Süleymaniye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleymaniye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2019 Perşembe

Süleymaniye Vakfı Mealinde Nur s. 33. Ayetine verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an, kendi iç bütünlüğünde anlam örgüsüne sahip bir kitap olmasından dolayı, indi düşüncelerini Kur'an'a onaylatmak isteyenlerin ayaklarının tökezleyerek deşifre olmasını sağlamaktadır. Çünkü bu kimseler, bir ayette geçen kelimeyi doğru çevirirken, başka bir ayette geçen aynı kelimeyi, indi düşüncelerini kitaba onaylatmak amacı içinde olduklarından dolayı farklı çevirmek suretiyle, çelişkili bir anlama imza atmaktadırlar.

Bu yazımızda, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde Nur s. 33. ayetine verilen anlam üzerinde durmaya, ön yargılı bir okumanın nasıl bir çelişkiye imza atılmasını sağladığını göstermeye çalışacağız.

Ayetin Arapça metni, ve vakıf tarafından yapılan meali şöyledir: 

وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتَّىٰ يُغْنِيَهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ ۗ وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا ۖ وَآتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ ۚ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِنْ بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah tarafından ihtiyaçları karşılanıncaya kadar kendilerine hakim olsunlar. Eliniz altındaki esirlerden hürriyet sözleşmesi (kitabet) yapmak isteyenlerde bir iyi tutum biliyorsanız sözleşmeyi yapın. Allah’ın size verdiği maldan da onlara verin. Eğer evlenmek isterlerse dünya hayatının geçici menfaatinin peşine düşerek kızlarınızı isyana zorlamayın. Kim onları zorlarsa, zorlanmalarından sonra Allah onları bağışlar, ikram eder.[*] 


 Yapılan mealin altına vakıf tarafından yazılan dipnot ise şöyledir: Yazılan dipnotta


[*] Bakirelerle ilgili müteşâbih âyet:
Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır.
وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِنْ بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Evlenmek isterlerse kızlarınızı, şu hayatın malını arzu ederek aşırı davranışlara zorlamayın.” (Nur 24/33)
Ayette geçen فَتَيَات = genç kızlar, bakire kızlardır.
إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا (in eredne tehassunen) =evlenmek isterlerse, anlamına gelir.
تَحَصُّنً = tehassun kelimesinin buradaki anlamı muhsana olmaktır. Muhsana, Nisa 4/24. âyette evli,  Nisa 4/25. âyette de namuslu anlamında kullanılmıştır. Gençliğinin baharında olan genç kızlar zaten namuslu olacakları için âyetin anlamı “evlenmek isterlerse” şeklindedir. Bu âyet evlenme ile ilgili olduğundan başka bir anlama çekilmesi imkânsızdır.
Kur'ân, makrû’ (مقروء) = bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. (Lisan’ul-arab) Kelimenin çoğulu yoktur; tekil için de çoğul için de kullanıldığı için kur’ân = قُرْآن kelimesine “kur’ânlar” diye de anlam verilebilir.
Ayet kümeleri, işlenen konu açısından aralarında benzerlik bulunan ayetlerin, bir araya getirilmesiyle oluşturulur. Küme tamamlanmadan istenen açıklamaya ulaşılamaz. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Onu kur’ânlar halinde böldük ki insanlar müks içinde iken onu onlara okuyasın. (İsrâ 17/106)
Müks = مُكْث, “durup beklemek” demektir. Ayetlerin açıklamasına ancak bir ilim heyeti birlikte ulaşabilir. İlgili ayetlerden biri de şöyledir:
Bu bir kitaptır ki, ayetleri; bilenlerden oluşan bir topluluk için Arapça kur’ânlar halinde açıklanmıştır. (Fussilet 41/3)
Bu yöntem sahabeden sonra unutulmaya başlandığı için ayetlere verilen meallerde büyük yanlışlar vardır. Buradaki meal, o yanlışlardan biridir.

Yazılan dipnotta geçen "Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır."cümlesi, vakfın ön yargılı bir okumasının örneğini göstermektedir. Çünkü vakıf bu ayetten evlenecek genç kızlara baskı yapılmaması gerektiğini, ayete söyletmeyi amaçlamaktadır.

Vakıf mealinde, ayet içinde geçen فَتَيَاتِكُمْ kelimesinin, "genç kız, bakire kız" anlamına sahip olduğu belirtilmektedir. Aynı kelime Nisa s. 25. ayetinde de geçmekte, fakat aynı kelimeye vakıf Nisa s. 25. ayetinde farklı bir anlam vermektedir.,

Nisa s. 25. ayetine vakıf tarafından verilen anlam şu şekildedir:

Mümin, iffetli ve hür kadınları nikâhlayacak kadar varlıklı olmayanlar, hakimiyetiniz altında olan MÜMİN ESİR KIZLARINIZI nikahlayabilirler. İmanınızı en iyi bilen Allah’tır. Hepiniz birbirinizdensiniz[1*]. Onları (esir kadınları), iffetli /muhsana olmaları, zinadan uzak durmuş ve gizli dostlar edinmemiş olmaları şartıyla onları, ailelerinin[2*] izni ile nikahlayın ve mehirlerini kendilerine, marufa (Kur’an ölçülerine) uygun olarak verin. Evlendikten / muhsana olduktan[3*] sonra da zina etmiş olarak karşınıza çıkarlarsa onlara verilecek ceza, hür kadınlara verilen o cezanın yarısı kadardır[4*]. Bu ruhsat[5*], içinizden zor duruma düşmekten korkanlar içindir. Ama sabretmeniz daha iyi olur. Allah bağışlar ve merhamet eder. 

Mealde altını çizdiğimiz kelimelere dikkat edilirse, Nisa s. 25. ayeti içinde geçen مِنْ فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِcümlesine, vakıf tarafından doğru şekilde "mümin esir kızlarınız" anlamı verilmiştir. Yani فَتَيَاتِكُمُ kelimesi, savaşta ele geçirilen kadın köle veya cariye olarak bildiğimiz bir anlama sahip olarak çevrilmiştir. Fakat aynı kelime Nur s. 33. ayetinde aynı anlamda çevrilmemiş, genç kız anlamı verilerek çevrilmiştir. 

Burada, "Bir kelime bütün ayetlerde aynı anlamda olmak zorunda mı, neden bir ayette farklı bir ayette farklı anlamda kullanılmış olmasın?" şeklinde bir soru sorulabilir. Arapçada bir kelimenin çok anlama sahip olmasından dolayı böyle bir durum elbette mümkündür ve bunun örnekleri Kur'an'da bulunmaktadır. Fakat bahsi geçen kelimenin, bir ayette esir kız, bir ayette genç kız anlamında kullanılmış olması kanaatimizce mümkün değildir. Kelimenin doğru anlamı esir kız yani genellikle cariye olarak bildiğimiz şeklindeki kullanımıdır. Her iki ayette de bu anlamın kullanılması gerekirken, vakıf tarafından yapılan mealde maalesef bunu görememekteyiz.

Peki vakıf neden bu kelime için farklı bir kullanım ihtiyacı duymuştur?. Bu sorunun cevabını dipnotta görmek mümkündür. Yapılan dipnottaki " Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır."cümlesi her şeyi açıklamaktadır. Genç kızlara evlilik konusunda baskı yapılması elbette kabul edilebilir bir durum değildir, ancak bunu zorlamalarla ayetten çıkarmaya kalkmak ise, hiç kabul edilebilir değildir. 

Nur s. 33. ayet içinde kafaları karıştıran bir diğer cümle, cariyelerin yani esir kızların fuhşa zorlanması ile ilgilidir. Cümlenin metni şu şekildedir: وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا

Cümlenin genel olarak yapılan çevirileri ise şu şekildedir:

"Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın."
 Cümle içinde geçen عَلَى الْبِغَاءِ kelimesi, vakıf tarafından isyan anlamında çevrilmiş olmasına karşın, فَتَيَاتِكُمْ kelimesinin esir kız anlamında kullanılması gerektiğini dikkate aldığımızda, bu kelimenin, kadının kendisi için için belirlenmiş haddi aşmış olmasını ifade eden fuhuş anlamında kullanılmış olması daha isabetli görünmektedir. Çünkü Kur'anda bu şekilde kullanımı görülmektedir. 

الْبِغَاءِ kelimesinin kadın ile birlikte kullanıldığı zaman, kadının iffeti namusu ile ilgili kullanıldığına dair iki ayet örneğini, Meryem suresi içinde görmekteyiz. Bu suredeki ayetlerin mealini yine vakıf mealinden alıntı yaparak vermek istiyoruz.

(Meryem 19/20) --- Meryem dedi ki “Benim nereden çocuğum olacak; bana erkek eli değmedi. Yoldan çıkmış (bağıyyen)biri de değilim.” 

(Meryem 19/28) --- Ey Harun’un[*] kızkardeşi! Baban kötü bir kişi değildir, anan da yoldan çıkmamıştır (bağıyyen).” 

Meallerden de görüldüğü üzere vakıf, ayet içinde geçen bağıyyen kelimesini kadının iffeti namusu ile ilgili bir anlam vererek doğru şekilde çevirmiş, fakat Nur s. 33. ayeti içinde geçen الْبِغَاءِ kelimesini ise, isyan anlamı vererek çevirmiştir. Vakıf, Nur s. 33. ayeti içinde geçen kelimeye de Meryem s. 20. ve 28. ayetleri doğrultusunda bir anlam vermesi gerekirken, isyan anlamı vermiş olması, ön yargılarını ayete söyletmek istemelerinin bir sonucudur. 

Yine bu cümle içinde bulunan وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚve ekseriyetle "Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" olarak çevrilen cümle, eğer bir cariye kendi isteği ile fuhuş yapmak isterse, Kur'an buna müsaade mi ediyor? şeklinde bazı zihinlerde soru işaretlerine maruz kalmaktadır. 

Öncelikli olarak burada sorulması gereken soru, cümlenin çevirisinde herhangi bir sorun olup olmadığı noktasında olmalıdır. Yoksa mevcut mealler üzerinden gidilerek varılan bir sonuç, bizleri tıpkı bu cümlenin çevirisinde olduğu gibi yanlış iddialara ve düşüncelere sevk edebilir. 


Nur s. 33. ayetinin Muhammed Esed tarafından yapılmış olan çevirisinin daha makul olduğunu düşünerek, önce ayetin onun tarafından yapılmış olan çevirisini verecek, daha sonra ayet üzerinden tarihi arka planı okumaya çalışacağız. 

Muhammed Esed: 

Nur s. 33 ---- Evlenmeye imkan bulamayanlar, Allah kendilerine lütfuyla bu imkanı verinceye kadar iffetli davransınlar. Yasal olarak sahip bulunduğunuz kimselerden azatlık sözleşmesi yapmak isteyen olursa, kendilerinde iyi niyet görüyorsanız bu sözleşmeyi onlar için yazın; ve Allah’ın size bahşettiği kendi zenginliğinden onlara (paylarını) verin. Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, sakın, dünya hayatının geçici hazları peşine düşerek, (hürriyeti sizin elinizde bulunan) cariyelerinizi fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, maruz kaldıkları bu zorlanmadan ötürü, Allah (onları) acıyıp esirgeyecek ve bağışlayacaktır!

Esed tarafından yapılan bu çeviri metnin gerçeğine daha yakın olup, ayet içinde geçen تَحَصُّنًا kelimesine, evlenmek sureti ile namuslu kalmak anlamı verilmiştir.

Kölelik sistemi nuzül dönemi insanlık aleminin bir gerçeği olup, Arap toplumu da bu gerçeği yaşamakta idi. Kadın ve erkek köle edinmek, savaşların bir parçası olup, Kur'an bu gerçeği kabul ederek, bir takım ıslah düzenlemelerine gitmiştir. Nur s. 33. ayeti de bu düzenlemenin bir parçasıdır. Şöyle ki: 

Köle statüsüne sahip olan bir kimse ücretli olarak çalışarak hürriyeti elde etme hakkını kazanabiliyor, cariye olarak bildiğimiz köle kadınlar ise bazı kimseler tarafından fuhuş sektöründe kullanılabiliyordu. Ayet, fuhuş sektöründe kullanılan cariyelerin bu işlerde kullanılmasını, evlenmek isteyenlere mani olunarak fuhuş sektöründe zorla çalıştırılmasını yasaklamaktadır.

Maalesef bir çok mealde yanlış anlamalara yol açabilecek olan "Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" şeklinde bir çeviri yapılarak, bir çok kimsenin kafasında soru işaretlerinin oluşmasına yol açılmıştır. 

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Nur s. 33. ayeti maalesef ön yargılara kurban edilmek istenilmiş, fakat Kur'an kendi iç bütünlüğünde bir anlam örgüsüne sahip olmasından dolayı, vakıf tarafından yapılan bu ayet meali yine kendi yaptıkları diğer ayet mealleri tarafından ret edilmektedir. 

Ayet  içinde geçen فَتَيَاتِكُمْ ve الْبِغَاءِ kelimeleri Kur'an bütünlüğüne riayet edilmemek sureti ile çevrilmiş, fakat vakıf bu hatası ile yine Kur'an tarafından tökezletilmiştir. Kendi yaptıkları meallerden örnekler vererek yaptıkları hatayı ortaya koymaya çalışmış olmamız, vakfın meal çalışmasında dikkatli davranmadığını göstermektedir.

Tavsiyemiz, vakfın ön yargılarını kırması ve yaptıkları ayet meallerinin diğer ayetler ile herhangi bir çelişki arz edip etmediğinin kontrole tabi tutulmasıdır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

14 Ocak 2019 Pazartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde Al-i İmran s. 93. Ayetine Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Al-i İmran s. 93. ayetinin mealinin karşılaştırmalı olarak farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde, bu ayetin mealinin diğer meallerden farklı olduğunu görecek, hangi mealin doğru olduğu yönündeki sorusuna cevap aramaya gidecektir. Yazımızın konusu bu ayetin hangi çevirisinin doğru olabileceği üzerinedir.

Öncelikle ilgili ayetin 94. ayet ile birlikte Arapça metnini ve Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan çevirisini vermek istiyoruz. 

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلَّا مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَىٰ نَفْسِهِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ ۗ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

فَمَنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

93- (Yahudiler dediler ki) Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in[1*] kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir. De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım.”[2*] 

94- Tevrat’ı okuduktan sonra kendi yalanını Allah'a mal edenler yanlış yapanlardır. 


[1*] Yakup (as)’nin lakabı İsrail’dir. Bu nedenle onun soyundan gelenlere İsrailoğulları denir. Tevrat’ın Musa aleyhisselama indirilen kitap olduğu söylenir ama Kur’an’da bunu doğrulayan tek bir ifadeye rastlanmaz. Bir âyet şöyledir: İçinde bir rehber ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederler. Hocalar ve âlimler de Allah’ın kitabını koruma görevleri gereği onunla hükmeder, uygulamaya şahit olurlar. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici bir çıkara karşılık satmayın. Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, ayetleri görmezlikte direnenlerdir (kâfirlerdir.) (Maîde 5/44)
Ya‘kūb aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Bakara 2/136, Al-i İmran 3/84 ve Nisa 4/162. âyetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir. Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 46) Tevrat, Yakub aleyhisselamdan İsa aleyhisselama kadar İsrailoğulların nebîlerine verilen kitapların toplamından ibarettir.
[2*] Allah Teala şöyle demiştir: “Yahudilere tek tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlarla kemiklerine karışanlar dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Bu, (batıl yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.” (En’âm 6/146) Bu ve benzeri âyetler inince Yahudiler bunu reddederek yukarıdaki sözleri söylemişlerdi. Halbuki Tevrat’a göre de Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. Çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile geviş getirmeyen domuz haramdır. Karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri, kirpi, bukalemun, kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da haramdır. (Bkz. Levililer 11, Tesniye 14)

Al-i İmran s. 93. ayetinin Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan meali ile, diğer mealler arasındaki fark, ayetin başında parantez içine alınmış olarak yazılan, Yahudiler dediler ki kısmıdır. Süleymaniye Vakfı tarafından yapılmış olan Al-i İmran s. 93. ayetinin mealinde, "  Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir."  cümlesi, Allah (c.c) tarafından değil, Yahudiler tarafından söylenmektedir.  Ancak bu ayetin diğer meallerine, baktığımızda, bu sözün Allah (c.c) tarafından söylendiği görülmektedir. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz bütün meallerde, Al-i İmran s. 93. ayetindeki cümlenin, Allah (c.c) tarafından söylenmiş olan, ve Yakup (a.s) ın bazı kişisel nedenlerden dolayı yemediği yiyecekler dışındaki (o yiyeceklerin de helal olmasına rağmen, Yakup (a.s) tarafından bazı nedenlerden ötürü yenilmemektedir) bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğunu beyan eden bir söz olduğu anlaşılırken, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde ise, Allah (c.c) tarafından 94. ayette yalan olarak beyan edilen bir söz olduğu anlaşılmaktadır.

Süleymaniye Vakfı tarafından ayetin başına açılan parantezin içine yazılan Yahudiler dediler ki ifadesinin sebebini, ayetin altına açtıkları dipnotta belirtmektedir. Dipnotta, Yahudilerin Al-i İmran s. 93. ayetindeki sözleri söyleme sebebi olarak, Enam s. 146. ayeti gösterilmektedir. Yahudiler kendilerine bazı yiyeceklerin haram kılındığını beyan eden ayetler indiğinde bunu ret etmişler, kendileri için böyle bir haramlılığın olmadığını Al-i İmran s. 93. ayetteki sözler ile dile getirmişlerdir.

Ancak Enam s. 146. ayeti, her ne kadar Yahudiler ile ilgili ise de, bu ayet 136. ayetten başlayıp 153. ayete kadar giden bir bağlama dahildir. Bu bağlama sahip olan ayetlerin, Mekke müşriklerinin şirk inançları ile ilgili olduğu için, Mekke'de inmiş olması gerekmektedir. Vakfa göre Mekke'de inen bu ayete itiraz edenler, cevabı Medine'de inen bir ayette almışlardır.

Kanaatimizce vakıf tarafından Al-i İmran s. 93. ayetine verilen anlamda, Enam s. 146. ayetinin dikkate alınması hatalı bir yaklaşımdır. Eğer Yahudiler Enam s. 146. ayetine karşı bir itiraz getirmiş olsalardı, bu itirazları Al-i İmran s. 93. ayetinde olduğu gibi değil, "Allah bize özel olarak hiç bir şeyi haram kılmadı" gibisinden olması, veya ilgili ayet içinde açık ve net olarak diğer ayetlerde olduğu gibi "Galetil Yahudi" (Yahudi dedi ki) şeklinde bir Arapça metin olması gerekirdi. Yahudilerin Enam s. 146. ayetine getirdiklerini düşündüğü itiraz, ve bu düşünce yönünde vakıf meal yapıcılarının açtıkları ilave parantez, kanaatimizce yanlış bir parantezdir. 

Peki Al-i İmran s. 93. ayeti ile ilgili olan hangi ayetlerdir? denilirse, şu ayetleri sıralayabiliriz.

[003.093-94]  Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.

[004.160-1]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.

[016.118]  Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.



[007.157]  Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Al-i İmran 93. ve 94. ayetlerinde önceden helal olduğu halde İsrailoğullarına haram kılınan bazı yiyeceklerin haramlılığının arızi olduğu beyan edilmektedir. Nisa s. 160. ve 161. ayetlerinde bu arızi durumun gerekçesi beyan edilmekte, Al-i İmran s. 50. ayetinde ise bu arızi haramların bir kısmının İsa (a.s) a inen vahiy ile helal kılındığı beyan edilmektedir. Araf s. 157. ayetinde ise, geri kalan haramların tamamının Muhammed (a.s) ile birlikte sona erdiği beyan edilmektedir. 

Süleymaniye Vakfı'nın ilgili ayete böyle bir parantez açmasının diğer bir sebebi kanaatimizce şu olabilir: 

Ayetin ikinci cümlesi olan, "De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım"  cümlesinde geçen, İn küntüm sadıkin ifadesinin geçtiği diğer ayetlerde, bu ifade öncesinde genellikle, inkarcılar tarafından söylenen bir sözün olması, vakıf meal yapıcılarında Al-i İmran s. 93. ayetinin ilk cümlesinin de inkarcılar tarafından söylenmiş bir söz olabileceği kanaati uyandırmış olabilir. 

Al-i İmran s. 93. ayetini nasıl anlayabiliriz? dersek, şöyle bir cevabımız olabilir:

Medine'de bulunan Yahudiler muhtemelen, kendilerine özel kılınan bu haramlığın, Nisa s. 160. ve 161. ayetlerinde beyan edilen gerekçelere istinaden değil, Tevrat öncesine dayanan bir geçmişi olduğunu, sadece kendilerine değil bütün ümmetlere has bir yasak olduğunu savunuyor olmalıdırlar. Yahudilerin kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgili kulları olarak görmüş olmaları (5. 18), kendilerine özel olarak kılınan böyle bir haramlılık ile uyuşmamaktadır. Allah (c.c) onların bu iddialarını, Al-i İmran s. 93. ayetinde öne sürerek, bunun aksini savunuyorlar ise, Tevrat'ı getirerek o kitapta bulunan bu konudaki beyanı ortaya koymalarını istemektedir.

Olayı şu karşılıklı konuşma üslubu içinde anlatacak olursak:

Yahudiler= Bu haramlar bize özel bir haram değil, tüm insanlara kılınan bir haramlıktır.

Allah (c.c)= İsrailoğullarına kılınan bu haramlıklar, Tevrat öncesi değil, Tevrat'ın indirilmesinden sonra, onların işledikleri bazı cürümler sebebi iledir. Aksini iddia eden varsa getirsin Tevrat'ı ortaya koysun.

Vakfın hatası, Nisa s. 160. ve 161. ayetleri dikkate almak yerine, Enam s. 146. ayetini dikkate almış olmasıdır.

[004.160-1]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

Bu ayetlere baktığımızda, İsrailoğullarına yapmış oldukları bazı yanlışlar sebebi ile onlara helal olan bazı yiyeceklerin, yaptıklarının bir cezası olarak haram kılındığı anlaşılmaktadır. Bu haramların ne olduğu ise Enam ve Nahl s. ayetlerinde beyan edilmektedir. 

Nisa s. 160. ve 161. ayetlerindeki gerekçelere istinaden, İsrailoğullarına helal olan bazı yiyeceklerin haram kılınma yolu, onlara gönderilen elçi ve kitap ile olması gerekmektedir. Çünkü Allah (c.c) kulları ile ilgili emir ve yasakları, o kullar içinden seçtiği insanlar aracılığı ile göndermektedir.

İsrailoğullarına verilen bu cezanın bilgi kaynağı elçiler olup, bu yasaklar onlara elçiler ve onlara inen kitap aracılığı ile bildirilmiştir. İsrailoğullarına inen kitabın isminin bize Tevrat olarak beyan edilmiş olması burada dikkate değerdir. İsrailoğullarına Musa (a.s) öncesinde de elçi ve kitap gönderildiğini hesap edersek, bu kitabın adının Tevrat olması gerektiği açıktır.

Al-i İmran s. 93. ayetini, Nisa s. 160. ve 161. ayetlerini dikkate alarak okuduğumuz şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: 


Allah (c.c) İsrailoğulları dahil olmak üzere, tüm kullarına Tayyibat olarak beyan ettiği yiyecekleri helal kılmıştır (2. 168/  5. 4-5-88/ 16. 114). İsrailoğullarına helal olduğu halde sonradan haram edilen tayyibatın, onlara elçileri aracılığı ile bildirilmiş olması gerektiğine göre, Tevrat'ın indirilmesinden önce böyle bir yasağın da olmaMAsı icap etmektedir. İşte Al-i İmran s. 93. ayeti bu durumu beyan etmektedir. O zaman bu ayetteki sözün İsrailoğullarına değil, Allah (c.c) ye ait olması gerekmektedir.

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı mealinde, Al-i İmran s. 93. ayetinin başına açılan parantez hatalı olarak açılmıştır. Vakıf yetkilileri şayet ayeti, Enam s. 146. ayetini değil, Nisa s. 160. 161. ayetlerini dikkate alarak anlamaya çalışmış olsalardı, böyle bir hatayı yapmalarına gerek  kalmayacaktı.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


6 Ağustos 2018 Pazartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde "Katele" Fiiline Verilen "İtibarsızlaştırma" Anlamı Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an içinde geçen bir kelimenin hakiki veya mecaz anlama sahip olup olmadığına, o kelimeye verilen hakiki veya mecaz anlamın, aynı konudaki diğer ayetlerle çelişki arz edip etmediğine göre karar verilebilir. Aynı konuya sahip olan ayetler içinde geçen bir kelimeye bir yerde hakiki, diğer bir yerde mecaz anlam verilmeye kalkıldığında hatalı bir yol izlenmiş olacak, yapılan çeviri,  Kur'an kendi içinde anlam sağlamasını yapan bir kitap olduğu için Ben yanlışım diye bağıracaktır. 

Bu düşüncemize, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde Al-i İmran suresi 21. ayeti içinde geçen Ve yeqtülune kelimesine verilen İtibarsızlaştırma şeklindeki anlamı örnek olarak verebiliriz.

إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

İlgili ayete vakıf tarafından verilen anlam şöyledir:

--- Al-i İmran s. - Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlere, haklı bir gerekçeye dayanmadan nebîlerini[1*] itibarsızlaştıranlara[2*] ve ilahi kıstaslara (Allah’ın kitabındaki hükümlere) uygun davranılmasını isteyenleri de itibarsızlaştırmaya çalışanlara acıklı bir azabın müjdesini ver. 

İlgili ayete vakıf tarafından yapılan dip not şu şekildedir:


[1*] “…nebîlerini haksız yere …öldürenlere müjde ver.” emrinin ilk muhatabı Muhammed aleyhisselamdır. Onun karşısında nebîsini öldürmüş bir tek kişi yoktu. Kendisini de öldürmediklerine göre buradaki “öldürme”, “nebîliği öldürme” anlamında mecazdır. Önceki nebîlere inananların, son nebîye de inanmaları zorunlu olduğu için (bkz. Al-i İmran 3/81) Muhammed aleyhisselamın Allah’ın nebîsi olduğunu anladıktan sonra onu nebî olarak kabul etmeyenler, önceki nebîlerin nebîliğini de öldürmüş olurlar. Bir sonraki notta görüleceği gibi “itibarsızlaştırma” öldürme fiilinin anlamlarındandır.
[2*] Katele= قتل fiilinin kök anlamı itibarsızlaştırma ve öldürmedir(Mekâyîs). Ayette hem nebîler hem de ilahi kıstaslara uygun davranılmasını isteyen insanlara karşı yapılan davranışın  yektülûn = يَقْتُلُونَ/itibarsızlaştırırlar-öldürürler şeklinde geniş zaman kipi ile ifade edilmesi, bu işin sürekli yapıldığını gösterir. Son nebî olan Muhammed aleyhisselam öldürülmemiştir. Ancak nebi ve resul kelimelerinin anlamı başka taraflara çekilerek onun nebi sıfatıyla söylediği sözler, resul sıfatıyla tebliğ ettiği ayetler seviyesinde gösterilerek İsa aleyhisselam gibi ilahlaştırılmıştır. Muhammed aleyhisselam, Ebubekir ve Ömer döneminde bir devlet politikası olarak yasak olan hadis yazma işi daha sonra serbest bırakılmış bu gibi insanların önü açılmıştır. Bu, Nebîmiz için en büyük itibarsızlaştırmadır. Allah Teala onun ahirette şöyle diyeceğini bildirmektedir: “Rabbim! Benim halkım bu Kur’ân’ı kendilerinden uzak tuttu.” (Furkan 25/30) Bunu Nebîmiz şöyle açıklamıştır: Ahirette ashabımdan bir grup sol tarafa alınacak, bende: “Ashabım! Ashabım!” diyeceğim. Allah Teâlâ diyecek ki; “Bunlar, senin ayrılmandan sonra sürekli geriye gittiler.” Ben de salih kul İsa’nın dediği gibi diyeceğim: “... İçlerinde bulunduğum sürece onları görüyordum. Beni vefat ettirince gören yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin. Eğer azab edersen, onlar senin kullarındır. Bağışlarsan şüphesiz sen güçlüsün, doğrusunu yaparsın.” (Maide 5/117-118) (Buhari, Enbiya, 8)
Nebîlerin ve Allah’ın kitabına uygun davranılmasını isteyen insanların itibarsızlaştırılma gayretleri, günümüzde de devam etmektedir.

Dipnotta, "Nebilerini haksız yere öldürenlere müjde ver" emrinin ilk muhatabı Muhammed (a.s) olduğu ve onun karşısında nebilerini öldürmüş bir topluluk olmadığı için, ayet içinde geçen Katele fiilinin hakiki anlama sahip olmadığı, mecaz anlama sahip olduğu iddia edilmektedir. Ancak burada ilk muhatap olarak Yahudilerin de olduğu maalesef gözden kaçırılmıştır. Dikkate alınması gereken ilk muhataplar burada Yahudiler ve Muhammed (a.s) dır.

Kur'an, kendi içinde anlam sağlamasını yapan bir kitap olduğu için, bir ayet içindeki kelimeye verdiğiniz anlam şayet hatalı ise, bu hata bir diğer ayette karşımıza çıkacak, dolayısı ile çelişkili bir meale imza atılmış olacaktır. 

Ayet metninde geçen Ennebiyyine kelimesi, dikkat edilirse çoğul bir kelimedir. Şayet bu kelime ayet içinde mecaz anlam olarak Muhammed (a.s) için kullanılmış olsaydı, çoğul olarak değil tekil olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü ortada tek bir nebi vardır ve o da Muhammed (a.s) dır. Vakıf, kelimeye mecazi bir anlam yüklemekle, ortada birden fazla nebi olduğu gibi bir durum yaratarak ilk hatayı yapmaktadır. 

Kur'an'a baktığımızda, Yahudilerin kendilerine gönderilmiş olan bazı elçileri öldürdüklerine dair ayetleri görmekteyiz. Bu ayetlerin meallerini  Süleymaniye vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinden alıntı yaparak vermek istiyoruz. 

---Bakara s. 61- Bir ara şöyle demiştiniz: “Musa! Tek çeşit yemeğe katlanamayacağız; Rabbine (Sahibine) yalvar da bize toprak ürünlerinden sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan bitirsin!” O da “Üstün olanı alt seviyede olanla değişmek mi istiyorsunuz? [1*] İnin bir şehre, istediğiniz şeyler orada var!” dedi. Başlarına sefillik ve çaresizlik çökmüş, Allah’ın öfkesiyle yıkılmışlardı. Öyle olmuştu; çünkü Allah’ın âyetlerini görmezlikten geliyor ve nebîlerini [2*] haksız yere öldürüyorlardı. Öyle olmuştu; çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı. 

---Bakara s. 87- Musa’ya o kitabı vermiş, ardından da onun izinden giden elçiler göndermiştik. Meryem oğlu İsa’ya da açık belgeler (mucizeler) vermiş, onu Kutsal Ruh (Cebrail) ile güçlendirmiştik. Hoşunuza gitmeyen bir şeyle gelen her elçiye kafa mı tutmalıydınız? Kimini yalancı sayıp, kimini de öldürmeli miydiniz?

---Bakara s. 91- Onlara, “Allah’ın indirdiğine inanıp güvenin!” denince, “Biz bize indirilene güveniriz!” der, gerisini görmezlikten gelirler. Hâlbuki o, tümüyle gerçektir ve yanlarındakini onaylayıcı özelliktedir. De ki “Kitabınıza inanıyordunuz da şimdiye kadar Allah’ın nebîlerini ne diye öldürüyordunuz?” 

---Al-i İmran s. 21- Allah'ın ayetlerini görmezlikte direnenlere, haklı bir gerekçeye dayanmadan nebîlerini[1*] itibarsızlaştıranlara[2*] ve ilahi kıstaslara (Allah’ın kitabındaki hükümlere) uygun davranılmasını isteyenleri de itibarsızlaştırmaya çalışanlara acıklı bir azabın müjdesini ver. 

---Al-i İmran s.112-Allah’ın ipine (Kitabına[1*]) veya[2*] insanların uzattığı ipe sarılanlar[3*] hariç bulundukları her yerde üzerlerine alçaklık çöker ve Allah’ın gazabına uğrarlar. Üzerlerine çaresizlik de çöker. Çünkü Allah'ın âyetlerini görmezlikte direnir ve nebîlerini haksız yere öldürürler[4*]. Bu ceza, yaptıkları isyana ve aşırı davranışlarına karşılıktır. 

---Al-i İmran s. 181- "Allah fakir, biz zenginiz!" diyenlerin sözünü, Allah elbette dinledi. Söyledikleri bu sözü, nebîlerini haksız yere öldürme suçuna ekleyecek[*] ve şöyle diyeceğiz: “Şu yakıcı ateş azabını tadın bakalım! 

---Al-i İmran s. 183- O sözü söyleyenler (Yahudiler) şöyle dediler: “Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban[*] getirmedikçe bir elçiye inanmama görevi yükledi.” Onlara de ki: “Benden önce birçok elçi hem açık belgelerle, hem de bu dediğiniz şeyle gelmişti. Samimiyseniz anlatın bakalım, onları niçin öldürdünüz?” 

---Nisa s. 155- Sözlerinden caymaları, Allah'ın ayetlerini görmezlikten gelmeleri (kâfirlik etmeleri), nebileri haksız yere öldürmeleri ve "Bizim gönüllerimiz tok!" demeleri[*] yüzünden (cezalarını buldular). Hayır! Ayetleri görmezlikten gelmeleri sebebiyle Allah, kalplerinde bir huy oluşturmuştur. Artık pek az inanırlar.

Yahudilerin kendilerine gelen elçileri öldürmeleri konusu ile ilgili ayetleri alt alta koyup bir bütünlük dahilinde okuduğumuzda, ortada hakiki anlamda bir öldürme olduğu görülmektedir. Bundan dolayı öldürme fiilinin bir ayette hakiki anlamda bir başka ayette mecaz anlamda kullanılmış olduğu iddiası, pek makul bir iddia olmayacaktır. Hatta Katele fiilinin geçtiği Kur'an içindeki tüm ayetlerde bu fiilin hiç bir yerde mecazi anlamda kullanılmamış olduğu da görülecektir.

Vakıf, Al-i İmran s. 21. ayetinde geçen Ve yeqtülune kelimesine İtibarsızlaştırma anlamını verme gerekçesi olarak, Muhammed (a.s) ın karşısında nebilerini öldürmüş olan tek kişi olmamasını göstermektedir. Vakıf tarafından öne sürülen bu gerekçeye istinaden, yukarıda meallerini verdiğimiz, Yahudilerin elçilerini öldürmeleri ile ilgili ayetler gurubundaki bazı ayetlerde, nebilerini öldürmüş olan tek bir Yahudi olmamasına rağmen, bu ayetlerde geçen Katele fiiline hakiki anlamda öldürme anlamı verilmiş olması, vakfın düştüğü çelişkinin açık bir örneğidir.

Bu ayetler hangileridir? diye soracak olursak: 

Bakara s. 87, 91, Al-i İmran s. 183 gibi ayetleri, vakfın ortaya koyduğu gerekçeyi kabul ederek okuduğumuzda ortada nebilerini öldürmüş tek bir Yahudi olmamasına rağmen, o ayetlerde geçen Katele fiiline mecazi anlam değil, hakiki anlam verilmiştir. Halbuki Al-i İmran s. 21. ayetinin altına konulan dipnotun gerekçesi bu ayetler içinde geçerlidir, ve bu ayetlere de ortaya konulan gerekçeye istinaden, tutarlı olmak açısından mecazi anlamın verilmesi gerekmektedir.

İddiamız kısaca şu dur: Vakıf, Al-i İmran s. 21. ayetinde geçen Katele fiiline İtibarsızlaştırma anlamı verirken, bu anlamı bir gerekçeye dayandırmakta, fakat aynı gerekçelerin işletilmesi gereken Bakara s. 87. ve 91. , Al-i İmran s. 183. ayetlerinde, bu gerekçeleri göz ardı ederek bu ayetlerde geçen ilgili kelimeye hakiki anlam vermektedir. Tutarlı olmak açısından ya bu ayetlerde geçen kelimeye de mecaz anlam yüklemesi, ya da hakiki anlamı Al-i İmran s. 21. ayetine de vermesi gerekmektedir. 

Bakara s. içinde geçen Yahudiler ile ilgili ayetlere bakıldığında (Bakara s. 49-50-51-55-56-57-58-61-63) o ayetlerde geçen olayların geçmişte yaşanmış olmasına, yani vakfın gerekçesinin tabiri ile, ortada o olayları yaşamış bir tek Yahudi olmamasına rağmen, o olayları yaşayanlar sanki o günkü Yahudilermiş gibi bir anlatım yapılmaktadır. Vakıf şayet Kur'an bütünlüğünü dikkate alan bir anlam çalışması yapmış olsaydı, Al-i İmran s. 21. ayetinde düştüğü hataya düşmezdi.

Vakıf hocaları da çok iyi bilmektedir ki, bir kelimeye öncelikle taşıdığı hakiki anlam verilir. Şayet kelimeye verilen hakiki anlam herhangi bir problem teşkil ediyorsa, o kelimenin mecazi bir anlam taşıdığına karar verilebilir. İlgili kelimede böyle bir problem olmadığı için, kelimeye mecaza hamletmek kanaatimizce isabetli değildir.

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı tarafından hazırlanan Kur'an mealinde, Al-i İmran s. 21. ayetinde geçen Ve yeqtülune kelimesine, bu kelime her ne kadar böyle bir anlama da sahip olmuş olsa da, İtibarsızlaştırmak şeklinde verilen anlamın hatalı olduğunu düşünmekteyiz.

Ayet içinde geçen Ennebiyyine kelimesi çoğul bir kelimedir. Şayet iddia edildiği gibi bu kelime ile Muhammed (a.s) kast ediliyor ise, kelimenin çoğul değil, tekil olarak kullanılması gerekirdi.

İlgili ayetlerin muhatabı sadece Muhammed (a.s) değil, aynı zamanda ayetlerin indiği şehirde yaşayan Yahudilerdir. İlgili ayete bu durum dikkate alınarak anlam verilmiş olsa idi, ilgili fiilin mecazi değil, hakiki anlama sahip olduğu kolayca anlaşılabilirdi. İlgili fiile mecazi anlam vermekteki gerekçeler, aynı gerekçelerin de kullanılması gereken başka ayetlerde göz ardı edilmiş, dolayısı ile çelişkili bir anlam ortaya çıkmıştır.

Vakfa tavsiyemiz, Al-i İmran s. 21. ayeti içinde geçen Ve yeqtülune kelimesine verdikleri mecazi anlamı tekrar gözden geçirmeleri olacaktır.

                                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Mart 2018 Çarşamba

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Açıklama İlmi ve Bu İlmin Darabe Kelimesi Hakkındaki Görüşleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi

Süleymaniye Vakfı'nın kendi ifadelerine göre 40 yıldır yaptıkları sayısız toplantılar sonucu ulaştıklarını iddia ettikleri Kur'an'ı anlama ilmine göre:

1- Kur'an ayetlerini Allah'tan başka kimse açıklayamaz.
2- Allah'tan başkasının açıklamalarına uymak ona kul olmaktır.
3- Bu ilmi bildiği halde kendisini ayetleri açıklamaya yetkili gören kimse yoldan çıkmıştır. (Kafir olmuştur demeye sanırım dilleri varmadığı için yoldan çıkmıştır demişler)
4- Allah'ın açıklamalarını uzman bir ekip ortaya çıkarabilir.
5- Fussilet s. 3. ayetine göre Kur'an "Bilenler topluluğu" için açıklanmıştır. Bu topluluk ise "Kur'an'ı Açıklama İlmi" ni bilen ve ona göre davrananlardır. (Şıklarda olan iddialar kendi sitelerinden alınmıştır)

 Direk olarak söylememiş olsalar da, örtülü olarak bu işte tek yetkili olduklarını söyledikleri için, Kur'an "Süleymaniye Vakfı" İçin açıklanmıştır. 

Vakıf tarafından iddia edilen bu yönteme göre çalışmayanların nasıl yerden yere vurulduğu, başta Mehmet Okuyan hoca örneğinde malumdur.

Kur'an'ı anlama yöntemi hakkında böyle bir iddia içinde olan topluluğun, Kur'an hakkında konuştukları da doğal olarak kendi indi açıklamaları değil, Allah'ın açıklamaları olacaktır. Yani Süleymaniye Vakfı, sadece Allah'ın Kur'an hakkında bizlere ne dediğini iletmektedir. Allah'ın bilgisine sınır koyan bir düşünceye sahip olan vakfın, bu düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olan telefon konuşmasında Abdülaziz Bayındır hocanın bu düşünceleri için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözleri, bu durumu net olarak yansıtmaktadır. 

Yaklaşık olarak 1500 sene önce indirilmiş bir kitap olan Kur'an'da, Allah (c.c) nin bizlere ne demiş olduğu artık tamamlanmış bitmiştir. Allah'ın kelimelerinde artık bundan sonra herhangi bir değişiklik olmayacağına göre, Allah (c.c) nin indirdiği kitap hakkında konuşan ve bu kitap hakkında yukarıdaki şıklarda sıralanan iddiaların sahiplerinin, Kur'an ayetleri ve kelimeleri hakkında görüş değişiklikleri yapmaları da artık mümkün değildir.

Bu gibi iddiaların sahiplerinin zaman içinde Kur'an kelime ve ayetleri hakkında yaptıkları bazı görüş değişiklikleri de, aynı zamanda Allah'ın görüş değiştirmesi olacaktır. Çünkü Allah adına konuştuğunu iddia etmek böyle bir anlam taşımaktadır.

Sayın Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır tarafından yazılmış olan, ilk baskısı 2006 yılında yapılan "Doğru Bildiğimiz Yanlışlar" adlı kitabın, 2014 yılında yapılan 5. baskısının "Kadının Dövülmesi" bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir:

"Allah Teâlâ, belli şartlar oluştuğu taktirde, kocanın karısını dövmesine müsaade etmiştir. Bu şartlar, âyetlerle ve Nebîmizin sözleriyle açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Erkekler kadınların başlarında olurlar. Bu, Allah’ın birine diğerinden fazlasını vermesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyledir. İyi kadınlar, boyun eğenler ve Allah’ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan havf ettiğiniz kadınlara gelince; onlara öğüt verin, yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)

“hafif şekilde dövme” darp izi olmayacak şekilde dövme olur. Bu, kadının, dışa karşı zor duruma düşmesini önler.

 Demek ki, eşinin fahişelik yaptığı açıkça belli olan koca onu yatağında yalnız bırakma ve dövme hakkına sahiptir. Âyette kocanın karısına öğüt vermesinden söz edilirken hadislerde bundan bahsedilmemesi, bilgiye dayalı korku ile zanna dayalı korku arasındaki farkı göstermektedir. Baş başa kalan her erkek ve kadın arasında cinsel davranışlar olmayabilir. Bu sebeple arada bir farkın bulunması gerekir. Her iki durumda da kadın davranışlarını düzeltirse koca, başka bir yola başvurmaz.

Zinanın tespiti halinde koca, olayı ister örter, isterse mahkemeye götürür. Mahkemede suçu ispatlarsa karısı bundan dolayı hem itibarını kaybeder, hem de 100 değnek yer. Olayı yalnız koca görmüş olur da dört şahitle ispatlayamazsa mahkemede liân yapılarak evliliğe son verilebilir. Liânda kadının kendini korumasına imkân verilir. Ama gerek liân ve gerekse suçun şahitle ispatı kadın için de aile için de yıpratıcı olur. Bu sebeple erkek davayı mahkemeye taşımayabilir. Kimi zaman eşini boşaması da uygun olmayabilir. Bu durumda kadının suçunu kimseye söyleyemez. Çünkü söyler de dört şahitle ispatlayamazsa ya iftira cezası giyer, ya da liân yapmak zorunda kalır. Hem suçun örtülmesi hem erkeğin rahatlaması hem de kadının cezasız kalmaması için kocanın karısını, bir süre yatakta yalnız bırakmasına ve eliyle onu hafifçe dövmesine izin verilmiştir.

Nisa Suresinin 34. âyetini, Allah ve Elçisi’nin açıklamalarına göre değil de kendimize göre anlamaya çalışırsak kocanın karısını, isteklerine boyun eğmedi diye dövebileceği şeklinde yanlış bir sonuca ulaşırız. Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Kimse karısını, gündüzün köle gibi kırbaçlayıp akşam onunla yatağa girmesin.”"

Özetleyecek olursak: Sayın Abdülaziz Bayındır hoca Nisa s. 34. ayette geçen Darabe kelimesinin anlamının Dövmek olduğunu iddia ederek, bu yönde bir görüş sergilemektedir. Son paragrafı dikkatle okuyacak olursak o paragrafta Nisa s. 34. ayeti hakkındaki yaptıkları açıklamanın Allah'ın açıklaması olduğu iddiası vardır.

İlerleyen yıllarda Süleymaniye Vakfı'nın Nisa s. 34. ayeti hakkındaki görüşleri değişmiş, Darabe kelimesinin Dövmek anlamına gelmediği iddiası ortaya atılmıştır. Vakfın sitesinde 29 Eylül 2009 tarihinde yayınlanan "Kadının Dövülmesi" başlıklı bir yazıda, bu konu ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir:


Nisa 34. âyette “Nüşuzundan korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin/güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (oraya) darb edin” emirleri yer alır.
Nüşûz =نُشُوزً, gideceği zaman oturduğu yerden hafifçe kalkmaktır[1].
Darb =ضرب, bir şeyi bir şeyin üstüne vurmak veya sabitlemektir[2]. Hemen hemen her iş için kullanılan[3]darb kelimesinin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir.
Türkçede, darb’a en yakın olan "vurmak" fiilinin de otuz civarında anlamı vardır. Damga vurma, ayağını yere vurma, silahla, yumrukla veya sopayla vurma, ışık vurması, karaya vurma gibi kullanımlar, “bir şeyi bir şeyin üzerine vurma” anlamındadır.
Duvara boya vurma, ata eğer vurma, başörtüyü boyuna vurma, binaya çatı vurma, kafayı vurup yatma, kapıya kilit vurma, soğuk vurması, dolu vurması ve birine vurulma gibi kullanımlar da “bir şeyi bir şeyin üstüne sabitleme” anlamındadır[4].
Gelenekte Nisa 34. âyetteki nüşûz’a baş kaldırma, darb’a da dövme anlamı verilmiştir. İlgili hadislere de bu anlam verilince İslâm’ın erkeğe, eşini dövme yetkisi verdiği kanaati oluşmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı meâli şöyledir:
“Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”[5]
Bize göre, âyete verilen bu meâlin hemen hemen tamamı yanlıştır. Bu yazıda, sadece kadını dövme ile ilgili kısım üzerinde durulacak ve diğer kısımlara değinilmeyecektir. Doğru meâl şöyle olmalıdır:
“Erkekler kadınlarını, özenle korur ve kollarlar. Bu, Allah'ın her birine diğerinden üstün özellikler vermesi ve erkeklerin mallarından harcamaları sebebiyledir. İyi kadınlar, (Allah’a) itaat eden ve Allah'ın korumasına karşılık yalnızken kendilerini koruyanlardır. Nüşûzundan / ayrılmasından korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin / güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (orada) tutun. Sizi gönülden kabul ederlerse onlara karşı başka bir yol aramayın. Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34)
Verilen bu anlam, Nisa 34’ün iç bütünlüğüne de terstir. Çünkü “onları darb edin” sözünün devamında “فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ = size itaat ederlerse” ifadesi yer alır. Arapçada itaat, bir işi gönülden yapmaktır. Dayak sonucu yapmak itaat değil, kerhen yani zorla yapmak olur[8]. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Vakfın sitesinde olan bu yazı "Hemen her konuda yapılan bu gibi yanlışların ana sebebi, Kur’an’ı Açıklama İlminin unutulmuş olmasıdır."  cümlesi ile sona ermektedir.
Vakıf, iddiasına göre Darabe kelimesinin doğru anlamını Kur'an' Açıklama İlmi ile bulmuş, bu ilmi kullanmayanlar ise, bu kelimenin Dövmek anlamında olduğunu iddia etmektedirler.
Bayındır hoca tarafından yazılan kitaptan yaptığımız alıntıda görüldüğü üzere, ilgili kelimenin o gün doğru olarak bilinen ve savunulan Dövmek anlamı, bugün yanlış olduğu iddia edilmekte, kelimeye dövmek şeklindeki anlamın, gelenek tarafından savunulduğu iddia edilerek, doğru olduğu savunulan meal verilmektedir. 

Bu durumu Süleymaniye Vakfı tarafından ortaya atılan "Kur'an'ı Açıklama İlmi" çerçevesinde düşündüğümüzde şöyle bir tezat ortaya çıkmaktadır:

Dün, Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Dövmek olarak açıklamıştır. 

Bugün ise Allah (c.c) Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesinin anlamını Onları tutun olarak açıklamıştır.

Örtülü olarak bile olsa, Allah adına konuştuğunu iddia edenlere burada haklı olarak şöyle bir soru sorulacaktır: 

Allah (c.c) bu kelimenin dün Dövmek, bugün Onları tutmak anlamına geldiğini kime haber verdi de önceki sahip olduğunuz görüşünüzü değiştirdiniz?.

Olay bu kadarı ile de kalmamaktadır. Vakfın hazırlamış olduğu mealde Nisa s. 34. ayetinde geçen Darabe kelimesi bir başka evrim daha geçirerek Onları tutun anlamı yerine, VE KENDİLERİNİ RAHAT BIRAKIN  şeklinde daha farklı bir anlama evrilmiştir.

Süleymaniye Vakfı'nın mantığı üzerinden konuşacak olursak Allah (c.c) değişik zamanlarda Darabe kelimesinin anlamını 1- DÖVMEK, 2- TUTMAK, 3- RAHAT BIRAKMAK olarak açıklamaktadır.

Şimdi vakıftaki Kur'an'ı açıklama ilmine sahip olan alimler topluluğuna sorarız: Allah (c.c) tarafından açıklandığını iddia ettiğiniz bir kitap içindeki kelime için yıllar içinde 3 farklı görüşe evrilmenizi nasıl açıklayacaksınız? Darabe kelimesinin anlamını şayet Allah (c.c) açıklıyor ise onun tarafından yapılan anlam değişikliklerinin haberini nasıl aldınız?.

Allah (c.c) den haber alma devri artık Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapandığı için, bu soruya hiç kimse "Bana haber verdi" şeklinde bir cevabı asla vermez. Öyleyse vakıf bir yerlerde yanlış yapmaktadır.

Süleymaniye Vakfı nerede yanlış yapıyor?.

Vakıf, öncelikle kendileri tarafından üretilen ve adına Kur'an'ı Açıklama İlmi dedikleri anlama yöntemini Allah'a mal etmekle büyük bir hata yapmaktadır. Çünkü zaman içinde değişkenlik gösteren, bundan sonra da gösterebilecek olan görüşlerini Allah'a mal etmekle, Allah'ı haşa bir öyle bir böyle diyen birisi konumuna düşürmektedirler.

Halbuki Kur'an kelime ve ayetleri ile ilgili olarak vardıkları kanaati Allah'a mal etmek yerine, doğru ve yanlış olması muhtemel indi görüşleri olarak sunmuş olsalardı, ki herkes için aynı durum geçerlidir, böyle bir sıkıntılı duruma düşmemiş olacaklardı. 

Her insan zaman içinde bazı düşüncelerinden onun yanlış olduğu gerekçesi ile vazgeçebilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Vakfın, dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettiği kelimenin, bugün onları tutmak anlamına geldiğinden vazgeçmekle kınanacak bir duruma düştüğünü asla iddia etmiyoruz. Bizim iddiamız, vakfın savunduğu yöntemi Allah'a mal etmekle yanlışlarına Allah'ı da ortak eder bir duruma düşmüş olmasıdır.

Yukarıda sıralanan şıklar çerçevesinde düşündüğümüz zaman, Allah (c.c) bir kelimenin anlamını bir gün değişik, bir gün değişik açıklamak sureti ile kulları ile haşa oynamaktadır. Elbette Allah (c.c) kulları ile oynamaz, onun kitabında olan bir kelime veya ayet hakkında ortaya atılan görüş, kullarının indi görüşleri olup, doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Darabe kelimesi ile Allah (c.c) dün hangi anlamı kast ediyorsa bugün de aynı şeyi kast etmekte, yarın ve kıyamete kadar da aynı anlamı kast etmektedir. Hiç bir kul veya kurum Allah'ın kitabının içindeki kelime ve ayetler ile ilgili olarak, "Allah bu ayet ve kelime hakkında kesin olarak şunu kast etmiştir" şeklinde bir ifade asla kullanamaz. Allah'ın kitabındaki kelime ve ayetler ile ortaya atılan görüşler kişilerin bilgi ve düşünceleri doğrultusunda ortaya attığı görüşler olup, bu görüşlerde isabet kaydetme veya kaydememe ihtimali her zaman bulunmaktadır.

Allah'ın kitabı ile ilgili konuşanların kendi görüşleri hakkında ortaya attığı "Bu söylediklerim kesin doğrulardır Allah bu kelime veya ayet ile ilgili olarak şunu kast etmiştir" şeklindeki bir ifade, iddia sahibinin problemli bir kafaya sahip olduğunu göstermektedir.

Darabe kelimesi hakkında değişen Allah (c.c) nin görüşleri değil, kulların bu kelimenin anlamı ile ilgili düşünceleridir. Çeşitli saikler sonucu dün dövmek anlamına geldiğini iddia ettikleri kelimenin anlamının bugün o anlama gelmediğini savunanlar, hala Kur'an konusunda Allah adına konuştuğunu iddia edebiliyorlar ise, ona karşı iftiranın en büyüğünü atmaktadırlar.

Vakıf biraz tevazu sahibi olarak, "Dün şöyle söylediğimiz bir konuda, bugün farklı düşünüyoruz" diyebilmiş olsaydı, değil böyle bir eleştirinin muhatabı olmak, gözümüzde saygınlığı halen devam eden bir kuruluş olarak kalırdı.

Hasılı kelam: Süleymaniye Vakfı, Kur'an'ı Açıklama İlmi adı vererek ürettiği teoriyi yeniden gözden geçirmek zorundadır. Allah'ın açıklaması olarak adlandırdıkları çıkarımların bazılarının yanlış olduğunu bir süre sonra anladıktan sonra, bu sefer farklı bir düşünce içine girmelerini izah etmeleri aksi takdirde güç olacaktır. 

Ayrıca Bayındır hocanın bu düşünceleri 2006 yılında dile getirmiş, ve vakıf artık bu görüşünden geri dönmüş olmasına rağmen, kitabın 2014 yılı baskısında halen bulunması, vakfın sitesinden bulunan makalenin ise yayınlanma tarihinin 2009 yılı olması, vakfın değişen görüşlerini pek takip etmediğini göstermektedir. 2014 yılı baskısı olan bir kitapta darabe kelimesinin, "dövmek" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, 2009 yılında yazılan bir makalede ise bu kelimenin "onları tutmak" anlamına geldiğinin iddia edilmesi, okuyucu nezdinde kafa karışıklığına sebep olacaktır.Vakfa tavsiyemiz, Bayındır hocanın kitabında olan kısmın, darabe kelimesi ile ilgili yeni görüşleri doğrultusunda yeniden değiştirilmesidir. 


27 Şubat 2018 Salı

Metot Saplantısı, Tekfirci ve Ötekileştirici Üslup kıskacındaki Süleymaniye Vakfı'na Uyarılar

Süleymaniye Vakfı adı ile bildiğimiz kuruluşun, son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ın gündeme gelmesinde önemli rol oynadığı, ve bu konuda gayretli çalışmalar içinde bulunduğu malumdur. Ancak vakıf, ortaya koyduğu "Ekip Çalışması Metodu"nun Allah'ın öğrettiği tek metot olduğunu, Kur'an üzerine bireysel olarak çalışma yapanların bu emre itaat etmediklerini iddia etmektedir.

Süleymaniye Vakfı'nın bu iddiasını temellendirdiği tezlerini şöyle özetleyebiliriz:

1- Kur'an'ı sadece Allah diğer ayetleri ile açıklar. Bunun adı Hikmettir.
2- Hikmeti de ekip çalışmaları, yani Şura ile çıkarabiliriz.
3- 1. ve 2. şıklardaki sebeplerden ötürü, KUR'AN HİÇBİR BEŞER TARAFINDAN YORUMLANAMAZ.
(Şayet kendilerini yanlış anlamış isek, Vakfın cevap hakkı mahfuzdur)

Vakfın bu konudaki söylemini "KUR'AN ÜZERİNE BİREYSEL ÇALIŞMANIN YANLIŞLIĞI" başlıklı makalelerinde dile getiren Erdem Uygan, bu makalelerinde Prof Dr. Mehmet Okuyan tarafından ortaya konulan bazı çalışmalardaki yanlışlığı eleştirmekte, Okuyan hocanın bu yanlışlığı yapmasındaki baş etkenin, ekip ile değil ferdi olarak çalışmasını göstermektedir. Erdem Uygan tarafından yapılan eleştirilerde, Okuyan hocanın hatalı yaklaşımlarda bulunduğunu biz de kabul ediyor, Uygan'a bu konudaki yaptığı eleştirilerden dolayı hak veriyoruz. Ancak hocanın hatasını ortaya koyarak yapılan metodolojik temellendirmenin ve üslubun son derece yakışıksız olduğunu da söylemek istiyoruz. 

Erdem Uygan, Okuyan hoca ile ilgili olarak yaptığı en son suçlamaları sosyal medya ortamındaki sayfasından yapmakta ve şunları söylemektedir:

"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz. Çünkü bu bizim uydurduğumuz bir şey değil, Kur'an'ı indirenin emridir. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen kişilerin Allah’ın Kitabını yorumlarken düştükleri acıklı hallerse her geçen gün artmaktadır.
Bu yazıda ele alacağımız konu Kur'an'ı yorumlamanın çok ötesindedir. Gelinen nokta, profesörlük mertebesine gelmiş kişilerin, yazdıklarının ne kadar anlamsız olduğunu dahi fark edemeyecek durumda olduklarını, söylediklerinin sonuçlarını bir kere dahi düşünmediklerini, tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir. Artık bir ilahiyatçının değil, ilahiyat akademiyasının ilmî(!) seviyesinin tartışmaya açılması gereken bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılmaktadır."

Erdem Uygan, Kur'an'ı kimsenin yorumlayamayacağını, bunun Allah'ın emri olduğunu, böyle yapanların acıklı bir duruma düştüğünü, bazı kişilerin Kur'an'ı kendi kafalarına göre  konuşturduklarını, ilahiyatın ilmi seviyesinin tartışmaya açılması gerektiğini iddia etmektedir.

Fakat Uygan, yapmış olduğu suçlamalrdan, mensup olduğu vakfın da pay alabileceğini hiç düşünmemekte, kendilerini "Sudan çıkmış ak kaşın" gibi görmekle büyük bir hataya düştüğünün acaba farkında mıdır?. Bir kişiyi eleştirmeden önce, o hatanın benzerinin mensup olduğu toplulukta bulunup bulunmadığına dikkat etmek, erdemli insanların yapması gereken davranışlardandır. Eğer bu hata kendilerinde varsa, önce kendilerini düzeltmeye çalışmak, sonra başkalarına el atmak, yapılması gereken bir davranış olmalıdır.

Vakıf tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetine verilen mealdeki hata dahi, bu kişinin Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekip çalışmasının ne kadar başarılı !! olduğunu göstermesi açısından manidardır. Artı, Uygan'ın Okuyan hoca hakkında ortaya suçlamaların aynısının kendilerinin de hak ettiklerinin bir göstergesidir.


Öncelikle şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz: Vakıf tarafından yapılan Araf s. 205. ayeti meali hakkındaki düşüncelerimizi vakfa ileterek bu konuda onları uyarmaya çalıştık, ve bu uyarımızdan ötürü olumlu bir geri dönüş aldık. Derdimiz, vakfın yaptığı bu meal hatasını onların yüzüne vurarak vakfı kınamak ve rencide etmek değil, vakfın düşüncelerini holigan bir taraftar şeklinde dile getirmeye çalışan Uygan'ın, ve onunla aynı  paralelde düşünenlerin bu konuda kimseye karşı rencide edici bir söz söyleme durumlarının olmadığını "Tencere dibin kara benimki senden kara" misali bir durumda olduklarını onlara hatırlatmaya çalışmaktır.

Vakfın Araf s. 205. ayetine verdiği meal şu şekildedir:

"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme." 


Mealin altına koydukları dipnotta ise, "Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettirşeklinde bir iddia ortaya koymaktadırlar.


Ayet içinde geçen Öğle ve İkindi olarak çevirdikleri kelime ile ilgili sözlerimize geçmeden önce, yapılan mealde "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi ile, dipnota koydukları "sessiz" kelimesi arasında anlam bakımından fark olduğunu vakıf maalesef görememiş veya görmek istememiştir.

Yazısında, "tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir"  şeklinde bir cümle sarf eden Uygan'ın taraftarlığını yaptığı vakıf, aynı suçlamanın muhatabıdır. Vakıf, önce kafasında öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delilinin Kur'an'da olması gerektiğini düşünmüş, ve bu düşüncesine uygun ayet arayışına gitmiştir. Ayet mealini "yüksek olmayan bir sesle" şeklinde yapmalarına rağmen, dipnota "sessiz" kelimesini koyarak, onlarda Kur'an'ı kendi kafalarına konuşturmanın örneğini vermişlerdir. Çocukların dahi bilebileceği yüksek olmayan bir ses ile sessizlik arasındaki fark, vakfın alimler topluluğu tarafından fark edilememiştir.  

بِالْغُدُوِّ kelimesi sözlüklerde, günün ilk bölümüne verilen isim olarak geçmekte, وَالْآصَالِ kelimesi ise, bu kelimenin karşıtı olarak yani, günün son bölümüne verilen isim olarak geçmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde bu kelimeler,  Sabah ve Akşam olarak anlamlandırılmaktadır. Vakıf ise Araf. 205. ayetine verdiği anlamda, bu kelimelere Sabah, Akşam şeklinde anlam vermek yerine,  Öğle  ve İkindi  anlamını vermiştir. 


"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz" diyerek, vakfın bu konudaki söylemini dile getiren Uygan, bu kelimelere böyle anlam veren bir vakfın Kur'an'ı yorumladığının hem de kendi kafasına göre yanlış olarak yorumladığının acaba farkında değil midir?.

Olayın daha da trajikomik tarafı ise, bu kelimelerin geçtiği başka ayetlerde, bu kelimelere doğru anlam verilmiş olmasıdır. بِالْغُدُوِّ kelimesine bir ayette Sabah anlamı, bir ayette Öğle anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise bir ayette İkindi anlamı, bir ayette ise Akşam anlamı verilerek, vakıf tarafından büyük bir çelişkiye imza atılmıştır.

Bu konuda daha detaylı yaptığımız çalışma için verdiğimiz linkteki yazıya bakılabilir.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2017/12/araf-s-205-ayetine-suleymaniye-vakf.html

Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekibi oluşturarak Kur'an çalışmalarını yaptığını iddia edenlere şimdi sorarız; Bu ekibin içinde bir Allah'ın kulu kalkıp ta, "Ey alimler topluluğu, biz bir kelimeye bir yerde başka bir yerde başka anlam vererek çelişkili bir meale imza atmıyor muyuz?" diye sor(a)maz mı?.

Şu nokta asla hatırdan çıkarılmamalıdır, Kur'an hakkında söylenen her söz kişisel bir yorumdur. Kur'an hakkında konuştukları hakkında "Ben demiyorum Allah diyor"şeklinde bir iddia, Allah adına konuşmak anlamına gelir ki, bu kapı Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Vakıf Kur'an ile ilgili yaptığı çıkarımlarda böyle bir iddia içine girerek, Allah adına konuşmaya yetkili kılınmış kişiler oldukları havasını oluşturmaktadır.  Vakfın bu konuda daha tutarlı bir görüşe sahip olması, yaptıkları çalışmalarının daha geniş kitle tarafından kabul görmesi ve faydalanılması açısından önemlidir.


Yaptıkları çalışmanın  benzerinin başkaları tarafından yapılmadığını ileri sürerek, başkalarını bu konuda acımasızca eleştirmenin ellerinde patladığını, sadece Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimenin diğer geçişlerinde yaptıkları çelişkilerde görmelidirler. Ekip çalışması ile yapılan bir mealdeki çelişkinin ekip içinde fark edilmemesi af edilir bir hata değildir. Şayet "Bu meal nihai şeklini daha almadı daha hazırlık aşamasında" denilirse, bizde bitmemiş bir meali neden internet ortamında yayınladıklarını sorarız.

Hasılı kelam, Süleymaniye Vakfı, Erdem Uygan gibi kişilerin yaptığı acımasızca eleştirilerin önce kendi kapılarını çaldığını görmeli, başkalarına laf atarak kendi yaptıklarını üste çıkarma gayretinden vazgeçmelidir.  Kur'an'ın asla yorumlanamayacağı iddiası üzerine kurdukları söylem ile önüne gelen laf etmeyi vazife edinmiş insanların, vakfın yaptığı bariz bir hatayı görmeyerek başkalarını acımasızca eleştirmeleri haddini bilmezlikten başka bir şey değildir. 

Herkes hata yapabilir, vakıfta bu konuda hata yapmıştır ve hatasını düzeltecektir, ancak holigan taraftarlarının yaptıkları acımasız eleştirilere ses çıkarmayarak, yıpratılmalarına müsaade etmemeleri kendi gelecekleri için gereklidir. Geçmişte bazı kişilerin (şimdi bu kişiler vakfı kafir ve müşrik olarak görmektedir) yaptıkları holigan davranışların, vakfa büyük zarar verdiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar. 

Okuyan hocanın avukatı değiliz, yazdıklarını kendisi savunabilir, biz Okuyan hocayı hedef tahtasına oturtmak sureti ile kendi yöntemlerini Allah'a mal eden, ortaya koydukları çalışmaların nihai doğrular olduğunu ileri süren, fakat daha bir kelimenin anlamını tespit etmekte çelişkiye düşerek meal yapan vakfın önce kendisini düzeltmesi, sonra başkalarına el atması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Tek başına çalışma yapanları eleştirerek, ekip çalışması yapanların düştükleri yanlış, bu tür çalışmanın da pek para etmediğini göstermesi açısından manidardır.

Kişilere hakaret olarak görülebilecek eleştirilerin hiç bir zaman, karşılık bulmayacağı bilinmeli, şayet Okuyan veya başka hocaların yaptığı hatalar yetkin kişilerce düzgün bir dille eleştirilmelidir. Erdem Uygan gibi kişilerin eline geçen eleştiri silahı, maalesef önce vakfın kendisini vurmaktadır. 

Sonuç olarak; Yazımızın başında özetlediğimiz metot saplantısına yukarıda verdiğimiz bir tek örnek olan Araf s. 205. ayetine verdikleri yanlış meal bile şahittir ki şöyle itiraz edilebilir.

1- Kur'an'ı sadece Allah (c.c) diğer ayetleri ile açıklar, bu düşünce elbette doğrudur, ve bizde yazılarımızda bu metodu kullanarak anlama çalışmaları yapmaktayız. Ancak Kur'an'ın Kur'an ile tefsirini yapmak iddiasında olan, ve bu konuda çalışma yapan herkes ama herkes buna Süleymaniye Vakfı da dahildir, sonuçta Allah (c.c) tarafından Resul-Nebiler gibi bazı hatalı davranışları düzeltilmeyen, masum olmayan seçilmemiş kullar ve kuruluşlardır.

Bundan dolayı Resul- Nebi olmayan kulların ve kuruluşların ayetler arasında kuracakları bağlantılar farklılık arz edebilir. Kimsenin ayetler arasında kurduğunu iddia ettiği bağlantı, mutlak olarak "ALLAH'IN ÖĞRETTİĞİ" kesin doğrular değil, hata ve eksik barındırması muhtemel olan bir "İÇTİHATTIR".

2- Hikmeti de ekip çalışmaları ve Şura ile çıkarabiliriz. Elbette bu görüş doğru olmakla beraber, ekip çalışması tek bir görüşe sahip birden fazla kişinin çalışması değildir. Farklı uzmanlık alanlarına sahip, farklı bakış açılarına sahip Kur'an talebelerinin bir konu hakkında istişare etmesidir. Süleymaniye Vakfı ise tek bir görüşün, tek bir bakış açısının adresidir. Bundan dolayı Kur'an üzerine ekip çalışması yapılacak yerin tek ve son adresi olamaz.

3- 1 ve 2 de bahsettiğimiz sebeplerden dolayı, Kur'an üzerinde yapılacak ferdi ya da toplu, tüm anlama çalışmaları başka kişilerin istişarelerine açıktır, kesin ve son nokta değildir, ve buna Süleymaniye Vakfı da dahildir. Her türlü ferdi veya toplu olarak yapılan çalışmalar sonucu Kur'an hakkında varılan yorumlar Kur'an'ı tahrif değildir.

Eğer bu böyleyse bu güne kadar sayın Abdülaziz Bayındır ve vakıf mensuplarının bazı konularda değiştirdikleri (adetli kadının namazı konusu örneğinde olduğu gibi) veya halen savundukları ayet yorumları da tahriftir. Burada açık bir mantıksal çelişki bulunmaktadır.

4- Süleymaniye Vakfı'nın bu metodolojik saplantısı, üslubunun da ötekileştirici ve tekfirci olmasına yol açmakta, Kur'an'ı merkeze alan Müslümanlar arasında bölünme ve çatışmaya sebep olmaktadır. Bu durum hem Müslümanlara, hem de Süleymaniye Vakfına zarar vermekte, takdir edilecek olan güzel çalışmalarının göz ardı edilmesine ve çalışmalarının verimsizleşmesine ve kendilerini taassuba mahkum etmektedir.