Tahlil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahlil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2017 Pazar

Bütün Elçilere Kitap Verilmiş midir ? Sorusu Çerçevesinde Kitap Kelimesi Üzerinde Bir Tahlil Çalışması

Nebi ve Resul kelimeleri, İslam adına yapılan konuşma ve tartışmalarda en fazla dile getirilen kelimelerden olmasına rağmen, Kur'an'i anlamda bu kelimelerin tariflerinin doğru yapıldığını, ve birçok kişinin bu kelimelerin anlamlarını doğru biçimde bildiğini söylemek mümkün pek değildir. Klasik bilgiler çerçevesinde yapılan tarife göre Resul , Kendisine kitap ve şeriat verilen elçi, Nebi ise, Kendisine kitap ve şeriat verilmeyen, önceki elçinin kitap ve şeriatını sürdüren elçi demektir. Fakat bunları Kur'an'a arz edecek olursak, maalesef kelimelerin bu şekildeki tarifleri Kur'an'dan onay almayacaktır.

[042.013] Allah, dinden Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa ya ve İsa 'ya tavsiye ettiğimiz Allah'ın dinini hayata egemen kılın ve bu konuda görüş ayrılığına düşmeyin' direktifini sizin için bir hayat düsturu olarak öngördü. Fakat kendilerini çağırdığın bu düstur Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.»

Nebi  için yapılan, yeni bir şeriat getirmemiş olması, önceki elçinin şeriatını sürdürmesi şeklinde yapılan tarifin Şura s. 13. ayetinden onay almadığı görülmektedir. Hiç bir elçinin yeni bir şeriat getirmediği, ilk elçiden beri Allah'ın insanlar için şeriat yani yol kıldığı İslam Dinini tebliğ etmek amaçlı olarak gönderildiklerini Şura s. 13. ayetinden ve diğer ayetlerden öğrenmekteyiz (3. sure 85- 5. sure 6).

Elçilerin yeni şeriat getirmediği, getirdiği şeriatın yani insanlar için belirlenen yolun, ilk elçiden son elçiye kadar aynı olduğunu öğrendikten sonra, klasik tarifte resul için yapılan Kitap verilen elçi, Nebi için yapılan Kitap verilmeyen elçi tarifinin doğru olup olmadığının cevabını Kur'an'da aramaya çalışalım.

[003.081] Allah nebilerden ahit almıştı: «Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim» demişti.

Al-i İmran s. 81. ayetinde, Allah (c.c) nin "Ant olsun ki size Kitap, hikmet verdim" sözünü söylediği kişiler, NEBİ olarak isimlendirilmektedir. Bu ayet bizlere klasik tarifteki Nebilere kitap verilmemiştir iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Ayrıca, Enam s. 84-88. ayetlerde 18 elçinin ismi sayıldıktan sonra 89. ayette "İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir" buyurulmuş olması, elçi vasfına sahip olan bir kimsenin kitap getirmediği iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. Sayılan bu 18 elçinin dışındakilere kitap verilmediği şeklinde bir iddia, yukarıda mealini verdiğimiz ayet ile çelişecektir. Dolayısı ile kitap verilmeyen elçi diye bir sözün kullanılması asla doğru değildir.

Bu noktada elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama geldiği önem kazanmaktadır. Kitap kelimesinin klasik tarifteki anlamının, bu konudaki yanlış anlayışı beraberinde getirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Kitap denildiğinde hepimizin aklına ilk olarak, iki kapak arasına alınmış yazılı sahifeler şeklinde bir tarif gelmektedir. 

Kelimeye bu şekilde verilen anlam elbette doğrudur, fakat kelimenin böyle bir anlam kazanmasına sebep olan temel anlamına baktığımızda bu kelime bizlere, elçilere kitap verilmiş olmasının ne anlama gelebileceği konusunda, daha farklı bir bakış açısı kazandıracaktır.

El Ketbü: İki deriyi dikerek birbirine eklemek anlamındadır. Ketebtüssikae : Tulumu diktim.

Yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime, birbirine eklenmiş söz yani lafızla ilgili olarakta kullanılır. Kitabetün kelimesi, yazarak arka arka dizmek anlamındadır. Bundan dolayı Allah kelamı her ne kadar yazılmamış olsa dahi Kitabun olarak adlandırılmıştır. Örnek : Elif, lam, mim zalike-l kitabü (Bakara s. 1-2)
(El Müfredat)

Görülmektedir ki, Kitap kelimesi sadece yazı ile arka arkaya dizilen harflerin kağıda yazılarak toplandığı bir objenin adı değil, Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen sözlerin arka arkaya toplandığı sözlerin de adı olmuştur.

Kur'an ile ilgili geçen Kitap kelimesini Kur'an'ın Muhammed (a.s) a yazılı olarak indirilmediğini dikkate alarak anlamaya çalıştığımızda, elçinin ağzından dökülen kelimelere de EL KİTAP denildiğini görürüz. İşte kitap kelimesinin bu anlamı, elçilere kitap verilip verilmediğini daha kolay anlamamızı da sağlayacaktır. 

Bu bağlamda kitap kelimesine, ALLAH (C.C) TARAFINDAN SEÇİLEN ELÇİLERİN KENDİLERİNE VAHYEDİLEN SÖZLERİ MUHATAPLARINA AKTARMASI  şeklinde bir anlam verdiğimizde, elçilere kitap verilip verilmemiş olduğu anlaşılacaktır. Allah (c.c) seçmiş olduğu bütün elçilere vahyettiğine, seçilen bu elçilerin de kendilerine vahyedileni muhataplarına aktardığına göre BÜTÜN ELÇİLERE KİTAP VERİLMİŞTİR diyebiliriz.

Bütün elçilere kitap verilip verilmediği yönünde yapılan tartışmalar, kitap kelimesinin anlamının sadece iki kapak arasına kağıttan mamul sayfalara yazılmış harflerden müteşekkil sözler şeklinde bir anlamı olduğu dikkate alınarak, kelimenin ağızdan çıkan harflerin birbirine eklenmek sureti ile sözlerin oluşturulması şeklinde bir anlamı da olmasının dikkate alınmamasından kaynaklanmaktadır. Kelimenin bu anlamı da dikkate alındığında, elçilere kitap verilip verilmediği şeklinde yapılan tartışmaların ne kadar da gereksiz olduğu görülecektir.

Kur'an'daki elçi kıssalarına baktığımızda, kavimlerine gönderilen elçiler, kendilerinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olduklarını bildirmektedirler. Allah tarafından bir yetki belgesi olmadan hiç bir elçi kendiliğinden ortaya çıkarak, elçiliğini iddia etmemiştir.

Bu bağlamda resullüğü kendilerinden menkul bazı kimselerin, son zamanlarda ortaya çıkarak BEN DE RESULÜM şeklindeki iddialarını ele almak gerektiğini düşünmekteyiz.

Ahzab s. 40. ayetinde "Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, Allah'ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir." buyurulmasından hareketle, Nebi ve Resul ayrımına giderek, Nebilik bitmiştir ama resullük bitmemiştir şeklinde bir teori üretmek sureti ile kendilerini resul ilan edenlere, veya bu tür kişileri resul  olarak kabul edenlere rastlamaktayız.

Al- İmran s. 81. ayetine geri dönerek konuyu anlamaya çalıştığımızda, Allah (c.c) nin beşer cinsinden seçtiği insanların bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğunu değil tamamının nebi olduğunu görmekteyiz. Bir insan resul olmadan önce nebi olması gerekmektedir ki Allah (c.c) ona VAHYETSİN YANİ KİTAP VERSİN. Yani bir kimsenin resul olması onun öncelikle nebi olmasından yani bu belgeyi almasından geçmektedir.

Fakat bugün ortalıkta Ben de resulüm diye gezen bir çok kimseye Sen neyin resulüsün? diye sorduğumuzda cevap olarak, Ben Kur'an'ın resulüyüm cevabını vermektedir. Bu noktada kendisini resul ilan edenlerin en tutarlısı !! olduğunu söyleyebileceğimiz İskender Evrenosoğlu adlı şahıs, bu işin kitapsız olmayacağını bildiği için kendisine kitap indirilmiş bir nebi resul olduğunu ilan ederek tutarlı bir sahtekar olduğunu ortaya koyabilmektedir. Bu kişi haricindekiler ise, kendilerine kitap verilmediğini, önceki kitap olan  Kur'an ile idare ettiklerini söyleyerek, büyük bir yalan ve iftiraya imza atmaktadırlar.

Halbuki gerçek bir resul, kendisine kitap verilen yani vahyedilen bir kimse olması gerekmektedir. Kendine kitap verilmemiş yani vahyedilmemiş bir resul, ancak yalancı ve sahtekar bir müfteri olmaktan ileri gidemeyen, dahası tıbbi destek almaya ihtiyacı olan hastalıklı bir kimsedir.

Sonuç olarak; İslam düşüncesinde nebi ve resul ayrımının yapılarak, Allah (c.c) nin seçtiği elçilerin bir kısmının nebi, bir kısmının resul olduğu iddiası Kur'an'dan destekli bir iddia değildir. Bu elçilerin bir kısmına kitap verildiği, bir kısmına verilmediği iddiası da aynı şekilde Kur'an'dan destek almamaktadır.

Kitap kelimesini şayet doğru biçimde anlayacak olursak, halen yapılmakta olan, nebi resul ayrımı veya bunların bazılarına kitap verilip verilmediği yönündeki tartışmalar son bulacaktır.
Kur'an'ın bu konuda ne demiş olabileceğine baktığımızda, Allah (c.c) nin seçmiş olduğu beşer elçilerin tamamının Nebi Resul olduğu, ve tamamına kitap verildiği anlaşılmaktadır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

5 Haziran 2016 Pazar

Neml s. 25. Ayeti Çerçevesinde Şirk ve Tapınma Psikolojisi Üzerine Bir Tahlil Çalışması

Şirk , Kur'anın odak kavramlarından bir tanesi olup , terim olarak "Sadece Allah (c.c) nin ilahlık ve rablik yetkisi alanına giren konularda başka yetki mercileri tanıyarak ilahlık ve rabliğin gereklerini onun dışındakilere tanımak" anlamına gelmektedir. Allah (c.c) nin dışında yetki mercileri tanıyanlar , bu tanımalarını bir takım ritüeller ile ve objelere tazimde  bulunarak şirklerini açıkça ilan etmekte ,  "Müşrik" olarak isimlendirilen bu kimselerin, şirklerini açığa vurmak için kullandıkları objelerin genel ismi ise , "Put" olarak isimlendirilmektedir. 

Taş , tahta , metal v.s gibi şeylerden yapılmış olan bu putların konuşmadığını , insana fayda ve zarar vermediğini, o putlara tapan müşrikler dahi bilmektedirler, yazımızda , bu halde olan putlara tapmaktaki ısrarcı tavırlarının altında yatan psikolojiyi , Neml s. 25. ayetinin beyanı üzerinden okumaya çalışacağız.  

 Konumuz olan ayet , Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı bir bağlama sahiptir. Hüdhüd , Sebe ülkesinden getirdiği haberi Süleyman (a.s) a şöyle anlatmaktadır ; 

[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[027.023] «Muhakkak ki ben, bir kadın buldum ki onları hükümdarlık ediyor, ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için azim bir arşı da var.»
[027.024]  Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.
[027.025]  Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026]  Allah O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir.

Bu ayetlerde Hüdhüd , Sebe ülkesindeki durumu Süleyman (a.s) a haber vermektedir. Bu haberi verirken hükümdar ve kavminin güneşe taptıklarını , bunu onlara şeytanın güzel gösterdiğini anlatarak , 25. ayette önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.

Hüdhüd, bu kavmin güneşe secde etmesinin sebebinin "ALLAH'A SECDE ETMEMEK İÇİN" olduğunu söylemektedir. Bu cümle, müşriklerin neden Allah (c.c) dışındaki varlıklara secde ettiklerini ifade eden , şirk'in kıyamete kadar değişmeyecek karakterini ifade eden veciz bir cümledir. 

Allah (c.c) nın ilk elçiden son elçiye kadar göndermiş olduğu vahiylerinin ortak mesajı KENDİSİNDEN BAŞKASINA SECDE EDİLMEMESİ gerektiğine dair emirlerdir. 

İnsanlar, Şeytanın onlara verdiği iğva ile, gerçek olarak kulluk edilmesi gereken yegane merciyi terk ederek , sahte ilahlar edinmiş ve onlara kulluk etmeye yönelmişlerdir. Günümüzde dahi bir çok insan, sahte ilahlara kulluk etmeye devam etmektedir. Bu yönü ile "Şirk" evrensel bir insan hastalığı olarak kıyamete kadar varlığını korumaya devam edecektir. 

Kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa karşı tazimde bulunmak sureti ile onu ilah ve rab olarak tanımak (7/ 172.173), insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Bu özellik asla boşluk kabul etmez , bu boşluk eğer Allah'a kulluk etmek şeklinde doldurulmaz ize , başkalarına kulluk şeklinde doldurulacaktır.

Allah (c.c), ilah ve rab olarak tanınma hakkının sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek , kendisi dışındakilere yapılan ilah ve rab olarak bilme şeklindeki yönelimin "Şirk", bu yönelimleri yapanların ise "Müşrik" olduğunu bildirmektedir. 

Kendisine nasıl kul olunması , ve bu kulluğun kendisine karşı nasıl gösterilmesi gerektiği konusundaki bilgileri tarih boyunca gönderdiği elçileri ile insanlara bildiren Allah (c.c), Kur'anda ki kıssa yollu anlatımlar ile, bize gerçek kulluğun nasıl ve kime olması gerektiğini öğretmektedir.

İbrahim (a.s) ın kıssasının anlatıldığı En am s. 75 -79. ayetler arasında onun, Güneş , Yıldız ve Ayın gerçek ilah olamayacağını , gerçek ilahın bunları yaratan olduğu vurgusu yapılarak , ilah ve rab olarak kimin tanınması gerektiği bildirilmektedir. 

[041.037] Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.

Secde kelimesi ; "Öne eğilme , aşağıya bükülme , kendini alçaltma , kibrini ve gururunu kırma" anlamındadır.

Bu kelimenin insan üzerindeki tezahürü , kişinin kendisinden yüce olarak bildiği ve tanıdığı kişi veya herhangi bir ojbeye karşı olan yönelimini bedensel veya düşünsel olarak göstermesi olarak ortaya çıkmaktadır. 

Yani insanlar kendilerinden yüce olarak kabul ettikleri herhangi bir kişi veya objeyi , hayatlarının merkezine aldıklarında , bu merkeze alışlarını , bedensel olarak dışa vurmakta , düşünsel olarak ise o kişi veya obje üzerinden üretilmiş yaşam biçimini hayatına pratize ederek secde etme halini göstermektedirler.

Bu durumu, ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onu ilah ve rab olarak tanıyanlar, bu tanımalarını ona hem bedenen hem de düşünsel olarak göstererek , sadece onu ve ilah ve rab olarak tanıdıklarını hayatlarına onun bize dair olan emir ve yasaklarını ikame ederek ortaya koymaktadırlar. 

Aynı durumu ilah ve rab olarak Allah (c.c) dışındakileri tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onlar da bu tanımalarını , hem bedenen hem de düşünsel olarak ortaya koymakta , ve bu tanımalarını hayatlarının merkezine sahte ilah ve rabler tarafından vaz edilen sistemleri ikame ederek göstermektedirler. 

Secde etme hali istisnasız olarak bütün insanlarda vaki olan bir hal olup , hiç bir insan bu halden beri değildir. Secde etme hali bir gösterge olup , insanlar ilah ve rab olarak tanıdıkları her ne veya kim ise bu tanımalarını bu şekilde göstermektedirler.

Secde etme halini insan fıtratında olan kulluk psikolojisinin bir tezahürü olarak değerlendirdiğimizde , bu halin ortaya konulmasına hak sahibi olan tek ve yegane kişi Allah (c.c) dir. Hiç bir kişi , kurum , kuruluş , düşünce ve ideoloji onun üzerinde yer alarak , insanların onun dışındakilere secde etmesini haklı gösteremez. 

Bir kısım insan, hayatlarında Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanıdıklarını, ona secde ederek göstererek MÜ'MİN ismine layık olur iken , diğer bir kısım ise, onun dışındakileri ilah ve rab olarak tanıdığını göstermek için ilah ve rab olarak tanıdığı her ne veya kim ise ona secde ederek  MÜŞRİK ismine layık olmaktadır. 

"Mü'min" veya "Müşrik" ismini alan insanların birbirleri ile olan ortak yönleri , kulluklarını ilah ve rab olarak her ne veya kimi tanıyorlarsa ona karşı göstererek secde etmiş olmalarıdır. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı, mutlaka ilah ve rab olarak birisini tanıyarak ona secde edecektir. 

Şirk ve müşrik psikolojisi  , işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak tanıyarak "Müşrik" ismini alanlar , ALLAH'I  İLAH VE RAB OLARAK TANIMADIKLARINI İLAN ETMEK İÇİN ONUN DIŞINDAKİLERE SECDE ETMEKTEDİRLER.

Sebe halkı ve hükümdarının Allah'ı bırakarak güneşe secde etmelerinin altında yatan temel saik , Allah'a secde etmediklerini ilan etmek esasına dayalı bir düşüncenin ürünü olarak , bu ilanlarını onun dışındakilere secde ederek göstermek istemelerine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, ilk insandan beri ortaya çıkan şirk'in altında yatan temel sebepte anlaşılmış olmaktadır. Bazı kaynaklarda, "ilkel insan" olarak tanımladıkları kabile ve uluslarda bazı gök cisimlerine tapınma şeklinde şeklinde ortaya çıkan şirk'in, o gök cisimlerinden korku sebebi ile olduğu ve bunların onlara vereceği zarardan korunmak için tapındıkları söylenmektedir. Bu tesbitin doğru bir tesbit olmadığını düşünmekteyiz. 

[025.055] Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere kulluk ederler. İnkar eden, Rabbine karşı gelenin (şeytanın) yardımcısıdır.

Bu ve benzeri bir çok ayette , müşriklerin tapındıkları putların onlara fayda ve zarar vermeye güçleri yetmedikleri haber verilmektedir. Bu durumu müşriklerin kendileri de bilmekte ve puta tapmaya gerekçe olarak "Atalarımızı bunlara kulluk eder halde bulduk" demektedirler. 

Müşriklerde puta tapıcılığın altında yatan temel sebep, korkudan emin olma isteğinden doğan bir hal değil , Allah'a kul olmadıklarını bu şekilde izhar etme halidir.

Bu temel saik sadece Sebe halkına has bir durum değil, evrensel mahiyet arz eden bir durumdur. Sebe halkının şirkini izhar etmek için tapındıkları Güneş , bugün bile dünyanın bazı yerlerinde tapınma aracı olarak kullanılmasına karşın , insanların hayatında ortaya çıkan şirk olgusunun tezahürü, farklı tapınma araçlarını ortaya çıkarmıştır.

Çağdaş dünyada şirk olgusu taştan veya metalden yapılmış bir takım heykeller önünde saygı duruşu yapılarak ortaya çıkmaktadır. Bugünün çağdaş müşrikleri de  önceki ataları gibi, önünde kıyam ve secde ettikleri heykellerin kendilerine fayda ve zarar vermediklerini pekala bilmektedirler. 

Ancak bu heykeller önünde kıyam ve secde etme gerekleri heykelleri yapılmış kişilerin düşünce ideolojilerini hayatlarında hakim kıldıklarını aleme göstermek amaçlı olduğunu kendileri de itiraf etmektedirler. 

Örneğin ; Günümüz Türkiye sine baktığımızda her şehir ve kasabanın belirli yerlerine yapılmış olan Atatürk heykelleri önünde kıyama duranlar , o heykellerin taştan yapılmış objeler olduğunu ve kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Onların, bu heykeller önünde kıyama durma gerekçeleri, hayatların merkezinde "Kemalizm" ideolojisinin hakim olduğunu ilan etmek amacına dayanmaktadır.

Şirk ve müşrik psikolojisi binlerce sene önce nasıl ise bugün de aynı şekilde işlemektedir. Allah'a kul olmadıklarını cümle aleme duyurmak için taş , tahta , metal gibi v.s den yapılmış şeylere tapınan müşrikler , aynı tapınmayı bugün de sürdürmektedirler. Bazı insanlar tarafından ihdas edilmiş düşünce ve ideolojileri hayatlarının merkezine alarak , hayatlarını bunlara göre yönlendiren kişiler , yaşam tarzlarını oluşturan kişilerin taş veya metalden yapılmış heykelleri önünde kıyam ve secde ederek , bu kişilerin sistemlerini Allah (c.c) nin sistemine tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. içindeki Sebe halkının güneşe taptığı haberine , bu tapmanın sebebi olarak hüdhüd tarafından söylenen "Allah'a secde etmemeleri için" ifadesi önemli bilgiler içermektedir. 

İnsan fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa secde etme itiyadı , gerçek secde edilmesi gereken merciden saptırıldığı zaman , bu secde etme başka mercilere yapılacaktır. Şirk psikolojisinde ortaya çıkan durum gereği , Allah (c.c) ye secde etmeyenler , ona secde etmediklerini ilan etmek için başka secde mercileri bularak ona secde etmektedirler.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


26 Kasım 2015 Perşembe

El Kesme Cezasının Mecazi Olduğu İddiaları Hakkında Bir Tahlil

İnsan , sosyal bir varlık olması nedeniyle topluluk olarak yaşam sürme fıtratında yaratılmıştır. Onun fıtratından gelen bu özelliği, bazı sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu sorunların aşılabilmesi için insanlar bir takım kurallara bağlı yaşamak zorundadır. Allah (c.c) , insanların yaşadıkları toprakların  tek ve yüce hükümdarı olması nedeniyle insanlar arasında çıkabilecek sorunlara dair kural koyma hakkına sahip olarak sadece kendisini gördüğü için, gönderdiği elçi ve kitaplar ile, onların yaşamlarını belirleyen kuralları göndermiş ,bu kurallara uymayı zorunlu kılmış , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara dünya ve  ahirette vereceği karşılığı beyan etmiştir. 

Bu kuralları ihtiva eden kitaplar da , biz insanların işlediği bir takım suçların cezaları da yer almaktadır. Kur'an bu cezaları ihtiva eden son kitap olup , işlenen suçlara dair bir takım cezalar, bu kitabın içinde de yer almaktadır. Bu cezalardan birisini ihtiva eden Maide s. 38. ayetine baktığımızda, hırsızlık suçuna nasıl bir ceza uygulanması gerektiğine dair hüküm yer almaktadır. 

Bu cezanın , hırsızlık yapan kadın veya erkeğin ellerinin kesilmesi olarak hüküm konulmuş olması bazı farklı yorumlara yol açarak , bu cezanın hakiki anlamda bir el kesme değil , mecazi anlamda olduğu gibi yorumlar yapılmaktadır. 

Bu düşünceye gerekçe olarak getirilen yorumlar ise , "Yed" (el) kelimesinin geçtiği bazı ayetlerde, bu kelimenin "Güç" anlamına gelmiş olmasından hareketle , bu ayet içindeki el kesmenin hakiki anlamda değil , mecaz anlamda el yani güç kesme olarak anlaşılması gerektiği , Yusuf suresi 31. ayetinde Yusuf (a.s) ı gören kadınların ellerini kökünden kesmedikleri , dolayısı ile el kesmenin "Eli çizmek" yani hırsızı sabıkalı olarak kayıtlamak , yine aynı surede Yusuf'un kardeşinin alıkonulması için baş vurulan yol dikkate alınarak , Yusuf'un kardeşlerinin geldikleri yerde ki hırsızlık suçunun alıkonulmak olduğu , dolayısı ile bu suçun cezasının el kesmek olamayacağı , eli kesilen hırsınız bundan sonra hayatını nasıl devam ettirebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl temin edebileceği , ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin çoğul kullanılmış olduğundan hareketle , bu cezanın hakiki bir el kesme olamayacağı şeklinde yorumlar getirilmektedir. 

 Yazımızda bu iddiaları dikkate alarak , Maide s. 38. ayetinde öngörülen cezanın mecazi olup olamayacağı hakkındaki düşüncemizi ortaya koymaya çalışacağız. Yazının sınırı ayetin anlamı çerçevesinde olup bu suç ile ilgili gerekli olan fıkhi detaylar konusu bu yazının konusu değildir.  
Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun). 

[005.038] Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Fe men tâbe min ba’di zulmihî ve aslaha fe innallâhe yetûbu aleyh(aleyhi) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun). 

[005.039] Fakat işlediği zulümden sonra tevbe edip islah olan kimse bilsin ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Hiç şüphesiz Allah affedicidir ve merhametlidir.

Bu cezanın mecaz olduğu şeklindeki iddiaları sıra ile tahlil etmeye çalışalım. 

1. iddia ; Kur'anda geçen "Yed" (El) kelimesi , bir çok ayette mecaz anlamda kullanılmıştır , bu ayette geçen el kelimesi de mecaz olup , kesme işlemi hakiki anlamda kesme değil , "hırsızın gücünü kesin" yani "Hırsızlığa gidecek yolunu kesin , hırsızlık yapmasına fırsat vermeyin" anlamında kullanılmıştır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; "Devlet" dediğimiz kurum , halkının işlediği herhangi bir suça ceza tesbit etmeden önce , halkını bu şuça yöneltecek yolları kapatmak zorundadır. Bir devlet, örneğin hırsızlık suçuna ceza tesbit etmiş ise , önce halkını bu suçu işleyemeye yönelmesine engel olacak tedbirleri almak zorundadır. Halkını hırsızlık suçu işlemeye mecbur bırakan , ve o suçu işlediği takdirde , hırsıza ceza uygulayan  devlet, ZALİM bir devlettir. Halife Ömer (r.a) ın hilafeti bu duruma örnek olup , kıtlık zamanında bu cezanın uygulanmasını Ömer (r.a) rafa kaldırmıştır.

Gelelim ayete ; Ayete baktığımız zaman bahsedilen erkek ve kadının "Hırsız" şeklinde ifade edilmiş olması onların bu suçu işlediklerini göstermektedir. Şayet ayet, "Gücünü kesin" şeklinde bir emir olsaydı , işlenmemiş bir suç için erkek ve kadından neden "Hırsız" olarak bahsedilsin?. Ayrıca , ayet içinde geçen "Keseba" kelimesi , elde edilmiş bir kazancı ifade etmekte olup , ayet hırsızlık suçunu işleyen kadın ve erkeğe verilecek olan cezayı beyan etmektedir. 

 Ayet hırsızlık suçunun işlenmesinden önceki zaman ile ilgili yapılacak bir eylemi yani güç kesmeyi değil (zaten böyle bir güç kesme sosyal devletin yapmak mecburiyetinde olduğu bir şeydir), hırsızlık suçunun işlenerek, suçlunun suçunun sabit olmasından sonraki zamana dair bir hüküm olup , "Hırsız" olarak hüküm giydikten sonra , suçlular için uygulanacak işlemi ifade etmektedir. 

"Nekalen" ; İşlenen bir suçtan dolayı , başkasını aynı suçu işlemekten alıkoymayı ifade eden bir kelimedir. Ayet içinde bu kelimenin kullanılmış olmasından maksat , hırsızlık suçu işleyene verilen cezanın caydırıcılığı olması , yani hırsızlık suçu işlemiş olana verilen cezayı gören bir kimse , eğer hırsızlık yapmaya niyeti varsa işlenen suça verilen cezayı görerek bir kere daha düşünmesini sağlamaktır. 

Bu gün ülkemizde hırsızlık suçunun artış göstermesinin başta gelen sebeblerinden birisi de , (bu suça yönelmeye mecbur kalanları istisna edecek olursak) , neredeyse hırıszlığa teşvik edecek kadar yumuşak cezai müeyyideler olmasıdır.

Ayete verilen "Hırsızın gücünü kesin" anlamı , güç kesmenin hırsızlıktan önceki bir durumu ifade etmesi , "Hırsız" ifadesinin , suçun işlenmesinden sonraki bir durumu ifade etmesi bakımından, kendi içinde çelişki barındıran bir anlam olup, ayeti dikkatli ve ön yargısız okuyan bir kimse , ayetin böyle bir anlamı olmadığını görecektir.

2. iddia ; Yusuf suresi içinde gördüğümüz , Yusuf'u gören kadınların "ellerini kesmeleri" ile Maide s. 38. ayetinde ki "el kesme" nin aynı şeyi çağrıştırması gerektiğinden hareketle , Yusuf'u gören kadınların ellerini kökten kesmelerinin mümkün olmadığı , bildiğimiz bir kesik olduğu , dolayısı ile Maide s. 38. ayetinde ki el kesme cezasının Yusuf s. 31. ayetinin ifade ettiği kesik türünden olması gerektiğidir.

Bu ayet , el kesme cezası konusunda tamamen ön yargılı bir yaklaşımın neticesi olarak, nereye çarpacağını şaşırmış "Başı kesik tavuk" misali , ilgili ayetin mecazi olduğuna dair görüş arayanların başını çarptıkları bir ayettir. 

Bu iddia sahiplerine sadece şunu sorarak verecekleri cevabı bekleyebiliriz ; Aynı surenin 33. ayetinde geçen "El ve ayakların çaprazlama kesilmesi" cezasının sizin dediğiniz gibi el ve ayağın çizilmesi olarak mı anlıyorsunuz ?.

Cevap olarak ,"Evet Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesilme , Yusuf s. 31. de ki kesilme gibi olması gerekir"  diyene, bizim diyeceğimiz  "Ön yargılarının onun gözünü tamamen körelttiği" dir. 

"Hayır öyle anlamıyorum Maide s. 33. de ki çaprazlama kesilmesi hakiki anlamdadır" diyene diyeceğimiz söz ise ,  " Maide s. 33. ayetinde ki çaprazlama kesimi hakiki , Maide s. 38. ayetinde ki kesimi mecazi anlamanız arasında çelişki vardır" demektir . 

Maide s. 38 de ki cezayı mecazi , 33. ayette ki cezayı hakiki anlamak, çelişkili bir düşüncenin ürünü olup , her iki ayette ki ceza hakiki anlamda kullanılmıştır.  

3. iddia ; "Eli kesilen hırsızın , bundan sonraki hayatında , geçimini temin etmek için kesik bir el ile nasıl çalışarak çoluk çocuğunu geçimin temin edebileceği" , şeklindedir. 

Bu düşünce sahipleri kendilerini Allah (c.c) den daha merhametli bir kul olarak görmeye çalıştıklarının acaba farkındamıdırlar ?.

Geleneksel düşünce içinde önemli bir yeri olan , ve Allah (c.c) den daha merhametli bir peygamber portresinin ortaya çıkarıldığı şefaat inancındaki, Muhammed (a.s) ın ateş cezasını hak etmiş birisi için secdeye varıp, "Ümmetim ümmetim" diye yalvararak , ümmetini kurtarması iftiralarına karşı olan bu kişiler ,  Allah (c.c) den daha merhametli bir insan portresi çizdiklerinin farkında bile değillerdir.

Bu iddiada olan kişiler zımnen şunu demektedirler ; "Ey Allah'ım sen hırsızlık cezasına vermiş olduğun bir ceza ile merhametsizlik yaparak , elinin kesilmesini istediğin kişinin çoluk çocuğunu hiç mi düşünmedin ?".

Bu iddia , ilgili ayetin hakiki anlamda bir el kesme olmayacağı , olmaması gerektiği ön yargısı düşüncesi üzerine bina edilmiş bir düşüncedir. Bunları düşünmek önce suç işlemeye aday olan kimsenin vazifesi olup , kişi işlediği suça verilecek ceza karşısında , sonraki hayatını nasıl geçireceğini önce kendisi düşünmesi gerekmektedir. 

Bu mantık üzerinden baktığımız zaman , hiç bir suçluya ceza vermemiz mümkün olmayacaktır ,çünkü suç işleyen kişi , çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için , hayatı için gerekli olan uzuvlarını korumak zorundadır. Bu mantık ile Maide s. 33. ayetine baktığımızda o ayette  işlenen suça karşılık olarak öngörülen el ve ayakların çaprazlama olarak kesilme cezasına da karşı çıkılması gerekmektedir. 

Veya Bakara s. 178. ve 179. ayetlerinde, cinayet suçu için verlen kısas cezasına da aynı mantıkla karşı çıkılması gerekmektedir. Cinayet işleyen bir kimse eğer kısas edilecek olursa bu kimsenin geride kalan çoluk çocuğu rezil rüsvay olacağı için cinayet işleyen bir kimseye öldürmek mantık olarak büyük bir hata ve vahşet olacaktır.

39. ayete baktığımızda , işlenen hırsızlık suçunu Rabbimiz "Zulüm" olarak nitelendirmektedir. Rabbimiz den daha merhametli !! olan ve hümanist duygularla hareket eden bir takım kişiler, bu tür düşünce içine girmekle zulme destekçi olmak durumuna düşmektedirler. 

4. iddia ; Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için başvurduğu yolun anlatıldığı ayetlerde , Yusuf (a.s) ın kardeşlerine sorulan "Sizde hırsızlara verilen ceza nedir? " (12.74) sorusuna , " Onun cezası yükünde bulunanın kendisidir" (12.75) cevabı , hırsızlık suçuna verilen cezanın el kesme olmadığı yönündeki iddiaya delil olarak gösterilmektedir.
 
Yusuf (a.s) kıssasından çıkarılmaya çalışılan bu istidlal'in isabetli olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ; Kıssa içinde anlatılan olaydan çıkarılmaya çalışılan şey , Hırsızlık cezasının Allah (c.c) tarafından Yakub (a.s) a vahyedilenin aynısının , Muhammed (a.s) a da vahyedilmiş olması gerektiği gibi bir düşünceden yola çıkılarak bu iddia dile getirilmektedir. 


İlgili ayetlerde anlatılan konu, hırsızlığın cezasından ziyade , suç işleyen kişinin suçunun cezasını çekmek için alıkonulmuş olmasıdır. Çünkü Yusuf (a.s) ın kardeşini yanında alıkoyması için ,üst düzey bir yönetici dahi olsa keyfi davranarak , "Ben bu çocuğu alıkoymak istiyorum" şeklinde bir emir ile, kardeşini alıkoyamazdı. "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" cümlesi, Yusuf'un yaşadığı topraklar üzerinde evrensel hukuk kurallarının geçerli olduğu , yönetici de olsa kanunlar karşısında eşit olduğu yönünden okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Evrensel hukukta geçerli olan, bir kimsenin suç işlemediği müddetçe hürriyetinin kısıtlanmaması kuralı , Mısır ülkesinde de geçerli olduğu için , Yusuf kardeşini alıkoymak için onun üzerine bir suç yıkmak şeklinde hileye başvurarak kardeşini yanında alıkoymuştur. 

Bu kıssa üzerinden çıkarılmaya çalışılan düşüncenin temelinde , ön yargılar sonucu varılmaya çalışılan el kesme cezasının mecazi olduğu iddiası yatmaktadır. Maide s. 38. ayetinin açık hükmü bir kenara itilmeye çalışılarak , bu hükmün yanlışlığını !!  dair delili bulmak için , Yakub (a.s) dan medet ummaya çalışmak , ön yargıları Kur'ana kabul ettirmek için okunan ayetlerin nasıl oyuncak haline getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.

5. iddia ; Ayet içinde geçen "Eydiyehuma" (ikisinin elleri) kelimesinin , çoğul kullanılmış olması ve çoğul kullanımın en az 3 ve daha fazla sayıyı ifade etmesini gerekçe gösterilerek , bir insanda 2 den fazla el olmadığı için bu ifadenin gerçek bir el kesmeyi emretmiş olmasının imkansız olduğudur.

Kur'an , indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan arapların günlük dillerinde kullandıkları , edebi uslupları dikkate alarak inen, ve bu üslupları kullanan bir kitaptır. Bu kelimeyi anlamaya çalışırken bunları dikkate almak gerekmektedir. 

Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyeler de böyle bir kullanım şekline başvurduklarını , arap dilcisi Ferra "Meanil Kur'an" adlı eserinde söylemektedir. Bu kullanımın bir örneğini Tahrim suresi 4. ayetinde de görmekteyiz . O ayette Nebi (a.s) ın 2 eşine kullanılan "Gulubeküma" (ikinizin kalpleri) hitabını dikkate aldığımızda , 2 kadının birden fazla kalbi olmayacağına göre , o gün kullanılan dil kuralları çerçevesinde bir hitap tarzı olduğu anlaşılmaktadır.
Bu kullanıma bir kaç örnek daha verecek olursak ; 

"Haşemtü ruusehuma" iki kişinin başlarını yardım.
"Haraktüma gamuseküma" gömleklerinizi yırttınız ( iki kişiye hitaben).
"Haleytüma nisaeküma" eşlerinizi terk ettiniz (iki kişiye onların birer eşleri kast edilerek) . 

Sonuç olarak ; Maide s. 38. ayetinde beyan edilen , erkek ve kadın hırsız'ın ellerinin kesilmesi emri hakiki anlamda anlaşılması gereken bir hükümdür. Ayeti dikkatli ve ön yargısız bir biçimde okuduğumuz zaman , bu ayetin mecaz bir anlamı çağrıştırabileceği gibi bir düşüncesi oluşması mümkün görülmemektedir. Bu ayetin, mecazi bir anlam taşıması gerektiğini iddia edenlerin , yazımızda sıralamaya çalıştığımız iddiaları, tutarlılıktan uzak olmakla beraber , ön yargıların Kur'ana onaylatılması şeklinde bir çabanın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. 

Yazının çerçevesi , ilgili ayetin mecazi anlam taşıyıp taşımadığı etrafında bir tahlil çalışması olması nedeniyle bu ayet ile daha detaylı konulara girilmemiştir. Ancak şu kadarını söylemek isteriz ki , Bu ayetin , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın verilmesi gerektiğine dair bir bilgi içermez. Hırsızlık suçu genel bir suç olup , bu suça giren eylemlerin hepsi aynı cezanın uygulamasını gerektirmez , el kesmenin altında veya daha yukarısında bir ceza ile cezalandırılma gerektirecek suçlar mutlaka olacaktır.  

Kur'anın beyan ettiği had cezalarına baktığımız zaman , bu cezalarda göze çarpan en önemli unsur , "Caydırıcılık" tır . Caydırıcı olmayan bir ceza kanununun uygulandığı beldeler  , her zaman suç işlemeye açık  kapı bırakılacak , ve suçlu cenneti bir topluluğun yaşadığı belde olacaktır. "Kısasta hayat vardır" buyuran Rabbimiz , cezaların caydırıcılık yönüne dikkat çekmektedir. Cinayet suçu işleyen bir kimse , yaptığı hatanın bedelini canı ile ödediği zaman , başkalarına ibret olacak ve böyle bir suç işlemeye niyeti olan bir kimse , bu işe kolay kolay cesaret edemeyecektir.

Bu gün ülkemizdeki hırsızlık ve cinayet suçlarına verilen cezaların bu suçları engelleyici bir durum teşkil  etmemesi düşünülmesi gereken bir durumdur. Hal böyle iken , Kur'anın bu suça vermeyi önerdiği ceza bazılarımızca , vahşet olarak görülerek hümanist bir yaklaşım sergilenmeye çalışılmaktadır. 

Bu tür tutumlar , teslim olmaya değil, teslim almaya yönelik bir din anlayışının tezahürleridir. Kur'an merkezli düşünmek demek , herhangi bir konuda önce önyargıları kafadan atmak demektir. Bizler Kur'ana karşı parçacı değil , bütüncül bir yaklaşım sergilemek zorundayız. Bütüncül bir yaklaşım , bizleri daha doğru sonuca götürmesi bakımından daha isabetli , ve yanlışlardan koruyucudur. Zalimden yana değil , mazlumdan yana bir duruş sergilemek ve hırsızlık konusu ile ilgili beyanı bu göz ile okuduğumuzda , eli kesilen bir hırsızın geleceğini düşünmek bize değil, önce hırsızlık yapan kişiye ait olması gerektiği görülecektir.  

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.