22 Temmuz 2015 Çarşamba

Seküler Bir Hayatın Kurtuluş Piyangosu: Kandil Geceleri

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına , Elçileri aracılığı ile göndermiş olduğu Kitaplar içinde , Dünya hayatının geçici bir yer olduğunu kalıcı olanın Ahiret hayatı olduğu ve Dünya hayatında yapılan amellerin, Ahiret hayatı için bir hazırlık olduğu şeklindeki bilgiler önemli bir yer tutmaktadır. 

[003.014]  İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akibet güzelliği, O'nun yanındadır.

Dünya metaına karşı düşkün olarak yaratılmış olan bizlerden büyük çoğunluk sadece Dünya merkezli bir hayat sürerek , Ahireti unutan bir hayat tarzı sürmekte ve ebedi hayatımızı maalesef tehlikeye atmaktayız. Dünya merkezli hayat tarzı, "Dindar" diyebileceğimiz bir kısım insanları da öyle bir hale getirmiştir ki, Ahiret ile ilgili yaşantısını   Dünya hayatı içindeki yaşantısından ödün vermeden birlikte yürütmek istemektedirler.

Bu düşünce onları, dini yaşantıyı ve amelleri sadece belirli gün ve zamanlara ve belirli ritüellere hapsederek o günlerde yapılan amellerin ve ritüellerin bütün yıl yetecek şekilde idare etmesini sağlayacak özel günler ihdas edilmesi ihtiyacı doğurmuştur. Dünya hayatındaki yaşantısı ile Allah (c.c) nin emrettiği yaşantı tarzının birbirine uymaması şeklinde gerçekleşen durumun belirli gün ve gecelerde yapılan ibadetler ile affedilme düşüncesi, seküler yani Dünya merkezli bir hayat tarzı süren, fakat dini yaşantıyı da az olsa da elinde tutmak isteyenlerin , can simidi gibi sarıldıkları bir şey haline gelmiştir. 

Hıristiyan düşüncesinde öne çıkan bu düşünceyi ,Müslümanlar da sahiplenerek adına "Kandil geceleri" denilen özel günler ihdas etmişler , bir gün içinde bütün yıl içinde yapılan hataları temizleme şansının elde edildiği bir kurtuluş piyangosu olarak görerek diğer günler seküler bir yaşantı sürmeye devam etmenin yolunu açtıkları zannına kapılmışlardır. 

Allah (c.c) nin bağışlayıcılığı konusunda bizim  herhangi bir söz söylememizin haddi aşmak olduğunun bilinci içerisinde olduğumuzu baştan hatırlatarak ,"Kandil geceleri" şeklinde ihdas edilen günlerin ,bazı kişilerin kandil günleri haricinde sürmüş olduğu seküler yaşantının , meşru olduğu inancını empoze etmesi bakımından tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünmekteyiz. 

"Kandil geceleri" ile ilgili olarak söylenilen sözleri dikkate aldığımızda ve o geceler içinde yapılan ibadetlerin diğer günlerde yapılan ibadetlere nazaran daha efdal olduğu gibi hiç bir sağlam kaynağa dayanmayan bilgilerin, piyangosever Müslümanların nazarında kurtuluş reçetesi olarak görülmesi büyük bir yanılgıdır. 

Hıristiyan kültürünün bir eseri olan bu tür gecelerin ihdas edilmesinin meydana getirdiği olumsuz durum şu dur ; Dini yaşantı dediğimiz şey ,  sadece belirli ibadetlerin ve ritüellerin yapıldığı bir şey olup, yaşanan hayat içinde onun bizlere önerdiği herhangi bir yaşantı biçimine uymak çağın gerektirdiği ortamın dışında kalarak gerilemeye sebeb olduğu için , 7 gün 24 saat böyle bir yaşantını gereği yoktur , bu günler içinde kazandığımız günahların seneden bir kaç gün olan kandillerde bağışlanmış olması, bütün hayatımızda Dini bir yaşantı sürme mecburiyetini ortadan kaldırmakta ve bize büyük bir kolaylık sağlamaktadır.

 Böyle bir düşünce içinde olmak öncelikle "Din" kavramının yanlış algılanmasından kaynaklanan bir düşüncenin yansımasıdır . "Din" nedir? diye soracak olursak kısaca , "Kişilerin hayatlarını düzenleyen değerler sistemi" şeklinde cevap verebiliriz.

"Din" kavramı kişinin hayatının her safhasında olan ve olması gereken bir olgu olup , sadece günün belli zamanlarına hapsedilmiş ritüelleri kapsayan bir yaşam biçimi asla değildir. Kişiler yaşadıkları hayat içinde benimsedikleri hayat biçimini, Allah (c.c) nin dışındakilerin belirleyiciliğine bırakıp , Allah (c.c) nin belirleyicilğini sadece namaz , abdest , oruç gibi belirli zamanlardaki ibadetlere hasr ederse bu yaşantının İslam literatüründeki adı "Şirk" yaşantısıdır. 

Bozulmuş Hıristiyanlık inancının, kişilerin günlük yaşantısı içinde herhangi bir önermede bulunmamış olması , onları mistik bir inanç sahibi getirmiştir. Allah (c.c) devirler boyunca gönderdiği Elçileri vasıtası ile kişilerin bütün hayatlarını kapsayan bir sistem önermiş ve bunlara uyulmasını zorunlu kılmıştır. İnsanların Dünyaya olan meyilleri ve Allahın önerdiği kuralların sadece Dünya değil , Dünya ve Ahiret merkezli olması neticesinde , Dünya hayatı içinde bazı kısıtlamaların olması bir kısım insanı maalesef rahatsız etmektedir. 

Kişilerin yaşadıkları hayat sistemi ile Allah (c.c) nin önerdiği hayat sistemi çakıştığı zaman çoğunluk Allahın önderdiği sistemin dışında bir yola gitmenin çareleri aranmaya başlanmış ve adına "Laiklik" veya "Sekülerlik" dediğimiz bir hayat biçimi ihdas edilmeye çalışılmıştır. Bu tür yaşam biçimi içinde "Din" denilen Allah (c.c) tarafından gelen bilgilerin yeri olmayıp , Allah tarafından yaratılmış olanların önermeleri geçerli olmaktadır. 

"Laik" ve "Seküler" bir yaşantının gereği olan dini gün ve geceler, kişileri bir nebze olsun  dini bir hayat içine sokarak onların vicdanlarını rahatlatmalarına! sebeb olmaktadır. Kandil gününü oruçlu , gecesini bilmem kaç rekat kaza namazı kılarak geçiren bir Müslüman kendisini yeniden resetleyerek gelecek kandile kadar idare edecek bir bonus kazanmış olmasının gurur ve sevinci içinde seküler yaşantısına geri dönmektedir. 

Allah (c.c) nin gönderdiği Elçi ve Kitaplara inanan bir hayat tarzı sürenler , bu tür piyango gecelerini kutlamak gibi bir ihtiyaç hissetmezler neden mi ? ; Çünkü bu inanç içinde olan Müslümanlar , yaşadıkları bütün hayatlarını sadece Allah (c.c) nin belirleyici olduğu bir inanca göre düzenleyerek sadece Dünya merkezli , Dünya ve Ahiret merkezli bir hayat sürerler , dolayısı ile her günü Kandil bilinci içinde geçirerek piyangocu bir mantık içinde hareket etmezler. 

"Kandil geceleri" adı altında ihdas edilen gecelerin yanlış olduğu inancına sahip olan Müslümanlarda maaleseftir ki ,"Kadir Gecesi" adı altında bilinen gecenin kandil gibi kutlanılmaya çalışılmış olması , bu konuda Kur'ani bir bilincin net olarak oluşmadığını göstermektedir. Bu konuyu müstakil bir başlık altında ele almaya çalışacağımız için şimdilik burada kısa bir hatırlatmayı yeterli görüyoruz.  

Sonuç olarak; İslami açıdan hiç bir şekilde meşru bir zemine dayanmayan "Kandil geceleri" adı altında ihdas edilmiş olan günlerin , Hıristiyan düşüncesinden devşirilmiş olduğu bilinmelidir. Bozulmuş Hıristiyanlığın yaşantıya dair bir önermesi olmaması onları mistik bir yaşantı içine iterek Dünya hayatında farklı bir inanç içine girmelerine sebeb olmuştur. Kur'anın Dünya ve Ahirete dair olan söylemi bırakılıp , Dünya ya dair başka söylemlerin peşine takılan Müslümanlar , bu yanlışlarını belirli gün ve zamanlara hapsettikleri dini yaşantı !! ile telafi edecekleri zannına kapılan büyük çoğunluk Müslüman yanılgı içinde oldukları şayet Ahiret hayatına geçtiklerinde anlarler ise vakit çok geç olacaktır.  

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Fil Suresi Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

Fîl Suresi, Kur'an'ın Mekke'de nazil olan surelerinden olup, kıssa yollu anlatım üslubu içinde sadece sonucu anlatması bakımından ilginç bir suredir. Kur'an kıssalarında yapılan anlatımlara bakıldığında; helak edilen kavmi helaka götüren sebepler anlatılmakta ve neticede bu kavmin helak edildiği haber verilmektedir. Ancak "fil sahipleri"ni bu sona götüren sebepler anlatılmadan sadece sonucunu görmekteyiz.

"Fil sahipleri" olarak bizlere anlatılan topluluk, rivayetlere bakıldığında Mekke'yi istila etmek isteyen bir ordu olup, bu ordunun yok edildiği anlatılmaktadır. Tefsirlerde, bu surede yapılan anlatımlar etrafında çok teferruatlı bilgiler olmasına rağmen, biz bu bilgileri değil, Kur'an'ı kullanarak sure hakkında bize dönük bir mesajın olup olmadığı konusunda fikir yürütmeye gayret edeceğiz. Olayın hikaye boyutundan çok, onları böyle bir sona hazırlayan sebepleri okumaya çalıştığımız zaman "eskilerin masalları" olmaktan çıkarılmış bir Kitap'ın mesajlarını okumuş olacağımızı düşünmekteyiz.

[105.001] Görmedin mi Rabb'in fil sahiplerine ne yaptı?
[105.002] Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?
[105.003] Ve onların üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi.
[105.004] Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı.
[105.005] Böylece Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.

Ayetlerden anlaşıldığı üzere "fil sahipleri" olarak bahsedilen topluluğu böyle bir sona götüren sebeplerden bahsedilmeden, direk sonları anlatıldığını yine hatırlattıktan sonra, ayetlerin ilk muhatabı olan Mekkeliler'in böyle bir olaydan haberlerinin olmuş olması kuvvetli bir ihtimaldir. Yani Mekkeliler "fil sahipleri" olarak anlatılan olaydan ve onların sonlarından haberdardırlar.

Biz sureyi rivayetler ile doldurulmuş bilgiler kanalı ile değil, Kur'an'ın vermiş olduğu bilgiler ile okumaya çalışarak, bu olayın öncelikle Mekkeliler'e bir gözdağı olarak anlatılmış olduğunu düşünmekteyiz.

"E lem tere" (görmedin mi?) kalıbı ile gelen ayetlere baktığımız zaman; önce bu sorunun sorulup, sonra görülmesi gereken şeyin ne olduğu anlatılmakta, dolayısı ile gösterilen yani bilgi sahibi kılınan şeyin göz ile görülmüş gibi bir durum söz konusu olmaktadır.

FECR Suresi'nde helak edilen kavimler örneğinde bunu yine görmekteyiz.

[089.006-10] Beldeler içinde benzeri yaratılmamış ve yüksek binalarla dolu İrem şehrinde oturan Âd halkına. Vâdideki kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semud halkına Çadırlı ordugâhlar, piramitler sahibi Firavun’a, Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?

FECR Suresi ayetlerinde gördüğümüz kavimlerin helak edilme sebebi; Allah(c.c)'yi Rab ve İlah olarak tanımayarak O'ndan başkalarına bu vasıfları yüklemiş olmaları olduğunu, onların kıssalarının anlatıldığı diğer surelerde okumaktayız. Bu kavimlerin ortak özelliklerinin; ellerindeki güç ve servet ile Allah(c.c)'ye kafa tutmaya kalkmış olmalarından hareketle "fil sahipleri"nin de böyle bir kafa tutma macerasına kalkışmış olmalarının cezasını ödemiş olmalarını anlamak mümkündür.

Peki bu olay Mekkeliler'e neden anlatılmaktadır? Olayın Mekkeliler'e anlatılma sebebini anladıktan sonra bize dönük mesajını okumak kolaylaşacaktır. Öncelikle bu olay Mekkeli muhataplar tarafından bilinen bir olaydır. Zamanı konusunda herhangi bir şey söylemenin doğru olmadığını söylesek de, bu olayın Muhammed(a.s)'ın doğumundan kısa bir zaman süresi içinde olduğu söylenmektedir.

[006.006] Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından ötürü yok ettik ve ardlarından başka bir nesil yetiştirdik.

Mekkeli müşrikler, kendilerine gelen elçiyi red ederlerken kullandıkları argümanlara baktığımızda bunu daha kolay anlayabiliriz. Mekkeliler ellerindeki güç ve servete dayanarak öyle bir gurur ve kibir içindedirler ki kendilerine kimsenin güç yetiremeyeceği zannına kapılmışlardır. Onların bu şımarık tutumlarını, Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde açık ve net bir biçimde görmekteyiz.

Allah(c.c)'nin ilk dönem inen surelerde Mekkeliler'e "Ad" ve "Semud" kavimlerinin helakından bahsetmiş olmasının sebebi; bu kavimlerin akıbetlerinin Mekkeliler tarafından biliniyor olması idi. Bu ve benzeri kavimlerin akıbetlerini haber vererek Allah(c.c)'ye başkaldırmanın nasıl bir son ile cezalandırılacağı yaşanmış ve canlı örneklerle muhataplarına gösterilmektedir.

"Fil sahipleri"ne uygulanan helak modelinin nasıllığı konusunda tefsirlerde farklı görüşler olduğu, konu ile alakalı yazılanları okuyanların malumudur. Biz yazımıza bu yazılanları alıntılayıp kritiğini yaparak hacmi büyütmek istemediğimiz için helakın nasıllığı konusunda üretilen düşüncelerin "parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak" misali olduğunu söylemek istiyoruz.

Surede gördüğümüz helakın bir benzerinin Lut kavmine uygulanmış olduğunu görmekteyiz.

[011.082] Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.

[015.074] Derhal şehirlerinin üstünü altına getirdik ve balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık üzerlerine.

[051.033-34] Onların üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız.«Müsrifler için Rabbin nezdinde alâmetlendirilmiş olarak o taşlar atılacaktır.»

Tefsirlerde bu helakın nasıllığının tartışılarak bu helake götüren sebeplerin göz ardı edilmiş olması, bu tür anlatımların "mesaj" içerikli olması yönünün bir tarafa bırakılarak, "masal" içerikli olarak okunmaya çalışılmasının bir tezahürü olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. Geleneksel tefsirlerdeki anlatımlar ile bu tefsirlerdeki anlatımlara karşı çıkan modernist tefsirlerin buluştukları nokta, her iki okuma şeklinin de sadece anlatıma odaklanarak verilmek istenen mesajı ıskalamış olmasıdır.

"Fil sahipleri" kıssasında yanlış bir bakış açısı olarak değerlendirdiğimiz nokta; onların Kabe'yi yıkmaya gelmiş olmaları ve bu amaçlarının başarıya ulaşamadan helak edilmiş olmalarıdır. Bu durum beraberinde şöyle bir soruyu akla getirmektedir; o gün Kabe'yi koruyan Allah(c.c), daha sonraki zamanlarda Kabe'nin, Müslümanların birbirleri ile yaptıkları savaşta yıkılma teşebbüslerine karşı neden onları helak etmedi?

Bu şekil bir soru, Kur'an kıssalarında helake sebep olan durumun tam anlaşılamamış olmasından kaynaklanan bir sorudur. Allah(c.c); Kabe'nin taşına herhangi bir kutsallık yükleyerek, orayı korumak gibi bir durum içine asla girmez. Şayet girmiş olsaydı Kabe'yi mancınıklarla yıkmaya çalışanları da aynı akıbete uğratırdı. Allah(c.c)'nin bir topluluğu helak ettiğini haber vermiş olması, kendilerini Allah(c.c)'den üstün görmek gibi bir kibir içine girenlerin ne kadar yanlış bir tutum içinde olduklarını, hem kendilerine hem de sonradan gelenlere göstererek ayaklarını denk almalarını ikaz etmeye yöneliktir.

Sonuç olarak; kendilerini yenilmez armada ve üstün güçlere sahip görenlerin, Allah(c.c)'nin gücü karşısında darmadağın olduğunu haber veren bir çok kıssadan birisi olan "fil sahipleri"nin kıssası; Kur'an'ın diğer kıssalarının aksine teferruatlı bir biçimde anlatılmadan, sadece yaptıklarının sonucunu göstermesi bakımından diğer kıssalardan ayrılmaktadır. Bu şekil ayrılma, kıssayı rivayetler aracılığı ile okumaya yöneltmiş ve bu yönelme kıssadan hasıl olması gereken ibreti okumayı maalesef ötelemiştir. "Fil sahipleri"nin kimliğinden çok, onların akıbetlerinin sebeplerini, bu şekil bir akıbete uğrayan diğer kavimlerin kıssası ile birlikte okumak, bizleri sureyi daha doğru bir anlamaya sevkedecektir. Kimsenin Allah(c.c)'nin gücü karşısında yenilmez bir güç olmadığının bilincinde olmasını, Kur'an'da anlatılan kıssalar aracılığı ile görerek, kendilerini yaratan yegane güç sahibinin önünde eğilmekten başka çareleri olmadığını bu kıssalardaki akıbetleri anlatılan kavimler örneğinde bilmek zorundadırlar.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Temmuz 2015 Perşembe

Kevser Suresi Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

Kevser s. Kur'anın Mekke'de nazil olan en kısa surelerinden bir tanesidir. Bu yazımızda sure ile ilgili bir tefekkür'de bulunmaya çalışacağız. 

 İnnâ a’taynâkel kevser(kevsere).
 [108.001]  Muhakkak Biz, sana Kevseri'i verdik.

Fe salli li rabbike venhar.
[108.002] Öyleyse Rabb'in için salat et ve nahr et.

İnne şânieke huvel ebter(ebteru).
[108.003]  Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir.

1. Ayette , Muhammed (a.s) a "Kevser" verildiği beyan edilmektedir. "Çokluk" anlamına gelen "Kesera" kelimesinden türemiş olan bu kelimeye ,  tefsirlerde bir çok anlam verildiğini görmekteyiz , maaleseftir'ki bu kelime bir kısım kimsenin kendi düşüncesini ve fikrini Kur'an onaylatmak amacı ile kullandığı bir kelime olarak gözümüze çarpmaktadır. Şia'nın bu kelimeye "Biz sana Fatıma"yı verdik" şeklinde yorumlar getirmesine , karşın Ehli sünnet "Biz sana şefaat makamını verdik" şeklinde yorumlar getirmiştir. Konumuz farklı yorumların kritiği olmadığı için bu kadarı ile yetinmek istiyoruz. 

"Kevser" kelimesi ile kast edilenin ne olduğu konusunda şunları söyleyebiliriz ; 2. Ayette "Salat" ve "Nahr" ın Rab için olması gerektiği emri bize bilgi verebilir. Muhammed (a.s) kendisinden önceki Elçiler gibi yüklendiği  görev gereği, yaşadığı toplumun şirk içeren düşünce ve eylemlerini, Tevhidi bir çizgiye getirmekle sorumluydu. Kendisine verilen Elçilik  görevi ve Kitab'ın, onun ismini kıyamete kadar sürecek bir zaman içinde dillerde kalıcılık sağlaması, olarak okuduğumuzda sure bütünlüğüne uygun bir düşünce olduğu söylenilebilir. 

2. Ayette ,"Salat"ın Rab için olması gerektiği vurgusunu , Kur'anın nazil olduğu toplum içindeki salatın, yani Müşriklerin yapmış olduğu salatın Rab için değil de gösteriş için olduğunu beyan eden Maun suresi Ayetlerini okuduğumuzda daha iyi anlamaktayız. 

[107.004-7]  Vay haline o salat edenlerin ki,Ki onlar; kıldıkları salatlarından gafildirler.Onlar gösteriş yaparlar.En ufak bir yardımı esirgerler.

Mekke toplumunda yaşayan Müşriklerin "Salat" adı altında yaptıkları şeyin ,Allah (c.c) tarafından kabule şayan bir şey olmadığı , kabule şayan olmasının sadece Allah (c.c) için olması gerektiği Kevser s. 2. Ayeti içinde "Rabbin için salat et" emrinden anlaşılmaktadır. Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde  Müşriklerin, muhtaç olanlara karşı takınmış oldukları cimrice tavırları eleştiren Ayetleri okuduğumuzda , anlatmak istediklerimiz daha net anlaşılacaktır.

 Aynı Ayet içinde , "Venhar" emri ile kast edilmek istenenin ne olduğu konusunda farklı yorumlara rastlamaktayız. Bir kısım müfessir bu emri , "Elini göğüs hizasına kadar kaldır" şeklinde okuyup ,namazlarda tekbir alırken ellerin göğüs hizasına kadar kaldırılması gerektiğini söylerken , "Zorluklara göğüs ger" şeklinde anlamlara rastlamaktayız. 

"Nahr" kelimesi ; "Gerdanlığın geçirildiği yer" anlamına gelmektedir.
 "Nahr'ulbairu" ; "Devenin boynuna bıçak sokmak". Dilimizde "İntihar" olarak bildiğimiz kelimenin aslı bu kökten türemiştir.

Bu anlamlardan yola çıkarak , meal ve tefsirlerde bu kelimeye "Kurban kes" emri anlamı verilmesinin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz şöyle ki;
 
Salat konusunda olduğu gibi ,Kurban ibadeti konusunda Mekke dönemi inanç yapısına baktığımız zaman bu emrin ne anlama geldiği daha kolay anlaşılacaktır. 

[022.034]  Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver.
[022.036]  İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik.
 [022.037]  Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver.

Allah (c.c) nin kullarına olan emirlerinden bir tanesi de belirli zaman ve mekanda yapılan eti yenen hayvanları kurban etmek sureti ile olan bir ibadet tarzıdır. Bu ibadet tarzı Muhammed (a.s) öncesine kadar uygulanan fakat  uygulamada şirk içeren unsurları ihtiva etmekteydi. Allah'ın adının anılması şartını bırakan Müşrikler , Allah'ın dışındakilere bu ibadeti hasr ederek yapmaktaydılar. 
 
[006.121]  Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.
 [006.136]  Kendi zanlarına göre, «Bu Allah'ındır, bu da putlarımızındır» diyerek, Allah'ın yarattığı hayvanlar ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıkları Allah için verilmez, ama Allah için ayırdıkları putlarına verilirdi; ne kötü hüküm veriyorlardı!
 [006.138]  «Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden başkasının yemesi yasaktır; bir kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da haramdır» iddiasında bulunarak ve bir kısım hayvanları keserken de Allah'ın adını anmamak suretiyle O'na iftira ederler. Allah, yaptıkları iftiralara karşı onları cezalandıracaktır.
 [006.145]  De ki: «Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.» Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.

Yukarda verdiğimiz örnek Ayet meallerinden anlaşılacağı üzere , Allah (c.c) nin sadece kendisi için yapılmasını emrettiği bir ibadet , şirk bulaştırılarak asıl yönünden çevrilmiş bir hale getirilmiştir. 

 Kevser suresindeki "Venhar" emrinin, "Kurbanı sadece Rabbin için kes" emri olarak okunmasının, Ayetler çerçevesinde gördüğümüz nuzül dönemi kurban ibadetinin şirk unsurlarından temizlenerek Tevhidi boyuta getirilme aşaması olarak okunmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyiz.

3. Ayette ki "Ebter" kelimesi ;"Kendisini takip edecek kimsesi olmayan kişi" anlamında bir kelimedir. Ayet , asıl "Ebter" olanın Muhammed (a.s) değil ona kin ve nefret kusan kimsenin olduğunu beyan etmektedir.

Allah (c.c) , Muhammed (a.s) dahil bütün Elçilerinin isimlerini kıyamete kadar sürecek bi şekilde dilde kalıcı olmasını sağlayarak onların yollarını izleyen takipçilerinin dilinde kalıcı olmasını sağlamıştır.  

 [094.004] Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi?
 [019.050]  Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk. Onların her dilde üstün şekilde anılmalarını sağladık.
 [026.084] (İbrahim) Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!
 [037.180-2]  İzzet ve kudret Rabbi olan senin Rabbin onların bütün batıl iddialarından münezzehtir, yücedir. Selam bütün peygamberleredir. Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah’adır.

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Necm s. 26. Ayeti : Meleklerin Şefaati

Şefaat meselesi, İslam düşüncesi içinde en çok istismar edilen bir konu olup , rivayetlerin yönlendiriciliğinde Kur'anın anlaşılma(ma)ya çalışılmasına en güzel!! örneklerdendir. Rivayetlerin yönlendiriciliği sayesinde Kur'anın, "Müşrik İnancı" olarak beyan ettiği ve bütün Ayetlerinin yerleşik olan şefaat inancını yıkmaya yönelik olduğu bir konu, ne garip tir ki Müslümanların en baba inanç konularından biri haline getirilmiştir. 

Daha önceki yazılarımız da bu konu ile ilgili , "Şefaat Ayetlerini Birde bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı yazımızda , şefaat konusu ile ilgili bütün Ayetleri ele almaya çalışarak , şefaat konusunun Kur'an bütünlüğünde nasıl anlaşılması gerektiğini ele almaya çalışmıştık , bu yazımızda sadece Necm s. 26. Ayetinde geçen Meleklerin şefaatinin nasıl olabileceği konusunda Kur'anda bir gezinti yapmaya çalışacağız. 

Ve kem min melekin fîs semâvâti lâ tugnî şefâatuhum şey’en illâ min ba’di en ye’zenallâhu limen yeşâu ve yerdâ.

 [053.026]  Göklerde nice melek vardır ki; Allah, dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaatı hiç bir şeye yaramaz.

Şefaatçi olmanın anlamını  , "Birlikte olmak" şeklinde kısaca izah ettikten sonra , Meleklerin kimlerle ve hangi şartlarda birlikte olacaklarını , diğer Ayetlerden öğrenebiliriz. 

Ayetten anlaşılacağı üzere Meleklerin şefaatinin gerçekleşmesi için, öncelikle o şefaati hak etmek gerekmektedir. Meleklerin şefaatini Dünya ve Ahirette olmak üzere değerlendirmek mümkündür. 

 [016.030-32]  Sakınan kimselere: «Rabbiniz ne indirdi?» denince, «İyilik» derler. Bu dünyada iyi davrananlara iyilik vardır. Ahiret yurdu ise daha iyidir. Sakınanların yurdu ne güzeldir!İçlerinden ırmaklar akan Adn cennetlerine girerler. Orada, diledikleri kendilerine verilir. Allah sakınanları böylece mükafatlandırır. Melekler onların canını temizlenmiş olarak alırken: «Selam size; yaptıklarınıza karşılık haydi cennete girin» derler.

 [033.043] Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.

 [041.030-31]  Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâad olunan cennetle sevinin! derler. «Biz dünya hayatında da ve ahirette de sizin dostlarınız ve sizin için orada nefislerinizin hoşlandığı her şey vardır ve sizin için orada ne isterseniz vardır.

Meleklerin şefaatinin nasıllığı konusunda yukarıda meallerini verdiğimiz Fussilet s. 30. ve 31. Ayetleri anahtar konumundadır. Ayetlerden anlaşılacağı üzere Melekler'in , Dünya ve Ahirette yardımı söz konusudur. 

Ayet , Meleklerin yardımının Dünya hayatı bölümünde hak edilmesinin "Rab" olarak sadece Allah (c.c) nin kabul edilmesi ve bu yönde bir hayat sürülmesi şartına bağlamaktadır. Dün ya hayatında doğru bir hayata sürenler aynı şekilde Ahirette'de Meleklerin yardımına hak kazanmaktadırlar.

Meleklerin Dünya hayatı içinde olan yardımı, Allah (c.c) nin Arz üzerinde cari olan yasalarından yani "Sünnetullah" olup hak etmeye bağlı olarak her zaman işleyecektir. Bu gün eğer bu yasa işlemiyor ise sebebi, "Rab" ve "İlah" olarak sadece Allah (c.c) nin hakim olacağı bir sistem için çalışılmamasıdır. 

"Meleklerin yardımı" nın Dünya hayatı içinde yardımının nasıllığı meselesi, İslam düşüncesinde yanlış anlaşılan bir meselelerden olup rivayet kaynaklarında Bedir'de , Meleklerin bilfiil savaşa katıldıklarından bahsedilmektedir. Melekler ile yardım'dan kasıt ,Allah (c.c) nin yardımı hak eden kullarına bu yardımı somutlaştırarak onlara olan desteğini belirtmesi olarak anlamanın daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz. 

Kur'anda bu yardımın nasıllığı ile ilgili Ayetleri gördüğümüz zaman ne demek istediğimiz daha doğru anlaşılacaktır. 

[003.123-126]  Andolsun, siz güçsüz iken Allah size Bedir'de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah'tan korkup-sakının, O'na şükredebilesiniz. O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir?Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.

[009.025-26]  And olsun ki Allah size birçok yerlerde, ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanıza döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti.Sonra Allah, Resulünün üzerine ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi ve görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımıyanları azaba uğrattı, ve bu işte kâfirlerin cezası

[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

[033.009]  Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.

Verdiğimiz örnek Ayet meallerinde "Meleklerin Yardımı" nda öne çıkan nokta hakediş neticesindedir. Allah (c.c) koymuş olduğu yasa da yardım kuralını çalışmaya bağlamıştır. Bu çalışmanın kimin tarafından yapıldığı önemli değildir . Bedir'de çalışan gayret eden Müslümanlar yardımı hak ederek Müşrik ordusuna galip gelmişler , Uhud'da bu durum tersine dönmüş ,Çalışan gayret eden Müşrikler  Müslüman ordusuna karşı galip gelmişlerdir. 

"Rabbimiz Allah'tır" sözünün gereği çerçevesinde bir hayat süren İman edenler, bu hayatlarının karşılığını, hem Dünya'da hem Ahiret'te karşılıklarını alırlarken , bu sözün tersine  bir hayat sürerek başka Rab'ler ittihaz edenler bu hayatlarının karşılığını sadece Dünya'da alacaklar , Ahirette ise elleri boş kalacaktır. 

Dünya hayatında çalışarak ve gayret ederek Meleklerin şefaatini hak eden İman edenler , Fussilet s. 31. de gördüğümüz üzere Ahiret hayatın da Meleklerin şefaatini hak etmektedirler. Bu şefaati Rad ve Zümer surelerinde  şmyle görmekteyiz. 

[013.022]  Ve onlar ki; Rabblarının rızasını dileyerek sabrederler, salatı ayakta tutarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan, gizlice ve açıkça infak ederler. Kötülüğü iyilik yaparak ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı;Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler: sabrettiğinizden dolayı üzerinize selâm olsun. Artık ne güzel yurdun akıbeti.

[039.073] Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara: «Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin» derler.

Sonuç olarak; Rivayetlerin gölgesi altında anlaşılmaya çalışılan bir konu olan şefaat konusunun Necm s. 26. Ayetinde gördüğümüz şekli olan "Meleklerin Şefaati" nin , Cehenneme girmeyi hak etmiş olan birisi için Meleklerin araya girerek onun Cehennemden kurtulması şeklinde bir aracılık ile uzaktan yakından alakası olmadığını gördük. Allah (c.c) nin kullarına Dünya hayatında olan yardımının somutlaştırılmış şekli olan Meleklerin yardımına mazhar olmanın şartı , Arz üzerinde cari olan yasaların yani Sünnetullah'ın işleyiş kurallarına tabi olmaktan geçtiğini biz Müslümanların öğrenmediği müddetçe , her zulme uğradığımızda ellerimiz havaya açıp "Allahım kafirlerin üzerine ebabil gönder" şeklindeki dualarımız maalesef karşılık görmeyecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Temmuz 2015 Salı

Başörtüsü Örneğinde Kitaba Değil Kitabına Uydurma Çalışmaları

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına , yaşamış oldukları hayat içinde bir takım kurallar koyarak , bu kurallar dahilinde yaşamaları ile ilgili emirleri Elçi ve Kitap lar göndererek bildirmiştir. İnsanların bir çoğu Elçi ve Kitapları red ederek inkarcı bir hayat tarzı üzerine devam ederken , bir kısım insanlar Elçi ve Kitaplara uyan bir hayatı tercih etmektedirler. Elçi ve Kitaplara uyduğunu iddia eden bir kısım insanlar da , Kitap içindeki bir takım kurallara uymak noktasında sıkıntılar başgöstermiş ve bu sıkıntıları bir şekilde aşmak yoluna gitmeyi tercih ettiklerine şahid olmaktayız. 

"Kitaba değil kitabına uydurmak" deyimine uygun olarak Kitap içindeki bazı konular "O öyle değil böyle" denilerek uygun hale getirilmeye çalışılmış ve çalışılmaktadır. Yazımızda "Baş örtüsü" konusunu ele alarak bu kuralı bir şekilde delme çalışmaları olarak niteleyebileceğimiz ilgili Ayetlerin yorumlarında kullanılan argüman ve Ayetleri anlamada izlenilmesi gereken yolu ele almaya çalışacağız. 

Bu konu ile ilgili düşünceleri kısaca hatırlayacak olursak ; Kur'anda böyle bir emir olmadığı , bu konu ile ilgili Ayetlerin başı örtme ile ilgili olmadığı gibi sözler edilerek bu düşünceler bazı Kur'an çevirilerine yorum olarak sokulmuş olması , bazı okuyucular tarafından bunun Allahın emri olduğu gibi bir düşünce içine girmelerine sebeb olmaktadır. 

Şurası unutulmamalıdır ki , Kur'an yaşayan bir topluma inmiştir. Bu toplum günlük hayatı içinde bir takım bilgilere sahip olup , Kur'an bu bilgilerin bir kısmını kabul , bir kısmını red ederek doğrusunu yerleştirmeye çalışmıştır. Dil olarak indiği toplumun dilini kullanan Kur'anı bu gün doğru anlamak için indiği toplumda kullanılan dili , kelimelerin o günkü anlamını bilmek gerektiğini düşünüyoruz. 

İndiği zaman ve mekan şartları göz önüne alınmadan , bu gün inmiş gibi okunmaya çalışılan  Kur'andaki bazı emir ve yasakların ne anlama geldiği veya nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir takım sıkıntılar baş göstermesi kaçınılmazdır. Kur'anı doğru anlamak için, önce okunan Ayetin tarihi bağlamı (özellikle Medine de inen Ayetler için sözkonusu olduğunu düşünmekteyiz), sonra o Ayetin bize dönük mesajının okunması şeklinde yapılan bir okuma doğru bir anlayışa götüreceğini düşünmekteyiz. 

Bu gün özellikle kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden kesimini bir kısmında arız olan hastalık Kur'anı bu gün inmiş gibi okumaya çalışarak tarihi bağlamını hiçe saymaktan kaynaklanmaktadır. Baş örtüsü ile bir takım farklı çıkarımlar , yanlış olduğunu düşündüğümüz metodun bir yansıması olarak karşımızda durmakta ve bazılarımız baş örtmeme gerkeçelerini Kur'anda böyle bir emrin olmamasına bağlamaktadırlar.

Önce Ahzab s. 59. Ayeti üzerinde durmaya çalışarak , Ayetin tarihi bağlamı ve mesajını okumaya çalışalım.

 Yâ eyyuhen nebîyyu kul li ezvâcike ve benâtike ve nisâil mu’minîne yudnîne aleyhinne min celâbîbihinn(celâbîbihinne), zâlike ednâ en yu’refne fe lâ yu’zeyn(yu’zeyne) ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).

 [033.059]  Ey  nebi; eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle: Üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanınıp da incitilmemeleri için daha elverişlidir. Ve Allah; Gafur, Rahim olandır.

Ayetin indiği zaman içinde yaşamadığımız veya o zamanı belgelendirecek görsel kaynaklara sahip olamadığımız için kaynak olarak sözlükler ve Kur'ana müracaat etmek zorundayız. Dolayısı ile Kur'anda bir kelimeye anlam bindirirken kişisel kanaatlere değil o kelimenin nuzül çağı toplumu içinde bilinen anlamı üzerinden hareket etmek daha doğru sonuçlar verecektir.

 Bu Ayette anahtar kelimemiz , "Cilbab" tır ;  Kökü "Ce-le-be" olan bu kelimenin sözlük anlamları ; "Bir nesneyi bir yerden bir yere sevk etmek , Deve semerinin üzerine örtülen deri parçası , yaranın üzerinde oluşan kabuk " tur. 

Bu anlamları toplayacak olursak Kur'anda geçen "Cilbab" kelimesinin ne anlama geldiği ve nazil olduğu zamanda yaşayanlar tarafından nasıl bir anlama sahip olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. 

"Yara üzerindeki kabuğun yaranın tamamını kaplaması , Deve semerinin üzerine örtülen örtüye bu kelimeden türemiş bir anlam verilmesi , bir nesnenin bir yerden bir yere sevkedilmesi" anlamlarını toplayacak olursak ; "Cilbab" adı verilen nesnenin "Kadınların bir yerden bir yere giderken yani evlerinden dışarıya çıkarken kendilerini TAMAMEN örten nesneye verdikleri ad "CİLBAB" tır. 

Bu nesnenin, başı açıkta bırakması gibi bir durum sözkonusu olamaz , olursa başı açıkta bırakan nesnenin adı "Cilbab" olamaz. 

Eski tefsirlere baktığımızda , bu kelime ile ifade edilmek istenen emrin bütün vucüdu örten bir nesne olduğunda herhangi bir ihtilaf olmayıp , ihtilaf konusu yüz'ün ne kadar kısmının kapatılması gerektiği noktasındadır. 

Kur'anın nazil olduğu zaman içinde yaşayan kadınların "Cilbab" adı ile bildikleri nesne, bütün vücudu kaplayan bir giysi olup Allah (c.c) nin onlara evlerinin dışında giymelerini emrettikleri örtünün o günkü toplum içinde bilinen adıdır.

Ahzab s. 59. Ayetinde anahtar kelime olarak gördüğümüz "Cilbab" kelimesinin anlamını doğru bir zemine oturttuktan sonra bu Ayetin tarihsel yorumu hakkında şunları söyleyebiliriz. 

Kur'anın nazil olduğu zaman içinde toplum içinde kadınlar 1- Hür 2- Köle olmak üzere 2 farklı statüye sahiptiler, köle statüsüne dahil olan kadınlara "Cariye" denilmekteydi.Bu durum Kur'an öncesi Arap toplumunda geçerli olan bir statü olup böyle bir sınıfsallaştırmayı Kur'an emretmiş değildir. Kur'an bu sınıfsallaştırmayı karşısında bulmuş , içki yasağı gibi kökten kaldırmak yerine düzenleyici ve durumlarını iyileştirici tedbirler vaaz etmiştir. 

Nur s. 33. Ayetine baktığımızda nuzül çağı toplumunda , "Cariye" sınıfına dahil olanların fahişelik gibi işlerde kullanıldıklarını görmekteyiz. Ayet'in , hür kadınların açık bir vaziyette gezerek bu tür kadınlarla karıştırılarak eziyet görmelerini önlemek gibi bir amaca matuf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ayetin tarihsel bağlamını bu şekilde okuduktan sonra, bu gün için bizi bağlayıcılığı konusunda nasıl bir düşünce içinde olmak gerektiğinin sorusunun cevabının aranması gerekmektedir. 

Ayetin illetini sadece Hür ve Cariye sınıfına mensup kadınların birbiri ile karıştırılmaması için böyle bir örtünme emredilmesi olarak okuduğumuz zaman , bu gün böyle bir durum sözkonusu olmadığı için yani Hür ve Cariye sınıflarının kalkmış olması sözkonusu olduğu için Ayetin hüküm otomatikman kalkmış yani Ayet NESH olmuştur gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

 Kur'anın tarihsel bir hitap olmadığı , Ayetlerinin hükmünün kalkması şeklindeki bir nesh'in vaki olmasının söz konusu olmadığını düşünürsek Ahzab s. 59. Ayetinin bu gün için kadınlara , dışarı çıkarken vücutlarını başları dahil olmak üzere örten bir nesne ile kapatmaları gerektiğini emretmektedir. 

"Eziyet görmek" şeklinde ifade edilen şey , erkeklerin bakışları veya tacizkar davranışları olup , böyle bir durumun her zaman vaki olma tehlikesi mevcuttur.  Allah ;(c.c) böyle bir durumun önlenmesine matuf olarak , kadınlara örtünme emrini vaaz etmiştir.

Bu konu ile alakalı olarak diğer bir Ayet olan , Nur s. 31. de şöyle buyurulmaktadır;

 Ve kul lil mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunneillâ mâ zahera minhâ, vel yadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn(zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhel mu’minûne leallekum tuflihûn(tuflihûne).

 [024.031]  Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini (Humuruhinne), yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.

Bu Ayet'te anahtar kelimemiz "Humur" kelimesidir. Bu Ayet ile ilgili bazı yorumlarda bu kelimenin "Örtü" anlamında olduğu fakat başı örten bir örtü anlamına gelmediği , dolayısı ile başı örtmek gibi bir farziyetin bu Ayetten çıkmayacağı şeklinde ifadelere rastlamaktayız.

Bir kelimenin nuzül çağı toplumu içinde bilinen anlamını doğru öğrenmenin sözlükler ve o kelimenin Kur'anda kullanılış alanlarıdır. Kanaatlerimizi bu dorultuda kullanarak yapacağımız yorumlar bizleri daha doğru bir sonuca götürecektir. Aksi takdirde ön kabuller neticesinde oluşmuş düşünceleri Kur'ana kabul ettirmek gibi bir amaca matuf olarak okunan Ayetler bizleri doğru sonuca götürmeyecektir. 

"Humur" sözcüğünün türemiş olduğu "Elhamru" kelimesi sözlükte ; " Bir nesneyi örtmek gizlemek" anlamına gelir. Örtünme de ve gizlenme de kullanılan şeye "Hımarun" denilmektedir, çoğulu "Humur" dur.

Alkollu içkinin "Hamr" olarak adlandırılmış olmasının sebebi , aklı örterek akıllı bir insanın yapmayacağı ve söylemeyeceği şeylere sebeb vermiş olmasından ötürüdür. 

"Cilbab" kişiyi tamamen örten bir nesnenin ismi iken "Humur" kişinin başını örten bir nesnenin adı olup bu gün adına "Eşarp" dediğimiz nesne ile aynı işlevi gördüğünü söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Ayet , "Humur" olarak bilinen baş örtülerinin yekpare olarak göğüs bölgesini de içine alacak şekilde örtülmesini belirtmektedir. 

 Sonuç olarak; Hayat içinde inancımızı yaşamakta karşılaştığımız bazı durumlar bizleri mücadele etmek yerine teslimiyete sevketmiştir. Özellikle bayanların evlerinin dışındaki yaşamlarında farklı bir şekilde olma zorunlulukları, yani tesettür kuralına uymak zorunda olmaları onları tercih noktasında bırakmış ve bir kısım kadın teslimiyeti seçerek baş örtü noktasında çıkış arama veya böyle bir çıkışı gösteren düşünceleri tasdik etme durumuna düşmüşlerdir.

"Kur'anda baş örtüsü emri yoktur" şeklinde ortaya atılan düşüncelere bazılarımız bir can simidi gibi sarılmış ve bu konuda bir rahatlığa düşmüşlerdir. Kanaatimiz o dur ki ; Başörtüsü emri en ufak bir tereddüte mahal bırakmayacak açık ve net olup bu konudaki farklı düşünceler "Kitaba değil Kitabına uydurmak" tabir edebileceğimiz bir düşüncenin ürünüdür. Kimsenin kimseye başını örtmesi konusunda bir dayatmada bulunmaya hakkı yoktur , ancak baş örtüsünü Kur'anda böyle bir emir olmadığı düşüncesinden hareketle kullanmayan bayan kardeşlerimize bu düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. 

"Müslüman" ismine sahip olmak demenin , "Teslim olmak" anlamı taşıdığı akıldan çıkarılmadan , "Teslim almak" şeklinde çalışmalar içine girmenin bizleri iman zaafiyetine sokacağı unutulmamalıdır.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


12 Temmuz 2015 Pazar

Cumartesi Yasağını Delmeye Çalışan Yahudiler İle Riba Yasağını Delmeye Çalışan Müslümanlar

Kur'an; kıssa yollu anlatım uslubu ile bizden önceki yaşantılardan kesitler sunarak, o yaşanmışlıklardan ibretler almamızı ve hayatımızı ona göre düzenlememizi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, prototip bir kavim olarak karşımıza İsrailoğulları çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlar, onların yaşamış oldukları hayat içindeki yaşanmışlık örneklerinden muhatapların dersler çıkararak onlar üzerinden verilen olumlu ve olumsuz örneklerin bizlere yol gösterici olması amacına matuf olarak bir bakış içinde okunduğunda "Eskilerin Masalları" olmaktan çıkacaktır.

İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda öne çıkan nokta; onların olumsuz davranışları ve bu davranışları neticesinde başlarına gelen akıbettir. ARAF 163 -166 ayetleri arasında İsrailoğulları'na mensup, deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssası ve başlarına gelenler anlatılarak, aynı hataya düşmememiz hatırlatılmaktadır.

Neydi bu topluluğun kıssası?

Allah(c.c) İsrailoğulları'na, yapmış oldukları hatalar nedeniyle daha önce kendilerine helal bazı şeyleri haram kıldığını beyan etmektedir (NİSA 160-161). Bu haramların içinde onlara Cumartesi günleri çalışma yasağı getirmiştir. ARAF Suresi içindeki ilgili ayetler bu yasağı delmeye çalışan topluluğun akıbetini anlatmaktadır.

Balıkçılık ile geçinen bu kasabanın halkı için, Cumartesi günü akın akın gelen balıklar çalışmanın serbest olduğu diğer günlerde aynı şekilde gelmiyordu. Buna daha fazla dayanamayan halk bir şekilde bu yasağı ihlal etme yoluna giderek sonlarını hazırlamışlardır.

Bu durumu önce biraz irdeleyerek, daha sonra kendimize "Riba" örneği üzerinden bir pay çıkarmaya çalışacağız.

Deniz kıyısındaki kasabanın halkı diğer günler tutabildikleri balıklar ile geçimlerini sağlayamayarak muhtaç bir duruma mı düşüyorlardı? Elbette ki hayır. Diğer günler gelen balıklar onların geçimlerini sağlayacak miktarda olup, daha fazla kazanma arzusu ve aç gözlülükleri, onları haram olan günde o balıkları avlamaya sevketmiştir. Kıssa içinde bu yasağı ihlal etmeyenlerin de olduğu görülmektedir. Peki onları bu yasağı ihlal etmemelerine sebep olan durum nedir?

Yasağı ihlal etmeyenlerin sebepleri; Allah(c.c)'nin emrine olan itaatları ve kanaatkar olmaları idi. Yaşadıkları hayat içinde gözettikleri şey bitmez tükenmez aç gözlülükleri değil, haram helal dairesini gözetmenin gereğine inanmış bir hayata talip olmaları idi.

Yasağı ihlal edenlere neden böyle yaptıklarını sorsak sanırım şöyle cevaplar almamız kaçınılmazdır;

"Kardeşim benim bir sürü ihtiyacım var, çocuğumun okul taksidi, yeni ev aldım onun taksidi, arabayı değiştirdim onun taksidi, ev eşyası eskidi onun taksidi, cep telefonun modeli eski onu değiştirmem lazım. Hayatım deniz kıyısında mı geçecek? Dağ başına tatile gitmek zorundayım, Cumartesi günü gelen fırsatı nasıl kaçırabilirim" gibi vs. vs. vs.

Ancak bitip tükenmeyen ihtiyaçlarını karşılamak için haram helal gözetmeden çalışanlar, gün gelir bataklığa saplanır kalır, maymun ve domuz haline gelirler. Onların maymun ve domuz olmaları fiziki olarak olup, olmadıklarını tartışmak bu yazının konusu değildir. Ancak hayvani hislere sahip olmak demek, insan olduğunu ve kendisine Allah(c.c) tarafından bir takım emir ve nehiylere tabi tutulmuş olmasını unutarak, sadece midesini doldurmak üzere bir hayat sürmenin adı maymun ve domuz olmak yani maymunlaşmak ve domuzlaşmak olmalıdır.

Bu olaydan yola çıkarak, bugün yaşadığımız hayat içinde bazı yasaklara karşı olan ihlal girişimleri bize "Cumartesi ashabı"nı hatırlatmaktadır. Çünkü bitip tükenmez hevalarını tatmin etmek için yaşadıkları hayat, onları maymun ve domuzlaştırmıştır.

"Riba" yasağı üzerindeki bazı ihlal girişimleri ve düşüncelerini ele alarak bu girişimlerin "Cumartesi Ashabı" üzerindeki sonuçları ile bağlantısını kurmaya çalışacağız.

"Riba" kelimesi sözlükte "fazlalaşma, artma, köpürme" gibi anlamlara gelip terim olarak "sermayenin ana malın üzerinde olan haksız artışı" demektir.

Riba, ticaret usulü ile mal ve para mübadelesinin dışında bir olgudur. Allah(c.c) ticareti helal, ribayı haram kılmıştır (BAKARA 275). Peki bu haramlılık nasıl oluşmaktadır?

"Riba" vadeli alışverişler ve borç vermede ortaya çıkan bir durumdur. Kişi peşin olarak 100TL olan bir malı, belirli bir süre sonunda ödemek üzere aldığında onun fiyatı 110TL oluyorsa, aradaki 10TL'lik farkın adı "riba"dır. Kişi bir başkasından 100TL borç ister ve bu borcu belirli bir zaman sonunda 110TL olarak öderse, arada oluşan 10TL'lik farkın adı da "riba"dır.

Eğer bir malın peşin fiatı 100 tl , vadeli fiatı 110 tl ise ,ve müşteri vadeli seçeneği seçerek malı 110 liradan belirli bir süre içinde ödemek zorunda kalmış ise bu ödeme şekli riba olmaz. Ancak 110 lira bedel mukabili aldığı malı, ödeme güçlüğü içine düşerek , satıcı tarafından gecikme bedeli olarak 10 tl daha yüksek bir fiat biçilerek alıcı 120 tl ödemek zorunda bırakılıyor ise aradaki bu 10 tl lik fark riba olacaktır.

Allah(c.c)'nin dün haram kıldığı bu işlem, bugün de, yarın da, kıyamete kadar haram olup bunu değiştirecek yeni bir hüküm gelmeyecektir.

İçinde yaşadığımız sistemde, bu tür işlemler hayatın her safhasına girmiş olup Müslüman olsun veya olmasın herkesin bir şekilde yapmış olduğu alışverişlerde uygulamaları mevcuttur. Bugün "vade farkı" veya "faiz" adı altında bilinen işlemler, Kur'an'ın "riba" adını vermiş olduğu işlem ile aynıdır.

Hayat standartları bizleri öyle bir duruma getirmiştir ki, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar ve bunları her an temin etme gayreti içinde olan bir hayat tarzı içinde olmamız, bizi bu konuda bazı çareler üretmek zorunda bırakmıştır.

Bankalar tarafından reklam edilen kredi çeşitlerine baktığımızda; geleneksel bayram kredisi, tatil kredisi, ev kredisi, araba kredisi, okul kredisi, ihtiyaç kredisi vb. kredi çeşitleri gerçek ihtiyaçtan çok, oluşturulmuş suni bir ihtiyaçtır. Yaz gelince tatile çıkmak için bankadan kredi alıp gelecek tatile kadar onu ödemek zorunda kalmak, cep telefonun modelini yükseltmek için alınan taksitli telefonun taksit bitimine kadar yeni modelinin çıkarak onu almak zorunda bırakılmış olmamız, ihtiyacımız olmadığı halde bizlere "zorunlu ihtiyaç" olarak empoze edilen birçok gereksiz şeyleri almak için çalışan insanlar, kapitalist sistemin içinde sadece bir tüketici olarak görülmektedir.

Kişiler ihtiyaçlarını bütçelerine göre ayarlamak veya biriktirerek almak yerine, taksitli veya kredi alarak temin etmek ve daha sonra bunları ödemek yoluna gitmektedirler. Taksitli satışlarda veya kredilerde alınan malın veya paranın fazlalık olarak geri ödenen kısmı faizi oluşturmakta olup, bu faiz Allah(c.c) tarafından haram kılınmıştır.

İşin sorun oluşturan kısmı burası olup, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemde böyle fazlalığın alınmama imkanı bulunmamaktadır. Bu konuda duyarlı olan bazı Müslümanlar yapılan işin haram olup olmadığı noktasında tereddütte kalmakta ve bazılarımız böyle bir sistemin haram olmaması gerektiğini savunmaktadır.

Bu ihtiyaçları temin etmek için bankalardan alınan kredilerin İslami açıdan hükmü tartışılmakta olup, bir kısım tarafından bu tür işlemlerin Kur'an'ın haram ettiği "riba" ile alakası olmadığı, bunun adının "faiz" veya "vade farkı " olduğu, bu tür alışverişlerin haram kapsamına girmediği veya girmemesi gerektiği savunulmaktadır. Gerekçe olarak; yaşadığımız dünyada böyle bir işlemden artık kurtulmanın mümkün olmadığı, hatta zorunlu olduğu, dolayısı ile buna haram demenin yanlış olduğu öne sürülmektedir. Kur'an'ın haram kıldığı "riba"nın tefeci faizi olan kat kat artırılmış faiz olduğu, makul ölçülerde olan faizin haram olmadığı düşüncesi yine ortaya atılan düşünceler arasındadır.

Bu düşüncelerin; evlenemeyen insanların zina yapmalarının gayet normal, hatta mecbur olmasını iddia etmekten bir farkının olmadığını düşünmekteyiz. Hayatımızı Allah(c.c)'ye göre değil, yaşadığımız şartlara göre uydurmak gibi bir düşüncenin ürünü olan faizin haram olmaması gerektiği düşüncesine, Kur'an'dan delil arayarak yasağı ihlal etmeye çalışmak ayrı bir hata olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yaşadığımız zaman içinde karşımızdaki en önemli sorun; faiz gibi yasaklanmış birçok işlemin toplum içinde hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olmasıdır. Bu durum bizleri bu gibi günahlardan kaçınacak tedbirler almak yerine, bunları delme girişimlerine yani KİTABA DEĞİL KİTABINA UYDURMA işlemleri içine girmeye sokmuştur.

Faiz ve faizli işlemler şayet hayatın gereklerinden olsaydı, Allah(c.c) bunları yasaklayarak bizlere büyük bir zulüm ve haksızlık(!) yapmaz, ona göre gerekli hükümleri kitabında bizlere vaaz ederdi.

"Borçlu darda ise ona süre tanıyın" (BAKARA 280) demez, "Borçlu darda ise borcunun üzerine fazlalık (riba) ekleyip ona süre verin" derdi.

"Yeyin için israf etmeyin" (A'RAF 31) demez, "Eşinizle dostunuzla alışverişte yarışın, yetmediği yerde kredi alın" derdi. 

Maalesef böyle demedi, asla da demeyecek. O zaman bizler KİTABA UYMAK zorunda olduğumuzu yeniden hatırlayarak çağdaşlığın gerekleri olan israf yerine vasat bir hayat sürmeye gayret edeceğiz.

Böyle bir hayat sürmenin neticesinde, geleneksel bayram kredilerine ihtiyacımız kalmaz ve buna benzer bir sürü cazip kılınmış kredi tuzaklarına düşerek yaşadığımız yanlışlara kılıf aramak zorunda kalmayız.

Faizli işlem yapanların öne sürdükleri gerekçelerden bir tanesi de bunu almaya mecbur kaldıklarıdır. Ticarethane işleten bir esnaf işlerini düzeltmek için, kirada oturan bir kişi ev sahibi olmak için vb. gerekçelerle böyle kredi almak zorunda kalmış olduğunu gerekçe göstererek, böyle bir mecburiyetin haram olmaması gerektiğini savunmaktadır.

Mecburiyetler karşısında haram olan bir şeyin helal olma durumu, yiyecek ve içecekler ile sınırlı olup, Rabbimiz faizi haram kılarken "Darda kalanlar müstesna" ibaresini eklememiştir. Müslümanlar olarak birbirimizi faizli işlem yapmaktan kurtaracak müesseseler oluşturamamış olmamız, darda kalanları maalesef faiz batağı içine sokmuştur.

Şurası bir gerçektir ki; "riba" olarak Kur'an'da haram kılınan bir işlemin bu gün adının "faiz" olması, onun haramlılığını değiştirmez. "Zina" yerine "nikahsız ilişki", "rüşvet" yerine "hediye" denilmiş olması, bunların meşrulaşmasını nasıl sağlamazsa; "faiz" olarak bilinen işlemin "riba"dan farklı olduğunu söylemek onu meşrulaştırmaz. Haram olan bir fiil, adı değiştirilmek sureti ile helale asla dönüşmez.

Lüks ve israf özentisi bir hayatın sonu, aynı "Cumartesi Ashabı"nın sonu gibi maymunlaşmak ve domuzlaşmak olarak helaka uğramaktır. Bugün Türkiye'de yaşayan birçok insanın sadece lüks ve israf sayılabilecek ihtiyaçlarını temin etmek veya o ihtiyaçlar için borç ödemek zorunda olmasının bir tür helak olduğu unutulmamalıdır.

Bugün Türkiye'nin kredi kartı ve hacizli kişi verilerine baktığımızda; nüfusun büyük bir çoğunluğunun bankalara borç batağı içinde yüzüyor olmasını banka faizlerinin "riba" olmadığı düşüncesine sahip olanlar nasıl karşılamaktadırlar?

Faizli bir hayatın gerekliliği; inancımızda belirleyici olarak Allah(c.c)'nin değil, yaşadığımız şartların belirleyici olmasının bir sonucudur. Kur'an bir şeye haram diyorsa bu harama giden yolları kapatmış ve kapatılması için gereki yolları önermiştir. Gücünün üzerinde yük teklif etmeyen Rabbimiz bizleri haram kıldığı bir işleme mecbur bırakmaz. Şayet böyle bir mecburiyet içinde olduğumuzu hissediyorsak, bu Allah(c.c)'nin bizim için tamamlamış olduğu bir eksiklik buluyoruz anlamına gelecektir.

Hayatımıza yön verirken çağın gereklerini değil dinin gereklerini gözetmek ve bu gerekler üzerine kurulmuş bir hayat sürmek zorundayız. Bunun dışında sürüdğümüz bir hayat bizi haramları helal görerek Dünya ve Ahiret'te helakımıza sebeb olacaktır.

Allah(c.c)'nin biz insanlar için önermiş olduğu hayat sistemi kompleks bir sistemdir. Hırsızlık, zina, faiz vb. yasakları, önce bu yasakları çiğnemek zorunda kalınmasını önleyecek sosyo ekonomik tedbirler alır. Faize haram demişse buna bulaşmayacak önemleri de beraberinde vaaz eder. Hırsızlık suçuna ceza getirmişse, önce hırsızlık yapmayı gerektirecek durumları ortadan kaldırır, buna rağmen bu suçu işleyen olursa ona ceza verir.

Kapitalist bir sistem içinde, faiz yasağı gibi hükümlerinin uygulaması elbette mümkün görünmemektedir. Kapitalist sistem içinde barındırdığı bir takım uygulamalar ile tüketimi körükler, kişilere suni ihtiyaçlar empoze eder ve israfı körükler. Kişilere harcama konusunda geniş imkanlar vererek, onları tüketim çılgınlığına sürükler.

"Paran yoksa ben veririm; yeter ki sen harca" diyerek kişilere maddi imkanlar sağlar ancak bu sağlamasını karşılıksız yapmaz. Bunun karşılığında bir fazlalık alır. Böyle bir sistem içinde Müslüman kalmanın zorluğuna dayanamayanlar maalesef hududları çiğneme pahasına bu çarkların arasında ezilmeye razı olarak yaptıkları yanlışa mensup oldukları dinden cevaz aramaya kalkarlar.

Sonuç olarak; Allah(c.c)'nin bizim için belirlediği kurallara uymanın zor geldiği zamanlarda, kuralları kendimize uydurmanın bir örneği olan faizli işlemlere bulaşmış bir hayatın sürülmesi, bizleri öyle bir hale getirmiştir ki; artık böyle işlemlerin hayatın bir gerçeği ve olmazsa olmazlarından olup bu tür işlemlerin dini açıdan herhangi bir mahzurunun olması hayatın gerçeklerine aykırı olduğu için meşru olması gerektiği düşünülür olmuştur. Kur'an ayetlerinin bile bu düşünceler ışığında anlaşılmaya çalışılır olması bir tür "Yahudileşme temayülü" içine girilmiş olduğunu göstermektedir. "Ayağını yorganına göre uzat" atasözü kişinin kazancı ve imkanları kadar harcamasını öğütleyen güzel bir atasözü olup bunun tersi bir yaşam bizleri borç batağına sürükleyerek maddi ve manevi açıdan çok zor duruma bırakacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Tek Çeşit Yemeğe Dayanamayan İsrailoğulları ve Tek Kitaba Dayanamayan Müslümanlar

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, onların ne menem bir kavim olduklarından çok, Allah(c.c)'nin arz üzerine koymuş olduğu toplumsal yasaların yani Sünnetullah'ın işleyişinin nasıl ve hangi şartlarda gerçekleştiğinin pratik hayat üzerinden sonrakilere gösterilmesi amacına matuftur. İsrailoğulları ile ilgili anlatımların sadece onlara hasredilerek okunması, bu anlatımların maalesef masal mesabesinde kalmasına sebep olmuş ve bizlere dair herhangi bir mesajı olabileceği ihtimali pek düşünülmemiştir.

İsrailoğulları ile ilgili yazılarımızda, ilgili ayetlerin bize dönük mesajını okumaya gayret ederek gerekli derslerin çıkarılması yönünde okumalar yapmaya çalıştığımızı hatırlatarak, "BAKARA 61 ayetinin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.

Konumuz olan ayetlere kadar geçen süreci kısaca hatırlayacak olursak; Firavun'un zulmünden Musa(a.s) ve Harun(a.s) önderliğinde kurtulan İsrailoğulları, denizin karşı kıyısına geçmişler ve orada yaşam sürmeye başlamışlardır. BAKARA 57 ayetinde, onların yaşamlarını rahat bir biçimde idame ettirebilmeleri için onlara verilen nimetler şöyle beyan edilmektedir.

[002.057] Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar, bize zulmetmediler, lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı.

BAKARA 57 ayetinde, İsrailoğulları denizin karşı kıyısında, "elmenne vesselva" olarak haber verilen ve meallerde "bıldırcın ve kudret helvası" olarak çevrilen gıdalar ile rızıklandırıldıkları bildirilmektedir. "Menne" kelimesi Kur'an'da başka ayetlerde de geçmekte olup "verilen nimetin kişiye hatırlatılması" gibi bir anlama sahiptir. "Selva" ise "kişiyi avunduran şey" anlamına sahip bir kelimedir. Tefsirlere baktığımızda bunların ne olduğu konusunda bir takım farklı görüşler serdedilmiş olsa da, İsrailoğulları'nın hayatiyetini devam ettirebilmeleri için gerekli olan yiyeceği temin ettiklerini anlamak mümkündür.

Ancak bu yiyecekler onları zamanla bıktırmış ve Musa(a.s)'dan şöyle bir istekte bulunmuşlardır;

[002.061] Siz (ise şöyle) demiştiniz: «Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın.» (O zaman Musa da) «Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır.» demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi: (yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi.

İsrailoğulları'nın bu istekleri karşısında, Musa(a.s) onlara eski günlerini hatırlatarak içinde bulundukları durumun kıymetini bilmeleri ve nankörlük etmemeleri yönünde uyarılarda bulunmaktadır.

Ayet içinde geçen "ihbitu Mısran" (Mısır'a inin) ibaresinden yola çıkarak, ayetin bize dönük nasıl bir mesajı olabileceğini okumak mümkündür. Neden "izhebu Mısran" (Mısır'a gidin) denilmedi de böyle bir kelime kullanıldı?

"Hubut" kelimesi "bir taşın yukarıdan aşağıya düşüşü"nü ifade etmektedir. Bu kelime alçaltılmaya dikkat çekilen yerlerde kullanılmaktadır. Musa(a.s)'ın böyle bir ifade kullanmış olması, İsrailoğulları'nın önceden çektiği sıkıntıları hatırlatmak ve oraya dönüldüğü takdirde aynı sıkıntılar ile karşı karşıya kalabileceklerinin hatırlatılması olarak anlaşılabilir.

Peki bu ayet bizlere nasıl bir mesaj içermektedir?

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra denizin karşı kıyısında onurlu ve özgür bir hayata kavuştuklarını görmekteyiz. Ancak bu hayata kavuşmak için yıllarca mücadele edip bir takım bedeller ödemişlerdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun'un boğulma sürecine kadar geçen zamanın anlatıldığı ayetlerine baktığımızda, bu mücadele açık ve net olarak görülmektedir. YUNUS 87 ayeti bu mücadelenin nasıl olması gerektiğini beyan etmektedir.

Bu mücadelede öne çıkan en önemli unsur; İsrailoğulları'nın birlik ve beraberlik içinde hareket etmiş olmalarıdır. Her ne kadar içlerinde bir takım çatlak sesler çıkmış olsa da, ki bu tür çatlak sesler her toplumda çıkabilir, esas olan sağlam seslerin çatlak sesleri bastırarak inisiyatifi onlara bırakmamasıdır. Musa(a.s) ve kardeşinin önderliğinde tek bir vücut olan İsrailoğulları, girdikleri bu mücadeleden başarı ile çıkmaya hak kazanmışlardır.

Rehavet, atalet ve nankörlük gibi olumsuzluklar kişilerin ve bu kişilerin oluşturdukları toplulukların en amansız düşmanıdır. "Men ve selva"yı İsrailoğulları'na bahşeden Allah(c.c), dileseydi İsrailoğulları'na daha çeşitli rızıklar da verebilirdi. Ancak bunları vererek onları bir nevi denemeye tutmuştur.

"Bir çeşit yemek" üzerinden verilmek istenen mesajı, herkesin aynı durum üzerinde olması yani bir çeşit birlik ve beraberlik içinde olmaları şeklinde okumak mümkündür. Toplumların refah, istikrar, düzen, emniyet ve güven içinde olmaları aralarındaki birlik ve beraberlik ile mümkündür. Tersi durumlar toplumların yıkılışlarını hazırlayan unsurların başında gelmektedir.

İsrailoğulları'nın Musa(a.s)'dan farklı yiyecekler istemiş olmasının bize dönük mesajını, içlerinde olan fırkacılık ve bölünme isteği olarak okumak mümkündür.

[028.004] Doğrusu Firavun, ülkesinde (Mısır’da) zorbalık yaptı, büyüklük tasladı. Halkını çeşitli fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu, erkek evlatlarını kesmek, kız evlatlarını ise hayatta bırakmak suretiyle özellikle zayıflatmak istiyordu. O, bozguncunun teki idi.

Musa(a.s) "bir çeşit yemeğe" dayanamayan yani birlik ve beraberlik içinde olmaya dayanamayan İsrailoğulları'na eski günlerini hatırlatarak, fırkalaştıkları takdirde başlarına geleceklerini hatırlatmıştır. BAKARA 61 ayetinin devamında İsrailoğulları'nın Musa(a.s)'ın bu ikazlarına aldırmayarak yanlışa saptıkları ve sonucunda "Zillet ve Meskenet" damgası vurulduğu beyan edilmektedir.

"Zillet ve Meskenet" damgası, toplumsal bir yasa yani Allah(c.c)'nin değişmeyen bir sünneti olarak İsrailoğulları'nda ortaya çıkmış. Bu yasanın tekrarı bugün biz Müslümanlar üzerinde de işlemektedir.

Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman çerçevesine baktığımızda, risalet görevini üstlenmesinden vefatına kadar geçen zaman içerisinde, ona Rabbi tarafından önerilen mücadele metodunu taviz vermeden uygulamış, o ve ashabı çıkarıldıkları şehre galipler olarak geri dönmüşlerdir. Müslümanların bu galibiyeti; Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların gereğini 23 sene boyunca yerine getirmiş olmaları neticesinde idi.

Bu galibiyette en önemli unsur; birlik, beraberlik, tek bir önder ve tek bir Kitap'a bağlı kalarak, yani olayı İsrailoğulları ile bağlantılı düşünürsek "TEK BİR ÇEŞİT YEMEĞE" sabretmeleri neticesinde idi.

Toplumları ayakta tutan en önemli faktörlerden birisi; sahip oldukları değerlere toptan yapışmalarıdır. Toplumlar, kendi içlerinde başka değerler üretip bunlara yapışmaya başladıkları zaman çöküş başlamış demektir.

[023.052-53] İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim: öyleyse benden korkup-sakının. Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

[030.032] Onlardan ki dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır, her hizib kendilerindekine güvenmektedir

Resulullah hayatta iken "TEK BİR YEMEĞE" yani "TEK BİR KAYNAĞA" sabreden ve ona yapışan Müslümanlar, onun vefatının sonrasında tıpkı İsrailoğulları gibi "TEK BİR YEMEĞE DAYANAMAYACAĞIZ" yani "TEK BİR KİTAP'A DAYANAMAYACAĞIZ" diyerek ve farklı kitaplar üreterek, bu kitaplar doğrultusunda inançlar edinmeye başlamışlardır. Bu durum sonuç olarak fırkalaşmayı beraberinde getirmiştir.

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealine baktığımızda, Allah(c.c)'nin ipine sarılınması sonucunda düşmanlıkların bittiği ve kalplerin uzlaştığı beyan edilmektedir. Ayeti tersinden okuduğumuzda, Allah(c.c)'nin ipine sarılmadığımız zaman uzlaşan kalplerin düşmanlığa dönüşmesi durumu söz konusudur, ki bugün içinde bulunduğumuz hal bunun apaçık göstergesidir.

"TEK KİTAP'A DAYANAMAYAN" bizler, dinimizi farklı kitaplar, kişiler ve mezheplerin belirlediği şekilde anlamaya ve yaşamaya başladıktan sonra, İsrailoğulları'na vurulan "ZİLLET ve MESKENET" damgası bize de vurulmuştur. Bu durum kaçınılmaz yasa olup bundan kurtulmanın tek çaresi "TEK KİTAP'A DAYANMAK"tan geçmektedir.

Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda yüzyıllardır kan, gözyaşı ve zulmün dinmemesinin sebebi; bizlerin fırka fırka olarak, bizim fırkamızın haricindekileri en azılı düşman görmemizden kaynaklanmaktadır. En azılı düşman olarak görülmesi gerekenler, bizlere birbirimizi vurmak için silah imal ederek, onları satıp hem maddi olarak kazanç elde etmekte, hem de kendileri savaşarak kaybedecekleri insan gücünden tasarruf etmektedirler.

"Zillet ve Meskenet" damgasının vurulması bir yasaya tabi ise, ki tabidir, bundan kurtulmanın çaresi de bir yasaya tabidir. Bu yasanın işlemesi ise bu duruma düşme sebebi olan fırkalaşmayı terk ederek tek bir Kitap etrafında birleşmekten geçmektedir. Bunu yapmadığımız müddetçe bizler her zaman her yerde zulme uğrayan, birbirini öldürmekten zevk alan bir toplum olarak yeryüzünde zulüm altında inleyerek yaşamaya devam ederiz.

Sonuç olarak; Sünnetullah denilen "toplumsal yasaların işleyişi", Kur'an'da İsrailoğulları üzerinden bizlere gösterilmiş, onların yaşamış olduğu olumlu ve olumsuz örneklikler bizlere anlatılarak ders çıkarmamız istenmiştir. Zillet ve Meskenet damgasının vurulma yasası olarak BAKARA 61 ayetinde İsrailoğulları "TEK BİR ÇEŞİT YEMEĞE" dayanamadıklarını söyleyerek farklı yiyecekler istemişlerdir. Bu ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda, "Zillet ve Meskenet" damgasının vurulmasının "TEK BİR KİTAP'A DAYANAMAMAK" olduğu ve bugün Müslüman coğrafyası olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlaşılacaktır. Bu durumun tersi olan "Güven ve Emniyet" yasasının işlemesi için birlik ve beraberlik içinde olmak gerekmekte olup bunun yolu da "TEK BİR KİTAP'A DAYANMAK" yani Kur'an'a sarılmak, diğer bütün kitapları terketmekten geçmektedir. Bunun tersi durum yani farklı hiziplere ve kitaplara bölünmüş Müslümanların oluşturduğu toplum, yıkımdan kurtulamayacak ve kafirlerin elinde oyuncak olmaya devam edecektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.