Değil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Değil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Kişilerin Değil İlkelerin Yönettiği İslami Hareketin Önemi Üzerine

İnsanların katılımı ile oluşturulmuş olan fikir ve düşünce hareketlerinde, liderlik makamı önemli bir konum arz etmektedir. Bu hareketlerde ortaya çıkan sorunların en önemlilerinden bir tanesi , lider konumunda olan kişilere yüklenen karizma ve onların vazgeçilemez oldukları düşüncesidir.  Olayı, İslamı referans alan fikir ve düşünce hareketleri açısından değerlendirdiğimizde , bu sorun daha da büyümekte, ve neredeyse liderin ilah konumuna yükseldiği bir hareket ortaya çıkmaktadır. 

Kur'anda Muhammed (a.s) ın bizler için "en güzel örnek" olarak vasıflandırılmış olması , lider konumunda olan kişilerin bu görevlerini nasıl kullanacakları , liderin etrafında toplanmış olan kişilerin ise , o lidere bakış açıları ve davranışlarının nasıl olması gerektiği konusunda bizleri yeterince bilgi sahibi kılmaktadır. 

Onun "Kul bir Elçi" olarak vasıflandırılmış olması, onun şahsından öte taşımış olduğu görevin öne çıkması anlamına gelmektedir. Onun şahsından öte taşımış olduğu misyonun öne çıkması gerektiği , İslamı referans alan tüm hareketlerin ortak çıkış noktası olması gerekmektedir. 

[003.144] Muhammed, sadece resuldür. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. te ki onun öldürüldüğü haberleri üzerinde dağılan sahabenin eleştirildiği ayeti dikkate aldığımızda, liderin değil ilkelerin öne çıktığı bir İslami hareket modeli görebiliriz. Bu ayet, İslami bir hareket içinde lider konumunda olan kişiye yüklenecek durumu izah eden önemli bir ayettir. Ayet, olayı ondan öncede resullerin geçmiş ve bu resullerin ölmüş olduğuna bağlayarak , kişilerin değil düşüncenin ön planda olması gereğine vurgu yapmaktadır.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde ona yapılması emredilen itaat, onun keyfi icraatına değil vahiy ile kendisine emredilenedir. O kendisine itaat edilmesi gereken bir lider olması hasebiyle asla gurur ve kibire kapılmamış , her zaman kul bir elçi olduğu kendisine hatırlatılmış bir kişi olarak , kendisinden sonra gelecek kuşaklara , liderliğin nasıl yapılması gerektiği konusunda evrensel bir örnek oluşturmuştur.

Kur'anın bazı ayetlerinde ona "Kendi günahın için tevbe et" şeklinde verilen emirler , onun başıboş bırakılmadığını , yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatan ayetler olup , liderlik konumunda olan kişiler için dikkate alınması gereken ayetler gurubundandır. Çünkü ona kendisinin sorumlu olduğunu hatırlatan Allah (c.c), bu tür ayetlerle onun etrafındaki kimselere de onun hatadan münezzeh olmadığını bildirmektedir.  

Kur'anın bazı ayetlerine baktığımızda Allah (c.c) tarafından azarlanmış olması , onun hatadan beri olmadığının bilinmesi bakımından önemli bir husustur. Siyer kitaplarında Muhammed (a.s) a ashabı tarafından yöneltilen bazı eleştiriler ve sorgulamalar, bu tür ayetlerin sahabe tarafından doğru algılanmasının bir sonucu olup , onun hatadan münezzeh olmadığının açık bir göstergesidir. 

Muhammed (a.s) ın elçiliğinin bize bakan yönlerinden önemli bir husus , onun kişiler üzerine değil, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışını tebliğ etmiş olmasıdır. Ancak ilerleyen zamanlarda, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışı değil , kişiler üzerine kurulu bir din anlayışı öne çıkarılmış, ve bu anlayış özellikle tarikat ve cemaat yapılanmalarında baş rolü oynamaktadır.

Zaman içinde Muhammed (a.s) ın "Kul ve Elçi" konumu daha ileriye taşınarak "Yarı ilah" konumuna taşınmış , böylelikle onun dışındaki bazı insanların karizmatik bir yapıya büründürülmesi yolu da otomatikman açılmıştır. Şayet geleneğimizde Muhammed (a.s) ı ashabının anladığı biçimde gelişen anlayış aynı şekilde devam ettirilmiş olsaydı , bugün karizmatik yapıya büründürülmüş , ilah konumuna çıkarılarak postlarına yapışmış liderlerin arzı endam etmesi güçleşecek, hatta imkansız hale gelecekti.

Muhammed (a.s) sonrası oluşturulan tarikat ve cemaat yapılanmalarında ortaya çıkan en önemli husus "vahiy merkezli" değil "kişi merkezli" bir din anlayışıdır. Bu çarpık anlayış bugüne kadar böyle gelmiş ve Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başını işte bu çarpık anlayış çekmektedir.

Tarikat ve cemaat yapılanmalarının başında olan lider konumunda olan kişilerin "Sorgulanamaz" bir konuma yükseltilmesi Kur'anın önerdiği bir yöntem değildir. Aksine Kur'an böyle bir yöntemi ret etmekte , liderin etrafında olan kişiler tarafından her an murakabede tutulmasını istemektedir. 

Liderin murakabe altında tutulması, haliyle bilgi birikimi ve cesaret işi olup , ne acıdır ki lider etrafında olan kişilerin bilgi ve cesaret sahibi olmaları, o yapılanma tarafından engellenerek "Lider tasallutu" oluşturulmuştur.

"Lider tasallutu" şeklinde meydana gelen yapılanmaların büyük sıkıntılar doğurması kaçınılmazdır. Lidere kayıtsız itaat şeklinde koşulan şarta riayet edilmediği takdirde kafir olunacağı korkusu salınan mürit ve tabiler , kafir olmamak !! için " O ne derse doğrudur" diyerek, sorgulamaz bir teslimiyet içine girmişlerdir. 

Lider karizmasına dayanan hareketlerde o hareketin devamı o lider ile kaim olduğu düşüncesi ağırlıklı olarak hakim olduğu için , lider öldüğünde sanki mensup olunan hareketinde bittiği gibi bir tutum ve düşünce içine girilmektedir. Şayet lider merkezli bir hareket yerine , ilke merkezli bir hareket oluşturulmuş olsaydı , liderlerin geçici, hareketin ise baki olduğu inancı hakim olur, liderin ölmesi ile hareketin bittiği veya akamete uğradığı inancı asla hakim olmazdı. 

Lider karizmasına dayalı hareketlerin istismara daha açık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle uluslararası şer güçler , bir belde üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için o belde üzerinde olan bazı cemaat ve tarikat yapılanmalarını kullanmakta olduğu gözlemlenmektedir. Binlerce bağlısı olan bir cemaatin liderini ikna ettiğiniz zaman, onun arkasındaki binlerce kişiyi de ikna etmiş olmanın kolaylığını bilen şer güçler , bu gibi yapılanmalara sızarak o gurupları kendi emellerine çok rahat bir biçimde alet edebilmektedir.

İslami mücadele sürecinde meydana gelen cemaatleşmelerde bu gibi yanlışların önünün alınması, ancak lider konumunda olan kişilerinde sorgulanabilir olduğu düşüncesinin hakim olmasından geçmektedir. Liderin yaptığından sorumlu olduğunu düşünmesi ve tabilerine hesap verme korkusu, onu verdiği kararlar noktasında daha dikkatli davranmaya sevk edecektir. 

"Bu nasıl mümkün olacaktır?" sorusunun cevabı, bu noktada verilmesi gerekmektedir. 

İslami bir hareketin, vahyi temel alan ilkeler üzerine kurulmuş olması , hareket içindeki lider konumunda olanların karizmatik bir yapıya bürünmesine ve vazgeçilmez olarak görülmesine engel olacaktır. Çünkü, hareket içinde olan her kişi potansiyel olarak liderlik yapabilecek bir konuma sahip olarak yetiştirilecek ve kendisini en az lider kadar sorumlu olarak görecektir. 

 İslami bir hareket içinde bütün yük sadece lider konumunda olan kişinin sırtına yüklenerek , diğerleri ondan gelecek olan emirleri kayıtsız şartsız olarak uygulamak ile görevli elemanlar pozisyonunda değildir. Aksine, şura (danışma) ile alınan kararlarda insiyatif sahibi olan , lideri gerektiğinde uyaran kişiler olarak hareket içinde sorumluluk sahibi alan kişiler olmalıdır. 

Böyle olmaz ise ne olur ? . 

Böyle olmaz ise, liderin ilah konumuna oturtulduğu bir tarikat yapılanmasına girmiş bir hareket oluşmuş olur ki , artık bu hareket amacından saptırılmaya , istismar edilmeye müsait bir hareket halini alarak, şer güçlerin elinde oyuncak olmaya aday bir hareket haline gelir.


Bunun en canlı örneğini son günlerde Türkiye üzerinde oynanmaya çalışılan oyunda baş rolü üstlenen ve temeli İslami söylem üzerine dayalı olan "Hizmet hareketi" nin düşmüş olduğu ihanette görmek mümkündür. 

Başındaki kişinin en üst derecede karizma sahibi olduğu bu yapı , dünyanın başına musallat olan şeytanlardan olan A.B.D ile yapmış olduğu işbirliği ile , A.B..D adı ile anılan şeytanın esiri olmuş ve Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi yönünde, onlara yardımcı olarak büyük bir ihanet içine girmiştir. 

Eğer bu hareket vahyi temel alarak hareket etmiş olsaydı  bırakın ihanet etmeyi , kuklası olduğu A.B.D yi Müslümanlar için en büyük tehlike olarak görecek , ve onlardan gelecek yardım adı altında olan hiçbir şeyi kabul dahi etmeyerek "Hizmet hareketi" ni onların hizmetine sunmuş olmayacaktı.

Şayet başındaki zat bu ihanet içinde olsa bile , bağlıları liderin yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek ona itaat etmeyecekler, ve lideri bu konuda yalnız bırakarak hatasını göstereceklerdi. Ama maalesef böyle olmamış , tam bir teslimiyet içinde topluca bu ihanetin içine girerek, masum insanların üstlerine silah sıkarak onların kanlarını dahi dökmekten çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bir hale gelmişlerdir.

İslamı referans alan hareketler içinde olan kişilerin bu konuda üstlerine büyük iş düşmektedir. Üstlerindeki yükü atmak için, bütün yükü lidere yüklemek yerine , kendileri de yükün altına girmeliler, ve bütün yükü tek kişiye yüklemek yerine, yükü hafifletmek yoluna gitmelidirler. 

Liderlere bu noktada düşen görev ise , kendilerini vazgeçilmez olarak görmemeli ve göstermemelidirler. Hareket içinde olan herkesi potansiyel bir lider olarak yetiştirmek için elinden geleni yapmalı , koltuk sevdasına düşmemelidirler. 

İslamı referans alan hareketlerin ne lider konumunda olan kişiler açısından böyle bir kaygı , ne de bağlılar tarafında böyle bir gayretin olmaması , İslami hareketlerin geleceği konusunda bizleri pek te iyimser düşünmeye sevk etmemektedir. Bugün İslami hareket adı altında yapılan oluşumların genel görünümü , liderin çoban tabilerin ise koyun olduğu bir sürüden farkı yoktur.

Liderler , içinde bulunduğu konumdan ve kendisine gösterilen aşırı ilgiden memnun , bağlılar ise lidere tabi olmakla cenneti garantilemiş olmalarından dolayı memnun bir halde " Alan memnun satan memnun" bir halde Müslümancılık oynamaya devam etmektedirler.

Sonuç olarak ; Başta Türkiye olmak üzere , İslamı referans alan yapılanmalardaki en büyük yanlışlık, lider karizmasının oluşturularak baştaki liderin ilahlık konumuna çıkarılmış olmasıdır. Bu tür yapılanmalar pek çok yönden sakıncalı olup , hareketlerin ilkeler üzerine bina edilmesi gerekmektedir. Liderinde o ilkelere bağlı olduğu hareketler , liderin sorumlu b,r hale getirerek , onu ilah pozisyonuna gelmekten de çıkaracaktır.

Lider karizmasına dayanan hareketlerin bir toplumu nereye götürebileceği , maalesef Türkiye örneğinde yaşanmış "Hizmet hareketi" denen ve başını Fethullah Gülen adlı kişinin çektiği oluşumun, kimlere ve neye hizmet ettiği çok acı bir biçimde ortaya çıkmıştır. 

Eğer lider karizmasına dayalı İslami yapılanmalardan vaz geçilerek vahyi temel alan ilkeler üzerine bir yapılanmaya geçilmediği sürece , sadece isimler değişerek şer güçlere hizmet eden başka hizmet hareketleri ortaya çıkacaktır.








2 Mayıs 2016 Pazartesi

Miraca İnanmamak Sapıklık Değil İnanmak Sapıklıktır

"Miraç olayı" olarak bilinen , Muhammed (a.s) ın Mescidi Aksa dan sonra göğe yükselerek orada bazı olaylara şahit olduğu düşüncesi, İslam inancı içinde kemikleşmiş ve neredeyse imanın şartı haline getirilmiş bir inançtır. Bu olay etrafında oluşturulan rivayetler, Allah ve elçisine iftira derecesine varan rivayetler olup , bu inancın desteklenebileceği bir ayet hatta Kur'andan en küçük bir delil dahi yoktur. 

Kur'andan delil olduğuna dayanak olarak getirilen ayetlerden birisi İsra suresinin 1. ayetidir.

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

Ayetin, metne sadık kalarak yapılmış meali şöyledir ;

Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.

Ancak İsrailoğullarının Tevrata yapmış olduğu zulmü Kur'ana yapmak isteyen bir takım Yahudi zihniyetli Kur'an çevirmenlerinin eli ile , tamamen yalan ve iftira olan miraç olayı, sanki Kur'an tarafından haber veriliyormuş gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Yahudi zihniyetine sahip bir Kur'an çevirmeni tarafından çevrilmeyip tahrif edilen İsra s. 1. ayeti şöyledir ;

Bir gece, kulu Muhammedin Mescidi Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya, en yüce makama vuslatını gerçekleştiren, huzurunda secdesini sağlayan Allah’ı tesbih, tenzih ve takdis ederiz. Kudretimizin açık delillerinden olan o evrensel peygamberi ins-ü cinne, bütün kainata tanıtalım; kainat ve ötesinin, geçmişte olanlar ve gelecekte olacakların bir kısmını ona müşahede ettirelim diye bu miracı gerçekleştirdik.Şüphesiz Rasulü Muhammedin, kainat ve ötesinin duyduklarını ve gördüklerini duyuran ve gösteren Odur.

İsra s. 1. ayetinde miraç olayına en küçük bir delil olmadığı halde, Mescidi Haram dan göğe çıkarılma hikayeleri, kitaplarda sayfalarca yer alarak Müslümanlara anlatılmaktadır. Kur'andan haberi olmayan bir çok Müslüman ise , bu olayın Kur'anda yer almış olduğuna inanarak , böyle bir olaya inanmamanın kendisini kafir yapacağı korkusunu taşımaktadır.

Miraç olayına Kur'andan delil aramaya kalkanların , bulduklarının zannettikleri delillerden birisi de Necm suresi ayetleridir. Ancak bu surenin , miraç olayının meydana geldiği iddia edilen zamandan çok önceleri nazil olması itibarı ile, miraca delil olması asla söz konusu olamaz. Bu konuda daha geniş bir çalışmayı daha önce yapmış olduğumuz için verdiğimiz adrese bakılabilir. http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2013/04/necm-s-ayetlerinin-mirac-ile.html

Kur'an bırakın miraç olayını kabul etmeyi , aksine onu RET etmektedir. İsra s. 93. ayetine baktığımızda bunu açık ve net olarak görmekteyiz. 

أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً

[017.093]  «Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim.»

Ayette görüldüğü gibi, Muhammed (a.s) a GÖĞE YÜKSELMEDİKÇE iman etmeyeceklerini söyleyen müşriklere karşı verdiği "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim" cevabı onun böyle bir olaya şahit olMAdığını gösteren Kur'ani bir delildir. Eğer böyle bir olay gerçekleşmesi vaki olmuş ise , müşrikler tarafından böyle bir istek yapılmaz , aksine bu isteklerinin gerçekleştiği haber verilirdi . Ancak böyle bir haber verilmek şöyle dursun , bu istekler ret edilmektedir.

Bir Müslüman olarak, din de belirleyici kitabımız eğer Kur'an ise ki ondan başkası olamaz , onun bu konuda verdiği habere iman etmekten başka bir çaremiz yoktur. 

Mahalle baskısı şeklinde oluşturulmuş olan "Hadislere iman" olgusu , eğer o hadisin karşısında bir ayet olması durumunda, o hadisin Muhammed (a.s) ın ağzından çıkmasının mümkün olMAdığı düşüncesine sahip olunmasını gerektirmektedir. 

Gelelim şimdi kimin sapık olabileceği konusuna ;

Miraç olayına inanan geniş bir kesim , karşısına bu olaya inanmayan bir kimse çıktığında "Sen miraca inanmıyor musun?" diye sorarak, onun miraca inanmadığı gerekçesi ile , sapık bir düşünce içinde olduğunu söyleyecektir. 

Halbuki asıl sorulması gereken soru , "Sen yoksa miraca inanıyor musun?"  şeklinde olmalıdır. Çünkü Kur'anın ret ettiği bir şeye inanmak, kişiyi sapık durumuna düşürecektir. 

Şimdi sorarız ; bu durumda SAPIK olan kimse, miraca inanan mı yoksa inanmayan mı olmaktadır?. 

El cevap = ASIL SAPIKLIK, MİRAÇ DİYE BİR OLAYIN VUKU BULDUĞUNA İNANMAKTIR. 

Miraca inanan kesim tarafından , miraca inanmayanlara karşı saldırı olarak ortaya konulan ithamların tamamı , aslında miraca inanan kesime layık ithamlardır. Bu kesim miraca inanmayanlara "Hadis sünnet inkarcısı" v.s gibi yaftalar takarak suçlamakta , karşı taraf ise savunma durumunda kalarak ,kendisinin böyle bir etikete layık olmadığını anlatmaya çalışmaktadır.

Halbuki, düşüncesini Kur'andan alan bir kimsenin kendisini savunmak durumunda bırakmasına gerek yoktur. Miraca inandığını iddia ederek , inanmayanları "sapık" olarak yaftalayanların tamamı, bu yaftaya asıl kendilerinin layık olduklarını bilmeli ve illaki bir kimseye "sapık" yaftası takılacaksa , miraca inanmayanlar değil , miraca inananlar olmalıdır. 

Çünkü miraç diye bir olaya inanmak, kişiyi "Kur'an inkarcısı" durumuna düşürecektir

Sonuç olarak ; Kendi inandığı doğrultuda inanmayan birisine "Sapık" damgası vurmayı pek seven biz Müslümanlar , eğer birisine bu damgayı vuracak isek , onun sapık olduğuna dair delili , rivayetlerden değil Kur'andan getirmek zorundayız.

Miraç olayı , Kur'an içinde tek bir delili olmayan , olduğu iddia edilen delillerin ise batıl olduğu , sadece rivayetler kanalı ile bizlere gelen ve Kur'an tarafından RET edilen bir olay olmasına rağmen , yerleşik inançta kemikleşmiş bir hale gelmesi nedeniyle , bu olaya inanmayanlar "Sapık" olarak yaftalanmaktadır. 

Eğer birisine "Sapık" damgası vurulacaksa , bu damga miraca inanmayanlara değil , Kur'anın ret etmesine rağmen , böyle bir olayın vuku bulduğuna inananlara vurulmalıdır. Miraç olayının vuku bulmadığını düşünenler , delillerini Kur'andan almakta iken , bu olayın vuku bulduğuna inananlar ise delillerini rivayetlerden almaktadır. 

Bir konuda Kur'an ile rivayetler arasında çelişki varsa , tercih edilmesi gereken kaynak Kur'an olmalıdır. Maalesef bir çok konuda olduğu gibi miraç konusunda tercih edilen bilgi kaynağı rivayetler olup , bu konudaki İsra s. 93. ayeti görmezden gelinmektedir. 

Acaba bu durumda "Sapık" olan kişiler , Kur'an ayetini delil olarak görerek , miracın vuku bulmadığına inananlar mı , yoksa Kur'an ayetine sırt dönerek rivayetleri delil olarak görenler mi dir ?.

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Temmuz 2015 Salı

Başörtüsü Örneğinde Kitaba Değil Kitabına Uydurma Çalışmaları

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına , yaşamış oldukları hayat içinde bir takım kurallar koyarak , bu kurallar dahilinde yaşamaları ile ilgili emirleri Elçi ve Kitap lar göndererek bildirmiştir. İnsanların bir çoğu Elçi ve Kitapları red ederek inkarcı bir hayat tarzı üzerine devam ederken , bir kısım insanlar Elçi ve Kitaplara uyan bir hayatı tercih etmektedirler. Elçi ve Kitaplara uyduğunu iddia eden bir kısım insanlar da , Kitap içindeki bir takım kurallara uymak noktasında sıkıntılar başgöstermiş ve bu sıkıntıları bir şekilde aşmak yoluna gitmeyi tercih ettiklerine şahid olmaktayız. 

"Kitaba değil kitabına uydurmak" deyimine uygun olarak Kitap içindeki bazı konular "O öyle değil böyle" denilerek uygun hale getirilmeye çalışılmış ve çalışılmaktadır. Yazımızda "Baş örtüsü" konusunu ele alarak bu kuralı bir şekilde delme çalışmaları olarak niteleyebileceğimiz ilgili Ayetlerin yorumlarında kullanılan argüman ve Ayetleri anlamada izlenilmesi gereken yolu ele almaya çalışacağız. 

Bu konu ile ilgili düşünceleri kısaca hatırlayacak olursak ; Kur'anda böyle bir emir olmadığı , bu konu ile ilgili Ayetlerin başı örtme ile ilgili olmadığı gibi sözler edilerek bu düşünceler bazı Kur'an çevirilerine yorum olarak sokulmuş olması , bazı okuyucular tarafından bunun Allahın emri olduğu gibi bir düşünce içine girmelerine sebeb olmaktadır. 

Şurası unutulmamalıdır ki , Kur'an yaşayan bir topluma inmiştir. Bu toplum günlük hayatı içinde bir takım bilgilere sahip olup , Kur'an bu bilgilerin bir kısmını kabul , bir kısmını red ederek doğrusunu yerleştirmeye çalışmıştır. Dil olarak indiği toplumun dilini kullanan Kur'anı bu gün doğru anlamak için indiği toplumda kullanılan dili , kelimelerin o günkü anlamını bilmek gerektiğini düşünüyoruz. 

İndiği zaman ve mekan şartları göz önüne alınmadan , bu gün inmiş gibi okunmaya çalışılan  Kur'andaki bazı emir ve yasakların ne anlama geldiği veya nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir takım sıkıntılar baş göstermesi kaçınılmazdır. Kur'anı doğru anlamak için, önce okunan Ayetin tarihi bağlamı (özellikle Medine de inen Ayetler için sözkonusu olduğunu düşünmekteyiz), sonra o Ayetin bize dönük mesajının okunması şeklinde yapılan bir okuma doğru bir anlayışa götüreceğini düşünmekteyiz. 

Bu gün özellikle kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden kesimini bir kısmında arız olan hastalık Kur'anı bu gün inmiş gibi okumaya çalışarak tarihi bağlamını hiçe saymaktan kaynaklanmaktadır. Baş örtüsü ile bir takım farklı çıkarımlar , yanlış olduğunu düşündüğümüz metodun bir yansıması olarak karşımızda durmakta ve bazılarımız baş örtmeme gerkeçelerini Kur'anda böyle bir emrin olmamasına bağlamaktadırlar.

Önce Ahzab s. 59. Ayeti üzerinde durmaya çalışarak , Ayetin tarihi bağlamı ve mesajını okumaya çalışalım.

 Yâ eyyuhen nebîyyu kul li ezvâcike ve benâtike ve nisâil mu’minîne yudnîne aleyhinne min celâbîbihinn(celâbîbihinne), zâlike ednâ en yu’refne fe lâ yu’zeyn(yu’zeyne) ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).

 [033.059]  Ey  nebi; eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle: Üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanınıp da incitilmemeleri için daha elverişlidir. Ve Allah; Gafur, Rahim olandır.

Ayetin indiği zaman içinde yaşamadığımız veya o zamanı belgelendirecek görsel kaynaklara sahip olamadığımız için kaynak olarak sözlükler ve Kur'ana müracaat etmek zorundayız. Dolayısı ile Kur'anda bir kelimeye anlam bindirirken kişisel kanaatlere değil o kelimenin nuzül çağı toplumu içinde bilinen anlamı üzerinden hareket etmek daha doğru sonuçlar verecektir.

 Bu Ayette anahtar kelimemiz , "Cilbab" tır ;  Kökü "Ce-le-be" olan bu kelimenin sözlük anlamları ; "Bir nesneyi bir yerden bir yere sevk etmek , Deve semerinin üzerine örtülen deri parçası , yaranın üzerinde oluşan kabuk " tur. 

Bu anlamları toplayacak olursak Kur'anda geçen "Cilbab" kelimesinin ne anlama geldiği ve nazil olduğu zamanda yaşayanlar tarafından nasıl bir anlama sahip olduğunu anlamak kolaylaşacaktır. 

"Yara üzerindeki kabuğun yaranın tamamını kaplaması , Deve semerinin üzerine örtülen örtüye bu kelimeden türemiş bir anlam verilmesi , bir nesnenin bir yerden bir yere sevkedilmesi" anlamlarını toplayacak olursak ; "Cilbab" adı verilen nesnenin "Kadınların bir yerden bir yere giderken yani evlerinden dışarıya çıkarken kendilerini TAMAMEN örten nesneye verdikleri ad "CİLBAB" tır. 

Bu nesnenin, başı açıkta bırakması gibi bir durum sözkonusu olamaz , olursa başı açıkta bırakan nesnenin adı "Cilbab" olamaz. 

Eski tefsirlere baktığımızda , bu kelime ile ifade edilmek istenen emrin bütün vucüdu örten bir nesne olduğunda herhangi bir ihtilaf olmayıp , ihtilaf konusu yüz'ün ne kadar kısmının kapatılması gerektiği noktasındadır. 

Kur'anın nazil olduğu zaman içinde yaşayan kadınların "Cilbab" adı ile bildikleri nesne, bütün vücudu kaplayan bir giysi olup Allah (c.c) nin onlara evlerinin dışında giymelerini emrettikleri örtünün o günkü toplum içinde bilinen adıdır.

Ahzab s. 59. Ayetinde anahtar kelime olarak gördüğümüz "Cilbab" kelimesinin anlamını doğru bir zemine oturttuktan sonra bu Ayetin tarihsel yorumu hakkında şunları söyleyebiliriz. 

Kur'anın nazil olduğu zaman içinde toplum içinde kadınlar 1- Hür 2- Köle olmak üzere 2 farklı statüye sahiptiler, köle statüsüne dahil olan kadınlara "Cariye" denilmekteydi.Bu durum Kur'an öncesi Arap toplumunda geçerli olan bir statü olup böyle bir sınıfsallaştırmayı Kur'an emretmiş değildir. Kur'an bu sınıfsallaştırmayı karşısında bulmuş , içki yasağı gibi kökten kaldırmak yerine düzenleyici ve durumlarını iyileştirici tedbirler vaaz etmiştir. 

Nur s. 33. Ayetine baktığımızda nuzül çağı toplumunda , "Cariye" sınıfına dahil olanların fahişelik gibi işlerde kullanıldıklarını görmekteyiz. Ayet'in , hür kadınların açık bir vaziyette gezerek bu tür kadınlarla karıştırılarak eziyet görmelerini önlemek gibi bir amaca matuf olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ayetin tarihsel bağlamını bu şekilde okuduktan sonra, bu gün için bizi bağlayıcılığı konusunda nasıl bir düşünce içinde olmak gerektiğinin sorusunun cevabının aranması gerekmektedir. 

Ayetin illetini sadece Hür ve Cariye sınıfına mensup kadınların birbiri ile karıştırılmaması için böyle bir örtünme emredilmesi olarak okuduğumuz zaman , bu gün böyle bir durum sözkonusu olmadığı için yani Hür ve Cariye sınıflarının kalkmış olması sözkonusu olduğu için Ayetin hüküm otomatikman kalkmış yani Ayet NESH olmuştur gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.

 Kur'anın tarihsel bir hitap olmadığı , Ayetlerinin hükmünün kalkması şeklindeki bir nesh'in vaki olmasının söz konusu olmadığını düşünürsek Ahzab s. 59. Ayetinin bu gün için kadınlara , dışarı çıkarken vücutlarını başları dahil olmak üzere örten bir nesne ile kapatmaları gerektiğini emretmektedir. 

"Eziyet görmek" şeklinde ifade edilen şey , erkeklerin bakışları veya tacizkar davranışları olup , böyle bir durumun her zaman vaki olma tehlikesi mevcuttur.  Allah ;(c.c) böyle bir durumun önlenmesine matuf olarak , kadınlara örtünme emrini vaaz etmiştir.

Bu konu ile alakalı olarak diğer bir Ayet olan , Nur s. 31. de şöyle buyurulmaktadır;

 Ve kul lil mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunneillâ mâ zahera minhâ, vel yadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn(zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhel mu’minûne leallekum tuflihûn(tuflihûne).

 [024.031]  Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini (Humuruhinne), yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.

Bu Ayet'te anahtar kelimemiz "Humur" kelimesidir. Bu Ayet ile ilgili bazı yorumlarda bu kelimenin "Örtü" anlamında olduğu fakat başı örten bir örtü anlamına gelmediği , dolayısı ile başı örtmek gibi bir farziyetin bu Ayetten çıkmayacağı şeklinde ifadelere rastlamaktayız.

Bir kelimenin nuzül çağı toplumu içinde bilinen anlamını doğru öğrenmenin sözlükler ve o kelimenin Kur'anda kullanılış alanlarıdır. Kanaatlerimizi bu dorultuda kullanarak yapacağımız yorumlar bizleri daha doğru bir sonuca götürecektir. Aksi takdirde ön kabuller neticesinde oluşmuş düşünceleri Kur'ana kabul ettirmek gibi bir amaca matuf olarak okunan Ayetler bizleri doğru sonuca götürmeyecektir. 

"Humur" sözcüğünün türemiş olduğu "Elhamru" kelimesi sözlükte ; " Bir nesneyi örtmek gizlemek" anlamına gelir. Örtünme de ve gizlenme de kullanılan şeye "Hımarun" denilmektedir, çoğulu "Humur" dur.

Alkollu içkinin "Hamr" olarak adlandırılmış olmasının sebebi , aklı örterek akıllı bir insanın yapmayacağı ve söylemeyeceği şeylere sebeb vermiş olmasından ötürüdür. 

"Cilbab" kişiyi tamamen örten bir nesnenin ismi iken "Humur" kişinin başını örten bir nesnenin adı olup bu gün adına "Eşarp" dediğimiz nesne ile aynı işlevi gördüğünü söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Ayet , "Humur" olarak bilinen baş örtülerinin yekpare olarak göğüs bölgesini de içine alacak şekilde örtülmesini belirtmektedir. 

 Sonuç olarak; Hayat içinde inancımızı yaşamakta karşılaştığımız bazı durumlar bizleri mücadele etmek yerine teslimiyete sevketmiştir. Özellikle bayanların evlerinin dışındaki yaşamlarında farklı bir şekilde olma zorunlulukları, yani tesettür kuralına uymak zorunda olmaları onları tercih noktasında bırakmış ve bir kısım kadın teslimiyeti seçerek baş örtü noktasında çıkış arama veya böyle bir çıkışı gösteren düşünceleri tasdik etme durumuna düşmüşlerdir.

"Kur'anda baş örtüsü emri yoktur" şeklinde ortaya atılan düşüncelere bazılarımız bir can simidi gibi sarılmış ve bu konuda bir rahatlığa düşmüşlerdir. Kanaatimiz o dur ki ; Başörtüsü emri en ufak bir tereddüte mahal bırakmayacak açık ve net olup bu konudaki farklı düşünceler "Kitaba değil Kitabına uydurmak" tabir edebileceğimiz bir düşüncenin ürünüdür. Kimsenin kimseye başını örtmesi konusunda bir dayatmada bulunmaya hakkı yoktur , ancak baş örtüsünü Kur'anda böyle bir emir olmadığı düşüncesinden hareketle kullanmayan bayan kardeşlerimize bu düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz. 

"Müslüman" ismine sahip olmak demenin , "Teslim olmak" anlamı taşıdığı akıldan çıkarılmadan , "Teslim almak" şeklinde çalışmalar içine girmenin bizleri iman zaafiyetine sokacağı unutulmamalıdır.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


24 Şubat 2015 Salı

Recm Cezasını Red Etmek Değil, Kabul Etmek Küfürdür

Müslümanların , kendi aralarında olan farklı düşüncelerin hangisinin doğru olduğu kararını, Kur'anın değil rivayetlerin belirleyiciliği ışığında yapmak gibi bir usullerinin var olduğu herkesin malumudur. Farklı düşüncede olan insanların birbirlerini tekfir etmelerine kadar varan sonuçlara sebeb olan , belirleyici bir Kitap üzerinden yapılmayan bu tartışmalara verebileceğimiz bir örnek konu , "Recm" cezası konusudur. 

Bu cezanın var olduğunu kabul edenler , bu cezanın olmadığını iddia edenleri "Kafir - Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi suçlamalarla tekfir etmektedirler. Bu yazımızda illaki birilerini tekfir etmek gerekiyorsa, bu cezayı red edenlerin değil , kabul edenlerin tekfir edilmesi gerektiğini iddia ederek, bu iddiamızın Kur'an temelli olarak delillendirmeye çalışacağız.

 Klasik İslam hukukunda , evli Kadın veya Erkeğin zina yapması halinde ona uygulanacak olan
ceza, onların  taşlanarak öldürülmesi yani "Recm" edilmesi olarak belirlenmiştir. Bu belirlenme, Kur'anın bu konudaki emri göz ardı edilerek yapılmış ve bu cezanın yerleşmesi için akıllara zarar düşünceler ortaya atılarak , Ehli Sünnet akaidi nin amentüsü haline getirilmiştir, bu düşünceler kısaca şöyledir. 

Evli Kadın veya Erkek zina ettikleri zaman ,onların recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair  bir Ayetin aslında indiği , ancak bu Ayetin Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında Aişe validemizin odasına giren bir keçi tarafından yenildiği !!! , ve bu yenilen Ayetin Mushafa alınmamış olması onun hükmünün geçerli olmaMAsı gerektiği düşüncesini geliştirmiş ve ayrı bir garibet olan "Nasih Mensuh" teorisi altında , "Hükmü baki metni mensuh" şeklinde alt kategori ihdas edilerek İslam düşüncesine sokulmuştur. 

Bu iftiranın güçlendirilmesi için gerekli uydurma rivayetler , Vahiy olduğu iddia edilen Hadis Kitaplarına sokularak red edilmesi güç bir duruma büründürülmüştür. Bu konu "Mahalle Baskısı" diyebileceğimiz bir hale getirilmiş karşı çıkan birisi ne " Sen Buhari veya Müslim Hadisini mi red ediyorsun?" şeklinde bir itiraz getirilerek , bu kitaplarda yazanların kesin doğru hükümler olduğu zannı oturtulmuştur.

"Mütevatir Sünnet Kur'an Ayetini nesh eder" şeklinde ayrı bir düşünce geliştirilerek ,Kur'anın belirleyici olmaması sağlanmış , belirleyicilik rivayetlere verilmiş ve recm rivayetleri, Kur'anın önüne geçerek Dinin olmazsa olmaz düşünceleri arasına girmiştir. Yazımızda Kur'anın , zina eden evli Kadın ve Erkeğin cezasını belirlediği iddiasını delillendirmeye , Allaha ve Elçisine nasıl bir iftira atılarak nasıl KÜFRE düşüldüğünü ortaya koymaya çalışacağız.

Ez zâniyetu vez zânî feclidû kulle vâhıdin min humâ miete celdetin ve lâ te’huzkum bi himâ ra’fetun fî dînillâhi in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhır(âhırı), vel yeşhed AZABEHUMA tâifetun minel mu’minîn(mu’minîne).

[024.002]  Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini hususunda bir acıma tutmasın. Mü'minlerden bir grup da bunların AZABINA şahid olsun.

Nur s. 2. Ayeti, zina eden Erkek ve Kadının her birine 100 değnek cezası vurulmasını emretmektedir. Geleneksel İslam düşüncesinde , bu cezanın bekarlar için olduğu , evliler için Kur'an herhangi bir ceza belirlemediği , evlilere uygulanacak olan cezanın Sünnetle sabit olduğu ve bu cezanın "Recm" olduğu iddiası herkesin malumudur. 

Bu iddianın ne kadar yanlış olduğu , yanlış olduğu kadar Allaha ve Elçisine İFTİRA olduğunu aynı surenin 6-9. Ayetler arasında beyan edilen, şahidi olmayan zina iddiası ile ilgili hükümler içinde  açık ve net bir biçimde görmekteyiz.

Okuyucularımızın , Nur s. 2. Ayetinde büyük harfle vurguladığımız "AZAB" kelimesini hatırında iyice tutmasının gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Bu kelime, konumuzun anahtar kelimesi olup , zina eden Kadın ve Erkeğe vurulan 100 değnek cezasını "AZAB" olarak ifade etmektedir.

Vellezîne yermûne ezvâcehum ve lem yekun lehum şuhedâu illâ enfusuhum fe şehâdetu ehadihim erbeû şehâdâtin billâhi innehû le mines sâdıkîn(sâdıkîne).
 [024.006] Eşlerine zina isnad edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların şahidliği; kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı dört defa şahid tutmasıdır.

Vel hâmisetu enne la’netallâhi aleyhi in kâne minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.007] Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

Ve yedraû anhel AZABE en teşhede erbea şehâdâtin billâhi innehu le minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.008]  Kocasının yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şahid tutması kadından AZABI savar.

Vel hâmisete enne gadaballâhi aleyhâ in kâne mines sâdikîn(sâdikîne).
[024.009]  Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Yukarıda verdiğimiz Ayetlerde , Karısının zina ettiğini iddia eden fakat bu iddiasını şahitlendirecek 4 kişi bulamayan Erkeğin nasıl bir yol izleyeceği , kendisine zina yaptığı iddia edilen Kadının zina yapmadığını iddia etmesi halinde, onun nasıl bir yol izleyeceği yani "Lanetleşme" nin nasıl olacağı anlatılmaktadır.

Bu Ayetler içinde, evli Kadının zina cezasını bulmaktayız şöyle ki ; Kocasının , kendisinin zina yaptığı iddiası ile şikayet edilen Kadının , bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmiş olması , 8. Ayet te beyan edildiği üzere AZABI ondan savmaktadır . Kadın eğer zina fiilini izlediğini kabul etmiş olsaydı bu sefer AZAB, o Kadın dan savılmayacak ve uygulanacaktı. 

Şimdi biraz düşünelim , bu AZAB nasıl bir AZAB tır ?. 

Bunun cevabı daha önce işaret ettiğimiz üzere Nur s. 2. Ayetinde dir. Nur s. 2. Ayetin de zina eden Kadın ve Erkeğin herbirine vurulan 100 değnek cezası "AZAB" olarak ifade edilmektedir. Kocası tarafından zina fiilini işlediği iddiası şikayet edilen Kadının bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmesi ondan savılacak olan AZABIN  100 değnek olmasından hareketle , şayet Kadın bu fiili işlediğini kabul etseydi ona uygulanacak olan ceza 100 değnek olması gerekmez mi ?.

ŞİMDİ SORUYORUZ ; HANİ KUR'ANDA EVLİLERİN CEZASI YOKTU ? . HANİ EVLİLERİN CEZASINI SÜNNET BELİRLİYORDU ?. BU AYETLER ZİNA EDEN EVLİ KADINA UYGULANACAK OLAN HAD CEZASININ 100 DEĞNEK OLDUĞUNU İFADE ETMİYOR MU ?.

Bu olayın tersini düşünerek , Karısı tarafından zina ettiği gerekçesi ile şikayet edilen , fakat şahitlendirilmeyen durumlarda , Kadının Kocası da zina iddiasını red ederse 100 değnek cezasından kurtulmakta , şayet kabul ederse ona da 100 değnek cezası uygulanacaktır.

Bu açık ve net Ayetlere rağmen hala bu cezayı Muhammed (a.s) ın Sünneti olarak uygulanması gerekir şeklinde bir iddia da bulunanlara sözümüz şu dur; Bir çok Ayette kendisinin sadece kendisine vahy edilen uymakla görevli olduğunu , vahye aykırı bir hareketinde onun cezalandırılacağını beyan eden Ayetlerin tersine böyle bir icraatta bulunduğunu iddia etmek Allaha ve Elçisine İFTİRA atmak değil de nedir ?.

Ayrıca Nisa s. 25. Ayetinde "Meleket Eymanukum" olarak ifade edilen ve bildiğimiz anlamı ile "Cariye" statüsünde olan Kadınların, evlendikten sonra zina ettikleri takdirde onlara verilecek olan  cezanın, "Muhsanat" statüsünde olan kadınlara uygulanacak olan cezanın yarısı olduğu beyan edilmektedir.

Şimdi soruyoruz ; Eğer evli Kadının cezası recm edilerek öldürülme olsaydı , Cariyenin cezası olan yarı uygulamanın şekli nasıl olacaktı ?. Buradan da recm edilerek öldürülme şeklinde bir cezanın asla olmadığı çıkmaktadır. 

Bu konuda yapılan yanlış bir iddiayı da burada dile getirmekte fayda görmekteyiz. Recm cezasının Kur'an da olmadığı , ancak bu cezanın Tevrat ta olduğu , Muhammed (a.s) ın uyguladığı rivayet bu cezayı Tevrat ın bir hükmü olarak uyguladığı düşüncesi mevcuttur. Bu düşüncenin doğru bir düşünce olmadığını , Nisa s. 26. Ayetinde , "Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah Bilen'dir, Hakim'dir." şeklinde buyurulması, önceki Ayetler olan 22-23-24-25 . Ayetlerdeki hükümlerin öncekiler içinde geçerli olduğu vurugulanmaktadır.

Nisa s. 25. Ayeti içinde ki  cümle de  , "Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın yarısını uygulayınız." buyurulmuş olması bu cezanın öncekiler için "Recm" olması düşüncesinin yanlış olduğunu göstermektedir.

"Recm" cezası, bazı kafalarda öyle kemikleşmiş bir cezadır ki karşı cevap olarak hemen " Sen filanca alimden daha mı iyi biliyorsun şimdiye kadar bunu kimse red etmedi de sen mi ediyorsun?" şeklinde gayet ilmi!!! cevapların gelebileceğini bilmekteyiz. Bu cevaplara karnımızın tok olduğunu belirtmek isteriz.

"İbni Kuteybe" adı ile bildiğimiz hadis alimi bundan yaklaşık 1200 sene önce yaşamış birisi olup onun türkçeye ,"Hadis Müdafaası" adı ile çevrilmiş bir eseri vardır. Bu eser içinde dikkati çeken "Recm cezasını red edenler" başlıklı bir bölüm vardır ki, bu bölüm altında bu cezayı red edenlere karşı çıkarak "Muhsanat" kelimesini evirip çevirerek recm cezasını savunmaktadır. 

İbni Kuteybe nin bu müdafaası, bize şunu göstermektedir ; Recm cezasının yanlış olduğu düşüncesi, daha dün ortaya atılan bir düşünce olmayıp bundan 1200 yıl önce yaşayan birinin Kitabına konu başlığı oluyorsa, demek ki 1200 yıl önce bile recm cezasının yanlış olduğunu savunan alimler bulunmaktaymış , Allah (c.c) onlara rahmet etsin ve onlara selam olsun.

Sonuç olarak ; Recm cezası örneği ,Kur'anın Din de belirleyici bir Kitap olmaktan çıkarılmasına çok acı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Bu cezanın var olduğunu savunanlar , bu cezanın yanlış olduğunu savunanlara KAFİR damgası vurarak tekfir etmekte ve onları suçlamaktadırlar. Kur'an bizim için Dinde ortak bir belirleyici Kitap ise esas KAFİR , bu cezayı Muhammed (a.s) ın uyguladığı , Bu ceza ile ilgili Ayetin olduğunu fakat keçinin yediği , Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği iddiası ile recm cezasının Kur'anda olmasa dahi Sünnet ile sabit olduğu gibi iftiraları atanların ta kendileridir. 

KAFİR  damgasını vurmayı gerektirecek bir tayfa var ise bu tür iddiaları red edenler değil , bu iddiaları kabul ederek Dinin bir kuralı haline getirenlerdir. Bu cezayı kabul edenlerin koca koca alimler olmuş olması bizim onları kabul etmemiz gerektiği gibi bir mecburiyet içinde asla bırakmaz. Kur'anın "Atalar Dini" olarak red ettiği yolun takipçilerinin bu günkü devam ettiricleri olan KUR'AN İNKARCILARI , başkalarını Hadis İnkarcılığı ile suçlayıp, Allah (c.c) ye Muhammed (a.s) a attıkları bu iftiraların hesabını verecektir. Bu konuda savunma durumunda kalarak onların hakaretleri altında ezilmekten çok , bizim onları işledikleri cürümün ağırlığını anlatarak , illaki kafir aranacaksa , kafirliği başkalarında değel önce kendilerinde aramaları gerektiğini hatırlatmaktır. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Ocak 2015 Çarşamba

Kabir Azabını Kabul etmemek Değil Kabul Etmek Sapıklıktır.

Müslümanlar arasında bir çok konuda görüş ayrılıkları olduğu bilinen bir gerçektir. Birbirleri ile görüş ayrılığına düşen iki Müslümanın bir diğerine "Sapık" damgası vurduğu da bilinen bir gerçektir. Kur'anın bazı inasanlara bu damgayı vurduğunu bir çok Ayet içinde görmekle birlikte bu damgayı hak edenlerin, Ayetlerin beyanının aksine hareket etmeleri sonucu buna  hak kazandıklarını bilmekteyiz. 

Ancak Müslümanların birbirine bu damgayı vurmaları ,ellerindeki "Hüden" ( Yol gösterici) ,"Münir"(Aydınlatıcı) Kur'an ile değil ,bu vasıfları yükledikleri başka kitapların yol göstericiliği ile olmaktadır. Kur'an dışı her hangi bir bilgi kaynağını Hüden ve Münir olarak gören bir kısım Müslümanlar bu kitaplardaki düşüncelerin aksini iddia edenleri "Sapık" , "Kafir" , "Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi yaftalarla itham etmektedir. 

Kur'anın her konuda belirleyici bir Kitap olduğu için, bize gelen bilgileri bu Kitabın verileri ile ölçer tartar ona göre kabul veya red ederiz , olması gereken bu dur. Eğer birisine "Kafir" demek gerekirse bu Kitabın aksine bir iddiada bulunduğu için deriz , başka kitaplara aykırı söz söylediği için birisine böyle iddia da bulunmak silahın geri dönmesi misali sahibine döner. 

"Tekfirnikof" marka tüfeği alarak önüne gelen ateş açan bir kısım insanlar bu tüfeğin namlusunun onlara yönelik  , tekfir edilmeleri asıl gereken kendileri olduğunu bilmelidirler. Onların tekfir ettikleri insanların düşünceleri Kur'anın doğruları olup , kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış gördükleri için önüne geleni tekfir etmeyi maharet sayan kesim aslında kendilerinin buna daha layık olduklarını aşağıda ele almaya çalışacağımız "Kabir azabı" konusu üzerinden göreceklerdir.

"Kabir azabı" konusu , Kur'anın bu konuda herhangi bir beyanı olmamasına rağmen bir takım rivayetler aracılığı ile inanç konuları arasına sokularak, bir nevi imanın şartı haline getirilmiştir. "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir iddia da bulunan, sanki Kur'ana ters bir iddiada bulunmuş gibi muamale görerek , "Kafir , Sapık , Hadis inkarcısı v.s" gibi sözlerle itham edilmektedir. 

Yazımızda , Kabir azabı konusunun tarihi temellerini ortaya koyarak bu düşüncenin nereden geldiği ve bu düşüncenin nasıl Kur'ana aykırı bir düşünce olduğu , SAPIK vey KAFİR damgası vurulması şart ise RED EDENLERİN değil, KABUL EDENLERİN  bu damgayı yemesi gerektiği üzerinde olacaktır.

Kabir azabı düşüncesinde en önemli konu , azab görenin beden değil RUH olduğudur , fakat Kur'an insanı böyle bir ayrıma yani BEDEN-RUH ayrımına tabi tutmaz. Kur'an, ölen insanın bedeninin çürüdüğü ve çürümüş kemiklerin bir araya getirilerek yeniden yaratılacağını beyan eder. Aynı Kur'an , insanda RUH diye ölmeyen bir şey olduğu konusunda en ufak bir bilgi kırıntısı dahi vermez. Hal böyle iken Kabir azabı ile ilgili düşünce de , azab gören şeyin beden değil ruh olduğu ve ruhun asla ölmediği iddiası vardır.

Peki Kur'anda olmayan BEDEN-RUH ayrımı İslam düşüncesine nasıl girdi ve neredeyse imanın şartı haline geldi ?. 

Beden-ruh ayrımı , Yunan felsefecilerinin savunduğu bir düşünce olup (burada Eflatun u zikredebiliriz), ruhun ölmeyip başka bedenlere girerek yaşadığı düşüncesi yani "Reenkarnasyon" bu tür düşüncelerin bir uzantısıdır. Şia nın aşırı kollarından olan  ve bu gün Suriye de yaşayan Nusayrilik te bu düşünce etkin bir rol oynamaktadır.   

Yunan felsefecilerinden etkilenin, İslam felsefecileri aracılığı  ile  beden -ruh ayrımı İslam düşüncesi içine girmiştir. Temeli Yunan felsefesi olan "Ruhun ölümsüzlüğü" meselesi , İslam düşüncesi ile harmanlanarak " Madem ruhlar ölmez öyleyse ruhlar dünyada yaptıkları işlerin karşılığını kıyamet gününe kadar görürler" şeklinde bir iddia ile "Kabirlerin Cennet bahçelerinden bir bahçe" veya "Cehennem çukurlarında bir çukur" olacağı düşüncesi Yunan felsefecilerinin etkisi ile içimize girmiştir.

 Ancak burada bir kaç yönden çelişki ve arızalı durumlar ortaya çıkmaktadır; 

Öncelikle kökü dışardan ithal bir fikir olan "Ruhun ölümsüzlüğü" ilkesi Kur'an ile çelişen bir düşüncedir. Siz Yunan dan bir düşünce ithal ederek bunu İslam düşüncesindeki , yaptıklarının karşılığını öldükten sonra almak ile harmanlarsanız ortaya hilkat garibesi bir düşünce ortaya çıkar. 

Eğer bu düşünceyi kabul edecek olursak şunu da kabul etmemiz gerekmektedir; Madem ruhlar ölümsüz öyleyse kıyamet günü yeniden diriliş olayı bedenen olmaması gerekir , ölmeyen bir şeyin yeniden dirilmesi söz konusu olamaz. Bu düşünceden hareketle Yunan felsefesi etkisinde kalan İslam felsefecileri , "Cismani haşir yoktur ruhani haşir vardır" diyerek bedenen haşri red etmişlerdir. Halbuki bir çok Kur'an Ayeti yeniden dirilişin BEDENEN olacağını beyan etmiştir, bu düşüncenin İslam literatüründeki adı KÜFR dür. 

Bu şekilde İslam düşüncesine giren "Kabir azabı" konusu rivayetler desteği ile dini bir temele!! oturtulmaya çalışılmıştır. Halbuki Kur'an da bir çok Ayet, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zamanı , yeniden dirilenlerin kendi aralarında yapacakları konuşma üzerinden vermektedir . 

[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Yasin s. 52. Ayetinde gördüğümüz sözün sahipleri eğer kabirlerinde azap görür bir halde kalmış olsalardı bu gib bir söz edecekler bizlere haber verilirmiydi?.

Bu ve benzeri Ayetlerin, Kur'anda yer almış olmasına rağmen hala bazılarımızın "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" şeklindeki itirazlarını duyar gibi olmaktayız. Bağlamından kopartılmış Ayetleri kullanarak (Mü'min s. 46) bu ithal düşünceye dayanak yapmaya çalışmak işin ayrı bir yanlış tarafıdır.

Hem kabir azabını kabul etmek , hem de bedenen dirilişi kabul etmek çelişkili bir durum arz edeceği için , ya kabir azabını kabul etmekle birlikte cismani haşri red edeceğiz , ya da kabir azabı diye bir şey yoktur diyerek bedenen haşri kabul edeceğiz. 

Hem kabir azabını kabul etmek , hemde cismani haşri kabul etmek çelişkili bir durumdur. Bir çok Ayet , kıyamet sonrası dirilen insanların hesaplarının görüldükten sonra Cennet veya Cehenneme sevk edileceğini beyan etmesine rağmen hesap gününden önce böyle bir karşılığın olacağını söylemek Kur'an ile çelişir.

Kabir azabı konusunu kabul etmenin beraberinde getirdiği problemleri sıralayacak olursak ; 

1- Kur'anın Beden - Ruh şeklinde bir ayrım yapmış olmamasına rağmen böyle bir ayrımı kabul etmek. 
2- Bir çok Kur'an ayeti Kıyamet sonrası kurulacak olan mahkeme de herkesin sorguya çekileceğini beyan ederken , kişinin ölür ölmez hesaba çekilerek kabirde Cenneti veya Cehennemi yaşayacağı Kur'anla çelişmektedir. 
3- Şayet ruh ölümsüz ise yeniden dirilişin bedenen olacağını kabul etmek çelişkili bir durumdur.
4-Kur'anın böyle bir haberi yok iken , Yunan felsefesinden ithal edilen fikirleri İslam düşüncesine sokmak. 
5-Ön kabul olarak ortaya bir konunun meşruiyetini Kur'an Ayetlerine kabul ettirmeye çalışmak.

Şimdi soruyoruz ; Evet ortada yanlış olan bir durum vardır ama bu durum KABİR AZABINI RED ETMEK MİDİR ? YOKSA KABUL ETMEK MİDİR?

Şimdi soruyoruz; Ortada sapkın olan bir durum vardır , BU SAPKINLIK KABİR AZABINI RED ETMEK Mİ DİR YOKSA KABUL ETMEK Mİ DİR?.

Şimdi ellerine "Tekfirnikof" marka tüfekleri alarak sağa sola rast gele ateş açan "Din Magandaları" bu tüfeğin namlusunun kendilerine yönelik olduğunu görmelidirler. Kendi sapkun düşüncelerine bakmadan başkalarını kabir azabını red ettikleri  gerekçesi ile tekfir edenler asıl sapık olanların kendileri olduğunu bilmelidirler. 

Bizlere "Vay sen kabir azabını redmi ediyorsun?" diye soranlara asıl bizler , " Yoksa sen kabir azabını kabul mu ediyorsun?" diye sorarak bu tür düşüncelerin sapkınlık olduğunu hatırlatmalıyız.Bu konuda savunma yapmaları gerekenler Kur'ana rağmen böyle bir inanç içinde olanlardır.

Sonuç olarak; İslam düşüncesine ithal fikirler ile sokulan beden-ruh ayrımının sonucu işin nereye vardığı görülmektedir. Her konuda belirleyici olması gereken Kur'anın yerine Yunan felsefesinin belirleyici olduğu "Ruh" kavramı insan ile özdeşleştirilmiş ve "Ruhun ölümsüzlüğü" prensibi yerleştirilmiştir. Temeli bu şekilde atılan düşünceye İslam düşüncesinde olan Dünyada iken yapılanların karşılığını ölümden sonra alma konusu da kıyamet sonrası için değil ölüm sonrası kabre konulduktan sonra başlatılmıştır. Hal böyle iken, temeli Yunan felsefesine dayanan "Kabir azabı" meselesi İslam düşüncesi içine sokularak Dinleştirilmiş ve red edenin sapık olarak damga yediği bir mesele haline gelmiştir. Ortada eğer bir sapkınlık varsa bu sapkınlık kabir azabını red edene değil kabul edene ait olmalıdır.Bizler Müslüman olarak Kur'anın bize din olarak verdiği bilgilere itibar etmekle , bunun dışındaki ithal edilmiş düşüncelere itibar etmemekle mükellefiz bunun gerisi lafu güzaf tır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.