9 Eylül 2014 Salı

Duhan s. 24. Ayetinin Meali Üzerine Bir Düşünce

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutan kıssaların başında gelmekte olup, DUHAN Suresi içinde bu kıssa anlatılmaktadır. Meal dediğimiz şeyin; meal yapıcısının yorumu olduğu unutulmadan okunması gerektiğini hatırlatarak, bazı ayetler ile ilgili yapılan meallerde görülen farklı yaklaşımları ayetin tahrife uğratılmadığı sürece makul karşılamak gerekmektedir. DUHAN 24 ayeti ile ilgili olarak yapılan mealler genelde şu şekildedir;

Vetrukil bahre rehvâ(rehven), innehum cundun mugrekûn(mugrekûne)

Diyanet İşleri:
"Denizi açık hâlde bırak." Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.

Edip Yüksel:
"Denizi yarılmış olarak terket. Onlar boğulmaya mahkum bir ordudur."

Elmalılı Hamdi Yazır:
Ve denizi açık bırak, çünkü onlar ordu halinde gelip gark olunacaklar

Hasan Basri Çantay:
"Denizi (sen ve ashaabın selâmetle geçdikden sonra) durgun ve açık bırak. Çünkü onlar boğul (mıya mahkûm ol) muş bir ordudur."

Hayrat Neşriyat:
"Ve (karşıya geçince asânla vurarak kapanmasını isteme,) denizi açık bırak! Çünki onlar suda boğul(malarına hükmedil)miş bir ordudur."

Bu ayet ile ilgili olarak tetkik ettiğimiz meallerin hepsi aşağı yukarı bu minvalde olup, sadece sayın Bayraktar Bayraklı hocanın bu ayete vermiş olduğu meal farklılığı dikkatimizi çekmektedir. Sayın hocanın bu ayete verdiği mealin diğer meallere göre daha isabetli olduğunu düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz.

Bayraktar Bayraklı :
"Denizi sükûnetle geç/terk et; çünkü onlar boğulacak bir ordudur."

Sayın hocanın tercih ettiği anlam; ayet içinde geçen "rahven" kelimesinin farklı anlamı olan, bugün bizim dilimizde de kullandığımız "bir çeşit yürüyüş" şeklindeki anlamdan kaynaklanmaktadır. Bugün özellikle Ege Bölgesi'nde yaygın olan rahvan at yarışlarında; atın yürüyüş şekli dörtnala değil, daha hafif bir yürüyüş şekli olup, bu yürüyüş şekline "rahvan" denilmektedir.

DUHAN 24 ayetini sayın Bayraktar hocanın vermiş olduğu meale göre şu şekilde anlamak mümkündür; "Firavun ve ordusunun seni takip etmelerinden dolayı korkuya kapılma ve telaşlanmadan rahvan bir halde yoluna devam et, onlar boğularak sana yetişemeyeceklerdir".

Kurtubî'nin tefsirinde; bu ayetin tefsiri ile ilgili yapılan yorumları alıntılayarak, sayın hocanın bu ayete vermiş olduğu mealin daha önceki yorumlarda da olduğunu görmekteyiz.

"el-Cevherî dedi ki: 'Bu işi sükunetle yap' anlamında deni­lir, 'sakin ve müreffeh bir yaşayış', 'develerin su içtik­leri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük araziyi' anlatmak için kul­lanılır. 'Deniz sakinleşti' demektir."

"Ebu Ubeyde dedi ki: 'Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar' demektir. Yüce Allah'ın: 'Denizi de olduğu gibi açık bırak' buyruğu da buradan gelmektedir. 'Kolay yol alış' demektir. 'At­lar sükunetle geldi' denilir".

İbnu'l-A'rabî dedi ki: 'Yürüyüş­te zorluk çıkarmadı, çıkarmaz' demektir".

"el-Katamî de binekleri nitelendirir­ken şunları söylemektedir: 'Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun içen ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar'. 'Yüksekçe bir yer' demektir. Aynı şekilde içinde suyun top­landığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lafız­lardandır".

"el-Herevî dedi ki: Buradaki 'açık' lafzının Musa'nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. 'Sükunetle yavaş yavaş yürü', de­mek olur. O halde bu Musa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış ha­liyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini ver­me ki, Firavun ve kavmi de içine girsin." 

Sonuç olarak; DUHAN 24 ayetinin mealinin, sayın Bayraktar Bayraklı hocanın yapmış olduğu şekli ile daha doğru olduğunu düşündüğümüzü belirterek, diğer meallerin hatalı olduğunu söylemek istemiyoruz. "Rahven" kelimesinin; telaşsız bir yürüyüş şekli anlamının, ayetin anlamına daha uygun olduğu düşünerek sayın hocayı tebrik ediyoruz.

DENİZİ SUKUNETLE GEÇ/TERKET; ÇÜNKÜ ONLAR BOĞULACAK BİR ORDUDUR.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Muhsanat Kelimesi Üzerinde Tarihi Arkaplan Çalışması

Kur’an; Arap dilini konuşan ve her kavim gibi örf, âdet ve gelenekleri olan bir topluluğa nazil
olmuştur. O’nu anlamak için; "nuzül öncesi tarihi arka plan" diyebileceğimiz, Kitap’a ilk muhatap
olan topluluğun kullandığı kelimeleri ve bu kelimelerin ürettiği kültürü bilmek gerekmektedir. Şayet
bu tarihi arka plan bilgisini hiç düşünmeden, sadece bugün inmiş gibi okuyacak olursak, bazı
kelimelerin kullanılışının tarihi arka plan ile alakalı olmasından dolayı anlama hatalarına düşmek
mümkündür.

Tarihi arka plan bilinmeden, sanki şimdi inmiş gibi okunan bir Kur’an; bizlerin kafasında bir çok
soru işaretinin oluşmasına neden olacak ve bu soruların cevaplarının bulunmamasına sebep
olacaktır. Kur’an’ın nuzül öncesi Arap toplumunun bazı bilindiklerini kullanması, o dönemin göz
ardı edilmeden okunmasını gerektirmektedir ki bu önemli bir noktadır. Salat, hac, kurban gibi
ritüellerin anlaşılmasında, bu tarihi arka planın göz ardı edilerek okunması sonucunda bazı Kur’an
okurlarının trajikomik diyebileceğimiz çıkarımlarda bulunduğunu görmemiz, tarihi arka plan
bilgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

"Muhsanat" kelimesi, yukarda belirtmeye çalıştığımız düşünceler içinde anlaşılmaya çalışılmadığı
takdirde, kişilerin zihninde; Kur'an’da sanki çelişkili ifadeler varmış gibi bir düşünce oluşturabilir.
Bu kelimenin; bir ayette "evli kadın", başka bir ayette "bekar kadın" anlamına gelmesi, bu arka
planı bilmeden yapılan okumalarda kafaların karışmasına sebep olmaktadır.

“Muhsanat” kelimesi; kale anlamına gelen "elhısnü" kelimesinden türemiştir. Mecaz olarak; her
türlü korunmayla ya da hazırlıklı olmayla ilgili kullanılmaktadır. Buradan hareketle; beden için
sağlam bir kale mesabesinde olduğundan dolayı zırh'a (dır'ün hasinetün), binicisi için bir koruma
olması nedeniyle erkek at’a (feresün hisanun) denmiştir. "Hasenün" kelimesi; ya iffeti, namusu
aracılığı ile ya evliliği ile ya da benimsediği şeriatı ve hürriyeti gibi bir maniden dolayı koruma
altında olan kadın anlamına gelir (el müfredat).

Bu kelimeye geçmeden önce HaSaNe(ortadaki harf sad iledir) kelimesinin Kur’an’da geçtiği
diğer ayetlerin meallerini verelim;

[021.091] Mahrem yerini koruyan (ahsenet) Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve
oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.

[066.012] Mahrem yerini korumuş (ahsenet) olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona
ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden
itaat edenlerdendi.

[021.080] Ve sizin için ona, zorlusavaşınızda sizi korusun diye (lituhsineküm), '(madeni)
giyimsanatını' öğrettik. Buna rağmen siz şükredenler misiniz?

[012.048] Sonra onun arkasından yedi kurak yıl gelecek, koruyacağınız (tuhsinune) az bir
miktar hariç, önce biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.

[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey
inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin (husunuhüm) kendilerini
Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi,
kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl
sahipleri! Ders alın.

[059.014] Onlar müstahkem şehirlerde (muhassenetün) veya siperler arkasında
bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.
Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını
kullanmayan bir topluluktur.

Konumuz ile ilgili olan ayetler de şunlardır;

[004.024] Evli kadınlarla (elmuhsanat) evlenmeniz de haram kılındı. Maliki bulunduğunuz
cariyeler müstesna, bunlar, Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunlardan başkasını, zinadan kaçınıp, iffetli olarak, mallarınızla istemeniz size helal kılındı. Onlardan faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerini verin; kararlaştırılandan başka, karşılıklı hoşnud olduğunuz hususda size bir sorumluluk yoktur. Allah Bilen'dir, Hakim'dir.

[004.025] Sizden, hür mümin (elmuhsanat) kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse ellerinizdeki mümin cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velilerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir. Cariye ile evlenmedeki bu izin içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlar ve merhamet eder.

[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin
(yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.
Mümin kadınlardan iffetli olanlar (velmuhsanat) ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, (velmuhsanat) mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.

[024.004] İffetli kadınlara (elmuhsanati) zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahidliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.

[024.004023] İffetli, (elmuhsanati) habersiz, mümin kadınlara zina isnat edenler dünya
ve ahirette lanetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahidlik
ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.

[024.033] Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden)
mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik)
görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara
verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak
(tehassûnen) isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa,
bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

NİSA 24 ayetine baktığımızda; 22 ve 23. ayetten gelen bir bağlamı olup, evlenilmesi haram olanlar
beyan edilmektedir. Evlenilmesi haram olanlara "elmuhsanat" da ilave edilerek "meleket eymanukum" ibaresi ile bir istisna getirilmiştir; yani “meleket eymanukum” statüsüne tâbi olan
savaş esirleri olan kadınlar, evli olsalar dahi otomatikman nikahları düşüyor ve boşanmış hale
gelerek onlarla evlenme helal ediliyor. Bu ayet içinde geçen "muhsanat" kelimesi; evlenerek
kocası tarafından koruma altına girmiş olan kadınlar için kullanılarak, boşanma işlemi
gerçekleşmeden onların başka biri ile evlenmelerinin haram olduğu beyan edilmektedir.

"Meleket eymanukum" kelimesi ile ifade edilen terimin, savaş esiri olarak kullanılmasının Kur'an’î
dayanağını; AHZAB 50 ayeti için Nebi’ye helal kılınan eşler beyan edilirken "ve mâ meleket
yeminuke mimme efe e Allahu (Allah’ın sana ganimet olarak verdiği elinin altındakiler)"
ibaresinden öğrenmekteyiz.

NİSA 25 ayetindeki "muhsanat" kelimesinin; bekar ve hür mü'min kadınlar için kullanılmakta
olduğunu görmekteyiz. “Eğer ‘muhsanat’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenmeye gücünüz
yetmiyorsa, ‘meleket eymanukum’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenin” buyurulmaktadır. Bu
cümleyi anlamak için; nuzül dönemi yaşantısı önemli bir unusur olup, o zamanki durumu
bilmediğimiz takdirde NİSA 24 ve 25. ayetlerde kullanılan kelimeleri anlamak zorlaşacaktır.

NİSA 24 ve 25. ayetlerde geçen kelimeleri, sadece "bekar kadın" olarak anlamlandırdığımız
takdirde; “bekar kadınlarla evlenmek neden haram?” sorusu akla gelecektir. Sadece "evli kadın"
olarak anlamlandırdığımız takdirde; bu sefer de “evli kadınlarla evlenmek neden helal?” sorusu
akla gelecektir ve içinden çıkılmaz bir hale gelecektir. Kelimeyi, “korunaklı olmak” anlamı
üzerinden okuduğumuz takdirde; o kadınların evli veya bekar olma durumları ayet içindeki
bütünlükten anlaşılacaktır.

Nuzül dönemi yaşantısı içinde; kadınların hür yani "muhsanat", esir olmuş yani "meleket
eymanukum" statüsüne tabi iki ayrı kadın gurubunun olduğu yine Kur’an içindeki ayetlerden
öğrenilmektedir. Savaş esirliği sebebi ile kölelik dediğimiz olgu Kur’an’ın nazil olması ile gündeme
gelmiş bir durum değil; Allah(cc)’ın savaş ile ilgili olarak koymuş olduğu evrensel yasalardandır.
Bazılarının kölelik müessesi yüzünden İslam’a karşı bir takım hakaretlerde bulunmalarına karşın
"islam köleliği kaldırmıştır" şeklinde bir müdafâ çok gereksiz ve yanlış bir durumdur. Yanlış olan
durum; savaş esiri olarak müslümanların eline geçmiş olan kadınların nikahsız olarak alınması
durumudur. Ayetler nikahsız bir ilişkiye zaten cevaz vermemektedir.

Allah(cc)’ın savaş ile ilgili koyduğu evrensel yasalardan birisi; yenilen tarafta savaşanların, yenen
tarafın eline sağ olarak düşmesi sonucunda esir hükmüne tâbi olmalarıdır. Kur’an’ın nâzil olduğu
Arap toplumunda da bu yasa geçerli olup, düşman tarafın kadın ve erkekleri savaşta ganimet
olarak galiplere paylaştırılmaktaydı. Kur’an nâzil olunca, bu statüdekilerin durumlarını iyileştirme
adına bir takım düzenlemeler getirmiş olup, içki ve kumar örneğinde olduğu gibi tamamen
kaldırılmamıştır. Konumuz kölelik ve cariyelik olmadığı için konumuza açıklık getirecek kadarı ile
yetiniyoruz.

NUR 4 ve 23. ayetlerinde geçen "muhsanat" kelimesi; nuzül sebebi olarak Aişe validemiz ile ilgili
olsa bile, bu ayetlerde evli ve bekar ayrımı yapılmamakta ve suçsuz kadınlara yapılan zinâ
iftirasının cezası ile ilgilidir.

Burada hatırlanması gereken bir durum da şudur; Kur’an’da geçen kelimeler cümle içinde
kullanımına uygun olarak anlam kazanırlar. Bu durum "çok anlamlılık" olarak izah edilen Arap
dilinin bir özelliğidir. “Muhsanat” kelimesini sadece "evli kadın" veya "bekar kadın" anlamı
etrafında düşünürsek, ayetler arasındaki olan uyumu ters anlayıp uyumsuzluk olarak görmek
mümkündür. Bu kelimenin esas anlamı “korunmak” olmasından yola çıkılarak, ona göre bir
okuma yapmak gerekmektedir.

Bugün bir kısım Kur’an okuyucusunda gözlemlediğimiz sorun bu olup, "Kur’an’dan bir yerde
geçen kelime, bütün ayetlerde aynı anlamda kullanılması gerekir" şeklinde bir iddia içinde
oldukları görülmektedir. Böyle bir dil kuralı; bırakın Arapça’yı, kullandığımız Türk dilinde bile yoktur.

Misalen; "yüzdüm" kelimesini tek başına kullandığımız zaman; birisi kalkıp "denizde mi yüzdün?"
yoksa "deriyi mi yüzdün?" diye soracaktır. Bunun gibi bir çok örnek mevcuttur. Bu düşünce ile
Kur’an’ı okumaya çalışanların içine düştükleri çelişki ve çıkmazlara şahit olduğumuz için böyle bir
hatırlatmayı uygun gördük.

Sonuç olarak; “muhsanat” kelimesini baz alarak, Kur’an’daki kullanılan bazı kelimelerin anlamını
tarihi arkaplan bilgisi gerektirdiği düşüncesini dile getirmeye çalıştık. Bunu söylerken Kur’an’ın
hadise muhtaç olduğu vurgusunu yapmak istemediğimizi de beyan edelim ki; bazı
yazılarımızdaki anlatmak istediğimizi anlamakta zorlananlar böyle bir iddia içinde olduğumuzu
zannetmektedirler. Kur’an’ın, yaşanan bir kültür ve dil mensuplarına hitap ederek nazil olması;
bizlerin önce o kültürün ve dilin yapısını bilmemizi gerektirir. Arap’a dilini öğretmek adına yapılan
çalışmalar; aynı Kitap tarafından geri çevrilerek, yapılan yanlışlar yapanın aynen yüzünde
patlamaya mahkumdur. Kur’an kendi içinde öyle uyumlu bir kitaptır ki; bir kelime üzerinde yapılan
oynama, aynı kelime ve türevlerinin geçtiği ayetlerde kelime üzerinde oynayanın yüzünde patlar.
Bu tür kelime oynamaları ile tahrif edilen ayetlere örnekler, blogumuzda bazı yazılarda mevcuttur.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Haram Olan Yiyecekler ve Haramlığın Tespiti Meselesi

Allah cc tarih boyunca insanlar içinden seçtiği elçileri vasıtası ile emirlerini ve nehiylerini onlara bildirmiştir. Son elçi Muhammed as ile aynı durum tekrarlanmış ve din artık kemale erdirilmiştir. Kur'an içindeki bilgiler bizlere haram ve helalin tayininde de yeterli bilgiyi vermiş olmasına rağmen son elçi Muhammed as a yüklenen kur'an dışı görevde haram helal tayininde onunda Allah cc gibi yetkili olduğu gibi bir düşünce oluşturulmuş ve bu düşünce uydurma rivayetler ve kur'an içindeki bazı ayetlerin hevaya uygun te'vili sonucu çoğunluk tarafından kabul görmüştür.

Muhammed as ın ordu komutanı sıfatı gereği olarak savaş stratejisi içinde ehli eşeklerin kesilmemesi emri, sanki ehli eşek etinin kıyamete değin haram olduğu gibi bir algı oluşturmuş ve müslümanlar arasında elçinin haram ve helal koyma yetkisi tartışmalara sebeb olmuştur. Yönetici makamında olanlar durum gereği bir takım yasaklamalar koyarak toplumun menfaatleri doğrultusunda karar alma yetkisine sahiptirler ve Muhammed as da Medine de yönetici makamında olduğu için bir takım yasaklar getirmiştir , onun bu yasakları Allah cc nin koyduğu yasaklar ile aynı seviyede asla olamaz. Erike hadisi adı altında uydurulan rivayette , "kendisine kur'an ile beraber başka bir şeyin verildiği ve onun yasaklarının aynen kur'an yasağı gibi olduğu" gibi bir iftira uydurularak kitaplara sokulmuştur. 

Şu noktayı hatırlatmakta fayda görmekteyiz; Muhammed as ın haram helal koyma yetkisi gündeme geldiğinde , böyle bir yetkisi olmadığını düşünenler , böyle bir yetkisi olduğunu düşünenler tarafından tekfire varan sözlerle ilzam edilmektedir, Muhammed as "bende böyle yetki var" deyip te bizler onu red etmiş değiliz , ancak onlar kur'anın ona yüklemediği bir yetkiyi uydurma rivayetler ile yükleyerek ona iftira atmaktadırlar.

Bugün kola ,sigara, deterjan vs gibi bazı ürünlerin sahiplerinin yabancı olması ,sağlığa zararlı veya ondan elde edilen gelirlerin müslümanlar aleyhine kullanılması gibi bir durum hasıl olduğunda yöneticler o tür ürünler ile ilgili olarak yasaklama getirme yetkisine sahiptirler,
ancak bu yasaklamayı getirirken "haram" hüküm koymak gibi bir yetkileri asla yoktur.
Haram kelimesini ıstılahi anlamda yani sadece Allah cc nin yetkisinde olan bir yasaklama olarak değilde, lügat anlamı olarak kullandığımızda yöneticilerin veya bir doktorun hastasına bazı şeyleri yasaklamaların kendi yetkilerinde olduğunu söylemek mümkündür.

Elçi demek bir makamdan alınan mesajı makam sahibinin iletilmesini istediği kimselere iletmek anlamına gelmektedir , bunu derken Muhammed as ın sadece postacı seviyesinde olduğunu söylemek istemiyoruz , elçi getirdiği mesaj ile kendiside muhatap olduğu için o mesajın ona yüklediklerini  kendi hayatı içinde yaşayarak örnek olmuştur. Ancak mesaja haram helal şeklinde yeni hükümler ilave etmek gibi bir yetkisi asla yoktur.

Haram kelimesi , yasaklamak anlamında olup bu kelimenin kur'an içinde Allah cc ile ilgili anlamı onun bizler için koymuş olduğu kıyamete kadar geçerli olan bir takım kuralları kapsamaktadır. Bu kurallar içinde en geniş biçimde maide s. 3. ayetinde okuduğumuz yenilmesi haram olan yiyeceklerde bulunmaktadır. Bizler için seçmiş olduğu islamın yegane hüküm koyucusu olarak haram kıldığı yiyecekler şunlardır.  

 [005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah Bağışlayan'dır, merhametli olandır.

Muhammed as ın bu yasaklara ilave olarak kıyamete kadar geçerli olacak bir yasaklama getirme yetkisine sahip olmadığına göre adı verilen liste harici bazı hayvanların kedi ,köpek vs etlerinin hükmü konusunda bir takım tereddütler oluştuğuna şahid olmaktayız. Muhammed as ın haram helal yetkisi ile ilgili diğer zamanlarda yazmış olduğumuz yazılar mevcut olduğu için konuyu uzatmamak adına teferruata girmiyoruz. 

 [005.001]  Ey İnananlar! Akidleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helal görmeksizin, size bildirilecek olanlar dışında, hayvanlar(behimetül enam) helal kılındı; Allah dilediği hükmü verir. [022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.

"Haram olduğu bildirilenler dışındakilerin helal olması" ibaresi önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kemale erdirilmiş dinde yenilmesi haram olan olanları en teferruatlı biçimde maide s. 3. ayetinde görmekteyiz, bu demektirki okunanların dışında olanlar helaldir. 

"Eşyada asıl olan ibahadır" yani helal olmasıdır şeklindeki mecelle kaidesi doğru bir kaide olup bir şeyin haramlığına dair kesin nas yani hükmü ve delaleti kat'i olan bir karine olmadan "bu haramdır" şeklinde bir hüküm vermek asla doğru değildir. Delaleti ve hükmü zanni olan hadis rivayetlerini önce gayri metluv vahiy kategorisine koyup ayet hükmüne getirmek ,sonra delaleti ve hüküm kat'i nas yerine koyarak hadislerden haram esası çıkarmak nahl s. 116. ayeti ile bizleri yüzyüze getirir. 

 [016.116]  Diliniz yalana alışmış olduğu için, «şu haram, bu helaldir» demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.

Bu tür ayetleri kendi üzerimize alma alışkanlığımız olmadığı için, "bu ayetin hükmü müşrikler içindir" demeden, din adına delaleti ve hükmü kat'i bir nas olmadan "şu haramdır bu helaldir" demenin ne anlam geldiğini beyan etmektedir.

İnsanlarda "damak tadı" denilen bir olgunun var olduğunuda burada belirtmek gerekmektedir, rivayetlerde Muhammed as ın kabak yemeğini sevdiği , keler etini , soğan ve sarmısağı sevmediği yönünde bilgilere rastlamaktayız, bu onun insan olmasının bir tezahürü olup onun sevdiği kabağı herkesin sevmesi , sevmediği keler etini veya soğan sarmısağı herkesin sevmemesi gibi bir zorunluluk yoktur. Damak tadı dediğimiz olgu kişilerin yaşadıkları topluma göre değişkenlik arz edebilir . Bir toplumda çok sevilen yiyecekler başka bir toplumda nefret edilen yiyecekler olabilir. 

İnsan olarak, herhangi bir yiyecek konusunda sevmek yada sevmemek gibi tercihlerimiz olabilir ama  "haramdır" şeklinde bir hüküm koymak hakkına sahip değiliz. Kur'anda beyan edilmeyen fakat dünyanın bazı ülkelerinde yenilen kedi, köpek ,böcek vs hayvanların haram olup olmadığı meselesi kafalarda soru işaret olarak gezmekte olduğu da malumdur. 

Kur'anda haram olarak beyan edilmeyen bazı hayvanları başkalarının mutfak kültürü içinde yer almış olması onların damak tadı ile ilgili bir durum olup haram helal gibi bir telakki içinde olaya bakmamaktadırlar. Bizlerin böyle bir damak tadı olmaması veya mutfak kültürümüzde yer almaması onların haram olduğunu göstermez. Fıkhi mezheplerden malikilere baktığımzda bu konuda diğer fıkhi mezheplerden daha geniş bir yelpazeye sahip olduklarını söyleyebiliriz. 

Sonuç olarak; kur'anda haram olarak beyan edilenlerin dışında "şu haramdır" şeklinde bir haramlılık tesbiti yapmak Muhammed as dahil kimsenin yetki dahilinde değildir. Kedi , köpek ,ayı ,yılan gibi bir takım hayvanların yenilmeme hükmü onların haram oldukları için değil, bizlerin alışkanlığı olmadığı için olup yiyemediğimiz hayvanlar olup, bu tür hayvanlar için "haramdır" hükmü vermek nahl s. 116. ayetinin hükmü içine girmek demektir. Bu gibi hayvanları yemek veya yememek haram veya helallik ölçüsünde değil genelde damak tadı ile ilgili bir durumdur. Ülkemiz genelini düşünecek olursak böyle bir kültürümüzün olmaması onları haram kategorisine koyulduğu için yenilmemesi gerektiği gibi bir düşünceye yol açmıştır. 

Bizim kur'ani bakış açısı olarak bakmamız gereken taraf , kur'anda adı konulan yiyeceğin haram olmasıdır , şayet adı konulmamış ise onun haram olma gibi bir durumu olamaz ve şayet yemekten bir tiksinti duymaz isek yiyebiliriz , onları yememenin ölçüsü asla haram oldukları için olmamalıdır, insan yapı itibarı ile helal olan şeyleride sevmeyebilir bu normal bir durumdur,ama ben yemiyorum diye haramdır diyemez , aynı şekilde kur'anda haram olarak geçmeyen fakat geleneksel kültürde yenilmeyen şeyleride haram kategorisine sokmaya kimsenin hakkı olamaz. Fıkhi mezheplerdeki gördüğümüz farklı haramlılık görüşleri olayı kur'ani boyutunun göz ardı edilmesi sonucu ortaya çıkmış olup kimsenin şahsi olarak bir şeye haram damgası vurmaya hakkı yoktur.  

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Maun ve Kevser Sureleri Bağlamında Salat'ın Nuzül Dönemi Arka Planı

Salat kelimesi kur'anda en fazla yer tutan çok anlamlı kelimelerden birisidir. Kur'an nazil olduğu zaman salat adı altında yapılan bir kulluk gösterisi mevcut olup , kur'an bu kelimenin anlamını asli şekline yani olması gereken boyutuna döndürmek amacı ile nazil olmuştur. Bu yazımızda Maun ve Kevser sureleri bağlamında bu kelimenin nuzül öncesi arka planı hakkında düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Allah cc bütün insanların fıtratına kendisini rab olarak bilmeleri ile alakalı bilgileri kodlağını araf s. 172-173. ayetlerinde mealen şöyle beyan etmektedir. 

 
Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.


Bu ayetin beyanına göre kıyamet gününde istisnasız herkes , Allah cc yi rab olarak bilip bilmediğinden sorulacağı için yaratılışlarında bu bilgi onlara kodlanarak , Allah'ın dışında rabler edindikleri takdirde doğacak olan durumdan kendilerinin sorumlu olacakları bildirilmektedir. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler bu sorumluluğunu unutarak Allah cc dışında ilah ve rabler edinenleri uyarmak ve korkutmak için gönderilmişlerdir.

[024.041] Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyle bildi.

Nur s. 41. ayeti araf s. 172-173 de beyan edilen durumu pekiştiren bir ayettir. Allah cc yaratmış olduğu bütün varlıklara uyması gereken kuralları beyan ederek bir düzen içinde hareket etmelerini sağlamıştır. İnsan kendisine verilen seçme serbestiyeti sonucunda hür iradesini kullanarak tesbih ve salatını başka Allahın dışındaki varlıklara hasredebilmekte ve bunun kur'ani adı şirk olmaktadır. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler "salatı ayakta tutma" emrini tebliğ ederek bir olana kulluğa çağırmışlardır.

[011.087]  «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Hud s.87. ayetinde kavminin Şuayb as a söylediği söz bizlere salat kelimesinin altının doldurulmasında önemli bilgi vermektedir. Şuayb as ın kıssasının hatırladığımız zaman Allaha şirk koşan ölçü ve tartıda haksızlık eden kavmine yaptığı tebliği onun Allaha olan salatının bir sonucu ve salatın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bizlere bilgi vermektedir. Buna göre salat sadece belli ritüelleri yerine getirerek, değil daha geniş bir çerçevede anlaşılarak kulluğun Allaha has kılınması şeklinde bir anlama sahiptir.

 [019.059] Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, salatı zayi ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.

Meryem s. 59. ayeti , bu ayet öncesi  zikri geçen elçilerin adı anıldıktan sonra beyan edilerek salatın zayi edilmesinden yani salatın olması gereken yönünden başka bir tarafa kaydığı haberini vermektedir.

[029.045] Sana kitabtan vahyolunanı oku, salatı ayakta tut . Muhakkak ki salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak ki en büyüktür. Ve Allah; yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayeti, Şuayb as ve diğer bütün elçilerin salatın altını nasıl doldurmaları gerektiğinin yaşayarak örneklenmesine paralel bir ayet olup salatı ayakta tutmanın hayasızlık ve kötülüklerden uzak durmak  olacağı bildirilmektedir. Meallerde namaz olarak çevrilen salat kelimesinin bu şekil bir çevirisi kelimenin anlamını daralttığını düşünmekteyiz, namaz adı ile maruf ibadet bir takım ritüellerden oluşmakta olup günün belli vakitlerine tahsis edilmiştir. Namaz, salat kelimesinin içinde bir cüz olup sadece namaza indirgenmesi, namaz kılıp fakat onu kötülüklerden alıkoymayan birisinin yaptıkları hatalar bazılarının elinde kalkan olarak kullanılarak namazı delme çalışmalarına malzeme olmaktadır.

[107.001-7]Dini yalan sayanı gördün mü?İşte o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Vay haline salat edenlerinki ki, Onlar salatlarından gafildirler.Onlar gösteriş yaparlar. En ufak bir yardımı esirgerler.

Maun suresi salatın zayi edilerek şirkin ayyuka çıktığı Mekke şehrinde ilk nazil olan surelerden olarak şehir ahalisinin genel bir portresini çizmektedir. Hitabı yerel bazda düşünecek olursak bu hitabın ilk muhatabı Mekkeli müşriklerdir ,( bu surenin bizlere bir mesajı yoktur anlamında değildir). Salatın kötülüklerden alıkoymasından hareketle onların böyle bir şuur içinde olmadıkları vurgulanmaktadır. Maun suresi içinde bahsedilen , yetim hakkını gözetmemek , yoksulu doyurmamak gibi özellikler Mekkede nazil ilk surelerde çokça vurgulanan bir durum olması salat ettiğini iddia edenlerin yaptıkları salatın olması gereken kapsama alanı ile ilgili bilgiler içermektedir.

[008.035]  Onların Beyt'in yanındaki salatları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devamedegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Enfal s. 35. ayeti Mekkeli müşriklerin yaptıkları salatın değerini anlatan ayetler olarak, o salatın onlara azab olarak geri döneceğini bildirmektedir.

Ayetlerin öncelikle yerel hitab dediğimiz , nuzül dönemi muhatapları ile ilgili olarak verdiği mesajlarının anlaşılmaya çalışıldığı takdirde şöyle bir resim ortaya çıkacaktır. İbrahim as ın tebliğinden ulaşan salat kelimesi ile ifade edilen kulluk bilinci zaman içinde zayi edilmiş şirk bulaştırılmış bir hale getirilmiştir , kevser suresi ayetleri de yakın dönem Mekki ayetleri olarak zayi edilen salatın kime hasredilmesi gerektiğini beyan eder.  

[108.001-3]  (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik. Şimdi sen Rabbine salat et ve  nahr et . Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.

Kevser suresinde emredilen salatın rabbe olmasının arka planında, salatın alemlerin rabbi olan Allah cc dışındakilere hasredilmiş olduğu anlaşılmakta ve asıl yerine oturtulması gerekeni beyan eden bir sure olarak karşımıza çıkmaktadır. Mekkelilerin yapmış olduklarının şirk olduğunu onlara tebliğ eden elçinin karşısına , her elçide olduğu gibi o kavmin mütekbirleri olanca güçleri ile karşı koyarak engellemeye çalışmışlardır , alak s. benzeri surelerde buna vurgu yapılmaktadır. 

[096.009-13]  Gördün mü şu men edeni. Salat ederken bir kulu.Gördün mü; ya o kul doğru yolda ise?Veya kötülüklerden sakınmayı emrettiyse?Gördün mü; ya yalan saydı ve yüz çevirdi ise?

Şuayb as örneğinde görüldüğü üzere Muhammed as da aynı şekilde , salatın kötülükten alıkoyması noktasında tebliğine devam etmesine karşın muhalifler var güçleri ile bunu engellemeye çalışmaktadırlar. Salatın bu şekilde genel bir çerçevesi çizildikten sonra bu kelime ile zikredilen namaz adı ile maruf ibadetin neliği ve nasıllığı konusuna.

Secde , ruku ve kıyam kelimeleri ile ifade edilen kelimelerin şekilsel olarak bir araya gelerek günün belli zamanlarında el yüz , baş ve ayağın su ile yıkanarak yapılan ritüelin adına namaz denilmektedir (4.103/4.43/5.6). 

Secde ,ruku ve kıyamın şekilsel olarak ifade ettiği anlam kişinin ululadığı bir varlığın önünde ona olan saygısının bir gösterisidir. Bu şekillerle yapılan eylemler insanlık tarihi ile aynı bir zaman sürecine sahiptir. İnsan fıtrat olarak yüce olarak bildiği birisine tabi olma itiyadında yaratıldığı için bu itiyadın Allah cc kendisine has olması gerektiğini kullarına beyan etmiştir. Toplu halde yaşamanın yine insanın fıtri bir özelliği olduğunu hesaba katacak olursak birlikte yaşamanın gereklerinden biriside düşünce birlikteliğidir , farklı düşünen insanların bir arada yaşamaları hele bu farklılık çok keskin bir biçimde oluşmuş ise bunun zorluğuna hepimiz şahid olmuşuzdur. İnsanlara Allah cc tarafından elçi ve kitablar ile gönderilen birlikte yaşama klavuzunda bu ihtiyaçlarına uygun olan kulluk gösterileri diyebileceğimiz ritüellerde tarif edilmiştir. Zaman içinde bu monoteist yapı değişi arzederek şirke dönüşmüş ve bu ritüeller Allah cc dışında varlıklara hasredilmeye başlanmıştır. 

Mekke şehrinin kur'an öncesi yapısı bu şekilde idi, secde ,ruku ve kıyam ile yapılan şekilsel gösteriler İbrahim ve İsmail as tarafından yapılan Beytullahın içine doldurulmuş olan putlara yapılmaktaydı. Bu arka plan içinde yapılan bu eylemlerinde sadece Allaha has kılınması istenerek , Allah cc ile kulun arasına konan her ne olursa olsun, şirk vasfını taşıdığı beyan edilmiştir. 

Muhammed as Mekkenin bir ferdi olması nedeniyle böyle bir alt yapı bilgisine sahip bir insan olarak Mekkelilerin yaptığı bu eylemin yanlış olduğunu bilmekteydi , bunu nasıl biliyordu diye sorulacak olursa kur'anı nuzül sırası ile okuyacak olursak Muhammed as ın bozulmamış bir insan olduğu görülecektir,kendisina nazil olan ayetler onun ayetlerin ifade ettiği bilginin alt yapısına sahip olduğunu göstermektedir. "Sen kitab nedir iman nedir bilmezdin" (42.51) ayetini onun imansız olduğuna dair bir bilgi olarak değil, kendisine indirilen kitab dahilindeki bilgilere daha önce sahip olmadığı, kavminin üzerinde bulunduğu dininde kabul edilemez olduğunu bildiği şeklinde okumak gerektiğini düşünmekteyiz , özellikle kıssaların geçtiği ayetlerde "sen bunları daha önce bilmezdin" şeklindeki ayetleri bu şekil bir bilmezlik olarak düşünebiliriz. Duha suresinde "seni dalalette iken hidayet erdirmedimi?" ayetini, bu bağlamda düşünecek olursak onun dalalette olmasını putlara tapmak şeklinde değil bir arayış içinde olmasının işareti olarak okuyabiliriz.

Salatın şekilsel boyutunu özetledikten sonra esas meselenin onun ilmihal bilgileri ile donatılmış şeklinin nasıl olacağından daha fazla, altının nasıl doldurulması gerektiği meselesidir. Gelenekteki yapının namazı ilmihal bilgileri ile boğmasına mütekabil , bu tür bilgilere karşı söylem üretenlerin bir kısmının karşı ilmihal bilgileri içinde boğulduğunu görmekteyiz. 

 Bu konu ile alakalı olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz rivayetler üzerinde durmak gerekmektedir, namaz ibadetin sanki ilk defa Muhammed as ve kur'an ile emredildiği gibi bir düşünce oluşturularak , Cibril'in elçiye namazı öğrettiğine dair olan rivayetlerin güvenilmez olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Kur'anın genel mantık örgüsünden hareketle hiç kimsenin bilmediği ilk defa insanların duydukları bir bilgi kur'anda yer almaz,aksine insanların bildiği ama yanlış olan şeylerin doğrusu anlatılır veya önceden uygulandığı gibi bırakılır. Bundan hareketle namaz diye bilinen ritüeldeki yapılanlar, müşrikler tarafından putlara yapılan ta'zimle bir benzerlik arz etmektedir. Bu yapılan ta'zim in putlara değil, her şeyin yaratıcısı olan Allah cc ye olması gerektiği vurgusu ayetlerde yapılmaktadır. Abdest'in Medinede inen surelerde emredilmesi , vakitlerin farklı zamanda inen surelerde bildirilmesi namazın 23 senelik nuzül süreci içinde tedricen düzenlenmeye gidildiğini göstermektedir.

Bugün müslümanlar olarak yapılan tartışmalar , namaz denilen bir ibadetin olup olmadığı ,varsa kaç vakit olduğu , vakitlerdeki kılınacak rekatlerin nasıl belirleneceği üzerindeki tartışmalar sonu gelmeyen bir kısır döngü halinde sürüp gitmektedir. Tartışılacak bir taraf varsa şudurki; bugün anlamı saptırılmış kuru kuru yapılan bir ibadet haline gelen namazın Allah cc dışındaki ilah ve rableri red etmeye yönelik tarafının gündeme getirilerek yapılan secdenin ,rukunun , kıyamın hayat içine yansıyan taraflarıdır. Namazdaki secdeyi camide yapıp sonra Allah cc dılındaki ilahlara eğilenler ile , namaz diye bir şey yok scde diye bir şey yok deyip şeytana secde edenler arasında herhangi bir fark yoktur.

Toparlayacak olursak; Salat kelimesi ile ifade edilen , kulun ululadığı bir varlığa yönelimi zaman içinde mecrasından çıkarılarak şirk unsuru haline getirilmiş , elçiler salatın bu şekil değişimine asli yönüne çevirmek için gönderilmişlerdir. Muhammed as böyle bir zayi edilişin yaşandığı zaman içinde insanlara gönderilerek salatın kime ve nasıl olmasını muhataplarına tebliğ etmiştir. Salat kelimesi ile ifade edilen , zamanlı ve abdest alınarak eda edilen namazın bugünkü tartışılması gereken tarafı onun ilmihal boyutu olan vakti ,rekatları gibi tarafı değil onun Allah cc ye olan ta'zim göstergesi olması ve belirli şekilleri belirli zamanlar içinde eda edip , sonrasında diğer zamanları Allah cc nin dışındakilere hasretmek şeklinde tezahür eden anlayış salatın asli boyutundan çıkarılmış hali ile Mekkelilerin nuzül öncesi yaptıkları hataya eşdeğerdir. Allah cc bizden ilah olarak sadece ona yönelmemizi istemekte diğer ilah ve rableri red etmemizi istemektedir,namaz içinde bunu dil ile beyan edip namaz sonrası yaşantı ile söylediklerimizi red eden eylemlerde bulunmak yine kur'an ifadesi ile el çırpmaya veya ıslık öttürmeye benzer. Salatın sadece ritüel boyutu ile değil, 24 saatimizi kapsayan bir şekilde sadece Allaha yönelmek diğer ilahları red etmek şeklinde olması gereken boyutu, tarih boyunca gelen bütün elçilerin tebliği olup bizlerinde kuru tartışmalar yerine pratiğe aktarılmış bir salat içinde olmamız gerekmektedir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

19 Ağustos 2014 Salı

Hırsızlık Cezası Bağlamında Had Cezalarının Uygulanabilme Sorunu

İnsanlar yaratılış itibarı ile birlikte yaşamaya uygun bir yapıya sahiptirler , bu birliktelik bir kısım insanın diğer bir kısım insana karşı olarak hak ihlallerini de beraberinde getirdiği malum bir durumdur. Birlikte yaşamak demek, o insanların tabi olmak zorunda olduğu bir takım kurallara uymak zorunda olması demektir,hiç bir insan diğer bir insana canının istediği şekilde haksızlık yapmaya hakkı yoktur,böyle bir cürüm işlediği takdirde toplumun ceza kuralları devreye girerek haksızlık yapanı cezalandırır.

Allah cc alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak arz üzerinde yaşayan insanlara tabi olacakları kuralları elçileri vasıtası ile bildirerek dünya ve ahirette huzurlu bir hayat sürmelerini temin etmiştir. Son elçi Muhammed as vasıtası ile gönderdiği kitap, diğer kitaplar gibi arz üzerinde yaşayan insanların dünya ve ahiretteki huzurlarını sağlamak için bir takım emirler ve nehiyleri kapsamakta olup , bunlara işlenen bazı suçlara verilecek olan cezalarda dahildir. 

Kur'anda , hırsızlık ,cinayet , zina, iftira,yol kesicilik gasp gibi suçlara verilecek olan cezalar beyan edilmiştir. Bugün bu cezaların uygulanabirlik sorunu tartışılmakta olup , tarihselci görüşe sahip olan bir kısım insan özellikle hırsızlık cezasının uygulanabirliği konusunda, "cezada asıl olan caydırıcılık ise bu caydırıcılığı el kesme ile yapmak zorunda değiliz" türünden görüşler beyan ettiğine şahit olmaktayız. 

Bizce asıl konuşulması gereken şey 1400 sene inen bir kitabın muhatapları zamanındaki hırsızlık şeklinin bugün daha geniş bir alana yayılmış olması nedeniyle her suça aynı ceza verilir mi konusu olmalıdır. Bu yazımızda başta hırsızlık cezası olmak üzere had cezalarının kur'anda beyan edildiği şekli ile nasıl uygulanabileceği konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

 [005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti üzerinde bir takım modernist yorumlar ile el kesme cezasının hakiki bir anlam olarak değil mecazi bir anlam olarak anlaşılması gerektiğini düşünenler ile ilgili olarak burada herhangi bir konuya girmeyeceğiz , bu konu ile ilgili olarak müstakil bir yazımız mevcuttur. 

Yazacak olduğumuz görüşler İslam kanunları tarafından yönetilen bir belde olduğu varsayımı ile olacağı için ve böyle bir beldede önce suçun önlenmesine yönelik tedbirler alınması zorunluğu olması gerektiğinin bilinmesi gerekmektedir. Siz eğer hırsızlık yapmayı gerektirecek kadar insanları aç bırakırsanız hırsızlık yapana vereceğiniz ceza zulüm olacaktır öncelikle bunun bilinmesi gerekir , bütün önlemler alındıktan sonra eğer bir kişi hırsızlık yapıyorsa ona verilecek ceza hak olacaktır. Ömer r.a nın kıtlık zamanı hırsızlık cezasının uygulamadığı rivayetleri böyle bir kaygının ürünü olup Ömer r.a nın yapmış olduğu içtihat örnek bir davranıştır. Hatırlatmak isteriz ki bu görüşleri hukukçu kimliği olarak değil , Müslümanlar arasında konuşulan bir konuya dair bir görüş beyanı olarak okunmalıdır.

 Kur'anın hırsıza verdiği el kesme cezasından maksadın caydırıcılığı kuvvetli ve başkalarına ibret olması gereken bir ceza olduğu muhakkaktır. Bu cezayı bugüne taşıyacak olursak karşımıza değişik hırsızlık cezaları çıktığı zaman her hırsızlığa bu cezayı uygulayabilirmiyiz sorusu haklı olarak sorulacaktır.

Bugün bize herhangi bir beldeyi verip , "Alın burayı sadece Kur'ana göre yönetin" deseler elimizde olan kur'ana göre bir beldede ortaya çıkan suçlara kitabın içinden gerekli olan cezayı bulamayacağımız muhakkaktır , 1400 sene öncesindeki yaşanan hayatın şartlarına göre yaşadığımız zaman şartları içinde hırsızlık olarak görülebilecek bir çok farklı suç ortaya çıkmıştır. Adam kitap yazıyor başkası onun kitabının korsan baskı yaparak satıyor ve yazarın emeğini çalıyor,ha keza sanatçı bir müzik albümü çıkarıyor hemen onun korsanı yapılarak sanatçının emeği çalınıyor bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ,  her hırsızlık el kesmeyi gerektirecek bir cezayı mı gerektirir? sorusu burada ortaya çıkarak cevap beklemektedir.
 
Mezhep ve içtihat kavramları bugün özellikle sadece kur'an söylemi içinde olan bir takım insanların nefret ettiği bir kelimedir. Biz bu kelimelerin geçmişte içinin nasıl doldurularak hatalar yapıldığı konusunu konuşmayacağız , ancak bu kelimelerin geçmişteki işlevinin gerekli olduğunu savunarak bu gün Kur'anın hayat içinde uygulama sorunu diyebileceğimiz , ceza konusundaki her ihtiyaç olan ayeti kur'anda bulamayacağımız bizleri bu iki kelime ile ifade edilen şeyleri yapmaya mecburen sevk edecektir. 

Bugünün şartları içinde karşımıza çıkan farklı hırsızlık suçlarına tek tip bir ceza uygulamanın mümkün olmayacağı açıktır. Hukukçular , karşılarına çıkan hırsızlık suçunun ağırlığı nisbetinde bir ceza öngörüsü yapabilir bunun adı İÇTİHAT , eğer hukukçuların her biri karşılarındaki suça farklı cezalar öngörüyorlarsa bunun adı da MEZHEP olacaktır. Bir kısmımızın nefret ettiği bu iki kelime şayet kur'an ile bir yönetim tarzı ortaya konulacak ise olmazsa olmazlardan olarak karşımıza çıkacaktır. Kur'an ceza mantığı olarak caydırıcılık ve başkalarına ibret öngörmekte, suçluya acıma duygusu içinde bir hafifletme öngörmemektedir. 

Bugün eğer kur'an ile bir yönetim şekli sergilemek durumunda kalırsak karşımızdaki sorun kur'andaki cezaların uygulanabilirliğinden çok Kur'anda net olarak belirtilmeyen suçlara karşı verilecek cezalar veya genel çerçevesi çizilmiş olan suçların hangisine denk olarak bu cezaların verileceği sorunudur. 

 [005.033]  Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde bir had cezası görmekteyiz ," yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların" şeklinde bir ibarenin altını nasıl dolduracağımız yine net bir şekilde belirtilmemiştir. El ve ayağın çapraz kesilmesi veya sürülmesi şeklinde bir cezayı hak edenler aynı şekilde hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 1-öldürülmek 2-el ve ayağın çapraz kesimi 3- sürülmek şeklinde beyan edilen 3 farklı ceza çeşidi suçun derecesine göre tayin edilerek uygulanacaktır. Bu uygulamadan önce hangi suça hangi ceza verileceği hukukçuların tayini ile olacaktır. 

 [004.016]  İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tevbe edip düzeltirlerse onları bırakın. Doğrusu Allah tevbeleri daima kabul ve merhamet eder.

Nisa s. 16. ayetinde zina eden iki erkeğe eziyet edilmesinin nasıl olacağı yine Kur'anda belirtilmemiştir. Eziyet şeklinde ifade edilen kelimenin altını doldurmak herhalde işkence olmayacaktır, bu zina türü bugün tedavi edilebilir bir noktaya gelmiş olup , eziyet kelimesinin altını , "o tür fiil işleyenleri o fiilden uzaklaştırmak için gerekli olan işleri yapmak" şeklinde dolduracak olursak tedavi olmak isteyene tedavi ile , istemeyeni o fiili yapmaması için lazım gelen engellemenin hukukçuların tayini yani içtihadı ile belirlenmesi gerekir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbat edecek aranızdan dört şahid getirin, şehadet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.

 Nisa s. 15. ayeti kadınların birbiri ile olan zinasında uygulanacak olan yolu belirlerken yine ucu açık olarak uygulamayı insanların içtihadına bırakmıştır. Evler de tutmak onları hapis ederek bu işi yapmalarını engellemek demek olup eğer ıslah olmak istiyorlarsa onların ıslah olmasına yönelik her türlü tedbir alınması gerekmektedir, tevbe etmeleri onların bu işi bir daha yapmamaları demek olup bu tevbelerini kolaylaştıracak tıbbı tedavi dahil her türlü önlemin alınarak onlar topluma kazandırılacaktır.

Zina ve hırsızlık suçlarının cezalarına baktığımız zaman bu cezadaki maksatlardan birinin o suçu işleyeni toplum içinde ifşa etmek ve bu suçu işleyenlere acımamak gibi bir şeye matuf olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir maksadı gözeterek kur'anda cezası bulunmayan tecavüz suçunun cezası zina cezasından daha ağır olmak şartı ile hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 

[002.178]  Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

Cinayet suçunun cezası ile ilgili olarak , maktulun yakını tercih ettiği takdirde katilin diyet ödeyerek kurtulma şansı vardır , bu diyetin tespiti yine kur'an tarafından tayin edilmemiş yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına bırakılmıştır. Bu şekil bir ucu açıklık kur'anın had cezalarının tarihsellikten evrenselliği çıkarılması anlamını taşır , insiyatifi insanlara bırakarak yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına göre değişkenlik arz eden şartlara uyum sağlamak amacı güdülmektedir.

Nisa s. 92. ayetinde hata ile adam öldürmenin hükmü beyan edilirken diyet olarak "mü'min bir köle" azad edilmesi gerektiği buyurulmaktadır, bugün içinde bulunduğumuz şartlar bizi bu şekil bir diyet ödemekten mahrum kılmış olması kölelik müessesesinin yeniden canlandırmaya mecbur bıraktığını söyleyemeyiz , bu şekil bir diyet yerine hukukçuların bunun yerini tutacak bir diyet içtihadında bulunmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak ; kur'an insanların dünya hayatını düzenleyen bir takım kurallar getirmiştir , bu kuralların içinde insanların birbirlerinin haklarını çiğnedikleri zaman dünya hayatında onlara uygulanacak olan cezalarda mevcuttur. 1400 yıl önce belli bir zaman ve mekana hitab eden bir kitab olarak inen kur'andaki had cezalarını sadece o zaman has kılırak tarihselliği gömmek taraftarı değiliz. 

Kur'an insanlar için kıyamete kadar hayat rehberi olacaksa ki olacaktır , o zamana kadar yaşayacak insanların ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler getirmiştir. Had cezalarındaki maksat üzerinden gidilerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan bazı suçların hukukçular tarafından tayin edilerek uygulanmasına açık kapı bırakılmış olması kur'anın eksik olması değil onun çağlara hitap eden bir kitap olmasındandır. Bu açıdan bakıldığında bir beldenin yönetimi eğer kur'an ile olacaksa öncelikle o suçları işlemeye sevk edecek unsurların ortadan kaldırılarak suça teşvik edilmesi ortadan kaldırılır , bu sağlandıktan sonra eğer birisi suç işlerse caydırıcı ve başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılır ki bir daha bu suçun işlenme olasılığı azalsın. 

Bu noktada "sadece kur'an" söyleminin bazı sıkıntılı tarafları da ortaya çıkmış olduğunu belirtmek isteriz. Eğer bir belde sadece kur'an içindeki hükümler ile yönetilecek diye bir düşüncemiz olduğu takdirde Kur'an içinden bütün hükümleri net olarak bulmamız imkansızdır. Burada insan faktörü devreye girerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan konularda yine Kur'an mantığından hareketle uygun çözümler bulmak hukukçulara düşmektedir. Hukukçuların bu şekil bir çıkarım çalışmasının adı içtihat , hukukçuların kendi aralarında aynı konu üzerindeki farklı görüşleri mezhep olacaktır , her ne kadar bu iki kelimeden bazılarımız ürperse de kur'anı eğer insan yönetiminde kullanacak olursak bu iki kelime ile ifade edilen işler mutlaka olacaktır. 

Yine hatırlatmak isteriz ki , bugün konuşulması gereken şey öncelikle kur'anın hayat içindeki kuralları düzenleyen bir kitap olduğu ve had cezalarının uygulanabirliğinden ziyade Kur'anda hükmü bulunmayan cezaların veya çağdaş ihtiyaçların , Kur'ana bağlı kalarak hüküm çıkarma kabiliyetine haiz olan hukukçuların yetiştirilmesi çabası olmalıdır .

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

17 Ağustos 2014 Pazar

Helakın Evrenselliği Noktasında Kur'anda Bir Gezinti

Malum olduğu üzere Kur'anın pek çok yerinde Muhammed a.s dan önce gelen elçilerin kavimlerinin helak edilmesi ile ilgili bölümlere rastlamaktayız, yine malumdur ki bu helak olaylarının devam eden bir süreç olup olmadığı, şimdi bu tür helaklerin neden devam etmediği gibi tartışmalara da rastlamaktayız. 

Kur'anın helak olaylarını anlatım üslubunun din dili denilen bir üslup içinde anlatılmış olmasının bu olayların sadece gelen elçileri kabul etmeyen , Allah c.c ye şirk koşmaya devam eden kavimlerin başına gelen olaylar şeklinde sınırlayıp, "artık bu tür helak olmaz" şeklinde bir düşüncenin doğru olmadığını düşünmekteyiz. 

Kavimlerin yıkımı onları bu yıkıma götüren sebeplere sarılmaları , dolayısı ile yıkımı hak etmeleri neticesinde gerçekleşmiş olup evrensel yasalar dediğimiz kurallar içinde gerçekleşmiş bir durumdur. Kavme elçi gelmiş olması onlara yaptıklarının hatalı olduğunu bildirmek için olup bilmedikleri bir suç yüzünden helak edilmiş değillerdir. 

[013.011]  Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır, onu Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğini! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur.

Rad s. 11. ayeti , evrensel yasa dediğimiz Sünnetullah'ın işleyişini anlatan bir ayet olarak anahtar konumundadır. Bu kurala göre işleyişin müsebbibi insan olup yaptığı olumlu ve olumsuz eylemlerden hak ettiğini Allah cc dünyada ve ahirette karşılık olarak verecektir.

Helak olayı, Allah c.c nin insanlara ve o insanların oluşturduğu toplumlar üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların çiğnenmesinin doğal bir sonucu olup, konulan evrensel yasalar kıyamete kadar işleyeceği için helak olayları da her zaman olabilirliğini koruyacaktır, asıl mesele bu helakin nasıl gerçekleşeceğinin ipuçlarını yine kur'andan okuyabilmektir.

Bu olayların arkasında yatan sebepleri sadece yaşandığı zaman ve mekana has kılarak okuduğumuz zaman kur'anın bu olayları anlatım sebebi olan "ibret almak" şeklindeki mesajı ötelenmiş ve sadece eskilerin masalları olarak okunmuş olacaktır. Muhammed as dan artık bir elçinin gelmeyecek olması bu helaklerin yaşanmayacağı anlamına gelmemelidir.

[011.120]  Peygamberlere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.
[003.137]  Sizden önce, Allah’ın koymuş olduğu hayat kanunlarına uygun olarak(sünen), nice olaylar, ümmetler geçti... İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dîni yalan sayanların âkıbetlerini görün!
[006.011]  De ki: «Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»
[025.037]  Nuh kavmine gelince, peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Zalimler için acıklı bir azap hazırladık.
[029.015]  Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir ayet yaptık.
[029.035]  Andolsun ki; akleden bir kavim için Biz, orada apaçık bir ayet bırakmışızdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerindeki örnekleri çoğaltmak mümkündür,ayetlerde helak edilen şehirlerden, sonrakilerin ibret alması istenmektedir, bu isteğin sebebi yapılan hataların tekrarlanarak aynı olayın sonrakilerin başlarına gelmesini gerektirecek kuralların işlememesini sağlamaktır.

Bu ayetleri sıraladıktan sonra helak olayının devam eden bir süreç yani Sünnetullah olduğu ile ilgili ayetleri verelim. 

 [007.034]  Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.
 [010.049]  De ki: «Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar.»
[016.061] Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.
[015.005]  Hiçbir ümmet kendi süresini öne alamaz, geciktiremez de.

Bu ayetler ulusların sonlu olmasının bir kural olduğunu , ve bu kuralın illaki uygulanacağını bildirmektedir. Ulusların sonlarını hazırlayan bu kuralı uluslar kendi elleri ile hazırlamakta olup , Allah cc nin keyfi bir tasarrufu asla değildir. Bir çok ayetin "Allah kullarına zulmedici değildir" şeklinde gelmiş olması bu durumun müsebbiplerinin kullar olduğunu beyan eder. Peki kullar kendilerine nasıl zulmeder de kendilerinin sonlarını hazırlarlar?. 

Tabi burada şöyle bir soru akla gelecektir ; Kur'anda kavimlerin sünnetine baktığımız zaman o kavme elçi geliyor ve elçiyi ret etmenin sonucunda helak gerçekleşiyor , peki bugün elçi yok ve kıyamete kadarda gelmeyecek olduğuna göre yıkımın haksızlığı gündeme gelmez mi? . Cevap olarak ,  bu yıkım, aşağıda vereceğimiz örnek ayetler ile ekolojik ve ekonomik dengenin bozularak hayata yansıması sonucunda gerçekleşecektir diyebiliriz. 

 [030.041]  İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.
[002.205]  O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.

Rum s. 41. ve bakara s. 205. ayetleri insanın fesada yönelik olan tarafının çalışması ile arz üzerinde dengelerin bozulduğunu beyan etmekte ve bu yaptıklarının karşılığını onlara gösterildiğini beyan etmektedir buda evrensel kural olup dünyanın dengesinin bozulması yüzünden başımıza gelen sıkıntıları hepimiz yaşamaktayız. Bu ayetlerde beyan edilen ekolojik dengenin bozulması sonucu meydana gelen felaketleri helak olarak niteleyebiliriz. 

 [007.097-98] Kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?Yahut kentlerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?
 [016.045] Kötü işler düzenleyenler Allah'ın kendilerini yere batırmasından yahut farketmedikleri bir yerden onlara azabın gelmesinden güvende midirler?
[012.107]  Allah tarafından, onları kuşatacak bir azaba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler?
[017.068]  Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.

Yukarıda verdiğimiz örnek ayet meallerini sadece Mekkelileri korkutmak için indirildiği zannına kapılırsak bir çok ayetin hükmü otomatikman kalkmış sayılacaktır. İnsanlar yaptıkları ile hak ettiği sonuçlara kıyamete denk ulaşacak olup bu tür felaketlerin bugün olmaz ise yarın olmayacağını kim garanti edebilir?.

Bugün ozon tabakasının delinmesi sonucu meydana gelen felaketlerin ,önlem alınmadığı takdirde ilerleyen yıllarda daha büyük felaketlere yol açmayacağını kim bilebilir? veya kutuplardaki buzulların erimesi ile meydana gelecek olan su basmalarının Nuh as ın kavminin başına gelen tufan gibi olmayacağını kim bilebilir? 

Birde ekonomik dengenin bozulması sonucu meydana gelen helak olayları vardır, bu tür helakin gerçekleşme şekli ise ekonomik krizler şeklinde olup insanları ve ulusları derinden etkilediğine hepimiz şahit olmaktayız. Bu tür helaklere insanın nankör ve unutkan olması yol açmakta daha önceki krizleri unutarak hiç olmamış gibi bir hayat sürmeleri yeni krizlerin doğmasına sebep olmuştur ve olmaya devam edecektir. 

Kur'anın bu durumu anlatan ayetlerinden bir kaç tane örnek sıralayalım. Allah c.c Araf s. 31. ayetinde "yiyin için israf etmeyin o israf edenleri sevmez" buyurarak dengeli bir hayat sürülmesi gerektiğini beyan etmiştir. Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[002.155]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
[010.021]  İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu taddırdığımızda, hemen ayetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar; onlara de ki: «Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.» Elçi meleklerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadırlar.
[011.009]  And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[030.036]  İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
[042.048]  Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[006.042-44]  Andolsun ki, senden önce bir takım ümmetlere de peygamberler gönderdik; dinlemediler. Biz de onları yalvarıp yakarsınlar diye darlık ve sıkıntı ile cezalandırdık.Hiç değilse, onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lakin kalbleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi.Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[007.094]  Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp, «babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa kavuşmuşlardı» dediler. Bu yüzden onları haberleri olmadan, ansızın yakalayıverdik. Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[023.073-77]  Aslında sen, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.Ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar. And olsun ki, Biz onları azabla yakalamıştık, yine de Rablerine boyun eğmemiş ve yakarmamışlardı.Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerdeki bilgiler çerçevesinde, evrensel kural olarak görülebilecek olayların cereyan etmesi helakin elçiler sonrası zamanlar için ekonomik ve sosyal kriz şeklinde meydana gelebileceğini gösterir. 

Yusuf a.s ın , hükümdarın gördüğü rüyayı 7 sene bolluk , 7 sene kıtlık ve ardından yine bolluk olarak yorumlaması,  bizi ulusların kaderi diyebileceğimiz bir noktaya götürür. Her ulusun yaşadığı zaman içinde darlık ve bolluk şeklinde inişli çıkışlı bir hayat üzerinde gittiği herkesin malumudur. Yusuf as kıssası bu evrensel kaderi bizlere anlatarak , bolluk zamanı gelebilecek olan darlığa hazırlıklı olunmasını bizlere öğretmektedir. Bolluk zamanı ambarlarını gelecek olan darlığa karşı dolduran Yusuf as kıtlık ekonomisini başarılı bir biçimde yürütmüş ve ülkesini düze çıkarmıştır.  

Dünyanın global bir köy olarak tanımlandığı çağımızda, ülkemiz harici başka bir ülkede meydana gelen ekonomik zorluklar anında başka ülkelere de sirayet ederek neredeyse tüm dünyayı etkilemektedir. Bu gibi ekonomik krizler beraberinde sosyal krizleri de getirerek toplumların ahlaki yönden de çökmesine neden olmaktadır.

Ulusların bu duruma düşmemeleri , "herkes kapısının önünü temizlerse sokak tertemiz olur"misalinden yola çıkılarak önce kişisel bazda tedbirler ile olacaktır. İsraf, kişileri ve o kişilerin oluşturduğu ulusları yıkıma götüren en büyük faktördür. Bu gün ülkemize baktığımız zaman bir önceki krizden kurtulan insanların , o krizden ders çıkartmak yerine alabildiğince israfa yönelik bir hayat tarzına devam etmeleri evrensel kural olan yeni bir krizin çıkmasına yol açacaktır.

İstatistik verilerine baktığımız zaman milyonlarca kişinin kredi yolu ile aldığı borcun toplamı korkunç boyutları ulaşmış olup devlet tarafından buna engel olmak için bazı çareler düşünülmektedir,tüketime dayalı ekonomik sistem böyle bir engeli delmek için reklam vasıtası ile insanların şuur altlarına öyle emirler göndermektedir ki , kredi kartı olmayan veya bankadan kredi çekmeyen bir insan sanki aptalmış gibi bir hava oluşturularak bu şekil borçlanmayı körüklemektedirler. 

Bankaların bir çoğunun sahiplerinin Yahudi asıllı insanlar olması , bu bankalar tarafından alabildiğince borçlandıran insanımızın , dolayısı ile insanların oluşturduğu bu ülkenin nereye sürüklenmek istendiğinin göstergesidir. IMF denilen uluslararası para fonunun, krize giren ülkeleri kurtarmak!!! amacı ile faiz ile borç vermeleri o ülkeyi ve insanları ne hale getirdiğini uzağa gitmeye gerek kalmadan yaşadığımız ülke üzerinde hepimiz şahit olduk. 

Savaşların artık sadece askeri olarak değil ekonomik olarak yapıldığını düşünecek olursak , bir ülke diğer ülkeyi yıkıma uğratmak onu sömürmek için onu borçlandırma yoluna giderek esir almakta ve istediklerini ona dikte ettirmektedir. IMF denilen örgütün ülkemize borç vermek için koyduğu şartları hatırlayacak olursak bu borcu babalarının hayrına vermedikleri ülkeyi esir almak amacı ile verdikleri görülecektir. 

İsraf ekonomisine uygun olarak harcama yapan insanların , darlık zamanı düştükleri durumdan kurtulmak için yaptıkları gayri meşru işler olan, hırsızlık , fuhuş ,gasp, cinayet v.s eylemler toplumu rahatsız ederek herkesi diken üzerinde oturmasına sebep olmaktadır. Büyük şehirlerdeki duruma baktığımız zaman bu hal bariz biçimde görülmektedir,hatta daha küçük yerleşim birimlerine kadar bu rahatsızlık sirayet etmiştir. 

Kur'anda zikri geçen elçilere baktığımız zaman kavimlerinin şirk işlemesi ile birlikte ekonomik ve sosyal denge konusunda aykırı davranışlar sergilediklerini görmekteyiz. Salih a.s ın kavmine gönderilen dişi deveyi öldürmeleri , ekolojik dengeye ihanet , Şuayb a.s ın kavminin ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarının ekonomik dengeye ihanet , Lut as kavminin cinsel sapkınlığı sosyal ve fıtri dengeye ihanet olarak yorumlanacak olursa toplumların yıkımını hızlandıran sebepleri , şirk , ekonomik , ekolojik ,sosyal ve fıtri dengeyi bozmaları olarak görebilir ve bu özelliklere sahip olan ulusların yıkımlarının hak olduğunu söyleyebiliriz , helak olayını illaki gökten taş yağması şeklinde olmasını beklemeye gerek yoktur toplumların bu şekil çöküşleri de onların helak olması anlamına gelmektedir. Aşağıda vereceğimiz ayet mealleri evrensel kural olarak okuyabileceğimiz ayetlerdir. 

[015.004]  Biz, hiç bir kasabayı bilinen bir yazısı olmaksızın helak etmedik.
[017.016]  Ve Biz bir beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine (hakka itaat etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş olurlar. Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş olur. İmdi onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.
[017.058]  Kıyamet gününden önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir şehir yoktur. Bu, Kitap'da yazılıdır.

Ulusların kaderi ile ilgili kitab , ulusların yapmış olduğu amellerin kuralıdır, yani nasıl bir hayat tarzı sürerlerse ona göre bir karşılık alacaklardır. Allah cc hiç bir ülkeyi yıkımı hak etmeden yani günahsızlar iken yıkıma uğratmaz buda bir Sünnetullah'tır, hud s. 117. ayeti bize bunu beyan etmektedir.

[011.117]  Rabbin, kasabaların halkı ıslah olmuşken, haksız yere onları yok etmez.

Kur'anda kavimlerin helaki ile ilgili ayetlere baktığımızda adı geçen elçilerden önce bir çok elçi o kavme gelmiş olup , o kavmin helak ile neticelenen sonunda içlerinde olan elçi o kavme son gelen elçidir , bu durum bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir.  

[041.013-14] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.»Kendilerine önlerinden, arkalarından elçilerimiz: «Allah’tan başkasına sakın ibadet etmeyiniz» dediklerinde onlar: «Rabbimiz olan Allah dileseydi, üstümüze melekler indirirdi, böyle olunca biz sizinle gönderilen şeylerin hepsini inkâr ettik» dediler.
[011.059] İşte Ad kavmi, Rablerinin ayetlerini inkar ettiler, resullerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular.
[025.037]  Nuh kavmini de Resulleri tekzib ettikleri vakıt gark edib kendilerini insanlara bir ıbret kıldık: hazırladık da zâlimlere elîm bir azâb
[046.021]  Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.

Kur'ana baktığımız zaman zikri geçen elçilerin kavimlerinin helak edilme sünneti olarak onlara elçi gelmiş olmasının gerektiği beyan edilmektedir. 

 [017.015] Kim doğru yola giderse ancak kendisi için doğru yola gitmiş olur ve her kim sapıtırsa ancak kendi aleyhine olarak sapıtmış bulunur. Ve bir günkar kimse başkasının günahını yüklenmez ve Biz bir resûl gönderinceye kadar azap ediciler olmadık.
[026.208] Uyarıcılar olmaksızın Biz, hiç bir kasabayı helak etmedik.
[028.059] Rabb'in memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.

Kur'anda zikri geçen elçilerin kavimlerinin toptan helak edildiği malumdur , dün helak edilen o kavimleri işledikleri suçların aynısını işleyenler de helak edilme ile karşı karşıya geleceklerdir. İçinde bulunduğumuz durumu göz önüne alarak sosyal ve ekonomik ve ekolojik olarak dünyanın geldiği hali görüp helakten farklı bir durumda olmadığımız açıktır. Durum maalesef her geçen gün dahada kötüleşerek daha büyük felaketlere gebe bir hale gelmektedir.

Sonuç olarak; kur'anda anlatılan helak olayları Allah c.c nin koymuş olduğu kurallara riayet etmeden sürülen bir hayatın sonucu olup , bu durum bir kurala yani Sünnetullah'a bağlanmıştır. Günümüzde helak olgusu ulusların , ekonomik,ekolojik,sosyal dengeleri bozarak toplumların ifsat olmalarına sebep olması şekline bürünmüştür. Her türlü dengenin bozulduğu bir toplum içinde yaşamak bizler için bir nevi helak olmak demek olup bu durumdan kurtulmak mümkündür. 

Bu mümkünlük Allah c.c nin Rad s.11. ayetinde " Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğin! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur." şeklinde buyurulduğu gibi toplumlar nasıl ifsad olmak yolunda bir irade beyanında bulunup ,Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlandıysa , aynı şekilde ıslah olmak yolunda bir irade beyanında bulunurlarsa, Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlanacaktır. Aynı durum Enfal s. 53. ayetinde de beyan edilmekte olup insanlar ve onların oluşturduğu ulusların evrensel yasalar olarak belirlenen kaderleri dahilinde yapmış oldukları eylemlerde neyi hak ediyorlarsa onu bulmaları değişmez bir yasadır.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Nur s. 62-63. Ayetleri ve Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma

Kur'an 1400 küsur yıl önce yaşanan hayat içinde inen bir kitab olması nedeniyle, bu kitabın ayetlerinin öncelikle yaşanan zaman ve mekan ile olan ilişkisinin ortaya konulup sonra, "bize dair nasıl bir mesaj taşıyabilir?" sorusunun cevabının aranmasının gerektiğini düşünmekteyiz. "Kur'anın bütün ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" sözünün gerçekle alakasının pek olmadığını ve bu söylemin duygusallıktan öte geçemeyeceğini hatırlatmak istiyoruz. Nur s. 62.63. ayetlerini bu düşünce çerçevesinde değerlendirerek, "bize nasıl bir mesajı taşıyabilir?"sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.

[024.062]  Mü'minler; ancak Allah'a ve Rasulüne iman edenler ve peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin isteyip alıncaya kadar ayrılıp gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler; işte onlar, Allah'a ve Rasulüne iman edenlerdir. Bir takım işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver ve Allah'tan onların bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki Allah; Gafur'dur, Rahim'dir.

[024.063]  (Ey müminler!) Peygamberin davetini, aranızdan bazınızın bazınıza daveti gibi zannetmeyin. İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.

Ayetleri okuduğumuz zaman , mü'minlerin vasıflarından birisinin peygamber ile birlikte ortak bir karar alındığı zaman, yan çizmemek kararın gereklerini yerine getirmek şeklinde bir zorunluluk olduğu görülmektedir. Şimdi birisi kalkıp , " şu anda aramızda peygamber yok bu ayetin otomatikman hükmü kalkmışmıdır?" diye sorsa cevabımız "hayır" şeklinde olacaktır. 

Muhammed as ın yaşadığı zaman içinde nasıl bir konuma sahip olduğu konusunda şunları söyleyebiliriz. Muhammed as Allah cc nin seçmiş olduğu bir elçi ve aynı zamanda Medine'deki devletin başıdır. Bu devleti ilgilendiren bazı durumlar ayet nazil olması ile , veya onun aldığı bir karar ile verilmektedir. Elçinin aldığı karar , ayet veya şahsi içtihadı hangisi ile olsun farketmeden bağlayıcıdır o zaman yaşayan insanları bağlar ve bu bağlayıcılığa Medinede inen ayetler bağlamında şahit oluyoruz. Elçinin bize rivayetler kanalı ile uygulamalarının bağlayıcılığı konusu daha farklı bir konu olup tartışmaya açıktır.

Ayet bağlamında inen emirler o günkü tarihsel bağlamında okunarak , bugüne nasıl taşınabileceği  konusu önemli olup, ayetin tarihselliği içinden evrensellik nasıl çıkarabiliriz şeklinde bir okuma yapılması gerektiği düşünüyoruz. Bunu söylerken zorlama te'villerle ayeti tarihselleştireceğiz veya evrenselleştireceğiz şeklinde değil yaşadığımız zamana dair bir mesajı olabilirmi şeklinde düşünüp ona göre bir cevap almaya çalışabiliriz.

 [009.086]  «Allah'a inanın ve Peygamberinin yanında savaşın» diye bir sure inmiş olsa, onların gücü yetenleri sizden izin isterler ve «Bizi bırak oturanlarla beraber kalalım» derler.
[009.093]  Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyen, geride kalan kadınlarla bulunmaya razı olanlara ve Allah kalblerini mühürlemiş olduğu için bilmeyenleredir.
[033.013]  İçlerinden bir takımı: «Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok, geri dönün» demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden: «Evlerimiz düşmana açıktır» diyerek izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi sadece kaçmak istiyorlardı.
[009.044-45]  Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallariyle, canlariyle savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak için senden izin istemezler. Allah sakınanları bilir.Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalbleri şüpheye düşüp şüphelerinde bocalayan kimseler senden izin isterler.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetler Medinede nazil olan ayetlerdir , ayetlerin bağlamı can ve mal ile imanın ortaya konması gerektiği zaman geri duranlar yani münafıklardır. Ayetler evrensel bir hastalık olan münafıklığın koordinatlarını vermekte olup , dün Medinede ortaya çıkan hastalık bugün ve yarın kıyamete kadar sürecek bir hastalıktır.

Peygamber as ın yaşadığı zaman içinde inen bu ayetlerin evrensel bir boyutu olduğu muhakkaktır. Bugün bu ayetlerin mesajını anlamak için peygamberin yerine kimin konulacağı meselesi önemlidir. 

 [004.059]  Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.

Nisa s. 59. ayeti içindeki " sizden olan emir sahipleri" ibaresi önemli bir ayrıntı olup peygamber as ın yaşadığı zaman içindeki devlet başkanı sıfatı ile yüklendiği görevi ondan sonra gelenler "emir sahibi" sıfatıyla yükleneceklerdir. Burada müslümanlara düşen görev aralarında "emir sahibi" olarak seçilecek olan kişilerin son derece feraset sahibi olması gerekmektedirki,emir sahipleri olarak alacakları kararların ümmeti bölünmeye sevketmeyecek şekilde olsun.

Bu gün müslümanların "ulul emr" sıfatına sahip bir şura heyeti oluşturamamış olması ümmeti ilgilendiren konularda ortak bir karar alınarak birlikte hareket etme imkanından yoksun olmamız bu ayetin gereğini yerine getirmemek anlamına gelmektedir. Medinede inen ayetler Muhammed as ın hem elçi hemde ulul emr sıfatına haiz olduğunu göstermektedir. Muhammed as ın elçiliğinin yerine başka kimse gelmeyecek olması ulul emr sıfatına sahip olan bir kimsenin olmayacağını göstermez. 

Nur s 62.63. ayetlere dönecek olursak bu ayeti bugün şu şekilde güncelleyerek mesajını sadece belirli bir zaman ve mekana has olmaktan çıkartabiliriz. Bugün müslümanların ortak kararı ile seçilmiş olan ulul emr sıfatına sahip şura heyetinin ümmeti ilgilendiren bir karar alığı vakit kimsenin alınan bu karara karşı çıkmak gibi bir lüksü asla olamaz , alınan karara karşı çıkmanın veya kararı delme çalışmalarının islam literatürndeki adı KÜFÜR ve NİFAK tır.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz ayet mealleri  içinde  "izin istemek" şeklinde geçen bahaneleri üretenlerin bahanelerinin geçerli olmadığı , bu şekil bir yol ile ümmet içinde alınan karardan kaçanların MÜNAFIKlar oldukları ayan beyan ortadadır.Münafık karakteri can ve malın ortaya konmasını ortak kararlarda zuhur ederek kararı delmeye çalışır ve bu karkater sadece Medineye has değil zamanlar üstü bir karakterdir.

63. ayetteki "peygamberin davetini başkalarının daveti gibi sanmayın" ayeti aynı şekilde güncellenerek ulul emr sıfatını taşıyanların ümmeti ilgilendiren konularda verdiği kararların bağlayıcı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayeti tarihselliği içinde bıraktığımız takdirde yaşayan bir peygamberin olmaması onun yaptığı çağrının yaşadığı zaman ve mekana hapsedilmesi gibi bir durum ortaya çıkarır ki bu durum ayetin bizlere mesaj taşımaması anşamına gelir , ancak ulul emr sıfatına haiz kimselerden oluşan bir şura heyetinin oluşturulmuş olması ayetin evrensel bir mesaj taşıdığı ve bu heyetin aldığı kararların alelade bir karar olmadığı , bağlayıcılığı olduğunu , herkesin uyması gerektiğini beyan etmektedir. Bu bağlamda "Allaha ve resulune itaat edin" şeklinde geçen ayetleride "resule itaat hadise itaattır" şeklinde durağan bir düşünceden çıkarıp emir sahiplerine itaat şeklinde güncelleştirerek hadisler konusunda mevcut olan bir takım yanlış düşünceleri tartışarak bölünmeye yol açmaktan kurtulmuş oluruz,bu konu müstakil bir yazı konusu olduğu için bu kadarı ile yetiniyoruz.

Bugün islam dünyasında karar alma yetkisine sahip olan bir şura heyetinin oluşturulmuş olmaması müslümanlar arasındaki dağınıklığın bir tezahürüdür , şayet böyle bir heyet olmuş olsa idi ve bu heyetin aldığı kararların bağlayıcı olduğu düşüncesi hakim olsaydı bizlerin bugünkü durumu daha farklı olurdu. Maaleseftirki bırakın böyle bir heyetin olması , olmamasından dolayı herhangi bir sıkıntı bile duyulmamakta,böyle bir şeyin ihtiyaç olduğu gibi bir düşünceye dahi bir çoklarımızın sahip olmaması içinde bulunduğumuz durumun ne kadar içler acısı olduğunun bir göstergesidir. 
 
Bugün her cemaatin kendisine itaat ettiği bir lideri olmuş olması bu açığın kapanması değil yaranın dahada derinleşmesi anlamındadır. Her cemaat kendisine tabi olduğu kişinin din adına ortaya koyduğu düşüncesine tabi olduğu için kapanmaz yaralar oluşmakta ve tek bir kitap etrafında birleşmek gibi bir düşünce akla dahi getirilmemektedir,bu durumdan en fazla islam düşmanları memnun  olmakta, islam dünyası ve müslümanlar üzerinde istedikleri gibi at oynatabilmektedirler

Sonuç olarak; nur s. 62.63. ayetlerini baz alarak 1400 kusur yıl önce inen kitabın ayetlerinin nasıl güncel bir mesaj taşıyabileceği konusunda yapmaya çalıştığımız çalışmadan anladıklarımızı paylaşmaya çalıştık. Bugün müslümanların aralarında birliktelik oluşturarak "ulul emr" sıfatına sahip bir şura heyeti oluşturması gerektiği ve bu heyetin aldığı kararların bağlayıcı olduğu , karşı çıkan veya delmeye çalışanların literatürdeki isimlerinin ne oldukları kur'anın beyanı ile sabittir. Peygamber sıfatına sahip kimselerin gelmeyecek olması, onun ulul emr sıfatı ile yapmış olduğu görevin evrensel olması ve bu evrensel görevi devam ettirenlerin onu ve kitabı örnek almakta son derece dikkatli olması önem arzeden bir durum olup, yönetici kademelerindeki kişilerin aldıkları kararlarda sorumlu oldukları bilincine haiz olarak dünya ve ahirette ümmete hayırlı sonuçlar doğuracak kararlar alma mecburiyetleri olduğu için işin ehli  ve üstlendikleri emanetin bilincinde olmaları gerekmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.