadinden dönmeyeceğini bilmemizi istemekte , ve kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edeceğini beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Kasım 2016 Pazar
Fussilet s. 30-32. Ayetleri : Melekler İnsan Üzerine Nasıl İner ?
Yazımıza konu olarak seçtiğimiz ayetlerde, Allah (c.c) biz iman etmiş kullarına bir vaatte bulunmaktadır. Bu yazımızda Allah (c.c) nin bu vaadinin hayat için nasıl gerçekleştiğine dair bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.
Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz.
Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.
Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.
Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır.
Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir.
Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?.
"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir.
"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır.
Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab" olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir.
İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?. Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.
Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.
Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir.
Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır.
Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7).
Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve onu gerçek rab ve ilah olarak kabul etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir.
[008.012] Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım. Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.
Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir.
Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.
Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır.
Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.
[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.
Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.
Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.
Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır.
Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz.
İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.
Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.
Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz.
Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.
Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.
Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır.
Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir.
Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?.
"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir.
"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır.
Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab" olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir.
İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?. Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.
Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.
Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir.
Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır.
Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7).
Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve onu gerçek rab ve ilah olarak kabul etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir.
[008.012] Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım. Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.
Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir.
Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.
Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır.
Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.
[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.
Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.
Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.
Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır.
Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz.
İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.
Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)