Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.
[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir
ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim
verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun
eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.
Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.
Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.
Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.
Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.
Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.
Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.
Adalet herkese lazımdır.
Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.
Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.
Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.
[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine
de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir
olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer
eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz
haberdardır.
Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.
Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.
Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.
Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.
Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
İçindeki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İçindeki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Ocak 2018 Cumartesi
26 Ocak 2017 Perşembe
Fussilet s. 33. Ayeti : Allah'a Çağırmanın Ben Müslümanlardanım Demenin Hayatımızın İçindeki Yeri
Allah (c.c) , sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmesi için yaratmış olduğu biz kullarına , bu tanımanın hayat içinde nasıl gerçekleşmesi gerektiğini , elçi ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir. Elçi ve kitap halkasının son zinciri olan Muhammed (a.s) a inen Kur'an , aynı bilgileri bizlere hatırlatan bir kitaptır.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Ocak 2017 Pazar
Fussilet s. 30-31. Ayetleri : "Rabbimiz Allah'tır" Demenin Yaşanan Hayat İçindeki Anlamı
İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , İlah ve Rab kavramlarının çağrıştırdığı anlam alanları etrafında gelişen olaylardan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitapların ortak çağrısının , ondan başka ilah olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiğine dair hatırlatmalar olduğu herkesçe malumdur.
Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.
Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya, onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır.
[041.030] Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ;
[046.013] Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014] İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir.
Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.
İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir.
Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır.
[022.040] Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.
Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi.
Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir.
Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.
Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir.
Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür.
Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.
Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya, onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır.
[041.030] Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ;
[046.013] Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014] İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
Ayetler çok önemli bir noktaya temas ederek , sadece" Rabbımız Allah'tır" demenin yetmediğini , devamındaki "sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar" cümlesi ile, bu sözün hayata yansıması gerektiğini beyan etmektedir.
[029.002-3] And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken,
insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah
elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya
çıkaracaktır.
"İslami Kaynak" olarak lanse edilen kitaplara baktığımızda , iman konusunu sadece söz ile ifade etmenin yeterli olduğunu söyleyerek , işin fiile yansıması gereken tarafını göz ardı ettiklerini görebiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılan "Ameller imandan bir cüz müdür , değil midir" tartışmaları bu duruma bariz bir örnektir.
Hadis adı altında gelen rivayetlere baktığımızda, ömründe bir kere dahi olsa "La İlahe İllallah" diyen kimsenin, cennete gideceğine dair haberlere sıkça rastlamaktayız. Kimseyi cennet veya cehenneme sokma memuru olmadığımızı hatırlatarak , olayın sadece "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" boyutunu indirgenmiş olmasına dikkat çekmek istiyoruz . İnancın tezahürü olan amelin şart olmadığı yönünde ortaya atılan teorilerin , Müslüman dünyasının bugünkü zelil durumunun önde gelen sebebi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir.
Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir.
"Rabbimiz Allah'tır" diyerek bu istikamette yürünmesinin anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu sözün ne kadar önemli olduğunu, yaşanmış örneklerle bizlere göstermektedir. "Rabbimiz Allah'tır" demek önce , "Kul" statüsünde olan fakat kendisini İlah ve Rab olarak lanse edenleri ret etmek anlamına geleceği, ve bu sahte ilahların bulundukları makam ve mevkileri terk etmemek için kıyasıya bir mücadele içine gireceklerini düşündüğümüzde , insan için meşakkatli ve ucunda ölüm olabilecek sıkıntılı bir yolu ifade etmektedir.
[002.258] Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[002.258] Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[079.024] «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[026.029] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek
olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»
Nemrut ve Firavun , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.
Nemrut ve Firavun , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.
İbrahim ve Musa (a.s) lar , elinde yönetim gücünü bulundurarak, kendilerini insanların İlahı ve Rabbı ilan eden kullara karşı, nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğreten elçilerdendir. Onlar yaşamları boyunca , bu tür zalimlere karşı tevhidi bir duruş sergileyerek , tüm zamanlarda ortaya çıkacak olan , Firavun ve Nemrutların karşısında hakkı haykırmanın örnekliğini sergilemişlerdir.
[018.014] Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.014] Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.015] Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh
olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan
daha zalim kim olabilir?
"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir.
Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.
[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.
"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.
İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir.
Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır.
[022.040] Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.
Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi.
Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir.
Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.
Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir.
Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür.
Yine Kur'an bu bedeli ödeyenlerin haberlerini bizlere vererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizlerden önce bu yolda canını ve malını feda edenlerin olduğunu beyan etmektedir. Kendisinin yolunda gidenlere yardım edeceğini vaad eden Rabbimiz , bizden öncekilere bu vaadinin nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini bir çok yerde göstererek , vaadinden dönmeyeceğini bilmemizi istemekte , ve kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edeceğini beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Kasım 2016 Salı
Araf s. 204. Ayeti : Kur'an Okunduğu Zaman Dinlemenin ve Susmanın Hayat İçindeki Anlamı
Kur'an'ın bazı ayetleri , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası, asıl mesajı içeren anlamlar yerine , farklı yönlere çekilmek sureti ile anlam kaymasına uğratılarak , hayatın merkezine hitap eder olmaktan çıkarılmış, mistik hikayeler , ön yargılara kurban edilen , rivayetleri onaylayan , güzel sesli hafızlar tarafından okunduğunda ağlanması gereken , ağlayamayanlar için ise ağlıyor gibi rol yapması gereken ayetler haline getirilmiştir.
Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.
[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.
Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır.
Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? .
Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.
Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir.
Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır.
Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere , Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.
Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.
Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır.
Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı.
Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır.
Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.
Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.
Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.
Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.
Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir.
Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.
[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.
Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır.
Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? .
Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.
Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir.
Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır.
Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere , Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.
Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.
Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır.
Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı.
Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır.
Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.
Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.
Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.
Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.
Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir.
Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Ağustos 2015 Cuma
"Kutsal Kitap" Deyimi ve Hayat İçindeki İşlevi
"Kutsal Kitap" terimi insanlığın büyük çoğunluğunun işittiği bir terim olup , Dünya üzerinde yaşayan insanların büyük ekseriyeti bu terime dahil olan kitaplara iman ettiğini iddia ederek aidiyet ortaya koymaktadırlar. Bu terime dahil olan kitapları Allah (c.c) indirerek bunların içindeki muhteviyata göre hayatlarını şekillenmesini istemiştir.
"Kutsal Kitap" terimini daha geniş anlamda ele almak mümkündür. "Kitap" kavramını insanların yaşamları üzerine hakim olan din , düşünce , sistem , fikir akımı v.s olarak çeçevelendiğimiz zaman , istisnasız olarak yaşayan bütün insanların kudsiyet atfettikleri bir düşünceleri bir inançları vardır.
Kendisini "Marksist" olarak nitelendiren kimsenin tabi olduğu "Kutsal Kitab" Marks'ın görüşlerinin derlenmiş olduğu kitaplardır. Aynı şekilde kendisini "Kemalist" olarak ifade eden kişinin "Kutsal Kitab" ı , bu ideolojinin sahibinin derlediği görüşleridir. Kişi kendisini "Ateist" olarak nitelendirerek, inandığı hiç bir kutsal olmadığını iddia etse bile, onun kutsalı ateizm'in öğretileri olup tabi olduğu "Kutsal Kitap" mutlaka vardır. Bu terimi illaki yazılı bir materyal içindeki düşüncelere tabi olmak şeklinde düşünmeyelim , bir futbol kulübüne veya bir müzik gurubuna olan aşırı ilgi, bunları kutsanmış ve bir şekilde ilah derecesine yükseltilmiş konuma getirmektedir.
Biz "Kutsal Kitap" terimini, Allah (c.c) nin indirmiş olduğu vahy kitapları çerçevesinde değerlendirerek kapsamı biraz daha daraltıp, bu terimin elimizde olan "Kur'an" ile ilgisine dikkat çekmeye çalışacağız.
Allah (c.c) neden kitap ve elçi gönderir?.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yegane sahibi olarak , yarattığı insanların yaşamları içinde yapması ve yapmaması gerekenleri kurallara bağlamıştır. Bu kuralları biz insanlara bildirmek için bizlerden olan insanları seçerek onlara vahy yolu ile kitaplar indirmiştir. Tevrat , Zebur , İncil , Kur'an adı ile bildiğimiz bu kitaplar yazıya geçirilerek kaybolması önlenmiştir. Yazıya geçirilme sürecinde bu kitapların muhteviyatına ilave veya eksiltme şeklinde müdahelelerin olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Bunları tartışmak bu yazının konusu değildir , bu yazının konusu Kur'an çerçevesinde "Kutsal Kitap" teriminin hayat içindeki işlevi nasıl olmalıdır ? sorusunun cevabı üzerinde olacaktır.
Kur'an, 1500 yıl kadar önce Arap yarım adasında yaşayan Muhammed (a.s) adlı kişinin elçi seçilmesi suretiyle ona inmiş olan bir kitaptır. Elimizde mushaf yani sahifelenmiş halde bulunan bu kitap , Muhammed (a.s) a 23 senelik bir zaman zarfı içinde sözlü olarak inmiş ve Muhammed (a.s) hayatta iken yazıya geçirilmiştir. Elimizdeki mushafın içinde, Muhammed (a.s) a indiği halde mushafa alınmayan veya inmediği halde mushafa alınmış olan ayetlerin var olup olmadığının tartışılması her iki türdeki iddia sahiplerinin somut bir delil ortaya koyamaması yani ne mushafa alınmayan ayet ne de mushafa vahiy harici konmuş bir ayet olup olmadığı yönünde elimizde orjinal bir Kitap olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. Bizim bu konudaki kanaatimiz , elimizdeki Kur'anın Muhammed (a.s) a indiği şekli ile ne eksik ne fazla bir biçimde korunmuş olmduğu yönündedir.
Bizim asıl konumuz, elimizde olan bu Kitab'ın içinde eksiklik veya fazlalık olup olmadığının tartışılması değil , elimizde olan Kutsal Kitab'ın işlevi nedir ? sorusunun cevabını aramaktır.
Günümüze baktığımız zaman biz Müslümanların elimizde olan mushaf ile ilgili olarak yaptıklarını 2 gurup altında incelemek mümkündür.
Gelenekten gelen bir inanç olarak, mushaf dediğimiz yazılı materyal, kutsal bir yapıya büründürülmüş olup, ha deyince dokunmanın mümkün olmadığı bir kitap haline sokulmuştur. Dokunmak için abdestli olmak gerektiği , adetli bir bayanın buna el sürmesinin mümkün olmadığı yönündeki görüşler hepimizin malumudur.
Onunla ilgili olarak ilk ritüeller geçildikten sonra onun içindeki surelerin veya ayetlerin belirli gün ve zamanlarda okunması , belirli hastalıkların , evde kalmış kızların , imtihana girecek çocukların başarılı olması , eve hırsız girmemesi , karı koca arasının birleştirilmesi gibi daha sayamayacağımız bir sürü konunun halledilmesi için gerekli kılınmıştır.
Bu durumu hasta olduğu için doktora giden , doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp tatbik yerine sadece reçeteyi okumakla hastalıktan kurtulacağına inanan bir hastanın örneğine benzetebiliriz.
Gelenekteki bu inanca karşı alternatif olarak ortaya konan "Kur'an Müslümanlığı" şeklinde bir sloganla ortaya çıkan düşüncenin ifrata karşı tefrit şeklinde ortaya çıkan düşüncesinde, Kur'anı öncellenmesine rağmen bu öncellemede bir takım sıkıntıların olduğu bir vakıadır.
Klasik İslam düşüncesinde, Kur'an adı var kendi yok mesabesinde bir Kitap olup , onun işlevi rivayetler kanalı ile oluşturulmuş din anlayışını onaylamak olmuştur. Kur'andan onay almayan bir rivayet , ilgili Kur'an ayetlerinin te'vil veya anlam olarak tahrifi yolu ile rivayetler ile uyumlu bir hale getirilerek sunulmaktadır.
Bu yanlışa karşı çıkan "Kur'an Müslümanlığı" hareketi ifrata karşı tefrit yöntemini tercih ettiği için bir takım hataları içinde barındırmaktadır. Bu hataların en başta geleni Kur'anın yaşanmış hayata dair olan bilgi ve kabullerini red ederek sadece mushafı kutsallaştırarak bir bakıma "Mushafperestlik" şeklinde ortaya çıkan duruma imza atarak red ettiği ve eleştirdiği geleneksel anlayışın yanlışına ortak olmuştur.
Mushafın içeriğinden çok kağıdına kudsiyet atfeden geleneksel düşünceye karşı, "Sadece Kur'an" sloganını üreterek uydurma rivayetleri atma adına , tüm yaşanmışlığı red eden bir yapıya bürünerek birbirine düşman diyebileceğimiz bu iki zıt düşünce, bu noktada ortaklığa gitmişlerdir.
Yeni bir trend "Mushafperestlik"
Klasik İslam düşüncesinde hadisleri vahiy sayarak , Muhammed (a.s) ın her yaptığınının , her söylediğininin "vahiy" olduğunu iddia ederek onu robotlaştıran ve anlayışa karşı çıkanların bir kısmı , aynı robotlaştırma düşüncesine, Enam s. 38. gibi ayetler üzerinden hareket ederek "Kitap'ta eksik olmayan bir şey olmadığı" iddiasını dile getirerek (bu ayetin Kur'anı kast etmediğini hatırlatalım) neredeyse ayakkabı bağlamayı bile Kur'ana nisbet ederek kendilerini robotlaştırmaktadırlar. Halbuki Kur'an robotlaştırıcı bir kitap değil , insana insiyatif veren ve onu hayat içinde çalışan , akleden bir insan olarak yaşam içinde kendisine gerekli olan hükümleri Kur'an ışığında çıkarmasını istemektedir.
Geçmişteki hadisi kutsayan ve Kur'anı literal bir anlayışla okuyarak yoruma kapatan ve elçiyi robotlaştıran selefi anlayışın bir benzeri "Selefi Mealcilik" diyebileceğimiz bir şekilde modernize edilmiş vaziyette insanı robotlaştırmış olarak karşımızda durmaktadır.
İçtihad kapısını kapatan geleneksel fıkıh ile "İçtihad" diye bir terimi duyduğu zaman elektirik çarpmışa dönen "Selefi Mealciler" ellerindeki Kur'anın yaşanan bir hayata dair yol işaretlerini belirleyen bir kitap olduğunu bilmedikleri için, herşeyin çözümünü Kur'an içinde aradıklarında ve aradıkları çözüme dair ellerindeki kitabın bir çözüm sunmadığını gördüklerinde Kur'anı red ederek "Deizm" veya "Ateizm" yoluna sapmaktadırlar.
Bu durumun suçu, Kur'anda mı yoksa onu okuyanda mı ?.
Suçlunun tesbitini yapmak için Kur'anın nasıl bir kitap olduğu konusu aydınlığa kavuşturulmalıdır.
Kur'an insanı merkeze alan ve onların yaşadıkları hayat içinde uymaları gereken ana kuralları belirleyen bir kitap'tır. Tali kurallar , insanların yapacakları çalışma ile literatürdeki ismi "İçtihad" olan hukuksal düzenlemeler ile yapılacaktır. Aksi takdirde 1500 sene inmiş olan bir kitab'ın bu güne dair olan söylemini tesbit etmek mümkün değildir.
Olayı ceza hukuku açısından örnekleyecek olursak ; 1500 sene öncesinin yaşamı içindeki suçların adedi ile şimdiki zaman veya gelecekte yaşanacak zaman içinde meydana gelecek suçların adedi aynı değildir. Kur'an hırsızlık suçuna tek bir ceza önermesi yaparken , bu gün adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz bir çok kategoride değerlendirilebilecek ve hepsine aynı derecede ceza verilemeyecek suçlar çıkmıştır.
Veya suç olup ta Kur'anda cezası bulunmayan bazı cürümlere "Selefi Mealci" mantığıyla yaklaştığımızda , Kur'an da cezası yok o zaman suç sayılmaz" mı diyeceğiz?.
Burada insan faktörü devreye girerek "Kutsal Kitab" ın belirlediği bazı cezalardaki maksadı dikkate alarak diğer suçlara uygun cezaları hukukçular tayin edecektir.
"Kutsal Kitab" ın muhteviyatı içinde olan cezaların maksadı nedir?.
Kur'an içinde katl , fesad , zina , hırsızlık , iftira gibi suçlara tatbik edilmesi gereken suçlardaki maksadı düşünerek diğer suçlar için bu maksada uygun cezalar verilmesi mümkündür. Bu cezalardaki maksad nedir ? denildiğinde cevabımız , "CAYDIRICILIK" olacaktır. Bu gün Kur'anda arayıpta bulamadığımız bir suçun cezasını , hukukçular tayin edecektir , bu tayin etme sürecinde verilecek cezanın caydırıcı olmasına dikkat edilecektir , bunun ters bir durum suça teşvik eden bir hal alır ki yaşanılan toplum suçlular cenneti olur.
Kur'an içinde bazı durumlar ile ilgili olarak yapılması gereken eylem "Örf'e göre" veya kişinin maddi seviyesine göredir. Bu tür ucu açık uygulamalar kitabın bir hukuk kitabı değil hukuksal uygulamaların nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair bilgiler içermekte olduğunun göstergesidir.
Yaşanan hayatın şartlarının her an değişmesi o hayat ile ilgili yeni düzenlemeleri beraberinde getirmesi gerekmektedir. Kur'anın öncelikle inmiş olduğu zaman içinde yaşanan hayata dair olan söylemleri ve önermeleri bu noktada dikkate alınması gerekmektedir.
"Mushafperestlik" veya "Selefi Mealcilik" şeklinde ifade ettiğimiz söylem, elimizde olan kitabın her şeyin açıklayıcısı olmasından hareketle , hayatın bütün zamanlarında karşımıza çıkan sorunlara dair bir çözümüne dair yaklaşımlarını bizlere bıraktığının farkında değildir. Noktasına virgülüne kadar her şeyi kitap içinde arayan bu zihniyet karşısına çıkan sorulara cevap veremediği , sorunlara kitabi bir çözüm bulamadığı için kabahati kur'ana yükleyerek çareyi çark etmekte yani kitabı inkar etmekte bulmaktadır.
Bu söylem ibadetler konusunda da klasik İslam düşüncesindeki ilmihal hastalığının bir benzerine düçar olmuş bir vaziyettedir. Klasik düşünce bazı ibadetler konusunda olayı sadece şekilsel boyuta indirgeyerek bu şekillerin geometrik biçimde nasıl olacağına dair bilgiler ile donatılmıştır. Bunun karşısında olanlar ise Kur'an da bu tür geometrik ayrıntılar bulunmadığı için özellikle "Namaz" adı bildiğimiz bir ibadetin olmadığının, olamayacağını , olmaması gerektiğini düşünmektedirler.
Başkalarının ihdas ettiği "Namaz hocası" türünden kitapları red ederek ,bu namaz hocası kitaplarını Kur'an içinde arayan insanlar, bu kitabın binlerce yıllık insanlık serüveninin bir uzantısı olan ve insanlığın birikimi üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmişlerdir. Hem kültürel mirası red edip hem de arkeolojik bulgulardaki bazı resim ve heykellerdeki puta tapan insanların yaptıkları ruku , secde gibi eylemlerin şirk olduğundan hareketle namaz ibadetinin de şirk olduğunu iddia etmektedirler.
Bu kişiler hadis , sünnet gibi dini kaynakları red etmede gösterdiği hassasiyeti ,Mısırlıların heykellerini red etmede maalesef göstermemekle birlikte kendi acziyetlerini ve cehaletlerini ortaya koymaktadırlar.
İnsanların ruku , secde gibi şekilsel hareketler ile yüce saydıkları bir varlığa veya objeye karşı yaptıkları tazimin arka planını ve tarihini doğru okuyacak olursak bu bilgileri insanların Allah (c.c) den öğrendiğini görürüz. Adem adındaki yaratılan ilk insana öğretilen bilgileri Allah (c.c) nin öğrettiğini bilmekteyiz. Adem bu bilgileri kendisinden sonra gelen insanlara sözlü ve fiili olarak öğreterek kıyamete kadar sürecek bir ortak hafızanın oluşması noktasında ilk adımı atmıştır.
Kendilerini yaratana karşı nasıl bir kulluk görevleri olduğunu yine kendilerini yaratanın gönderdiği elçiler vasıtası ile öğrenen insanlar, zaman içinde bu görevleri başka ilah ve rablere tahsis ederek şirk işlemeye başlamışlardır. Ruku ve secde gibi gibi ibadetler asıl olarak kendilerini yaratana karşı bir tazim ifadesi iken zaman içinde başka ilah ve rab edinenlerin o rab ve ilahlara karşı bir tazim ifadesi olmuştur. Bu tarihsel arka planı bilemeyen veya işlerine gelmeyen bir kısım "Selefi Mealci" için namaz artık bir şirk , bu şirk'e !! karşı durmak tevhidi bir gösteri haline gelmiştir.
Görülüyor ki, klasik İslam düşüncesine karşı olarak ortaya çıkan hareketin gerekli alt yapı ve arka plan bilgilerini göz ardı etmesi sonucu , Kur'an sadece bazı şeyleri red etme aracı olarak eskilerin yaptıkları gibi mızrak uçlarında gezen bir kitap haline gelmiştir. Hayatlarına dair olan bilgileri yanlış okuma metodları ile silenler , bu yanlışları neticesinde ortaya çıkan durumun suçlusunun kendileri değil, Kur'an veya haşa Allah (c.c) olduğunu düşünerek bunları red etme yoluna gitmektedirler.
Sonuç olarak; "Kutsal Kitap" olarak nitelendirdiğimiz Kur'ana karşı yapılan iki uçlu yanlışı değerlendirmeye çalıştığımız yazımızda , bir yanlışa karşı alternatif doğru üretmek adına ortaya çıkan düşüncenin ,yanlış olarak gördüğü düşüncedeki hataların bir benzerini tekrarlayarak çözüm yerine çözümsüzlük ürettiğini görmekteyiz. Kur'anı bir ilmihal kitabı gibi her şeyi noktasına virgülüne kadar yazması gereken bir kitap olduğunu zannedenler , aradıklarını bulmadıklarında "Bu kitap bize uymuyor" diyerek başka yolları seçmektedirler. Halbuki kitab içindeki bilgilerin genel çizgileri belirttiğini biz insanların bu genel çizgileri takip ederek yaşadığımız zaman ve mekanı ilgilendiren konularda bizlerin düzenlemeler yapmasına müsade ettiğini bilselerdi bu kitabın nasıl bir hayat rehberi olduğunu bilir ve bu kitabın indiricisine secde etmekten başka yol olmadığını daha iyi anlarlardı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Kutsal Kitap" terimini daha geniş anlamda ele almak mümkündür. "Kitap" kavramını insanların yaşamları üzerine hakim olan din , düşünce , sistem , fikir akımı v.s olarak çeçevelendiğimiz zaman , istisnasız olarak yaşayan bütün insanların kudsiyet atfettikleri bir düşünceleri bir inançları vardır.
Kendisini "Marksist" olarak nitelendiren kimsenin tabi olduğu "Kutsal Kitab" Marks'ın görüşlerinin derlenmiş olduğu kitaplardır. Aynı şekilde kendisini "Kemalist" olarak ifade eden kişinin "Kutsal Kitab" ı , bu ideolojinin sahibinin derlediği görüşleridir. Kişi kendisini "Ateist" olarak nitelendirerek, inandığı hiç bir kutsal olmadığını iddia etse bile, onun kutsalı ateizm'in öğretileri olup tabi olduğu "Kutsal Kitap" mutlaka vardır. Bu terimi illaki yazılı bir materyal içindeki düşüncelere tabi olmak şeklinde düşünmeyelim , bir futbol kulübüne veya bir müzik gurubuna olan aşırı ilgi, bunları kutsanmış ve bir şekilde ilah derecesine yükseltilmiş konuma getirmektedir.
Biz "Kutsal Kitap" terimini, Allah (c.c) nin indirmiş olduğu vahy kitapları çerçevesinde değerlendirerek kapsamı biraz daha daraltıp, bu terimin elimizde olan "Kur'an" ile ilgisine dikkat çekmeye çalışacağız.
Allah (c.c) neden kitap ve elçi gönderir?.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yegane sahibi olarak , yarattığı insanların yaşamları içinde yapması ve yapmaması gerekenleri kurallara bağlamıştır. Bu kuralları biz insanlara bildirmek için bizlerden olan insanları seçerek onlara vahy yolu ile kitaplar indirmiştir. Tevrat , Zebur , İncil , Kur'an adı ile bildiğimiz bu kitaplar yazıya geçirilerek kaybolması önlenmiştir. Yazıya geçirilme sürecinde bu kitapların muhteviyatına ilave veya eksiltme şeklinde müdahelelerin olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Bunları tartışmak bu yazının konusu değildir , bu yazının konusu Kur'an çerçevesinde "Kutsal Kitap" teriminin hayat içindeki işlevi nasıl olmalıdır ? sorusunun cevabı üzerinde olacaktır.
Kur'an, 1500 yıl kadar önce Arap yarım adasında yaşayan Muhammed (a.s) adlı kişinin elçi seçilmesi suretiyle ona inmiş olan bir kitaptır. Elimizde mushaf yani sahifelenmiş halde bulunan bu kitap , Muhammed (a.s) a 23 senelik bir zaman zarfı içinde sözlü olarak inmiş ve Muhammed (a.s) hayatta iken yazıya geçirilmiştir. Elimizdeki mushafın içinde, Muhammed (a.s) a indiği halde mushafa alınmayan veya inmediği halde mushafa alınmış olan ayetlerin var olup olmadığının tartışılması her iki türdeki iddia sahiplerinin somut bir delil ortaya koyamaması yani ne mushafa alınmayan ayet ne de mushafa vahiy harici konmuş bir ayet olup olmadığı yönünde elimizde orjinal bir Kitap olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. Bizim bu konudaki kanaatimiz , elimizdeki Kur'anın Muhammed (a.s) a indiği şekli ile ne eksik ne fazla bir biçimde korunmuş olmduğu yönündedir.
Bizim asıl konumuz, elimizde olan bu Kitab'ın içinde eksiklik veya fazlalık olup olmadığının tartışılması değil , elimizde olan Kutsal Kitab'ın işlevi nedir ? sorusunun cevabını aramaktır.
Günümüze baktığımız zaman biz Müslümanların elimizde olan mushaf ile ilgili olarak yaptıklarını 2 gurup altında incelemek mümkündür.
Gelenekten gelen bir inanç olarak, mushaf dediğimiz yazılı materyal, kutsal bir yapıya büründürülmüş olup, ha deyince dokunmanın mümkün olmadığı bir kitap haline sokulmuştur. Dokunmak için abdestli olmak gerektiği , adetli bir bayanın buna el sürmesinin mümkün olmadığı yönündeki görüşler hepimizin malumudur.
Onunla ilgili olarak ilk ritüeller geçildikten sonra onun içindeki surelerin veya ayetlerin belirli gün ve zamanlarda okunması , belirli hastalıkların , evde kalmış kızların , imtihana girecek çocukların başarılı olması , eve hırsız girmemesi , karı koca arasının birleştirilmesi gibi daha sayamayacağımız bir sürü konunun halledilmesi için gerekli kılınmıştır.
Bu durumu hasta olduğu için doktora giden , doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp tatbik yerine sadece reçeteyi okumakla hastalıktan kurtulacağına inanan bir hastanın örneğine benzetebiliriz.
Gelenekteki bu inanca karşı alternatif olarak ortaya konan "Kur'an Müslümanlığı" şeklinde bir sloganla ortaya çıkan düşüncenin ifrata karşı tefrit şeklinde ortaya çıkan düşüncesinde, Kur'anı öncellenmesine rağmen bu öncellemede bir takım sıkıntıların olduğu bir vakıadır.
Klasik İslam düşüncesinde, Kur'an adı var kendi yok mesabesinde bir Kitap olup , onun işlevi rivayetler kanalı ile oluşturulmuş din anlayışını onaylamak olmuştur. Kur'andan onay almayan bir rivayet , ilgili Kur'an ayetlerinin te'vil veya anlam olarak tahrifi yolu ile rivayetler ile uyumlu bir hale getirilerek sunulmaktadır.
Bu yanlışa karşı çıkan "Kur'an Müslümanlığı" hareketi ifrata karşı tefrit yöntemini tercih ettiği için bir takım hataları içinde barındırmaktadır. Bu hataların en başta geleni Kur'anın yaşanmış hayata dair olan bilgi ve kabullerini red ederek sadece mushafı kutsallaştırarak bir bakıma "Mushafperestlik" şeklinde ortaya çıkan duruma imza atarak red ettiği ve eleştirdiği geleneksel anlayışın yanlışına ortak olmuştur.
Mushafın içeriğinden çok kağıdına kudsiyet atfeden geleneksel düşünceye karşı, "Sadece Kur'an" sloganını üreterek uydurma rivayetleri atma adına , tüm yaşanmışlığı red eden bir yapıya bürünerek birbirine düşman diyebileceğimiz bu iki zıt düşünce, bu noktada ortaklığa gitmişlerdir.
Yeni bir trend "Mushafperestlik"
Klasik İslam düşüncesinde hadisleri vahiy sayarak , Muhammed (a.s) ın her yaptığınının , her söylediğininin "vahiy" olduğunu iddia ederek onu robotlaştıran ve anlayışa karşı çıkanların bir kısmı , aynı robotlaştırma düşüncesine, Enam s. 38. gibi ayetler üzerinden hareket ederek "Kitap'ta eksik olmayan bir şey olmadığı" iddiasını dile getirerek (bu ayetin Kur'anı kast etmediğini hatırlatalım) neredeyse ayakkabı bağlamayı bile Kur'ana nisbet ederek kendilerini robotlaştırmaktadırlar. Halbuki Kur'an robotlaştırıcı bir kitap değil , insana insiyatif veren ve onu hayat içinde çalışan , akleden bir insan olarak yaşam içinde kendisine gerekli olan hükümleri Kur'an ışığında çıkarmasını istemektedir.
Geçmişteki hadisi kutsayan ve Kur'anı literal bir anlayışla okuyarak yoruma kapatan ve elçiyi robotlaştıran selefi anlayışın bir benzeri "Selefi Mealcilik" diyebileceğimiz bir şekilde modernize edilmiş vaziyette insanı robotlaştırmış olarak karşımızda durmaktadır.
İçtihad kapısını kapatan geleneksel fıkıh ile "İçtihad" diye bir terimi duyduğu zaman elektirik çarpmışa dönen "Selefi Mealciler" ellerindeki Kur'anın yaşanan bir hayata dair yol işaretlerini belirleyen bir kitap olduğunu bilmedikleri için, herşeyin çözümünü Kur'an içinde aradıklarında ve aradıkları çözüme dair ellerindeki kitabın bir çözüm sunmadığını gördüklerinde Kur'anı red ederek "Deizm" veya "Ateizm" yoluna sapmaktadırlar.
Bu durumun suçu, Kur'anda mı yoksa onu okuyanda mı ?.
Suçlunun tesbitini yapmak için Kur'anın nasıl bir kitap olduğu konusu aydınlığa kavuşturulmalıdır.
Kur'an insanı merkeze alan ve onların yaşadıkları hayat içinde uymaları gereken ana kuralları belirleyen bir kitap'tır. Tali kurallar , insanların yapacakları çalışma ile literatürdeki ismi "İçtihad" olan hukuksal düzenlemeler ile yapılacaktır. Aksi takdirde 1500 sene inmiş olan bir kitab'ın bu güne dair olan söylemini tesbit etmek mümkün değildir.
Olayı ceza hukuku açısından örnekleyecek olursak ; 1500 sene öncesinin yaşamı içindeki suçların adedi ile şimdiki zaman veya gelecekte yaşanacak zaman içinde meydana gelecek suçların adedi aynı değildir. Kur'an hırsızlık suçuna tek bir ceza önermesi yaparken , bu gün adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz bir çok kategoride değerlendirilebilecek ve hepsine aynı derecede ceza verilemeyecek suçlar çıkmıştır.
Veya suç olup ta Kur'anda cezası bulunmayan bazı cürümlere "Selefi Mealci" mantığıyla yaklaştığımızda , Kur'an da cezası yok o zaman suç sayılmaz" mı diyeceğiz?.
Burada insan faktörü devreye girerek "Kutsal Kitab" ın belirlediği bazı cezalardaki maksadı dikkate alarak diğer suçlara uygun cezaları hukukçular tayin edecektir.
"Kutsal Kitab" ın muhteviyatı içinde olan cezaların maksadı nedir?.
Kur'an içinde katl , fesad , zina , hırsızlık , iftira gibi suçlara tatbik edilmesi gereken suçlardaki maksadı düşünerek diğer suçlar için bu maksada uygun cezalar verilmesi mümkündür. Bu cezalardaki maksad nedir ? denildiğinde cevabımız , "CAYDIRICILIK" olacaktır. Bu gün Kur'anda arayıpta bulamadığımız bir suçun cezasını , hukukçular tayin edecektir , bu tayin etme sürecinde verilecek cezanın caydırıcı olmasına dikkat edilecektir , bunun ters bir durum suça teşvik eden bir hal alır ki yaşanılan toplum suçlular cenneti olur.
Kur'an içinde bazı durumlar ile ilgili olarak yapılması gereken eylem "Örf'e göre" veya kişinin maddi seviyesine göredir. Bu tür ucu açık uygulamalar kitabın bir hukuk kitabı değil hukuksal uygulamaların nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair bilgiler içermekte olduğunun göstergesidir.
Yaşanan hayatın şartlarının her an değişmesi o hayat ile ilgili yeni düzenlemeleri beraberinde getirmesi gerekmektedir. Kur'anın öncelikle inmiş olduğu zaman içinde yaşanan hayata dair olan söylemleri ve önermeleri bu noktada dikkate alınması gerekmektedir.
"Mushafperestlik" veya "Selefi Mealcilik" şeklinde ifade ettiğimiz söylem, elimizde olan kitabın her şeyin açıklayıcısı olmasından hareketle , hayatın bütün zamanlarında karşımıza çıkan sorunlara dair bir çözümüne dair yaklaşımlarını bizlere bıraktığının farkında değildir. Noktasına virgülüne kadar her şeyi kitap içinde arayan bu zihniyet karşısına çıkan sorulara cevap veremediği , sorunlara kitabi bir çözüm bulamadığı için kabahati kur'ana yükleyerek çareyi çark etmekte yani kitabı inkar etmekte bulmaktadır.
Bu söylem ibadetler konusunda da klasik İslam düşüncesindeki ilmihal hastalığının bir benzerine düçar olmuş bir vaziyettedir. Klasik düşünce bazı ibadetler konusunda olayı sadece şekilsel boyuta indirgeyerek bu şekillerin geometrik biçimde nasıl olacağına dair bilgiler ile donatılmıştır. Bunun karşısında olanlar ise Kur'an da bu tür geometrik ayrıntılar bulunmadığı için özellikle "Namaz" adı bildiğimiz bir ibadetin olmadığının, olamayacağını , olmaması gerektiğini düşünmektedirler.
Başkalarının ihdas ettiği "Namaz hocası" türünden kitapları red ederek ,bu namaz hocası kitaplarını Kur'an içinde arayan insanlar, bu kitabın binlerce yıllık insanlık serüveninin bir uzantısı olan ve insanlığın birikimi üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmişlerdir. Hem kültürel mirası red edip hem de arkeolojik bulgulardaki bazı resim ve heykellerdeki puta tapan insanların yaptıkları ruku , secde gibi eylemlerin şirk olduğundan hareketle namaz ibadetinin de şirk olduğunu iddia etmektedirler.
Bu kişiler hadis , sünnet gibi dini kaynakları red etmede gösterdiği hassasiyeti ,Mısırlıların heykellerini red etmede maalesef göstermemekle birlikte kendi acziyetlerini ve cehaletlerini ortaya koymaktadırlar.
İnsanların ruku , secde gibi şekilsel hareketler ile yüce saydıkları bir varlığa veya objeye karşı yaptıkları tazimin arka planını ve tarihini doğru okuyacak olursak bu bilgileri insanların Allah (c.c) den öğrendiğini görürüz. Adem adındaki yaratılan ilk insana öğretilen bilgileri Allah (c.c) nin öğrettiğini bilmekteyiz. Adem bu bilgileri kendisinden sonra gelen insanlara sözlü ve fiili olarak öğreterek kıyamete kadar sürecek bir ortak hafızanın oluşması noktasında ilk adımı atmıştır.
Kendilerini yaratana karşı nasıl bir kulluk görevleri olduğunu yine kendilerini yaratanın gönderdiği elçiler vasıtası ile öğrenen insanlar, zaman içinde bu görevleri başka ilah ve rablere tahsis ederek şirk işlemeye başlamışlardır. Ruku ve secde gibi gibi ibadetler asıl olarak kendilerini yaratana karşı bir tazim ifadesi iken zaman içinde başka ilah ve rab edinenlerin o rab ve ilahlara karşı bir tazim ifadesi olmuştur. Bu tarihsel arka planı bilemeyen veya işlerine gelmeyen bir kısım "Selefi Mealci" için namaz artık bir şirk , bu şirk'e !! karşı durmak tevhidi bir gösteri haline gelmiştir.
Görülüyor ki, klasik İslam düşüncesine karşı olarak ortaya çıkan hareketin gerekli alt yapı ve arka plan bilgilerini göz ardı etmesi sonucu , Kur'an sadece bazı şeyleri red etme aracı olarak eskilerin yaptıkları gibi mızrak uçlarında gezen bir kitap haline gelmiştir. Hayatlarına dair olan bilgileri yanlış okuma metodları ile silenler , bu yanlışları neticesinde ortaya çıkan durumun suçlusunun kendileri değil, Kur'an veya haşa Allah (c.c) olduğunu düşünerek bunları red etme yoluna gitmektedirler.
Sonuç olarak; "Kutsal Kitap" olarak nitelendirdiğimiz Kur'ana karşı yapılan iki uçlu yanlışı değerlendirmeye çalıştığımız yazımızda , bir yanlışa karşı alternatif doğru üretmek adına ortaya çıkan düşüncenin ,yanlış olarak gördüğü düşüncedeki hataların bir benzerini tekrarlayarak çözüm yerine çözümsüzlük ürettiğini görmekteyiz. Kur'anı bir ilmihal kitabı gibi her şeyi noktasına virgülüne kadar yazması gereken bir kitap olduğunu zannedenler , aradıklarını bulmadıklarında "Bu kitap bize uymuyor" diyerek başka yolları seçmektedirler. Halbuki kitab içindeki bilgilerin genel çizgileri belirttiğini biz insanların bu genel çizgileri takip ederek yaşadığımız zaman ve mekanı ilgilendiren konularda bizlerin düzenlemeler yapmasına müsade ettiğini bilselerdi bu kitabın nasıl bir hayat rehberi olduğunu bilir ve bu kitabın indiricisine secde etmekten başka yol olmadığını daha iyi anlarlardı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)