ve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ve etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mart 2018 Cumartesi

Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut'un Kimliği Hakkında Bir Düşünce Denemesi

Bakara s. 102. ayeti ile ilgili araştırma yapanların karşısına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi, ayet içinde geçen Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda yapılan açıklamalardır. Söylemek gerekirse, Kur'an içinde Bakara s. 102. ayetinden başka bir ayet ile ilgili olarak, böylesine birbirine taban tabana zıt yorumları görmek pek mümkün değildir. Ayet içinde geçen "Ma" edatının hangi anlamda kullanılacağı bile ihtilaf konusu olan bu ayet içinde geçen isimlerin kimler olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak bu yazının konusu olacaktır.

Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Böylesine ihtilaflı yorumların olduğu bir ayet hakkında söz söylemek, gerçekten zordur. Bizim de bu ayet hakkında söylemeye çalışacağımız sözler, kendi yorumumuzdan öteye geçmeyecek, eksik ve hata barındırmaktan ari olmayacaktır. Konu hakkında ortaya koyacağımız iddiaların, her yazımızda olduğu gibi tarafımızdan kesin doğrular olarak lanse edilmeye çalışılmadığı bilinmelidir.

Ayet Bakara s. 40. ayetinden itibaren başlayan, İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bağlamına dahildir. Ayetin üzerinde cümle cümle durmaya çalışarak, bir sonuca varmaya çalışacak, ondan sonra ayetin mealini vermeye çalışacağız.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ ۖ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ ۚ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ ۚ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ ۚ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ ۚ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ۚ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

-----Bakara s. 101- Onlara Allah katından bir resul, beraberlerinde olan kitabı onaylayıcı olarak (bir kitap ile) geldiğinde, kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gurup, yanlarında olan kitaptaki Allah'ın bu konudaki hükmünü (bildikleri halde) hiç bilmiyormuş gibi arkalarına attılar (gelen elçi ve kitabı inkar ettiler).

Konunun ilk muhataplarının Medine'li Yahudiler olduğunu dikkate almak durumunda olduğumuz hatırlatarak, ayette kendilerine yanlarında kitabı onaylayan bir kitapla gelen bir elçiyi kabul etmeleri gerekirken onları ret eden Medineli Yahudilerin, bu konudaki tutumları anlatılmaktadır.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ
-----(Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. 

Burada ayet içinde geçen "Mülk" kelimesinin üzerinde durularak anlamının tesbit edilmesi, sonra gelecek olan "Melekeyn" kelimesine verilebilecek anlamın tespit edilmesinde rol oynayacaktır.

El Mülkü "Emir ve yasaklar ortaya koymak sureti ile, varlıkların zapt altına alınması ve onlar üzerinde tasarrufta bulunulması" anlamındadır. 

Mülk; "Yönetmeye, idare etmeye, muktedir olmaya sağlayan kuvvet" , Melik ise, bu güce sahip olan kimse demektir. 

وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o şeytanlar kafirdi. 

Ayetin bu cümlesi, Süleyman (a.s) ın sihir yaptığı iftirasını ret etmekte, asıl kafirlerin ona böyle bir iftira atanların olduğunu söylemektedir.

 يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ 
 -----(Bu şeytanlaşmış insanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı.

Ayetin bu cümlesinde geçen Melekeyni kelimesine neden İki Melek değil de, İki  güç sahibi elçi anlamı verdiğimiz elbette merak konusu olacak ve cevabı istenecektir. Ayetin bu cümlesinin çevirilerine baktığımızda meallerde bu kelimenin çoğunlukla İki Melek şeklinde çevrildiği görülmektedir. Az da olsa bazı meallerde bu kelimeye İki güç sahibi şeklinde anlamın verildiği görülmektedir. Bu ayetin üzerinde konuşulması en zor ayetlerinden biri olması hasebiyle, bazı ilk tefsircilerce bu kelime Melikeyni (iki melik) şeklinde okunmuş, bazı meallerde gördüğümüz İki güç sahibi şeklindeki anlamın dayanağı, kelimenin bazı eski tefsirlerde bu şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Ayet ile ilgili olarak karşılaşılan müşkilin en başta gelen sebepleri, iki meleğin yeryüzünde ne işinin olduğu, onlar insana vahiy indirmek durumunda iken onlara neden bir şeyler indirildiği (ayet içinde geçen "Ma" edatı bazıları tarafından olumsuzluk eki olarak anlaşılmakta, ayetin ayetin anlamı meleklere birşey indirilmediği öynünde oluşmaktadır) ,meleklerin insanlar ile nasıl birebir ilişki kurabildiğidir. Ayetin bu cümlesinde geçen Ünzile (indirildi) kelimesinin geçişlerine baktığımızda, bu kelimenin yeryüzündeki beşer elçilere indirilen vahiy ile alakalı olarak kullanıldığı görülecektir. Bu noktanın dikkate alınması bizce elzemdir.

[017.095] De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara semadan resul olarak bir melek gönderirdik.» 

Allah'ın elçi gönderme sünnetinin, insana kendi cinsinden olan elçi olduğuna göre, indirilme olgusu ile muhatap olanların Kur'an içinde Elçi olarak vasıflandırılmış olmaları, Harut ve Marut'un kim olabilecekleri hususunda bizlere ip ucu verebilir.

Şimdi ayet içindeki cümlede geçen Melekeyni kelimesinin geçtiği başka bir ayeti ele almaya çalışarak, bu kelimenin muhtemel anlamını tespit etmeye çalışalım. Bu kelime karşımıza bir başka yerde daha, Adem ve İblis kıssasının geçtiği Araf s. 20. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
[007.020] Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: «Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin iki melek veya ölümsüz hayata kavuşanlar olmanızı önlemektir» dedi.

Araf s. 20. ayetinde de geçen Melekeyni (iki melek) kelimesi üzerinde de geçmişte aynı kıraat tartışmaları yapılmış, bazı tefsirciler bu kelimeyi Melikeyni (iki melik) olarak okumuşlardır. Fakat pek rağbet görmeyen bu kıraati destekleyecek olan bir başka ayet, Aynı kıssanın Taha s. 120. ayetinde karşımıza çıkmaktadır. 

[020.120]  Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülk sana yol göstereyim mi ?».

Yazımızın başında, Mülk kelimesinin Melekeyn kelimesinin anlamının tespit edilmesinde rolü olacağını hatırlatmıştık. Taha s. 120. ayetinde İblis'in Adem'e verdiği vesveseye dikkat ettiğimizde, ona güç ve kuvvet sahibi olmanın yolunu göstereceğini söylemektedir. Araf s. 20. ayetinde ise İblis, Adem ile eşine ağaca yaklaşmamaları emrinin sebebi olarak, onların Melekeyn olmamaları yani güç ve kuvvet sahibi olmamaları için olduğu vesvesesini vermektedir.

Bunları göz önüne alarak, Melekeyn kelimesinin anlamının, GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ İKİ KİŞİ olması kuvvet kazanmaktadır. Dikkat edilirse Araf s. 20. ayetinde geçen Melekeyni kelimesine verdiğimiz anlamın delilini, Taha s. 120. ayetinde geçen Mülk kelimesinin anlamından çıkarmaktayız.

Tabi şimdi burada mütevatir kıraat olan Melekeyn şeklinde okumanın yerine, şaz kıraat olarak görülen Melikeyn şeklindeki kıraati tercih ettiğimiz gibi durum anlaşılabilir. 

Hayır, ayetin yine mütevatir olan MELEKEYN şeklindeki kıraatini tercih ettiğimizin altını özellikle çiziyoruz. Ancak bu kelimenin anlamını İki Melek şeklinde verdiğimizde ortaya çözülmesi güç problemler çıkmakta, bu problemlerin çözümü için, bu kelimeye bildiğimiz anlamda gaybi varlıklar olan melekler anlamını yüklemek yerine, gaybi anlamda kullanılan melek kelimesinin, yine Allah'ın gücünün ve kuvvetini temsil etme anlamından dolayı bu kelime ile ifade edilmiş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Yani Melek kelimesinin gaybi anlamdaki varlıklar şeklindeki tarifinden önce, onların bu kelime ile ifade edilmiş olmasının dikkate alınması gerekmekte, ve onların bu kelime ile isimlendirilmiş olması, güç ve kuvvet sahibi oldukları içindir. 

MELEK ve MELİK kelimeleri kök olarak güç ve kuvvet sahibi olmak bakımından aynı anlama, fakat kullanım alanında işaret ettikleri varlık cinsleri farklıdır. Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasa gereği, Allah (c.c) ile kulları arasındaki iletişimi onlara melek elçi ile vahyettiği beşer elçiler ile sağladığı herkesçe malumdur. Melek elçinin bir beşer ile iletişim sağlaması için, o kişinin elçilik görevine sahip olması gerekmektedir.

Bu durumun, İbrahim'in misafirleri kıssasında melek elçilerin onun karısı ile konuşması, veya Meryem'e gelen elçinin beşer kılığında bir melek olması gibi istisnaları olmakla birlikte, genel teamül meleğin beşer elçiler ile iletişim kurması şeklindedir. Bu durumu dikkate aldığımızda, insanlar ile muhatap olanlar yine onlarla aynı varlık cinsinden olanlar, yani beşer elçiler olduğuna göre, Harut ve Marut'un beşer cinsinden iki elçi olmaları daha ağır basmaktadır.

Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak; Bakara s. 102. ayetinde geçen Harut ve Marut'un bildiğimiz gaybi anlamda melekler değil, beşer cinsinden olan, ve ellerinde hem yönetim gücü hem de elçilik gücü bulunan iki kişi diyebiliriz. Bu iki kişinin kim olabileceğini düşündüğümüzde, İsrailoğularının tarihinde önemli role sahip olan ve Kral Peygamber olarak bilinen baba DAVUD (a.s) ve onun oğlu olan SÜLEYMAN (a.s) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Davud ve Süleyman (a.s) ların kıssasında baktığımızda, onlara mülk, yani insanlar üzerinde yönetim ile tasarruf etme hakkı verilmiş olduğunu görmekteyiz.

Ayetin bu cümlesi meallerde "Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı" şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerin, Harut ve Marut'un Babil şehrinde ikamet ediyor gibi bir anlamı çağrıştırmasından dolayı, sıhhatli bir çeviri olduğunu söylemek güçtür. Cümleye verilecek anlamın sihirbazların bu işi Babil'de yapıyor olduklarına dair bir anlamı çağrıştırarak verilmesi gerektiği düşünmekteyiz.

يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ

-----Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "Bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlaşmış insanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. 


Ayetin bölümü, Harut ve Marut'un insanlara sihir öğretirken sanki, "Biz size bu sihri öğretiyoruz ama sakın bunu yanlış kullanmayın" dedikten sonra insanlara sihir öğrettiği gibi anlayış hakimdir. Elçiler, vazifeleri gereği sadece kendilerine indirilenleri insanlara tebliğ ederler. Allah'ın insanlara olan emir ve yasaklarını onlara bildirmek için gelen bütün elçiler, insanlar için bir imtihan vesilesidir.

[044.017] And olsun ki, biz onlardan önce Firavun kavmini de denemiştik. Onlara çok kıymetli bir resul gelmişti. 

Burada önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır; İmtihan için yaratılmış olan insanlara tarih boyunca gelen elçiler, o insanlara inanmak veya inanmamak noktasında bir imtihana tabi tutulduklarını unutmamalarına dair Rablerinin beyanını iletmişler, ve onlara Allah' karşı inkarcı olmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak elçilerin bu öğütleri birçok insan tarafından ret edilmiş, pek azı tarafından kabul görmüştür. Harut ve Marut tarafından sanki karşılarındaki birisine söylüyorlarmış gibi anlaşılan bu ifadeler, vahyin bütün insanlara çağrısı olan, "İman edin inkar etmeyin" sözünün, onlar üzerinden anlatılması diyebiliriz.

Fakat insanların bir kısmı diğer insanların üzerinde tahakküm sağlayabilmek için, dini değerleri kullanmış hala da kullanmaktadır. Samiri örneğinde görülebileceği gibi, elçinin öğretilerine bir avuç katarak kendi şirk öğretilerini insanlara bu yolla empoze etmeye çalışmak, şeytanlaşmış insanların kullandığı kadim bir yol olup, Bakara s. 102. ayetinde de bu durumu görmekteyiz. 

Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Şeytanlaşmış insanların kullandığı önemli silahlardan bir tanesi, insanların zihnine sokmak istedikleri şeytanlıklarını o insanların güvenilir olarak gördüğü ve bildiği insanları kullanarak yapmalarıdır. İnsanların güvenini kazanmış kişilerin söylediği iddia edilen sözlerin yani onlara atfen uydurulan iftiraların, o insanlar tarafından kabul görmesi daha kolay olup, şeytanlaşmış insanların halen kullandıkları bir yoldur. Harut ve Marut'un insanlar üzerindeki olan güveni, insan şeytanlarının bu isimleri istismar ederek, insanlar üzerinden çıkar sağlamalarına sebep olmuştur.

Karı kocanın arasının nasıl bozulduğuna gelince, olayı sadece bir karı koca anlaşmazlığı olarak değil, bunu insan şeytanlarının yaptıkları ile diğer insanlara verdikleri zararın boyutunu anlatan bir ifade olarak okumak mümkündür.

وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
-----O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin.

Ayetin bu cümlesi genellikle, "Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi"  şeklinde çevrilmektedir. Ayetin bu cümlesinin, şeytanların yaptığı sihrin Allah (c.c) tarafından bilindiği, yani işledikleri bu cürmün cezasız kalmayacağını haber verecek bir anlama sahip olduğu şeklinde çevirmenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.

وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ
-----Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. 

وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
-----And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler.

Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu, yaptıkları bu yanlışın onlara ileride pahalıya mal olacağı bildirilmesine rağmen, bu yanlışta ısrar ediyorlardı.

وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.

Bakara s. 102-- (Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan cinsinden olan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. (Bu şeytanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o (insan cinsinden olan) şeytanlar kafirdi. (Bu şeytanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı. Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin. Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler. Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.

103- Eğer onlar iman etmiş ve sakınmış olsalardı, Allah katında alacakları karşılık daha hayırlı olurdu, keşke bunu bilselerdi.

Ayetin ilk muhataplarına olan mesajı konusunda şunları söyleyebiliriz:

Medine'de ikamet eden Yahudilerin, yanlarında olan Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen Muhammed (a.s) a şeksiz şüphesiz iman etmeleri gerekirken bunu yapmayıp, insanları saptırmayı amaç edinen ve nedenle "Şeytan" olarak vasıflandırılan insanların sözlerine tabi oldukları, bu insanların sahip olduğu söylemin, Süleyman (a.s) hakkında yalan yanlış iftiralar uyduranlar olduğu bildirilmektedir.

Bu şeytanların insanlara Harut ve Marut'a indirileni öğretmelerine gelince: Bu konudaki ayet içinde geçen "Ma" edatının iki farklı anlamda kullanıldığı meallere rastlamaktayız. Kanaat olarak bu edatın ismi mevsul anlamını taşıdığını düşünenlere  katılmakla birlikte, olumsuz anlamda kullananlara karşı herhangi bir söz söylemek hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Neticede herkes ayet hakkında yorum yapmakta, ve bu yorumu yaparken isabet etme veya edememe durumuna da düşebilmektedir.

Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda tefsirlerde izahların olduğu, konu ile ilgili araştırma yapanların malumudur. Harut ve Marut'un Davut ve Süleyman (a.s) lar olduğu şeklinde ortaya attığımız iddia, dikkat edilirse bazı Kur'an ayetlerinin delaleti iledir. Bizim ortaya attığımız bu düşüncenin kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimizin bilinmesi gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.

Çünkü bu konuda bir çok kimsenin kafasında doğru olarak bildiği bir düşünce mevcut bulunmaktadır. Yine bir çok kimse bizim bu konuda yazdıklarımızı da kendi sahip oldukları doğrular çerçevesinde değerlendirecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


27 Şubat 2018 Salı

Metot Saplantısı, Tekfirci ve Ötekileştirici Üslup kıskacındaki Süleymaniye Vakfı'na Uyarılar

Süleymaniye Vakfı adı ile bildiğimiz kuruluşun, son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ın gündeme gelmesinde önemli rol oynadığı, ve bu konuda gayretli çalışmalar içinde bulunduğu malumdur. Ancak vakıf, ortaya koyduğu "Ekip Çalışması Metodu"nun Allah'ın öğrettiği tek metot olduğunu, Kur'an üzerine bireysel olarak çalışma yapanların bu emre itaat etmediklerini iddia etmektedir.

Süleymaniye Vakfı'nın bu iddiasını temellendirdiği tezlerini şöyle özetleyebiliriz:

1- Kur'an'ı sadece Allah diğer ayetleri ile açıklar. Bunun adı Hikmettir.
2- Hikmeti de ekip çalışmaları, yani Şura ile çıkarabiliriz.
3- 1. ve 2. şıklardaki sebeplerden ötürü, KUR'AN HİÇBİR BEŞER TARAFINDAN YORUMLANAMAZ.
(Şayet kendilerini yanlış anlamış isek, Vakfın cevap hakkı mahfuzdur)

Vakfın bu konudaki söylemini "KUR'AN ÜZERİNE BİREYSEL ÇALIŞMANIN YANLIŞLIĞI" başlıklı makalelerinde dile getiren Erdem Uygan, bu makalelerinde Prof Dr. Mehmet Okuyan tarafından ortaya konulan bazı çalışmalardaki yanlışlığı eleştirmekte, Okuyan hocanın bu yanlışlığı yapmasındaki baş etkenin, ekip ile değil ferdi olarak çalışmasını göstermektedir. Erdem Uygan tarafından yapılan eleştirilerde, Okuyan hocanın hatalı yaklaşımlarda bulunduğunu biz de kabul ediyor, Uygan'a bu konudaki yaptığı eleştirilerden dolayı hak veriyoruz. Ancak hocanın hatasını ortaya koyarak yapılan metodolojik temellendirmenin ve üslubun son derece yakışıksız olduğunu da söylemek istiyoruz. 

Erdem Uygan, Okuyan hoca ile ilgili olarak yaptığı en son suçlamaları sosyal medya ortamındaki sayfasından yapmakta ve şunları söylemektedir:

"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz. Çünkü bu bizim uydurduğumuz bir şey değil, Kur'an'ı indirenin emridir. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen kişilerin Allah’ın Kitabını yorumlarken düştükleri acıklı hallerse her geçen gün artmaktadır.
Bu yazıda ele alacağımız konu Kur'an'ı yorumlamanın çok ötesindedir. Gelinen nokta, profesörlük mertebesine gelmiş kişilerin, yazdıklarının ne kadar anlamsız olduğunu dahi fark edemeyecek durumda olduklarını, söylediklerinin sonuçlarını bir kere dahi düşünmediklerini, tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir. Artık bir ilahiyatçının değil, ilahiyat akademiyasının ilmî(!) seviyesinin tartışmaya açılması gereken bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılmaktadır."

Erdem Uygan, Kur'an'ı kimsenin yorumlayamayacağını, bunun Allah'ın emri olduğunu, böyle yapanların acıklı bir duruma düştüğünü, bazı kişilerin Kur'an'ı kendi kafalarına göre  konuşturduklarını, ilahiyatın ilmi seviyesinin tartışmaya açılması gerektiğini iddia etmektedir.

Fakat Uygan, yapmış olduğu suçlamalrdan, mensup olduğu vakfın da pay alabileceğini hiç düşünmemekte, kendilerini "Sudan çıkmış ak kaşın" gibi görmekle büyük bir hataya düştüğünün acaba farkında mıdır?. Bir kişiyi eleştirmeden önce, o hatanın benzerinin mensup olduğu toplulukta bulunup bulunmadığına dikkat etmek, erdemli insanların yapması gereken davranışlardandır. Eğer bu hata kendilerinde varsa, önce kendilerini düzeltmeye çalışmak, sonra başkalarına el atmak, yapılması gereken bir davranış olmalıdır.

Vakıf tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetine verilen mealdeki hata dahi, bu kişinin Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekip çalışmasının ne kadar başarılı !! olduğunu göstermesi açısından manidardır. Artı, Uygan'ın Okuyan hoca hakkında ortaya suçlamaların aynısının kendilerinin de hak ettiklerinin bir göstergesidir.


Öncelikle şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz: Vakıf tarafından yapılan Araf s. 205. ayeti meali hakkındaki düşüncelerimizi vakfa ileterek bu konuda onları uyarmaya çalıştık, ve bu uyarımızdan ötürü olumlu bir geri dönüş aldık. Derdimiz, vakfın yaptığı bu meal hatasını onların yüzüne vurarak vakfı kınamak ve rencide etmek değil, vakfın düşüncelerini holigan bir taraftar şeklinde dile getirmeye çalışan Uygan'ın, ve onunla aynı  paralelde düşünenlerin bu konuda kimseye karşı rencide edici bir söz söyleme durumlarının olmadığını "Tencere dibin kara benimki senden kara" misali bir durumda olduklarını onlara hatırlatmaya çalışmaktır.

Vakfın Araf s. 205. ayetine verdiği meal şu şekildedir:

"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme." 


Mealin altına koydukları dipnotta ise, "Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettirşeklinde bir iddia ortaya koymaktadırlar.


Ayet içinde geçen Öğle ve İkindi olarak çevirdikleri kelime ile ilgili sözlerimize geçmeden önce, yapılan mealde "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi ile, dipnota koydukları "sessiz" kelimesi arasında anlam bakımından fark olduğunu vakıf maalesef görememiş veya görmek istememiştir.

Yazısında, "tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir"  şeklinde bir cümle sarf eden Uygan'ın taraftarlığını yaptığı vakıf, aynı suçlamanın muhatabıdır. Vakıf, önce kafasında öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delilinin Kur'an'da olması gerektiğini düşünmüş, ve bu düşüncesine uygun ayet arayışına gitmiştir. Ayet mealini "yüksek olmayan bir sesle" şeklinde yapmalarına rağmen, dipnota "sessiz" kelimesini koyarak, onlarda Kur'an'ı kendi kafalarına konuşturmanın örneğini vermişlerdir. Çocukların dahi bilebileceği yüksek olmayan bir ses ile sessizlik arasındaki fark, vakfın alimler topluluğu tarafından fark edilememiştir.  

بِالْغُدُوِّ kelimesi sözlüklerde, günün ilk bölümüne verilen isim olarak geçmekte, وَالْآصَالِ kelimesi ise, bu kelimenin karşıtı olarak yani, günün son bölümüne verilen isim olarak geçmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde bu kelimeler,  Sabah ve Akşam olarak anlamlandırılmaktadır. Vakıf ise Araf. 205. ayetine verdiği anlamda, bu kelimelere Sabah, Akşam şeklinde anlam vermek yerine,  Öğle  ve İkindi  anlamını vermiştir. 


"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz" diyerek, vakfın bu konudaki söylemini dile getiren Uygan, bu kelimelere böyle anlam veren bir vakfın Kur'an'ı yorumladığının hem de kendi kafasına göre yanlış olarak yorumladığının acaba farkında değil midir?.

Olayın daha da trajikomik tarafı ise, bu kelimelerin geçtiği başka ayetlerde, bu kelimelere doğru anlam verilmiş olmasıdır. بِالْغُدُوِّ kelimesine bir ayette Sabah anlamı, bir ayette Öğle anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise bir ayette İkindi anlamı, bir ayette ise Akşam anlamı verilerek, vakıf tarafından büyük bir çelişkiye imza atılmıştır.

Bu konuda daha detaylı yaptığımız çalışma için verdiğimiz linkteki yazıya bakılabilir.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2017/12/araf-s-205-ayetine-suleymaniye-vakf.html

Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekibi oluşturarak Kur'an çalışmalarını yaptığını iddia edenlere şimdi sorarız; Bu ekibin içinde bir Allah'ın kulu kalkıp ta, "Ey alimler topluluğu, biz bir kelimeye bir yerde başka bir yerde başka anlam vererek çelişkili bir meale imza atmıyor muyuz?" diye sor(a)maz mı?.

Şu nokta asla hatırdan çıkarılmamalıdır, Kur'an hakkında söylenen her söz kişisel bir yorumdur. Kur'an hakkında konuştukları hakkında "Ben demiyorum Allah diyor"şeklinde bir iddia, Allah adına konuşmak anlamına gelir ki, bu kapı Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Vakıf Kur'an ile ilgili yaptığı çıkarımlarda böyle bir iddia içine girerek, Allah adına konuşmaya yetkili kılınmış kişiler oldukları havasını oluşturmaktadır.  Vakfın bu konuda daha tutarlı bir görüşe sahip olması, yaptıkları çalışmalarının daha geniş kitle tarafından kabul görmesi ve faydalanılması açısından önemlidir.


Yaptıkları çalışmanın  benzerinin başkaları tarafından yapılmadığını ileri sürerek, başkalarını bu konuda acımasızca eleştirmenin ellerinde patladığını, sadece Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimenin diğer geçişlerinde yaptıkları çelişkilerde görmelidirler. Ekip çalışması ile yapılan bir mealdeki çelişkinin ekip içinde fark edilmemesi af edilir bir hata değildir. Şayet "Bu meal nihai şeklini daha almadı daha hazırlık aşamasında" denilirse, bizde bitmemiş bir meali neden internet ortamında yayınladıklarını sorarız.

Hasılı kelam, Süleymaniye Vakfı, Erdem Uygan gibi kişilerin yaptığı acımasızca eleştirilerin önce kendi kapılarını çaldığını görmeli, başkalarına laf atarak kendi yaptıklarını üste çıkarma gayretinden vazgeçmelidir.  Kur'an'ın asla yorumlanamayacağı iddiası üzerine kurdukları söylem ile önüne gelen laf etmeyi vazife edinmiş insanların, vakfın yaptığı bariz bir hatayı görmeyerek başkalarını acımasızca eleştirmeleri haddini bilmezlikten başka bir şey değildir. 

Herkes hata yapabilir, vakıfta bu konuda hata yapmıştır ve hatasını düzeltecektir, ancak holigan taraftarlarının yaptıkları acımasız eleştirilere ses çıkarmayarak, yıpratılmalarına müsaade etmemeleri kendi gelecekleri için gereklidir. Geçmişte bazı kişilerin (şimdi bu kişiler vakfı kafir ve müşrik olarak görmektedir) yaptıkları holigan davranışların, vakfa büyük zarar verdiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar. 

Okuyan hocanın avukatı değiliz, yazdıklarını kendisi savunabilir, biz Okuyan hocayı hedef tahtasına oturtmak sureti ile kendi yöntemlerini Allah'a mal eden, ortaya koydukları çalışmaların nihai doğrular olduğunu ileri süren, fakat daha bir kelimenin anlamını tespit etmekte çelişkiye düşerek meal yapan vakfın önce kendisini düzeltmesi, sonra başkalarına el atması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Tek başına çalışma yapanları eleştirerek, ekip çalışması yapanların düştükleri yanlış, bu tür çalışmanın da pek para etmediğini göstermesi açısından manidardır.

Kişilere hakaret olarak görülebilecek eleştirilerin hiç bir zaman, karşılık bulmayacağı bilinmeli, şayet Okuyan veya başka hocaların yaptığı hatalar yetkin kişilerce düzgün bir dille eleştirilmelidir. Erdem Uygan gibi kişilerin eline geçen eleştiri silahı, maalesef önce vakfın kendisini vurmaktadır. 

Sonuç olarak; Yazımızın başında özetlediğimiz metot saplantısına yukarıda verdiğimiz bir tek örnek olan Araf s. 205. ayetine verdikleri yanlış meal bile şahittir ki şöyle itiraz edilebilir.

1- Kur'an'ı sadece Allah (c.c) diğer ayetleri ile açıklar, bu düşünce elbette doğrudur, ve bizde yazılarımızda bu metodu kullanarak anlama çalışmaları yapmaktayız. Ancak Kur'an'ın Kur'an ile tefsirini yapmak iddiasında olan, ve bu konuda çalışma yapan herkes ama herkes buna Süleymaniye Vakfı da dahildir, sonuçta Allah (c.c) tarafından Resul-Nebiler gibi bazı hatalı davranışları düzeltilmeyen, masum olmayan seçilmemiş kullar ve kuruluşlardır.

Bundan dolayı Resul- Nebi olmayan kulların ve kuruluşların ayetler arasında kuracakları bağlantılar farklılık arz edebilir. Kimsenin ayetler arasında kurduğunu iddia ettiği bağlantı, mutlak olarak "ALLAH'IN ÖĞRETTİĞİ" kesin doğrular değil, hata ve eksik barındırması muhtemel olan bir "İÇTİHATTIR".

2- Hikmeti de ekip çalışmaları ve Şura ile çıkarabiliriz. Elbette bu görüş doğru olmakla beraber, ekip çalışması tek bir görüşe sahip birden fazla kişinin çalışması değildir. Farklı uzmanlık alanlarına sahip, farklı bakış açılarına sahip Kur'an talebelerinin bir konu hakkında istişare etmesidir. Süleymaniye Vakfı ise tek bir görüşün, tek bir bakış açısının adresidir. Bundan dolayı Kur'an üzerine ekip çalışması yapılacak yerin tek ve son adresi olamaz.

3- 1 ve 2 de bahsettiğimiz sebeplerden dolayı, Kur'an üzerinde yapılacak ferdi ya da toplu, tüm anlama çalışmaları başka kişilerin istişarelerine açıktır, kesin ve son nokta değildir, ve buna Süleymaniye Vakfı da dahildir. Her türlü ferdi veya toplu olarak yapılan çalışmalar sonucu Kur'an hakkında varılan yorumlar Kur'an'ı tahrif değildir.

Eğer bu böyleyse bu güne kadar sayın Abdülaziz Bayındır ve vakıf mensuplarının bazı konularda değiştirdikleri (adetli kadının namazı konusu örneğinde olduğu gibi) veya halen savundukları ayet yorumları da tahriftir. Burada açık bir mantıksal çelişki bulunmaktadır.

4- Süleymaniye Vakfı'nın bu metodolojik saplantısı, üslubunun da ötekileştirici ve tekfirci olmasına yol açmakta, Kur'an'ı merkeze alan Müslümanlar arasında bölünme ve çatışmaya sebep olmaktadır. Bu durum hem Müslümanlara, hem de Süleymaniye Vakfına zarar vermekte, takdir edilecek olan güzel çalışmalarının göz ardı edilmesine ve çalışmalarının verimsizleşmesine ve kendilerini taassuba mahkum etmektedir.



13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Ocak 2018 Pazartesi

Kur'an'ın Erkek Merkezli Dili ve Cennette Erkeklere Verileceği Vaat Edilen Huriler Üzerinde Bir Mülahaza

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarının hayat sürdüğü dünyayı geçici bir mekan, ölüm ve yeniden diriliş sonrası sürecek olduğumuz hayatın ebedi olduğunu haber vermektedir. Yeniden diriliş sonrası geçecek olan hayatımızı, dünya hayatımızda yaptığımız ameller belirleyecek olup, bu amellerimizin karşılığı olarak gideceğimiz yerin cennet veya cehennem olacağı bildirilmektedir.

Kur'an'ın cennette geçecek olan hayatın anlatıldığı ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde erkeklere Huri olarak isimlendirilen kadınlar verileceğinden bahsedilmekte, bu durum ise bazı kimselerde bir takım soru işaretleri bırakmakta, bazı kimselerde ise şüpheli ve alaycı tavırlara neden olmaktadır. Bu rahatsızlıklara karşı ise, bazı kimselerde savunmacı yaklaşımlar görülmekte, O ayetler aslında öyle değil meallerinde hata var şeklindeki sözlerle, bu alaycı engellenmeye çalışılmakta, biraz daha cesur olanlar ise ilgili ayet meallerinde bazı oynamalara dahi imza atabilmektedir.

Çoğunlukla kalplerinde hastalık olanlar tarafından sorulan bu tür alaycı sorulara bizler ne cevap vermeye çalışır isek çalışalım, onları ikna etmemiz asla mümkün olmayacak, onlar alaycı tavırlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Bizim amacımız bu konuda art niyet taşımayan, fakat bu konularda bilgi sahibi olmak isteyenler ile bildiklerimizi paylaşmaktır.

Kur'an belirli bir mekanda yaşayan Arap toplumuna nazil olmuş, bu insanlar Arap olmalarının yanı sıra öncelikli olarak insandır, ve her insan gibi dünya hayatının geçici nimetlerine karşı istekli olarak yaratılmışlardır.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Al-i İmran s. 14. ayetinde görüldüğü üzere, insanlara kadınların güzel gösterildiğinden bahsedilmektedir. Burada geçen İnsanlara ifadesi, insanlardan kadın cinsini kapsam alanına almamakta, sadece erkek cinsini kapsam alanına almaktadır. Eğer kadınları da aldığı iddia edilirse, ki bu  iddia kadınların da birbirlerine karşı şehvet duyduğu gibi bir anlama gelir ki, bu asla doğru bir düşünce olamaz. 

Peki Allah (c.c) neden her iki cinsten de bahsetmeyip sadece erkekler ile ilgili olarak böyle bir ifade kullanmıştır?.

Bu sorunun cevabı, Kur'an'ın erkek merkezli bir dil kullanmış olmasıdır. Bu kullanıma ise Tağlip Sanatı denilmektedir. Kur'an'ın kullandığı bu dil üslubunu bilen birisi, Al-i İmran s. 14. ayetinde geçen ifadeyi karşılıklı olarak anlar, ve kadınların da erkeklere karşı şehvet duygusu ile yaratılmış olduğunu bilir. Yani Allah (c.c) kadın ve erkeği birbirine karşı şehvet duyacak bir fıtratta yaratmıştır. Öyleyse cennette verilecek olan nimetlerden kadınların da mahrum kalması gibi bir durum söz konusu olamaz.

[016.097]  Erkekten ve kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatacağız ve yapmakta oldukları amellerin daha güzeliyle mükafatlarını elbette vereceğiz.

[040.040] «Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim, inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler; orada hesapsız şekilde rızıklanırlar.»

Kur'an'ın cennette verilecek nimetlerden bahsederken erkek merkezli bir dil kullanması, bu nimetlerden kadınların mahrum olacağı anlamına gelmez. Çünkü dünya hayatında ortak mükellefiyetleri olan kadın ve erkeğin, ahiret hayatında da alacakları karşılıklar da aynı olacaktır. 

Cennet nimetleri ile ilgili ayetlere baktığımızda insanların yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçlarının göz ardı edilmediğini görmekteyiz. İnsan olmuş olmamız bizleri her zaman lüks ve ihtişam içinde bir hayat sürme isteği içine sokmakta, cennet nimetleri ile ilgili ayetlere dikkat edildiğinde nazil olduğu Arap toplumunda zenginlik adına bilinen şeylerin cennettekilere verileceğinden bahsedilmektedir.

Yeme, içme, cinsellik gibi fıtri ihtiyaçların karşılanmasının nasıl olacağı konusunda fikir yürütmeye çalışmak, kanaatimizce gaybı taşlamaya çalışmaktır. Bizlerin bu konuda bilmesi gereken şey, dünya hayatında sevdiğimiz istediğimiz, ve zevk aldığımız bütün şeylerin en iyileri ve en güzellerinin bizlere ahiret hayatında verilecek olmasıdır. Çünkü bizler gaybi alana dair anlatılanları, yaşadığımız hayat içinde duyularımız ile şahit olduğumuz alana dair olan bilgilere benzetilme yolu ile anlayabiliriz. Gaybi alana ait olan cennet konusu da bizlere dünya hayatı ile ilgili konularda benzetme yolu ile anlatılmaktadır.

Kur'an'ın cennette erkeklere verilecek ve cinsellik çağrıştıran ayetlerinin, bu durum göz önüne alınarak okunması ve anlaşılması gerekmektedir. Eziklik psikolojisi içinde anlaşılmaya çalışılan bu ayetler gurubunun bazı kimseler eli ile yapılan çevirilerinde, tahrife kadar varabilen hatalar bulunmaktadır. Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki bizim kimseye şirin görünmek gibi bir zorunluğumuz olmadığı gibi, kimsenin hatırı için Allah'ın ayetlerini onların hoşuna gidecek şekilde çevirmek ve yorumlamak hakkımız da yoktur.

Erkek nasıl bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmış ise, kadın da aynı şekilde bir takım fıtri ihtiyaçlara sahip olarak yaratılmıştır. Erkek kullarının fıtri ihtiyaçlarını karşılayan Allah'ın, kadın kullarının fıtri ihtiyaçlarına sırt çevirmesi gibi bir durum, onun adil olması ile bağdaşmaz. Kullarına nasıl muamele edeceğini kullarından öğrenmeye ihtiyacı olmayan Allah (c.c), ahirette kadın ve erkek bütün kulları hakkında en doğru kararı verecektir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

31 Aralık 2017 Pazar

Hac s. 75. Ayeti: Allah'ın Meleklerden ve İnsanlardan Elçiler Seçmesi

Allah (c.c) Hac s. 75. ayetinde bizlere, insanlardan ve meleklerden elçiler seçtiğini beyan etmektedir. Kur'an2ın bir çok yerinde geçen bu Beşer Elçi ve Melek Elçi deyimleri, vahyin anlaşılmasında anahtar konuma sahip olan deyimlerdendir. Bu deyimlerdeki ortak kelime olan Elçi kelimesinin anlaşılması öncelikli bir konuma sahip olup, bu kelimenin anlaşılması ise, Kur'an'ın ilk nazil olduğu toplumun inanç, düşünce ve bilgi arka planı ile yakından alakalıdır.

Melek kelimesinin ne anlama geldiği üzerinde yapılan bazı anlama faaliyetlerinin, bu kelimenin nüzul döneminde yaşayan Arap toplumunun bilgi arka planını dikkate almadan yapılıyor, veya gaybi alana dahil olan bir bilgi olmaktan çıkarılmaya çalışılıyor olması, bu kelimenin üzerinde sadece Melek var mı yok mu şeklinde yapılan tartışmalara, veya meleklerin tabiat güçleri olduğu iddialarla kısır bir döngü içine girmiş olması, bu kelimenin doğru anlaşılmasının önünde bir engel olarak durmaktadır.

Elçi kelimesinin anlaşılmasında, Allah (c.c) nin kendisine bizlere tanıtmakta kullandığı anlatım yönteminin önemi göz ardı edilemez. Allah (c.c) kendisi gibi gaybi alana dair olan bilgileri bizlere, bizim duyu organlarımız ile algıladığımız alana dair bilgilere benzeterek anlatmakta, bu anlatıma ise, Teşbihi anlatım denilmektedir.

Allah'ın bizlere Kur'an'da kendisini tanıtması, herkesin bildiği bir kelime olan Hükümdar kelimesinin anlam alanı dahilindedir. Hükümdar olarak bildiğimiz kişilerin, malum olduğu üzere sahip oldukları toprakları, bu topraklar üzerinde yaşayan tebası bulunmaktadır. Hükümdarlar herkesin malumu olduğu üzere tebasına veya herhangi bir hükümdara iletmek istedikleri buyruklarını kendileri değil elçileri ile iletirler.

Kendisini El Melik olarak tanıtan Allah (c.c) her şeyin maliki olup, yaratmış olduğu dünya üzerinde yaşayan bütün insanlar onun mülk alanında yaşadıkları için onun kurallarına ve buyruklarına uymak zorundadırlar. Mülkünde yaşayan insanların hangi kurallara göre yaşaması gerektiğini bildirmek için elçi kullanan Allah (c.c), bu kuralları yeryüzünde yaşayan varlık için olan insanlar içinden seçtiği elçiler ile iletmektedir. İnsanlardan seçtiği elçilere kurallarını bildirmek için Vahiy olarak bildiğimiz iletim yöntemini seçen Allah (c.c), bu elçilere yine başka elçilerle,  Melek Elçi olarak haber verdiği elçiler vasıtası ile vahyetmektedir.

Allah (c.c) nin beşer elçilere melek elçi ile vahyetmesini anlamak için, nuzül dönemi Arap düşüncesinin bu konudaki arka planını bilmenin önemi büyüktür. Arap cahiliyesinde Şair, Kahin, Arraf olarak bilinen bazı insanların, cinlerden haber aldıklarına, cinlerin ise bu haberleri göklerden çaldıklarına inanırlardı. Yani Arap cahiliyesinin arka plan inancında bazı insanların göklerden haber aldıklarına dair bir inanç bulunmaktaydı.

[072.008]  «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.»
[072.009]  «Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın) buluyor.»

Bazı insanların gökten haber aldıklarına dair bilgiye sahip olan Araplara, Muhammed (a.s) böyle bir iddia ile geldiğinde ona karşı olanlar, onun gökten aldığını iddia ettiği bilginin kaynağını diğer insanların aldıklarını iddia ettikleri bilgi kaynağı zannederek, ona  Mecnun  (cinlenmiş) yaftası takmışlar, onun aldığını iddia ettiği haberin kaynağının cinler olduğu zannına kapılmışlardır.

İşte meleklerden elçi seçilmesinin, Muhammed (a.s) a yakıştırılan mecnunluk iddiasına karşı getirilen bir reddiye olarak değerlendirilmesi, bizi bu konuda daha doğru yaklaşımlara sevk edecektir.

Kur'an içinde sıkça geçen Melek ve Şeytan kelimelerini, ontolojik mahiyetlerinin olup olmadığı açısından değil de, bu kelimelerin ilk duyulduğunda insan zihninde oluşan anlamları bakımından anlamaya çalışmak, kanaatimizce daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

[012.031] Vaktâ ki, onların gizledikleri dedikodularını işitti, onlara (bir davetci) gönderdi ve onlar için çakı ile kesilecek bir taam sofrası hazırladı. Ve onlardan her birine bir bıçak verdi. Ve (Ey Yusuf!), «Onların karşılarına çık!» dedi. Vaktâ ki O'nu gördüler, O'nu pek büyüttüler ve kendi ellerini kesiverdiler ve dediler ki: «Allah Teâlâ'yı tenzih ederiz, bu bir insan değil, bu ancak bir kerîm melektir.»

[037.062-5]  «Şimdi iyi düşünün.» buyurur Yüce Allah, «Sonuç olarak böylesi bir mutluluk mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir dert ve azap yaptık. O öyle bir ağaçtır ki cehennemin ta dibinden çıkar. Meyveleri: sanki şeytanların başları!»

Yusuf s. 31. ayetinde Yusuf'u gören kadınların, onu melek olarak tavsif etmeleri, o kadınların melekleri görerek söyledikleri bir söz değil, melek denildiğinde insanın zihninde ilk olarak canlanan iyilik ve güzellik kavramları nedeni iledir. 


Saffat s. ayetlerinde ise, cehennem ehline yiyecek olarak sunulan zakkum tarif edilirken, tomurcuklarının şeytanların başı olarak tavsif edilmesi, şeytan denildiğinde insan zihninde ilk olarak canlanan çirkinlik ve kötülük kavramları nedeni iledir. 

[026.210-212] Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmiş değildir, Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Çünkü onlar, (vahyedileni) işitmekten kesin olarak uzak tutulmuşlardır.

Geleneksel anlayıştaki melek inancının, onların nurdan yaratılmış varlıklar olduğu şeklindeki anlayışına karşılık, bu anlayışa karşı geliştirilen modernist anlayış ise, onların gözle görülen varlıklar oldukları gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir. Halbuki Kur'an'a baktığımızda her iki yaklaşımı destekleyecek bilgiler maalesef bulunmamaktadır. Yapılan tartışmaların meleklerin varlığı yokluğu etrafında gelişmesi, bu konunun Kur'an perspektifinden bakılmadığını bir göstergesidir.

İman esaslarından olan Meleklere iman meselesi, yine Allah'a, resullere ve kitaplara iman ile iç içe olan ve hepsi birlikte düşünülerek anlaşılacak bir meseledir. Allah'ın beşer resul ile kitap göndermesi, ve bu kitabı melek elçi ile göndermiş olması, meleklere imanın ne anlama gelebileceği yönünde, bizleri bilgi sahibi kılacaktır.

Sonuç olarak; Melek denildiği zaman bu kelimenin insan zihninde oluşan ilk anlamının iyilik ve güzellikleri çağrıştırması, gökten haber alınmasına dair bilgileri olan Arap cahiliyesinin bu inanç yapısının dikkate alınması, Kur'an'ın melek aracılığı ile gökten indirilmesi ile ilgili olan ayetlerin anlaşılmasını sağlayacaktır. Meleklerin varlığı yokluğu üzerinde tartışmalar yaparak havanda su dövmek yerine, Allah (c.c) nin Kur'anı neden melek elçi aracılığı ile indirmiş olduğunu anlamaya çalışmak daha sağlıklı olacaktır. 

Bu anlama çalışmasında ise, Arap cahiliyesinin cin, melek, şeytan gibi kavramlar hakkındaki nuzül dönemi bilgi arka planının bilinmesi hayati öneme sahiptir. Bu bilgi dikkate alınarak ilgili ayetler okunduğunda ise, melek hakkında bir takım ön yargılarını Kur'an'a onaylattırmak isteyen bir kısım Kur'an meali hazırlayıcısının da, bu konudaki hataları daha net ortaya çıkacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Aralık 2017 Salı

Nahl s. 124. Ayetinin Çeviri ve Yorumları Üzerine Bir Mülahaza

Nahl s. 124. ayeti olan إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ cümlesi, elimizde olan meallerin bir çoğunda, "Cumartesi yasağı, ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir." şeklinde çevrilmekte, tefsirlerde ise bu konuda çeşitli yorumlarda bulunulmaktadır.

Biz, bu ayetin çevirisinde herhangi bir hata bulunduğunu iddia etmemekle birlikte, ayet içinde bulunan ve onda olarak çevrilen فِيهِ ibaresinin, السَّبْتُ (cumartesi yasağı) kelimesine götürmenin bazı soruları beraberinde getirebileceğini düşünmekteyiz şöyle ki;

Cumartesi yasağı olarak bildiğimiz yasağın, İsrailoğullarına has ve yaptıkları bazı yanlışlar sonucunda onlara ceza olarak verilmiş bir yasak olduğu herkesçe malumdur. Nahl s. 124. ayetinin bu durum göz önüne alınmak sureti ile bir çevirisinin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.

[004.160-1] Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl olan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.

[016.118] Sana anlattıklarımızı, daha önce, yahudi olanlara da haram kılmıştık; biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde İsrailoğullarına çiğnemiş oldukları yasaklardan dolayı, onlara daha önce helal olan bazı şeylerin ceza olarak haram kılındığı bildirilmektedir. Cumartesi günü çalışmama yasağı, evrensel bir yasak olmadığı için sadece İsrailoğullarına verilmiş olan cezalardan bir tanesidir. 
Bundan dolayı Nahl s. 124. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, ayetin İsrailoğullarına böyle bir yasağın hangi sebepten ötürü verildiğini ifade ediyor olsun. 

[016.120] Muhakkak ki İbrahim başlı başına bir ümmet idi, tek bir hanîf olarak Allaha itaat için kıyam etmişti ve hiç bir zaman müşriklerden olmadı.

[016.121] Allah'ın nimetlerine şükredendi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.

[016.122] Ve Biz O'na dünyada bir güzellik verdik ve şüphe yok ki, o ahirette elbette sâlihlerdendir.

[016.123] Sonra sana vahyettik: «Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine uy. O müşriklerden değildi.»

Nahl s. 120-123. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde İbrahim (a.s) dan bahsedildiğini görmekteyiz. Nahl s. 124. ayetine verilecek olan anlamın, bu ayetler ile uyum içinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Cumartesi yasağının onda, yani İbrahim'in dininde ihtilaf edenlere farz kılınmış olmasının, ayetlerin bağlamı açısından daha uygun düşeceğini düşünmekteyiz.

Bu noktada İbrahimin dini ile ifade edilmek istenilen şeyin ne olduğunun açığa kavuşturulması gerekmektedir. Nisa s. 160. ve 161. ayetlerine baktığımızda, İsrailoğullarının zulmetmeleri, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz almaları, insanların mallarını haksızlıkla yemeleri, İbrahim'in dininin esaslarını çiğnemeleri anlamına gelmektedir.

Bundan dolayı Nahl. s. 124. ayetindeki Fihi ibaresinin cumartesi yasağına değil, İbrahim'in dinine işaret ettiği yönünde bir parantez açılmak sureti ile anlam verilmesi daha makul görülmektedir. 

"Cumartesi yasağı, ancak onda (İbrahim'in dininde) ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir."

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Kur'an çevirilerinin sadece Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu'nun bu doğrultuda anlam ve yorumda bulunduğunu gördük.

Muhammed Esed Meali:
Sebt gününün gözetilmesi sadece, onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenlere emredilmişti; şüphe yok ki, bu çekişip durdukları konuda, Kıyamet Günü onların aralarında148 elbette senin Rabbin hükmedecektir.

Muhammed Esed yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Yani, Hz. İbrahim hakkında. Bu ifadeden kasıt şudur: Yahudilerin çoğu, Tevhid dininin esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük Peygamber'in soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin “Allah tarafından seçilmiş kavim” olduklarını ileri sürmek suretiyle Hz. İbrahim'in gerçek dininden sapmışlardı. (“Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenler” ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu sapmadır.) Kur’an'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevî taşkınlık ya da küstahlık, İsrailoğulları'na -ve yalnızca onlara- birtakım ciddî yasaklar, kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri de Sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış verişten uzak durmaktır. En geniş anlamıyla bu pasaj, Allah tarafından öngörülen tüm biçimsel yükümlülüklerin (ritual), kendi başlarına dinî birer amaç olmadıklarını, ama sadece manevî ve ruhanî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve vesile olarak iş gördüklerini işaret etmektedir."

Mustafa İslamoğlu Meali:
Cumartesi yasağı sadece, bu konuda (İbrahim`in inanç sisteminden) farklılaşıp kopmuş olan kimselerin aleyhine oluşturulmuş bir durumdu. Ama şu kesin ki, Rabbin Kıyamet Günü üzerinde sürekli çekişip durdukları bu konuda onlar arasında hüküm verecektir.

Mustafa İslamoğlu bu ayet için ayrıca, "Bu konuda ihtelefu sözcüğüne şöyle bir anlam da yükleyebiliriz. Hz. İbrahim'in inanç sisteminden kopmaları sonucu bu yasak oluşmuştu. İhtelefe aynı zamanda bir şeyden ayrılmak, uzaklaşmak, kopmak anlamına gelir. Ki, bir üstteki ayetlerin Hz İbrahim'le alakalı olduğu düşünülünce bu anlam daha makul olsa gerek" demektedir.

Kur'an Yolu adlı tefsirde ise, Nahl s. 124. ayeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Eski tefsirlerde genellikle yahudilerin, hakkında görüş ayrılığına düştükleri şeyin “sebt günü” (cumartesi yasağı) olduğu belirtilmiştir; fakat İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (XIV, 322-323) bunu bir önceki âyette geçen İbrâhim ve “İbrâhim’in dini” olarak anlamak daha isabetlidir. Buna göre âyeti şöyle açıklamak uygun olacaktır: Sebt günü ile ilgili yasaklar, bazı taşkınlıkları ve dikbaşlılıkları sebebiyle sadece Mûsâ kavmine özel bir ceza olarak Allah tarafından konulmuştur, İbrâhim ve onun diniyle ilgisi yoktur. Âyetten anlaşıldığına göre Mekkeliler’in temasta bulunduğu bazı yahudi grupları, diğer birçok konuda olduğu gibi Hz. İbrâhim’in kişiliği ve dini konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdi (bk. Âl-i İmrân3/65-68).

Araf suresi içinde geçen, cumartesi yasağını çiğneyen İsrailoğullarından olan bir topluluğun başlarına gelenlerin, eğer onların bu konuda ihtilaf etmelerinden dolayı başlarına geldiği söylenecek olursa, burada dikkat edilmesi gereken noktanın yasak konulduktan sonra o topluluğun helake uğradığıdır. Nahl s. 124. ayetinde geçen asıl mesele, İsrailoğullarının neden önce kendilerine helal olan bazı şeylerin, sonradan haram kılındığı meselesidir. Ayrıca Medine'de nazil olan surelerin içindeki İbrahim (a.s) ile ilgili ayetlerin, kitap ehlinin onun dinine aykırı inanç ve amel içinde oldukları özellikle vurgulanmaktadır.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Ekim 2017 Pazartesi

Talut Kıssasından Kavli ve Fiili Duanın Ayrılmaz Oluşunun Örnekliği

Kendisine bazı isteklerini kabul etmesi için dua eden kullarının duasına icabet edeceğini vaat eden (Bakara s. 186) Allah (c.c), kendisine yapılan duanın kabul edilmesini bazı şartlara bağlamıştır. Bu şartların ne olduğu ise bizlere yaşanmış kıssalar ile öğretilmektedir. Bakara s. içinde geçen Talut kıssası bizlere kabule şayan bir duanın nasıl yapılması gerektiğini öğreten bir kıssa olarak, biz Müslümanların hayatlarında yer almasını beklemektedir.

[002.216]  Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı) . Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.

Savaş, bir dünya gerçeği olarak kıyamete kadar yerini koruyacak olup, bu gerçekliğin biz Müslümanların hayatına hangi şartlarda girebileceği, Talut kıssasında anlatılmaktadır.  

Talut kıssasını okuduğumuz zaman, evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmak sureti ile sıkıntıya düşen toplumların, bu sıkıntılarından nasıl kurtulabilecekleri yaşanmış örnek olarak görmekteyiz. Kıssayı okumaya başlayacağımız ayet, Bakara s. 243. ayetidir.

[002.243] Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.
[002.244]  Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve bilir.

Bakara s. 243. ve 244. ayetleri, bazı nedenler yüzünden yurtlarından çıkarılan yani bir nevi öldürülen toplumların, yurtlarına nasıl geri döneceklerini yani nasıl dirileceklerini anlatmakta, ilerleyen ayetlerde ise 243. ve 244. ayetlerin hayata yansımasını İsrailoğulları örneğinde göstermektedir. 

[002.246]  Musa'dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, nebilerinden birine: «Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım» demişlerdi, O: «Ya üzerinize savaş yazıldığı halde, savaşmayacak olursanız?» demişti. «Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık.) « demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı dışında (çoğunluğu) yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.

Bakara s. 246. ayetinden, evlerinden ve yurtlarından çıkarılmış olan İsrailoğullarının, evlerini ve yurtlarını geri alabilmelerinin yolunun savaşmak sureti ile olduğunun bilincinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu toplumun böyle bir bilinç içinde olması, aslında bizlere çok şey anlatmaktadır. Yatarak dua etmenin hiç bir şeyi düzeltmeyeceğini bilen bir toplum, her sıkıntının üstesinden gelebilecek gücü de bulmakta zorluk çekmeyecektir.

Ancak savaş can ve mal kaybına yol açan bir yol olduğu için, bir kısım insan iş ciddiye binince geri kalmak isteyecektir. İsrailoğullarının nebisi, onlardan gelebilecek olan bu hataya dikkat çekerek zımnen onlara, "İş ciddiye binince yan çizmeyin" ikazı yapmaktadır. İnsan yapı itibarı ile zorluklara karşı zayıf bir tabiata sahip olup, aynı zayıflık Medine de kafirlere karşı savaş izni isteyen, sabırsızlıkla bekledikleri izin ayeti geldiği zaman yığılıp kalan Müslümanlar içinde geçerlidir (Muhammed s. 20).

[002.247] Nebileri onlara dedi ki: İşte Allah hükümdar olarak size Talut'u gönderdi. Onlar: Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona malca bolluk da verilmemişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabilir? dediler. (Nebileri de dedi ki: Allah onu sizin üstünüzde beğenip seçmiştir. O'na bilgice ve vücutça da bir üstünlük vermiştir. Şüphesiz ki Allah; mülkünü dilediğine verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

İsrailoğullarının nebilerinden istediği kumandan gelmiş, fakat gelen kumandan İsrailoğullarının kriterlerine uygun olmadığı için ona karşı çıkılmaktadır. Nebileri ise onların bu tutumlarına itiraz ederek, gelen komutanın Allah (c.c) tarafından seçilmiş olduğuna dikkat çekerek, gelen kumandanı kabullenmeleri gerektiğini söylemektedir.

[002.248] Nebileri onlara, «Onun hükümdarlığının alameti, size sandığın gelmesidir, onda Rabbinizden gelen gönül rahatlığı ve Musa ailesinin ve Harun ailesinin bıraktıklarından kalanlar var; onu melekler taşır, eğer inanmışsanız bunda sizin için delil vardır» dedi.

Bu ayet ise İsrailoğullarına gönderilen kumandanın türedi bir kimse olmadığı, Allah (c.c) katından tescilli bir kimse olduğunu göstermektedir. Meleklerin taşıdığı tabutun ne olduğu konusunda tefsir kitaplarından bir takım bilgiler bulunup, bize lazım olan tarafı, Talut'un gönderilmesinin ilahi bir yönü olduğudur. Tefsirlerde bu kişinin Nebi olduğuna dair görüşler olup, Talut'un nebi olması görüşleri bizce de makuldür.

[002.249] Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, «Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok» dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler.

Talut, komutası altındaki ordunun kendisine olan bağlılığını ölçmek amacı ile onları bir imtihana tabi tutar ve bu imtihanı ordunun büyük bir kısmı kaybeder. Komutana itaat etmek bir ordunun galibiyete ulaşması için olmazsa olmazlardan olup, başlarındaki komutanın emrine tabi olmak bir ordunun başarısı için şarttır. Calut'un ordusunun büyüklüğü karşısında ümitsizliğe düşen ordunun nehirden su içen itaatsiz askerlerine karşılık, nehirden su içmeyen itaatkar askerlerinin söylediği söz, dikkate değerdir. 

[002.250] Calut ve ordusuna karşı çıktıklarında, «Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et» dediler.
[002.251] Onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı dua, işte kavli duanın fiili dua ile birlikte yapılması gerektiğinin yaşanmış bir örneğidir. Kıssaların çok yönlü mesajları ihtiva ettiklerini dikkate aldığımızda, Talut kıssasından öğrenebileceğimiz mesajlardan bir tanesi ise, duanın kabul olmasının nasıl bir şarta bağlı olduğudur. 

Genel olarak biz Müslümanların hayatında Kavli Dua deyimi hakim olmakta, duanın asıl önemlisi olan Fiili Dua kısmı terk edilmek sureti ile, Allah (c.c) den yardım istenilmektedir. Kur'an'a baktığımızda ise Allah (c.c) nin üzerine vazife olarak gördüğü (Rum s 47) iman edenlere ve elçilere yardımın yerine gelmesinin fiili dua yani çalışmak ve gayret etmek ile olduğu görülecektir.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı kavli duaya baktığımızda, öncelikle fiili duanın yapıldığı yani ordu oluşturmak sureti ile savaşa çıkıldığı görülmektedir. Bu durum bize Allah'tan nasıl yardım istenilmesi gerektiğini, Allah'ın kullarına yardımının nasıl gerçekleştiğini göstermektedir.

Talut kıssasında anlatılan durumun benzerleri biz Müslümanların hayatında yaşanmakta, bizler ise  Talut ordusundaki askerlerin ettiği "Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et" duasını sadece kavlen yaparak öncelikle yapılması gereken fiili duanın gereklerini yerine getirmekte maalesef isteksiz davranarak, Allah'ın yardım şartına aykırı hareketlerde bulunmak sureti ile yardıma hak kazanamamaktayız.

Talut kıssasına bakıldığında öncelikle savaş için ordu oluşturulmuş, yani fiili dua gerçekleştirilmiş, onun sonrasında ise savaş öncesi Allah'tan yardım talebinde bulunulmuş ve Calut ordusuna karşı zafer elde edilmiştir. Kıssayı daha genelleştirecek olursak, eğer hasta isek önce hastalığın tedavisi için gayret edilmesi, eğer ticari hayatımızda bir takım aksaklıklar var ise o aksaklıkları düzeltmek için gayret edilmesi, hasılı her ne sorunumuz var ise o sorunun hal edilmesi için gerekli gayretin gösterilmesi ve Allah'tan bu şekilde yardım talebinde bulunulması bizlere öğretilmektedir.


Bakara s. 251. ayetindeki "Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu" cümlesi, yeryüzünü fesada  boğanlara karşı koymak görevinin yine insanlara verildiğini bildirmektedir. Fakat biz Müslümanlar bu görevi Allah'a yükleyerek bizim yerimize onun gökten melekler indirerek onun savaşmasını istemekteyiz. 

Eğer bizler yeryüzündeki fesattan şikayetçi isek, en az fesatçılar kadar kuvvetli olmak, ve onların fesadını ortadan kaldırmak için gerekli olanı yapmak zorunda olduğumuz unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kavli ve fiili dua, et ile tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir bütün olup, biz Müslümanların hayatında ağırlıklı olarak kavli dua kısmı tercih edilmektedir. Fiili duanın geri plana atılarak sadece kavli duanın öne çıkması, Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesini belirli yasalara bağlaması nedeniyle kabul olmamakta, açılan eller maalesef boş olarak geri dönmektedir.

Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlar ile verdiği mesajlardan bir tanesi de, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartlarının nasıl yerine geleceğidir. Talut kıssası belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan bir toplumun başından geçenleri anlatan bir masal olarak değil, sıkıntıya düşüldüğünde Allah'ın yardımına nail olmanın nasıl gerçekleşeceğini öğreten canlı bir ibret vesikası olarak okunduğunda, nerede hata yaptığımız daha net anlaşılacak, hataların telafi edilmesinin yolu aranacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



2 Ekim 2017 Pazartesi

Recm Cezası Örneğinde Allah'ın Ayetlerinin Geçersiz Kılınması ve Bu Cezanın Kur'an Ayeti Olduğu İftirası Üzerine Bir mülahaza

Bugün bir çok Müslümana şayet, "İslam hukukunda zina eden evli bir erkek ile, evli bir kadının cezası nedir?" diye sorulacak olsa alınacak olan cevap, "Recm edilmek yani taşlanarak öldürülmek" şeklinde olacaktır. Ancak Kur'an zina eden kimseler için  böyle bir ceza emretmemekte, fakat bu ceza Kur'an'da böyle bir ayetin inmiş olduğu, Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında bu ayetin yazılı olduğu sayfaların keçi tarafından yenmesi sureti ile Kur'an'a konulmadığı gibi, neresinden baksanız yalan ve iftira olan bir rivayetle desteklenerek, veya bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddia edilerek, İslam hukuku içine sokulmuş, dahası bu cezayı ret etmek ise küfrü gerektiren bir cürüm haline sokulmuştur.

Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır. 

Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.

Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;

Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.

İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir. 

[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.

[024.001]  Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.

Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.

الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun

Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir. 

Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.

[024.006]  Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007]  Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir. 

وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ

[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır. 

Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.

Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?

Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.

Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir. 

Burada şöyle bir sorulacaktır; 

Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?

Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır. 

YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.

Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir. 

Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.

Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.

Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir. 

Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.

Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür. 

Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu  cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.