14 Aralık 2015 Pazartesi

GAYRİ METLUV VAHİY Düşüncesinin Şura s. 51. Ayeti Bağlamında Değerlendirilmesi

Gayri metluv vahiy (Tilavet olunmayan vahiy) kısaca , Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'an harici ayrı bir vahiyde bulunulduğu iddiasına dayanan bir düşüncedir. Bu iddia temelini Kur'andan almayan ,  hadisi ve sünneti Kur'ana eş değer tutma düşüncesinin alt yapısını hazırlaması bakımından ihdas edilmiş bir düşünce olup, beraberinde akidevi problemler getirerek bu düşünceyi savunanları itikadi yönden sıkıntıya sokan bir düşüncedir. 

Kur'an okumalarında eskiden beri yapılan hatalardan birisi , Kur'anın belirlediği çizgiler üzerinden gitmek yerine , belirlenmiş olan çizgilere , Kur'andan destek aramak şeklinde yapılan okumalar olmuş ve olmaya devam etmektedir. Konumuz olan düşünce, aynı hatalı yolun bir ürünü olup , "Ehli hadis" düşüncesinin, İslam dünyasına atmış olduğu büyük bir kazık olarak, halen büyük bir kesim tarafından savunulmaya devam etmektedir. 

"Erike hadisi" olarak bilinen rivayette , Muhammed (a.s) a atfen , kendisine Kur'an ile birlikte bir başka vahiyde de bulunulduğu , dolayısı ile "Kur'an bize yeter" gibi sözleri söyleyenlerin hata içinde oldukları !! , kendi ağzından çıkan sözlerin de Kur'an gibi !! olduğuna dair sözler, ona atılmış büyük bir iftira olarak dillerde dolaşmaktadır. 


Ayrıca bazı Kur'an ayetleri bu konuya destek olarak okunmaya çalışılmış, ve başta Necm suresinin ilk ayetleri, Bektaşi okuması misali yarım bir okuma ile "İşte bak onun konuştukları vahiymiş" şeklinde bir iddiaya kurban edilmeye çalışılmıştır.  

"Hani Nebi; eşlerinden birine, gizlice bir söz söylemişti. O, bunu (diğer eşe)haber verdi de Allah da bunu ona açıklayınca; bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince; eşi: Bunu sana kim bildirdi? demişti. Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi, demişti."

Tahrim s. 3. ayetinde , Muhammed (a.s) ın gizli bir söz söylediği eşinin , bu sözünü diğer eşe bildirdiğini haber vererek , o eşin "Bunu sana kim bildirdi?" sorusuna, cevaben "Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi" şeklinde cevap vermesinin anlatıldığı ayet , gayri metluv vahiy düşüncesinin delil olarak aldığı ayetlerden birisi olup , bu haberin ona Cibril ile bildirilen bir vahiy ile gerçekleştiği iddia edilmektedir.

Fakat burada "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali önemli bir hataya düşülmektedir. Eğer ihdas edilmiş bir düşünceye, Kur'andan destek bulma çalışması şeklinde bir durum mevcut olmasaydı, ilgili ayet Kur'an bütünlüğünde okunarak , Muhammed (a.s) a böyle bir haberin nasıl verilmiş olabileceği kolaylıkla anlaşılabilirdi. 

İhtilaf ettiğimiz bir konuda belirleyici olması gereken tek kitap olan Kur'an , bizlere gayri metluv vahiy düşüncesine bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair bilgiyi ,Şura s. 51. de Allah (c.c) nin kulları ile nasıl konuştuğunu beyan eden  ayet  vermektedir.

Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).  

[042.051] Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.

Vahy kelimesi; "Remz  , ima yolu ile süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır.  

Şura s. 51. ayetinin beyanına göre  Allah (c.c) insan ile 3 şekilde konuşmaktadır.

1- Vahy ile.
2- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
3- Perde arkasından .

Bu 3 yolun 3. şıkkındaki konuşma şekli , Musa (a.s) ile olan konuşma şekli olup , 1. ve 2. şıktaki konuşma şekilleri asıl konumuz ile alakalıdır.

1. şıktaki konuşma şekli olan "Vahyetmek" Allah (c.c) nin bütün insanlarla olan konuşma şeklini ifade etmektedir. Allah (c.c) istisnasız olarak bütün insanlarla "İlham" olarak ta bildiğimiz bu yol ile konuşmaktadır. 

İnsanlarla olan bu konuşma şeklinin örneğini , Kasas s. 7. ayetinde Musa nın annesine vahy edilmesinde görmekteyiz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra ona ,"Kardeşleri tarafından yapılanı onlara haber vereceksin" şeklinde vahy edilmiş olması , 1. şekil konuşmanın örneklerindendir. Bu vahyetme şekli, beşer elçiler ile konuşma şekli olan "Melek elçi" ile vahyedilmesinden farklı bir durum olup "İlham" olarak ta ifade edebileceğimiz vahy türü ile gerçekleşmiştir.

Nahl s. 68. ayetinde Allah (c.c) nin Arıya vahyetmesinden bahsedilmektedir. Arıya olan vahiy, ona fıtri olarak verilmiş olan bal yapmasını ilham etmesi olduğu anlamına geldiğini düşünürsek , bu durumun insana vahyedilmesi ile bağını kuracak olursak , Allah (c.c) nin bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri bilgilerin onlara vahy ederek konuşması söyleyebiliriz. Yeni doğan bir çocuğun annesini emmesi onun fıtratından gelen bir bilgi olup, bu durum Allah (c.c) nin o çocukla vahy yolu ile konuşması anlamına gelmektedir.

1. şıktaki vahyetmeyi daha kolay anlayabilmek için , Enam s. 121. ayetindeki şeytanların dostlarına vahyetmesinin nasıllığını anlamak gerekmektedir. Yaygın dilde "İlham" olarak bildiğimiz bu 1. şekil, bütün insanlara şamil bir olgu olup , kötülüğü insana yaptırmak için , insana içinden gelen bir duygu "şeytanların vahyetmesi" demek olup , iyiliği insana yaptırmak için , insana içinden gelen duygu ise "Allah (c.c) nin vahyetmesi" demektir. 

Bu tesbitimizin , bütün insanların resul olduğunu iddia etmek gibi anlamaya  gelmediğini hatırlatmak isteriz , çünkü Allah (c.c) "Resul" olarak seçtiği insanlara aracı ile vahyetmesinin sebebi , resulluğu kendilerinden menkul kişilerin ortaya çıkarak, "Ben de resulum" şeklindeki hezeyanlarının yalan olduğunun bilinmesi içindir. Bu tür vahyetme şekli Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve kıyamete kadar hiç bir insan ile "Melek elçi" aracılığı ile konuşma yapılarak herhangi bir beşere vahyedilMEyecektir.

Allah (c.c) nin insanlar içinden seçmiş olduğu elçilerin , öne çıkan ilk vasfı "İnsan" olmaları nedeniyle ,1. şıktaki türden olan vahiy onlar içinde geçerlidir. Enam s. 112. ayetinde her nebi için görünen ve görünmeyen şeytanlardan düşmanlar olduğu ve bunların vahyettiğinden bahsedilmektedir. Elçilerin de insan olmaları nedeniyle, görünen ve görünmeyen şeytanlardan gelecek tehlikeler konusunda diğer insanlardan farkları yoktur.

Elçilik görevini yüklenen insanlarda Şura s. 51. ayetinde beyan edilen vahyetme şeklinin 1.ve 2. şıklarının ker ikisi de geçerli olup , elçilik görevini üstlenmeyen insanlarda sadece 1. şekil vahyetme türü geçerlidir. Elçiler ile elçi olmayan insanlar arasındaki vahyedilme açısından durum bu şekildedir. 

Olayı Muhammed (a.s) açısından değerlendirecek olursak , onun hem insan hem de elçi olması nedeniyle, 1. ve 2. şıktaki vahy şekli onun içinde geçerli olup , Tahrim s. 3. ayetinde verilen haber 1. şıktaki vahy yolu ile olup, kendisi ile ilgili bir durumdur.

Allah (c.c) insanlar içinden seçmiş olduğu elçilere vahyetme şeklinin, "Elçi göndererek vahy yolu ile" olduğunu beyan etmektedir , bu beyanı Hacc. 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde de görmekteyiz. Bu tür vahyetme şeklinde, yapılan vahyin muhteviyatı , o elçinin çağrısının ulaştığı her insan için bağlayıcı niteliktedir. Kur'an içindeki bir çok ayet te , Muhammed (a.s) a elçilik görevi dahilinde yapılmış olan vahyi eksiksiz olarak iletme görevini yükleyerek , bu konuda asla muhayyerliğe yer vermesinin mümkün olmadığı beyan edilmektedir.

[005.067] Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.

Maide s. 67. ayetine baktığımızda Muhammed (a.s) a hitaben , kendisine  Rabbinden indirileni tebliğ etmesi , aksi takdirde görevini yapmamış olacağı hatırlatılmaktadır. Tahrim s. 3. ayetine baktığımızda "bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" cümlesini yukarıdaki ayet ile bağlantısını kurarak okuduğumuz zaman, bizim için konu aydınlanmış olacaktır.

Muhammed (a.s) seçilmiş bir elçi olması nedeniyle, ona "Melek elçi" tarafından vahyedileni eksiksiz olarak muhataplarına okumak gibi zorunluluğu vardır. Şayet Tahrim s. 3. ayetinin gayri metluv vahye delil olduğu iddiasında olduğumuz takdirde , Muhammed (a.s) kendisine bildirilen vahyin bir kısmını bildirerek bir kısmından da vazgeçerek büyük bir cürüm işlemiş sayılacaktır.

Rabbinden kendisine indirileni tebliğ etmekle görevli olan bir elçi , gayri metluv vahiy taraftarlarınca iddia edildiği üzere , ona Cibril tarafından vahyedilenin nasıl olur da bir kısmını bildirir bir kısmından ise vazgeçer?.

Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'ana alınmayan vahiy anlamına da gelen "Gayri metluv vahiy" adında ayrı bir vahiyde bulunulduğu düşüncesi , bu düşünce taraftarlarının akidesini büyük ölçüde zedeleyen bir düşüncedir şöyle ki ; 

Bu düşünce, Muhammed (a.s) ın kendisine vahyedilmiş olan bazı ayetleri sakladığı , gizlediği , muhataplarına okumadığı anlamına gelir ki , bu da onun elçilik görevini eksik olarak yaptığı anlamına gelir. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın "Beşer" olması gerçeğini göz ardı ederek onu sadece bir robot konumuna sokmaktadır. İnsan olmanın gereği olan 1. şıktaki vahiy yolunu Muhammed (a.s) için tamamen kapatarak, sadece 2. yolu ona layık görmek onun insan olması gerçeğini red etmek anlamına gelir. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu sözleri Kur'an ile eşdeğer görerek , elçiyi ilah ve rab konumuna yükseltme tehlikesini beraberinde getirir.Bilindiği gibi ona atfedilen sözler , onun söylediği iddia edilen sözler olup kesinlik derecesi kişisel tahliller sonucu elde edilmiş bulgular sonucundadır. Kişilerin insiyatifine bırakılmış sözleri Kur'an ile eşdeğer görmek ona atılmış en büyük bir iftiradır.

Bu düşünce , onun sözlerinin yer aldığı kitapları Kur'ana denk tutmak anlamına gelerek o kitapları Kur'ana ortak koşmak anlamına gelir. 

Bu düşünce sahipleri , kendileri gibi düşünmeyenleri , hadis ve sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlayarak kendi düşüncelerini temize çıkarma gayesi gütmelerine rağmen , asıl sapkın düşünce sahipleri kendileri olup eğer birilerinin tekfir edilmesi gerekiyorsa, onların tekfir edilerek "KUR'AN İNKARCILARI"  olarak yaftalanması gerekir.

Bu düşünce , rivayetleri din de Kur'an gibi belirleyici kaynak kılarak , Kur'ana alternatif oluşturma gayretinin bir ürünü olup , Kur'an tarafından onay almayan bir çok rivayet , Kur'ana rağmen din esası haline gelmiş , "Sünnet vahiydir" düşüncesi ile Kur'an ayetlerini bile sünnetin nesh edebileceği inancı ortaya atılmış Allah (c.c) nin "Elçi" görevini layık gördüğü Muhammed (a.s) "Şari" (din koyucu) konumuna çıkarılmıştır. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın sözlerini yüceltirken , Allah (c.c) nin sözlerini kul seviyesine indirmekte , kulun sözlerini Allah (c.c) nin sözü düzeyine çıkararak , Allah (c.c) yi kul , kulu Allah (c.c) seviyesine çıkarmaktadır. 

Gayri metluv vahiy düşüncesinde yapılan önemli hatalardan birisi , Cibril veya başka isimlerle Kur'anda gördüğümüz vahiy meleğinin , Muhammed (a.s) ile kanka gibi bir durum içinde olduğu gibi görülmesidir. Cibril'in ona namazı ve abdesti öğrettiği gibi , her ramazan onunla mukabele okuması gibi , ona Kur'an harici bilgiler getirmesi gibi düşünceleri Kur'an ölçeğinde değerlendirdiğimiz zaman onu göz ile 2 defa gördüğünü anlarız. 

Bizler Cibril adı verilen meleği ontolojik mahiyeti olan varlık olarak görerek önemli bir hataya düşmekteyiz . Sahabeden Dihyetül Kelbi adındaki kişinin sureti ile geldiği şeklindeki rivayetlerin güvenirliliği maalesef bulunmamaktadır.

Bu gün Türkiye ye baktığımızda son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmesi sonucunda, Kur'andan onay almayan yanlış  inançların sorgulanmaya başlanması , bir kısım geleneksel din yanlılarınca büyük bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştır. Gayri metluv vahiy düşüncesini temel alan bir çok rivayetin belirlediği yanlış dini inançlar, bu sorgulama neticesinde sarsılmaya başladığı için , bu inancı korumak için var gücüyle çalışanlar , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olamayacağına dair düşüncelerini bu kitabı bizlere getiren elçi adına uydurdukları iftiralar ile ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.

Sonuç olarak ; Neresinden tutsanız elinizde kalan bir düşünce olan gayri metluv vahiy iddiası , Allah ve elçisine atılmış en büyük bir iftira olarak halen yerini korumakta ısrar etmektedir. Muhammed (a.s) ın bir beşer olmasını göz ardı ederek robot durumuna sokan bu inanç sayesinde Kur'andan onay almayan bir çok düşünce İslama sokularak din esası haline gelmiş , red edenler kafir , fasık , zındık , hadis sünnet inkarcısı olarak suçlanmaya başlanmıştır. Eğer birileri bu yaftaya layık olacaksa , gayri metluv vahiy düşüncesini red edenler değil , aksine  kabul edenler olmalıdır.

Din de belirleyici tek kitap olması gereken Kur'an, rivayetleri onaylayıcı bir noter haline düşürülerek arka plana itilmiş ve neticede dışarıdan devşirilme düşünceler, dinin esası haline sokularak büyük bir bilgi kirliliği oluşmasına sebebiyet verilmiştir. Bu kirliliğin izalesi için bu düşüncenin yeniden Kur'anın her konuda belirleyici bir kitap olarak yeniden iman edilmesi , bu belirleyiciliğin ışığında bu düşüncenin temel aldığı esaslar yeniden sorgulanması gerekmektedir.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Aralık 2015 Cumartesi

Maide s. 18. Ayeti: Kendilerini Allah (c.c) nin Oğulları ve Habibi Zannedenler

Kur'an içinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetler , çoğu Müslüman tarafından sadece onlara has olarak olduğu zannı hakim kılınarak , klasik tefsir usulünde bile kural haline gelen , "Hükmün hususi olması umumi olmasına mani değildir" kaidesince okunmamış , sadece onlarla ilgili bir çerçeveye hapsedilerek okunmaya çalışılmış, onların yaptığı hataların aynısı tekrarlanarak verilmek istenen mesaj maalesef ıskalanmıştır.

Bundan önceki yazılarımızda , Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetlerin , bizlere dönük mesajını okumaya gayret ettiğimiz gibi , bu yazımızda da Maide s. 18. ayetinin, bize dönük mesajını okumaya gayret edeceğiz. 

Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr(masîru).

[005.018]  Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğullarıyız ve habibleriyiz» dediler. De ki: « O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?» Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.

Maide s. 18. ayetini okuduğumuzda , Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin özel kullar olduğu iddiaları red edilerek, onlarında diğer insanlar gibi oldukları , diğer insanlar için geçerli olan yasaların onlar içinde geçerli olduğu beyan edilmektedir. 

«Biz Allah'ın oğullarıyız» ifadesi ile, bütün Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini Allah'ın oğulları saydıkları düşünülmesin. 

[009.030]  Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.

Tevbe s. 30. ayetinden anlaşılacağı üzere , Allah'ın oğlu olma iddialarının elçiler için uydurulmuş olduğu görülmektedir.Bu ayet , Yahudi ve Hıristiyanların elçilere, Allah'a oğulluk isnad ederek, kendilerine Allah katında prestij sağlama düşüncelerini red etmektedir. İman iddiasında bulundukları elçiye ,Allah (c.c) nin vermediği bir ayrıcalık yükleyerek başkalarına karşı bir üstünlük yarışına girme hastalığı Yahudi ve Hıristiyanlardan , biz Müslümanlara geçen bir hastalıktır.

Kendilerine elçiler üzerinden ayrıcalık tanıma hastalığı biz Müslümanları , Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) nin HABİBİ olarak görmeye kadar götürmüştür. Maide s. suresi 18. ayetinde geçen iddialardan biri olan "Ehibbauhu" (Onun habibleriyiz) ifadesi , "Ebnaullahi" (Allah'ın oğularıyız) ifadesi gibi elçiler üzerinden prestij kazanma düşüncesinin bir ürünüdür. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesinde ortaya çıkan bu durum , elçileri yarıştırma hastalığına tutan Müslümanlar tarafından, Muhammed (a.s) için geri planda kalması anlamına gelerek , ona da "Habibullah" yakıştırması yapılmaktadır.

Habib edinmeyen Allah (c.c), Muhammed (a.s) ı Habib edinir mi ?. 

Kur'an çevirilerine dahi sokulan "Qul" (De ki) şeklinde başlayan ayetlerde, "Ey habibim de ki" şeklindeki ilaveler, bu inancın nasıl bir hale geldiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Allah (c.c) nin İbrahim (a.s) ı "Halil" (Dost) (4.125) edinmesine nazire olarak, Muhammed (a.s) ı Habib edindiği iddiası asılsız rivayetlere dayanan bir iddiadır.

[069.044-6] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.

Habib olarak seçilmiş !! bir elçinin ümmeti olmak, bizleri öyle bir atalet içine düşürmüştür ki , şefaat inancı ile pekiştirilmiş olan bu elçi, bizleri almadan cennete gitmeyecek kadar şefkatli ve merhametli , hatta bu merhameti Allah (c.c) den daha fazladır !!.

Bir çok ayette geçen , Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu vurgusu ötelenerek, elçilikten daha fazla bir görev yüklemek düşüncesi , biz Müslümanların yüzyıllardır süren bir hastalığı olarak , geçmiştekilerin "seçilmiş kul" hastalığının bize bulaşması neticesinde oluşmuş ve bu günkü zelil durumumuzun en büyük müsebbibidir.

Maide s. 18. ayetinin , Allah (c.c) için hiç bir şekilde kimse için "Özel elçi" veya "Özel kul" statüsü tanımadığının ifade etmesi açısından okunarak, "Sünnetullah" denilen yasalar önünde her kulun eşit olduğu yönünde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.

Allah (c.c) nin Müslümanlar dahil kimse için herhangi bir özellik tanımadığı bilinci bizlere de hakim olmadıkça bu günkü zelil durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları , "Sünnetullah" adı verilen yasaların onlar üzerinde canlı örnek olarak nasıl işlediğini göstermesi bakımından çok iyi okunması gerekirken , bu ayetler maalesef sadece onlarla ilgili olduğu zannı ile okunarak bizlere dönük bir okuma yapılmamaktadır.


Bu gün Müslümanlar olarak başımıza gelen sıkıntılara karşı "Allah'ım gökten melekler ile yardım et" gibi dualara karşılık verilmeyişinin sebepleri üzerinde hiç durmadan aynı duaları tekrarlamaktayız. Allah (c.c) Kur'anda "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım usulü, sadece Müslümanlara has değil , bu yardımı hak eden herkes için geçerlidir. 

Rum suresinin ilk ayetlerinde okuduğumuz , Müslüman olmayan iki ordunun savaşında Allah (c.c) nin yardım etmesi konusu biz Müslümanlar tarafından doğru okumuş olsa , Allah (c.c) nin yardımının hak edene olduğu okunarak , bizlerin gökten melek beklentisinin ne kadar boş olduğu da anlaşılacaktır. 

Bedir ve Uhud savaşları , savaşa katılan sahabenin kahramanlıklarının anlatıldığı rivayetlerle gölgelenmiş bir vaziyette olarak, Sünnetullah'ın nasıl işlediğinin açık seçik göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği üzere Bedir savaşında Müslüman ordusu, Uhud savaşında ise müşrik ordusu galip gelmiştir.  "Bedir de galip gelen Müslüman ordusu , Uhud da neden mağlup oldu ?" sorusunun cevabının doğru olarak verilmesi Sünnetullah'ın da doğru anlaşılmasında yardımcı olacaktır.

Bu savaşlarda ki tarafların mağlubiyetini ve galibiyetini, Sünnetullah yasaları üzerinden okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Bedir savaşında meleklerin inerek savaştığı yönündeki iddialar , bizleri büyük bir hataya düşürerek elinde kılıç ile savaşan meleklerin indiği zannına kaptırmış , bu zan öyle bir hal almıştır ki, bizler hala böyle meleklerin inerek bizler yerine savaşmasını beklemekteyiz, ama böyle bir durum meydana gelmemektedir. 

Allah (c.c) hiç bir zaman gökten elinde kılıç ile melekler indirmMEmiş ve indirMEyecektir. Bu savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyet , arz üzerinde geçerli olan yasaların tecelli etmesi sonucunda olup , Bedirde galip gelinerek Uhudda mağlup olmaları, tamamen harp ile ilgili evrensel yasaların uygulanıp uygulanmaması sonucundadır. 

Allah (c.c) nin "Melek" veya "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım şekli, onun yardımını hak etmiş olmanın somuta dökülmüş bir anlatım şekli olup bu anlatımı literal bir okuma ile anlama sonucu ortaya çıkan görüşler , ümmetin bu günkü zelil haline zemin hazırlamıştır.

Bizler , Maide s. 18 ve benzeri ayetleri dikkatli bir biçimde okuyup hayata yansıttığımız takdirde , Allah (c.c) katında bütün kulların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu , bu eşitliği bozacak herhangi bir özel statü , hiç bir insan , hiç bir kavme ve hiç bir dini topluluğa tanınmadığını anlayabiliriz.

Allah (c.c) nin vaad ettiklerine nail olmak için belirli bir kimliğe mensup olmak değil , onun koyduğu yasalara tabi olmak gerekmektedir. Bu yasalara tabi olmayan , kim olursa olsun peygamber dahi olsa, alacağı karşılık farklı olmayacaktır.

Bu gün eğer Müslümanlar olarak üzerimizde bulunan zillet ve meskenet damgasının kalkmasını istiyorsak bu damganın kalkması için gerekli olan kurallara uymak zorundayız. İsrailoğulları denen topluluk bu yasaları Müslümanlardan daha iyi okuyarakgüçlenmiş , ve bu gün Müslümanlara zulmeder bir hale gelmişlerdir. İsrailoğullarının güç sahibi bir hale gelmesi onların Allah (c.c) nin seçilmiş kulları olduğu için değil , onun koymuş olduğu yasalara İsrailoğullarının tabi olması nedeniyledir. Eğer bu yasalara bu gün biz Müslümanlar tabi olur isek, ibre tersine dönerek bizim lehimizde işleyecektir. 

"O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder"

Kur'anın bir çok ayetinde gördüğümüz bu ibare , hiç bir yerde Allah (c.c) nin keyfi bir davranışta bulunmasını değil , onun bağışlaması ve azap etmesinin bir kurala bağlı olduğunu , hak edene , neyi hak etti ise onun verileceğini beyan etmektedir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin vermediği özel bir statüyü kendilerine verilmiş zanneden Yahudi ve Hıristiyanların bu düşüncelerini red eden ayetleri okuyan biz Müslümanlar , bu özelliğin onlar yerine  bizlere verildiğini zannederek , kendisine Muhammed (a.s) ı Habib edinmiş bir Allah tasavvuru içine girerek , kendimizi özel bir statüye tabi olan kullar zannetmekteyiz. 

Büyük günah işlemiş olsak ta bizler  için şefaatçi olacağını vaad eden !!!, Allah (c.c) nin habibi olmak şerefine nail olan !!, bir elçinin cenneti garantilemiş ümmeti olan bizler için artık yatma zamanı gelmiş ve bizim yerimize kafirler ile gökten meleklerin inmesini beklemekten başka işimiz kalmamıştır. Ancak bu düşünce bizleri dünyanın en zelil ve zulme uğrayan bir topluluğu haline getirmekten başka bir işe yaramamıştır. 

Bu zulüm ve zillet halinden çıkış yolu , Allah (c.c) nin özel bir statüye sahip kul olma inancını terkederek , onun koyduğu yasalara göre hareket eden bir topluluk haline gelmeye çalışmaktır. Kur'anın bir çok ayet bu konularda bilgi vermiş olmasına rağmen sadece hitap kitlesi ile sınırlı bir okumanın sonucu , yapılan anlatımlardan gerekli olan mesajın çıkarılmamasını sağlayarak bir nevi geçmişlerin masallarını anlatan bir kitap olarak duvarlardaki yerini korumaktadır. Kur'an duvarlardan inerek doğru bir okumaya tabi tutulmayı ve bu okumanın hayata geçirilerek, bizlerin "Hayırlı ümmet" vasfını yeniden kazanmamızı beklemektedir. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Aralık 2015 Salı

Nisa s. 3. Ayeti : Birden Fazla Evlenmenin Gerekçesi

Teaddüdü zevcat veya çok eşlilik adı ile bildiğimiz, birden fazla kadınla evlenme izni , bir kısım Müslüman tarafından suistimal edilen , bir kısım  tarafından ise, Allah (c.c) nin ayetlerinin alaya alındığı bir konudur. Bu yazımızda Nisa s. 3. ayeti hakkında bir tefekkür çalışması yaparak bu konu ile ilgili ayeti okumaya çalışacağız. 

Konuya giriş olarak öncelikle şunları söylemek istiyoruz ; Kur'anın doğru anlaşılmasında en önemli nokta , Kur'anın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların , nüzul öncesindeki yaşantılarının bilinmesi şartıdır. İndiği zaman ve mekanda yaşayan insanların yaşantıları bilinmeden okunan bir Kur'an, bir çok problemli düşünceyi beraberinde getirecektir. 

 Ve in hıftum ellâ tuksitû fîl yetâmâ fenkihû mâ tâbe lekum minen nisâi mesnâ ve sulâse ve rubâa, fe in hıftum ellâ ta’dilû fe vâhideten ev mâ meleket eymânukum. Zâlike ednâ ellâ teûlû.

[004.003]  Eğer  yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız  size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.

Öncelikle böyle bir ayetin inmesini zemin hazırlayan nuzül dönemi arka planını anlamaya çalışalım. Başta savaşlar sebebi olmak üzere ,  eş , mal ve çocuk bırakarak ölen erkeklerin , geride kalanlarının hakka ve adalete uygun bir şekilde gözetilmesini düzenleyen bir çok ayetten biri olan Nisa s. 3. ayeti , babaları ölerek "Yetim" durumuna düşenler ile ilgili olarak , onların haklarını gözetilmesini emreden bir ayettir. Ondan  önceki 2. ayet bu düzenleme ile ilgili olan bir ayettir. 

[004.002]  Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir vebaldir.

O zamanın şartları gereği , ölerek geride mal ve evlat bırakan bir babanın, reşit olmamış olan çocuklarına kalan malın bir başkasının yönetimine verilmekte olduğu, yetimlerin haklarını düzenleyen ayetlerin arka planından anlaşılmaktadır.Kendi malını yönetemeyecek kadar küçük veya yeteneksiz olan kız veya erkek çocuğun malları , onlar rüşt yani olgunluk çağına gelene kadar , "Kayyum" denilen kişiler tarafından işletilmekteydi.

Kayyumlar tarafından işletilen bu malların, Allah (c.c) indinde büyük bir sorumluluk olduğu , bu mallar üzerinde yetimlerin aleyhine olacak herhangi bir tasarrufun ateş yemek olduğu beyan edilerek, yetimlerin aleyhine yapılacak suistimallerin neye mal olacağı haber verilmektedir..

[004.010] Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, kesinlikle karınlarına sadece bir ateş yerler ve yarın çılgın bir ateşe yaslanırlar.

Konumuz olan ayete dönecek olursak  o ayette , kendisine babasından mal kalmış ve evlilik yaşına gelmiş olan yetim kızlar ile ilgili hatırlatmalar yapılmaktadır. 

[004.006] Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.

Nisa s. 6. ayetinde kayyumlara hitaben, rüşt çağına gelen yetimlerin mallarının yönetimini artık kendilerine bırakılması istenerek , kayyum olan kişinin bu mal üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunması gerektiği beyan edilmektedir. 

Nisa s. 3. ayeti, artık rüşt çağına gelmiş olan kız çocukları ile evlenmek isteyenlere , o kızlar ile evlenme amacının, onların mallarını yemek amaçlı olmamasını , eğer böyle bir amacı olanların bu işe hiç girişmemelerini, onlar yerine başka kadınlar ile evlenmeleri gerektiğini beyan etmektedir.

Ayetin asıl nirengi noktası , birden fazla evlilik konusu değil , yetim kızların haklarının korunması olup , hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından konu farklı algılanarak , birden fazla evlilik konusu ayetin nirengi noktası haline getirilmiştir. 

Ayet içindeki , "size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın." ibaresi, yeni ve bilinmeyen bir hüküm getirmemektedir , birden fazla evlilik adeti ayetin indiği zaman ve mekan dahilinde yaşanan bir olgudur. Muhammed (a.s) ın eşleri ile ilgili ayetlerde , birden fazla evlilik olgusu açık ve net olarak görülmektedir.

Bu ibareden ancak şöyle bir hükmün anlaşılması mümkün görülebilir; Arap toplumunda yaygın olan birden fazla kadınla olan evlilik , 4 kadın ile sınırlandırılmıştır. Bazı tefsirlerde bu ibarenin yorumunda, sayının 4 ile sınırlandırılmasının anlaşılamayacağı şeklinde yorumların yapıldığını görmekle beraber , 4 sayısının üst limit olduğu görüşlerinin doğruya daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Konumuz birden fazla evlilik olmadığı için böyle bir evliliği gerektiren halleri yazıya dahil ederek hacmi büyütmek ve konuyu dağıtmak istemediğimizi hatırlatalım.

Ayetin devamında birden fazla evlilik için gerekli olan şartın , kadınlar arasında adaleti gözetmek olduğu hatırlatılarak , tek eş veya ellerinin altında olan cariye ile yetinilmesi istenilmektedir. Bu konuda Nisa s. 129. ayeti son noktayı koymaktadır. 

[004.129] Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer ıslah eder Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.

"Cariye" olarak bilinen ve Kur'anda "Ma meleket eymanuküm" (Sağ ellerinizin sahip oldukları) şeklinde ifade edilen statüye sahip olan kadınlar konusunun ,  Arap toplumunun yaşadığı zaman ve mekan şartları dikkate alınarak okunması gerekmektedir.

"Kölelik ve Cariyelik" olarak bilinen statü, Kur'anın nazil olması ile hayat sahasına gelmiş bir durum olmayıp , Kur'anın nazil olmasından önce Arap toplumunda geçerli olan statülerden birisidir. Kur'an içki yasağında olduğu gibi bu kurumu direk olarak kaldırmayıp , hallerini iyileştirici hükümler getirmiştir. Zaman içinde kalkmış ve şu anda herhangi bir uygulama alanı olmaması köle ve cariyeler ile ilgili ayetlerin, tarihsel olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. 

Aynı konu ile alakalı olan Nisa s. 127. ayetine yeri gelmişken değinmek faydalı olacaktır. Çünkü bu ayette , konumuz olan Nisa s. 3. ayetini destekleyen yetim kadınlar ile evlenirken gözetilmesi gereken hususlar vaaz edilmektedir. 

Ve yesteftûneke fîn nisâi. Kulillâhu yuftîkum fîhinne, ve mâ yutlâ aleykum fîl kitâbi fî yetâmen nisâillâtî lâ tu’tûnehunne mâ kutibe lehunne ve tergabûne en tenkihûhunne vel mustad’afîne minel vildâni, ve en tekûmû lil yetâmâ bil kıst(kıstı). Ve mâ tef’alû min hayrin fe innallâhe kâne bihî alîmâ(alîmen). 

[004.127]  Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: «Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikahlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adâletle hareket etmeniz hakkındaki size tilâvet olunan âyetlerde (bu hususlarda size fetva vermektedir). Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bihakkın bilicidir.»

Bu ayetin orjinal metninde bulunan "Terğabune en tenkihuhünne" cümlesi, bazı meallerde  "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" bazı meallerde ise "Nikahlamaya rağbet etmMEdiğiniz" şeklinde çevrilmektedir. Bizim tercihimiz "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" şeklindeki çeviri olup, bunu tercih etme nedenimiz ise , "Rağabe" kelimesinin olumsuz anlamda kullanıldığı ayetlerde, olumsuz anlamın "An" edatı ile birlikte kullanılarak verildiğini görmemizdir. Nisa s. 127. ayeti içinde geçen bu kelime "An" edatı ile kullanılmadığı için anlamı olumlu olarak çevirenlerin daha doğru olduğunu düşünüyoruz. 

Allah (c.c) Nisa suresi ayetlerinde kadınların sosyal hayat içinde haklarını gözeten kurallar vaaz etmesine rağmen , erkek egemen toplum bu kuralları bir şekilde delerek istismar edebilmektedir. Özellikle çok eşlilik konusunun bir takım şartlara bağlanmış olması göz ardı edilerek , adaletsizlik ön plana çıkarılmaktadır. Müslüman erkeklerin bir kısmı , beğenmedikleri ilk eşlerinin üzerine , daha genç ve güzel eşleri , ilk eşlerinin haberi bile olmadan alarak, nikahlı metres hayatı sürmeleri, nikahı hile-i şer'iye olarak kullandıklarının açık bir göstergesidir.

Sonuç olarak ; Suistimale ve alaya alınan ayetlerden birisi olan Nisa s. 3. ayetinin merkezinde yetimlerin haklarının gözetilmesi yatmaktadır. Yetimlerin mallarını işletenlerin bu malları hakka uygun bir şekilde işletmeleri istenirken , evlilik çağına gelen yetimlerin mallarını gaspetmek gayesi güdülerek evlenilmesi yerine , başka kadınlar ile evlenilmesi tavsiye edilmektedir. Birden fazla evlilik olgusu Arap toplumunda yerleşik olan bir kural olarak bilinen ve uygulanan bir evlilik şeklidir. 

Ayet , birden fazla evlenme konusunu değil , yetimlerin mallarını onlarla evlenerek sahiplenme ve o mallrı istismar etme yolunu kapatan bir ayet olup zımnen "Yetimler ile evlenerek onların mallarını haksızca yemek yerine gidin başka kadınlarla evlenin" demektedir.

Ayet içinde gördüğümüz birden fazla evlilik meselesi konusunda, bu gerçeği red etmemekle birlikte bu konunun bu gün Müslümanlar tarafından istismar edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birden fazla evlilikte , kadınlar arasında adaletin sağlanmasının zor olduğu ve asıl olanın tek eşlilik olduğunu okuduğumuz ayetlerden görmekteyiz. Birden fazla evli olanlara hitaben dengeyi sağlamanın önemi vurgulanmasına rağmen bugün bazı Müslümanlar tarafından ilk eşin haberi olmadan ikinci, hatta üçüncü bir eş alarak yaşamını sürdüren Müslümanların olduğunu düşünürsek bu ayetin pratik hayatta nasıl uygulan(ma)dığını görürüz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.






7 Aralık 2015 Pazartesi

Al-i İmran s. 164. Ayeti : Resul'un Kitap ve Hikmeti Öğretmesi

Müslümanlar arasında bitmek tükenmez bilmeyen tartışmalardan olan Muhammed (a.s) ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiğini , ona indirilen Kur'an açık ve net olarak anlatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konulması gereken yer, onu gönderen Rabbimiz tarafından beyan edilmesine rağmen , bu konuda ifrat ve tefrit olarak tanımlayabileceğimiz uç düşünceler ortaya çıkarak bir tarafta yarı ilah, diğer tarafta sadece getirdiği mesajı okuyan bir elçi portresi oluşturularak, vasat anlayışın dışına çıkılmıştır. 

Al-i İmran s. 164. ayeti, Muhammed (a.s) ı nasıl konuma oturtulması gerektiğini beyan eden  ayetlerden bir tanesidir. 

Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

[003.164] And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Ayete baktığımızda gönderilen elçinin görevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür. 

1- Allah'ın ayetlerini okumak.
2-Mü'minleri tezkiye etmek.
3-Onlara Kitap ve Hikmeti öğretmek. 

Konumuz olan ayetlerin benzerleri , Bakara s. 129 ve 151. , Nisa s. 113 , Cuma s. 2. ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Resulün görevini özetleyen bu ayetlerin , yukarıda bahsettiğimiz iki uç anlayışı tasdik ettiğini söylemek mümkün görülmemektedir. Bazı uç anlayışlarda gördüğümüz , Muhammed (a.s) ın görevini sadece 1. şık ile sınırlandırma düşüncesinin yanlış olduğu, bu ayeti okuduğumuz zaman anlaşılmaktadır

"Ehli hadis" düşüncesinin dayandığı peygamber anlayışında ortaya çıkan söylem, ayet içindeki "Hikmet" kelimesinin, Kur'andan ayrı olarak inen bir bilgi kaynağı olduğu yönündedir. Bu görüş uydurma olarak ifade edebileceğimiz rivayetler ile, Muhammed (a.s) a söyletilerek ona atfen büyük bir iftira uydurulmuştur. 

"Elçi" payesini alan insanlar , öncelikle insan olmanın gereği olan yaratılıştan gelen fıtri bilgilere sahip olarak dünyaya gelirler. Bu anlamada "Kitap ve Hikmet" , sadece elçilere has bir öğreti değil , bütün insanlara öğretilen bilgileri ifade etmektedir. 

"Kitap" kelimesi, Kur'anda kullanıldığı cümle içinde anlamını bulan bir kelime olmakla birlikte , "Hikmet" ile birlikte kullanıldığı yerlerde , insanların tümüne öğretilen fıtri bilgileri ifade ettiğini söyleyebiliriz. "Hikmet" kelimesini , "doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti" olarak ifade edildiğini söyleyebiliriz. 

Dünyaya imtihan edilmek için gelen insanın esas problemi , kendisine verilen "Kitap" bilgisini, yine kendisine verilen "Hikmet"i kullanarak eşyayı nasıl kullanması gerektiğidir. Elçilerin ve Kitapların fonksiyonu burada ortaya çıkmaktadır.

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinin beyanından anlaşılacağı üzere , bütün insanların yaratılışından gelen bir özellik olarak "Rab" olarak birilerini bilme yetisi mevcuttur. Yaratılan insan kendisine karşı , herhangi bir dış müdahale olmadığı müddetçe "Rab" olarak Allah (c.c) yi tanır. Fakat kendisine yapılan dış müdahale sonucu "Rab" olarak başkalarını tanıma yoluna gidebilir.

Kur'anın "Şeytan" olarak tanımladığı , ve insanı başka rab ve ilahlara kul olmayı teşvik eden bu düşmana karşı , Allah (c.c) bir çok elçi ve kitap göndererek bu tehlikeye dikkat çekmiş , ve ondan korunma yollarını göstermiştir. 

"Şeytan" vasfına sahip olanların , insana karşı yaptığı en büyük düşmanlık , ona verilmiş olan doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini yani "Hikmet" i, insana nasıl kullanacağını onların öğretmeye çalışmasıdır. Kur'anda anlatılan "Adem ve İblis" kıssasının mesajını kısaca özetleyecek olursak , Ademe verilen emirlerin , "İblis" adında müşahhaslaştırılan bir kişilik üzerinden nasıl saptırılarak , doğru olanın yanlış , yanlış olanın ise doğru gösterilerek, insanların ayağının cennetten nasıl kayabileceğinin anlatılması olduğunu söyleyebiliriz.

Adem kıssasında "İblis" adı ile müşahhaslaştırılan "Şeytan" , kıyamete kadar insanın ayağını cennetten kaydırmak için var olan her şeyin genel adı olarak aramızda yaşamakta ve yaşamaya devam edecektir. 

Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün elçilerin ortak görevi , "Hikmet" adı verilen doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini , şeytanlar tarafından öğretilen bilgi doğrultusunda kullananlara karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başı çekerek örneklik yapmaktır.

Kur'anda adı geçen elçilere karşı amansız bir savaş giren müşrik önderler, kendilerinde mevcut bulunan "Hikmet" i , şeytanların onlara vaaz ettiği bilgiler doğrultusunda kullanarak, kendilerinin doğru yolda olduklarını , onları vahye teslim olmaları gerektiğini haber veren elçilerin ise ,yanlış yolda olduklarını zannetmişlerdir.   

Musa (a.s) a karşı çıkan Firavun da , İbrahim (a.s) a karşı çıkan Nemrut ta , Nuh ,Hud , Salih , Lut (a.s) gibi bütün elçilere karşı çıkan  mele ve mütref takımında ,"Hikmet" adı verilen doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti mevcut idi. Elçilere karşı çıkan bu insanlar , kendilerinde olan "Hikmet" i vahye değil şeytana bağladıkları için , kendilerinin haklı ve doğru yolda , elçilerin haksız ve yanlış yolda oldukları zannı hakim olmuştur. 

Bu durum Muhammed (a.s) ın elçiliği zamanında da böyle gelişmiştir. Mekke ve Medinenin ileri gelenleri , kendilerine gelen elçiye iman etmeyerek  önceki ataları gibi, elçi ve ona tabi olanlara karşı amansız bir savaşa girişerek , kendi yollarının doğru olduğu zannına kapılmışlardır. 

Allah (c.c) elçisine indirdiği ayetler ile , o elçinin insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmek için geldiğini haber vermektedir. Muhammed (a.s) dahil olmak üzere ondan önce gelen bütün elçiler , onun gibi aynı şekilde insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmekle görevli öğretmenlerdir. 

Bu elçiler içinde oldukları topluluğa  kendilerine inan vahiy doğrultusunda, kendilerinde mevcut olan bilgilerin nasıl bir bilgi kaynağına bağlanarak kullanılması gerektiğini öğretmeye çalışmışlardır. Tebliğci ve öğretici olmaları hasebiyle , kendilerine inen vahyi önce kendileri hayata tabi kılarak örnek bir hayat yaşamışlardır. 

Son elçi olan Muhammed (a.s) bu elçilerden birisi olup, kendisine inen vahye iman edenlerin ilki olarak ona okunan vahyi , önce kendisi iman ederek hayatına yansıtmıştır. Onun kendisinde mevcut olan bilgileri inen vahiy doğrultusunda kullanması ve bu kullanımı hayatı içinde pratiğe aktarması , literatürde "Sünnet" (gidilen yol) olarak isimlendirilmiştir.

Muhammed (a.s) ın vahye tabi olarak yaşadığı hayat , "Ehli hadis" olarak tabir edilen fırka mensupları tarafından farklı algılanarak , yaşadığı bu hayat içinde yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu rivayet edilen sözlerin , vahiy olarak ona bildirilmiş olduğu düşüncesi geliştirilmiş , geliştirilen bu düşünce ,  diğer insanlar gibi ona da doğuştan verilmiş olan "Hikmet" i kendisine inen vahiy doğrultusunda kullanmış olmasının  hiçe sayılması, ve bir robot konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir. 

Hikmetin sünnet olduğu , sünnetinde vahiy olduğu düşüncesi, kendi içinde büyük bir hatayı barındırmaktadır. Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu fiilllerin , kendisine vahyedilmesi neticesinde meydana geldiğini iddia etmek , Kur'anda Muhammed (a.s) ın hata yaptığına dair olan ayetleri dikkate aldığımızda , ya ona yapıldığı iddia edilen vahyin yanlışlığını , veya ona vahyedildiği iddia edilen vahye uymadığı anlamına gelecektir.

Muhammed (a.s) a verildiği iddia edilen "Hikmet" in ona vahyedildiğini iddia edecek olursak , Abese suresinin ilk ayetlerinde , kendisine gelen ama ya karşı olan tutumunun, ona yapılan vahiy neticesinde olduğunu söylemek zorunda kalır , bu yaptığını yanlış olduğunu ifade eden ayetleri izah etmekte zorlanırız. Enfal s. 67. ayetinde Bedir savaşında esir almasının hata olduğunun beyan edilmiş olmasını , eğer yaptığı her fiil vahiy eseri ise , esir alması da bir vahiy eseri olması gerekir , esir almasının yanlış olduğu konusunda inen ayeti nasıl izah edebiliriz?.


Elçilerin görevini, "Tebliğ" (İletmek) ve "Talim" (Öğretmek) şeklinde iki kelime ile özetleyebiliriz. Muhammed (a.s) a inen ayetler içinde anlatılan elçi kıssaları , o elçilerin hikmeti nasıl öğrettiklerini Mekkeli ilk muhataplara öğreterek , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara canlı örnekler olmuştur. Muhammed (a.s) bu örneklerden yola çıkarak 23 senelik risaleti boyunca kendisinden önceki elçilerin yolunu, yani literatürdeki adı ile "Sünnet" lerini takip etmiştir. 

Muhammed (a.s) sonrası değişen "Sünnet" algısı,diğer elçilerin sünnetleri hesaba katılmadan sadece Muhammed (a.s) a indirgenmiş , "Muhammed (a.s) Sünneti" denildiği zaman akla , onun fiillleri olarak rivayet edilen ve insan olarak yaptığı ve kendi yaşadığı zaman ile sınırlı bir takım fiiller akla gelerek , bütün elçilerin evrensel bir çağrı olan Tevhid mücadelesindeki izledikleri yolları yani sünnetleri akla bile gelmemiştir. 

Bu gün biz Müslümanların her yönden geri kalmış olmamızın en başta gelen sebebi , "Sünnet" denildiği zaman bütün elçilerin sünnetlerinin değil, tek bir elçinin sünnetinin hatırlanması , o sünnetler ise evrensel bir bağlayıcılığı olmayan ve sadece elçinin insan olması hasebiyle yapmış olduğu yemek , içmek , uyumak v.s gibi şeylerle sınırlandırılmış bir sünnet anlayışına sahip olmamızdır.

Muhammed (a.s) ın Kitap ve Hikmeti öğretmesinin anlamı, evrensel bir boyuta taşınmayıp sadece kendi yaşadığı zaman içindeki yaşantısını baz alan bir anlayış içinde değerlendirilmeye çalışılması elçilerin öğreticilik unsurunun doğru anlaşılmamasına sebep olacaktır. 

"Elçi" kavramının öncelikle , onun getirdiği vahiy bilgisi öne çıkarılarak değerlendirilmesi gerekirken , elçinin kendisi öne çıkarılmış ve bu öne çıkarılma , vahyin evrensel mesajının anlaşılmasında engel oluşturmuştur. Elçiler elbette sevilecektir , ancak bu sevilme onları İsa (a.s) ın düştüğü duruma getirmemelidir. Bizlere, elçiler tarafından öğretilen bilgiler gerekli iken , o bilgilerin bir tarafa bırakılıp o bilgileri öğretenlerin şahıslarının öne çıkarılması dinamik ve hayata yansıyan bir Kur'an anlayışının üzerini örtmektedir. 

Muhammed (a.s) dahil bütün elçiler ruhban ve pısırık bir dini yaşam sahibi değil , yaşanan zamana dair itirazı olan pratik bir söylem sahibidirler. Bu gün din olarak bildiğimiz ve yaşadığımız şey , bu elçiler tarafından tebliğ edilen ve öğretilen din değil , kimseye zararı olmayan , yaşanan zamana dair bir itirazı ve söylemi olmayan, muhafazakar ve uzlaşmacı bir din haline gelmiştir. 

Kur'anda anlatılan elçi kıssalarına baktığımızda , gelen elçilerin kavimlerinin yaşantılarına dair yaptığı itirazların sosyal , ekonomik , ahlaki , ve herkesin yaşam hakkına saygı duyan bir söylem içinde oldukları görülmektedir. 

Şuayb (a.s) kıssasında önce çıkan tebliğ, başta tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra , o kavmin ekonomik hayat içinde yaptığı fesadın düzeltilmesine yöneliktir. Salih (a.s) kıssasında öne çıkan tebliğ , tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra ekolojik dengenin gözetilmesine yöneliktir. Lut (a.s) ın kıssasında öne çıkan tebliğ , o kavmin ahlaki yozlaşmasına karşı çıkan bir söylemdir.

Bütün elçiler insana verilen hikmetin , nasıl bir kaynağa bağlanarak kullanılmasını öğretmek üzere gelerek, bunları söz ve fiil ile kendi topluluklarına anlatmış olmalarına rağmen , bu gün yaşanan hayatların , geçmiş elçilerin kavimlerinde yaşanan olumsuzlukları barındırması bizleri o olumsuzluklara karşı bir söylem üretmemize vesile olmamaktadır. 

Yaşanan hayata dair olumsuzluklara itiraz etmek , kendilerini elçilerin yolundan gittiğini iddia edenlerin başta gelen görevleri olmasına rağmen , bu iddia sahiplerinin büyük çoğunluğunun böyle bir görevi olduğundan bile habersiz bir hayat yaşamaları bizleri düşündürmelidir. 

"Hikmet" denilince hadislerin akla geldiği ,ve yapılan tartışmaların bu hadislerin sahih olup olmadığı yönünde olan bir Müslümanlık anlayışı , bırakın yaşanan dünyadaki sorunların çözümünde söz sahibi olmayı , kendi içinde bile doğru düzgün bir din anlayışı ortaya koyamayan biz Müslümanları, yaşanan dünya içinde birilerinin kendi mel'un amaçlarını ikame etmek için kullandıkları figüranlar olmaktan başka bir işe yaramayan topluluk haline getirmiştir. İşin daha vahimi bu durumun farkında bile olamayışımız , ve hala birilerinin ekmeğine yağ sürecek sünnet vahiymidir değilmidir gibi boş tartışmalar ile vakit kaybediyor olmamızdır.

Sonuç olarak ; Elçi ve kitapların gönderiliş gayesi , biz insanların doğuştan gelen bazı hassasiyetlerinin yanlış bir şekilde kullanılmasının, yanlışlığını hatırlatmak , doğru kullanımın nasıl olması gerektiğini, gelen kitapları okuyan ve o kitapların muhteviyatını hayatlarına geçirerek örnek olan elçilerin görevlerini oluşturmuştur. 

Muhammed (a.s) bu görevi üstlenen son elçi olup , o da diğer elçi ataları gibi kavminin yapmış olduğu şirk'in onlara neye mal olacağını , bu hallerini düzeltmeleri gerektiğini hatırlatan bir elçidir. Bu görevini sadece kendisine inen vahyi okumakla kalmamış , kendisine inen vahyin ilk muhatabı kendisinin olması hasebiyle , okuduklarını önce kendi sahasına aktararak "Üsvetün Hasenetün" (Güzel Örnek) olmuştur. 

Kur'anın elçilerin görevleri ile ilgili ayetleri, bizlere elçilerin öğrettikleri bilgileri öğrencileri ile birlikte yaşayan insanlar olduğunu hatırlatmaktadır. Bu elçiler ne sadece bir iletici , ne de bütün yaptıklarını kendilerine iletilen vahiy ile gerçekleştiren robot değildir. Robot elçi olarak gönderilen bu kişilerin hata yapmaları gibi insani hassasiyetleri de olmaması gerektiği için , biz insanlara örnek olmaları mümkün değildir. 

Bu gün eğer dünyada yaşanan olaylara dair bir sözümüz olmasını istiyorsak, elçilerin getirdiği kitaplardaki muhteviyatı nasıl hayatlarına aktardıkları bizler için yol gösterici olmalıdır. Bu yol göstericilik eğer göz ardı edilerek, Kur'an dışı elçi algılarının hakim olduğu bir din anlayışı içinde olmak bizlerin dünyada özne olmak yerine figüran olma rolünü oynamaya devam ettirecektir. 


                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Aralık 2015 Perşembe

Al-i İmran s. 79-80.Ayetleri: "Allah'ı Bırakıp Bana Kul Olun" Demeyen Nebiler

Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan bir tanesi de , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisinin olup olmadığı konusundadır. Yüzyıllardır "Ehli hadis" ekolünün İslam düşüncesinin şekillenmesinde etken bir rol oynaması neticesinde yazılan eserler çerçevesinde çizilen peygamber portresi, Kur'an ile uyum arz eden bir portre değildir. Bu portrenin şekillenmesi için yapılan çalışmalarda öne çıkan taraf, ön yargılı bir bakış ve bazı Kur'an ayetlerinin sadece bu portrenin oluşmasını sağlamak amacına yönelik bir okumaya tabi tutulması olduğunu söyleyebiliriz. 

Muhammed (a.s) a biçilen bu misyonun kaynağı , Hıristiyanların İsa (a.s) a biçtikleri misyondan devşirilmiş bir düşüncedir. Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin tamamının , onun için uydurulan misyonun yalan ve iftira olduğu , onun Rab ve İlahlıktan herhangi bir payı olmadığı , onun sadece beşer bir elçi olduğuna dair bilgiler olduğunu düşündüğümüzde, elçi olsa dahi kimseye böyle bir yakıştırma yapılmaması ve bu düşünce etrafında bir akide oluşturulmamasın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Kur'an ayetlerinin sadece hitap ettiği kesim ile sınırlı tutularak okunması sonucunda , "Ey ehli kitap" şeklindeki hitapların ,bizleri ilgilendirmediği zannı uyandırmış ve ilgili ayetlerin sadece Yahudi ve Hıristiyanlara hitap ettiği düşünülerek , bizlere dair mesajları olabileceği akla dahi getirilmemiştir. Fakat İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından yapılan muamelenin bir benzeri , Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) a da yapılmakta olup , İsa (a.s) ile ilgili olan ayetler ile bizlerin de muhatap olabileceği maalesef düşünülmemektedir. 

Hıristiyanların İsa (a.s) a yaptıkları muamelenin özünde , onu beşer bir elçi olmaktan daha yukarılara taşıma gayreti olduğunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar tarafından , Muhammed (a.s) a yapılan muamelenin özünde de aynı gayret olup , her ne kadar söz ile onun "Kul ve Elçi" olduğunu söylüyorsak ta , fiiliyatta onu daha yukarılara taşıma düşüncesinin bir ürünü olan, haram ve helal koyma yetkisi olduğunu söyleyerek İsa, (a.s) ile aynı konuma oturtmaktayız. 

Allah (c.c) nin bu insanlar için koyduğu vazife sınırı olan "Elçilik" görevinin ne anlama geldiği anlaşıldığı takdirde , Muhammed (a.s) a biçilen ve görevinin sınırlarını aşan bir yetkilendirme olan haram ve helal koyma yetkisinin ne kadar yanlış olduğu , hatta bu düşünce içinde olanların akidelerinde derin yaralar açıldığı görülecektir. 

"Elçi" kelimesi , bir hükümdarın mesajını iletmekle görevli kimseler için kullanılmaktadır. Elçiler iletmekle görevli oldukları mesajın muhteviyatına hiç bir şekilde hiç bir şekilde müdahale etmeden muhataplarına iletmekle görevli kimselerdir.

Bu kelimeyi Allah (c.c) nin mesajını kullarına iletmekle görevli insanlar bazında düşündüğümüzde , bu insanlar aldıkları mesajın muhatapları arasında kendilerinin de olması nedeniyle , o mesajları muhataplarına iletirler , ilettikleri mesajın kendilerini de bağlayıcı olması nedeniyle , aynı mesajın gereklerinin nasıl hayata pratize edileceğini canlı ve en güzel örnek olarak gösterirler. Allah (c.c) nin elçileri sadece gelen mesajı okumakla görevli değil , aynı zamanda okudukları mesajın hayata nasıl yansıması gerektiğini kendileri yaşayarak öğretirler , yani görevleri sadece "Postacılık" değildir. 

[069.044-7]  Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.

Bu görevlerini yerine getirirken sadece kendilerine vahyedilene uymakla görevli olan bu elçiler, Allah (c.c) nin "Din" (Yaşam kuralları) olarak vaaz ettiği kurallara herhangi bir ilave hükümde bulunAmazlar. "İlah" ve "Rab" olmanın hakkı olan "Din" vaaz etmek yetkisini , Allah (c.c) kendisinden başka kimseye tanımamıştır. 

Kendisinin dışında "Din" vaaz etmeye kalkanları veya kendisinin dışında din vaaz edenlere tabi olanları , "Allah'ın dunun dan rabler ve ilahlar edinmek" olarak tanımlayan Rabbimiz, bu yetkiyi kendi elçilerine dahi vermemiş olmasına rağmen , İslam düşüncesine hakim olan genel geçer düşünce "Muhammed (a.s) ın da helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu yönündedir.

Bu noktada Al-i İmran s. 79. ve 80. ayetleri çok önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.

[003.079]  Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?

Bu ayetler bizlere Muhammed (a.s) ı nasıl bir yere oturtmak gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden çok önemli ayetlerdir. 

Helaller ve haramlar , insanların yaşamları içinde tabi olacakları kurallar bakımından önemli bir yer tutmakta olup , yaşamın sınırlarını tayin eden önemli kavramlardır. Allah (c.c) bu konuda kendisini tek yetkili olarak ilan ederek , insanlar için koyduğu sınırlara tabi olunması gerektiği , bu konuda kimsenin helal haram tayin etme yetkisi olmadığını açıklamıştır. 

"Rab" ve "İlah" olmanın gereği olan bu tür sınırlar koyma yetkisini kendi elçilerine dahi vermeyen Allah (c.c) , son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir yetki tanıyarak elçiler arasında ona ayrı bir konum tayin etMEmiştir.

Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde yapmış olduğu bazı yasaklayıcı sözleri , o yasakların aynen Kur'an yasağı gibi sayılmış , ve bu yasaklamaların alt yapısı rivayetler !! ile desteklenerek (Erike hadisi örneği) yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır. 

[009.031]  (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.

Bu gün eğer bu ayet yeniden inecek olsa idi , "Muhammed'i de rabler edindiler" ilavesi mutlaka olurdu, neden mi ? ; 

"Rab edinmek" şeklindeki anlamı bu ayetin tefsirlerinde geçen bir rivayet olan , Adiyy Bin Hatem adlı önceden Hıristiyan olan bir sahabenin , " Biz onlara kulluk etmiyorduk" şeklindeki sözleri üzerine Muhammed (a.s) ın "Onlar Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal , helal kıldığı bi şeyi haram kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" sorusuna verdiği "Evet" cevabı, rab ve ilah edinmenin ne demek olduğunun güzel bir cevabıdır. 

Buradan hareketle , Muhammed (a.s) a yüklenmiş olan fakat kendisinin böyle bir iddiada bulunmadığı onun haram ve helal koyma yetkisi olduğunu iddia etmek , onu rab ve ilah edinmek anlamına gelir.

Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış. 

Yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş peygamber algısı öyle bir hale getirilmiştir ki , böyle bir peygamber inancı olmayan veya böyle bir inanca karşı çıkanlar , zındık , hadis sünnet inkarcısı , kafir v.s gibi yaftalarla anılarak büyük bir baskı kurulmuştur. Eğer yafta takılmak gerekiyorsa , bu yaftalar peygamber a.s ın helal ve haram koymasının aynen Kur'anın koyduğu yasaklara eşdeğer olduğunu söyleyenlere takılması gerekmektedir. 


Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin vermediği bir yetkiyi , verilmiş gibi göstermek onu İsa (a.s) gibi ilah ve rab konumunu yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Maide s. 116-117. ayetlerinde gördüğümüz , İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesindeki kendisine sorulan soruya verdiği cevap çok manidardır.

[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117]  Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.

Şayet bu gün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelse aynı sahne , Muhammed (a.s) ın sorgulanması şeklinde anlatılarak , Müslümanların onu haşa rab yerine koyması kendi ağzından red edilerek , yaşadığı hayat zarfında kendisine Allah (c.c) tarafından verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini , kendisinden sonra insanlar tarafından kendisi için yakıştırılan iftiraları red edecektir.
Bu gün Müslümanların , Hıristiyanlar gibi İsa (a.s) a yüklediği ilahlık ve rablik yakıştırmalarını direk olarak yapmıyor olmaları bizleri aldatmamalıdır. İsa ve Muhammed (a.s) için yapılan ortak yanlış , onların "ELÇİ ve "KUL" oldukları bir tarafa konularak , özel bir konum yüklenmiş olmalarıdır. 

Allah (c.c) Al-i İmran 79. ve 80. ayetlerinde İsa (a.s) için yapılan yanlışı hatırlatarak , bizlere de önemli mesajlar vermektedir. Bizler ilgili ayetleri sadece hitap ettiği kişiler bazında okuduğumuz zaman , bizlere dönük bir hatırlatması olduğunu ıskalamış oluruz. 
"Allah'a ve elçisine itaat edin" mealinde bir çok ayetin olduğu unutularak, bu yazının yazılmış olduğu düşünülmesin.

Kur'anda bir çok yerde geçen bu tür ayetlerin , "Allah'a itaat edin " emrini Kur'ana , "Elçisine itaat edin" emrini hadislere bağladığımızda büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır.

Elçiye itaat ile ilgili ayetlerin , bu gün aramızda Muhammed (a.s) ın olmaması nedeniyle, "ondan gelen rivayetlere itaat" şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmek büyük bir sorunu ortaya çıkarması açısından çok yanlış bir söylemdir. 

Bu gün elimizde olan hadis külliyatı içindeki rivayetlerin "Sahih" olup olmadığı kişilerin belirlediği kıstaslar üzerinden yapılmış olması sebebi ile , A hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih" damgası vurulan bir rivayete , B hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih değildir" damgası vurulabilmektedir. 

Eğer "Elçiye itaat edin" emrine, "Hadislere itaat edin"şeklinde bir anlam yüklediğimizde , A hadisçisinin sahih olarak gördüğü rivayeti red eden B hadisçisi , A hadisçisine göre "Hadis inkarcısı" veya "Elçiye itaat edin" ayetini red etmiş durumuna düşmektedir.

Sonuç olarak ; "İlah" ve "Rab" liği kendisinden başkası için kimseye layık görmeyen Allah (c.c) , bu liyakati peygamberlerine de vermediğini beyan ederek , kul olmayı sadece kendisine layık görerek , kendisinden başkalarına kulluk yapanlara "Müşrik" demektedir. Kur'an içindeki bir çok ayet , Hıristiyan düşüncesinde geçerli olan İsa (a.s) ı Allah (c.c) dışında rab ve ilah olarak kabul etme düşüncesini "Küfr" olarak nitelemiş  , ve böyle bir küfürden vazgeçilerek ortak söz olan Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak bilinmesi temeline dayanan bir sisteme göre yaşanmasını emretmektedir.

Hıristiyanların İsa (a.s) ı , elçi ve kul olmasının dışında bir görev yükleme ameliyesine paralel bir düşünce , biz Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından Muhammed (a.s) içinde geçerlidir. Muhammed (a.s) ın elçi kul olduğu söz ile ikrar edilmesine rağmen , fiiliyatta ona helal ve haram yetkisi tayin edilmesi düşüncesi onu rab ve ilah konumuna yükseltmek anlamına gelmektedir. 

Kur'andaki elçiye itaat edilmesi ile ilgili ayetler , elçinin helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu düşüncesinin ışığı altında okunarak zorlama yorumlarla bu sonuca varılmaya çalışılmış , Araf s. 157. ayeti , İsrailoğullarına daha önce yapmış oldukları hatalar nedeni ile ceza olarak haram kılınan bazı yiyeceklerin artık helal kılındığını beyan etmiş olmasına rağmen , ön yargılı bir okuma sonucu , elçinin haram helal kılma yetkisi olduğunu beyan eden ayetler olduğu zannı hakim olmuştur.

Bizler eğer Hıristiyanların düştüğü duruma düşmek istemiyor isek yapacağımız şey , Muhammed (a.s) Kur'an harici bir misyon yükleme düşüncesinden vazgeçerek , onun elçi ve kul olduğunu sadece dil ile değil , itikadi anlamda da hatırlayarak itikadımızı Kur'an ışığında yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Esas olan Allah (c.c) nin dışında kimseye onun yetki alanına giren konularda yetki tanımamak olup , böyle bir yetkiyi Allah ve elçisine rağmen tanımak , bu yetkinin tanınmadığını iddia edenlere yakıştırılan "Küfr" damgası , elçiye  böyle bir yetki tanıyan düşünce sahiplerine daha çok yakışacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

30 Kasım 2015 Pazartesi

"Mezhep" ve "İçtihat" Kavramlarını Yeniden Düşünmek

Mezhep ve İçtihat , İslam düşüncesi içinde önemli bir yere sahip olan iki kavramdır.Bu kelimeler ile ifade edilen konular, İslam tarihi içinde bir takım olumsuzlukları barındırmış olması nedeniyle , özellikle son zamanlarda Kur'anın öne çıkması ile birlikte sorgulanmaya başlanarak toptancı bir mantık ile  hayat içinden çıkarılmaya yönelik bir düşünce oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Bu tür toptancı düşüncelerin oluşmasına zemin hazırlayan etkenler , bu iki kavram etrafında oluşturulmuş olan fıkhi kuralların, din haline getirilerek  tartışılmaz bir hale sokulması ve tarih içinde oluşturulmuş bu fıkhi kuralların sanki evrensel bir hüküm arz ettiği gibi bir havaya sokulması ,ve günümüze kadar gelen ve "4 hak mezhep" şeklinde dilimizde dolanan bir tabu haline getirilmiş olmasıdır. 

Kur'anın yeterliliği etrafında gündeme gelen bu tartışmalarda , Kur'anın yeterliliğini iddia eden taraf , Kur'anda her şeyin olduğu ve onun dışında herhangi bir kaynağın özellikle mezheplerin gereksiz olduğu yönündedir. Bizim mezheplerin gerekliliğinden kastımız, bildiğimiz anlamda 4 mezhebin uygulanması  olmamakla birlikte , bu mezheplerin çıkışını gerektiren amillerin üzerinde durarak , bu kavramların günümüzde nasıl bir anlayış zeminine oturtulması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşacağız. 

Kur'anın yeterliliği ve yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda,  ortaya konulan argümanlar maalesef tatmin edicilikten uzak , sadece karşı tarafın görüşlerine itiraz etmeye dayalı bir tartışmadan ileri gidememektedir. 

Klasik İslam düşüncesinde "İslamın kaynakları" denilince, akla gelen "Kur'an-Sünnet-İcma-Kıyas" şeklindeki yerleşmiş inancı savunanların ortaya koyduğu delillerden bir tanesi, Kur'anın bazı konularda yeterli olmadığı ve bu yetersizliğin Kur'an dışındaki kaynaklar yardımı ile aşılabileceği yönündedir. 

Kur'anın yeterliliğini savunanlara göre , Kur'anda hiç bir şey eksik bırakılmamış olması nedeniyle , hadis , sünnet , mezhep , gibi ilavelere ihtiyaç yoktur ve her konuda Kur'an bize gerekli olan bilgiyi vererek , başka bir kaynağa muhtaç bırakmamaktadır. 

Kur'anın yeterliliği konusunda görüş beyan edenlerin, bu konuda doğru düşündüğü kadar hatalı düşündüğü noktalarda mevcuttur. 

Evet Kur'an yeterlidir , Kur'an içinde beyan edilmiş olan ayetler, bizlerin itikadını belirleme açısından yeterli olup , harici bir kaynak tarafından ilave itikadi hükümlere asla ihtiyaç yoktur. Nasıl ki bir talebe imtihana girdiği zaman , sorulan sorular ona öğretilen konulardan olup , müfredat harici konulardan imtihana çekilmiyorsa , bizimde Din adına müfredat konumuz, sadece Kur'an içindekiler olup , bunun dışındaki kaynaklardan oluşturulmuş bir müfredattan sorguya çekilmeyeceğiz.  

Kur'anın yaklaşık 1500 yıl önce nazil olan bir kitap olması , aynı zamanda kıyamete kadar gelecek ve kendisini "Müslüman" olarak tanımlayacak insanlar için hayat rehberi olacak olması, bu kitabın içinde beyan edilen bazı hükümlerin, yaşanan zaman ve mekana uygun düzenlemeler içermesi gerekliliğini de beraberinde getirmiştir. Bu gereklilik , "Mezhep" ve "İçtihat" dediğimiz kavramların yeniden gündeme gelmesini gerektirmektedir. 

Bu gerekliliği maalesef , düşüncelerini Kur'anın belirlediğini iddia eden bir kısım insan anlayamamakta ve bu kelimeleri duyunca , elektrik çarpmışa dönmektedirler. Bu insanların bir çoğu, okudukları Kur'anı sadece hadisçileri ve tasavvufçuları , yani "Cübbeli şirk" olarak gördükleri kısımdaki insanları tekfir etmek için kullanmakta , şirk'in öteki kanadı olan  "Kravatlı şirk" için  herhangi bir tepki koymamaktadırlar. 

"Kravatlı şirk" deyiminden kastımız , içinde yaşadığımız yönetim sisteminin temelinin , Kur'anın "Tağut" olarak nitelediği sistemlerden alınma olması , bir Müslümanın bu tür sistemlere karşı nebevi bir duruş sergilemesi gerektiği , fakat kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak tanıtan bir kısım insanın , bırakın böyle bir duruş sergilemeyi , sistemi içselleştirmeye ve bu sisteme itaat etmeyi Kur'ani bir temele dayandırmaya yönelik düşünce içinde olmalarıdır.

Bu insanlar için, Kur'anın itikadi konulardaki beyanı dikkate alınıp , yaşanan hayat içinde günlük sorunlarımıza karşı herhangi bir çözümü olup olmadığı bile düşünülmediği için, "Mezhep" ve "İçtihat" kavramları onlar için gereksiz hatta şirk !! içeren kavramlar haline gelmiştir. 

"Mezhep" ve "İçtihat" kavramlarının isimlerini değiştirerek , "Mezhep" kavramını "farklı görüş" olarak , "İçtihat" kavramını ise "Hüküm çıkarmak için yapılan çalışma" olarak tarif edersek,  bu kavramlara karşı olan antipati bir nebze olsun azalacaktır.  

Kur'an nasıl bir kitaptır?. 

Bu sorunun cevabı , konumuz ile ilgili kavramların hayat içinde gerekli, hatta olmazsa olmaz kavramlardan olduğunu da ortaya çıkaracaktır.

Kur'an, insanı yaşadığı hayat içinde "Tek İlah" sistemine dayalı bir hayatı esas almasını emreden bir kitaptır. Tek İlah sistemi, akide boyutunda yaşanması gerektiği gibi , sosyal hayatın içinde gerekli olan konular içinde de geçerlidir. İnsan birlikte yaşama fıtratında yaratılmış olması nedeniyle , onun bu birlikte yaşamı bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların aşılması , bir takım düzenlemeler yapılarak , insanların bu kurallara uyması neticesinde gerçekleşebilir. 

Allah (c.c) insanların tek Rabbi ve İlahı olması sebebi ile , o insanların yaşamlarını belirleyecek düzenlemeler koyma hakkının kendisine ait olduğunu söyleyerek , son elçi ile gelen kitap içinde bu hükümleri vaaz etmiştir. Miras , evlilik , boşanma , ceza, savaş , barış v.s gibi insan hayatı içinde ortaya çıkan bu gibi konular Kur'an tarafından bir takım kurallara bağlanmıştır. 

Bu hükümlerin indirildiği zaman ve mekan, yaklaşık 1500 sene önce Arapların yaşadığı Mekke ve Medine şehirleridir. Bu zaman ve mekan içinde inen ayetler , sosyal hayatın nasıl düzenleneceği konusunda gerekli olan hükümleri vaaz ederken , Kur'anın beyan etmediği hükümler emir sahibi yani devlet başkanı olan , Muhammed (a.s) tarafından hükme bağlanmaktaydı.

Ancak ilerleyen zamanlarda , insanların sosyal hayatlarındaki gereksinimlerin genişlemesi ile , İslama dayalı olarak yaşanan hayat içinde yeni düzenlemeler yapılması şartı hasıl olmuştur. Muhammed (a.s) ın yaşamıyor olması , bu düzenlemelerin başka kimseler tarafından yapılma gereğini de beraberinde getirmiştir.

Bu düzenlemeleri yapan kişiler, Kur'an ayetlerini ve bu konuda Muhammed (a.s) dan varid olan rivayetleri baz alarak görüş beyan etmişlerdir. Bu kişilerin yapmış olduğu çalışmanın literatürdeki adı "İÇTİHAT" , bu kişilerin aynı konuda ortaya koyduğu farklı görüşlerin literatürdeki adı ise "MEZHEP" tir.

"İçtihat" kelimesini güncelleyerek "Hüküm çıkarmak için yapılan çalışma" , "Mezhep" kelimesini güncelleyerek "Farklı görüşler" olarak bir tarif getirdikten sonra bunların İslami bir hayat içinde nasıl bir yeri olduğunu düşünebiliriz. 

Kur'an içindeki hüküm ile ilgili ayetler , maksadı öne çıkarması açısından okunması gerekli olan ayetlerdir. Kur'an her konuda en ince detayına kadar hüküm vermekten ziyade , ilgili konuda genel bir çizgi çizerek , ilgili konuda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğini önerir. 

"Adalet" kavramı bu konuda olmazsa olmazlardan olan bir kavramdır. Nisa s. 135 ve benzeri ayetler bizlere insanlar arasında hüküm konusunda yol çizmektedir. İşlenen suça ceza verilmesi ile ilgili ayetlerin maksadını okumaya çalıştığımızda öne çıkan mesaj, "Caydırıcılık"tır. 

Özellikle ceza hukuku ile ilgili ayetler bağlamında baktığımızda , Kur'anda açık ve net olarak cezası bulunmayan bir suç için takip edeceğimiz en önemli yol , verdiğimiz cezanın adalete uygun , ve caydırıcı olup kamu vicdanını rahatlaması icap etmektedir. Bu gün ülkemiz bağlamında baktığımız zaman , bazı suçlara verilen cezaların adalet ve caydırıcılıktan uzak olmuş olması , suç işleme potansiyeline sahip olanları teşvik edici bir unsur olarak karşımızda durmaktadır.

Kur'ana baktığımız zaman içindeki güncel yaşama dair sorunlar ile ilgili hükümler konusunda, en ince detayına kadar hükümler bulunmamaktadır , bulunmasını beklemek onun yaşanan hayata dair kıyamete kadar sözü olmasına engel bir durumdur. 

Yaşanan hayatın her geçen gün değişmesi , bu hayat içindeki ihtiyaçları da beraberinde getirmekte olduğu bir gerçektir. 1500 sene önce nazil olan bir kitabın , kıyamete kadar geçecek süre içinde gelecek olan insanların hayatlarına dair en ince ayrıntısına dair hükümler vaaz etmesi beklenemez. İnsan unsuru burada devreye girerek , yaşanan hayatla ilgili sorunlar konusunda yapılması gereken düzenlemeler , Kur'anın çizmiş olduğu yol doğrultusunda yapılacaktır.

Bugün elimize Kur'anı verip , "Al bu beldeyi Kur'ana göre yönet" deseler , günlük yaşam içinde karşımıza bazı sorunlar hakkında Kur'an içinde net ve açık hükümlerin olmadığını görebileceğiz. Bu durumda hukukçular gerekli olan çalışmaları yaparak , yaşadığımız zaman ve mekana uygun yeni hükümler ihdas etmek zorunda kalacaklardır.

Kur'an içinde açık ve net bir şekilde hüküm bulamadığımız konular hakkında çalışma yapmak ve bu çalışma yapanların farklı görüşlere sahip olması bildiğimiz anlamda "İçtihat" ve "Mezhep" kavramlarının gündeme gelmesini gerektirecektir. 

Örneğin ; Kasten adam öldürmenin cezası , kısas olup katilin aynı cezayı görmesidir . Fakat nefsi müdafaa durumunda kalarak karşısındaki kişiyi öldüren kişiye nasıl bir ceza verileceği Kur'anda yoktur. Bu durumda ilgili kişiye nasıl bir ceza uygulanacağı hukukçuların belirlemesine bırakılmıştır.

Kur'ana baktığımız zaman , bazı suçlara kefaret olarak , köle azat edilmesi emrini görmekteyiz. Bugün kölelik kurumu artık olmadığına göre , Kur'an içindeki bu hükmün bugün nasıl bir düzenleme ile hayat içinde geçerli olacağı yine hukukçuların belirlemesine bırakılmıştır. 

Kur'anın hırsızlık cezasına verdiği el kesme şeklindeki cezanın , bugün bütün hırsızlık vakalarına uygulanabilir mi ? sorusunu beraberinde getirmiştir. Yaşadığımız hayat içinde adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz ve Kur'anın nazil olduğu zaman içinde bilinmeyen ve yapılmayan türden suçlar ortaya çıkmıştır. El kesmenin daha altında veya daha üzerinde ceza verilmesini gerektiren bu tür suçların hükmü yine hukukçular tarafından belirlenecektir. 

Vergi bir devletin en önemli geliri olup , "Zekat" adı altında toplanan gelirler, İslam hükümleri ile yönetilen devletin gelir kaynağıdır. Bu verginin miktarı Kur'anda yoktur. Geçmişte , 1/40 olarak belirlenmiş olan miktar değişmez bir miktar olmayıp , ihtiyaca göre artırılıp eksiltilebilir. Bu miktar ülkenin iktisatçıları tarafından belirlenerek uygulanır.

Maide s. 33. ayeti içinde beyan edilen suç için önerilen 4 ayrı cezanın hangisinin uygulanması gerektiği yine hukukçular tarafından belirlenecektir , bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , fakat verdiğimiz örneklerin , anlatmak istediğimiz konu için yeterli olduğunu düşünüyoruz. 

Çoğaltılması mümkün olan bu örneklerden sonra şunu söyleyebiliriz ; Kur'an ceza hukuku kitabı değildir , fakat ceza hukuku ile ilgili ana  düzenlemeler konusunda yol belirler. Kur'an ekonomi kitabı değildir , fakat ekonomi ile ilgili düzenlemeler konusunda yol belirler. Kur'an insan hayatı ile ilgili düzenlemelerin nasıl yapılması konusunda ana yolu belirleyen bir kitap olup , ara yol tabir edebileceğimiz , günün şartlarına uygun hükümlerin düzenlenmesi o günü yaşayan insana bırakılmıştır. 

Bu durumu T.C. anayasası ile benzeştirmek mümkündür. T.C. anayasasında, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar için gerekli olan sosyal düzenlemelerin ana hatları belirtilmiş olup , her türlü sosyal düzenlemenin, bu anayasanın maddelerine uygun olması gerekmektedir. Örneğin , ceza kanunu ile ilgili yapılan bir düzenleme, eğer anayasanın ilgili maddesine uymuyor ise, bu madde Cumhurbaşkanı veya muhalefet tarafından anayasa mahkemesine götürülerek , ilgili düzenlemenin anayasaya uygun olması için gerekli müdahele yapılır . 

Herhangi bir kanun eğer yaşanan şartlara uygun olmayan bir hale gelmiş ise , yine anayasanın ilgili maddesi esas alınarak , günün şartlarına uygun olarak yeniden düzenlenebilir. Bu düzenlemeler yapılırken hukukçular tarafından ortaya farklı görüşler konulabilir. Yapılan bu tür çalışmaların ve ortaya konulan farklı görüşlerin , İslami literatürdeki adı olan "Mezhep" "İçtihat" kelimesinin ihtiva ettiği anlam ile eşdeğerdir.

 Kur'anı bir anayasa gibi düşünürsek , onun içindeki sosyal hayata ilişkin düzenlemeler , hükmünü Kur'anda bulamadığımız hükümler için yol göstericidir. Bu yol göstericiliği insanların bu konuda çalışmalar yapmasını da beraberinde getirdiği için , "Mezhep" ve "İçtihat" kavramları , Kur'anın yaşanan zamana dair sosyal düzenlemeleri ihtiva ettiğini düşünenler , ve sosyal hayatta Kur'anın belirleyici bir kitap olmasını isteyenler için olmazsa olmaz kavramlardandır.

Sonuç olarak ; Geçmişte yapılan bazı olumsuzluklardan yola çıkarak, adını duyduğunda bir kısım insanın elektrik çarpmışa döndüğü, "Mezhep" ve "İçtihat" kavramları , İslamın sosyal hayata dair düzenlemeleri hayata geçtiği takdirde en önemli kavramlar olarak yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelecektir. 

Kur'anın yeterliliğinin ne demek olduğu veya, yeterlilikten anlaşılması gerekenin ne olduğu bilinmeden ortaya atılan, "Kur'an yeter" sloganının her yerde geçerli olmadığı , Kur'anın sosyal hayata indirilmesi sonucunda görülecektir. 

"Yalnız Kur'an" denilince Kur'anın dışında herhangi bir kaynağın, din adına hiçbir şekilde kural koyamayacağı iddiası elbette doğrudur , ancak bu sloganın her yerde kullanılamayacağı , bu sloganı kullanan bir kısım zevatın eline Kur'anı verip , "Al bu kitapla şu beldeyi yönet" dediklerinde, bu slogan sahiplerince anlaşılacaktır. Karşılarına çıkan bir takım sorunlara Kur'an dışından hüküm vermek zorunda kalacak olan bu insanların , konumuz olan kavramları ön yargısız ve realist bir biçimde yeniden değerlendirerek "Herşeye karşıyız" modunda bir anlayış sergilemeleri onların gerçeklerlerden habersiz bir Kur'an anlayışı içinde olduklarını göstermektedir.

"Mezhep" ve "içtihat" kavramlarının , "Yalnız Kur'an" sloganına herhangi bir halel getirmediği , Kur'anın yaşam içinde pratize edilmesi gereken bir kitap olduğu idrak edildiğinde daha kolay anlaşılarak , bu kavramlara yapılan gereksiz itirazlar son bulacaktır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.



26 Kasım 2015 Perşembe

El Kesme Cezasının Mecazi Olduğu İddiaları Hakkında Bir Tahlil

İnsan , sosyal bir varlık olması nedeniyle topluluk olarak yaşam sürme fıtratında yaratılmıştır. Onun fıtratından gelen bu özelliği, bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların aşılabilmesi için insanlar bir takım kurallara bağlı yaşamak zorundadır. Allah (c.c) , insanların yaşadıkları toprakların  tek ve yüce hükümdarı olması nedeniyle insanlar arasında çıkabilecek sorunlara dair kural koyma hakkına sahip olarak sadece kendisini gördüğü için, gönderdiği elçi ve kitaplar ile, onların yaşamlarını belirleyen kuralları göndermiş ,bu kurallara uymayı zorunlu kılmış , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara dünya ve  ahirette vereceği karşılığı beyan etmiştir. 

Bu kuralları ihtiva eden kitaplar da , biz insanların işlediği bir takım suçların cezaları da yer almaktadır. Kur'an bu cezaları ihtiva eden son kitap olup , işlenen suçlara dair bir takım cezalar, bu kitabın içinde de yer almaktadır. Bu cezalardan birisini ihtiva eden Maide s. 38. ayetine baktığımızda, hırsızlık suçuna nasıl bir ceza uygulanması gerektiğine dair hüküm yer almaktadır. 

Bu cezanın , hırsızlık yapan kadın veya erkeğin ellerinin kesilmesi olarak hüküm konulmuş olması bazı farklı yorumlara yol açarak , bu cezanın hakiki anlamda bir el kesme değil , mecazi anlamda olduğu gibi yorumlar yapılmaktadır. 

Bu düşünceye gerekçe olarak getirilen yorumlar ise , "Yed" (el) kelimesinin geçtiği bazı ayetlerde, bu kelimenin "Güç" anlamına gelmiş olmasından hareketle , bu ayet içindeki el kesmenin hakiki anlamda değil , mecaz anlamda el yani güç kesme olarak anlaşılması gerektiği , Yusuf suresi 31. ayetinde Yusuf (a.s) ı gören kadınların ellerini kökünden kesmedikleri , dolayısı ile el kesmenin "Eli çizmek" yani hırsızı sabıkalı olarak kayıtlamak , yine aynı surede Yusuf'un kardeşinin alıkonulması için baş vurulan yol dikkate alınarak , Yusuf'un kardeşlerinin geldikleri yerde ki hırsızlık suçunun alıkonulmak olduğu , dolayısı ile bu suçun cezasının el kesmek olamayacağı , eli kesilen hırsınız bundan sonra hayatını nasıl devam ettirebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl temin edebileceği , ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin çoğul kullanılmış olduğundan hareketle , bu cezanın hakiki bir el kesme olamayacağı şeklinde yorumlar getirilmektedir. 

 Yazımızda bu iddiaları dikkate alarak , Maide s. 38. ayetinde öngörülen cezanın mecazi olup olamayacağı hakkındaki düşüncemizi ortaya koymaya çalışacağız. Yazının sınırı ayetin anlamı çerçevesinde olup bu suç ile ilgili gerekli olan fıkhi detaylar konusu bu yazının konusu değildir.  
Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun). 

[005.038] Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Fe men tâbe min ba’di zulmihî ve aslaha fe innallâhe yetûbu aleyh(aleyhi) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun). 

[005.039] Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir.

Bu cezanın mecaz olduğu şeklindeki iddiaları sıra ile tahlil etmeye çalışalım. 

1. iddia ; Kur'anda geçen "Yed" (El) kelimesi , bir çok ayette mecaz anlamda kullanılmıştır , bu ayette geçen el kelimesi de mecaz olup , kesme işlemi hakiki anlamda kesme değil , "hırsızın gücünü kesin" yani "Hırsızlığa gidecek yolunu kesin , hırsızlık yapmasına fırsat vermeyin" anlamında kullanılmıştır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; "Devlet" dediğimiz kurum , halkının işlediği herhangi bir suça ceza tesbit etmeden önce , halkını bu şuça yöneltecek yolları kapatmak zorundadır. Bir devlet, örneğin hırsızlık suçuna ceza tesbit etmiş ise , önce halkını bu suçu işleyemeye yönelmesine engel olacak tedbirleri almak zorundadır. Halkını hırsızlık suçu işlemeye mecbur bırakan , ve o suçu işlediği takdirde , hırsıza ceza uygulayan  devlet, ZALİM bir devlettir. Halife Ömer (r.a) ın hilafeti bu duruma örnek olup , kıtlık zamanında bu cezanın uygulanmasını Ömer (r.a) rafa kaldırmıştır.

Gelelim ayete ; Ayete baktığımız zaman bahsedilen erkek ve kadının "Hırsız" şeklinde ifade edilmiş olması onların bu suçu işlediklerini göstermektedir. Şayet ayet, "Gücünü kesin" şeklinde bir emir olsaydı , işlenmemiş bir suç için erkek ve kadından neden "Hırsız" olarak bahsedilsin?. Ayrıca , ayet içinde geçen "Keseba" kelimesi , elde edilmiş bir kazancı ifade etmekte olup , ayet hırsızlık suçunu işleyen kadın ve erkeğe verilecek olan cezayı beyan etmektedir. 

 Ayet hırsızlık suçunun işlenmesinden önceki zaman ile ilgili yapılacak bir eylemi yani güç kesmeyi değil (zaten böyle bir güç kesme sosyal devletin yapmak mecburiyetinde olduğu bir şeydir), hırsızlık suçunun işlenerek, suçlunun suçunun sabit olmasından sonraki zamana dair bir hüküm olup , "Hırsız" olarak hüküm giydikten sonra , suçlular için uygulanacak işlemi ifade etmektedir. 

"Nekalen" ; İşlenen bir suçtan dolayı , başkasını aynı suçu işlemekten alıkoymayı ifade eden bir kelimedir. Ayet içinde bu kelimenin kullanılmış olmasından maksat , hırsızlık suçu işleyene verilen cezanın caydırıcılığı olması , yani hırsızlık suçu işlemiş olana verilen cezayı gören bir kimse , eğer hırsızlık yapmaya niyeti varsa işlenen suça verilen cezayı görerek bir kere daha düşünmesini sağlamaktır. 

Bu gün ülkemizde hırsızlık suçunun artış göstermesinin başta gelen sebeblerinden birisi de , (bu suça yönelmeye mecbur kalanları istisna edecek olursak) , neredeyse hırıszlığa teşvik edecek kadar yumuşak cezai müeyyideler olmasıdır.

Ayete verilen "Hırsızın gücünü kesin" anlamı , güç kesmenin hırsızlıktan önceki bir durumu ifade etmesi , "Hırsız" ifadesinin , suçun işlenmesinden sonraki bir durumu ifade etmesi bakımından, kendi içinde çelişki barındıran bir anlam olup, ayeti dikkatli ve ön yargısız okuyan bir kimse , ayetin böyle bir anlamı olmadığını görecektir.

2. iddia ; Yusuf suresi içinde gördüğümüz , Yusuf'u gören kadınların "ellerini kesmeleri" ile Maide s. 38. ayetinde ki "el kesme" nin aynı şeyi çağrıştırması gerektiğinden hareketle , Yusuf'u gören kadınların ellerini kökten kesmelerinin mümkün olmadığı , bildiğimiz bir kesik olduğu , dolayısı ile Maide s. 38. ayetinde ki el kesme cezasının Yusuf s. 31. ayetinin ifade ettiği kesik türünden olması gerektiğidir.

Bu ayet , el kesme cezası konusunda tamamen ön yargılı bir yaklaşımın neticesi olarak, nereye çarpacağını şaşırmış "Başı kesik tavuk" misali , ilgili ayetin mecazi olduğuna dair görüş arayanların başını çarptıkları bir ayettir. 

Bu iddia sahiplerine sadece şunu sorarak verecekleri cevabı bekleyebiliriz ; Aynı surenin 33. ayetinde geçen "El ve ayakların çaprazlama kesilmesi" cezasının sizin dediğiniz gibi el ve ayağın çizilmesi olarak mı anlıyorsunuz ?.

Cevap olarak ,"Evet Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesilme , Yusuf s. 31. de ki kesilme gibi olması gerekir"  diyene, bizim diyeceğimiz  "Ön yargılarının onun gözünü tamamen körelttiği" dir. 

"Hayır öyle anlamıyorum Maide s. 33. de ki çaprazlama kesilmesi hakiki anlamdadır" diyene diyeceğimiz söz ise ,  " Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesimi hakiki , Maide s. 38. ayetinde ki kesimi mecazi anlamanız arasında çelişki vardır" demektir . 

Maide s. 38 de ki cezayı mecazi , 33. ayette ki cezayı hakiki anlamak, çelişkili bir düşüncenin ürünü olup , her iki ayette ki ceza hakiki anlamda kullanılmıştır.  

3. iddia ; "Eli kesilen hırsızın , bundan sonraki hayatında , geçimini temin etmek için kesik bir el ile nasıl çalışarak çoluk çocuğunu geçimin temin edebileceği" , şeklindedir. 

Bu düşünce sahipleri kendilerini Allah (c.c) den daha merhametli bir kul olarak görmeye çalıştıklarının acaba farkındamıdırlar ?.

Geleneksel düşünce içinde önemli bir yeri olan , ve Allah (c.c) den daha merhametli bir peygamber portresinin ortaya çıkarıldığı şefaat inancındaki, Muhammed (a.s) ın ateş cezasını hak etmiş birisi için secdeye varıp, "Ümmetim ümmetim" diye yalvararak , ümmetini kurtarması iftiralarına karşı olan bu kişiler ,  Allah (c.c) den daha merhametli bir insan portresi çizdiklerinin farkında bile değillerdir.

Bu iddiada olan kişiler zımnen şunu demektedirler ; "Ey Allah'ım sen hırsızlık cezasına vermiş olduğun bir ceza ile merhametsizlik yaparak , elinin kesilmesini istediğin kişinin çoluk çocuğunu hiç mi düşünmedin ?".

Bu iddia , ilgili ayetin hakiki anlamda bir el kesme olmayacağı , olmaması gerektiği ön yargısı düşüncesi üzerine bina edilmiş bir düşüncedir. Bunları düşünmek önce suç işlemeye aday olan kimsenin vazifesi olup , kişi işlediği suça verilecek ceza karşısında , sonraki hayatını nasıl geçireceğini önce kendisi düşünmesi gerekmektedir. 

Bu mantık üzerinden baktığımız zaman , hiç bir suçluya ceza vermemiz mümkün olmayacaktır ,çünkü suç işleyen kişi , çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için , hayatı için gerekli olan uzuvlarını korumak zorundadır. Bu mantık ile Maide s. 33. ayetine baktığımızda o ayette  işlenen suça karşılık olarak öngörülen el ve ayakların çaprazlama olarak kesilme cezasına da karşı çıkılması gerekmektedir. 

Veya Bakara s. 178. ve 179. ayetlerinde, cinayet suçu için verlen kısas cezasına da aynı mantıkla karşı çıkılması gerekmektedir. Cinayet işleyen bir kimse eğer kısas edilecek olursa bu kimsenin geride kalan çoluk çocuğu rezil rüsvay olacağı için cinayet işleyen bir kimseye öldürmek mantık olarak büyük bir hata ve vahşet olacaktır.

39. ayete baktığımızda , işlenen hırsızlık suçunu Rabbimiz "Zulüm" olarak nitelendirmektedir. Rabbimiz den daha merhametli !! olan ve hümanist duygularla hareket eden bir takım kişiler, bu tür düşünce içine girmekle zulme destekçi olmak durumuna düşmektedirler. 

4. iddia ; Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için başvurduğu yolun anlatıldığı ayetlerde , Yusuf (a.s) ın kardeşlerine sorulan "Sizde hırsızlara verilen ceza nedir? " (12.74) sorusuna , " Onun cezası yükünde bulunanın kendisidir" (12.75) cevabı , hırsızlık suçuna verilen cezanın el kesme olmadığı yönündeki iddiaya delil olarak gösterilmektedir.
 
Yusuf (a.s) kıssasından çıkarılmaya çalışılan bu istidlal'in isabetli olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ; Kıssa içinde anlatılan olaydan çıkarılmaya çalışılan şey , Hırsızlık cezasının Allah (c.c) tarafından Yakub (a.s) a vahyedilenin aynısının , Muhammed (a.s) a da vahyedilmiş olması gerektiği gibi bir düşünceden yola çıkılarak bu iddia dile getirilmektedir. 


İlgili ayetlerde anlatılan konu, hırsızlığın cezasından ziyade , suç işleyen kişinin suçunun cezasını çekmek için alıkonulmuş olmasıdır. Çünkü Yusuf (a.s) ın kardeşini yanında alıkoyması için ,üst düzey bir yönetici dahi olsa keyfi davranarak , "Ben bu çocuğu alıkoymak istiyorum" şeklinde bir emir ile, kardeşini alıkoyamazdı. "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" cümlesi, Yusuf'un yaşadığı topraklar üzerinde evrensel hukuk kurallarının geçerli olduğu , yönetici de olsa kanunlar karşısında eşit olduğu yönünden okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Evrensel hukukta geçerli olan, bir kimsenin suç işlemediği müddetçe hürriyetinin kısıtlanmaması kuralı , Mısır ülkesinde de geçerli olduğu için , Yusuf kardeşini alıkoymak için onun üzerine bir suç yıkmak şeklinde hileye başvurarak kardeşini yanında alıkoymuştur. 

Bu kıssa üzerinden çıkarılmaya çalışılan düşüncenin temelinde , ön yargılar sonucu varılmaya çalışılan el kesme cezasının mecazi olduğu iddiası yatmaktadır. Maide s. 38. ayetinin açık hükmü bir kenara itilmeye çalışılarak , bu hükmün yanlışlığını !!  dair delili bulmak için , Yakub (a.s) dan medet ummaya çalışmak , ön yargıları Kur'ana kabul ettirmek için okunan ayetlerin nasıl oyuncak haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.

5. iddia ; Ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin , çoğul kullanılmış olması ve çoğul kullanımın en az 3 ve daha fazla sayıyı ifade etmesini gerekçe gösterilerek , bir insanda 2 den fazla el olmadığı için bu ifadenin gerçek bir el kesmeyi emretmiş olmasının imkansız olduğudur.

Kur'an , indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan arapların günlük dillerinde kullandıkları , edebi uslupları dikkate alarak inen, ve bu üslupları kullanan bir kitaptır. Bu kelimeyi anlamaya çalışırken bunları dikkate almak gerekmektedir. 

Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyeler de böyle bir kullanım şekline başvurduklarını , arap dilcisi Ferra "Meanil Kur'an" adlı eserinde söylemektedir. Bu kullanımın bir örneğini Tahrim suresi 4. ayetinde de görmekteyiz . O ayette Nebi (a.s) ın 2 eşine kullanılan "Gulubeküma" (ikinizin kalpleri) hitabını dikkate aldığımızda , 2 kadının birden fazla kalbi olmayacağına göre , o gün kullanılan dil kuralları çerçevesinde bir hitap tarzı olduğu anlaşılmaktadır.
Bu kullanıma bir kaç örnek daha verecek olursak ; 

"Haşemtü ruusehuma" iki kişinin başlarını yardım.
"Haraktüma gamuseküma" gömleklerinizi yırttınız ( iki kişiye hitaben).
"Haleytüma nisaeküma" eşlerinizi terk ettiniz (iki kişiye onların birer eşleri kast edilerek) . 

Sonuç olarak ; Maide s. 38. ayetinde beyan edilen , erkek ve kadın hırsız'ın ellerinin kesilmesi emri hakiki anlamda anlaşılması gereken bir hükümdür. Ayeti dikkatli ve ön yargısız bir biçimde okuduğumuz zaman , bu ayetin mecaz bir anlamı çağrıştırabileceği gibi bir düşüncesi oluşması mümkün görülmemektedir. Bu ayetin, mecazi bir anlam taşıması gerektiğini iddia edenlerin , yazımızda sıralamaya çalıştığımız iddiaları, tutarlılıktan uzak olmakla beraber , ön yargıların Kur'ana onaylatılması şeklinde bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. 

Yazının çerçevesi , ilgili ayetin mecazi anlam taşıyıp taşımadığı etrafında bir tahlil çalışması olması nedeniyle bu ayet ile daha detaylı konulara girilmemiştir. Ancak şu kadarını söylemek isteriz ki , Bu ayetin , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın verilmesi gerektiğine dair bir bilgi içermez. Hırsızlık suçu genel bir suç olup , bu suça giren eylemlerin hepsi aynı cezanın uygulamasını gerektirmez , el kesmenin altında veya daha yukarısında bir ceza ile cezalandırılma gerektirecek suçlar mutlaka olacaktır.  

Kur'anın beyan ettiği had cezalarına baktığımız zaman , bu cezalarda göze çarpan en önemli unsur , "Caydırıcılık" tır . Caydırıcı olmayan bir ceza kanununun uygulandığı beldeler  , her zaman suç işlemeye açık  kapı bırakılacak , ve suçlu cenneti bir topluluğun yaşadığı belde olacaktır. "Kısasta hayat vardır" buyuran Rabbimiz , cezaların caydırıcılık yönüne dikkat çekmektedir. Cinayet suçu işleyen bir kimse , yaptığı hatanın bedelini canı ile ödediği zaman , başkalarına ibret olacak ve böyle bir suç işlemeye niyeti olan bir kimse , bu işe kolay kolay cesaret edemeyecektir.

Bu gün ülkemizdeki hırsızlık ve cinayet suçlarına verilen cezaların bu suçları engelleyici bir durum teşkil  etmemesi düşünülmesi gereken bir durumdur. Hal böyle iken , Kur'anın bu suça vermeyi önerdiği ceza bazılarımızca , vahşet olarak görülerek hümanist bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmaktadır. 

Bu tür tutumlar , teslim olmaya değil, teslim almaya yönelik bir din anlayışının tezahürleridir. Kur'an merkezli düşünmek demek , herhangi bir konuda önce önyargıları kafadan atmak demektir. Bizler Kur'ana karşı parçacı değil , bütüncül bir yaklaşım sergilemek zorundayız. Bütüncül bir yaklaşım , bizleri daha doğru sonuca götürmesi bakımından daha isabetli , ve yanlışlardan koruyucudur. Zalimden yana değil , mazlumdan yana bir duruş sergilemek ve hırsızlık konusu ile ilgili beyanı bu göz ile okuduğumuzda , eli kesilen bir hırsızın geleceğini düşünmek bize değil, önce hırsızlık yapan kişiye ait olması gerektiği görülecektir.  

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.